MÜ’MİN (GÂFİR) SÛRESİMekke'de inmiştir; 85 veya 88 âyettir. 1"Hâ. Mîm." 2Bak. Âyet 3. 3"Bu Kitabın indirilmesi, azîz (yegâne galib), alim (her şeyi hakkıyla bilen), günahları örten ve tevbeleri kabul eden, azabı çok çetin, lutf-u kerem sahibi Allah'tandır. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Son dönüş ancak O'nadir." A- "Bu Kitabın indirilmesi, azîz (yegâne galib), alim olan (her şeyi hakkıyla bilen), günahları örten ve tevbeleri kabul eden, azabı çok çetin, lutf-u kerem: sahibi Allah'tandır O'ndan başka hiçbir ilah yoktur." Âyette, "Günahları örten ve tevbeleri kabul eden" şeklinde, Allah'ın bu iki sıfatı arasında "ve" harfinin zikredilmesi, günahları yok etmek ile tevbeyi kabul etmeyi cem' etme mânâsını ifâde etmek içindir. Yahut iki vasfın ayrı ayrı olduklarını bildirmek içindir; çünkü bu iki vasfın bir oldukları vehmedılebilir. Yahut bu iki fiilin yerleri farklı olduğu içindir. Zîrâ günahın örtülmesinde asil kalabilir. Bu ise, tevbe etmeyenler içindir. Zîrâ hadiste vârid olduğu üzere, günahtan tevbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibi olur. Âyette, Allah'ın rahmet sıfatları arasında azap sıfatının bir kez zikredilmesi, ilâhî rahmetin önde ve galip olduğunu bildirmek içindir. O halde Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uyarak O'na bütün varlığımızla yönelmemiz lazımdır. B- "Son dönüş ancak O'nadır." Son dönüş, ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak başkasına değil, yalnız Allah'dır. İşte o zaman itaatliye de, âsiye de yaptıklarının karşılığını verecektir. 4"Kâfir olanlardan başkası, Allah'ın âyetleriylc uğraşmaz. Ey Peygamberim! Artık onların refah içinde şehir şehir dolaşmaları seni yanıltmasın." A- "Kâfir olanlardan başkası, Allah'ın âyetleriyle uğraşmaz." Yani kâfirlerden başkası, Allah'ın âyetlerini eleştirmez ve hakkı ortadan kaldırmak için bâtıl mukaddimeler kullanmaz. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Hakkı ortadan kaldırmak için bâtıl ile mücadele verdiler." (Kehf: 56) Mü’minler ise, Allah'ın âyetlerini eleştirmek şöyle dursun, âyetler hakkında şüpheden bir şaibe bile akıllarına gelmez. Ayederın müşküllerini çözmek, zor anlaşılanları açmak, genel hakikatlerini meydana çıkarmak, idrâklerin daraldığı ve ayakların kaydığı hakikat yollarını aydınlatmak, bâtıl ve dalâlet ehlinin şüphelerini iptal etmek için âyetler üzerinde yapılan tartışmalar ise, en büyük ibâdetlerdendir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz: "Kur’ân hakkında yapılan bazı tartışmalar küfürdür" buyurmak suretiyle tartışmadan tartişmaya fark olduğunu bildirmektedir. B- "Ey Peygamberim! Artık onların refah içinde şehir şehir dolaşmaları seni yanıltmasın." Yani onların küfrü tescil edildiğine göre ve Allah'ın en çok sevmediği şey ve dünyevî ve uhrevî hüsranı en çok celbeden şey küfür olduğuna göre, artık onların böyle refah içinde şehir, şehir dolaşmaları seni yanıltmasın. Zîrâ anılan hususları kesin olarak anlamış olan kimse, o kâfirlerin, sahip oldukları dünyevî imkânlara ve süslere aklanmaz. Zîrâ bu kâfirler de, kendilerinden önceki ümmetler gibi ilâhî azaba yakalanacaklardır. Nitekim bundan sonraki âyet de bunu bildirmektedir: 5"Onlardan önce mıh kavmi ve bunlardan sonraki topluluklar da, peygamberleri yalanlamışlardı. Her ümmet, kendi peygamberlerini yakalamaya azmetmişti; batılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Derken ben de, onları yakalayıverdim. İşte benim, azabım nasilmiş gördünüz." Yani onlardan önce Hazret-i Nûh kavmi ve bunlardan sonra Ad ve Semûd kavimleri ile benzerleri de, peygamberlere karşı birlik kurup onlarla mücadele etmişlerdi ve bunlardan her ümmet, kendi peygamberlerini yakalayıp cezalandırmak, yahut öldürmek için azmetmişler ve anılan kâfirlerin yaptıkları gibi, hiçbir asil ve hakikati olmayan batılı, bu kaçınılmaz hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Derken ben de, Azîz ve Muktedir olarak onları bundan dolayı yakalayıverdim. İşte benim azabım nasilmiş gördünüz. Zîrâ onların helâk olmalarının tarihî kalıntıları, görenler için ibret vericidir. Ve Yemin olsun ki, ben, bu kâfirleri de yakalayacağım; çünkü hepsinin yolu birdir ve hepsi aynı suça iştirak etmektedirler. Nitekim bundan sonraki âyet de bunu bildirmektedir: 6"Yine böylece, bu kâfirlerin, de Cehennem yaranı olduklarına dâir Rabbinin hükmü sabit olmuştur." Yani ey Peygamberim! Allah'ın hükmü ve icrası, hakkı kaldırıp batılı onun yerine koymak için peygamberlerini yalanlayıp onlara karşı birlikler kurarak mücadele edenler hakkında olduğu gibi, seni de yalanlayan, sana karşı birlik kuran ve senin için, ellerinden gelmeyen şeylere azmeden bu kâfirlerin de Cehennem ehli olduklarına dâir Rabbınin hükmü sabit olmuştur. Zîrâ bu kâfirler, azapların en çetini ve en fecisi olan Cehennem azabına ve orada ebedî kalmaya müstahak olmuşlardır. Çünkü bunlar, son derece inatçı kâfirler olup kendilerinden önceki helâk edilmiş olan ümmetler gibi, peygamberlerine kaşı birlik olup mücadele vermişlerdir. İşte bundan dolayı bu kâfirler, azabın bütün çeşitlerini en çok hak etmiş olan kimselerdir. 7"O arş'ı yüklenen ve çevresinde bulunan melekler, rablerini hamd ile tesbih ederler. O'na hakkıyla îmân ederler ve mü'minlerin bağışlanması için şöyle niyaz ederler: "Ey Rabbimiz! Sen rahmetçe ve ilimce her şeyi kuşatmışsındır. Artık tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla; onları Cehennem azabından koru!" A- "o arş'ı yüklenen ve çevresinde bulunan melekler, rablerini hamd de tesbih ederler." Bu melekler, bütün meleklerin en yüksek tabakasıdır ve hepsinden önce yaratılmışlardır. Bu meleklerin, Arş'ı yüklenmeleri ve çevresinde bulunmaları mecazî olup Arş'ın muhafazası ve tedbiriyle görevli olmaları anlamındadır ve onların, Arş'ın sahibi Allah'a yakın olmalarından ve O'nun yanında itibar sahibi olmalarından kinayedir. Bu kelâm, Peygamberimizi teselli edip meleklerin eşrafının, Peygamberimizin yanında bulunan mü’minlerin velÂyetine, yardımına ve onlara her iki cihan saadetini niyaz etmeye devam ettiklerini beyân etmektedir. Yani bu melekler, Allah'ı, kendisine yakışmayan vasıflardan tenzili etmekte ve sonsuz nimetlerine, de hamd etmektedirler. B- "O'na hakkıyla îmân ederler ve mü'minlerin bağışlanması için şöyle niyaz ederler." Yani bu melekler, kendi hallerine yakışan îmân ile îmân ederler. Zahiren bunun doğrudan doğruya zikrine gerek olmadığı halde, sarahaten zikredilmesi, îmân faziletini belirtmek, îmân ehlinin şerefini göstermek ve onların, mü’minlere duâ etmelerinin sebebini zımnen bildirmek içindir. Nitekim "ve mü’minlere mağfiret niyaz ederler " cümlesi de, bunu ifâde etmektedir. Zîrâ imadaki iştirak, en kuvvetli ve en mükemmel münasebettir ve nasihat ile şefkati gerektiren en büyük unsurdur. Anılan meleklerin, mü’minlere mağfiret dilemelerinin de, îmânları, tesbihleri ve hamdları gibi vazifeleriyle beraber zikredilmesi, onların buna son derece itina gösterdiklerini ve bu dualarının Allah katında kabul makamına eriştiğini bildirmektedir. Rivâyet olunuyor ki, arş'ı taşıyan meleklerin ayakları, yerin en aşağı tabakasındadır; başları ise, arş'a dayanmaktadır ve onlar her zaman huşu halinde olup gözlerini hiç kaldırmamaktadırlar. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "sız, Rabbinizin büyüklüğünü (kendi zâtını tasavvur ederek) düşünmeyin; fakat Allah'ın yarattığı melekleri düşünün. Şöyle ki: meleklerden İsrafil denilen mahlûk, arş'ın bir köşesi, onun omzundadır, ayakları ise, yerin en aşağı tabakasındadır; başı da, yedi kat göğün üstüne çıkmaktadır. İşte bu melek bile, Allah'ın azameti karşısında o kadar küçülüyor ki, nihayet en küçük serçe haline gelir, " 13 13 İbni Esir/el-Nihâye an Garibi'l Hadis: 5/191 Hadiste şöyle bildirilmektedir: "Allah, bütün meleklere, sabah akşam, hamelet'ül arş (arş'ı taşıyan) meleklerine selâm vermelerini emir buyurmuştur. Bu, Hamelet'ül Arş'ın diğer meleklere üstün kılındıklarını göstermek içindir." Deniliyor ki, Allah, Arş'ı yeşil bir cevherden yaratmış. Onun köşelerinden her ikisinin arasındaki mesafe, çok hızlı uçan kuşun, seksen senede kat'ettiği mesafe kadardır. Deniliyor ki; Arş'ın çevresinde meleklerden yetmiş bin saf vardır. Bu melekler tehlîl (lâ ilahe illallah) ve tekbir (Allahü ekber) çekerek Arş'ı tavaf ederler. Bu meleklerin arkasında da yetmiş bin saf melek, vardır. Bunlar da, ayakta, ellerini omuzlarına koymuş vaziyette, yüksek sesle tehlîl ve tekbîr' getirmektedirler. Onların arkasında da yüz bin saf melek vardır. Bunlar da sağ ellerini sol ellerinin üzerine koymuşlar; her biri ayrı bir tesbihle Allah'ı tesbih etmektedir. C- "Ey Rabbimiz! Sen rahmetçe ve ilimce her şeyi kuşatmişsındır. Artık tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla; onları Cehennem azabından koru!" Rahmet, önce zikredilmiş, çünkü bizzat maksut olan rahmettir. Yani ey Rabbimiz! Tevbe ettiklerini ve hak yola uyduklarını bu ilminle bildiğin kimseleri bağışla! 8"Ey Rabbimiz! Onları da, onların atalarından., zevcelerinden, nesillerinden dürüst olanları da, kendilerine vaat ettiğin Adn Cennetlerine koy! Şüphesiz yegâne Azîz ve hakîm sensin!" Cennet, ehlinin sevinç ve neşelerinin mükemmel olması için, onların yalanlarının da Cennette olmaları gerekir. İşte bundan dolayı böyle niyaz edilmiştir. Said b. Cübeyr diyor ki: "Mü’min, Cennete girdiğinde, "benim babam, benim çocuğum, benim eşim nerde?" diyecek. Kendisine: "Onlar senin gibi amel etmediler" denilecek. O da diyecek ki: "Ben, hem kendim için, hem de onlar için amel ediyordum." Bunun üzerine: "Onları da Cennete koyun!" denilecek." Allah'ın, Cennet ehlinin anılan yakınlarını da kendilerine, ilhak ederek Cennete koyacağına dâir olan ezeli vaadi, şefaat ve istiğfar (mağfiret dileme) olmaksızın, bunun hâsıl olmasını gerektirmez. Kimi islam âlimlerinin: "istiğfarın faydası, ikram ve mükâfatın arttırılmasıdır." Şeklindeki görüşleri de, buna binâ edilmektedir. Ancak birinci görüş, evlâdır; çünkü (mükâfatın arttırılması değil) Cennete dâhil edilmeleri konusunda bu duâ sarihtir. 9"Bir de, onları bütün kötülüklerden koru! O gün sen kimi kötülüklerden korursan, muhakkak ki, ona rahmet etmiş olursun. Zaten bu da en büyük, kurtuluşun ta kendisidir." 10"Gerçek şu ki: Cehennemdeki kâfirlere şöyle seslenilecek: Allah'ın size olan gazabı, sizin kendinize olan kızgınlığınızdan elbette daha büyüktür. Zira siz imâna çağrıldığınızda inkâr ediyordunuz." Bundan önce, kâfirlerin Cehennem ehli oldukları beyân edildikten sonra burada da, kâfirlerin Cennete girmelerinden sonraki halleri beyân edilmektedir. Yani kâfirler, Cehennemde, dünyada kendilerine kötülük emredip de Cehenneme düşmelerini hazırlayan kendi nefislerine çok kızdıkları zaman, yahut dünyada ahbap olan kâfirler, "o kâfirler, birbirlerini inkâr ederler ve birbirlerine lanet okurlar." (Ankebût: 25) âyetinde de belirtildiği gibi, şâhider huzurunda birbirlerine çok kızacaklar ve birbirlerini şiddetle inkâr edecekler. İşte o zaman uzak bir yerden kendilerine şöyle seslenilecek: Allah'ın sizin emnıâre (kötülükleri çok emreden) nefsinize olan gazabı, yahut O'nun dünyada size olan gazabı, sizin kendi nefsinize olan kızgınlığınızdan elbette daha büyüktür. Zîrâ siz, peygamberler tarafından imâna çağrıldığınızda, hakin kabul etmeyip emnıâre nefisinize ve onun kötü arzularına uyarak, yahut saptıran dostlarınıza uyarak ve onların fikirlerini severek inkâr ediyordunuz. 11"Onlar diyecekler ki: "Ey Rabbimiz! Bizi iki kez imâte ettin (öldürdün); iki kez de dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Artık buradan çıkmaya hiçbir yol yok mu?" Bir görüşe göre onların, birinci öldürmekten kastettikleri, (ana rahminde henüz insan şeklini almadan) önce cansız olarak yaratılmalarıdır. İkinci öldürmekten kastettikleri de, ecelleri sona erip ölürken canlarının alınmasıdır. Zîrâ imâte, bir varlığın cansız kılınmasıdır. İster cansız olarak yaratılmış olsun, -Nitekim "Sivrisineği küçük kılan, fili ise büyük kılan Allah'ı tenzih ederim" ifâdesi de bu kabildendir- ister hayattan sonra can alınmış olsun. İki diriltmekten kastettikleri, ilk defa can vermek ve kabir devresinden sonra yeniden diriltilmektir. Diğer bir görüşe göre ise, birinci öldürmekten kastettikleri, dünya hayatından sonra canların alınmasıdır, ikinci öldürmekten kastettikleri de, kabir hayatından sonra canların alınmasıdır. İki diriltmekten kastettikleri de, (sorgulanmak üzere) kabirde diriltilmek ve kıyamet günü kabirden kaldırılırken diriltilmektir. Bu kelâmı söyleyen kâfirlerin haline en münasip olan da, bu ikinci görüştür. 12"Onlara denilecek ki: "İşte bunun sebebi şudur: bir tek olan Allah'a ibâdete çağırıldığınız zaman, siz inkâr ettiniz; O'na ortak koşulunca da inandınız. Şimdi hüküm, o yüceler yücesi Allah'ındır." Bu kelâm, o kâfirlerin isteklerinin imkânsız olduğunu bildirip onların bu azabını gerektiren kötü amelleri olduğunu beyân etmek suretiyle kendilerine verilecek cevabı anlatmaktadır. Yani bugün hüküm, ancak, hak ile hükmeden ve ancak hikmetin gereğini icra eden Allah'ındır. Allah'ın, zâtında da, sıfatlarında da ve fiillerinde de hiç benzeri yoktur. O, her istediğini yapar ve her dilediğine hükmeder; O'nun hükmüne engel olacak hiçbir güç yoktur. Ve o, müşrikler için bağışlanma olmayacağına ve dünyadaki şenaatleri sonsuz olduğundan dolayı, cezalarının da sonsuz olacağına hükmetmiştir. Binâenaleyh sizin bu Cehennemden çıkmanıza ebediyen imkân olmayacaktır. 13"Allah O'dur ki, size âyetlerini gösteriyor; sizin için gökten rızık indiriyor. Allah'a yönelenlerden başkası ise, ibret almaz." A- "Allah O'dur ki, size âyetlerini gösteriyor; sizin için gökten rızık indiriyor." Yani Allah O'dur ki, size, yüce sânlarına delâlet eden âyetlerini gösteriyor. Bu âyetler, O'nun yegâne İlah olduğunu gerektirmektedir. Size bu âyetleri gösteriyor ki, onları, yegâne İlah olduğuna delil göstere siniz ve onların gereklerini uygulayıp O'nu tevhîd edesiniz ve ibâdetleri kendisine tahsis edesiniz. O, sizin için gökten, rızıkınızın sebebi olan yağmuru indiriyor. Gökten yağmur indirilmesi de, Allah'ın sonsuz kudretine delâlet eden âyetler cümlesinden olduğu halde, yalnız bu, zikre tahsis edilmiş, çünkü bu, şükrü gerektiren ilâhî rahmetin pek açık ve büyük eserlerinden ve büyük nimetlerindendir. B- "Allah'a yönelenlerden başkası ise, ibret almaz." Yani kâinattaki büyük ve parlak âyetlerden ibret alanlar, ancak Allah'a yönelen, kâinatta yaratmış olduğu sonsuz kudretinin kanıtlarını ve ibâdetlerin Allah'a tahsisini gerektiren nimetlerini tefekkür eden kimselerdir. Bu tefekkürden yoksun olanlar ise, ibret ve öğüt almaktan çok uzaktır. 14"Öyle îse, o kâfirlerin hoşuna gitmese de, haydi, dini Allah'a halis kılarak O'na yalvarın!" Yani ibret ve öğüt almak, Allah'a yönelenlere mahsus bir fazilet olduğuna göre, siz ey mü’minleri Allah'a yönelmenizin ve O'na olan îmânınızın gereği olarak, dininizi Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarın! Varsın, bu ihlaslı hâliniz, kâfirlerin hoşuna gitmesin ve onları öfkelendirsin! 15"Melekleri arş'a yükselten, arş'ın sahibi Allah, o kavuşma günüyle korkutmak için, kullarından dilediğine kendi emrinden olan ruhu (vahyi) indirir, " Burada Allah'ın bu iki vasfının zikredilmesi, ibâdetin O'na tahsis edilmesini ve dinin O'na halis kılınmasını gerektiren O'nun yüce şânını ve muazzam hükümranlığını bildirmek içindir. Bu iki vasıf, ya anılan tahsislere kanıt olmak üzere zikredilmiştir. Zîrâ Allah'ın hükümranlığı ve kudret kabzası altında meleklerin arş'a yükseltilmesi ve arş'ın, ulvî (yüce) ve süfli (aşağı) âlemlerin etrafını kuşatmış olması, Allah'ın şânının yüceliğinin ve hükümranlığımn büyüklüğünün sınırsız olmasını gerektirmektedir. Yahut anılan iki vasıf (melekleri Arş'a yükseltmek ile Arş'ın sahibi olmak), Allah'ın şânının yüceliğini ve hükümranlığının büyüklüğünü mecaz yoluyla anlatmak içindir. Tıpkı Allah'ın, Arş'ın üzerine, istiva etmesi (ona hâkim olması) gibi. Bir de, bu zikredilen iki vasıf, "kullarından dilediğine kendi emrinden olan ruhu indirir" cümlesine hazırlık olmaktadır. Yani Allah'ın, cismanî rızık olan yağmuru indirdiği beyân edildikten sonra ruhanî rızık olan vahyi indirdiği beyân edilmektedir. Yani Allah, bedenler için ruh ne ise, kalpler için aynı derecede önemli olan vahyi, kendi emrinden indirir. Zîrâ vahiy, hayırlı bir ilâhî emirdir. Yahut vahyi, emri sebebiyle indirir. Burada Allah'ın dilediğinden murat, elçiliği için ve hükümlerini insanlara tebliğ için seçtiği peygamberlerdir. Korkutandan murat, Allah'tır, yahut peygamberlerdir, yahut vahiydir. Kavuşma günü, kıyamet günüdür. Zîrâ o gün ruhlarla cisimler ve gök ehli ile yer ehli birbirlerine kavuşur. 16"O gün onlar meydana çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli değildir. Hükümranlık kimindir bugün? Kahhâr olan Allah'ındır." A- "O gün onlar meydana çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli değildir." Yani onlar o gün kabirlerinden dışarı çıkarlar. Yahut onlar ortaya çıkarlar ve kendilerini ne bir dağ, ne de bir tepe, ne de bina örtmeyecektir. Çünkü o gün yeryüzü dümdüz ve bomboş olacak. Ve o gün insanların üstünde giysiler de olmayacak; hepsi çırılçıplak olacaklar. Nitekim hadiste şöyle denilmektedir: "insanlar, çıplak, yalınayak ve sünnetsiz olarak haşır olunacaklar.14 14 Buharî/Kitâbü'l Enbiyâ, bab: 8/48 Müslim/Kitâbü'l Cennet, hadis: 56. Tirmizî/ Kitâbü'l Kıyamet, bab: 3. Nesâî/Kitâbü'l Cenaiz, bab: 118, 119. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1223, 229, 253; 3/495; Diğer bir görüşe göre ise, kıyamet günü insanların nefisleri (gönüllerinde olanları) meydanda olacak; bedenleri onları örtmeyecek. Yahut amelleri ve sırları meydanda olacak. Ve onların zâdarmdan, amellerinden, gizli ve açık, geçmiş ve gelecek hallerinden hiçbir şey Allah'a gizli değildir. B- "Hükümranlık kimindir bugün? Kahhâr olan Allah'ındır." Bu kelâm, o gün vaki olacak sual ve cevabı anlatmaktadır. Yani o gün bir münâdi: "Hükümranlık kimindir bu gün?" Diye seslenecek ve mahşer ehli de: "Kahhâr olan Allah'ındır "diye cevap verecekler. Diğer bir görüşe göre ise, cevap verecek olan, soru soranın kendisidir. Zîrâ rivâyet olunuyor ki, kıyamet günü Allah, bütün mahlûkları, eritilmiş gümüş misâli bembeyaz, üzerinde Allah'a hiç isyan edilmemiş bir yüksek düz arazide toplayacak. İşte o zaman ilk önce bir münâdi: "Hükümranlık kimindir bugün? Kahhâr olan Allah'ındır!" diye seslenecek. Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, hal lisanının söyleyeceklerini anlatır ki, o gün bütün mecazî tasarruf sebeplerinin kesilmesi ve bütün fiillerin, ilâhî kudret kabzasına mahsus olması demektir. 17"Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün her hangi bir haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çarçabuk görendir." Bu kelâm, cevabın devamı olup hükümranlığın Allah'a mahsus olduğunu ve onun neticesi olan âdil hükmün uygulanacağını beyân etmektedir. Yahut bu kelâm, anılan sual ve cevaptan sonra Allah'ın söyleyeceklerini anlatmaktadır. Yani iyi olsun, kötü olsun, herkese kazandığının karşılığı olan hayır veya şer verilir. Bugün mükâfatı azaltmak veya cezayı çoğaltmak gibi her hangi bir haksizlik yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çarçabuk görendir, çünkü O'nun bir iş görmesi, başka işleri görmesine engel değildir. Böylece Allah, bütün mahlûkların hesabını en kısa zamanda görecek. Nitekim İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Allah, onların hesabını görmeye başlayınca, Cennet ehli! Dedi mi, hemen Cennette olurlar ve Cehennem ehli! Dedi mi, hemen Cehennemde olurlar." 18"Ey Peygamberim! Sen onları âzifet (yaklaşan kıyamet) günü konusunda uyar! Çünkü o anda korkularını yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zâlimlerin hiçbir can dostu yoktur; sözü dinlenir şefaatçisi de yoktur." Diğer bir görüşe göre ise âzifet çizgisi, Cehennem ehlinin Cehenneme girmeye başladıkları çizgidir. Diğer bir görüşe göre Âzifet, ölüm anıdır. Tıpkı: "Can, boğaza dayandığında..." (Vakıa: 83) ve "Can, köprücük kemiğine dayandığında..." ( (Kıyamet: 26) âyetlerinde de aynı an, anlatıldığı gibi. Yani yürekler, yerlerinde yukarı çıkıp boğazlarına yapışır ve artık yerlerine geri dönmüyor ki, rahatlasınlar ve dışarı da çıkmıyor ki, ölüp kurtulsunlar. 19"Allah, gözlerin hain bakışını da, kalplerin gizlediğini de bilir." Yani Allah, gözlerin namahreme hain ve dikkatle bakmasını ve kalplerin gizlediği sırları da hakkıyla bilmektedir. 20"Ve Allah, adaletle hükmeder; onların Allah'tan başka taptıkları ise, hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphe yok ki, Allah, yegâne Semidir ve Basîrdir." A- "Ve Allah, adaletle hükmeder; onların Allah'tan başka taptikları ise, hiçbir şeye hükmedemezler." Zîrâ yegâne mâlik ve mutlak hâkim. Allah'tır, işte bunun, için o, neye hükmederse, o hak ve adalettir. Onların Allah'tan başka taptıkları ise, hiçbir şeye hükmedemezler. Bu ifâde, onların ilâhları ile istihza anlamını taşımaktadır. Çünkü cansız varlıklar hakkında "hükmeder" denmez.. B- "Şüphe yok ki, Allah, yegâne Semi'dir ve Basîrdir." Bu kelâm, Allah'ın, gözlerin hain bakışını bildiği ve hakka hükmettiği konularına bir izah, o müşriklerin söylediklerine ve yaptıklarına karşı bir tehdit ve Allah'tan başka yalvardıkları ilâhların halini tarizdir. 21"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğunu görsünler? Onlar kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerce bunlardan daha da üstün idiler. Sonunda günahları yüzünden Allah, onları yakaladı. Onları Allah'ın azabından koruyan da olmadı." Yani onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, Ad, Semûd ve benzerleri gibi kendilerinden önce peygamberleri yalanlayanların akıbetlerini görsünler? O eski kavimlerin kudretleri, yeryüzündeki tasarruf imkânları, muhkem kaleler ve sağlam şehirler gibi eserleri bunlardan daha üstün idi. Sonunda günahları yüzünden Allah, vahim şekilde onları yakaladı ve onları Allah'ın azabından koruyan da olmadı. 22"Bunun sebebi şu idi: Peygamberleri kendilerine mucizeler (veya açık hükümler) getirdikleri halde onlar inkâr etmişlerdi. Allah da kendilerini yakalayıvermişti. Çünkü gerçekten o, çok kuvvetlidir; azabı çok çetindir." 23Bak. Âyet 24. 24"Yemin olsun ki, Biz, Mûsa'yı mucizelerimizle ve apaçık hüccetle Fir’avun'a, Hârnan'a ve Karun'a gönderdik. Onlar ise: "Bu, çok yalana bir sihirbazdır" dediler." Bu apaçık ve kahredici hüccet, ya anılan mucizelerin aynısıdır. Buna göre, ayni mucizelerin iki değişik ifâde ile veya iki farklı unvan ile zikredilmeleri içindir. Yahut bu hüccetlerden murat, asâ mucizesi gi bi onların bazı meşhurlarıdır. Buna göre, onlarin da genel mucizelere dâhil oldukları halde ayrica zikredilmeleri, üstünlüklerinden dolayıdır. Tıpkı Hazret-i Cebrâîl ile Mıkâil (aleyhisselâm) de, meleklere dâhil oldukları halde ayrıca zikredildiklerı gibi. İşte Hazret-i Mûsâ Sââl, âlemlerin Rabbinin elçisi olduğunu bildirip onlara büyük mucizeler de gösterince, onlar, bu peygamberlik iddiasında ve gösterdiği mucizelerde çok yalancı bir sihirbaz olduğunu söylemişlerdi. 25"İşte Mûsâ, tarafımızdan onlara hakkı getirince: "Onunla birlikte îmân edenlerin oğullarını öldürün; kadınlarım ise sağ bırakın!" dediler." A- "İste Mûsa taralımızdan onlara hakkı getirince: "Onunla birlikte îmân edenlerin oğullarım öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın!" dediler." Yani Hazret-i Mûsâ, onun eliyle gösterilen mucizeleri kendilerine getirince, bunu söylemişlerdi. Nitekim Fir’avun da: "Biz, onların oğullarım öldüreceğiz; kadınlarım ise sağ bırakacağız" demişti. Yani daha önce onlara uyguladığınız muameleyi yine uygulamaya koyun! Zîrâ Fir’avun, onların oğullarının öldürülmesi işinden el çekmişti. Sonra Hazret-i Mûsâ, peygamber olarak kendilerine gönderilince ve Fir’avun, olacakları sezince, İsrâiloğullarına kızarak ve kâhinler ile müneccimlerin, saltanatını elinden alacağını haber verdikleri çocuğun Hazret-i Mûsâ olduğu zannıyla İsrâiloğullarını kendi hükümranlığından çıkaracağını düşünerek eski uygulamayı tekrarlamaya başladı. B- "Zaten kâfirlerin tuzağı mutlaka boşa çıkar." Yani kâfirlerin şer planları mutlaka boşa çıkar; onlara hiçbir fayda vermez ve takdir edilen kader ve kesinleşmiş hüküm muhakkak, onların aleyhine infaz edilir. 26"Fir’avun dedi ki: "Bırakın beni, Mûsa'yı öldüreyim; o da Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun dininizi değiştirmesinden veya bu toprakta fesat çıkarmasından gerçekten korkuyorum." Fir’avun, Hazret-i Mûsa'yı öldürmek istediği zaman, onun erkânı: "Senin korktuğun adam bu değildir; çünkü bu, o adam olamaz; bu, o kadar güçlü biri değil, yalnız bir sihirbazdır. Bir de, sen onu öldüriirsen, insanların içine bir şüphe düşürmüş olursun. Halk, senin, hüccetle ona cevap vermekten âciz kaldığın için, kılıca başvurduğuna inanırlar" diyerek Fir’avun’u bundan vazgeçiliyorlardı. Lânetli Fir’avun'un dehâsından ve durumdan hoşlanmamasından anlaşılan, Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olduğuna ve onun, kendilerine gösterdiği şeylerin, sihir olmayıp açık mucizeler olduklarına kesin olarak inanıyordu; fakat onu öldürmeye kalkarsa, hemen helâk olmaktan korkuyordu. Onun: "Bırakın beni, Mûsa'yı öldüreyim" demesi, kendi kavmine, kendisini engelleyen, onlar oldukları, kendileri olmasa, Mûsa'yı öldüreceği vehmini vermeye çalışıyordu. Aslında kendisini engelleyen, içindeki müthiş korkudan başka bir şey değildi. Onun: "O da, Rabbine yalvarsın!.." demesi, zahire göre celadet izhar edip onun yalvarmasına aldırmadığını, asıl korkusunun, kendisine ve putlara tapmak olan dinlerini değiştirmesi ve bunu başaramadığı takdirde de o topraklarda savaş ve karşılık çıkarması olduğunu göstermek idi. 27"Mûsâ dedi ki: "Ben, kadar, o hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım." Hazret-i Mûsâ, lânetli Fir’avun'un bu tehdidini duyunca, bu şekilde onun şerrinden Rabbine sığındı. 28"Fir’avun ailesinden olup îmânını gizleyen mü’min bir adam dedi ki: "Siz, Rabbim, Allah'tır! demesinden dolayı bir adamı öldürecek misiniz? Bu adam, size Rabbinizden gerçekten mucizeler de getirmiştir. Eğer o, yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir; eğer doğru ise, sizi tehdir ettiği az âbın bir kısmı olsun, size çarpar. Şüphe yok ki, Allah, aşırı giden yalancı kimseyi hidâyete eriştirmez." Bir görüşe göre, bu mü’min zât, kipti idi ve Fir’avun'un amcasının oğlu olup gizlice Hazret-i Mûsa'ya îmân etmişti. Diğer bir görüşe göre ise, bu şahıs, İsrâil'li idi. Bir diğer görüşe göre ise, tevhîd ehli bir yabancı idi. İşte bu zât, onlara demişti ki; siz, hiç durumunu inceleyip değerlendirmeden sırf "Benim raabim, yalnız Allah'tır!" dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Halbuki bu adam, görmekte olduğunuz gayet açık mucizeleri de Rabbinizden size getirmiştir. Eğer bu zât, yalancı ise, onun yalanının vebali, başkasına dokunmaz ki, bu vebalın defi için öldürülmesi lazım gelsin. Ama eğer doğru ise, özellikle ona bir kötülük yaptığınız takdirde, söylediklerinin tamamı olmasa da, en azından bir kısmı size çarpar. Bu zâtın söyledikleri, taassuptan uzak son derece insaflıdır. Onun: "Şüphe yok ki, Allah, aşırı giden yalancı kimseyi hidâyete eriştirmez" kelâmı ise, iki veçheli başka bir hüccettir. Yani eğer sizin iddia ettiğiniz gibi, aşırı giden bir yalancı olsaydı, Allah, kendisini hakka hidâyet etmez ve onu mucizelerle teyid buyurmazdı. Eğer farzı muhal, sizin iddialarınız sabit ise, Allah, onu perişan ve helâk eder, sizin onu öldürmenize lüzum kalmaz. 29"Ey kavmim! Bugün bu bölgede galipler olarak hükümranlık sizindir. Fakat Allah'ın azabı bize geldiği takdirde, kim bize yardım eder?" Fir’avun dedi ki: "Ben sîze ancak kendi görüşümü gösteriyorum ve size doğruluk yolundan başkasını da sağlık vermiyorum." A- "Ey kavmim! Bugün bu bölgede galipler olarak hükümranlık sizindir. Fakat Allah'ın azabı bize geldiği takdirde, kim bize yardım eder?" Yani ey kavmim! Bugün Mısır toprağında siz Isrâîloğullarına galip ve hâkimsiniz, sizin karşınızda hiç kimse duramaz. Fakat Allah'ın azabı bize geldiği takdirde kim bize yardım eder? O halde kendi durumunuzu bozmayın ve Mûsa'yı öldürmekle Allah'ın azabına kendinizi maruz bırakmayın. Zîrâ o azap geldiği takdirde, hiç kimse ona engel olamaz. Bu mü’min kişinin, sözlerinde, hükümranlık ve galibiyet gibi hoşa giden şeyleri yalnız onlara isnâd etmesi ve hoşa gitmeyen şeylerde de kendisini de onlara dâhil etmesi, onların gönlünü hoş etmek ve kendileri için nasihatçi olduğunu ve onların yararına çalıştığını gösterip öğütlerinin tesir etmesini sağlamak içindir. B- "Fir’avun dedi ki: "Ben size ancak kendi görüşümü gösteriyorum ve size doğruluk yolundan başkasını da sağlık vermiyorum." Yani Fir’avun, onun nasihatini dinledikten sonra dedi ki: Ben size ancak doğru bildiğimi öldürülmesini işaret ediyorum ve size ancak doğruyu sağlık veriyorum. Yahut ben size ancak bildiğimi söylüyorum ve sizden bir şey gizlemiyorum. Fakat Fir’avun, bu sözünde de yalan söylüyordu. Çünkü büyük bir korku, içindeydi, ama sahte bir celadet gösteriyordu. Zaten öyle olmasaydı, kimseye de bir şey danışmazdı. 30Bak. Âyet 31. 31"İman etmiş olan zât dedi ki: "Ey kavmim! Kadar, ben sîzin için, Nûh kavminin, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin, durumu gibi, peygamberleri yalanlayanların başlarına gelen bir akıbetten korkuyorum. Allah, kullarına bir zulüm isteyecek değildir" Yani o mü’min zât, kendi kavmine hitaben dedi ki: Ey kavmim! Mûsa'yı yalanladığınız ve ona bir kötülük yaptiğiniz takdirde, ben gerçekten sizin için, Nûh kavminin, Ad, Semûd ve Lût kavmi gibi onlardan sonra gelen eski ümmetlerin hâdiseleri gibi, bir akıbetten korkuyorum. Zaten Allah, kullarına bir zulüm isteyecek değildir. 32Bak. Âyet 33. 33"Yine ey kavmim! Kadar, beti sizin için, o vaveyla gününün gelmesinden, arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizi Allah'ın azabından kurtaracak kimse yoktur. Zaten Allah, kimi saptırırsa, artık onu hidâyete eriştirecek kimse yoktur." O mü’min zât, kendi kavmini dünyevî azap ile korkuttuktan sonra bu kelâmında da onları uhrevî azap ile korkutmaktadır. Âyette geçen Tenâd (vaveyla) gününden murat kıyamet günüdür. Zîrâ o gün insanlar, yardım için birbirlerine seslenirler. Yahut feryat ve figan için bağrışırlar. Yahut daha önce A'raf Sûresinde zikredildıği gibi, Cennet ehli ile Cehennem ehli birbirlerine seslenirler. Tenâd kelimesi, iki dal ile (şeddeli olarak) da okunmuştur. Buna göre, insanların birbirlerinden kaçacakları gün demektir. Nitekim diğer bir âyette, de: "O gün kişi, kardeşinden... kaçar." (Abese: 34) denilmektedir. Dahhâk'tan rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Mahşerde insanlar, Cehennemin uğultusunu duyduklarında kaçmaya başlarlar. Fakat hangi bölgeye kaçsalar, karşılarında meleklerin saflarını görürler. İşte onlar birbirleri içinde dalgalanırken aniden: "Haydi, hesap yerine gelin!" diye bir ses duyarlar. Onların arkalarına dönüp kaçmaları, mahşer yerinden Cehenneme dönmeleri, yahut az önce belirtildiği gibi Cehennem ateşinden kaçmaları demektir. 34"Yemin olsun ki, Mûsa'dan önce Yûsuf da size mucizeler getirmişti. Fakat siz onun size getirdiğinden hep şüphe içinde kalmıştınız. Nihayet vefat edince, "Allah ondan sonra asla peygamber göndermeyecektir" demiştiniz. İşte Allah aşırı giden şüphecileri böyle saptırır." Bu Yûsuf, Hazret-i Yâkûb oğlu Hazret-i Yûsuf'tur. Bu, ya, Hazret-i Yûsuf'un Fir’avun’u da, Hazret-i Mûsa'nın Fir’avun’u olduğuna göredir; yahut babaların hallerinin evladına isnâd edilmesi kabilindendir. Diğer bir görüşe göre ise, bu Yûsuf, Hazret-i Yûsuf'un torunu Yûsuf b. İbrâhîm b. Yûsuf el- Sıddik'tır. 35"Kendilerine gelmiş hiçbir hüccet olmadığı halde Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlere karşı, Allah katında da, îmân edenler yanında da büyük bir nefret vardır. Allah, her büyüklük taslayan zorbanın kalbini işte böylece mühürler." "İste Allah, her kibir taslayanın kalbini mühürledıği için, zikredilen aşırılık, şüphe ve haksız mücadele gibi şeyler, onlardan sâdır olmaktadır. 36Bak. Âyet 37. 37"Fir’avun dedi Mı "Ey Hâman! Bana bir kule yap; belki o yollara, o göklerin yollarına erişirim de, Mûsa'nın İlahını görürüm. Kadar, ben onu gerçekten yalancı sanıyorum." Öyle anlaşılıyor ki, Fir’avun, kendi inançlarına göre, dünya hâdiselerine delâlet eden semavî sebepler olan yıldızları gözleyip de, Allah'ın (celle celâlühü), Mûsa'yı gönderdiğine delâlet eden bir işaretin olup olmadığına bakmak için, yüksek bir yerde kendisi için bir rasathane yapılmasını emretmişti. Yahut Hazret-i Mûsa'nın, haber verdiği şeylerin, gökler ilahının katından olduğunu söylemesinin asılsız olduğunu göstermek içindi. Zîrâ kendisine göre Hazret-i Mûsa'nın bu iddiası, onun, gökler ilahına ulaşıp O'nu görmesine tevakkuf etmektedir ve bu da, ancak göklere yükselmekle hâsıl olmaktadır. Bu ise, insanın muktedir olmadığı bîr şeydir. Fir’avun'un bu fikri, Allah hakkında ve O'nun peygamber göndermesinin keyfiyeti konusundaki cehaletinden kaynaklanıyordu. İşte böylece Fir’avun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Zaten Fir’avun'un tuzağı tamamen boşa çıktı Yani bu misâlde olduğu gibi Fir’avun'a, yaptığı, kötü işler son derece süslü gösterildiği için (yaptıklarını çok beğendiği için), tamamen kötü işlere battı ve hakka dönüş yapması mümkün olmadı ve kendi tercihini bâtıla kullandığı için hak yoldan saptırıldı. Zaten onun kurduğu şer planı da, kendisi için hüsran ve helâk oldu. 38"îman etmiş olan zât, yine dedi ki: "Siz bana uyun; sizi doğru yola iletirim." 39"Ey kavmim! Bu dünya hayatı geçici bir eğlenceden ibarettir. Ahiret ise, gerçekten ebedî kalma yurdunun ta kendisidir." Bu mü’min zât, Fir’avun akrabalarından anılan kişidir. Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Mûsâ'nın kendisidir. Dünya hayatının zevak, çarçabuk olduğu için, o hayattan pek az haydalanılır. Anılan mü’min zât, önce bunu mücmel olarak anlatıyor; sonra açıklıyor. Böylece önce dünya hayatını zemmediyor; tahkir ediyor; çünkü dünya hayatına güvenmek, her şerrin başıdır ve Allah'ın gazabına sebep olan çeşidi kötülükler, ondan kaynaklanmaktadır. Dünya hayatı bu şekilde tahkir edildikten sonra âhiret hayatı tazim edilmektedir. 40"Kim bir kötülük işlerse, ancak onun kadar cezalandırılır; kim de, kadın veya erkek mü’min olarak sâlih bir amel yaparsa, işte onlar Cennete girecekler; orada hesapsız olarak kendilerine rızık verilecektir." Yani kim dünyada bir kötülük işlerse, Allah'ın adaletinin gereği olarak, âhirette ancak onun kadar cezalandırılır. Bu âyet delâlet ediyor ki cinayetler, ancak misliyle ödenir. Kim de, kadın veya erkek, mü’min olarak sâlih bir amel yaparsa, amelin miktar ve muvazenesine bağlı kalınmaksızın, Allah'ın lütuf ve rahmetinden ona kat kat fazla verilir. Âyette "erkek veya kadın mü’min olarak sâlih bir amel yaparsa..." denilmesi, bize bildiriyor ki, îmân olmadan yapdan amele itibar edilmemektedir ve îmânın sevabı, amelden çok üstündür. 41"Ey kavmim! Bu halim nedir ki (nedir bu hal), sizi kurtuluşa çağırıyorum; siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz?" 42"Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve hakkında hiç bilgim olmayan nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz; ben ise, sizi Azîz ve Gaffar olan Allah'a davet ediyorum." Âyette, "Ey kavmim!" çağrısının tekrarlanması, onları gaflet uykusundan uyandırmak, çağrı konusuna pek önem verildiğini göstermek ve öğüdüne verdikleri karşılıktan dolayı kendilerini ağırca kınamak içindir. Yani ben sizi hayra çağırıyorum; siz ise beni şerre çağırıyorsunuz. Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve mâbudıyette Allah'a ortaklığı hakkında, yahut ilâhlığı hakkında hiç bilgim olmayan nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz; ben ise, sizi, sonsuz kudret ve galibiyet gibi ve buna tevakkuf eden ilim, irade, mükâfat ile ceza vermek imkânı ve azap etmek ile bağışlamak gibi ilâhlık (ülûhiyyet) sıfatlarını cami' olan Allah'a, davet ediyorum. Bu kelâmdan murat, onların, çağırdıkları nesnelerin, Allah'ın ortakları olmadıklarını ve ilâhlık için, hakkında ilmi mucip olan kesin delilin gerekli olduğunu bildirmektir. 43"Hiç şüphe yok ki, sizin beni davet ettiğiniz şey için, dünyada da, âhirette de hiçbir davet hakkı yoktur. Şüphesiz bizim dönüşümüz de, yegâne Allaha'dır. Aşırı gidenler de, Cehennemliklerin ta kendileridir." Yani hiç kuşku yok ki, sizin beni davet ettiğiniz o bâtıl ilâhların, kendilerine tapmaya davet edilmemekten dolayı lazım gelecek bir hak yoktur. Yahut bu davete icabet etmemekten dolayı doğacak bir hak yoktur. Yahut bu davetten ancak, anlamsız ve boş bir davet olduğu sonucu çıkmaktadır. Yahut bu putların ilâhlığı için bir kesinlik yoktur ki, onlara davet, bir hakka dönüşsün. Ve şüphesiz biz öldüğümüzde bizim dönüşümüz de, yegâne Allah'a olacaktır. Ve Allah'a ortak koşmak ve haksız yere kan akıtmak gibi dalâlet ve azgınlıkta aşırı gidenler de, Cehennemliklerin ta kendileridir. 44"Size söylediklerimi yafanda hatırlayacaksınız. Ben de işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphe yok ki, Allah, kullarını hakkıyla görendir." Burada hatırlamak diye tercüme edilen fiil, hatırlatmak anlamına gelecek kipten (tezkîr) de okunmuştur. Yani siz yakında azabı gördüğünüzde, söylediklerimi birbirinize hatırlatacaksınız. O kâfirler, bu nasihatlerde bulunan mü’min zâtı cezalandırmak tehdidinde bulundukları zaman, "Ben de işimi Allah'a havale ediyorum. ." demiştir. Yani Allah, kendisine sığınan bencileyin kimseleri kötülüklerden korur. 45"Allah da, o mü’min zâtı, onların kurdukları tuzakların şerrinden korudu; firavungilleri ise o kötü azap kusatıverdi." Yani Allah, o mü’min zâtı, onların o çetin şer planından ve muhaliflerine vermek istedikleri azaptan kurtardı. Deniliyor ki, bu mü’min zât da, Hazret-i Mûsâ ile beraber kurtarılmıştı. Yine demliyor ki, anılan mü’min zât, sonunda bir dağa kaçtı ve bir grup insan, onu yakalamak için peşine düştüler. Nihayet onu bulduklarında namaz kılıyordu ve yabani hayvanlar, onun etrafında saf olmuşlardı. Bunu gören o insanlar, dehşete kapılıp geri döndüler. Bunun üzerine Fir’avun, bu insanları öldürttü. Burada kötü azaptan murat, denizde boğulmak, öldürülmek ve Cehennem ateşidir. 46"O ateş ki, sabah akşam ona arz olunacaklar. Kıyametin kopacağı gün de: "Fir’avungilleri azabın en çetinine sokun!" denilecek." Onların sabah akşam ateşe arz olunmaları, ateşte yakılmaları demektir. Nitekim İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki:" o kâfirlerin ruhları, kara kuşlar bünyesinde kıyamete değin sabah akşam ateşe arz olunur. Burada "sabah akşam" denilmesi, o iki vakte tahsis İçindir, yahut sabahtan akşama kadar, demektir. Onların halini ancak Allah bilir. Yahut dünya devam ettiği müddetçe ebedî olarak bu azaba duçar olacaklar, demektir. Nihayet kıyamet koptuğu gün de, melekler: "Fir’avungilleri azabın en şiddetlisine sokun!" diyeceklerdir. Zîrâ bu azap, onların o ana kadar çektikleri azaptan daha şiddetlidir. Yahut onları Cehennemin en şiddetli azabına sokun! Demektir. Zîrâ Cehennem azapları çeşitli, olup bazısı, diğerinden daha şiddetlidir. 47"Kâfirler, Cehennemde birbirleriyle çekiştikleri vakit, zayıflar, büyüklük taslayanlara: "kadar, biz size uymuştuk. Şimdi siz, ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" diyeceklerdir." Yani ibret almaları için, o kâfirlerin bu çekişmelerini onlara anlat. O gün, kendilerini o azaptan hiçbir dünyevî güç ve imkân kurtaramayacaktır. Nitekim diğer âyetlerde de şöyle denilmektedir: "o kâfirlerin mallarının ve evlatlarının çokluğu, kendileri için Allah'tan hiçbir fayda sağlamayacaktır. (Al-i Imrân: 10, 116. Mücadele: 17) 48"Büyüklük taslayanlar ise: "Kadar, hepimiz ateşin içindeyiz. Allah, kulları arasında kesin hükmü verdi" diyecekler." Yani dünyada kibir taslamış olan reisleri diyecekler ki: Hepimiz bu Cehennemdeyiz. Biz sizin için nasıl faydalı olabiliriz! Eğer bizim bir gücümüz olsaydı, kendi nefsimize faydalı olurduk. Allah, kulları arasında değişmez hükmünü vermiştir. Artık o hükmü geri çevirtmek veya geciktirmek mümkün değildir. 49"Cehennemde olanlar, Cehennemin bekçilerine "Rabbinize yalvarın; bir gün olsun azabı bizden hafifletsin!" diyecekler." Yani Cehennemde bulunan zayıflar da, kibir taslayanlar da, tamamen çaresiz kaldıklarında, Cehennem azabını uygulayan Cehennem bekçilerine böyle diyecekler. Onların, Cehennemin bekçilerine yalvarmaları, belki de Cehennemliklerin azâbiyla görevli olan melekler, Allah'a daha çok yakın olmalarından dolayı şefaate daha fazla muktedir oldukları düşünülebilir. Cehennem ehlinin, azabın tamamen kaldırılmasını veya büyük bir kısmının uzun bir zaman kaldırılmasını istemeyip yalnız az bir azabın kısa bir zaman için hafifletilmesini istemeleri, böyle isteklerinin gerçekleşmesini imkân dâhilinde görmedikleri için bunların, temennileri içinde olmadığından dolayıdır. 50"Cehennem bekçileri de diyecekler ki.: "Peygamberleriniz, size mucizeler getirmediler mi?" Onlar da: "Evet, getirdiler" diyecekler. Bekçiler de diyecekler ki: "Öyle ise, siz kendiniz yalvarın! Zaten kâfirlerin yalvarması tamamen boşunadır." A- "Cehennem bekçileri de diyecekler ki: "Peygamberleriniz, size mucizeler getirmediler mi?" Yani buna dâir size uyarı yapılmadı mı, dünyada peygamberler, sürekli, sizin içinde bulunduğunuz küfür ve günahların akıbetinin pek kötü olduğunu bildiren apaçık hüccetler size getirmediler mi? Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?" (Zümer: 71) Cehennem muhafızlarının bunu söylemekten maksatları, onların duâ vakitlerini zayi etmelerinden ve icabet sebeplerini işlemez kılmalarından dolayı kendilerini ilzam etmek ve kınamaktır. B- "Onlar da: "Evet, getirdiler" diyecekler." (Kâlû belâ) Yani o kâfirler de diyecekler ki: "Evet, peygamberler, bize mucizeler getirdiler, fakat biz onları yalanladık. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Elbette ki bize uyarıcı geldi; fakat biz yalanladık ve: "Allah, hiçbir şey indirmedi. Siz ancak, büyük bir sapıklıktasınız." Diye cevap vereceklerdi. (Mülk: 9) C- "Bekçiler de diyecekler ki: "Öyle ise, siz kendiniz yalvarın! Zaten kâfirlerin yalvarması tamamen boşunadır." Yani Cehennem bekçileri de diyecekler ki: "Durum böyle olduğuna göre, siz kendiniz yalvarın. Zîrâ bizim, açık mucizeleri getiren peygamberlerini yalanlamış olan insanlar için yalvarmamız, imkânsızdır." 51"Şüphe yok ki, Biz, peygamberlerimize ve îmân edenlere dünya hayatında da, âhiret hayatında, da, şahitlerin dikileceği gün de elbette yardım ederiz." Bu kelâm, (başkasının sözünü hikâye, etmek olmayıp) doğrudan doğruya Allah tarafından vârid olmakta olup kâfirlere isabet eden o anlatılan azâbın, ilâhî hikmetin gereği olan genel bir hükmün bölümlerindendir. O genel hüküm de şudur: Allah'ın değişmez şânı, dünya hayatında peygamberlere ve onlara îmân edenlere, hüccetle, zaferle ve kâfirlerden intikam, almakla muhakkak yardım eder. Onlardan intikam almak da, bir semavî afetle tamamen yok edilmeleri, öldürülmeleri, esir alınmaları veya diğer cezaların verilmesiyle gerçekleşir. İmtihan için kâfirlerin zaman, zaman zahiren galibiyet elde etmeleri, bu genel kurala halel getirmez. Zîrâ bu konuda nazara alınan, genel haller ve nihaî sonuçlardır. Şahitlerin dikileceği günden murat da, kıyamet günüdür. Bu şekilde ifâde edilmesi, nasıl yardım yapılacağını ve bunun, ilk insanlar ile son insanların huzurunda şahitlerin, peygamberlerin tebliğı ve kâfirlerin de tekzibi konusunda şahitlik yapmaları seklinde olacağım bildirmek içindir. 52"O gün zâlimlerin ileri sürecekleri özürleri fayda vermeyecektir. Lanet de onlarındır; kötü yurt da onlarındır." Kıyamet günü zâlimlerin ileri sürecekleri özürler fayda vermeyecek; çünkü bu özürleri tamamen geçersiz özürlerdir. Lanet, (daha önce birçok kere ifâde edildiği gibi) ilâhî rahmetten uzak olmaktır. Kötü yurttan murat da, Cehennemdir. 53Bak. Âyet 54. 54"Yemin olsun ki, Biz, Mûsa'ya hidâyeti verdik ve İsrail oğullarına, bir hidâyet rehberi ve akl-ı selîm sahipleri için öğüt olmak üzere o Kitabı da, miras bıraktık." Hazret-i Mûsa'ya verilen hidâyet, insanların hidâyetine vesile oları mucizeler, sahifeler ve şeriat hükümleridir. İsrâiloğullarina miras bırakılan kitap da, Tevrat'tır. 55"Ey Resûlüm! Artık şen sabreyle. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Kusurun için de bağışlanma iste! Akşam sabah da Rabbim hamd ile tesbih et!" A- "Ey Resûlüm! Artık sen sabreyle. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Kusurun için de bağışlanma iste!" Yani ey Peygamberim! Müşriklerden gördüğün eziyete sabreyle. Çünkü "Yemin olsun ki, peygamber kullarımıza şu sözü vermişizdir: Hiç şüphesiz onlar zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz, yegâne galip ordu olacaktır." (Sâffât: 171-173) âyetlerinde ifâde edilen ilâhî vaat, gerçektir; aksi asla muhtemel değildir. Sen de, Hazret-i Mûsâ ile Fir’avun'un halini misâl al. Ve bazı hallerde evlâ olanı terk ettiğin için bunun bağışlanmasını iste! Şüphesiz Allah, dinine yardım etmek ve onu bütün dinlerden üstün kılmak için sana kâfidir. B- "Akşam sabah da Rabbini hamd ile tesbih et!" Yani devamlı Rabbini hamd ile tesbih et. Diğer bir görüşe göre ise, bu iki vakitte namaz kıl, demektir. Çünkü islam'ın Mekke döneminde farz olan namaz, sabah iki rekât ve akşam da iki rekât idi. Bir diğer görüşe göre ise, Rabbine şükür olarak sabah akşam namaz kıl, demektir. Başka bir görüşe göre ise, bu namazlar, ikindi ile sabah namazlarıdır. 56"Kendilerine Allah'tan gelmiş kuvvetli açık bir delil olmadan Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler (uğraşıp duranlar) var ya, onların kalplerinde asla yetişemeyecekleri bir büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Peygamberim! Artık sen hep Allah'a sığın. Çünkü şüphesiz Allah, yegâne Semi'dir ve Basîrdir." A- "Kendilerine Allah'tan gelmiş kuvvetli açık bîr delil olmadan Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler (uğraşıp duranlar) var ya, onların kalplerinde asla yetişemeyecekleri bir büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur." O kâfirlere bu konuda bîr delilin gelmesi imkânsız olduğu halde, bu kavdın zikredilmesi, din konusunda konuşmanın, mutlaka kuvvetli açık bir delile dayanmasının zorunlu olduğunu bildirmek içindir. Bu hüküm her ne kadar Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuşsa da, haksız olarak tartışan herkes için geçerlidir. Yani o Mekke müşriklerinin, hiçbir delile dayanmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girmeleri, ancak, kalplerinde hakka karşı kibir taslama karından ve tefekkür ile öğrenmeyi gururlarına yedırememelerinden kaynaklanmaktadır. Yahut onların, mutlak olarak riyaset ve önde olmak isteklerinden kaynaklanmaktadır. Yahut kıskanmak ve çekememek duygusuyla peygamberliğin senin değil, onların olmasını istemelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim başka âyetlerde şöyle denilmektedir: "O kâfirler dediler la: Bu Kur’ân, şu iki kentin (Mekke ile Taıf in) bir ulu adamına nazil olmak değil miydi?" (Zuhruf: 31), "O kâfirler dediler ki: eğer bu, hayırlı bir iş olsaydı, bizden önce Muhammed, ona ulaşamazdı." (Ahkâf: 11) İşte bundan dolayı Mekke kâfirleri, Allah'ın âyetleri hakkında tartışıp duruyorlardı; yoksa haklı olarak bir tartışma konusu olduğu için, yahut kısmen tartışmalarına dayanak olabilmesi vehim edilen bir şey mevcut olduğu için değil. O Mekke kâfirlerinin, kalplerinde heves ettikleri büyüklüğe erişmeleri asla mümkün değildi. Mücâhid diyor ki: "Yani onlar, , heves ettikleri büyüklüğe, yani riyaset veya peygamberliğe erişecek değillerdi." Bir görüşe göre de, Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girenler, Yahudiler idi. Onlar, Peygamberimize diyorlardı ki: "Sen, Tevrat'ta zikredilen adamımız değilsin; bizimki Dâvûd oğlu mesîh'tir. -Onlar Deccal'i kastediyorlardı- o, son zamanda çıkacak; onun hükümranlığı bütün karalara ve denizlere ulaşacak; ırmaklar onun emrinde akacak. O, Allah'ın âyetlerinden bir âyet olacak. O zaman hükümranlık yine bize dönecek." İşte Allah, Yahudilerin bu temennisini kibir olarak vasıflandırıyor ve temennilerine asla erişemeyeceklerini bildiriyor. B- "Peygamberim! Artık sen hep Allah'a sığın. Çünkü şüphesiz Allah, yegâne Semi'dir ve Basîrdir." Yani ey Resûlüm! Artık sen, seni kıskananların ve çekemeyenlerin şer planlarından hep Allah'a sığın. Bu kelâm delâlet ediyor ki, o, şeytanın kışkırtmalarındandır. Şüphesiz Allah, sizin sözlerinizi ve fiillerinizi hakkıyla işitmekte ve görmektedir. 57"Şu gökleri ve bu yeri yaratmak, insanları yaratmaktan elbette daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler." A- "Şu gökleri ve bu yeri yaratmak, insanları yaratmaktan elbette daha büyüktür." Bu kelâm, hakkı tahkik etmekte ve onların tartıştıklarının en meşhuru olan yeniden dirilme gerçeğini açıklamaktadır. Bu kelâm da, "Şu göklerî ve bu yeri yaratan Allah, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?" (Yâsîn: 81) âyeti tarzındandır. B- "Fakat insanların çoğu bilmezler." Zîrâ insanların çoğu, aşırı gafletlerinden ve nefsî arzularına uyduklarından dolayı bakışları ve tefekkürleri kusurludur. 58"O görmeyen ile gören ve îmân edip de sâlih ameller yapanlar ile günahkâr olan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz? " Yani gafil ile basiret sahibi ve iyilik yapan ile kötülük yapan kimseler bir olmaz. Bu insanlar için başka bir hal olmalı ve orada iki fırka arasındaki fark ortaya çıkmakdır. İşte o da, ikinci dirilişten sonraki hayattır. 59"Hiç şüphesiz kıyamet gelecektir; bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar." Zîrâ loyametin kanıtları açıktır ve bütün peygamberler de, onun geleceğini vaat etmekte ittifak etmişlerdir. Fakat insanların çoğu, bakışları hislerinden ibaret olduğu için buna inanmazlar. 60"Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin; duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibâdet etmekten büyüklük taslayanlar, mutlaka aşağılanarak Cehenneme gireceklerdir." Yani bana ibâdet edin; mükâfatınızı vereyim, demektir. Zîrâ "Bana ibâdet etmekten büyüklük taslayanlar..." cümlesinden de bu mânâ anlaşılmaktadır. Ama eğer bu duadan, istemek mânâsı alınırsa, o takdirde onu engelleyen şey, mânâda mübalağa olsun diye, büyüklük taslamak gibi sayılmış olur. Yahut "Bana ibâdet etmekten..." cümlesindeki ibâdetten, duâ murattır. Zîrâ duâ, ibâdetin en üstün bölümlerinden biridir. 61"Allah, O'dur ki, dinlenmeniz için size şu geceyi, aydınlık (aydınlatıcı) olarak da bu gündüzü yaratmıştır, iliç şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler." A- "Allah, O'dur ki, dinlenmeniz için size şu geceyi, aydınlık (aydınlatıcı) olarak da bu gündüzü yaratmıştır." Yani dinlenmeniz için Allah, geceyi serin ve karanlık yaratmıştır ki, hareket ettiren güç zayıflasın (gevşesin) ve hisler sakinleşsin ki, siz geceleyin istirahat ortamını bulaşınız. B- "Hiç şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler." Allah'ın, insanlara olan lutfu, hiçbir lütufla kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Fakat insanların çoğu, nimetlerin sahibini bilmediklerinden ve nimetlerden gafil odlularindan dolayı şükretmezler. 62"İşte Rabbiniz olan Allah, her şeyin yaradanıdır. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. O halde nasıl döndürülüyorsunuz!" A- "İşte Rabbiniz olan Allah, her şeyin yaradanıdır. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur." Yani ülûhiyet ve rubûbiyetin gereği olan bütün fiillerin yegâne sahibi olan Allah, her şeyin yaradanıdır. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. B- "O halde nasıl döndürülüyorsunuz!" Yani bunca gerçekler karşısında siz nasıl Allah'ın ibâdetinden başkasının ibâdetine döndürülüyorsunuz! 63"Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr etmekte olanlar, işte böylece döndürülüyor." Yani hiçbir gerekçesi ve izahı olmayan bu akıl almaz döndürülme gibi, Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr etmekte olanlar da, böylece döndürülmektedirler. 64"Allah, O'dur ki, yeri size karargâh, göğü de bir nevi bina gibi kümış ve size şekil vermiş de, şeklinizi güzel kılmış ve size leziz besinlerden rızık vermiştir. İşte Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne de mübarektir!" Yani Rabbiniz Allah, mezkûr yüce sıfatların sahibidir. O, bütün kâinatın mâliki ve mürebbisidir; her şey O'nun hükümranlığı altındadır; her şey, zât olarak, vücut bulmak olarak ve bütün halleri itibarıyla O'na muhtaçtır. Öyle ki, bir an için ilâhî feyiz, ondan kesilse, kesinlikle tamamen yok olur. 65"Yegâne Hayy O'dur; O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. O halde dini O'na hâlis kılarak kendisine duâ edin. Her türlü hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." A- "Yegâne Hayy O'dur; O'ndan başka hiçbir İlah yoktur. O halde dini O'na halis kılarak kendisine duâ edin." Yani gerçek ve zatî hayat sahibi yegâne Allah'tır. O'ndan başka hiçbir İlah yoktur; zîrâ zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde O'na yakın hiçbir varlık yoktur. Öyle ise, ibâdederinizi açık ve gizli şirkten uzak tutarak, kendisine tahsis ederek yalnız O'na ibâdet edin. Zîrâ bunu gerektiren bütün sıfatlar yalnız O'na mahsustur. B- "Her türlü hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Yani bun söyleyin. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Bir kimse, "lâilahe illallah" deyince, hemen ardından "El-hamdu li'llahi Rabbı'l âlemin / Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun!" desin." 66"Ey Resûlüm! O müşriklere de ki: Apaçık belgeler, Rabbimden bana gelince de, Allah'tan başka sizin taptığınız şeylere tapmam bana yasaklandı. Ve âlemlerin Rabbine teslim olmam bana emredildi." A- "Ey Resûlüm! O müşriklere de ki: Apaçık belgeler, Rabbimden bana gelince de, Allah'tan başka sizin taptığınız şeylere tapmam bana yasaklandı." Yani o müşriklere de ki: kâinattaki delilleri ve belgeleri anlamak fikri Rabbimden bana gelince (ben, bunlara vâkıf olunca), Allah'tan başka sizin taptığınız şeylere tapmam bana yasaklandı. Yahut tevhîd âyetleri Rabbimden bana nazil olunca da, Allah'tan başka sizin taptığınız şeylere tapmam bana yasaklandı. Çünkü tevhîd âyetleri de, aklî delilleri teyid etmekte ve onlara dikkat çekmektedir. Zîrâ her zaman vahiy âyetleri, afakî ve enfüsî kâinat delillerini tefsir etmektedirler. B- "Ve âlemlerin Rabbine teskm olmam, bana emredildi." Yani âlemlerin Rabbi olan Allah'ın emirlerine boyun eğmem ve dinimi O'na hâlis kılmam bana emredildi. 67"Allah, O'dur ki, sizi topraktan, sonra meniden, sonra alakadan yaratmıştır. Sonra bir bebek olarak sizi dünyaya çıkarmaktadır. Sonra erginlik çağına erişmeniz, sonra da ihtiyar olmanız için sizi yaşatmaktadır. Sizden kimileri de önce vefat ettirilmektedir. Bunlar bir vakte eresiniz ve düşünesiniz diye yapılmaktadır." A- "Allah, O'dur ki, sizi topraktan, sonra meniden, sonra alakadan yaratmıştır. Sonra bir bebek olarak sizi dünyaya çıkarmaktadır. Sonra erginlik çağına erişmeniz, sonra da ihtiyar olmanız için sizi yaşatmaktadır. Sizden kimileri de önce vefat ettirilmektedir." Yani Allah, O'dur ki, sizi Hazret-i Âdem'in yaratılması zımnında sizi topraktan yaratmıştır. Nitekim daha önce defalarca bunun tahkik ve izahı geçti. Sonra Allah, sizi ayrıntılı olarak, önce meniden, sonra aşılanmış yumurtadan, kan pıhtısından yaratmıştır. Sonra da sizi bir bebek olarak dünyaya getirmektedir. Sonra tedricî olarak sizi büyütüyor ki, güçte ve akılda kemâle eresiniz. Sonra da ihtiyar olmanız için sizi yaşatmaktadır. Sizden kimileri de, kemâle erdikten sonra veya ondan da ve ihtiyar olmaktan da önce vefat ettirilmektedir. B- " Bütün bunlar belli bir vakte eresiniz ve düşünesiniz diye yapılmaktadır." Belli vakitten murat, ölüm vaktidir, yahut kıyamet günüdür. Yani anılan vakte erişmeniz için ve bundaki hikmetleri ve ibretleri düşünmeniz için böyle yapılmaktadır. 68"Dirilten de, öldüren de ancak O'dur. Attık o, her hangi bir işin olmasını dilediği zaman, ona ancak "Ol!" der; o da hemen oluverir." A- "Dirilten de, öldüren de ancak O'dur." Yani ölüleri dirilten ve dirileri de öldüren, yahut diriltme ve öldürme fiillerini yapan da ancak O'dur. B- "Artık o, her hangi bir işin olmasını dilediği zaman, ona ancak "Ol!" der; o da hemen oluverir." Yani Allah'ın her hangi bir şeyi yaratması, "Ol!" emrinden başka hiçbir şeye tevakkuf etmez. Âyetin bu ifâdesi, bir temsil olup ilâhî iradenin her hangi mümkün bir şeye taallûk etmesinde kudretinin ne kadar etkili olduğunu göstermek ve Allah'ın yaratması sonucunun, ne kadar süratle gerçekleştiğini tasvir etmek içindir. Yoksa hakikatte ne emir var, ne de emredilen var! 69"Ey Resûlüm! Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenleri görmedin mi? Nasıl döndürülüyorlar!" Bu kelâm, o müşriklerin hallerinden ve çürük fikirlerinden taaccüp ettirmek ve bundan sonra gelecek olan onların bütün Kur’ân'ı, diğer semavî kitapları ve şeriatlerini yalanlamaları beyânına bir ön açıklama ve ceza vaadini tertip etmek içindir. Nitekim daha önce zikredilen "Şüphesiz Allah'ın âyetleri hakkında uğraşıp duranlar..." (Mü'min: 56) âyeti de, o müşriklerin, tartışmalarını, hiç değeri olmayan fasit bir temel üzerine, yani boş kuruntuları üzerine binâ ettiklerini beyân etmektedir. Binâenaleyh bu kelâm, daha önce (âyet: 56) geçen kelâmın tekrarı sayılmaz. Yani şu kibir taslayan ve îmânı gerektiren, tartışmayı da men' eden Allah'ın açık âyetleri hakkında uğraşıp duranları görmedin mi? Kendilerine yönelip kabul etmeyi gerektiren bunca birbirlerini, teyid eden deliller var iken ve hiçbir engel, de yok iken, onlar nasıl döndürülüyorlar! 70"Onlar, bu Kitabı ve peygamberlerimizi kendisiyle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayan kimselerdir. Ama sonra bilecekler." A- "Onlar, bu Kitabı ve peygamberlerimizi kendisiyle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayan kimselerdir." Bu itaptan murat, Kur’ân'ın tamamıdır, yahut bütün semavî kitaplardır. Diğer peygamberlerin, kendileriyle gönderildikleri şeylerden murat, diğer kutsal kitaplardır, yahut mutlak vahiy ve şeriatlerdir. B- "Ama sonra bilecekler." Yani onlar, cezalarını gördükleri zaman, Allah'ın âyetleri hakkında yaptıkları tartışma ve tekzibin ne olduğunu anlayacaklardır. 71Bak. Âyet 72. 72"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürüklenecekler; sonra da ateşte yakılacaklardır." 73Bak. Âyet 74. 74"Sonra onlara: Allah'tan başka O'na ortak koştuğunuz ilâhlar nerede?" denilecek. Onlar da: "Bizden kayboldular, Hayır! Biz, önceleri hiçbir şeye tapmıyorduk!" diyecekler. İşte Allah, kâfirleri böyle şaşırtır." a- "Sonra onlara: Allah'tan başka O'na ortak koştuğunuz ilâhlar nerede?" denilecek. Onlar da: "Bizden kayboldular. Hayır! Biz, önceleri hiçbir şeye tapmıyorduk!" diyecekler." Yani onlar da diyecekler ki: "Bizim Allah'tan başka taptığımız sahte ilâhlar, bizden kayboldular. Şimdi anlamış oluyoruz ki, biz onlara tapmakla, hiçbir şeye tapmamışız. Zîrâ bugün anlaşılıyor ki, tapdılarımız, hiçbir değer taşımiyormuş. B- "İşte Allah, kâfirleri böyle şaşırtır." İşte bu feci şaşkınlık gibi Allah, kâfirleri böyle şaşırtır. Nitekim onlar, ahirette kendilerine faydası olacak bir şeyi bulamamışlardır. 75"Size yapılan bu azap, sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmakta olmanızdan ve taşkınlık etmenizdendir." Burada "haksız olarak" ifâdesinden murat, şirk ve azgınlıktır. 76"İçinde ebedî kalıcılar olarak Cehennem kapılarından girin! Kibirlenenlerin ebedî karargahı ne de kötü!" Yani içinde sonsuz kakalar olarak, sizin için taksim edilmiş Cehennemin yedi kapısından girin! Hakka karşı kibirlenenlerin ebedî karargahı ne de kötü! 77"Ey Resûlüm! Müşriklerin eziyetlerine artık sabret! Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. Onlara vaat ettiğimiz azabın bir kısmını sana ya percekten göstereceğiz, yahut daha önce seni vefat ettireceğiz. Nasıl olsa onlar ancak Bize döndürülecekler." Yani ey Resûlüm! Müşrikler, kendileri için hazırlanmış olan azaba çarpılıncaya kadar onların eziyetlerine sabret. Şüphesiz Allah'ın, onları azaba uğratma vaadi, mutlaka olacak bir gerçektir. Onlara vaat ettiğimiz azabın bir kısmını, yani öldürülmelerini ve esir alınmalarını ya sana gerçekten göstereceğiz, yahut ondan önce seni vefat ettireceğiz. Nasü olsa kıyamet günü onlar ancak Bize döndürülecekler. O zaman Biz, onların yaptıklarının cezasını vereceğiz. 78"Yemin olsun ki, senden önce de birçok peygamber göndermişizdir. Onlardan kimilerinin kıssalarını sana anlattık; kimilerinin kıssalarını da sana anlatmadık. Allah'ın izni olmadan bir mucize getirmek hiçbir Peygamber için mümkün değildir. Artık Allah'ın emir ve fermanı gelince, hak de hüküm olunur ve o zaman bâtılcilar, hüsrana uğrayacaklardır." A- "Yemin olsun ki, senden önce de birçok peygamber göndermişizdir. Onlardan kimilerınin kıssalarını sana anlattık; kimilerinin kıssalarını da sana anlatmadık." Zîrâ demliyor ki, peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört bindir. Kur’ân'da kıssaları anlatılanlar ise, sayılı peygamberlerdir. Bir görüşe göre, dört bin peygamber, İsrâiloğullarından gelmiş, dört bin peygamber de diğer insanlardan gelmiştir. B- "Allah'ın izni olmadan bir mucize getirmek hiçbir Peygamber için mümkün değildir." Zîrâ mucizeler, çok çeşitli olmakla beraber hepsi Allah tarafından verilmektedir. Diğer ilâhî taksimatlarda olduğu gibi, Allah, bunları da üstün hikmetler üzerine binâ edilmiş olan iradesinin gereği olarak peygamberler arasında taksîm etmiştir. Peygamberlerin, mucizelerin bir kısmını tercih etmek ve istediği mucizeleri getirmek gibi bir hakkı yoktur. C- "Artık Allah'ın emir ve fermanı gelince, hak ile hüküm olunur ve o zaman bâtılcilar, hüsrana uğrayacaklardır." Yani dünyada ve âhirette Allah'ın azap emri gelince, hak ile hükmedilir; haklı olan, dünyada kurtarılır ve âhirette mükâfatlandırılır; bâtıla da, dünyada helâk edilir ve âhirette azaba uğratılır. Ve Allah'ın emri geldiğinde, başta, kendilerine göre mucize isteyen inatçı kâfirler olmak üzere bâtıla sarılmış olanların hepsi hüsrana uğrayacaklardır. 79"Allah O'dur ki, bir kısmına binesiniz, bir kısmının da etini yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratmıştır." Bir görüşe göre burada, binilen hayvanlardan özellikle develer kastedilmektedir. 80"Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Gönüllerinizde tasarladığınız bir ihtiyacı onların sırtında gerçekleştirirsiniz. Siz karada onların sırtında ve denizde de gemilerde taşınıyorsunuz." A- "Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Gönüllerinizde tasarladığınız bir ihtiyacı onların sırtında gerçekleştirirsiniz." Hayvanların sırtına binmekten ve etlerini yemekten başka diğer faydalar, sütlerinden, yünlerinden ve derilerinden faydalanmak ile benzeri faydalardır. Hayvanların sırtında tasarlananların gerçekleştirilmesi, bunların taşımacılıkta kullanılıp yük ve ağırlıklarm memleketten memlekete bunlarla taşınmasıdır. B- "Siz karada onların sırtında ve denizde de gemilerde taşınıyorsunuz." Muhtemeldir ki, bu taşınmaktan murat, kadınların ve çocukların, develerin sırtına kurulan mahfelerde taşınmalarıdır. Bunun binmekten ayrı olarak zikredilmesinin sırrı da budur. Deve (hayvanlardan yalnız deve kastediliyorsa) ile geminin bir arada zikredilmeleri, aralarında tam bir münasebet bulunduğu içindir. Nitekim develere, "çöl gemileri" de denilmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki hayvanlardan murat, sekiz çift hayvandır (deve, sığır, koyun ve keçilerin erkek ve dişileri). Buna göre binmek ve etlerinden yemek, hepsiyle alakalıdır. 81"Allah, size âyetlerini de göstermektedir. Artık Allah'ın âyetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz." Yani Allah, kudretinin sonsuz olduğuna, rahmetinin bol olduğuna delâlet eden âyetlerini de size gösteriyor. Artık o açık âyetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? Zîrâ bu âyetlerin hepsi, o kadar açıktır ki, asgarî bir akla sahip oları kimse, onları inkâr etmeye cüret edemez. 82"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önceki kavimlerin akıbetleri nice olmuş görsünler! Onlar, bunlardan daha çoktu; kuvvetçe ve yeryüzünde bıraktıkları eserlerce bunlardan daha çetin idiler. Fakat kazandıkları şeyler kendilerine fayda vermemiştir." Helâk edilen eski ümmetlerin, bıraktıkları eserler, binalar, saraylar ve sanatlardır. Diğer bir görüşe göre ise, cisimlerinin büyüklüğü sebebiyle yeryüzünde bıraktıkları ayak izleridir. (Cisimlerinin büyüklüğü, ile ayak izleri, mecazî anlamda olsa gerek.) 83"İşte peygamberleri kendilerine mucizeleri getirdikleri zaman, onlar kendilerinde bulunan bilgilere sevindiler. (Yahut peygamberlerin getirdikleriyle alay ettler.) alaya aldıkları şey de, onları salıvermişti." Yani peygamberleri kendilerine mucizeleri, yahut açık belgeleri getirince, onlar, kendi bâtıl itikatlarına ve kaypak şüphelerine sevindiler. Onların bu itikat ve şüphelerine bilgi denilmesi, onlarla istihza içindir. Yahut onların bilgilerinden murat, tabiat, astronomi, sanat ikmleri ile benzeri ilimlerdir. Yahut bu bilgiler, peygamberlerinin, kendilerine gösterdikleri bilgilerdir. Yani onlar, bu bilgilerle eğlenip alay ettiler. Nitekim "Alaya aldıkları şey de, onları sarıverdi" cümlesi de, bu görüşü teyid etmektedir. Diğer bir görüşe göre ise, anılan sevinmek de, peygamberler içindir. Zîrâ onlar, o kavimlerin, cehaletlerini sürdürmelerini ve kötü akıbetlerini görünce, güzel akıbetin sebebi olan o kendilerine verilen ilme sevindiler ve bundan dolayı Allah'a şükrettiler; kâfirleri de, cehalet ve istihzalarının cezası sariverdi. 84"Nihayet o çetin azabımızı gördükleri zaman, "Sadece Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri de inkâr ettik" dediler." 85"Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman, îmânları onlara fayda verecek değildi. Allah'ın kulları hakkındaki sünneti (değişmez âdeti) budur. O kâfirler, o zaman da hüsrana uğramışlardı." A- "Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman, îmânları onlara tayda verecek değildi." Zîrâ çetin azabımız onlara çarptığı zaman, îmânlarının kabul edilmesi imkânsızdır. Onun için bu îmân, kendilerine fayda vermez; çünkü fayda veren îmân, mecburî îmân değil, ihtiyarî îmândır. B- "Allah'ın kulları hakkındaki sünneti (değişmez âdeti) budur. O kâfirler, o zaman da hüsrana uğramışlardı." Yani kavimlerin, peygamberlerini yalanlamaktan dolayı ilâhî çetin azaba uğratılmaktı, Allah'ın, kulları hakkındaki eski bir âdeti idi. O kâfirler, Allah'ın çetin azabını gördüklerinde hüsrana uğramışlardı. Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, mü'min sûresini okursa, bütün peygamberler, sıddîkler, şehitler ve mü'minler, ona mağfiret dilerler." |
﴾ 0 ﴿