SAD SÛRESİ

Bu sûre, Mekke'de inmiştir; 86 veya 88 âyettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Sâd. Zikir (öğüt) dolu Kur’ân'a yemin ederim ki, o kâfirler, iddia ettiklerinin aksine, boş bir gurur ve zararlı bir tefrika, içindedirler."

A- "Sâd."

Bu harf, sûrenin veya Kur’ân'ın adıdır.

Yahut karşılık vermek anlamında bir emirdir. Yani Kur’ân'a amelinle karşıhk ver; onun emirlerini yerine getir; yasakladıklarından kaçın ve onun ahlakıyla ahlâklanm.

Yahut "Allah doğru söylemiştir" veya "Muhammed doğru söylemiştir" gibi bir kelâmın remzidir.

B- "Zikir (öğüt) dolu Kur’ân'a yemin ederim ki, o kâfirler, iddia ettiklerinin aksine, boş bir gurur ve zararlı bir tefrika içindedirler."

Anılan Sâd da, Kur’ân anlamında olduğu takdirde bu tekrar, yemin konusunu tekit etmek içindir.

Zikir kelimesi, şân, şeref anlamındadır. Nitekim: "Hiç şüphesiz Kur’ân, senin için de, kavmin için de büyük, bir zikirdir." (Zuhruf: 44) âyetinde de bu anlamdadır.

Diğer bir görüşe göre ise, öğüt ve nasihattir. Yahut şeriatler ve hükümler gibi din işlerinde ihtiyaç duyulan bilgiler ile peygamberlerin kıssaları, eski ümmetlerin tarihleri ve mükâfat ile ceza vaatleri gibi hususların anılmasıdır.

Yani bu vasıfları taşıyan Kur’ân'a yemin olsun ki, o bir mucizedir; emirleri vaciptir; kendisi tazime lâyıktır; bunda asla şüphe yoktur. Kâfirlerin izansızlığı ise, onda bir şüphe olduğundan dolayı değil, fakat onlar boş yere şiddetli bir gurur ile asabiyet ve Allah ile Resulüne karşı zar ark bir tefrika içinde olmalarındandır. İşte bundan dolayı izan göstermiyorlar.

3

"Kendilerinden önce filce nesiller helâk etmiştik de, onlar feryat etmişlerdi, " Halbuki kurtulma zamanı değildi, "

Bu, onların küfür ve gururlarından ötürü kendileri için bir ceza tehdididir. Yani kendilerinden öncekilere de kibir ve gururları yüzünden o cezalar isabet etmişti. Bizim gazabımız ve azabımız onlara indiğinde de, kurtulmak, için feryat edip tevbe etmişlerdi. Halbuki o zaman, artık kurtulma zamanı değıldı.

4

Bak. Âyet 5.

5

"Kendi içlerinden, kendilerine bir uyarıcının gelmesine hayret ettiler de, o kâfirler: "Bu, pek yalancı büyük bir sihirbazdır! Bütün ilâhları bir tek İlah mı kılmış? Hiç şüphesiz bu pek tuhaf bir şeydir!" dediler."

Bu kelâm, onların zikredilen kibir ve tefrikalarından kaynaklanan bâtıllarını anlatmaktadır. Yani o müşrikler, kendi cinslerinden ve dünyevî riyaset ile mal bakımından seviyelerinde olmadığını düşündükleri bir şahsın peygamber olarak kendilerine gelmesine şaştılar; bunu pek garip ve vukuunu ihtimal dışı saydılar ve bunu şiddetle inkâr ettiler. Yoksa onlar, bunun vukuuna inandılar ve buna taaccüp ettiler, demek, değildir.

Ve küfür ile faska tamamen batmış olan o kâfirler dediler ki; "Muhammed gösterdiği hârikalarda büyük bir sihirbaz ve peygamberliğini ve Kur’ân'ın nüzulünü Allah'a isnâd etmekte de pek yalancı biridir. Bütün ilâhlardan ilâhlığı kaldırıp ilâhlığı bir tek İlaha mı hasretmiş? Hiç şüphesiz bu pek tuhaf bir şeydir!"

Zîrâ Peygamberimizin getirdiği bu tek İlahlı hak îtikâd, o müşriklerin, atalarından miras aldıkları dine tamamen ters düşüyordu. Çünkü ataları, kuşaktan kuşağa, o bâtıl İlahları kabul edip onlara tapmaya devam ediyorlardı. Zîrâ onların dinde bütün yaptıkları, taklit ve âdet idi. Bu itibarla onlar, âdetlerine ters düşen her şeyi garip ve hatta imkânsız sayıyorlardı.

Onların taaccüplerinin sebebini, tek İlahın, ilim ve kudretinin bunca çok şeye yeterli olmadığı şeklinde izah etmek ise, uygun bir izah değildir. Çünkü onlar, o ilâhları için ilim, kudret ve her hangi bir şeyin meydana gelmesinde tesirleri olduğunu iddia etmiyorlardı ki, o ilâhların ilâhlığırıi reddetmekten, eserlerin müessirsiz kalması lazım gelsin.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), müslüman olunca, bu, Kureyş'in çok ağırına gitti. Bunun üzerine Kureyş ileri gelenlerinden yirmi beş kişi toplanıp Ebû Tâlib'e gittiler ve ona dediler ki: "Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün. Ve bu sefihlerin yaptıklarını biliyorsun. Biz, bizimle kardeşinin oğlu ara sırma hükmetmen için sana geldik." Bunun üzerine Ebû Tâlib de, Peygamberimizi çağırdı ve ona dedi ki: "Ey kardeşimin oğlu! Şunlar, senin kavmindir; senden bir şey istiyorlar; sen de kavminden tamamen yüz çevirme!" Bunun üzerine Peygamberimiz de onlara: "Benden ne istiyorsunuz?" dedi. Onlar da dediler ki: "Sen, bizden ve ilâhlarımızdan söz etme; biz de, seni ilahınla baş başa bırakalım!" Peygamberimiz buyurdu ki: "Pek iyi, ben sizin istediğinizi verirsem, siz de, sayesinde bütün Araplara hâkim olacağınız ve Acemlerin de size boyun eğeceği, bir kelime söyler misiniz?" Onlar da "evet, on kelime de söyleriz" dediler. Peygamberimiz: "Lâ ilahe illallah! deyin!" buyurdu. Bunun üzerine kalkıp gittiler ve bu iki âyette zikredilenleri söylediler. 8

8 Tirmızî, Kıtâbu't Tefsir, sûre: 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/227, 362

6

Bak. Âyet 7.

7

"Onlardan ileri gelen bir güruh da: "Haydi, gidelim! ilâhlarımıza bağlılıkta direniri!" Çünkü hiç şüphesiz bu (ilâhlarınızı bırakmanız) istenmektedir. Bunu son elinde de işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. Kur’ân, aramızdan. Muhammed'e mi indirildi? "diyerek kalkıp gittiler. Hayır! Onlar zikrim. (Kur’ân'ım) hakkında şüphe içindedirler. Hayır! Onlar azabı daha tatmadılar.

A- "Onlardan ileri gelen bir güruh da: "Haydi, gidelim! ilâhlarımıza bağlılıkta direnin!"

Yani peygamerimiz, bu hazır cevapla Kureyş eşrafını mağlup edip çaresiz bırakınca ve onlar da, Peygamberimizin dindeki kararlılığını ve dinini bütün dinlere galip kılmak azmini görüp Ebû Talibin aracılığıyla umdukları sulhtan umutlarını kesince, birbirlerine öğüt yoluyla dediler ki: Haydi, gidelim ve ilâhlarınıza tapmakta direnin ve onlar hakkında duyduklarınıza da katlanın!

Diğer bir görüşe göre ise, bu sözlerinden muradlari, sözlü olarak dinlerini çokça müdafaa etmek ve bunun için çokça toplantılar yapmaktır.

B- "Çünkü hiç şüphesiz bu (ilâhlarınızı bırakmanız) istenmektedir, "

Yani Muhammed'den (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüğümüz tevhîd emri, ilâhlarımızın reddi ve onların ibâdetinin iptali, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem), gerçekleştirmeye kesin olarak kararlı olduğu bir şeydir; ne söylenecek sözler, ne de aracılık ve minnet gibi müsamaha sağlaması umulan şeyler, onu kararından vazgeçirmez. Artık siz, Ebû Tâlib vasıtası ve şefaatiyle onu fikrinden vazgeçirmekten umudunuzu kesin. Sizin için yeterli olan, ilâhlarınıza tapmaktan hiç vazgeçmemeniz, buna sabır göstermeniz ve ilâhlarınız hakkında duyacağınız eleştiri ve yakışıksız sözlere katlanmanizdır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani bu, Allah'ın dilediği ve gerçekleşmesine hükmettiği bir şeydir ve Allah'ın olmasını dilediği bir şeyi hiçbir kuvvet engelleyemez ve bu hallerde sabırdan başka hiçbir şeyin faydası olmaz.

Bir diğer görüşe göre ise, yani bu iş, başımıza gelecek zamanın bir hadisesidir; artık ondan kurtuluş yoktur.

Başka bir görüşe göre ise, yani sizin dininiz, sizden alınmak ve ondan dolayı sizin mağlup olmanız istenmektedir.

Bir başka görüşe göre ise, yani Muhammed'in iddia ettiği tevhîd, yahut amaçladığı Araplara ve Acemlere reis ve ulu olmak, herkesin istediği bir şeydir. Artık bu görüşleri iyice, tefekkür et ve bunlardan nazm-ı Kerime uygun olanı tercih et.

C- "Bunu son dinde de işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır."

Yani Muhammed'in söylediklerini biz, dinlerin sonuncusu olan Hiristiyanlık dininde de işitmedik; çünkü Hıristiyanlar da, teslis (üç ilah) itikadına sahiptirler.

Yahut son dinden murat, atalarından gördükleri son dindir.

D- "Kur’ân, aramızdan Muhammed'e mi indiriidi?"diyerek kalkıp gittiler."

Yani biz, insanların reisi ve eşrafı olduğumuz halde Kur’ân, bize değil de, Muhammed'e mi indirildi?

Onların bu sözleri de, "Bu Kur’ân, iki kentten (Mekke ile Taif ten) ulu bir kişiye indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf: 31) sözleri gibidir. Onların bundan muradı, Kur’ânin Allah katından indirilmiş olduğunu inkâr etmek idi.

E- "Hayır! Onlar zikrim (Kur’ânim) hakkında şüphe içindedirler."

Yani onlar, Kur’ân, yahut vahiy hakkında şüphe içindedirler. Çünkü onlar taklide meyletmekte ve onun hak olduğu sonucuna götüren delilleri incelemekten yüz çevirmektedirler. Onların inancında Kur’ân ve vahiy hakkında kesin bir fikir yoktur. İşte bundan dolayı onlar vehimler arasında gidip gelmektedirler: bazen ona sihir isnâd ediyorlar ve bazen de ona uydurma diyorlar.

F- "Hayır! Onlar azabı daha tatmadılar."

Onlar azabımı tattıkları zaman gerçek hal, kendilerine belli olacaktır. Ama onlara azap dokunmadıkça onu tasdik etmezler.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar, Kur’ân'da vaat edilen azabı henüz tatmadıkları için onun hakkında şüphe, içindedirler.

8

O Kurân, aramızdan O’na mı indirilmiş!” (dediler). Şüphesiz o kâfirler, benim Kurân’ımdan şüphededirler. Şüphesiz onlar, henüz azabımı tadmadılar.

9

"Yoksa, yanlarında, yegâne aziz ve vehhâb (lütufkâr) olan Rabbinin rahmet hazineleri mi var?"

Yani onların yanında Rabbinin hazineleri mı var ki, istedikleri gibi onda tasarruf edip dilediklerine versinler ve dilediklerine de vermesinler ve kendi fikirlerince hükmedip peygamberlik için bazı ulularını tercih etsinler. Hayır böyle değildir; peygamberlik ilâhî bir vergi olup onu, seçkin kullarından dilediğine lütfeder; buna hiçbir engel yoktur; zîrâ karşı durulmaz yegâne Azîz ve (ialil) O'dur ve dilediğine her dilediğini bahşeden Vehhâb da yalnız O'dur.

10

"Yoksa, şu göklerin ve bu yerin ve aralarındakilerin hükümranlığı onların mıdır? Öyleyse sebepler hazırlayıp göklere tırmansınlar, bakalım!"

Yani şu ulvî (yüce) ve süfli (aşağı) âlemlerin hükümranlığı kendilerine mi aittir ki, ilâhî işlerde söz sahibi olsunlar ve izzet ile Kibriyâya, Rabbine mahsus olan tedbirlerde hükmedebilsinler ? Eğer iddia ettikleri gibi bu hükümranlıkları varsa, öyleyse Arş'a ulaşma imkânlarına ve yollarına başvurup onlarla yükseisinler ve nihayet oraya eriştiklerinde de kâinatı yönetsinler ve tercih ve tasvip ettikleri kimseye vahiy indirsinler.

Bu kelâm, onlar için pek büyük bir gazap ifâde etmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki sebepler, gökler demektir, çünkü gökler, süfli (dünyevî) olayların sebepleridir.

Bir diğer görüşe göre ise, burada sebepler, göklerin kapılarıdır.

11

"Onlar, çeşitli guruplardan oluşmuş hezimete mahkûm bir ordudur."

Yani onlar, peygamberlere karşı çeşitli guruplardan oluşmuş bir kâfirler ordusu olup pek yakında hezimete, uğratılacaklardır. Bundan dolayı onların söylediklerine ve hezeyanlarına aldırma.

12

Bak. Âyet 13.

13

"Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavini, kazıklar sahibi Fir’avun da, Semûd Kavmi de, Lût kavmi de, Eyke yaratıl da peygamberleri yalanlamışlardı. İşte bunlar da, hakka karşı birleşmiş guruplardı, "

"Kazıklar sahibi" ifâdesi, sabit ve köklü hükümranlık anlamında kullanılmak tadır, Yahut büyük topluluklar sahibi demektir.

Eyke yaranı, Hazret-i Şuayb kavmidir.

14

"O gurupların her biri, peygamberleri mutlaka yalanladılar da, azabını hak oldu."

Yani o gurupların her biri, mutlaka bütün peygamberleri yalanlamışlardır; çünkü bütün peygamberler, hak üzerinde ittifak ettikleri için, birini yalanlamak, hepsini yalanlamak gibidir.

Diğer bir görüşe göre ise, her gurup, mutlaka kendi peygamberini yalanlamıştır.

İşte, peygamberleri yalanlamalarından dolayı onların her birine, işledikleri cinayetlerin karşılığı olarak, daha önce yerlerinde tafsilatları geçen azaplarımın çeşitlerinden onlara uygun olanları sabit ve vâki oldu.

15

"Bunlar da, ancak, hiç gecikmesi olmayan korkunç bir çığlık beklemektedirler."

Daha önce Mekke kâfirleri gibi, hakka karşı birlik oluşturan, hakir ve yakın zamanda hezimete mahkûm oldukları bildirilen kâfir gurupların azabı beyân edildikten sonra şimdi de Mekke kâfirlerinin azabı beyân edilmektedir, Zîrâ eski kâfirlerin azaplarının anlatılması, dinleyenlerin. Mekke kâfirlerinin azabının ne olacağı merakını kesinlikle mucip olmaktadır. Zîrâ Mekke kâfirleri, eski kâfir gurupların suçları gibi veya daha da ağır suçlar işlemişler ve bu suçları, en ağır cezaları gerektirmektedir ve suçların kotu sonuçlarından hiçbir şeyle henüz karşılaşmamışlardı.

Yani küfür ve hakkı tekzipte o geçmişte helâk edilen taifeler gibi olan şu Mekke kâfirleri, ancak ikinci Nefha'yı (Sûr'a üfürmeyi) beklemektedirler. Ancak onların azabı, o Nefha'daki şiddet ve korkudur, demek değildir. Çünkü o şiddet ve korku, iyisi, kötüsü bütün ümmetleri kapsayacaktır. Hayır, bunun mânâsı şudur: Mekke kâfirleri ile kerıdderi için hazırlanmış olan feci âzap arasında ancak ikinci nefha vardır. Zîrâ onların azabı ahirete ertelenmiştir. Çünkü Peygamberimiz, onlar arasında iken, onların tamamen yok edilmeleri, üstün hikmetler üzerine binâ edilmiş olan ilâhî sünnetle bağdaşmaz. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ey Resûlüm! Sen onlar arasında iken, Allah, onlara azap indirecek değildir." (Enfâl: 33)

Kimilere göre, bu nefha, birinci nefhadır. Ancak bunun bir haklı izahı yoktur; çünkü onun korkunç hallerini ancak o zaman hayatta olanlar, göreceklerdir. Ve onlara vaad edilen azap, birinci Nefha akabinde vaki olmayacak ve mutlak azap da, o zamânâ kadar tehir edilmez; fakat ölümlerinden itibaren azapları vaki olur.

16

"Onlar alay yoluyla diyorlardı ki: "Rabbimiz! Şu hesap gününden önce bizim amel defterimizi bize acele ver!"

Burada, onların, azaplarının ahirete ertelendiğini duyduklarında alay yoluyla söyledikleri hikâye edilmektedir. Yani onlar diyorlardı ki: Bize vaat ettiğin azaptan bize birazını ver ve onu, başlangıcı mezkûr sayha (korkunç ses) olan hesap gününe erteleme. Yahut bize amel defterimizi ver ki, bakalım içinde ne var!

Diğer bir görüşe göre ise, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın, mü’minlere Cenneti vaat ettiğini anlatınca, Mekke müşrikleri, alay yoluyla dediler ki: "Bizim âhiretten nasibimizi dünyada ver!"

17

"Ey Resûlüm! Onların söylediklerine sabr et; kulumuz kuvvet sahibi Davud'u da onlara anlat. Çünkü o, gerçekten Allah'a çok yönelmekteydi."

A- "Ey Resûlüm! Onların söylediklerine sabr et; kulumuz kuvvet sahibi Davud'u da onlara anlat."

Yani ey Peygamberim! O müşriklerin bu gibi bâtıl, anlamsız sözlerine karşı sabret ve gözlerini yıldırmak amacıyla günahlarının akıbetinin ne kadar korkunç olduğunu göstermek ve işledikleri günahların son derece çirkin olduğuna dikkat: çekmek, için Hazret-i Davud'un kıssasını onlara anlat. Nitekim Hazret-i Dâvûd, şânı yüce bîr peygamber olduğu halde ve bazı özel büyük nimetlere ve kerametlere sahip bulunduğu halde, küçük bir günaha teşebbüs edince, mertebesi indirildi ve melekler, temsil ve ta'rîz ile kendisini uyardılar. Nihayet anladı da, Rabbine dönüp mağfiret diledi ve anlatıldığı gibi, şiddetli bir ağlaması, acı verici bir üzüntüsü ve sürekli bir nedameti oldu. O halde bu kâfirlerin, bu en büyük aşağılıkların, en büyük günahları işleyen bu günahkârların ve en büyük günahlarda ısrar eden bu gafillerin hâli nasıl olacak?

Yahut ey Peygamberim! Sen kendin, Hazret-i Davud'un kıssasını hatırla da, kendi nefsini, sana teklif edilen sabırdan ve onların eziyetlerine katlanmaktan ayrılmaktan koru ki, Hazret-i Davud'un karşılaştığı uyarı ile karşılaşrnayasın.

B- "Çünkü o, gerçekten Allah'a çok yönelmekteydi." (İnnehû evvâb)

Yani Hazret-i Dâvıid, Allah'ın rızasına çok müracaat ediyordu.

Bu kelâm, burada kuvvetten murat, dinî kuvvet okluğuna delildir. Nitekim Hazret-i Dâvûd, bir gün oruç tutar, bir gün de iftar ederdi ve gece yarısı da kalkıp namaz kılardı.

18

Bak. Âyet 19.

19

"Biz, gerçekten akşam, işrâk (sabah) vakitleri onunla beraber tesbiîı eden dağlan, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Hepsi ona yönelirlerdi."

Enbiyâ süresinde de işaret edildiği gibi, "onunla beraber" denilmiş, çünkü dağların, onun emrine verilmesi, rüzgârların ve diğer bazı şeylerin Hazret-i Süleyman'ın emrine verilmesi gibi, kühî tasarruf kabilinden olmayıp fakat Allah'a ibâdette ona uymaları ve eşlik etmeleri kabilindendi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu beraberlik teshir (emrine vermek) fiiline değil, fakat tesbih fiiline bağlıdır. Bu görüş, Enbiyâ sûresindekine nispetle gerçeğe daha yakındır.

Dağların tesbihi, temsilî bir sesle idi, yahut Allah'ın onlarda kelâm yaratmakla, yahut da hâl lisanıyla idi.

Yahut dağlar, Hazret-i Dâvûd ile beraber yürüyorlardı, demektir.

İşrak vakti, kuşluk vaktidir.

Ümmü Hâni'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün kuşluk namazını kıldı ve: İşte işrak budur, buyurdu."

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Ben, kuşluk namazım ancak bu âyetle anladım."

Yine İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki:" Hazret-i Dâvûd, tesbih getirdiği zaman, dağlar da ona tesbihle cevap veriyorlardı ve kuşlar da toplanıp tesbih getiriyorlardı."

20

"Biz onun hükümranlığını da kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve davaların hallini de vermiştik."

Yani Biz, onun hükümranlığının heybetle, zaferle ve ordu çokluğuyla kuvvetlendirmiştik.

Deniliyor kı, Hazret-i Davud'un sarayı (mabedi) etrafında tam teçhizatlı kırk bin asker bekliyordu.

Deniliyor ki, bir adam, diğer bir adamdan bir sığır iddia etti ve kanıt gösteremedi. Bunun üzerine Allah, rüyada, Hazret-i Davud'a, o davalıyı öldürmesini emretti; fakat emri yerine getirmekte gecikti. Sonra uyanık halde de bu emir tekrar edildi. Bunun üzerine Hazret-i Dâvûd, bunu o adama bildirdi. O adam da dedi ki.: "Allah, bu günahımdan dolayı beni muaheze etmedi; fakat ben, bu adamın babasını suikastla öldürmüştüm." Bunun üzerine insanlar: "Birisi bir suç işledi mi, Allah, onu Hazret-i Davud'a bildiriyor" diyerek ona heybet duymaya başladılar ve gittikçe onun insanların kalplerindeki heybeti kuvvetlendi.

Âyetteki hikmetten murat, peygamberlik, kâmil ilim ve üstün ameldir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu hikmet, Zebur ile şeriaderin ilmidir.

Bir diğer görüşe göre ise, hakka uygun olan her kelâm hikmettir.

Fasl-ı hitab, hakkı bâtıldan ayırt etmek suretiyle davaları halletmektir. Yahut yanlış anlamaya mahal bırakmayacak şekilde muhatabın dikkatim merama çeken özlü kelâmdır.

Diğer bir görüşe göre ise, fasl-ı hitâb, mânâya halel vermeyen ve lüzumsuz sözleri de içermeyen icazdır. Nitekim Peygamberimizin kelâmı hakkında da ""eksiği, fazlası olmayan fasldır" denilmiştir.

21

Bak. Âyet 22.

22

"Ey Resûlüm! O hasımların haberi sana erişti mi? Hani, mihrabın duvarına tırmanarak Davud'un yanına girmişlerdi de, Dâvûd, onlardan korkmuştu. "Korkma! Birimiz, öbürüne haksizlik etmiş iki davacıyız. Artık aramızda adaletle hükmet; haksizlik etme ve bize doğru yolu göster!" dediler.

A- "Ey Resûlüm! O hasımların haberi sana erişti mi? Hanı, mihrabın duvarına tırmanarak Davud'un yanına girmişlerdi de, Dâvûd, onlardan korkmuştu."

Rivâyet olunuyor ki, Allah, Hazret-i Davud'a, iki insan suretinde iki melek gönderdi. Deniliyor ki, bunlar Hazret-i Cebrâîl (aleyhisselâm) ile Hazret-i Mikâil idi. Bunlar, Hazret-i Davud'un yanma girmek istediler; fakat onu ibâdet gününde buldular ve muhafızlar, onları engellediler. Bunun üzerine yanlarında bulunan meleklerin yardımıyla duvarlara tırmandılar. Hazret-i Dâvûd, hiçbir şey duymadan bir de baktı ki, önünde iki kişi oturmuş. Bu hal karşısında Hazret-i Dâvûd, korkuya kapıldı. Çünkü onlar, âdetin hilâfına yukarıdan inmişlerdi; muhafızlar da kapıda beküyorlardı ve dâvalara bakmak, hükümet etmek günü de değildi.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Hazret-i Dâvûd, zamanını dörde ayırmıştı: bir gün ibâdet içindi; bir gün dâvalara bakmak ve hükümet etmek içindi; bir gün kendi özel işleri içindi ve bir gün de vaaz ve nasihat içindi.

B- "Korkma! Birimiz, öbürüne haksızlık etmiş iki davacıyız. Artik aramızda adaletle hükmet; haksızlık etme ve bize doğru yolu göster!" dediler."

23

"İkisinden biri şöyle dedi: "Bu adam benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken "onu da bana ver!" dedi ve hitabta (tartışmada) bana galip geldi."

Dişi koyun, kinaye olarak, kadın anlamında da kullanılmaktadır. Kinaye ile ta'rîz, maksadı daha iyi anlatmaktadır.

"Tartışmada bana galip geldi", yani öyle hüccetler, kanıtlar ileri sürdü ki, onları reddetmeye muktedir olamadım. Yahut kadın istemekte bana galip geldi ve o kadın başkasıyla evlendirildi.

24

"Dâvûd: "Yemin olsun ki, o senin dişi koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Gerçekten ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına mutlaka tecâvüz ederler. Yalnız îmân edip de sâlih ameller yapanlar müstesna. Onlar da ne kadar az!" dedi Dâvûd, Bizim kendisini denediğimizi sezmişti de, Rabbinden mağfiret dilemiş ve eğilip secdeye kapanmış ve tevbe edip Allah'a yönelmişti."

A- "Dâvûd: "Yemin olsun ki, o senin dişi koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Gerçekten ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına mutlaka tecâvüz ederler. Yalnız îmân edip de sâlih ameller yapanlar müstesna. Onlar da ne kadar az!" dedi."

Hazret-i Dâvûd, ya davalının itirafı neticesinde, yahut davacının doğru olması takdirine göre bunu söylemiştir.

B- "Dâvûd Bizim kendisini denediğimizi sezmişti de, Rabbinden mağfiret dilemiş ve eğilip secdeye kapanmış ve tevbe edip Allah'a yönelmişti."

Hazret-i Dâvûd, hükümet meclisinde cereyan edenlerden bunu anlamıştı. Deniliyor ki, Hazret-i Dâvûd, aralarında hükmedince, onlardan biri arkadaşına bakıp güldü ve sonra onun gözleri önünde semaya yükseldiler, işte o zaman Hazret-i Dâvûd, Allah'ın, kendisini imtihan ettiğini anladı.

Bir görüşe göre, yani Biz, Hazret-i Davud'u Uriya denilen şahsın karısıyla denedik.

Diğer bir görüşe göre ise, Biz, bu hüküm ile imtihan ettik ki, bakalım, kendisinden talep edilen şeye uyanır mı?

Bu imtihanda temsilî yol tercih edilmiş, çünkü uyarıda daha etkilidir. Zîrâ bundaki tefekkür, gaye şuuruna götürdüğü zaman, nefsinde ve kalbinde çok daha büyük tesir bırakır ve hatasından uyanmaya daha fazla etkili olur. Ayrıca bu temsilde, Hazret-i Davud'un yanlışı da açıkça anlatılmamış olur ve bunun açıkça anlatılmaması, haya edilen yakışıksız şeylerden olduğuna da işaret edilmiş olur.

Bu kıssanın aslı şudur: Hazret-i Dâvûd, Uriyya denilen bir şahsın karışım görünce, kalbi ona meyletti. Sonra onun karısını boşamasını istedi. Uriyya da, onu reddetmekten utandı ve istediğini yaptı. Sonra Hazret-i Dâvûd, o kadınla evlendi, işte Hazret-i Süleyman'ın annesi odur. Ve Hazret-i Dâvûd, şeriatinde caiz ve mutat olup ümmeti içinde de şerefe halel getirmezdi. Öyle ki, o insanlardan biri, bir kadından hoşlandığı zaman, kocasından onu boşamasını istiyordu ve boşandıktan sonra da kendisi onunla evleniyordu. İslam'ın ilk devresinde ensar (Medineli) müslümanlar da, muhacir müslümanlara buna benzer bir özveride bulunmuşlardı ve bu, o zaman ayıplanacak bir şey de değildi. Ancak Hazret-i Dâvûd ümmetinde bu caiz olduğu halde, O peygamberlik şânı taşıdığı için, temsilî olarak kendisine gösterildi ki, ümmetinden her hangi biri gibi hareket etmesi kendisine yakışmaz ve kendisinin birçok karısı olduğu halde, tek bir karısı olan birinden karısını boşamasını istemesi ve sonra da onunla evlenmesi hiç de şanına yakışmaz. Aksine kendi hevâsına galip gelmesi, nefsini kahir etmesi ve imtihan edildiği hususta sabretmesi ona yaraşır.

Diğer bir görüşe göre ise, anılan Uriya, o kadınla evlenmemişti, fakat ona evlenme teklif etmişti. Sonra da Hazret-i Dâvûd, ona evlenme teklif etti. O kadın da, Hazret-i Davud'u tercih etti. İşte Hazret-i Davud'un suçu (!), bir müslüman kardeşinin teklifi üzerine teklif te bulunmasıdır.

Asılsız bir rivâyete göre, Hazret-i Dâvûd, bir gün mabedine girdi ve kapısını kapattıktan sonra namaz kılmaya ve Zebur okumaya başladı. Bu sırada şeytan bir altın güvercin suretinde onun yanına geldi. O da, onu yakalayıp küçük oğluna vermek için ona el uzattı. Güvercin uçtu. Onu yakalamaya çalıştı. Güvercin uçup bir pencereye kondu. Hazret-i Dâvûd da, arkasından pencereye gitti. Pencereden dışarı bakınca çok güzel bir kadın gördü. Kadın saçlarını çözmüş; saçları bedenini örtmüş, işte bu kadın Uriya'nın karısı idi. Uriya, Belka {Ürdün'de bir bölge} gazilerinden idi. Bunun üzerine Hazret-i Dâvûd, Belka ordusu kumandanı Eyyûb b. Surya'ya: "Uriya'yi savaşa götür ve Tâbut'un {İsrâlloğullarının kutsallarının bulunduğu tarihî sandık} önünden gitmesini emret!" diye yazılı emir gönderdi. Onların dinî geleneklerine göre, Tâbut'un önünden giden askerlerin, geri dönmeleri helâl değildi; ya gittikleri yeri fethedecekler, yahut şehit olacaklar. Fakat Allah (celle celâlühü), Uriya'ya fetih müyesser eyledi ve sağ salim döndü. Ancak kumandan, ikinci kez ve üçüncü kez de onu öyle gönderdi ve nihayet savaşta öldürüldü. Hazret-i Dâvûd, şehitlerin ölüm haberini aldığında üzülüyordu, ama buna üzülmedi ve onun karısıyla evlendi. {Bu hikâye, bu günkü muharref Tevrat'ta aynen, yazılıdır.}

İşte bu hikâye, uydurulmuş çirkin bir iftiradır; hem de ne kadar çirkindir! Kulaklar, bu yalanı reddeder ve insan tabiatı bundan nefret eder. Bunu uyduranlara ve yayanlara yazıklar olsun; dilleri kumsun!

İşte bundan dolayıdır ki, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bir kimse, yalancı kıssaciların anlattığı Hazret-i Dâvûd hikâyesini anlatırsa, ona yüz altmış sopa vururum. İşte bu, peygamberlere iffetsizlik isnâd edenlerin cezasıdır."

Bir görüşe göre de, bazı insanlar, Hazret-i Davud'u öldürmek istediler ve bunun için mabedinin duvarına tırmanarak onun yanına girdiler; fakat baktılar kı, yanında cemaatler var. İşte o zaman, aralarında hükmetmesi için geldiklerini uydurdular. Ama Hazret-i Dâvûd, onların kötü niyetlerini anladı ve onlardan intikam almak istedi. Sonra anladı ki, Allah, onu bu şekilde imtihan eyledi. Bunun üzerine de Rabbine dönüp mağfiret diledi.

25

"Biz de bu davranışından dolayı onu bağışladık. Hiç şüphesiz katımızda onun yakınlığı ve güzel bir akıbeti vardır."

A- "Biz de bu davranışından dolayı onu bağışladık."

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Dâvûd, kırk gün, kırk gece secdede kaldı ve farz namazlar ile zarurî ihtiyaçları dışında başını hiç secdeden kaldırmadı ve göz yaşları hiç dinmedi. Öyle ki, göz yaşlarından otlar bitip başına kadar yükseldi. Ve içtiği suyun üçte ikisi göz yaşları oldu ve affetmesi için kendini harap edercesine Allah'a yalvarıp yakardı. Nihayet helâk olacak hale geldi ve bu sırada hükümdarlıkla da hiç meşgul, olmadı. Nihayet Işâ adındaki bir oğlu hükümdârlığını ele geçirdi ve kendisini tanımalarını istedi. Bunun üzerine bâtıl ehli olan bazı İsrâiloğulları da onun etrafında toplandılar. Sonra Hazret-i Dâvûd, ilâhî mağfirete erişince, oğluyla savaşıp onu mağlup etti,

B- "Hiç şüphesiz katımızda onun yakınlığı ve güzel bir akıbeti vardır."

Yani Hazret-i Davud'un bağışlanmasından sonra katımızda yakınlığı, şerefi ve güzel bir akıbet olan Cennet mükâfatı vardır.

26

"Ey Dâvûd! Dedik, Biz seni yeryüzünde gerçekten halîfe kıldık. Sen de insanlar arasında hak ile hükmet. Nefsî heva ve hevese uyma; sonra bu seni Allah yolundan saptırır. Gerçekten Allah yolundan sapanlar yok mu, o hesap gününü unuttukları için onlara pek çetin, bir azap vardir."

A- "Ey Dâvûd! Dedik, Biz seni yeryüzünde gerçekten halîfe kıldık. Sen de insanlar arasında hak ile hükmet."

Yani Biz, yeryüzünün hükümranlığında ve sakinleri arasında hükmetmekte seni halîfe, yetkili kıldık. Yahut seni, senden önce hak ile hükmeden peygamberlere halîfe kıldık.

Bu âyet, açıkça delâlet ediyor ki, tevbeden sonra Hazret-i Davud'un hâli eski güzel hâli gibi biç değişmedi.

Hak ile hükmetmekten murat, Allah'ın hükümleriyle, kanunlarıyla hükmetmektir. Zîrâ her iki mânâ ile de halifelik bunu kesin olarak gerektirmektedir.

B- "Nefsî heva ve hevese uyma; sonra bu seni Allah yolundan saptırır. Gerçekten Allah yolundan sapanlar yok mu, o hesap gününü unuttukları için onlara pek çetin bir azap vardır."

Yani gerek hükümetlerde, gerekse diğer din ve dünya işlerinde nefsin heva ve heveslerine uyma; sonra bu hal, seni Allah yolundan saptırır. Ve bu çirkin dalâletin de da pek ağır bir sonucu vardır ki, çetin bir azaba duçar olmalarıdır.

27

"Bütün gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Artık o kâfirlerin Cehennemden vay hâline!"

A- "Bütün gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık."

Bu kelâm., makablinde geçen yeniden diriliş, hesap ve ceza konuları için bir çeşit İzahtır. Yani Biz, gökleri, yeri ve ikisinin, arasında bulunan yaratıkları, akıl ve idrâke hayret veren bir hârika nizâm içinde boşuna, yüce bir amaç ve üstün bir hikmet gözetmeden yaratmadık, fakat bunların yaratılışı, apaçık bir hakkı ve pek üstün bir hikmeti içermektedir. Nitekim bu yaratılmışlar içinde öyle nefisler (insanlar) da yarattık ki, onlara akıl ve hak ile batılı, faydalı ile zararlıyı birbirinden ayırt etmek gücünü de verdik; menfaatlerin celbi ve zararların defi için onlara ilmî ve amelî tasarruflar da verdik; hakkı anlamaları için de âfâkî (haricî) ve enfüsî (dahilî) deliller yarattık ve o delilleri kanıt göstermek kudretini de onlara bahşettik. Sonra bu füturlarla da yetinmedik; fakat onlara peygamberler de gönderdik; büyük, küçük her konuyu açıklayan kitaplar da indirdik; o kitaplara karşı ileri sürülecek bütün itirazları da kaldırdık; insanlar için pek büyük faydalar temin eden mükellefiyetler getirdik ve insanların amellerine göre davranışlarına karşılık olarak güzel âla be der ve cezalar hazırladık.

B- "Bu, kâfirlerin zannıdır. Artık o kâfirlerin Cehennemden vay hâline!"

Yani bu muazzam kâinatın boşa yaratılmış olması, kâfirlerin zannıdır. Çünkü kâfirlerin, kâinatın yaratılış gayesi olan yeniden dirilmeyi ve uhrevî karşılığı inkâr etmeleri, zikredilen kâinatın boşuna yaratılmış olduğunu ve hiçbir yaratılış hikmeti olmadığını söylemek demektir. Allah, onların söylediklerinden son derece münezzehtir.

28

"Yoksa Biz, îmân edip de sâlih ameller yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi kılacağız? Yahut takva sahiplerini (Allah'tan hakkıyla korkanları), fâcirler (yoldan çıkanlar) gibi mi sayacağız?"

Yani Biz, dünya ülkelerinde ıslahat yapan mü’minleri ifsad eden kâfirler gibi mi kılacağız? Zîrâ yeniden diriliş ile ondan sonraki sürecin olmaması, bunu gerektirir. Çünkü dünya hayatından faydalanmakta her iki fırka (kâfirler ile mü’minler) eşittir ve hatta o kâfirlerin bu mü’minlerden dünyevî nasipleri daha fazladır. İşte böyle yapmamız, imkânsızdır. O halde mü’minleri yüceler yücesine yükseltmek ve kâfirleri de aşağılar aşağısına indirmek için, mutlaka yeniden dirilme, amellerinin karşılıği olacaktır.

Yani yahut Biz, takva sahibi mü’minleri şaki kâfirler gibi mi sayacağız? Burada fâcirleri, mü’minlerin tacirlerine hamletmek tefsirine bu makam müsait değildir.

Bu iki fırkadan, önceki iki fırkanın aynısı da kastedilebilir. O takdir de bu tekrar, eşitliğin inkârı konusunda ilk iki vasıftan daha etkili olan başka vasıflar itibarıyladır.

Deniliyor ki, Kureyş kâfirleri, mü’minlere dediler ki: "Ahirette de, size verilecek hayırlar, bize de verilecektir." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

29

"Ey Resûlüm! Bu mübarek Kitabı, gerçek akıl sahipleri âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdik

Mübarek, dinî ve dünyevî faydaları çok olan şey demektir. Yani Biz, bu Kur’ân'ı indirdik ki, akl-ı selîm sahipleri, onun âyetlerini ve ezcümle kâinatın ve teşriin sırlarım bildiren âyetleri tefekkür etsinler de, onların hârika mânâlarını ve uygun yorumlarını hakkıyla, anlasınlar ve onlardan öğütler alsınlar. Yahut onların akıllarında gizli olan irfanları, kendilerine bahşedilmiş imkânlarla ortaya çıkarsınlar. Zîrâ bunun için ziyadesiyle deliller yaratılmıştır. Nitekim ilâhî kitaplar, ancak şeriat ile anlaşılanları açıkça ortaya koymakta ve akıl ile anlaşılmayan hakikatlere irşad etmektedir.

30

"Biz Davud'a da Süleyman'ı bağışladık. Ne güzel kuldu o! Çünkü o, Allah'a gerçekten çok yöneliyordu."

Yani Hazret-i Süleyman, tevbe ile Allah'a çok yönelirdi. Yahut tesbihe çok yönekrdi.

31

Bak. Âyet 32.

32

"Hani, ona bir akşam üstü bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağı üstüne basan, cins yürük atlar sunulmuştu. Süleyman: "Gerçekten ben hayır (mal) sevgisini, Rabbimi anmama vesile olması için sevmişimdir" dedi. Nihayet güneş battı. O zaman: "Onları tekrar bana getirin!" dedi. Sonra bacaklarını ve boyunlarını meshetmeye (kesmeye) başladı."

A- "Hani, ona bir akşam üstü bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağı üstüne basan cins yürük atlar sunulmuştu."

Rivâyet olunuyor ki, Şam ve Nusaybin halkına karşı savaşmış ve onlardan bin at almıştı.

Diğer bir görüşe göre ise, babası Hazret-i Dâvûd, bu atları Amâlika'dan almıştı ve ondan Hazret-i Süleyman'a miras kalmışlardı.

Bir diğer görüşe göre ise, bu atlar denizden çıkmış, kanatlı atlardı.

Hazret-i Süleyman, bir gün öğle namazını kıldıktan sonra tahtına oturdu. İşte bu sırada anılan cins yürük atlar kendisine arz edildiler. Bu arz işi, aralıksız olarak akşama kadar sürdü ve kendisi, ikindi namazından veya her gün o vakitte çektiği zikirlerinden gafil kaldı ve etrafındakiler de, ondan çekinip kendisine namazı veya zikri hatırlatmadılar. Sonra Hazret-i Süleyman, bu yüzden ibâdetinden gafil kalmaktan ötürü çok üzüldü; ardından da o atları geri getirtip onları Allah rızası için kesti ve o atlardan yalnız yüz tane kaldı. İşte insanların ellerindeki cins yürük atlar, bu yüz atın soyundandır.

Deniliyor ki, Hazret-i Süleyman, o atları kesince, Allah, onlardan daha hayırlısını verdi: Onun emriyle hareket eden rüzgârı kendisine bahşetti.

B- "Süleyman: "Gerçekten ben hayır (mal) sevgisini, Rabbimi anmama vesile olması için sevmişimdir" dedi."

Hazret-i Süleyman, güneş battığında, namazdan gafil kalmasının itirafı, pişmanlığı ve ondan sonra atların geri getirilip kesilmelerini emretmesinin bir ön hazırlığı olarak bunu söylemişti.

Hazret-i Süleyman'ın, bunu tekid (gerçekten) ile ifâde etmesi, itiraf ve pişmanlığinin, sadece hayrı gerçekleştirmek için değil, fakat kalbî samimiyetinden doğduğunu bekitmek içindir.

Hayır, büyük mal, servet demektir. Burada ondan murat, kendisini, ibâdetinden meşgul eden atlardır. Belki de, yapacağı hayır konusu oldukları için atları hayır olarak vasıflandırmışım.

Peygamberimiz buyuruyor ki: "hayır, kıyamet gününe kadar atların perçemlerine (yelelerine) bağlıdır." 9

9. Buhatî/Kitâbüi Menakıb, bab: 28. Müslim/Kitâbü'z Zekât, hadis: 25. Ebû Dâvûd /Kıtâbü'l Cihad, bab: 41. İbni Mâce/Kıtâbü't Ticarât, bab: 29. Darımî/Kıtâbü'l Cihad, bab: 33. Mâlik, el Muvatta/Kitâbu 1 Cihad, hadis: 44. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/39, 5 /181

C- "Nihayet güneş battı."

Yani mal sevgisi, beni Rabbimi anmaktan alıkoydu ve bu hâl, güneş batine aya kadar devam etti.

D- "O zaman: "Onlari tekrar bana getirin!" dedi."

Bu kelâm da, Hazret-i Süleyman'ın sözlerine dâhildir ve onun daha önceki sözlerinden neyi kastettiğini bekitmektedir.

E- "Sonra bacaklarını ve boyunlarını meshetmeye (kesmeye) başladı."

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Süleyman, geri getirilen adarı severek bacaklarını ve boyunların okşamaya başladı, demektir. Ancak gerçek, bu değildir.

33

(Bunun üzerine, atlar kendisini meşgul edip ibâdetten alıkoyduklarından onları Allah için kurban etmeye kasd etti ve şöyle dedi): “Onları bana geri getirin.” Artık ayaklarını ve boyunlarını kesip kurban etmeğe başladı.

34

"Yemin olsun ki, Biz, Süleyman'ı imtihan ettik ve tahtının üstüne bir ceset bıraktık; sonra o, eski haline dönmüştü."

Hazret-i Süleyman'ın bu imtihanı hakkında merfû (rivâyet senedi Peygamberimize kadar çıkan) olarak rivâyet edilen en zahir hadis şudur:

"Süleyman, "Yemin olsun ki, ben bu gece yetmiş kadını dolaşıp hepsiyle cinsel ikskide bulunacağım; her biri, Allah yolunda savaşacak bir bahadır doğuracak" dedi ve "inşallah!" demedi. Sonra o gece o karılarını dolaşıp onlarla cinsel ilişkide bulundu. Fakat bir tanesi hariç, hiçbiri hamile kalmadı ve hamile kalan da, yarım bir oğlan doğurdu. Nefsim, kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, eğer Süleyman: "inşallah!" deseydi, o kadınların hepsi, Allah yolunda savaşacak birer bahadır doğuracaklardı."

10. Buharî/Kitâbüi Eymân, bab: 3. Müslim/Kitâbü'l Eymân, hadis: 25. Nesâî/ Kitâbü'l Eymân, bab: 40, 43

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Süleyman'ın bir oğlu oldu. Şeytanlar, toplanıp onu öldürmeye karar verdiler. Hazret-i Süleyman, bunu öğrendi ve oğlunu bulu dar arasında beslemeye başladı. Hiçbir şeyden haberi olmadan bugün oğlunun ölü cesedinin, tahtının üstüne atıldığını gördü. İşte o zaman intibaha gelip hatasını anladı: Zîrâ Allah'a tevekkül etmemişti.

Bir diğer görüşe göre ise, Hz Süleyman, adalardan Saydun'a savaş açtı; onun kralını öldürdü ve Carade adındaki güzeller güzeli kızını da esir aldı ve onu kendisi için seçti ve kız da müslüman oldu. Hazret-i Süleyman, bu kızı çok seviyordu. Kızın, babasına olan üzüntüsünden dolayı gözyaşları hiç dinmiyordu. Bunun üzerine Hazret-i Süleyman, şeytanlara emretti; şeytanlar, babasının heykelini yaptılar. Bundan sonra bu hanım, çocuklarıyla beraber, babasının heykelinin yanına gider ve babasının hükümdarlık döneminde âdetleri olduğu üzere ona secde ederdi. Hazret-i Süleyman'ın veziri Asâf, bunu Hazret-i Süleyman'a bildirdi. Hazret-i Süleyman, o heykeli kırdırdı ve karısını da cezalandırdı. Sonra da tek başına çöle çıktı ve ateş külünden oturacak bir yer hazırlayıp üstüne oturdu ve ağlayıp sızlayarak Allah'a tevbe edip yalvarmaya başladı.

Hazret-i Süleyman'ın, kendisinden çocuk doğurmuş Ümeyne adında bir cariyesi vardı. Hazret-i Süleyman, taharet mahalline veya cinsel ilişki için eşlerinden birinin yanma girdiğinde mühür yüzüğünü bu cariyeye veriyordu. Onun hükümdarlığının sırrı, bu yüzüğün içinde bulunuyordu. Yine bir gün bu yüzüğü o cariyesine verdi. Bu sırada Sabr adında bir şeytan, Hazret-i Süleyman'ın suretine girdi ve gelip mühür yüzüğü cariyeden alıp parmağına taktı ve gidip onun tahüna oturdu, halk da, her zamanki gibi onun meclisinde toplandı ve bu şeytan, Hazret-i Süleyman'ın hanımları hariç, her şeyde hükmünü icra etti ve Hazret-i Süleyman'ın şeklini de değiştirdi. Hazret-i Süleyman, Umeyne adındaki cariyesinden mühür yüzüğünü isteyince de, cariye, onu tanımadı ve kendisini kovdu. İşte o zaman Hazret-i Süleyman, bir hatanın kendisine bulaştığını anladı. Bundan sonra Hazret-i Süleyman, kapı kapı dolaşıp dileniyordu ve: "Ben Süleyman'ım!" deyince de, başına toprak savurup kendisine hakaret ediyorlardı. Sonra Hazret-i Süleyman, balıkçılara gidip onların balıklarını taşımaya başladı. Onlar da, yevmiye olarak kendisine, iki balık veriyorlardı. Hazret-i Süleyman, sarayında puta tapıldığı müddet olan kırk gün bu durumda kaldı. Sonra Asâf ve İsrâiloğullarınin ileri gelenleri, bu şeytanın hükümlerini yadırgayıp karşı çıktılar. Sonra o lânetli şeytan uçup gitti ve mühür yüzüğü de denize attı. Yüzüğü bir balık yuttu ve o balık da, Hazret-i Süleyman'ın eline düştü. Hazret-i Süleyman, o balığın karnını yarınca, mühür yüzüğü içinden çıktı. Hazret-i Süleyman, yüzüğü takıp secdeye kapandı ve tekrar hükümdarlığı kendisine döndü ve bir kaya yontup Sabr adındaki o şeytanı içine koydu ve ağzını da ikinci bir kaya ile kapattı; sonra onu demir ve çelikle iyice bağlayıp denize attı.

Bu hikâyeye göre, Hz Süleyman'ın tahtının üstüne atılan ceset, anılan Sahr'dır. Böyle temsil edilmiş, çünkü o şeytan, sahte bir temsil yapmıştı. Hazret-i Süleyman'ın hatası da, ailesinin halinden gafil kalmasıdır. Zîrâ o zamanlar heykel yapmak, dînen sakıncalı değil idi. Ve kendisinin bilgisi haricinde heykele, secde edilmesi de, Hazret-i Süleyman'a zarar vermez.

35

"Dedi ki: Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak bir hükümranlık ver! Çünkü şüphe yok ki, sen en çok bağışlayanın ta kendisisin."

Hazret-i Süleyman şöyle niyazda bulundu: Rabbim! Benden sâdır olan zelleyi bağışla ve benim hakine münasip bir mucize olmak üzere, bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir hükümranlık ver!

Zîrâ Hazret-i Süleyman, hükümdarlık ve peygamberlik evinde büyümüştü ve her ikisine varis oldu. İşte onun için Rabbinden her ikisini içinde toplayan bir mucize niyaz etmişti.

Yahut bundan önce benden alındığı gibi bir daha hiç kimsenin benden alamayacağı, yahut azametinden dolayı hiç kimseye müyesser olmayacak bir hükümdarlık ver.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Süleyman, pek büyük bir hükümdar idi. İşte bundan, dolayı böyle bir hükümdarlığın, Allah'ın kanunlarını muhafaza edemeyecek başka birine verilmesinden endişe ediyordu.

Hazret-i Süleyman'ın niyazında bağışlanma talebinin, hükümdarlık verilmesi talebinden önce zikredilmesi, peygamberlerin ve salihlerin geleneklerine uygun olarak din işlerine fazla ehemmiyet vermesinden ve bu

Niyazın icabet için daha etkili olmasından dolayıdır.

36

Bak. Âyet 37.

37

"Biz de, ona istediği yere onun emriyle rahatça giden rüzgârı, bütün bina ustası ve dalgıç şeytanları ve demir halkalarla bağlı diğer şeytanları onun emrine verdik."

Yani Biz de, Süleyman'ın duasını kabul buyurduk, imtihandan önceki hükümdarlığını kendisine iade ettik ve kendisine, onun emriyle istediği yere hiç rahatsız etmeden, yahut emre isyan etmeden giden rüzgârı... emrine verdik.

Öyle anlaşılıyor ki, Hazret-i Süleyman, çalıştırdığı şeytanları sınıflara ayırtmıştı: bina ustası ve dalgıçlar gibi bir sınıfı ağır işlerde çalıştırıyordu. Diğer bir sınıf da, azgın şeytanlar olup şer ve fesattan engellenmeleri için birbirlerine zincirlerle bağlanıyorlardı. Muhtemeldir ki, şeytanların cisimleri şeffaf olup zincire vurulacak sert bir madde görülmezdi ve bu halleriyle pek ağır işler yapabiliyorlardı. Bu itibarla zincirlere vurulmaları, temsilî olarak, şerlerden engellenmeleri anlamında da olabilir.

38

Diğerleri de zincirlere vurulmuştu. (insanlara zarar vermekten alıkonmuşlardı).

39

"Süleyman'a dedik ki: işte bu, Bizim bağışımızdır. Artık dilediğine hesapsız olarak ver, yahut verme!"

Yani sana verdiğimiz muazzam hükümdarlık, geniş imkânlar ve senden başkasına verilmeyen tasallut, Bizim sana özel bağişımızdır. Artık dilediğine hesapsız olarak ver, yahut verme; versen de, vermesen, de hesap vermek zorunda değilsin. Çünkü mutlak tasarruf yetkisi sana verilmiştir.

Yahut bağışımız, çoktur; haddi, hesabı yoktur.

Diğer bir görüşe göre ise, "işte bu" ile işaret edilen şey, şeytanların onun emrine verilmesidir ve ona verilen muhayyerlik de, şeytanları serbest bırakması, yahut onları zincirlere vurmasidır.

40

"Hiç şüphesiz katımızda onun için yakınlık ve akıbet güzelliği vardır."

Yani Hazret-i Süleyman için, dünyada muazzam hükümranlık olduğu gibi, âhirette de Bize yakınlık ve Cennet vardır.

Deniliyor ki, Hazret-i Süleyman, yirmi sene hüküm sürdükten sonra yukarıda anlatılan imtihanı geçirdi ve bu imtihandan sonra yirmi sene daha hüküm sürdü.

Fıkıhçı Ebû Hanife Ahmed b. Dâvûd el-Dineverî, târihînde diyor kı: Hazret-i Süleyman, Keyhüsrev b. Siyavuş zamanında babasının hükümdarlığını miras aldı ve Şam'dan Irak'a sefer yaptı. Keyhüsrev, bu seferi haber alınca, Horasan'a kaçtı ve kısa bir süre sonra da öldü. Sonra Hazret-i Süleyman, Merv'e sefer yaptı; sonra oradan da Türkistan'a sefer yaptı; ülkenin içlerine kadar seferler yaptıktan sonra oradan da Çin'e geçti. Sonra geri dönüp Fars ülkesine (İran'a) geldi. Orada konaklayıp günlerce kaldı; sonra da Şam'a döndü. Sonra Beytü'l Makdis'in binâ edilmesini emretti. Beytü'l Makdis'in binası bittikten sonra Tihâme'ye (Necran, Mekke ve Cidde'nin de dâhil oldukları sahil şeridi bölgeye) sefer yaptı; sonra da Sana'ya vardı. Onun Yemen, kraliçesiyle arasında geçenler de, Kur’ân'da anlatılmaktadır. Yine Hazret-i Süleyman, Mağrib {Batı Libya, Tunus, Cezayir, Fas} ülkelerine de sefer yaparak Tanca, Endülüs ve başka ülkelere de gitti. Allah, herkesten daha iyisini bilir."

41

"Ey peygamber! Kulumuz Eyyûb'u da an! Hanı, Rabbine: "Rabbim! Kadar şeytan bana bitkinlik ve eziyet verdi" diye seslenmişti."

Hazret-i Eyyûb, Îs'ın oğlu, o da, Hazret-i İshâkin oğludur. Burada bitkinlik ve eziyet verme fiili şeytana isnâd edilmiş, çünkü şeytan, vesvesesiyle bunu gerçekleştirmiştir. Nitekim deniliyor ki, Hazret-i Eyyûb, şeytanın vesvesesiyle servetinin çokluğuyla böbürlenmişti. Yahut bir mazlum kimse, ondan yardım istemiş, fakat ona yardım etmemişti. Yahut Hazret-i Eyyûb'un koyunları, bir kâfir hükümdarın topraklarında yayılıyorlardı. Bundan dolayı Hazret-i Eyyûb, onu idare edip kendisine karşı cihad etmedi.

Yahut Hazret-i Eyyûb'un karşılaştığı musibet, sabrını denemek içindi. Şu halde Hazret-i Eyyûb'un bu sözleri, suçunu itiraf etmek kabilindendir, yahut edebi gözetmektir.

Yahut şeytan, Hazret-i Eyyûb'un ailesine, çevresine vesvese verdi ve nihayet hepsi onu terk ettiler ve kendisini yurdundan çıkardılar.

Yahut Hazret-i Eyyûb'un sözlerindeki bitkinlik ve azaptan murat, onun hastalığında şeytanın, uğradığı belâyı gözünde çok büyütmek, Allah'ın rahmetinden umut kesmek yönünde kendisine, vesvese vermesi ve kendisini bıkkınlık ve şikâyete sevk etmek için uğraşmasıdır. İşte bundan dolayı Hazret-i Eyyûb, bu belayı kaldırmak için ve şeytanın vesvesesini sabr-ı ceınil (güzel sabır) ile def etmek için kendisini muvaffak kılması için Allah'a sığındı.

Hazret-i Eyyûb'un duasının tamamı bu kadar değildir; "sen merhametlilerin en büyüğüsün!" (A'raf: 151) cümlesi de duasına dâhildir. Ancak burada zikredilmemesi, Enbiyâ süresindeki zikriyle iktifa edilmesinden dolayıdır. Nitekim orada da şeytanın zikredilmemesi, buradaki zikriyle iktifa edilmesinden dolayıdır.

42

"Eyyûb'a dedik ki: Ayağını yere vur! İşte yıkanılacak, içilecek serin bir su."

Yani Hazret-i Eyyûb ayağıyla yere vurdu ve oradan bir pınar fiş kırdı ve Biz de: "İşte bu yıkanılacak su ile yıkanırsın ve içilecek suyu içersin; böylece senin dışın da, için de hastalıktan kurtulmuş olacak."

Diğer bir görüşe göre ise, iki pınar fış kırdı: biri yıkanmak için suyu sıcak idi, diğeri de içmek için suyu soğuk idi. Ancak nazmı kerîmin zahiri buna müsait değildir.

43

"Bizden bir rahmet ve akl-ı selini sahipleri için öğüt kaynağı olmak üzere ona hem ailesini, hem de onlarla beraber daha bir mislini bağışladık."

Yani Hazret-i Eyyûb, o su ile yıkanıp ondan içtikten sonra hastalığından kurtuldu ve Biz, ailesini kendisine bağışladık.

Hazret-i Eyyûb'un ailesinin kendisine bağışlanması, ya onların helakinden sonra diriltilmeleri yoluyla olmuştur. Nitekim Hasen-ı Basrî'den rivâyet edilen de budur. Yahut ailesinin dağılmasından sonra tekrar bir araya gelmeleridir.

Hazret-i Eyyûb'un bundan sonra eski çocukları kadar da yeni çocukları oldu.

Hazret-i Eyyûb'un bu hali, akl-ı selîm sahipleri için bir öğüttür; onların onun sabrettiği gibi musibetlere sabretmeleri ve onun Allah'a sığındığı gibi sıkıntılar karşısında Allah'a sığınmaları ve onun gibi güzel akıbetlere erişmeleri için Hazret-i Eyyûb pek güzel bir örnektir.

44

"Ve ey Eyyûb! Eline bir demet dığs (sap) al da, onunla vur; yeminini böyle yerine getir. Gerçekten Biz, Eyyûb'u sabırlı bir kul bulmuşuzdur. Ne güzel kuldur o! Çünkü o, Bize çok yöneliyordu."

A- "Ve ey Eyyûb! Eline bir demet dığs (sap) al da, onunla vur; yeminini böyle yerine getir."

Hazret-i Eyyûb'un karısı, Rahme Bint Efrayem b. Yûsuf,

Diğer bir görüşe göre ise, Leyâ Bint Yâkûb,

bir diğer görüşe göre ise, Masur bint Mişâ b. Yûsuf, bir iş için bir yere gitmişti ve geç kaldı. İşte o zaman Hazret-i Eyyûb, iyileştiği takdirde bu karısına yüz darbe vuracağına yemin etti. İşte bundan dolayı Allah, ona, eline bir demet sap alıp onunla vurmasını emir buyurmuştur.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, dığs, ağaçtan bir tutamdır.

İşte Allah, bununla vurmasını emir buyurdu, çünkü bununla da yemin yerine getirilmiş olur. Allah, Hazret-i Eyyûb'un karısının, kendisine güzel hizmetinden ve onun da, karısından razı olmasından dolayı her ikisine rahmet olarak bu ruhsatı meşru kılmıştır. Bu ruhsat hâlâ bakidir. Ancak bu yüz sapın her biri, ya baş tarafıyla, yahut gövdesiyle vurma şeklinde vurulana isabet etmesi lazımdır.

B- "Gerçekten Biz, Eyyûb'u sabırlı bir kul bulmuşuzdur. Ne güzel kuldur o! Çünkü o, Bize çok yöneliyordu."

Yani gerçekten Biz, Hazret-i Eyyûb'un nefsine, ailesine ve malına isabet eden belaya karşı sabırlı bir kul bulmuşuzdur. Onun Allah'a olan şikâyeti ise, sabrına halel getirmez. Çünkü bu da, afiyet ve şifa temenni etmesi gibi sabırsızlık sayılmaz. Kaldı ki, bunları söylemesi de, dininde fitne olması korkusundandı. Zîrâ şeytan, onun kavmine: "Eğer peygamber olsaydı, bu belâ başına gelmezdi" diye vesvese veriyordu. Bir de, onun şifa istemesi, ibâdedere kuvvet bulması içindi. Çünkü sonunda öyle bir hale gelmişti ki, yalnız kalbi ve dili sağlam kalmıştı.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Eyyûb, münacâtında şöyle demişti: "İlâhî! Biliyorsun ki, benim dilim, kalbime muhalefet etmedi ve gözlerime uymadı; sahip olduğum büyük imkânlar, bana azamet vermedi; ben her defasında yemek yerken mutlaka yanımda yetim bulundu ve yanımda aç varken ben tok olmadım ve çıplak varken ben güzel elbiseler giymedim!" İşte bu münricatından sonra Allah, hastalığını kaldırdı.

45

"Ey Resûlüm Muhammed! Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrâhîm, İshâk ve Yâkûb'u da an!"

Yani ey Muhammed! Din işlerinde, ibâdetlerinde kuvvetli ve basiretli olan, yahut üstün amellere ve ilimlere sahip olan kullarımız İbrâhîm, İshâk ve Yâkûb'u (aleyhisselâm) da an!

Bu ilâhî kelâm, boş duran cahillere tariz olup onların kötürüm ve âmâlar gibi olduklarına işaret etmekte ve imkânları olduğu halde cihad ve tefekkürü terk ettiklerinden ötürü onlari kınamaktadır.

46

"Çünkü Biz, gerçekten onları özellikle âhiret yurdunu düşünen halis kullar kıldık."

Yani onlar dâima âhiret yurdunu düşünmektedirler. Zîrâ onların İtaatte halis kullar olmaları, âhiret yurdunu hep düşündükleri içindir. Çünkü onların, bütün hal ve hareketlerinde gözleri ve fikirleri, Allah'a yakın olmak ve O'nun cemâliyle müşerref olmak noktasına dönüktür. Bunlar ise, ancak ahirette hâsıl olmaktadır.

Diğer bir görüşe göre ise, yani Biz, onları ebedî saadete muvaffak kılmak ve onu tercih etmeyi kendilerine lütfetmekle onları halis kullar kıldık.

Yahut Biz, onların âhiret yurdunu düşünmelerini hâlis kıldık; onlar, bu düşünceye hiçbir dert katmamaktadırlar.

Yahut Biz, onlara hep âhireti düşündürmekteyiz; ona rağbet ettirmekteyiz ve onlara, dünyaya itibar ettirmemekteyiz. Nitekim peygamberlerin şânı böyledir.

Diğer bir görüşe göre ise, (âhiret yurdunu düşünen, diye tercüme edilen ifâde) dünyada, başkasında bulunmayan güzel övgü ve doğru Usandır.

47

"Ve hiç şüphe yok ki, onlar katımızda seçkin iyilerdendir."

Yani onlar kendi emsali içinden seçilmiş ve onlara da üstün kılınmış kimselerdir.

48

"İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an! Zaten hepsi de iyilerdendir."

Hazret-i İsmail'in, babasından ve kardeşinden ayrı olarak zikredilmesi, burada anlatılan sabır noktasında ileri olmasından dolayıdır.

Elyesa, Ahtûb'un oğludur; o da el Acûziın oğludur. Hazret-i İlyas, onu kendisinden sonra İsrâiloğullarina halife bırakmıştı. Sonra kendisine peygamberlik verildi.

Diğer bir görüşe göre ise, Elyesa, Yûşa peygamberdir.

Zülkifl, Elyesa'nın amcasının oğludur. Yahut Bişr b. Eyyûb'tur. Zülkıfl'in peygamberliğinde ve lakabında ihtilaf edilmiştir.

Bir görüşe göre, îsrâiloğullarından yüz peygamber, öldürülmekten kaçıp kendisine sığındılar ve o da, onları barındırıp kefaletine aldı.

Diğer bir görüşe göre ise, günde yüz namaz kılan sâlih bir adamın amelinin sevabının kefaleti kendisine verildiği için ona Zülkifl denilmiştir.

49

"İşte bu, bir zikirdir (anıştır). Şüphe yok ki, takva sahiplerine (Allah'a isyan etmekten sakınanlara) güzel bir gelecek vardır."

A- "İşte bu, bir zikirdir (anıştır)."

Yani o peygamberlerin güzelliklerini anlatan mezkûr âyetlerle, onlar bir şeref ve güzel bir hatıra olup ebediyen bununla anılacaklar.

Yahut bu âyetler, öğütten ibaret olan Kur’ân'ın bir parçası olup peygamberlerin tarihlerini anlatmaktadır.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "bu âyetler, geçmiş peygamberlerin anırışlarıdır."

B- "Şüphe yok ki, takva sahiplerine (Allah'a isyan etmekten sakınanlara) güzel bir gelecek vardır."

O peygamberlerin, dünyadaki güzelce anılmaları beyân edildikten sonra burada da onların âhiretteki büyük mükâfatları beyân edilmeye başlanmaktadır. Bu da, Kur’ân'ın diğer bir bölümüdür.

Burada takva sahiplerinden murat, ya bütün takva sahipleridir ve peygamberler de öncelikle buna dâhildir, yahut yalnız zikredilen peygamberlerdir. Buna göre, onların takva sahipleri olarak vasiflandırılmaları, kemâlin son mertebesi olan takva ile övülmeleridir.

50

"Kapıları kendileri için açtırılmış Adn Cennetleri vardır."

51

"Orada tahtlara kurulmuş oldukları halde oradaki birçok meyve ve içecekten isteyecekler."

Âyette yiyeceklerden yalnız meyvelerin zikredilmesi, Cennet ehlinin yemelerinin sadece keyif ve lezzet için olduğunu, gıda almak için olmadığını zımnen bildirmek içindir. Çünkü gıda almak, bedenden çözülenin yerim doldurmak içindir. Cennet hayatında ise bedende çözülme yoktur.

52

"Yanlarında da, eşlerinden başkasına bakmayan yaşıt güzeller vardır."

Yani Cennetteki eşleri de kendileriyle yaşıt olacaklardır. Çünkü akranlar arasındaki, sevişme daha fazla olur. Yahut o Cennet kadınları birbirlerine yaşıttır; aralarında yaşlı kadınlar ve yaşı küçük kızlar yoktur.

53

"İşte o hesap günü için size vaat olunan şeyler bunlardır."

54

"Hiç şüphesiz bu, bitmek ve tükenmek bilmeyen rızkımızdır."

Yani zikredilen çeşitli nimetler ve ikramlar, size verdiğimiz rızıktır, onlar bitmek ve tükenmek bilmez.

55

"İşte onların hali böyle; azgınlar için ise, hiç şüphesiz kötü bir gelecek vardır."

56

"Onların girecekleri Cehennemdir. Orası ne kötü bir yataktır!"

57

"İşte bu hamimi (kaynar suyu) ve ğassâkı (irini) tatsınlar!"

Diğer bir görüşe göre ise, hamım, sıcağıyla yakandır; ğassâk da, soğuğuyla yakandır.

Deniliyor ki, bu irinden bir damla dünyanın doğu ucuna düşse, dünyanın batı ucundakileri kokuşturur. Ve yine dünvanm batı ucuna bir damlası düşse, dünyanın doğu ucundakileri kokuşturur.

Bir görüşe göre de, ğassâk, öyle bir azaptır ki, onu ancak Allah bilir.

58

"Buna benzer daha başka cinsleri de vardır."

Yani bu berbat içeceklere benzer, yahut bu şiddetli ve fecî azaba benzer daha başka cinsleri de vardır.

59

"Cehennem yaranlarının ileri gelenlerine: "İşte sizinle beraber Cehenneme sürüklenecek bir güruh! Onlar rahat yüzü görmesinler! Çünkü şüphesiz onlar ateşe gireceklerdir" denecek."

Bu sözler, azgınların reisleri Cehenneme girdiklerinde ve dünyada küfür ve dalâlette onların peşinden giden bir güruh da, onlarla beraber Cehenneme sürüklendiklerinde, Cehennem muhafızları tarafından söylenecektir.

"Çünkü şüphesiz..." cümlesi de, Cehennem muhafızlarının sözlerinden olup onların bu bedduayı niçin hak ettiklerini belirtmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, "Onlar rahat yüzü görmesin!" cümlesinden itibaren azgın reislerinin, tabileri hakkında söyledikleri olup Cehennem muhafızları onlara hitaben, kendileriyle beraber anılan güruhun da Cehenneme sürükleneceklerini söylediklerinde, onlarla beraber olmaktan rahatsızlıklarını ve onlara arkadaş olmaktan nefretlerini bildirmek üzere bunu söyleyeceklerdir.

Bir diğer görüşe göre ise, bu sözlerin tamamı, azgınların, tabileri hakkında birbirlerine söyleyecekleridir.

60

"İleri gelenlere uyanlar onlara: "Hayır! Asıl siz rahat yüzü görmeyin! Onu bize siz sundunuz. Ne de kötü bir yerdir!" diyecekler."

Yani ileri gelen azgınların peşinden gitmiş olanlar, kendileri hakkında bu söylenenleri duyunca, böyle diyecekler. Onların, kendi reislerine: "Asıl siz rahat yüzü görmeyin..." bedduâsiyla hitap etmelerinin izahı, son iki tefsire göre. (bir önceki, âyette geçen "rahat yüzü görmeyin!" bedduasının onlar tarafından kendilerine söylenmiş olması tefsirine göre) açıktır. Birinci tefsire göre (anılan beddua cümlesinin, Cehennem muhafızları tarafından söylenmiş olması tefsirine göre) ise, zahire göre bunu, özür olarak Cehennem muhafızlarına arz etmeleri gerekirken, reislerine söylemeleri, herhalde, reislerine hitap ederek ve Cehennem muhafızlarının da hakemliğine baş vurarak, doğru olduklarını gösterip kendi azaplarının hafifletilmesini veya hasımlarının azaplarının arttırılmasını temin etmeyi umdukları içindir.

"Onu bize siz sundunuz" cümlesi, niçin asıl onların reislerinin buna müstahak olduklarını beyân etmektedir. Yani çünkü siz azabı, yahut Cehenneme girmeyi bize sundunuz ve bizi içine düşürdünüz; bunun sebebi, olan bâtıl inançları ve kötü amelleri siz bize takdim ettiniz; onları gözümüzde cazip gösterdiniz ve bizi onlar hakkında yanılttınız; yoksa biz kendiliğimizden bunları yapmadık.

61

"Yine onlar: "Ey Rabbimiz! Bunu bize kim sunduysa, onun ateşteki azabını iki kat artır!" diyecekler."

Nitekim diğer bir âyette, de şöyle denilmektedir: "Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onun için onlara ateşten iki kat azap ver!" (A'râf: 38)

Azâbın iki kat olması, ona aynı azaptan bir mislinin ilâve edilmesiyle iki katma çıkarılması suretiyle gerçekleşmektedir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Rabbimiz! Onlara o azâbın iki katım ver!" (Ahzâb: 68)

Diğer bir görüşe göre ise, (âyetin metnindeki) Dı'f kelimesinden murat, kobra, engerek yılanlarıdır.

62

"O kâfirler diyecekler ki: "Ne oluyor bize ki, dünyada kendilerini hayırsızlardan saydığımız kimseleri burada göremiyoruz?"

63

"Biz onları maskaraya alırdık. Yoksa, onları gözden mi kaçırdık?"

Onların bu hayırsız kimselerden muradı, dünyada hor görüp maskaraya aldıkları fakır müslümanlardır.

64

"Hiç şüphesiz Cehennem ehlinin bu tartışması bir gerçektir."

Yani Cehennem ehlinin buraya kadar hikâye edilen tartışması bir gerçek-tir; mudaka vuku bulacaktır.

65

"Ey Peygamberim! De ki: Ben sadece bir uyarıcıyım. Ve O bir tek ve Kahhâr olan Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur."

Yani ey Peygamberim! Müşriklere de ki: Ben Allah tarafından gönderilmiş bir uyarıcıyım; O'nun azâbiyla sizi uyarıyorum. Ve ortaklık ve çokluk asla kabul etmeyen ve her şeye kahhar olan Allah'tan başka hiçbir ilah mevcut değildir.

66

"O bütün göklerin, yerin ve ikisi arasinada bulunanların Rabbidir. O, azîz'dir, gaffardır."

Allah (celle celâlühü), bütün göklerin ve yerin ve ikisi arasında bulunan bütün yaratılmışların Rabbidir. O halde O'nun bir ortağı olması nasıl tasavvur olunabilir! O azizdir; hiçbir işte mağlup olmaz. Ve o gaffardır; mağfireti boldur; dilediğine dilediği şeyi bağışlar.

Bu sıfatlar, tevhîd ehli için tevhidi ve mükâfat vaadini, müşrikler için ise ceza vaadini açıkça kuvvetlendirmektedir. Ceza vaadini bildiren kahır ve izzet vasıflarının her ikisinin de zikredilmesi ve mağfiret vasfına takdim edilmeleri, uyarma makamının hakkını vermek içindir.

67

Bak. Âyet 68.

68

"De ki: O verdiğim haber, pek büyük bir haberdir. Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz."

Ey Resûlüm! De ki: benim Allah tarafından gönderilmiş bir uyarıcı olduğuma dâir, Allah'ın, ortağı bulunmayan bir tek İlah olduğuna ve anılan yüce sıfatlara sahip olduğuna dâir verdiğim haber, Allah tarafından bildirilen pek büyük bir haberdir.

En zahir olan görüşe göre, "O verdiğim haber", Kur’ân'dır ve zikredilen hususlar da, öncelikle buna dâhildir. Nitekim bu sûrenin son kısmı da, bunun kanıtıdır. İbn-i Abbâs Mücâhid ve Katâde'nin görüşü de bu yöndedir.

"Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz" cümlesi, onların kötü işlerini teşhir konusunda, o pek büyük haberin yüce kadrini takdir etmediklerini, nitekim o haber muazzam bir haber olduğu halde ve onların külli yönelişini ve hüsnü kabul ile karşılamalarını gerektirdiği halde ondan yüz çevirdiklerini beyân etmektedir.

69

"Onlar orada, tartışırken benim Mele-i a'lâ hakkında hiçbir bilgim yoktu."

Bu kelâm, onun pek büyük bir haber olduğunu tahkik etmekte, önceden kendisinin (peygamberin) o konuda bir bilgisi olmadığım ve bilginin mutat sebeplerine de hiç baş vurmadığım zikretmektedir. Zîrâ bu da, Kur’ân'ın, vahiy yoluyla Allah katından indiğine ve diğer peygamberlerin verdikleri haberlerin de böyle olduğuna dâir apaçık bir hüccettir.

Mele-i a'iâ, melekler, Hazret-i Âdem ve lânetli iblistir. Yani bu yüce topluluk arasında tartışma olurken, daha önce benim onlar hakkında hiçbir bilgim yoktu.

Evet, Peygamberimizin, daha önce, anılan topluluk arasında cereyan eden sözler hakkında hiçbir bilgisi olmadığı gibi, Kur’ân'da bildirildiği veçhile, meleklerin secde etmeleri ve iblisin kibir gösterip küfre gitmesi gibi fiilleri hakkında da hiçbir bilgisi yoktu.

70

"Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahiy olunuyor."

Yani ben, Allah tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcı olduğum için gaip işler ve ezcümle onların halleri bana vahiy olunuyor. Zîrâ Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu bilgilerle mücehhez bulunması, ona vahiy gelmiş olmasını kesin olarak gerektirmektedir.

71

"Hani Rabbin, meleklere: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım" demişti."

Burada da, anılan yüce topluluk arasında cereyan eden tartışmanın mücmel beyânından sonra tafsili beyânına geçilmektedir.

72

"Artık onu tamamlayıp da ruhumdan da ona üfürdüğüm zaman, "ona hemen secdeye kapanın!" demiştik."

Yani âdem'i insan suretinde ve beşerî hilkatte şekillendirdiğim ve ona ruhumdan üfürdüğüm zaman, "selâm ve saygı olarak ona hemen secdeye kapanın!" demiştik.

Aslında orada ne üfüren var, ne de üfürülen var. Bu, ancak hayata kabil olan maddeye bilfiil hayat unsurunu vermenin temsilî ifadesidir. Yani onun hayat istidadını tamamlayıp ona hayat kazandıran ruhu, yani emrimi verdiğim zaman, "ona hemen secdeye kapanın!" demiştik.

73

Bak. Âyet 74.

74

"Bunun üzerine bütün melekler, hep birden secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi; o, büyüklük tasladı da, kâfirlerden oldu."

Yani Allah, Hazret-i Âdem'i yarattı; sonra onun seklini, insanî hilkatini tamamladı da, ruhu ona üfürdü; sonra hiçbir ferdi müstesna olmamak kaydıyla bütün melekler, hep birden ona secde ettiler; yalnız İblis secde etmedi. Onun secde etmeyişi, tefekkür etmek için olmayıp tekebbüründen dolayı idi. Ve ilâhî emre muhalefetinden ve itaatten tekebbür göstermesinden dolayı kâfirlerden oldu. Yahut Allah'ın ezelî ilminde, o kâfirlerden oldu.

İblisin, meleklerdenmiş gibi onlardan istisna edilmesiyle ilgili açıklamalar, Bakara sûresinde geçti.

75

"Allah buyurdu ki: Ey İblis! İki elimle yarattığım bir şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa o yücelerden mi oldun?"

Yani ana-baba vasıta olmaksızın, Bizzat yarattığım bir şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? Senin hakkın olmadığı halde büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlük hakkı olanlardan mı oldun?

Yahut da şimdi mi büyüklük tasladın, yoksa olduğundan beri mı tıslayanlardansın?

"İki elimle" denilmesi, Allah'ın, Hazret-i Âdem'i yaratmaya son derece itina gösterdiğini bekitmek içindir ki, bu, onun yüceltilmesini ve tazim edilmesini gerektirmektedir. Bundan maksat, İblisin şiddetle kınanmasıdır.

76

"İblis: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın; onu ise bir çamurdan yarattın" dedi."

İblisin bu sözleri, kendince kendisini secdeden engelleyen bir şeyin var olmasının iddiasıdır ve üstün olanın, üstün olmayana secde etmesinin uygun olmadığını bildirmektedir. Nitekim şu sözleri de bunu bildirmektedir: "İblis: "Ben kuru bir çamurdan, şekil verilmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim!" dedi." (Hicr: 33)

İblis'in: "Beni ateşten yarattın..." sözleri, iddia ettiği üstünlüğün illetini beyân etmektedir. Ancak lânetli İblis, yanılmıştır; zîrâ üstünlüğü madde ve unsura tahsis etmiş ve fail (yaradan) cihetinden gafil kalmıştır. Nitekim: "iki elimle yarattığım" ifâdesi ile "ve ona ruhumdan üfürdüğüm" ifâdesi bu ilâhî ciheti haber vermektedir. Bir de İblis, işin özü olan gayeden de gafil kalmıştır. İşte bundan dolayıdır ki, yeryüzündeki hilafetin çarkı sayılan ilimde Hazret-i Âdemin meleklerden üstün olduğu ve diğerlerinde bulunmayan birtakım özelliklere sahip olduğu anlaşılınca, meleklere, ona secde etmelerini emir buyurdu.

77

Bak. Âyet 78.

78

"Allah buyurdu ki: "Öyle ise hemen çık oradan; çünkü sen artik kovulmuş birisin! Muhakkak ki, benim lanetim, o hesap gününe değin senin üzerindedir."

Bu ilâhî emir, o lânetli İblisten zahir olan ilâhî emre muhalefet etmesine ve ona bâtıl gerekçeler ileri sürmesine, terettüp etmektedir. Yani Cennetten, yahut melekler zümresi arasından çık.

İnme emrinden (Bakara: 36) murat olan da budur; yoksa kimilerinin dediği gibi, gökten inmek değildir. Çünkü İblis'in, Hazret-i Âdem'e vesvesesi, bu kovulmadan sonra olmuştur. Onun vesvesesinin nasıl olduğu, Bakara sûresinde beyân edilmişti.

Diğer bir görüşe göre ise, yani olduğun hilkatten çık ve ondan ayrıl, demektir. Zîrâ Hazret-i Âdem, kendi hilkatiyle iftihar ediyordu. İşte önceleri beyaz iken bu ilâhî emirle karardı; yakışıklı iken çirkinleşti ve nûranî iken nursuz oldu.

"Şüphesiz lanet, senin üzerindedir." (Hicr:35) âyetinde lanet kelimesi, Allah'a izafe edilmeden mutlak olarak zikredildiği halde burada Allah'a izafe edilmiş, çünkü meleklerden ve insanlar ile cinlerden lanet edenlerin laneti de, Allah tarafındandır; onlar da İblis’e, Allah'ın laneti ile rahmetten uzaklaştırmasiyia beddua etmektedirler.

"Hesap gününe değin "ifâdesi, bize bildiriyor ki, lanet, çok feci bir şey olduğu halde İblisin cinÂyetinin cezası değil, fakat onun göreceği cezanın bir örneği olup ceza ve hesap gününe kadar devam eder. Ancak bu zamanlamanın zahirinin vehmettirdiği gibi, ceza günü bu lanetin kesileceği anlamında değil, fakat şu anlamdadır: o gün o kadar ağır ceza ve azap çeşitleriyle karşılaşacak ki, bunlar, laneti unutturacak ve onların yanında lanet, kalkmış gibi olacak. Nitekim diğer bazı âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Bir münadi, aralarında, Allah'ın laneti zâlimler üzerine olsun! diye seslenecektir." (A'râf: 44), "Onlar birbirlerine, lanet okuyacaklardır." (Ankebût: 25)

79

"İblis: "Ey Rabbim! O halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!" dedi."

İblis dedi ki: Rabbim! Âdem ve zürriyctinin, ölümlerinden sonra tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!

İblisin, bundan muradı, onları azdırmak için imkân bulması, onlardan intikam alması ve tamamen ölümden kurtulması idi. Zîrâ tekrar dirilme gününden sonra artık ölüm yoktur.

80

Bak. Âyet 81.

81

Allah buyurdu ki: "İşte o belli vaktin gününe değin sen gerçekten mühlet verilmişlerdensin!"

Yani mahlûkların yok olması için Allah'ın takdir ve tayin buyurduğu vakte değin sen gerçekten mühlet verilmişlerdensin!

Bu vakit, birinci nefha (İsrafil'in sûra üfürmesi) zamanıdır; yoksa İblisin dilediği tekrar dirilme zamanı değildir.

82

Bak. Âyet 83.

83

"İblis dedi ki: "Senin izzetin hakkı için, onlardan muhlis kılınmış kulların hariç, hepsini hiç şüphesiz azdırıp yoldan çikaracağını!"

Yani İblis dedi ki: Ey Rabbim! Senin izzetine yemin ederim ki, insanlardan, Allah'ın, ibâdeti ve itaati için halis kıldığı ve azmaktan koruduğu kulları hariç, yahut kalplerini ve amellerini Allah için halis kılan kulların hariç, günahları onlara cazip göstermek suretiyle Âdem'in bütün zürriyetini azdırıp yoldan çıkaracağım.

84

Bak. Âyet 85.

85

"Allah buyurdu ki: "Kadar -zaten ben hep doğruyu söylerim- hiç şüphe yok ki, Cehennemi senden ve onlardan sana uyanların hepsinden dolduracağım!"

Yani hiç şüphe yok ki, Cehennemi senin cinsinden olan şeytanlardan ve azmak ile dalâlette sana uyan âdemin zürriyetinin hepsinden dolduracağım. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yemin olsun ki, insanlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi Cehenneme dolduracağım." (A'râf: 18). işte "Ancak Benden söz sabit olmuştur ki, o insanları ve cinleri mutlak ve muhakkak Cehenneme dolduracağım." (Secde: 13) âyetindeki sözden murat, bu sözdür.

Burada hükmün sebebi, şeytana uymak olduğuna göre, gayet açık olarak anlaşılıyor ki, "Eğer Biz dileseydik, her nefse hidâyetini verirdik." (Secde: 89) âyetinde belirtilen ilâhî iradenin olmamasının sebebi, kâfirlerin, kendi kötü tercihleriyle şeytana uymalarıdır; yoksa onlar hakkında anılan ilâhî sözün gerçekleşmiş olması değildir. Bu itibarla hidâyet bulmamaları konusunda cebir kokusu yoktur.

86

"Ey Peygamberim! De ki: ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum ve ben olduğumdan başka türlü görünenlerden de değilim."

Yani bu Kur’ân'a karşılık, yahut bana vahiy olunanın tebliğine karşılık sizden dünyevî bir ücret: istemiyorum ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim ki, peygamberliği intihal edeyim ve Kur’ân'ı uydurayım.

87

"Bu Kur’ân, âlemler için bir öğüttür."

Yani bu Kur’ân, Allah tarafından bütün insanlar ve cinler için bir öğüttür.

88

"Siz onun haberini bir zaman sonra hiç şüphesiz anlayacaksınız."

Yani Kur’ânin haber verdiği mükâfatlar ile cezaları ve diğer hususları, yahut verdiği haberin doğru ve yegâne gerçek olduğunu ölümden sonra, yahut kıyamet günü, yahut da İslam her tarafta zuhur edip yayıldığında hiç şüphesiz anlayacaksınız.

Diğer bir görüşe göre ise, hayatta kalanlar, İslam her tarafta zuhur ettiği zaman, ölenler de ölümden sonra anlayacaklardır.

Bu kelâm, açıkça büyük bir tehdit mânâsını ifâde etmektedir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir:

"Bir kimse, Sâd sûresini okursa, Allah'ın, Hazret-i Davud'un emrine verdiği her dağın ağırlığının on katı kadar sevap verir ve büyük, küçük her günahta ısrar etmekten korunmuş olur."

Ebû Umame diyor ki: "Allah, onu büyük, küçük her günahtan korur."

Allah, en iyisini bilir.

0 ﴿