ZÜMER SÛRESİBu sûre, Mekke'de nazil olmuştur; 75, yahut 72 âyettir. Yalnız 53-55. âyetleri Medine'de nazil olmuştur. 1"Bu kitap, azîz ve hakim olan Allah katından indirilmiştir." Bu âyette izzet ve hikmet vasıflarının zikredilmesi, her iki vasfın da, Kur’ân'da zuhur ettiğini bildirmek içindir. Zîrâ Kur’ânin hükümleri, emirleri ve yasakları, hiçbir engel ve mazeret ileri sürülmeksizin, uygulanmakdır. Ve Kur’ân'ın içerdiği her şey, yüksek hikmetler üzerine binâ edilmiştir. 2"Ey Resûlüm! Şüphe yok ki, Biz, bu Kitabı sana ancak hak olarak indirmişizdir. O halde sen de dini Allah'a has kılarak ibadet et." A- "Ey Resûlüm! Şüphe yok ki, Biz, bu Kitabı sana ancak hak olarak indirmişizdir." Bundan önce Kur’ân'ın yüce şânı ve onun Allah katından indirilmiş olduğu beyân edildikten sonra burada da, Kur’ânin indirildiği Peygamberimizin şânı ve onun zorunlu vazifesi beyân edilmeye başlanmaktadır. Bu kitaptan murat Kur’ân'dır. Birinci âyetteki kitap'tan da Kur’ân murat olduğuna göre ona raci olacak zamir kullanılmayıp bu kelimenin tekrar edilmesi, Kur’âni tazim ve onun şânına ziyadesiyle itina içindir. B- "O halde sen de dini Allah'a has kılarak ibadet et." Yani ey Peygamberim! Kur’âni sana hak olarak indirmişiz; o halde sana indirilen Kur’ân'da beyân edildiği veçhile, sen de, şirk ve riya şaibelerinden uzak olarak dini Allah'a has kılarak O'na ibâdet et. 3"Haberiniz olsun ki, o hâlis din, yalnız Allah'ındır. O'ndan başka bir takım veliler (dostlar) edinenler, biz onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz derler. Şüphe yok ki, Allah, onların ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah, tam bir yalancı, tam bir kâfir olan kimseyi hidâyete erdirmez." A- "Haberiniz olsun ki, o hâlis din, yalnız Allah'ındır." Bu cümle, bundan önce zikredilen dini has kılmanın ve zorunlu olarak bu emre uymanın bir nevi izahıdır. Yani haberiniz olsun ki, kendisine ibâdetin has kılınması zorunlu olan, yegâne varlık Allah'tır. Çünkü ilâhlık sıfatları ve ezcümle bütün sırları, gizlileri sadece Allah bilmektedir. B- "O'ndan başka bir takım veliler (dostlar) edinenler, "Biz onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." derler" Bu kelâm, zikredilen dini has kılmak, yani tevhîd gerçeğinin tahkikidir. Zîrâ burada İhlasın terki demek olan şirkin bâtıl olduğu beyân edilmektedir. Âyetteki velilerden murat, (tapmak babında) melekler, Hazret-i İsa ve putlardır. "Biz onlara, bizi sadece..." cümlesi, onların nasıl ortak koştuklarını ve dinlerini has kılmadıklarını beyân etmektedir. Yani ibâdetlerini Allah'a has kılmayıp başkalarına ibâdet şaibesini buna karıştırıp "Biz hiçbir şey için değil, sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz" derler. C- "Şüphe yok ki, Allah, onların ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir." Yani Allah, onlarla onların hasımları olan din muhlisleri arasında, tevhîd ve şirk gibi ayrılığa düştükleri ve her fırkanın kendi inancının doğru olduğunu iddia ettiği hususlarda hükmünü verecektir. Allah'ın hükmünü vermesi, tevhîd ehlini Cennete ve şirk ehlini de Cehenneme atmasıdır. D- "Allah, tam bir yalancı, tam bir kâfir olan kimseyi hidâyete erdirmez." Yani Allah, yalana ve küfre tamamen batmış olan kimseyi, her kötülükten kurtuluş ve her matluba erme yolu bulmaya muvaffak etmez. Zîrâ bu ıkı haslet, basireti tamamen yok eder ve hidâyete erme kabiliyetini kaldırır. Çünkü dalâlet eğitimi ve azgınlıktan kaynaklanan bu iki haslet, insanın aslî fıtratını değiştirmektedir. 4"Allah (farz-ı muhal) bir oğul edinmek isteseydi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O, bundan münezzehtir. O, Bir Tek ve Kahhâr olan Allah'tır." A- "Allah (farz-ı muhal) bir oğul edinmek isteseydi, elbette yarattiklarından dilediğini seçerdi." Bu kelâm, hakin tahkik etmek ve - hâşâ- meleklerin Allah'ın kızları oldukları ve Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu inancını iptal etmek konusunda Allah hakkında mutlak olarak çocuk edinmenin imkânsız olduğunu beyân etmektedir. Böylece melekler ve Hazret-i İsâ ile ilgili olarak söylenenler de, öncelikle buna dâhil olmaktadır. Yani Allah, bir oğul edinmek isteseydi, elbette yarattıkları cinsinden dilediğini çocuk edinirdi. Çünkü Allah'tan başka her varlık, O'nun tarafından yaratılmıştır. Zîrâ varlığı zorunlu olanın birden fazla olması imkânsızdır ve Allah'tan başka her şey zorunlu olarak O'na istinâd etmektedir. Ve açık bir gerçektir' ki, çocuk edinmek, edinen ile edinilen arasında benzerdik olması esasına bağlıdır. Ve yaratılmış olan bir şey, Yaradanına benzemez ki, O'nun çocuk edinmesi mümkün olabilsin. İşte bundan dolayı bizim çocuk edinmek olarak farz ettiğimiz hâdise, çocuk edinmek değil, fakat Allah'ın bir kulu (peygamber olarak) seçmesidir. Yani Allah, bîr oğul edinmek isteseydi, çocuk edinmekle ilgisi olmayan bir şey yapardı ki, o da, dilediği kulunu (peygamber olarak) seçmesidir. Hulâsa, eğer Allah bir oğul edinmek isteseydi, bu, mümkün ve olacak bir iş olmazdı. Fakat bu imkânsızlık, ilâhî irâdenin tahakkukuna bağlı değil, irâde olmaması halinde haydi haydi imkânsız olmak anlamındadır. Bu, "Allah'tan korkmasa da Allah'a isyan etmez "kabilinden-dır. B- "O, bundan münezzehtir." Bu kelâm, Allah hakkında çocuk edinmenin imkânsız olduğu gerçeğini izah ve tekid edip Allah'ın bizzat ve kendine özgü bir tenezzüh ile bundan münezzeh olduğunu beyân edişini göstermektedir. C- "O, Bir Tek ve Kahhâr olan Allah'tır." Bundan önce Allah'ın, zâtı itibarıyla bundan münezzeh olduğu beyân edildikten sonra burada da, sıfatları itibarıyla münezzeh olduğu beyân edilmektedir. Zîrâ ülûhiyyet (ilâhlık) sıfatı, bütün kemâl sifadarını içermekte ve noksanlık eserlerini reddetmektedir. Yine ülûhiyyet sıfatı, zâti vahdeti (birliği) ifâde etmektedir bu da, Allah ile başkası arasında mutlak olarak benzerlik ve ortaklığın imkânsız olduğunu ifâde etmektedir. İşte bütün bunlar, Allah'ın, onların söylediklerinden münezzeh olduğuna kesin olarak hükmetmektedir. Keza kahhar sıfatı da öyledir. Çünkü çocuk edinmek, başkasının hükümranlığı altında bulunup yok olmaya maruz kimsenin şânı olup yok olması halinde çocuğunun kendi yerine geçmesi için çocuk edinmektedir. Şu halde yok olması imkânsız olan ve bütün kâinatın yegâne Kahhârı olan Allah hakkında, yerine geçmesi için fâni varlıklardan çocuk edinmesi nasıl tasavvur olunabilir! 5"Allah, bütün gökleri ve yeri hak olmak üzere yaratmıştır. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi de, ayı da buyruğuna almıştır. Her biri belli bir vakte kadar akıp gitmektedir. Haberiniz olsun ki, Allah, yegâne azîz ve gaffardır." A- "Allah, bütün gökleri ve yeri hak olmak üzere yaratmıştır. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor; gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi de, ayı da buyruğuna almıştır. Her biri belli bir vakte kadar akıp gitmektedir." Burada, zikredilen yüce sıfatların yegâne Allah'a mahsus olduğuna delâlet eden O'nun bazı fiilleri açıklanmaktadır. Yani Allah'ın bütün gökleri, yeri ve aralarında bulunan varlıkları yaratması hak ve doğru olup sayısız hikmetleri ve maslahatları içermektedir. "Geceyi gündüzün üzerine örtüyor..." cümlesi de, göklerin ve yerin yaratılmasının beyânından sonra Allah'ın, onlarda nasıl tasarruf ettiğini beyân etmektedir. Zîrâ dünyada gece ve gündüzün meydana gelmesi, göklerin (güneşin) hareketine bağlıdır. Güneşin ve ayın, belli bir vakte kadar akıp gitmelerinin izahı, daha önce defalarca geçti. B-" Haberiniz olsun ki, Allah, yegâne azîz ve gaffardır. " Yani Allah, her şeye ve ezcümle âsileri cezalandırmaya yegâne Galib ve Kadirdir. Ve O'nun mağfireti sonsuzdur. İşte bundan dolayıdır ki, cezaları acilen vermez ve bu hârika kâinattaki rahmetinin eserlerini hemen kaldırmaz. 6"Allah, sizi bir tek kişiden (âdem'den) yaratmıştır. Sonra ondan da eşini yaratmıştır. Ve sizin için hayvanlardan sekiz çift indirmiştir (meydana getirmiştir). Sizi analarınızın karınlarında üç karanlıkta çeşidi safhalardan geçirerek yaratmaktadır. İşte sizin Rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık ancak O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde’O'na kulluk etmekten nasıl döndürülüyorsunuz?" A- "Allah, sizi bir tek kişiden (âdem'den) yaratmıştır. Sonra ondan da eşini yaratmıştır." Bu âyette de, zikredilen yüce sıfatların Allah'a mahsus olduklarına delâlet eden Allah'ın diğer bazı fiilleri beyân edilmektedir. Bu âyetin önceki âyete atıf olarak zikredilmemiş olması, bunun, anılan hususlara delâletinin müstakil olduğunu zımnen bildirmek içindir. Bir de, süflî (aşağı) âlem ile ilgili olduğu için. Burada başta insanın yaratılmasının zikredilmesi, anılan hususa delâleti daha kuvvetli olduğu içindir. Zîrâ insanın yaratılmasında acayip kudret eserleri ve hikmet sırları vardır. Bir de, insanın bu marifeti asıldır. Zîrâ insan, kendi halini daha iyi anlamaktadır. Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah, Hazret-i Âdem'in zürriyetini zerreler halinde onun sırtından çıkardı; sonra da ondan Hazret-i Havva'yı yarattı, demektir. Bu izaha göre, bu cümlede, birbirini izleyen üç âyet vardır: Hazret-i Âdem'in babasız, anasız yaratılması, Hazret-i Havva'nın Hazret-i Âdem'in iki kısa kaburga kemiklerinden yaratılması ve sonra da sayısız insanların ikisinden türetilmesi. B- "Ve sizin için hayvanlardan sekiz çift indirmiştir (meydana getirmiştir)." Burada da, anılan hususlara delâlet eden Allah'ın diğer bazı fiilleri beyân edilmektedir. Yani sizin için hayvanlardan sekiz çifte hükmetmiş ve onları sizin için taksim buyurmuştur. Zîrâ ilâhî taksîmât da, gökten inmek olarak vasıflandırılır; çünkü Levh-ı Mahfûz'da yazılır. Yahut yağmur ve yıldızların ışınları gibi gökten inen sebeplerle sizin için meydana getirilmiştir. Erkek ve dişi olmak üzere sekiz çift olan bu hayvanlar deve, sığır, koyun ve keçidir. Diğer bir görüşe göre ise, bu hayvanları Cennette yarattı, sonra dünyaya indirdi. C- "Sizi analarınızın karınlarında üç karanlıkta çeşitli safhalardan geçirerek yaratmaktadır." Burada da, insanların nasıl yaratıldıkları ve Allah'ın üstün kudretine delâlet eden muhtelif aşamaları beyân edilmektedir. Bu aşamalar da, önce nutfe (meni) iken sonra alaka (aşılanmış yumurta) haline gelmesi, sonra mudğa (şekillenmemiş bir parça et) haline gelmesi, sonra şekillenmiş mudğa haline gelmesi, sonra etsiz kemikler haline gelmesi, sonra kemiklerin etle kapla tıkması, en sonunda da yaratılışı tamamlanmış bir canlı haline gelmesidir. Üç karanlık da, karın karanlığı, rahim karanlığı ve cenin kesesi karanlığı-dır. Yahut suib (bel) karanlığı, karın karanlığı ve rahim karanlığıdır. D- "İşte sizin Rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık ancak Olumdur. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. O halde’O'na kulluk etmekten nasıl döndürülüyorsunuz?" Yani işte zikredilen var olma aşamalarında ve ondan sonraki aşamalarda sizin mürebbiniz ve ibâdetin tahsisine yegâne lâyık olan Mâlikiniz Allah'tır (celle celâlühü). Dünya ve ahirette mutlak hükümranlık ancak O'nundur; başkasının bunlarda hiçbir şekilde ortaklığı yoktur. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. O halde sayısız mucipleri ve sebepleri varken, aslında gerçek hiçbir döndürücü sebep yok iken, başkasına tapmaya hiçbir gerekçe yok iken ve başkasına tapmaya sayısız sakıncalar varken, O'nun ibâdetinden nasıl döndürülüyorsunuz? 7"Eğer kâfir olursanız, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Yine de o, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan razı olur. Hiçbir günahkâr, diğerinin günahını yüklenmez. Nihayet hepinizin dönüşü, ancak Rabbinizedir. O da, yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Şüphe yok ki, o, kalplerde olan her şeyi hakkıyla bilendir." A- "Eğer kâfir olursanız, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Yine de o, kullarının küfrüne razı olmaz." Yani Allah'ın (celle celâlühü) bunca çeşidi nimetlerini gördükten sonra ve îmân ile şükrü gerektiren pek yüce şânlarını anladıktan sonra eğer kâfir olursanız, artık bilin ki, Allah'ın (celle celâlühü), sizin îmânınıza ve şükrünüze ihtiyacı yoktur; onların olmamasından asla etkilenmez. Yine de, kullarının küfrüne razı olmaz. Ancak buna razı olmaması, bundan zarar gördüğü için değil, fakat kullarına rahmet olarak, onlara menfaatler sağlamak ve onlardan zararları önlemek içindir. B- "Eğer şükrederseniz, bundan razı olur." Yani eğer siz şükrederseniz, Allah'ın bundan bir menfaati olduğu için değil, sizin menfaatiniz için ona razı olur; çünkü bu, sizin iki cihanda saadete ermenizin sebebidir. C- "Hiçbir günahkâr, diğerinin günahını yüklenmez. Nihayet hepinizin dönüşü, ancak Rabbinizedir. O da, yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Şüphe yok ki, o, kalplerde olan her şeyi hakkıyla bilendir." Burada, kâfirin küfrünün vebalinin, başkasına asla sirayet etmediği, beyân edilmektedir. Yani küfür vebalini taşıyan bir kimse, başkasının da küfrünün vebalini, taşımaz. Ölümden sonra tekrar dirildikten sonra da hepinizin dönüşü, ancak Rabbinizedir. O da, o zaman., dünyada yapmakta olduğunuz küfür veya îmân amellerinizin karşılığını mükâfat veya ceza olarak verecektir. Şüphe yok ki, o, kalplerde gizli olanları da hakkıyla bilendir, O halde zahir amelleri nasıl bilmeyecek! 8"İnsana bir zarar dokundu mu, Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, kendisinden ona büyük bir nimet bağışladı mı, önceleri niçin (yahut kime) yalvarmış olduğunu unutur; Allah yolundan saptırmak için O'na eşler de koşar. De ki: küfrünle biraz yaşa. Çünkü şüphe yok ki, sen. Cehennem yaranından sın." A- "İnsana bir zarar dokundu mu, Rabbine yönelerek O'na yalvarır." Yani insana hastalık ve saire gibi bir zarar dokundu mu, rahatlık hâlinde yalvardığından dönüp Rabbine yönekr. Çünkü rahatlık hâlinde yalvardiği bâtıl ilahının, bu sıkıntıyı kaldırmak kudretinden uzak olduğunu bilir. Burada insan, bazı fertlerinin haliyle vasıfl andırılmak tadır, (yoksa bütün insanlar böyle değildir.) nitekim "hiç şüphesiz ki, insan, çok zâlim, çok nankördür." B- "Sonra Allah, kendisinden ona büyük bir nimet bağışladı mı, önceleri niçin (yahut kime) yalvarmış olduğunu unutur; Allah yolundan saptırmak için O'na eşler de koşar." Yani Allah, kendi katından ona büyük bir nimet bağışladı mı, önceleri kaldırılması için Allah'a yalvardığı sıkıntıyı unutur. Yahut önceleri yalvarıp yakardıği Rabbini unutur ve insanları Allah'ın yegâne yolu olan tevhîd ten saptırmak için ibâdette O'na eşler de koşar. (Burada saptırmak olarak tercüme edilen) idlâl fiili, diğer bir kırâete göre dalâlet fiili olarak da okunmuştur. Buna göre, yani dalâletinin artması ve dalâlet üzerinde sabit, kalması için, Allah'a eşler de koşar, demektir. C- "De ki: küfrünle biraz yaşa. Çünkü şüphe yok ki, sen Cehennem yarânındansın." Yani ey Peygamberim! O sapan ve saptıran kimseyi tehdit etmek ve onun halini ve geleceğini bildirmek üzere de ki: Küfrünle biraz, yahut az bir zaman yaşa. Şüphe yok ki, sen Cehennem yarânmdansm; onda devamlı azap görecek olanlardansın. "Çünkü şüphe yok ki..." cümlesi, onların niçin az yaşayacaklarını bildirmektedir. Bu kelâm, açıkça, onların kurtuluş umudunu tamamen kesmektedir. Yani sen, emir olunduğun îmân ve itaati kabul etmediğine göre, artık, bunun cezasını tatman için, bunların terkiyle emir olunmayı hak ettin. 9"Yoksa o kâfir, geceleri secde ederek ve ayakta durarak ibâdet eden, âhiretten de çekinen ve Rabbinin rahmetini uman kimse gibi midir! Ey Resûlüm! De ki: bilenlerle bilmeyenler bir olur mu hiç! Kadar ancak akl-ı selîm sahipleri öğüt alabilirler." A- "Yoksa o kâfir, geceleri secde ederek ve ayakta durarak ibâdet eden, âhiretten de çekinen ve Rabbinin rahmetini uman kimse gibi midir!" Bu kelâm da, emredilenlere dâhildir (de ki.). Sanki andan tehdidin teiddı ve gazap olarak ona denildi ki: senin halin ve geleceğin mi daha güzel, yoksa, senin gibi sadece kendisine bir zarar dokunduğunda değil de, hem rahat zamanlarında, hem de sıkıntılı zamanlarında ibâdetlerin gereği olarak ve gece saatlerinde ibâdet vazifelerini dâima ifa ederek secde eden, ayakta duran, âhiretten de çekinen ve Rabbinin rahmetini uman, böylece bu sayede korktuğundan emin olan ve umduğuna da erişen kimse gibi midir! Nitekim Rab unvanının kullanılması da bunu bildirmektedir. Zîrâ bu unvan kemâle erdirmeyi ifâde etmektedir. Yoksa, bu kimse, yalnız dünyanın zararından korkuyor ve onun hayrını umuyor, demek değildir. Âyette önce secde zikredilmiş, çünkü onun ibâdet anlamı daha etkilidir. B- "Ey Resûlüm! De ki: bilenlerle bilmeyenler bir olur mu hiç!" Yani hakkı beyân etmek ve ilim ile amelin şerefine dikkat çekmek üzere de ki: Anılan âbid gibi hakikatleri bilip de ilminin gereklerini uygulayan kimseler ile senin, gibi bunları bilmeyenler, yahut hiçbir hakikati anlamayanlar, böylece cehaletlerinin ve dalâletlerinin gereklerini yapanlar bir olur mu biç! Bu kelâm, birinci fırkanın, hayrın en yüksek derecelerinde olduklarına, ikinci fırkanın da şerrin en aşağı derecelerinde olduklarına ve bunun, insaf ehli olsun veya olmasın, hiç kimsece gizli olmayan pek açık bir hakikat olduğuna dikkat çekmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, teşbih kabilindendir. Yani âlimler de cahiller bir olmadıkları gibi, ibâdet edenler ile isyan edenler de bir değildir. C- "Kadar ancak akl-ı selîm sahipleri öğüt alabilirler." Bu kelâm müstakil olup emredilenlere dâhil değil, küfür ve günahlardan caydırıp alıkoyan mezkûr hususlar emredildikten sonra doğrudan doğruya Allah tarafından vârid olup onların, kâfirlerin kalplerine tesir etmediğini beyân etmektedir. Zîrâ onlarin kafaları çok karışıktır. Yani bu apaçık beyanattan, ancak halel (zarar veren) şaibelerinden temiz olan akü sahipleri öğüt alabilirler. Bunlar ise, o akıldan çok uzaktır. 10"Ey Peygamberim! De ki: Ey îmân eden kullarım! Rabbinize karşı takva üzere olun! Çünkü bu dünyada ihsan edenlere (iyilik yapanlara) büyük bir iyilik vardır. Allah’ın yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfâdarı hesapsız ödenecektir." A- "Ey Peygamberim! De ki: Ey imân eden Kıllarım! Rabbinize karşı takva üzere olun! Çünkü bu dünyada ihsan edenlere (iyilik yapanlara.) büyük bir iyilik vardır." Bundan önce öğütlenmek akl-i selim sahiplerine tahsis edildikten sonra burada da Allah (celle celâlühü), Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), mü’minleri öğütlendirmeyi ve onları takvaya ve itaate sevk etmeyi emir buyurmaktadır. Bu da, aki-ı sekm sahiplerinin, onlar olduklarını bildirmektedir. Nitekim sarahatle de belirtilecektır. Yani ey Peygamberini! Benim bu sözümü onlara aynen söyle. Bu ifâde, emredilen şeye ziyadesiyle önem verildiğini bildirmektedir. Çünkü Allah'ın emrini aynen nakletmek, emre itaat için daha etkilidir. Âyette bu şekilde takvadan sonra ihsanın zikredilmesi, takvanın ihsan babından olduğunu ve ikisinin ayrılmaz olduklarını bildirmek içindir. Keza sabır da öyledir. Nitekim başka âyetlerde şöyle denilmektedir: "şüphe yok ki Allah, takva ve ihsan sahipleriyle beraberdir." (Nahl: 128), "gerçek şudur ki, takva ve sabır sahipleri var ya, işte Allah, ihsan sahiplerinin mükâfatını asla zayi etmez." Yûsuf: 90) Yani şu dünyada ihlâslı olarak güzel ameller yapanlara... Bu ihsan, kendisine sorulduğunda Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözleriyle tarif buyurduğu ihsandır: "İhsan, sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibâdet etmendir. Zîrâ sen O'nu göremiyorsan da o, şüphesiz seni görmektedir." 11 11 Buharî/Kitâbü'l Eymân, Bâb:37; Müslim/Kitâbü'l Eymân, Hadis: 1, 5; Ebû Dâvûd/Kitâbu's Sünne, Bab: 16; Tirmizî/Kitâbü'l Eymân, Bâb: 5, 6; İbni Mâce /Mukaddime, Bâb: 9. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/436, 4/129, 164 Bu büyük iyilikten murat, Cennettir, yahut dünyada sağlık ve afiyettir. B- "Allah'ın, yeryüzü geniştir." Yani kendi yurdunda takva ve İhsanı iyice gerçekleştiremeyen kimse, bunları gerçekleştirmek imkânını bulacağı yerlere hicret etsin. Nitekim peygamberlerin ve sâlihlerin sünneti de bu idi. Zîrâ bu konularda tefrit etmenin hiçbir özrü olamaz. C- "Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir." Bu kelâm, emredilen takvayı teşvik etmektedir. Burada takva sahipleri denilmeyip sabredenler denilmesi, takva sahiplerinin ıhsân faziletine sahip oldukları gibi, sabır faziletine de sahip olduklarını bildirmek içindir. Nitekim takvanın, her ikisini gerektirmesi de, buna işaret etmektedir. Ayrıca sabredenler ifâdesinin kullanılması, hicretin meşakkatlerini ve sıkıntılarını göğüslemek için sabra ziyadesiyle teşvik ifâde etmektedir. Yani yalnız, dinlerinde sabreden, emir ve yasaklarını koruyan ve o yolda karşılaştıkları sıkıntılardan, belalardan ve ezcümle aile ve yurtlarını terk etmekten dolayı duydukları acılar sebebiyle dinlerinin haklarını gözetmekte taksirat göstermeyen kimselere, bunun karşılığında mükâfatları hesapsız olarak ödenecektir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor kî:’Yani muhasebecilerin hesapları onların mükâfatlarını tespit edemez ve anlayamaz." Hadiste şöyle denilmektedir: "Kıyamet günü namaz, sadaka ve hac sahipleri için teraziler kurulur ve bunlarla mükâfatları verilir. Dinleri uğrunda sıkıntılara katlanmış olanlar için ise, teraziler kurulmaz; fakat onların mükâfatları, üzerlerine boşaiülırcasına verilir. Hattâ dünyada afiyet içinde yaşamış olanlar, bunu görünce, kendileri de bu mükâfatı almak için, dünyada bedenlerinin makaslarla kesilmiş olmasını temenni ederler. 11"De kı: ben dini Allah'a halis kılarak O'na ibâdet etmekle emir olundum." Dinin halis kılınması, şirk ve riya gibi ona ters düşen, hallerden uzak tutulmasıdır. Burada, Allah'ın, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), ibâdette kendisine emir buyurduğu hususu, yani mü’minlere de emredilen takvayı beyân etmesini emir buyurması, mü’minlerin, mükellefiyetlerini yerine getirmelerini ziyadesiyle teşvik içindir. Bir de, bundan sonra müşriklere yapılan hitaba ön hazırlık olması içindir. 12"Ve bana, müslümanların ilki olmam için emir olundu." Yani bana anılan husus emir olundu ki, dünyada ve ahirette müslümanların öncüsü olayım. Zîrâ dinde yarışı kazanmak ihlas iledir. Yahut bana, müslümanların ilki olmam emir olundu, demekte. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Bana, müslüman olanların ilki olmam emir olundu." (En'âm: 14) Yani bana, benim, zamanımda, yahut benim kavmimden müslüman olanların ilki, yahut kendi nefsini davet ettiği şeye başkasını davet edenlerin ilki olmam emir olundu. 13"De ki: Rabbime karşı gelirsem, kadar, büyük bir günün azabından korkarım." Yani de ki: Eğer ben, ihlası terk edip sizin içinde bulunduğunuz şirke meyledersem, kıyamet gününün azabından korkarım. Kıyamet gününün pek büyük bir gün olarak vasıflandırılması, onun hâdiselerinin pek büyük ve pek korkunç olmalarından dolayıdır. 14"De ki: Ben dinimi ancak Allah'a halis kılarak yalnız O'na ibâdet ederim." Yani de ki: Ben dinimi her türlü bâtıl şaibesinden arındırarak yalnız Allah'a ibâdet ediyorum; ne müstakil, ne de müşterek olarak başkasına ibâdet etmem. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), dindeki kararlılığını bildirmesi, müşriklerin boş umutlarının tamamen kesilmesi ve bundan sonra onlara yapılan tehdide ön hazırlık olması için, Peygamberimize, en mükemmel ve kuvvetli şekilde önce, Allah'a ibâdet etmeye ve dini O'na hâlis kılmaya memur olduğunu beyân etmesi emredilmiş; sonra, isyan ettiği takdirde azaptan korktuğunu bildirmesi emredilmiş ve sonra da, emre uyacağını bildirmesi emredilmiştir. 15"Artık ey müşrikler! Siz Allah'tan başka dilediğinize tapın! De ki: kadar, büyük zarara uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini büyük zarara uğratanlardır. Haberiniz olsun ki, o, apaçık hüsranın ta kendisidir." A- "Artık ey müşrikler! Siz Allah'tan (celle celâlühü) başka dilediğinize tapın!" Bu kelâm, Allah'ın o müşriklere olan gazabının şiddetine apaçık delâlet etmektedir. O müşrikler, yasaklandıkları şirke son vermeyince, bu sefer en şiddetli azaba uğramaları için kendilerine sanki şirk emredilmiştir. B- "De ki: kadar, büyük zarara uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini büyük zarara uğratanlardır. Haberiniz olsun ki, o, apaçık hüsranın ta kendisidir." De ki: mühim şeyleri zayi etmek ve gerekli olanları yok etmek demek olan büyük zarara uğrayanlar, kendileri ve aileleri için küfrü tercih edip en mühim ihtiyaçlarım zayi etmek sebebiyle kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ebedî azaba ve en büyük tehlikeye uğratanlardır. Bu hüsranın apaçık olarak vasıflandırılması, bunun ne kadar korkunç, feci olduğuna ve bundan daha büyük hüsran olmadığına açıkça delâlet etmektedir. 16"Onların üstlerinden ateşten tabakalar vardır; altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, bunlarla kullarını korkutuyor. Ey kullarım! Öyle ise, yalnız benden korkun!" Yani Allah, bu feci ve korkunç azapla kullarını korkutuyor ve azap bildiren âyetleriyle kullarını azaptan sakındırıyor ki, kendilerini bu azaba düşürecek günahlardan sakınsınlar. Öyle ise, ey kullarım! Yalnız benden korkun ve benim gazabı mucip olan günahlara bulaşmayın! Bu kelâm, gayet lütuf ve merhamet içeren Allah'tan bir öğüttür. 17"Tağûta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır." Tağuttan murat şeytandır. Zîrâ Allah'tan başkasına tapmak, aslında şeytana tapmaktır. Çünkü onu emreden ve cazip gösteren şeytandır. Âyetteki müjdeden murat, peygamberlerin lisanıyla onlara mükâfatların müjdelenmesidir, ölüm anında, haşır olunacakları zaman ve ondan sonra melekler tarafından kendilerine verilen müjdedir. 18"Ey Peygamberim! Söze iyice kulak verip de onun en güzeline uyanları müjdele! İşte onlar, Allah'ın hidâyete erdirdiği kimselerdir ve işte akl-ı sekm sahipleri de onlardır." Bunlar, tağûta tapmaktan kaçınıp bütün benlikleriyle Allah'a yönelenlerdir. Onların bu şekilde ifâde edilmeleri, kendileri için bir teşriftir ve bir de bu ifâde delâlet ediyor ki, onların bu iki yüce vasıfla vasıflandırılmaları, din islerinde temyiz sahibi olup hakkı bâtıldan ayırt ettikleri ve her zaman bütün işlerinde en üstünü tercih ettikleri içindir. Bu bahtiyar insanların, Allah'ın hak dine eriştirdiği ve akl-ı selim sahibi olup vehimden ve nefsin arzularından temiz olup başkalarının değil, yalnız kendilerinin hidâyete lâyık olduklarını belirtilmesi, delâlet ediyor ki, hidâyet, Allah'ın fiili ile ve nefsin onu kabul etmesiyle hâsıl olmaktadır. 19"Ey Peygamberim! Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?" Bu âyette de, mezkûr bahtiyar insanların zıtları olan bedbahdarın halleri icmali olarak beyân edilmekte ve onlar, Tağuta tapıp onun peşinden gittikleri için hidâyet mahrumu oldukları tescil edilmektedir. Nitekim onların, "hakkında azap hükmü gerçekleşmiş..." şeklinde ifâde edilmeleri de, buna işaret etmektedir. Zîrâ âyetin bu ifâdesinden murat, Allah'ın, İblis hakkında şu söyledikleridir: "Yemin olsun ki, seni ve sana uyanların hepsini Cehenneme dolduracağım." (Sâd: 85), "Yemin olsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi Cehenneme dolduracağım." (A'râf: 18) Bu âyet-î Kerime ile şu hakikate dikkat çekilmektedir: Hakkında azap hükmü verilmiş olan, Cehenneme girmiş gibidir ve Peygamberimizin, onları imâna davet etme gayreti, onları ateşten kurtarmak çabası sayılır. Yine bu âyet işaret ediyor ki, onları kurtarmaya yegâne Kâdır olan Allah'tır. 20"Fakat Rablerinden sakınanlara, üst üste yapılmış, altlarından ırmaklar akan köşkler vardır. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz." A- "Fakat Rablerinden sakınanlara, üst üste yapılmış, altlarından ırmaklar akan köşkler vardır." Ateşte bulunanlardan murat, haklarında: "Onların üstlerinden ateşten tabakalar vardır; altlarından da tabakalar vardır" (âyet: 16) denilen kimseler oldukları için, onlardan bu bahtiyar insanlar istisna edilmiştir. Bu bahtiyar insanlardan murat, "Ey kullarım! Öyle ise, yalnız Benden korkun!" (âyet: 16) hitabına muhatap olan ve daha önce sayılan üstün vasıflarla vasıflandırılan kimseler ile "ey îmân eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının." (âyet: 10) âyetine muhatap olan mutlu ve kutlu kimselerdir. Yine bu âyette, kâfirlerin Cehennemdeki aşağı katlarına karşılık bu bahtiyar insanlara da, nimetler Cennetinde yüksek dereceler verileceği beyân edilmektedir. B- "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz." Bu mükâfat, Allah'ın vaadidir; hem de nasıl bir vaat! Allah'ın, vaadinden cayması ise, imkânsızdır. 21"Görmedin mi ki, Allah, şu gökten bir su indirmiş de, onu yeryüzündeki gözelere yerleştirmiş; sonra onunla türlü, türlü renklerde ürünler yetiştirmektedir. Sonra onunla renkleri çeşitli ürünler yetiştirmektedir. Sonra onlar kurur da, sapsarı olduklarını görürsün. Sonra da onu bir ot kırıntısı durumuna getirmektedir. Hiç şüphesiz bunlarda akl-ı selim sahipleri için büyük bir öğüt vardır." A- "Görmedin mi ki, Allah, şu gökten bir su indirmiş de, onu yeryüzündeki gözelere yerleştirmiş; sonra onunla türlü, türlü renklerde ürünler yetiştirmektedir." Bu kelâmda, çabuk zail olmak ve yok olmasının yakın olması hususunda dünya hayatı, ekinlerin haline, benzetilmesidir ki, onun süslerine ve ziynetlerine rağbet edilmesin ve onun yaldızlı görünümüne aldanmaktan sakınılsın. Tıpkı "dünya hayatının misâli ancak şuna benzer..." (Yûnus: 24) âyeti gibi. Yahut vaat edilen o köşklerin altından ırmakların akması nimetinin tahakkukuna kanıt olarak, gökten suyun indirilmesi ve ona terettüp eden ilâhî kudretin eserleri ve hikmeti ile rahmetinin hükümleri anlatılmaktadır. Burada indirilen sudan murat, yağmur suyudur. Deniliyor ki, yeryüzündeki bütün sular, gökten inmiştir. Bu sular önce dünyanın merkezine iner. Sonra Allah, onu bölgeler arasında taksim eder. B- "Sonra onunla renkleri çeşitli ürünler yetiştirmektedir." Yani buğday, arpa ve diğerleri gibi türleri çeşitli, yahut renkleri, tatları ve diğer vasıfları gibi keyfiyetleri çeşitli olan ürünler yetiştirmektedir. C- "Sonra onlar kurur da, sapsarı olduklarını görürsün. Sonra da onu bir ot kırıntısı durumuna getirmektedir. Hiç şüphesiz bunlarda akl-ı selîm sahipleri için büyük bir öğüt vardır." Zîrâ bu gelişmeleri düşünenler anlarlar ki, dünya hayatı, çabuk zail olmak hususunda, her sene gördükleri ekinlerin haline benzemektedir. Böylece dünyanın süslerine aklanmazlar ve onun fitnesine kapılmazlar. Yahut kesin olarak inanırlar ki, gökten su indirmeye ve onu yeryüzünün gözelerine yerleştirmeye Kadir olan Allah, Cennet köşklerinin altından ırmakları akıtmaya da Kadirdir. 22"Allah"ın, göğsünü İslama açıp da, Rabbinden bir nur üzerinde olan, başkasıyla eşit midir! Allah'ın anılmasından dolayı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedir." A- "Allah'ın, göğsünü İslama açıp da, Rabbinden bir nur üzerinde olan, başkasıyla eşit midir!" Bu kelâm, makabli, yani öğüt akmanın akl-ı selîm sahiplerine tahsis edilmesinin bir nevi izahıdır. Göğsün İslam'a açılması, buna istidadının ikmal edilmesidir. Zîrâ göğüs, ruhun kaynağı olan kalbin yeridir. İslam'ı kabul eden nefis de, ruha bağlıdır. Bu itibarla göğsün İslam'a açılması, kalbin genişlemesini ve İslam nuruyla nurianmasını temin eder. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Nur, kalbe girdiği zaman, kalp açılır ve genişler." Bunun üzerine Peygamberimize: "Bunun alameti nedir?" diye soruldu. Peygamberimiz de buyurdu ki: "Ebedî yurda yönelmek ve aldatıcı yurttan uzak durmak (ona çok meyletmemek) ve gelmeden önce ölüme hazırlanmaktır." Yani insanlar hepsi bir olur mu! Allah, bir kimsenin göğsünü geniş ve İslam'a istidatlı yaratıp da, o da aslî fıtrat üzere kalırsa ve ona halel getiren arızî kazanmalardan dolayı bozulmazsa, böylece Rabbinden büyük, bir nur üzerinde kalırsa, yani kâinat ve vahiy âyetlerini gördüğünde ilâhî lütuf onun üzerine, yağıyorsa ve bununla hakka hidâyet bulmaya muvaffak kılmıyorsa, işte bu kimse, kötü tercihiyle Allah'ın yarattığı fıtratı değiştirmesi sebebiyle kalbi katılaşan, göğsü daralan, azgınlık ve dalâlet karanlıkları kendisini istila eden, bu yüzden de o âyetlerden tamamıyla yüz çeviren, sonunda onlardan hiç öğüt almayan ve onları değerlendirmeyen kimse ile eşit olur mu hiç! B- "Allah'ın anılmasından dolayı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!" Yani kendisiyle göğüslerin İslam'a açılması ve kalplerin mutmain olması gerekirken, aksine yanlarında Allah, yahut âyetleri anıldığında huzursuz olup kalpleri daha çok katılaşan kimselere yazıklar olsun! C- "İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedir." Yani onlar, herkesçe bilinen apaçık bir sapıklık içinde ve haktan uzaktırlar. Bir görüşe göre bu âyet, Hazret-i Hamza ile Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ve Ebû Leheb ile çocukları hakkında nazil olmuştur. Diğer bir görüşe, göre ise, Ammar b. Yâsir ve Ebû Cehil ile çocukları hakkında nazil olmuştur. 23"Allah, sözün en güzelini, müteşabih (birbiriyle uyumlu) ve tekrarlanan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkan kimselerin derilerinin tüyleri ondan ürperir. Sonra hem derileri, hem de gönülleri Allah in zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu kitap, Allah'ın hidâyet rehberidir; onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık ona yol gösteren olmaz." A- "Allah, sözün en güzelini, müteşabih (birbiriyle uyumlu) ve tekrarlanan bir kitap olarak indirdi." Sözün en güzelinden murat, Kur’ân-ı Kerim'dir. "Rivâyet olunuyor ki, Resülullah'ın ashabı, biraz canları sıkıldı ve Resûlallah'a: "Bize bir şey anlat!" dediler. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) ve İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, ashab: "Ya Resûlallah! Bize bir şey anlarsan!.." dediler. İşte bunun üzerine bu Âyet-i Kerime nazil oldu. Yani Kur’ân-ı Kerim âyetleri, diğer sözlere ihtiyaç bırakmaz. Bu kelâm, Kur’ân-ı Kerimin mucize vahiy olduğuna açıkça dikkat çekmektedir. Kur’ânin müteşabih olması, sıhhat, hükümler, hak ve doğruluk üzerine binâ edilmiş olmak, her iki cihanda bütün faydaların yegâne kaynağı olmak, fesahatte lâfızlarının ve icazda nazmının uyumlu olması noktalarında mânâlarının birbirlerine benzemesi demektir. Kur’ânin tekrarlanan olması, kıssalarının, haberlerinin, hükümlerinin, emir ve yasaklarının, mükâfat ve ceza vaatlerinin ve öğütlerinin tekrarlanmasıdır. Diğer bir görüşe göre ise, tekrar, tekrar okunmasidır. B- "Rablerinden korkan kimselerin derilerinin tüyleri ondan ürperir. Sonra hem derileri, hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar." Bundan önce Kur’ân'ın öz vasıfları anlatıldıktan sonra burada da, dinleyicilerinde meydana getirdiği zahirî etkileri beyân edilmekte ve bir de, onun, sözlerin en güzeli olduğu açıklanmaktadır. Burada ifâde edilen tüylerin ürpermesinden murat, ya temsil ve tasvir yoluyla aşırı haşyetlerini (korkularını) beyân etmektir, ya da gerçekten bu halin hâsıl olduğunu beyân etmektir. Yani onlar, Kur’ân'ın azap vaat eden âyetlerini dinledikleri zaman, o kadar heybet ve haşyete kapılırlar ki, tüyleri diken, diken olur. Allah'ın rahmeti kendilerine hatırlatıldığı zaman ise, onların haşyetleri umuda ve korkuları da rağbete dönüşür ve Allah'ın rahmetinin anılmasıyla sükûnet ve itmi'nân bulurlar. C- "İşte bu kitap, Allah'ın hidâyet rehberidir; onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık ona yol gösteren olmaz." Yani Kur’ân âyetlerındeki hak kanıtlarını ve Allah katından olduğunu ispat eden delilleri tefekkür ederek gücünü hidâyet için kullanan kimselerden Allah dilediğini hidâyete erdirir. Gücünü dalâlet için kullanıp kendisini hakka irşat eden âyetlerden tamamıyla yüz çeviren, mükâfat ve ceza vaatlerinden de hiç etkilenmeyen kimselerden Allah, kimi saptırırsa, yahut inÂyetinden mahrum bırakırsa, artık ona hiç kimse yol gösterip kendisini hidâyete erdiremez; onu dalâlet batağından kurtaramaz. 24"Kıyamet gününde yüzüyle azabın şiddetinden korunmaya çalışan kimse, bu azaptan emin olan kimse gibi midir! Zâlimlere de: "Kazanmakta olduğunuzu tadın!" denilir." Yani bütün insanlar bir midir! Kıyamet gününde ellen boynuna bağlı olduğundan dolayı, en değerli uzvu olan yüzüyle azabın şiddetinden korunmaya çalışan kimse, bu azaptan emin olup hiçbir azaba maruz kalmayan ve hiçbir şekilde korunmaya ihtiyaç duymayan kimse gibi olur mu hiç! Bir görüşe göre bu âyet, Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur. Kıyamet günü zâlimlere, Cehennem muhafızları tarafından: "dünyada ısrarla sürdürdüğünüz küfrün ve günahların vebalini tadın!" denilecektir. 25"Onlardan öncekiler, peygamberleri yalanlamışlardı da, farkına varmadıkları bir yönden o azap onlara gelivermişti." Bundan önce, bütün kâfirlere isabet edecek âhiret azabı beyân edildikten sonra burada da, bazı kâfirlere isabet eden dünyevî azap beyân edilmektedir. Yani onlardan önce eski ümmetler de, peygamberleri yalanlamışlardı da, o ümmetlerden her biri için takdir edilmiş olan azap, hiç ummadıkları ve akıllarına getiremedikleri yönlerden onlara gelivermişti. 26"Allah da, onlara dünya hayatında o rezilliği tattırdı. Ahiret azabı ise, elbette daha büyüktür. Bunu bilselerdi!.." A- "Allah da, onlara dünya hayatında o rezilliği tattırdı. Ahiret azabı ise, elbette daha büyüktür." Dünya hayatında tattıkları azap, mesh (suret ve şekillerinin değişikliğe uğratılması), hasf (deprem, yerin dibine batırılmaları), öldürülmek, esir alınmak, sürülmek ve diğer ceza şekilleridir. Onlar için hazırlanan âhiret azabı ise, daha şiddetli ve ebedî olduğu için daha büyüktür. B- "Bunu bilselerdi!.." Yani onlar, hak adına bir şey anlıyor olsalardı, bunu anlayıp ibret alırlardı. 27"Yemin olsun ki, Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân'da şu insanlara her türlü misâli getirmişizdir." Yani öğüt ve ibret alsınlar diye bu Kur’ân'da, bakan ve gören herkes için dinî ihtiyacı olan her türlü misâli getirmişizdir. 28"Sakınsınlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur’ân'ındirimsizdir." Yani âyetleri arasında hiçbir şekilde çelişki, uyumsuzluk bulunmayan, yahut içinde şüpheli hiçbir şey bulunmayan. Arapça bir Kur’ân'ındirmişızdir. 29"Allah, birçok ortakların sahip oldukları ve çekiştirip durdukları erkek bir köle ile bir kişiye bağlı erkek bir köleyi misâl veriyor. Bu ikisi eşit midir! Allah'a hamd olsun! Hayır! Onların çoğu bilmiyorlar." A- "Allah, birçok ortakların sahip oldukları ve çekiştirip durdukları erkek bir köle ile bir kişiye bağlı erkek bir köleyi misâl veriyor." Kur’ân'da misâllerin verilmesinden hikmet, öğüt, ibret almak ve takvayı tahsil etmek olduğu beyân edildikten sonra burada Kur’âni bir misâl verilmektedir. Daha önce Yâsîn sûresinde de belirtildiği gibi misâl verilmekten murat, garip bir hak onun gibi bir hale tatbik etmek ve onu diğerinin misli saymaktır. Yani Allah, müşrikin, inancının gereği olarak, taptığı her ilahın, onun kulluğunu iddia etmesine misâl olarak, birçok kişinin ortak oldukları ve farklı işlerinde çekiştirip durdukları, nöbetle çalıştırdıkları bir köleyi, şaşkınlığı ve kafasının dağınıklığı bakımından misâl vermektedir; tevhîd ehline misâl olarak da, tek bir kişiye bağlı olan ve başka hiçbir kimsenin, üzerinde hakkı bulunmayan bir köleyi misâl vermektedir. Âyette erkek köle zikre tahsis edilmiş, çünkü erkek köle, hakkında cereyan eden zarar ve faydayı daha anlar. (O günün şartlarına göre erkeklerin sosyal yönü daha iyi gelişmişti.) B- "Bu ikisi eşit midir!" Bu kelâm, ikisinin eşit olmalarını en mükemmel ve kuvvetli şekilde reddediyor ve bize bildiriyor ki, bu, o kadar açık bir hakikattir ki, hiç kimse, ikisinin eşit olduklarını ağzına alamaz ve ikisinin farklı olduklarına hükmetmekte tereddüt etmez. Zîrâ zorunlu olarak biliniyor ki, ikisinden birinin makamı âlayi ılliyyîn'de (yüceler yücesinde), diğerinin ise esfeli sâfilindedir (aşağıların asağısındadır). C- "Allah'a hamd olsun!" Bu cümle, makablini bir nevi izah olup tevhîd ehlinin şu hakikate dikkatini çekmektedir: onların sahip oldukları meziyet, Allah'ın tevfıkıyladır ve bu, onların devamlı hamdini ve ibâdetini gerektirmektedir. Yahut bu cümle bize şunu bildirmektedir: Allah'ın, misâl vermekle, tevhîd ehli olarak kendilerinin en büyük örnek olduklarını, müşriklerin ise kötü bir örnek olduklarını beyân buyurması, Allah'tan kendileri için güzel bir ihsan ve tam bir lütuf olup O'nun hamdini ve ibâdetini gerektirmektedir. D- "Hayır! Onların çoğu bilmiyorlar." Yani bu hakikat, pek açık olduğu halde insanların çoğu olan müşrikler, bunu anlamıyorlar da, şirk ve dalâlet bataklığında kalıyorlar. 30"Ey Peygamberim! Muhakkak ki, sen de öleceksin; onlar da ölecek." Bu kelâm, bundan sonra zikredilen kıyamet günündeki davalaşmaları için bir ön açıklama mahiyetindedir. Bir görüşe göre, o müşrikler. Peygamberimizin ölmesini bekliyorlardı. İşte onların bu beklentisine cevap olarak nazil olmuştur. Yani siz hepiniz, ölüm sadedindesiniz. 31"Sonra siz muhakkak kıyamet günü Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız." Bu davalaşma aşamasında ey Peygamberim! Sen, Allah katından sana verilen hükümleri ve öğütleri ve ezcümle bu âyetlerin içerdiği hakikatleri onlara tebliğ ettiğini ve hakka daveti tam olarak gerçekleştirdiğinı, onların ise, kibir ve inada daldıklarını hüccetle ileri süreceksin. Diğer bir görüşe göre ise, bu davalaşmaktan murat, dünyada insanlar arasında cereyan eden davalaşmalardır. Ancak birinci görüş, en zahir ve bundan sonra zikredilecek âyetlere en münasip olanıdır. Çünkü bu âyetler, küfür ve îmân konusunda iki taraf arasında cereyan eden davalaşmayı beyân etmektedir. 32"Allah'a karşı yalan söyleyenden ve kendisine gelen hakikati yalanlayandan daha zâlim kimdir? O kâfirler için Cehennemde bir yer yok mu!" Yani Allah'a (celle celâlühü) iftira ederek O'na şirk ve çocuk izafe edenden ve peygamberin, kendisine getirdiği hakkı ve doğruyu hiç tetkîk ve tefekkür etmeden yalanlayandan daha zâlim kimdir? Allah'a böyle iftira eden ve daha başta, hiç düşünmeden doğruyu hemen yalanlayan o kâfirler için Cehennemde bir yer mi yok! 33"O doğruyu getiren ve onu tasdik eden var ya, işte onlar, o takva sahiplerinin ta kendileridir." Bunlar peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ona tâbi olanlardır. Nasıl ki, "Yemin olsun ki, Mûsa'ya kitap verdik. Umulur ki, hidâyete erişirler." (Mü'minûn: 49) âyetinden murat da, Hazret-i Mûsâ ile kavmidir. Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki getiren ve tasdik eden den murat, bütün peygamberlere ve onlara îmân eden mü’minlere şamil olan genel bir mânâdır. İbn-i Mes’ûd kiraetine göre, anılan fiillerin "getirenler ve tasdik edenler" şeklinde çoğul olarak okunmaları da, bu görüşü desteklemektedir. 34"Onlar için rableri katında dileyecekleri her şey vardır. İşte bu, iyilik edenlerin mükâfatıdır." Bundan önce mü’minlerin dünyadaki güzel işleri beyân edildikten sonra burada da onların güzel akıbetleri beyân edilmektedir. Yani onlar için, menfaatlerin celbi ve zararların defi konusunda dileyecekleri her şey vardır ve bu, yalnız Cennette değil, âhiretin bütün safhaları içindir. Çünkü günahların örtülmesi, kıyametin o en büyük korkusundan ve diğer hallerinden emin olmak gibi dileyecekleri şeyler, daha Cennete girmeden önce gerçekleşecektir. 35"Böylece Allah, onların önceleri işlediklerinin en kötüsünü bile örtecek ve yaptıklarının en güzeline denk olarak mükâfat verecek." Hulâsa olarak sanki şöyle denilmiştir: zararların zail olması ve sevinçlerin hâsıl olması için Allah, dileyecekleri her şeyi onlara vaat etmiştir ki, bu vaadin gereği olarak, zararların defi için, işlediklerinin en kötüsünü bile örtecek ve faydalı isteklerini vermek için de, yaptıklarının en güzeline denk olarak mükâfat verecek. 36"Allah, kuluna kâfi değil midir? Onlar, Allah'tan başkalarıyla seni korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yola getiren yoktur." A- "Allah, kuluna kâfi değil midir? Onlar, Allah'tan başkalarıyla seni korkutuyorlar." Yani Allah'ın, kuluna yeterli olduğu, o kadar barız bir hakikattir ki, bunun aksim hiç kimse ağzına alamaz ve bu sorunun cevabında hiç kimse tereddüt etmez. Bu kuldan murat, Peygamberimiz'dir, yahut Peygamberimizin de öncekide dâhil olduğu bütün peygamberlerdir. Bu kelâm, Peygamberimizi teselli etmektedir. Şöyle ki: Kureyş'liler demişlerdi ki: "Sen bizim ilâhlarımızı eleştirdiğin için, onların sana bir zarar vermelerinden korkuyoruz. Sen ya ilâhlarımıza hakaret etmekten vazgeçeceksin, yahut senin aklına zarar verirler veya seni dek ederler." Nitekim Hûd kavmi de şöyle demişlerdi: "Biz, ilâhlarımızdan biri seni fena çarpmış!" demekten başka bir söz söylemeyiz." (Hûd: 54) işte "Onlar, Allah'tan başkalarıyla seni korkutuyorlar" kelâmının mânâsı da budur. Yani onlar, Allah'tan başka ilah edindikleri putlarla seni korkutuyorlar. B- "Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yola getiren yoktur." Yani Allah, kimi saptırırsa ve nihayet Allah'ın, kulu Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfi olup onu koruduğundan gafil olursa ve fayda da, zarar da asla veremeyen şeylerle onu korkutmaya kalkarsa, artık onu her hangi bir hayra ulaştıracak hiç kimse olmaz. 37"Allah, kimi de hidâyete eriştirirse, artık onu yoldan saptıracak yoktur. Allah, yegâne galip ve intikam alıcı değil midir?" Yani Allah, kimi hidâyete eriştirirse, artık onu maksadından alıkoyacak, yahut gidişatına halel getirecek bir fenalık dokunduracak kimse olmaz. Zîrâ Allah'ın fiilini geri çevirecek ve iradesine karşı koyacak hiçbir kuvvet yoktur. Nitekim "Allah, yegâne galip..." cümlesi de, bu hakikati ifâde etmektedir. Yani Allah, mağlup olmaz yegâne galip, karşı durulamaz ve kendisiyle mücadele edilemez yegâne kuvvet ve dostları için düşmanlarından intikam akci değil midir? 38Yemin olsun ki, ey Peygamberim! Sen onlara: "Şu gökleri ve bu yeri kim yarattı? "diye sorsan, mutlak ve muhakkak "Allah!" diyecekler. De ki: "Öyleyse bana söyler misiniz? Allah, bana bir zarar vermek isterse, Allah'tan başka taptıklarınız, O'nun verdiği zararı kaldırabilir mı? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar Allah'ın rahmetini önleyebilirlermi? De ki: bana Allah yeter. Tevekkül edenler, yalnız O'na tevekkül ederler. A- "Yemin olsun ki, ey Peygamberim! Sen onlara: "Şu gökleri ve bu yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlak ve muhakkak "Allah!" diyecekler." Çünkü bunun delili pek açık ve yolu da mübarektir. B- "De ki: "Öyleyse bana söyler misiniz? Allah, bana bir zarar vermek isterse, Allah'tan başka taptıklarınız, O'nun verdiği zararı kaldırabilir mi? Yahut. Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar Allah'ın rahmetini önleyebilirler mi?" Yani onları hüccetle mağlup etmek üzere kendilerine de ki: yukarı ve aşağı âlemin yegâne yaratıcısının Allah olduğunu kesin bir hakikat olarak anladığınıza göre, bana söyler misiniz? Eğer Allah bana bir zarar vermek dilerse, sizin ilâhlarınız, o zararı benden kaldırabilirler mi? Yahut bana bir fayda dilerse, bu rahmetini benden engelleyebilirler mi? C- "De ki.: bana Allah yeter." Yani onlara de ki: Bana hayır gelmesi ve şerrin benden önlenmesi için Allah, bana yeter. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz, onlara bunu sorunca, onlar sustular, işte o zaman bu kelâm nazil oldu. D- "Tevekkül edenler, yalnız O'na tevekkül ederler." Yani tevekkül edenler, Allah'tan başkasına tevekkül etmezler; çünkü her şeyin Allah'ın hükümranlığı altında olduğunu bilirler. 39Bak. Âyet 40. 40"De ki: Ey kavmim! Kendi durumunuza göre elinizden geleni yapın; kadar ben yapacağım! Kendisini rezil- rüsva edecek azap kime gelecek, kime daimî azap inecek, yalanda bileceksiniz!" Yani onlara de ki: siz kendi düşmanca halinize göre elinizden geleni yapın; kadar ben de, kendi durumuma göre elimden geleni yapacağım. Bu ifâde, zımnen bildiriyor ki, Peygamberimizin hali, durmadan Allah'ın yardım ve desteğiyle güçlenmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, onları, "kendisini rezil-rüsva edecek azap kime gelecek..." kelâmiyla, her iki cihanda onlara karşı muzaffer olacağını bildirmekle onları tehdit etmiştir. Zîrâ düşmanlarının rezil-rüsva olması, Peygamberimizin galibiyetin delilidir. Nitekim Allah (celle celâlühü), Bedir savaşında onları cezalandırıp kendilerini rezil-rüsva etmiştir. Âyetteki daimî azabından murat, Cehennem azabıdır. 41"Ey Peygamberim! Şüphesiz ki Biz, insanlar için bu Kitabı sana hak olarak indirdik. Artık kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur; kim de saparsa, ancak kendisi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerine bir vekil değilsin." İnsanların dünyevî ve uhrevî maslahatları Kur’ânin hükümlerine bağlı olduğu için, Kur’ân onların yararına indirilmiştir. Artık Kur’ânin hükümleriyle amel ederse, kendi nefsine fayda sağlamış olur; kim de Kur’ânin hükümleri gereğince amel etmezse, onun vebak yalnız kendisine aittir. Ve ey Peygamberim! Sen onların üzerine bir vekil değilsin ki, onları hidâyete icbar edesin. Senin vazifen, ancak tebliğdir. Ve sen bunu hakkıyla tebliğ ettin. 42"Allah, (insanların) ölümü vaktinde canları alır. Ölmeyecek olanı da uykusunda bir nevi ölü durumuna sokar. Böylece üzerine ölüm hükmü sabit olan ruhu tutar da, diğerini belli bir vakte değin salıverir. Hiç şüphe yok ki, bunda, düşünür zümreler için birçok âyetler vardır." A- "Allah, (insanların) ölümü vaktinde canlarını alır. Ölmeyerek olanı da uykusunda bir nevi ölü durumuna sokar. Böylece üzerine ölüm hükmü sabit olan ruhu tutar da, diğerini belli, bir vakte değin salıverir, " Allah, ruhun bedenle olan irtibatını ve beden üzerindeki tasarrufunu, ya ölüm hâlinde olduğu gibi hem zahir, hem de bâtın olarak keser; yahut uyku halinde okluğu gibi yalnız zahir olarak keser. Böylece üzerine ölüm hükmü sabit olan ruhu tutup onu bir daha bedene geri göndermez; uyku haline soktuğu ruhu ise, uyandığında bedenine geri gönderir ve ecel olarak tayin edilen süreye değin onu serbest bırakır. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, insanda bir nefs var, bir de ruh var, ikisinin arasında da güneş ışınları, gibi bir şey var. Nefs, akıl ve temyiz fonksiyonlarını icra eder; ruh da, nefes ve hareket fonksiyonlarını icra eder. Ölüm halinde her ikisi de sona erer. Uyku hâlinde ise, yalnız nefs gider. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet edilen bu görüş, zikredilen görüşe yakındır. B- "Hiç şüphe yok ki, bunda, düşünür zümreler İçin birçok âyetler vardır." Yani zikredildıği gibi ölüm halinde her ikisinin de gitmesinde ve uyku halinde ise, birinin tutulup diğerinin salıverilmesinde, Allah'ın (celle celâlühü) kudretinin ve hikmetinin sonsuzluğuna ve rahmetinin şümullü olduğuna delâlet eden birçok garip âyet vardır. Yalnız bu âyetleri, ancak, ruhun bedenle olan irtibatının nasıl olduğunu, ölüm halinde ondan tamamen ayrılmasının nasıl olduğunu, ölümden sonra bedenin yok olmasından sonra da ruhun nasıl baki tutulduğunu, ruhun, saadet ve bedbahtlığını, uyku hâlinde ise ruhun, yalnız zahiren bedenden nasıl, ayrıldığını ve eceli gelinceye değin de nasıl serbest bırakıldığını ancak düşünen zümreler anlar. 43"Yoksa onlar, Allah'tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? Ey Peygamberim! De ki: ya onlar, hiçbir şeye mâlik değillerse ve biç akıl erdir emiyorlar s a!.." Yani Kureyş, Allah'ın izni olmaksızın, O'nun katında kendileri için şefaat edecek şefaatçiler edindiler. Ey Peygamberim! Onların bu hallerini takbih etmek ve bundan dolayı onları kınamak üzere, kendilerine de ki: Onlar, Allah katinda şefaatçi olabilmeleri şöyle dursun, hiçbir şeye mâlik değillerse ve hiç akıl edemiyorlarsa! . . Yahut onlarin yaptıkları, hiç de şefaatçiler edinmek değildir; çünkü onların yaptıkları, putları şefaatçiler edinmenin bir şubesidir. Bu ise, en zahir olan imkânsızlardandır. 44"De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Bütün göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O'nundur. Sonra ancak O'nun huzuruna döndürüleceksiniz." Yani ey Peygamberim! Zikredilen hakikatlerle onların cehaletini ispat edip kendilerini hüccetle mağlup ettikten sonra hakkı tahkik için de ki: bütün şefaat Allah'ındır; onun mâliki yegâne Allah'tır. Hiçbir kimse, her hangi bir şefaatte bulunamaz; ancak kendisine şefaat edilen kişinin, ilâhî rızaya ermiş olması ve şefaatçinin de izinli olması hali müstesna; ancak o takdirde şefaat mümkündür. Müşriklerin şefaatçiler edinmelerinde ise, her iki husus da mevcut değildir. "Bütün göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O'nundur" cümlesi de, anlatılan hakikatin izahı ve tekididir. Yani bütün göklerin, yerin ve her ikisinde bulunan varlıkların hükümranlığı yalnız Allah'ındır; O'nun izni ve rızası olmadan O'nun her hangi bir işi hakkında konuşamaz. Sonra kıyamet günü ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak hiç kimsenin huzuruna değil, ancak O'nun huzuruna döndürüleceksiniz, işte kıyamet gününde o, dilediğini onlara yapacaktır. 45"Allah tek olarak anıldı mı, ahirete inanmayanların gönüllerine sıkıntı basar. Ama Allah'tan başkaları anıldı mı, o zaman da yılışırlar." Yani onların ilâhları anılmadan Allah tek olarak anıldı mı, ahirete inanmayanların canları sıkılır ve nefret ederler. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Sen Rabbini kuran'da tek olarak andığın zaman, onlar, canları sıkılmış vaziyette gerisin geri dönüp giderler." (İsrâ: 46) Ama Allah'tan başka ilâhları, tek olarak, yahut Allah ile beraber anıldıklarında, o ilâhlarına aşırı meftun olmalarından ve Allah'ın hakkını unuttuklarından dolayı hemen yılışmaya başlarlar. 46"De ki: Ey gökleri ve yeri yoktan var eden, ey gizliyi de, açığı da bilen Allah'ım! Kendisinde anlaşmazlığa düştükleri şeylerde kullarinin arasında sen hükmedeceksin, " Yani ey Peygamberim! Hakka davet işinde sıkıntıya düştüğün zaman ve müşriklerin şiddetli kibir ve inatları karşısında canın sıkıldığı zaman de ki: Ben duâ ile Allah'a iltica ediyorum. Zîrâ her şeye Kadir olan ve bütün halleri bilen yegâne O'dur. Yani anlaşmazlığa düştükleri konularda, kulların arasında her mütekebbir ve inatçının da teslim edeceği ve her serkeşin de boyun eğeceği hükmü sen verirsin. Bu hüküm, dünyevî veya uhrevî azaptır. 47"Eğer yeryüzünde ne varsa hepsi ve onunla beraber bir misli daha o zâlimlerin olsa, kıyamet gününde o azabın şiddetinden kurtulmak için onu elbette feda ederlerdi. Onlar için hiç hesaba katmadıkları şeyler de Allah tarafından meydana çıkarılacaktır." A- "Eğer yeryüzünde ne varsa hepsi ve onunla beraber bir misli daha o zâlimlerin olsa, kıyamet gününde o azabın şiddetinden kurtulmak için onu elbette feda ederlerdi." Bu kelâm, Peygamberimizin niyaz ettiği hükmün eserlerini ve onun son derece çetin ve feci olduğunu beyân etmektedir. Gördüğün gibi bu kelâm, pek ağır bir ceza vaadidir ve onların kurtuluş umudunu tamamen kesmektedir. B- "Onlar için hiç hesaba katmadıkları şeyler de Allah tarafından meydana çıkarılacaktır." Yani onların hesabında olmayan çeşidi cezalar da, Allah tarafından onlar için meydana çıkarılacaktır. Bu, en ağır ceza vaadidir. Bunun bir aksi vaat benzeri de, "Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığım hiç kimse bilemez." (Secde: 17) âyctindekı mükâfat vaadidir. 48"Onların kazandıkları kötülükler o gün açığa çıkmış olacak ve kendisiyle alay etmekte oldukları şey de, kendilerini sarmış olacaktır." Yani kıyamet günü amel defterleri kendilerine gösterileceği zaman amellerinin kötülükleri açığa çıkmış olacak ve onların cezası da kendilerini sarmış olacaktır. 49"Şu insana bir zarar dokundu mu, Bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet: bağışladık mı, "Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir" der. Hayır! O, bir imtihandır; fakat onların çoğu bilmiyorlar. A- "Şu insana bir zarar dokundu mu, Bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bağışladık mı, "Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir" der." Bu ifâde, insanların çoğunun yaptıklarının, insanların hepsine isnâd edilmesi, kabilindendir. Bu insanlara, Allah'ın bir lutfu olarak bir nimet bağışlandığı zaman, derler ki: ben, onu kazanma yollarını bildiğim için, yahut Allah, benim buna lâyık olduğumu bildiği için bu nimet bana verilmiştir. B- "Hayır! O, bir imtihandır; fakat onların çoğu bilmiyorlar." Yani onlara bu nimetin verilmesi, kendileri için bir denemedir: bakalım şükrünü eda edecekler mi, yoksa nankörlük mü edecekler? Bu kelâm, o insanların söylediklerini reddetmektedir. 50"Bu sözü, onlardan öncekiler de söylemişlerdi de, kazandıkları şeyler onlara fayda vermemişti." 51"Nihayet yaptıkları kötülüklerin vebali onları çarpmıştı. Bunlardan da zulmedenlerin işledikleri kötülükler, kendilerini çarpacaktır. Zaten onlar Allah'ı âciz bırakabilecek değildirler." Yani "bu nimet bana ancak bilgimden dolayı bana verilmiştir "sözünü onlardan öncekiler de söylemişlerdi de, kazanıp biriktirdikleri dünya malları, onlara fayda vermemişti. Nihayet yaptıkları kötü amellerinin cezası onları çarpmıştı. Bu müşriklerden de zulmedenlerin işledikleri küfür ve günahların vebali, kendilerinden öncekileri çarptığı gibi, kendilerini de çarpacaktır. Nitekim anılan vebal, onları çarptı, hem de nasıl çarptı? Nitekim yedi sene kıtlığa mahkum oldular ve ileri gelenleri, Bedir savaşında öldürüldüler. 52"Bilmemişler mi ki, Allah, şüphesiz dilediğinin rızıkını genişletiyor ve daraltıyor. Hiç şüphesiz bunda inanan bir zümre için birçok âyet vardır." Yani anılan sözü söylediler de, bilmediler mi, yahut gafil kalıp da, bilmediler mi Allah, dilediğinin rızıkını genişletiyor ve daraltıyor ve hiç kimsenin bunda müdahalesi olamıyor. Nitekim Allah, onların rızıkını yedi sene kıstı; sonra yedi sen de genişletti. İşte bu zikredilenlerde, inanan bir zümre için, bütün hâdiselerin Allah'tan olduğuna delâlet eden birçok delil vardır. Delilleri tetkik edenler, îmân ehli oldukları için, onlar zikre tahsis edilmişlerdir. 53"Ey Peygamberim! Benim adıma de ki: Ey kendi nefisleri aleyhinde haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Zira şüphesiz O, yegâne gafurdur ve rahimdir." Yani ey Peygamberim! Benim adıma de ki: Ey ifrat derecesinde cinayetler işleyip günahlarda haddi aşan kullarım! Önce benim mağfiretimden, ikinci olarak da benim lütfumden umut kesmeyin. Çünkü Allah, kısmen azap verdikten sonra da olsa, dilediği kimsenin bütün günahlarını bağışlar. Bu ilâhî mağfireti tevbe şartına bağlamak, âyetin zahirine ters düşmektedir. Nitekim Allah, : "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bunun dışında dilediğini bağışlar." (Nisa: 116) âyetinin zahiri de, Allah'a ortak koşmanın dışında mutlaktır. Nitekim "şüphesiz ki o, yegâne gafurdur ve rahimdir" cümlesinin, makabline, illet olarak mübalağa (çok bağışlayan, çok merhamet eden) ifâde etmesi, yine bu cümlenin hasr (gafur ve rahîm yegane O'dur) ifâde etmesi, mağfiretten sonra rahmet vaadi, bu cümleden önce mağfiretin genel olmasını gerektiren "kullarım!" kelimesinin, merhamet: icap ettiren zilleti ifâde etmesi, haddi aşma zararının onların nefsine tahsis edilmesi, mağfiret ve mudakiyeti şöyle dursun, rahmetten umut kesilmeme sinin emredilmesi, "çünkü Allah, bütün günahları bağışlar" cümlesinin, buna illet kılınması, zamir makamında ismi celilin (Allah) zâhır olarak kullanılmasından dolayi, mutlak müstağni ve ihsan sahibinin yegâne Allah, olduğunun ifâde edilmesi ve anılan cümlede "bütün" kelimesi ile tekîd yapılması (Allah, bütün günahları bağışlar) da, anılan mağfiretin tevbe şartına bağlı olmadığına delâlet etmektedir. Nüzul sebepleri konusunda, bu âyetin, tevbe edenler hakkında nazil olduğuna dâir gelen rivâyet de, bu hükmün, tevbe edenlere tahsisini gerektirmez. Bir kelâm içinde mutlak ile mukayyet (kayıtlı) zikredildik!erinde, mutlak olanın da, mukayyet olana hami edilmesinin zorunlu olması iddiası da, teslim edilmemektedir. Kaldı ki, burada bir kelâm değil, bir kelâm gibi sayılması söz konusudur. 54"Sîze azap gelip çatmadan önce Rabbinize yönelin; O'na teslim olun; sonra sîze yardım olunmaz." Bu âyette tevbe ve İhlasın emir edilmesi de, bundan önce genel olduğu delilleriyle açıklanan mağfiretin, tevbe şartına bağlı olmasını gerektirmez. Çünkü bu konuda iddia edilen, bundan önceki âyetin, öncesinde tevbe ve azap biç olmaksızın, herkes için bağışlamanın hâsıl olacağına delâlet etmesi değildir ki, tevbe ve İhlasın emredilmesine gerek kalmasın ve bundan sonra zikredilen, azap vaadiyle çelişki oluştursun. 55"Sizin haberiniz yok iken o azâbın birden bîre gelivermesinden önce, Rabbinizden size indirilmiş olanın en güzeline uyun." Burada, indirilmiş olanın en güzelinden murat, Kur’ân'dır, yahut yasaklar değil, emirlerdir, yahut ruhsatlar değil, azimetlerdir (aslî hükümlerdir), yahut nesh edilmiş olan değil, öncekini nesli eden son hükümdür. Muhtemeldir ki, ondan murat, Allah'a tamamen yönelmek ve itaat ile ibâdetleri devamlı yerine getirmektir. 56Bak. Âyet 57. 57"Kişinin: "Allah'a karşı aşırı gitmem dem dolayı bana yazıklar olsun! Ben gerçekten (Allah'ın diniyle ve o dinin mensuplarıyla) alay edenlerdendim", yahut: "Allah bana (hakka irşad ile) hidâyet verseydi, elbette (şirk ve günahlardan)sakınanlardan olurdum" veyahut o azabı gördüğünde: "Keşke benim için bir kez daha dünyaya dönüş olsaydı da, (itikad ve amelde) iyilerden olsam!" diyeceği günden sakının." 58Ve yahut azabı gördüğü zaman: “Bana, (dünyaya) bir geri dönmek olsaydı da güzel amel işliyenlerden olaydım.” demesi vardır. 59"Hayır! Ayetlerim her halde sana gelmişti de, sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştun." 60"Kıyamet günü, dünyada Allah'a karşı yalan söylemiş olanları yüzleri kapkara göreceksin. (İmân ve itaatten) kibrlenenler için Cehennemde bir yer yok mu!" Yani dünyada Allah'ı, -hâşâ! - çocuk edinmesi gibi iddialarla yüce şânına yakışmayan vasıflarla vasıflandırarak O'na karşı yalan söylemiş olanların yüzlerini, karşılaşacakları korkunç hallerden dolayı, yahut cehalet karanlığının yansıması olarak, kapkara görürsün. 61"Allah, takva sahiplerini kurtuluşa erdirecektir. Onlara hiç bir fenalık dokunmayacak ve onlar mahzun da olmayacaklardır" Yani Allah, şirkten ve günahlardan sakınanları mütekebbirlerin yeri olan Cehennemden kurtaracak ve onları muratlarına erdirecektir. 62"Allah, her şeyin yaradanıdır ve o, her şeye vekildir." Yani hayır, şer ve îmân, küfür ne varsa, hepsini Allah yaratmaktadır. Ancak bu, insanları icbar etmekle değil, fakat bu yaratma, kişinin, sebeplere başvurması neticesinde gerçekleşmektedir. Ve Allah (celle celâlühü), her şeye vekil olup dilediği gibi her şeyde tasarruf etmektedir. 63"Bütün göklerin ve yerin anahtarları, ancak O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir." A- "Bütün göklerin ve yerin anahtarları, ancak O'nundur." Yani Allah'tan başka hiç kimse, göklerde ve yerde bir şeye mâlik olmayıp onlarda hiçbir tasarruf imkânına sahip değildir; göklerde ve yerde yegâne muktedir’O'dur ve onları koruyan da kendisidir. Bu âyet, Allah'ın lü, kâinattaki istiklâl ve istibdadına ziyadesiyle delâlet etmektedir. Zîrâ hazinelere ancak anahtarları elinde olan kimseler girebilir. Hazret-i Osman'dan rivâyet olunduğuna göre, kendisi, Peygamberimize bu âyette geçen anahtarların ne anlama geldiğini sormuş; Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: "Onların tefsiri şudur: Lâ ilahe illa'llah va'llahu ekber ve sübhanallahi vebi hamdihi ve estağfırullah ve lâ havle ve lâ kuvvete illa bil-lah'ıl akyyi'il azîm hüve'l evvelü ve'l âhıra ve'z zahiru ve'l bâtın bi yedıh'il hayr yuhyî ve yumît ve hüve alâ külli şey'in kadir Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur; O, en büyüktür; O'na hamd ederek kendisini tenzih ederim ve O'ndan mağfiret dilerim. Bir şeyi yapmak veya yapmamak kudretim, ancak Allah'tandır. O, yücedir; pek büyüktür. Evvel de O'dur; En son da O'dur; Zahir de. O'dur; bâtın da O'dur. Hayır, ancak O'nun elindedir. O, yaşatir; O, öldürür. O, her şeye Kadirdir." Bu hâdise göre, âyetin mânâsı şöyledir: bu kelimeler, Allah'ındır; bu kelimeler, O'nun tevhidini ve bol ihsan ve keremini ifâde etmektedir. Bu kelimeler, göklerin ve yerin hayırlarının anahtarlarıdır. Bu kelimeleri okuyana hayır isabet eder. B- "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir." Hulâsa: Allah, her şeyin yegâne Yaradanıdır ve dilediği gibi her şeyde tasarruf edip yaşatır ve öldürür; yüceler âlemi ile aşağı âlemin anahtarları O'nun elindedir. O'nun âfak ve enfüste (hariçte ve dâhilde) kâinat âyetleri île vahiy âyetlerini ve ezcümle bu hakikatleri ifâde eden mezkûr âyetleri inkâr edenler var ya, en büyük hüsrana uğrayanların ta kendileridir. 64"Ey Peygamberim! Onlara de ki: "Ey cahiller! Bana, Allah'tan başkasına tapmamı mı emrediyorsunuz? " Yani onlara de ki: Ben bunca âyetleri gördükten sonra Allah'tan başkasına tapmamı mı emrediyorsunuz? Müşrikler, aşırı hamakatlarından dolayı, Peygamberimize: "Sen de bazı ilâhlarımıza hürmeten el sür; biz de senin İlahına îmân edelim!" demişlerdi. 65"Yemin olsun ki, sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştur ki, eğer (farzedelim) Allah'a ortak koşar isen, amellerin mutlak ve muhakkak boşa gider ve hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olursun." Bu kelâm, peygamberlerin heyecanına heyecan katmak ve kâfirlerin umutlarını kesmek için, farzı muhal kabilinden vârid olmuştur. Bir de bize bildiriyor ki, Allah'a ortak koşmak, o kadar şeni' ve çirkin bir şeydir ki, yapmaları mümkün olmayan peygamberler bile ondan men'edilmektedirler. O halde başkası nasıl olmak? Burada, şirke düşmek halinde amellerin boşa gitmesinin mutlak olarak ifâde edilmesi, muhtemeldir ki, peygamberlerin, -farzı muhal- şirki içindir. Zîrâ onların şirki daha ağır ve daha çirkindir. Yine muhtemeldir ki, amellerin boşa gitmesi, şirkin ölüme kadar sürmesi şartına bağlıdir. Nitekim: "Siz müslümanlardan bir kimse, dininden dönüp de, kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri boşa gider." (Bakara: 217) âyetinde bu husus, sarih olarak zikredilmektedir. 66"Hayır! Yalnız Allah'a ibâdet et ve (sana olan nimetlerine) şükredenlerden ol!" 67"Onlar, Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Oysa kı kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır; bütün gökler de O'nun kudret eliyle durulmuş olacak. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir." A- "Onlar, Allah'ı (celle celâlühü) hakkıyla takdir edemediler. Oysa ki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır; bütün gökler de O'nun kudret eliyle durulmuş olacak." Yani onlar, Allah'ın (celle celâlühü) azametini hakkıyla takdir edemediler. Nitekim O'na ortak koştular ve O'nu, yüce şânına yakışmayan sıfatlarla vasıflandırdılar. Âyet, Allah'ın (celle celâlühü) sonsuz azamet ve kudretine ve akıllara hayret veren bu muazzam fiillerin bile, Allah'ın kudretine göre gayet önemsiz olduklarına dikkat çekmekte ve bu âlemi tahrip etmenin bile, O'na göre en kolay bir ış olduğunu bildirmektedir. B- "O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir." Kudret ve azameti bu kadar sınırsız olan Allah, o müşriklerin ortak koştukları şeylerden, yahut onların ortak koşmalarından ne kadar uzak ve yücedir! 68"Sûr'a üfürülünce, Allah'ın diledikleri müstesna, bütün göklerdekiler ve yerdekiler hemen yere düşeceklerdir. Sonra ona bir daha üfürülünce, bir de bakarsın ki, hepsi ayakta bakınıyor." Birinci nefha'da yere düşmeleri, ölü olarak yere düşmeleri demektir; yahut baygın halde yere düşmeleri demektir. Bundan müstesna olanlar, Cebrâîl Mikâil (aleyhisselâm) ve İsrafil (aleyhisselâm)'dir. Zîrâ onlar henüz ölmezler. Yahut müstesna olanlar, arş'ı taşıyan meleklerdir. İkinci kez sûr'a üfürülünce, insanlar, kabirlerinden kalkacaklar, yahut ayakta bekleyecekler, demektir. Onların bakınmaları, şaşkınlar gibi gözlerim çevirip etrafa bakacaklar, yahut kendilerine ne yapılacağını bekleyecekler, demektir. 69"Yeryüzü, Rabbinin nura ile aydınlanır; o kitap da konulur; peygamberler ve şehitler (veya şahitler) getirilir ve onlar arasında hak ile hükmedikr ve onlara asla zulmedilmez." Yani icra edilen adaletle yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanır. Mecazî olarak nur, adalet anlamında kullanılmış, zîrâ adalet, hakları ortaya çıkarır ve ülkeleri güzelleştirir. Nitekim zulme de zulmet (karanlık) denilmektedir. Bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Zulüm, kıyamet gününde, zulmeder (karanlıklar) olur." 12 12. Buharî/Kıtâbu'l Mazâlim, bab: 8. Tırmizî/Kitâbul Bırr, bab: 83 Kitabın konulmasından murat, hesap ve cezadır. Yahut amel defterlerinin, sahiplerinin ellerine verilmesidir. Diğer bir görüşe göre ise, bundan murat, Levh-ı Mahfuz'un kurulması ve amel defterleriyle karşilaştırılmasıdır. Şahitlerden murat, meleklerden ve mü’minlerden, ümmetlerin lehinde ve aleyhinde şâhitlik edecek olanlardır. Diğer bir görüşe göre ise şehitler getirileceklerdir. Ve kullar arasında hak ile hükmedilecek ve hiç kimseye, verilen vaadin dışına çıkılarak, mükâfatı eksik verilerek veya azabı arttırılarak zulmedilmeyecektir. 70"Herkesin yaptığı kendisine tastamam verilir. Zaten Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir." 71"O kâfirler, bölük, bölük Cehenneme sürülür. Nihayet oraya girdikleri zaman kapıları açılır. Onun bekçileri onlara: "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?" derler. Onlar da derler ki: "Evet, ama azap hükmü kâfirlerin üzerine sabit olmuştur." A- "O kâfirler, bölük, bölük Cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır. Onun bekçileri onlara: "Size içinizden Rabbınizın âyetlerini size okuyan ve bu güne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?" derler." Burada, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığının tastamam verileceği açıklanmakta ve onun keyfiyeti beyân edilmektedir. Yani kıyamet günü kâfirler, dalâlet ve şirret tabakalarına göre arka arkaya bölük, bölük sıralanmış halde huşunet ve hakaretle Cehenneme sevk edileceklerdir. Nihayet oraya geldikleri zaman içine girmeleri için Cehennem kapilari açılır. Cehennem bekçileri, onları tahkir etmek ve kınamak için onlara: "Size Rabbinizin âyetlerini okuyan ve sizin Cehenneme gireceğiniz bu güne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler size gelmedi mi?" diyecekler. Bu âyet-i kerime, ilâhî şeriat tebliğ edilmeden önce mükellefiyet olmadığı hususunda delildir. Zîrâ Cehennem bekçileri, Cehennem ehlini kınarken, buna, peygamberlerin onlara gelmesini ve kitapları kendilerine tebliğ etmelerini gerekçe göstermektedirler. B- "Onlar da derler ki: "Evet, ama azap hükmü kâfirlerin üzerine sabit olmuştur." Yani Cehennem yaranı da diyecekler ki: Evet, bize peygamber geldi ve bizi uyardı; fakat azap hükmü kâfirler üzerine sabit olmuştur. Nitekim Allah (celle celâlühü), İblis’e hitaben şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ben, seni ve sana uyanların hepsini Cehenneme dolduracağım." (Sâd: 85) Ve Cehennem ehli diyecekler ki: işte biz de, şeytana uyanlardan olduk; peygamberleri yalanladık ve: "Allah (celle celâlühü), herhangi bir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz." (Yâsîn: 15) dedik diyeceklerdir. 72"Onlara: "İçinde ebedî kalacağınız Cehennemin kapılarından İçeri girin!" denir. Büyüklenenlerin yeri ne de kötüdür!" 73"Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da, bölük, bölük Cennete sevk edilirler. Nihayet oraya varıp da, kapıları açıldığında bekçileri onlara: "Selâmün alevinim "selâm size; hoş geldiniz! Artık ebedî kakalar olarak buraya girin!" derler." Cennet bekçileri de, Cennet yaranma diyecekler kı: Bütün acı ve kötülüklerden selâmet buldunuz; günah kirlerinden arındınız. Yahut size sunulan nimetlerle gönlünüz hoş oldu. 74"Cennettekiler: "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi dilediğimiz yerinde oturacağımız bu Cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamdolsun! İyi amel edenlerin mükâfatı ne güzelmiş!" derler. Burada Allah'ın (celle celâlühü) vaadinden murat, tekrar dirilme ve mükâfat vaadidir. Cennet ehlinin, Cennetten diledikleri yerde oturmaları, geniş Cennette bulunan çeşitli makamlarda oturmalarının serbest olmasıdır. 75"Ey Peygamberim! Melekleri görüyorsun la, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın çevresini kuşatmışlardır, insanlar arasında hak ve adaletle hükmedilmiş ve: "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun!" denilmiştir." A- "Ey Peygamberim! Melekleri görüyorsun ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş in çevresini kuşatmışlardır." Melekler, lezzet almak ve zevk duymak için, Allah'ın Celal ve ikram vasıflarıyla O'nu zikrederler. Bu âyet bize bildiriyor ki, Illiyyîn (yüceler yücesinde bulunanlar) meleklerin en yüksek dereceleri ve en üstün lezzetleri Allah'ın yüce şanlarına gark olmaktır. B- "insanlar arasında hak ve adlaetle hükmedilmiş ve: "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun!" denilmiştir." Yani insanlar arasinda hak ve adalede hükmedilerek bir kısmı Cehenneme, bir kısmı da Cennete konulmuştur. Yahut melekler arasında hak ve adaletle hükmedilerek fazilet derecelerine göre makamlarına yerleştirilmişlerdir. Ve: "Aramızda hak ve adaletle hükmeden ve her birimizi hakkı olan makama yerleştiren Allah'a hamdolsun!" diyeceklerdir. Bunun söyleyenler, aralarında hükmedilmiş olan mü’minler, yahut meleklerdir. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Zümer sûresini okursa, kıyamet gününde Allah, umudunu kesmez ve hâifîn (Allah'tan hakkıyla korkanlar) zümresinin mükâfatını ona verir, " Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anha) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her gece Beni İsrail (İsrâ) ile Zümer sûrelerini okurdu." |
﴾ 0 ﴿