FUSSILET SÛRESİBu sûre, Mekke'de nazil olmuştur; 53 veya 54 âyettir. 1"Hâ. Mîm." 2"Kur’ân, Rahman (dünyada bütün yaratıklarına rahmet eden) ve Rahîm (ahirette mü'minlere rahmet eden) Allah katından, tenzildir (indirilmiştir)." Rahman ve rahîme, tenzilin nispet edilmesi, bize bildiriyor ki, Peygamberimize indirilmiş olan bu Kur’ân, dinî ve dünyevî maslahatların temel sebebi olup rabbani rahmetin gereği olarak insanlığa gelmiştir. Nitekim "Ey Resûlüm! Biz seni ancak rahmet olarak indirdik." (Enbiyâ: 107) âyeti, de bu hakikati bildirmektedir. 3"Bu, anlayan bir kavım için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır." Yani bu Kur’ân, kendi Usanlarıyla olduğundan dolayı Onu anlayan bir kavim için, yahut faydalanmasını bilen ilim ve tefekkür ehli için, âyetleri Arapça okunan öyle bir kitaptır ki, nazım olarak da, mânâ olarak da net bir şekilde, hükümleri, kıssaları, öğütleri, misâlleri, mükâfat ile ceza vaatlerini, değişik üslup ve mânâlarla açıklamaktadır. 4"Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat o insanların çoğu ondan yüz çevirmiştir. Artik dinlemezler." Yani Kur’ân, itaat eden insanlar için müjdeleyici ve günahkârlar için uyarıcıdır. Fakat o İnsanların çoğu, Kur’ân onların lisaniyla olduğu halde onu tefekkür etmekten yüz çevirdiler. Artık onlar, dikkat ve tefekkürle onu dinlemezler ki, yüce kadrini anlasınlar da, ona îmân etsinler. 5"Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz yoğun perdeler içindedir; kulaklarımızda da ağırlık vardır, Bizimle senin aranda da kalın bir perde vardır. Artık sen istediğini yap; Biz de şüphesiz yapacağız." A- "Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz yoğun perdeler içindedir; kulaklarımızda da ağırlık vardır, bizimle senin aranda da kalın bir perde vardır." Yani Resûlüllah, onları imâna ve Kur’ân'dakilerle amel etmeye çağırınca, onlar da böyle dediler. "Çağırdığın şeye karşı kalplerimizde perde, kulaklarımızda ağırlık vardı." B- "Artık sen istediğini yap; biz de şüphesiz yapacağız." Yani sen, kendi dininin icaplarını yap, yahut bizi engellemek için elinden geleni yap; biz de şüphesiz kendi dinimizin icaplarını, yahut seni engellemek için elimizden geleni yapacağız. En zahir olan ise, ilk görüştür. Nitekim bundan sonraki âyet de, onların bu sözüne, verilecek cevabın telkinidir. 6"Ey Peygamberim! Onlara de ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım; fakat bana: "İlahınız bir tek İlahdir. O halde O'na yönelin; O'ndan mağfiret dileyin. O'na ortak koşanların vay haline!" diye vahyolunmaktadır." Yani ey Peygamberim! Onlara de ki: Ben sizden farklı bir cinsten değilim ki, sizinle benim aramda, dinlerimizin ve amellerimizin farklı olmasını gerektirecek kalın perde ve zıtlık olsun. Hayır! Ben de ancak sizin gibi bir insanım, sizin emir olunduğunuz şeyle emir olundum. Nitekim beni de, sizi de kapsayan bir hitapla hepimiz tevhîdle emir olunmuşuz. Zîrâ "ilahınız" kelimesinin hitabı, Allah'tan hikâye edilen ve bütün insanları kapsayan bir hitaptır. Yoksa "sizin gibi" hitabında okluğu gibi, Peygamberimizm, kâfirlere hitabı değildir. Diğer bir görüşe göre ise, yani ben, bir melek veya cin değilim kı, benden bir şey telakki etmek mümkün olmasın. Ve ben sizi, akıl ve fikrin kabul etmediği bir şeye de çağırmıyorum; ben sizi ancak tevhîde ve amelde istikâmete davet ediyorum. Zaten tevhîde ve istikâmete aklî ve naklî bir takım deliller de delâlet etmektedir. Bir diğer görüşe göre ise, yani ben melek değilim; ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana vahiy olundu, size olunmadı. Böylece ben de bir insan olduğum halde peygamberliğim vahiyle doğrulandı. Benim peygamberliğim doğrulandığına göre de, bana uymanız zorunludur. Bu görüşleri iyice tefekkür eyle! O halde itikatta tevhîd ve amellerde de ihlas ile Allah'a yönelin ve içinde bulunduğunuz kötü itikat ve amelden dolayı O'ndan mağfiret dileyin. Onlar, tevhîde teşvik edildikten sonra, "O'na ortak koşanların vay haline!" cümlesi de, şirkten korkutmak ve nefret ettirmek içindir. 7"Onlar o kimselerdir ki, zekâtı vermezler, âhireti inkâr edenlerin de ta kendileridirler." Onlarin zekât vermemekle vasiflandirilmaları, zekâtı vermemekten sakındırmak ve korkutmak içindir. Nitekim bu vasıf, müşriklerin vasıflarından sayılmış ve âhireti inkâr etmekle beraber zikredilmiştir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre kendisi, "zekâtı vermezler" cümlesini, "lâ ilahe illallah" demezler" olarak tefsir etmiştir. Zîrâ "lâ ilahe illallah" kelâmı, nefislerin zekâtıdır. Yani onlar, nefislerini şirkten, tevhîd ile arındırmazlar. Nitekim "nefsini tezkiye eden (arındıran), kurtuluşa ermiş." (Şems: 9) âyetinde de bu mânâya gelmektedir. Dahhâk ile Mukatil diyorlar ki: "Yani hayır yollarında harcama yapmazlar ve sadaka vermezler." Mücâhid diyor ki:’Yani amellerini tezkiye etmezler (arındırmazlar). " 8"Şüphesiz îmân edip de sâlih ameller yapanlar için minnet-siz, kesintisiz bir mükâfat vardır." Bir görüşe göre bu âyet, hastalar ve çok yaşlılar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, ibâdetten âciz düştükleri zaman, daha önce yaptıklarını yapıyormuş gibi kendilerine mükâfat yazılır. 9"De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde Yaratanı inkâr ediyor ve kendisine bir takım ortaklar rai koşuyorsunuz? İşte o, bütün âlemlerin Rabbidir. İşte o, bütün âlemlerin Rabbidir." A- "De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde Yaratanı inkâr ediyor ve kendisine bir takım ortaklar mı koşuyorsunuz? İşte o, bütün âlemlerin Rabbidir." Bu kelâm, onların küfrünü inkâr ve takbih, etmektedir. "Yeri iki günde yaratanı..." ifâdesi, Allah'ın yüce şânını tazim ve onların küfrünün ne kadar büyük cürüm olduğunu ifâde etmek içindir. Yani siz, o şânı yüce Allah'ı mı inkâr ediyorsunuz ki, yerin vücuda gelmesini, iki gün kadar bir Zamanda, yahut iki aşamada takdir ve hüküm buyurdu ve her aşamada olacaklar da, en süratli şekilde oldu.. Yoksa gerçek gün, ancak göklerin yaratılmasından, güneş, ay ve yıldızların vücuda getirilmesinden ve hareketlerinin düzenlenmesinden sonra tahakkuk etmiştir. B- "İşte ö, bütün âlemlerin Rabbidir." Yani Allah, yalnız dünyanın değil, bütün kâinatın yaraticisi ve mürebbisi-dir. Şu halde yaratıklarının en değersizi olan varlıkların O'na ortak olmaları nasıl tasavvur olunabilir! 10"Hem de o, yeryüzüne sabit yüksek dağlar yerleştirdi. Orada bereketler de yarattı. Ve orada rızıklarmı takdir buyurdu. Bunları tam dört günde bitirdi. İşte sual edenler için cevap budur." A- "Hem de o, yeryüzüne sabit yüksek dağlar yerleştirdi." Dağlar, yeryüzünden yüksek kılınmış ki, onların faydaları, yeryüzü sakinleri için görülsün; bakanlar için ibret ve tefekkür gözlemleri açık olsun. B- "Orada bereketler de yarattı." Yani orada çok hayır, insanın da dâhil olduğu birçok canlı çeşıderıni ve onlara geçimlik olarak da bitki sınıflarını yarattı. C- "Ve orada rızıklarinı takdir buyurdu." Yani yeryüzünde, gelecekte sakinleri için, ilahi hikmetin gerektirdiği miktarda ve münasip olarak, çeşitli gıdaların bulunmasına da bilfiil hükmetti. D- "Bunları tam dört günde bitirdi." Yani anılan takdiri iki günde ve bütün zikredilenlerle birlikte hepsini tam dört günde bitirdi. E- "İşte sual edenler için cevap budur." Yani dünyanın ve içindekilerin yaratılış müddetini sual edenler için cevap budur. Yahut orada Azıklarını, talep eden muhtaçlar için fark gözetmeksizin dört günde takdir buyurdu. 11"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi; ona ve yerküreye: "İsteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi. İkisi de: "İsteyerek geldik" dediler." A- "Sonra duman halinde olan göğe yöneldi; ona ve yerküreye: "isteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi." Bundan önce takdir keyfiyeti, beyân edildikten sonra şimdi de tekvin (kâinatı yaratmak) keyfiyeti beyân edilmektedir. Bu arada söz konusu beyânın yalnız yerle ve sakinleriyle sınırlı kılınması şunun, içindir: Muhatap alınan Âdem oğullarının yaratılmalarından önce Allah'ın, onların durumuna ve maişet unsurlarının düzenlenmesine çok önem verdiğinin beyân edilmesi, onları imâna sevk eder ve küfür ile azgınlıktan caydırır. Yani Allah, bundan önce beyân edilen icrasından sonra doğrudan doğruya, bir karanlık hâlinde olan göğe yöneldi. Buna göre göğe duman denilmesi, maddesi veya onu oluşturan küçük parçacıkları itibarıyladir. Yahut sudan yükselen bir duman hâlinde olan göğe yöneldi. Ve Allah, göğe ve yukarıda belirtilen veçhile içindekileri takdir buyurduğu yerküreye dedi ki: İsteyerek, veya istemeyerek gelin; her biriniz muayyen veçhile ve muayyen miktarda vücuda gelin! Bu emir, takdir edilmelerinden sonra ilâhî iradenin, onların vücuda gelmesine bilfiil taallûk etmesinden ibarettir. Yoksa "ol!" emrinde olduğu, gibi, burada da aslında en emir var, ne de memur var. "isteyerek veya istemeyerek..." denilmesi, bu emirle, gök ile yerkürede hâsıl olan ilâhî kudretinin tesirinin kesinliğinin ve onların bundan imtina etmelerinin imkânsız olmasının temsilî ifadesidir. Yoksa onların isteyip istememelerinin ispatı için değildir. B- "İkisi de. "İsteyerek geldik" dediler." Bu ifâde, onların ilâhî kudretten son derece etkilendiklerinin, emir olundukları gibi hâsıl olmalarının temsili ve bu şekilde var olmalarının, Allah'ın üstün hikmetinin gereği olduğunun tasviridir. 12"İşte onları yedi gök olmak üzere iki günde yarattı. Her göğe de görevini vahyetti. Ve Biz, en yakın şu göğü de kandillerle donattık; muhafazasını da sağladık. Bu, azîz (yegâne galib) ve alîm (her şeyi bilen) Allah'ın takdiridir." A- "İşte onları yedi gök olmak üzere iki günde yarattı." Bundan önce emir ve cevap şeklinde ifâde edilen göklerin icmali yaratilışı burada açıklanmaktadır. Yoksa bu, göklerin yaratılmasından sonra bu düzenleme değildir. Yani Allah, gökleri, hikmetinin gerektirdiği şekilde hârika ve gayet mükemmel olarak, yedi gök hâlinde iki günde, iki gün kadar bir vakitte yaratti. Yerin ve içindekilerin yaratılmasının zaman miktarı da, daha önce onların takdiri beyân edilirken beyân edilmişti. Böylece bütün kâinatın yaratılması, altı günde tamamlanmıştır. Nitekim Kur’ân'ın birçok yerinde açıkça belirtilmiştir. B- "Her göğe de görevini vahyetti." Yani her gökte de, ondaki melekleri, yıldızları ve yalnız Allah'ın bildiği varlıkları yarattı. Nitekim Katâde ve Süddî de böyle tefsir etmişlerdir. Bu görüşe göre, vahiy, emir gibi yaratmaktan ibaret olup, iki gün kaydı, onun için de geçerlidir. Yahut her göğe, ona münasip olan şeyleri vahiy ve emir buyurdu ve onlari görevleriyle mükellef kıldı. Buna göre ise, vahiy, gerçek mânâsında olup mezkûr iki gün kaydına bağlı değildir. Ancak hangi görüşe göre olursa olsun, âyet, yerin icadı ile göğün icadı arasında bir sıraya (hangisinin önce, hangisinin sonra olduğuna) delâlet etmemektedir; sıra, yalnız takdir ile icad arasındadır. Eğer mezkûr yaratmak (yeri iki günde Yaratanı: Âyet: 9) ve ona atfen zikredilen üç fiil (yeryüzüne yüksek dağlar yerleştirdi, orada berekeder yaratti ve orada rızıklarım takdir buyurdu. (Âyet: 10) zahirî mânâlarına harnledikrse, o takdirde bu âyetler ile. "Allah O'dur kı, yeryüzündekilerin hepsini yaratti; sonra göğe yöneldi de, onu yedi gök olarak düzenledi." (Bakara: 29) âyeti, yeryüzünün ve ondakilerin yaratılmasının, göklerin ve içindekilerin yaratılmasından önce gerçekleştiğine delâlet eder. Tefsir âlimlerinin çoğunun mutabakatı da bu yöndedir. Rivâyet olunuyor ki, arş-ı azîm, göklerin ve yerin yaratılmasından önce suyun üstünde idi. Sonra Allah, suda bir hareket meydana getirdi. Bu hareket sonunda suda köpükler oluştu. Bu köpükten de bir duman yükseldi. Köpük, suyun yüzünde kaldı. Allah, bu köpüğü katılaştirdi; sonra onu tek parça hâlinde yere dönüştürdü; sonra yeri de yarıp yedi bölüm haline getirdi. Dumana gelince, o da yukarıya doğru yükseldi. Allah ondan da gökleri yarattı.. Rivâyet olunuyor ki, Allah, yerin cismini pazar günü ile pazartesi günü yarattı; sak günü ile çarşamba günü de yeri döşedi ve içindekileri yarattı; gökleri ve içindekileri de perşembe ve cuma günleri yarattı. Hazret-i Âdem'i de cuma gününün son saatinde yaratti. Kıyametin kopacağı saat de budur. Diğer bir görüşe göre ise, yerin cisminin yaratılması, göklerin yaratılmasından öncedir. Ancak yerin döşenmesi ve içindekilerin yaratılması, göklerin yaratılmasından sonradır. Çünkü bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yeri de ondan sonra (göğü yarattıktan sonra) döşedi." (Nâziat: 30) Bir de, Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre, Allah (celle celâlühü), yeri, Beytü'l Makdis yerinde bir kaya olarak yarattı. Bu kayanın üstünde de ona yapışık bir duman vardı. Sonra dumanı yukarı yükseltip ondan gökleri yaratti; kayayı da yerinde bıraktı ve ondan da yeri döşedi. İşte’Yer iki gök bitişik idiler; sonra onları ayırttık." (Enbiyâ: 30) âyetinin mânâsı da budur, "İsteyerek veya istemeyerek gelin!" (âyet: 11) emrinde yerin gökle birlikte zikredilmesi, yerin inşa ve ihdas edilmesi değil, fakat yerin, döşenmesi ve kendisine münasip muayyen bir şekil ve nitelik kazanması anlamındadır. Bu itibarla anılan gelmek emri şu anlamdadır: İkiniz de, size uygun şekilde bize gelin; ey yer! Sen, döşenmiş olarak ve kendi sakinlerine karargâh ve döşek olarak ve ey gök! Sen de onların üstüne kurulmuş bir çatı gibi gel! Onların böyle gelmelerinin anlamı, bu veçhile hâsıl olmalarıdır. Ancak malum olduğu üzere gelme emrinden önce zikredilen, sadece yerin cisminin yaratılması değildir ki, bu zikredilenler mümkün olabilsin. Hayır! Bu emirden önce zikredilen, kesin olarak, yerin döşenmesinden sonra yaratılmış olan yerdekilerin yaratılması da var. O halde en zahir olan tefsir, ilk iki görüşün kabul edilmesi ve gök ile yere verilen gelmek emrinin, mezkûr veçhile mütenasip olarak yaratılmaları mânâsına hamledilmesidir. Yerin döşenmesinin, bu yaratılıştan sonra olması ise, zorunlu olarak lazım gelmez; lazım gelen, anılan tenasübün, ondan sonra olmasıdır. Ve hiç şüphesiz göğün, kendisine uygun şekilde yaratılması, onun hâsıl olması için yeterlidir. Ondan önce yerin mezkûr şekilde yaratılması ise, buna halel getirmez. Yukarıda zikredilen "Ondan sonra yeri döşedi" (Nâziât: 30) âyeti de, "göğü binâ edip yükselttikten ve düzene koyduktan sonra yeri döşedi" anlamına hamledilir; "Göğün kendisinin yaratılmasından sonra" mânâsına hamledilmez. Bu sonralık (yerin sonra döşenmesi) konusu da, ya kimüerinin dediği gibi, Allah'ın kahir kudretine delâlet bakımından birincisinden sonra geldiği içindir; yahut muhatapları ilzam için bunun daha etkili olmasından dolayıdır. Zîrâ yerküreye bağlı olan menfaatler, daha fazladır; insanların maslahatlarının, yerküre ile alakası daha açıktır ve insanların, yerkürenin ayrıntılarıyla ilgili bilgileri, göklerden daha mükemmeldir. İmam Vahidî, Mukâtil'den naklettiğine göre, göğün yaratılması, yerin döşenmesi şöyle dursun, onun icadından bile öncedir. O halde buna göre de, yer ile göğün gelmelerinin emri, zikredilen tenasüp ve tevafuka hamledilmekdir. Ve yerin, gökten önce yaratılması, buna halel getirmediği gibi, göğün, yerden önce yaratılması da bu izaha halel getirmez. Bütün bu izahlar, âyetin metnindeki "sümme/sonra" (sonra duman halinde olan göğe yöneldi. (Âyet:11) kelimesinin, zaman itibarıyla olan sonralık mânâsı için olduğu takdirdedir. Ama eğer âlimlerin çoğunun tercih ettikleri gibi, mertebe sonralığı olsa, birinci görüşte olduğu gibi, âyet-i kerimede tertip ve sıraya delâlet yoktur. İşte "o Allah ki, yeryüzündekilerin hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi. .." (Bakara: 29) âyeti hakkındaki tefsirde, bu izah (zaman değil, mertebe sonralığı) üzerine binâ edilmektedir. Burada olduğu gibi anılan Bakara: 29 âyetinde, yaratmanın takdir anlamına hamledilmemesi, minnet makamının hakkını vermek içindir C- "Ve Biz, en yakın şu göğü de kandillerle donattık; muhafazasını da sağladık. Bu, azîz (yegâne galib) ve akm (her şeyi bilen) Allah'ın takdiridir." Yani Biz, en yakın şu göğü de yıldızlarla donattık. Zîrâ bütün yıldızlar, gökle bitişikmiş gibi gök yüzünde parlar halde gözükmektedir. Ve Biz, o yıldızları afetlerden, yahut gök sakinlerini dinlemek isteyen şeytanlardan koruduk. Yahut Biz, yıldızları gökler için süs ve muhafaza kıldık. 13"Yine de onlar yüz çevirirlerse, sen de onlara de ki: "İşte ben, Ad ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı sizi uyarıyorum!" Yani eğer onlar yine de, imâna çağıran mezkûr muazzam işleri tefekkür etmekten, yahut îmândan yüz çevirirlerse, sen de onlara de ki: işte ben de, Ad ve Semûd kavimlerinin başına gelen o yıldırım gibi hızla çarpan şiddetli bir azaba karşi sizi uyarıyorum. 14"Peygamberleri onlara önlerinden ve arkalarından gelerek: "Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin!" dedikleri zaman, onlar: "Rabbimiz dileseydi, muhakkak ki, bize melekler indirirdi. Onun için biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz!" demişlerdi." Peygamberlerin, onların önlerinden ve arkalarından gelmelerinden murat, her taraftan gelmeleri ve onları her cihetten uyarmalarıdır. Yahut geçmiş zaman cihetinden, geçmiş zamanda kâfirlerin başına gelenlerle uyarmak, gelecek zaman cihetinden de onları ileride saracak dünya ve âhiret azâbiyla uyarmaktır. Diğer bir görüşe göre ise, yani eski peygamberler ile sonraki peygamberlerin kendilerine gelmeleridir. Buna göre, peygamberlerin hakka davet sözlerinin kendilerine ulaşması, bizzat kendilerinin onlara gelmeleri gibi sayılmış olur. Nitekim Hud ile Sâlih peygamberler (aleyhisselâm), onları, hem kendilerine îmân etmeye, hem de kendilerinden önce geçmiş ve kendilerinden sonra gelecek peygamberlere de îmân etmeye çağırıyorlardı. Bu itibarla sanki bütün peygamberler, kendilerine gelmişler ve onlara: "Allah'tan (celle celâlühü) başkasına ibâdet etmeyin!" diye hitap etmişlerdir. Onlar da şöyle cevap vermişlerdi: Rabbimiz, peygamberleri göndermeyi dileseydi, muhakkak ki, bize melekler indirirdi. Onun için biz, kendi iddianıza göre sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz. Zîrâ siz de hızım gibi insansınız; sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Kimi âlimleri dedikleri gibi, "Rabbimiz, melekleri göndermen dileseydi. .." demek değildir; çünkü daha önce de geçtiği gibi, onlar, insanların peygamber olarak gönderilmeyeceklerini ifâde etmek istiyorlardı. Rivâyet olunuyor ki, Ebû Cehil, Kureyş'in ileri gelenleri içinde dedi ki: "Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) işini anlayamadık. Bizim için, şiir, kehânet ve sihri bilen bir adam bulsanız da, gidip onunla konuşsa, sonra da bize gelip durumunu bize anlatsa!.." Bunun üzerine Utbe b. Rebıa dedi ki: "Vallahi, ben, şiir, kehânet ve sihir çok dinledim; bunlar hakkında bilgi, sahibiyim ve bunlar, benim için bilinmeyecek şeyler değildir." Nihayet Utbe, Peygamberimizin yanma gitti ve şunu söyledi: "Ey Muhammed! Sen mı üstünsün, yoksa (büyük deden) Hâşim mi? Sen mi üstünsün, yoksa (deden) Abdulmuttalib mi? Sen mi üstünsün, yoksa (baban) Abdullah mı? Sen niçin bizim ilâhlarımıza hakaret ediyorsun ve bizi sapık olarak vasıflandırıyorsun? Eğer sen riyaset istiyorsan, senin için sancak bağlarız ve bizim reisimiz olursun. Eğer evlenmek istiyorsan, Kureyş kızlarından beğendiklerinden on tanesiyle seni evlendirelim. Eğer mal istiyorsan, senin için seni zengin edecek bir servet toplayakm!" Utbe, bunları söylerken Peygamberimiz, susuyordu. Nihayet Utbe, konuşmasını bitirince, Peygamberimiz, "Bismillahirrahmânirrahîm" deyip bu Fussilet sûresinin başından 13. Âyetine kadar okudu. Onu dinleyen Utbe, dehşete kapılıp dayanamadı ve nihayet Peygamberimizin ağzını tutup: "Akrabalık hakkı için yeter!.." diye yalvarmaya başladı, sonra da evine döndü ve hiç Kureyş'in içine çıkmadı. Kureyş, bir süre Utbe'yi görmeyince, "her halde Utbe, dininden döndü!" deyip onun yanına vardılar ve: "ey Utbe! Her halde dininden döndüğün için aramıza çıkmıyorsun!" dediler. Utbe, çok kızdı, sonra dedi ki: "Vallahi, ben onunla konuştum; bana öyle bir şeyle cevap verdi ki, vallahi, o, ne şiirdir, ne kehânettir ve ne de sihirdir. Nihayet "Ad ve Semûd yıldırımı..." sözüne gelince, ben onun ağzını tuttum ve susması için "Akrabalık hakkı için!.." diye yalvardım. Ve ben biliyorum ki, Muhammed, bir şey söylediği zaman hiç yalan söylemez. Onun İçin ben, size azap inmesinden korktum." 15"Ad Kavmine gelince, haksız olarak yeryüzünde büyüklük tasladılar ve: "Bizden daha kuvvetli kim var?" dediler. Onlar kendilerini yaratmış olan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Zaten onlar, âyetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı." A- "Ad Kavmine gelince, haksız olarak yeryüzünde bü}diklük tasladılar ve: "Bizden daha kuvvetli kim var?" dediler." Bundan önce Ad ve Semûdun müşterek mutlak küfürleri anlatildıktan sonra burada da, bunların her birine mahsus olan cinayet ve azap anlatılmaktadır. Yani Ad ve Semûd kavimleri, büyüklük ve velayet hakları olmadığı halde, yeryüzünde insanlara karsı büyüklük tasladılar, yahut yeryüzünde insanlara üstünlük iddia edip onları istila ettiler ve çetinlikleri ile güçlerini, "Bizden daha kuvvetli kim var?" diye meydan okuyarak ispata çalıştılar. Nitekim onlar, uzun boylu ve çok cüssek insanlar idi. Hattâ onlardan bir kişi tek başına dağdan büyük kayaları çekip kopanyordu. B- "Onlar kendilerini yaratmış olan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Zaten onlar, âyetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı." Yani onlar, gafil kalıp görmediler mi, yahut onlar tefekkür edip de müşahedeye benzer açık bir bilgi sahibi olmadılar mı ki, kendilerini yaratmış olan Allah, onlardan daha kuvvetlidir; hem de nasıl kuvvetildir! Zîrâ Allah (celle celâlühü), bizzat sonsuz şeylere muktedirdir; başkasının muktedir olmadığı şeylere gücü yeter; bütün güçlülerin ve muktedirlerin kuvvet ve kudret kaynağı yegâne kendisidir. 16"Bunun üzerine Biz de, dünya hayatında aşağılık azabını kendilerine tattırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine soğuk bir fırtına gönderdik. Ahiret azabı ise, elbette daha aşağılarladır. Onlara yardım da olunmayacaktır." A- "Bunun üzerine Biz de, dünya hayatinda aşağılık azabını kendilerine tattırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine soğuk bir fırtına gönderdik. Ahiret azabı ise, elbette daha aşağılatıcıdır." Âyetin metinindeki rih-ı sarsar, şiddetli soğukluğuyla helâk eden ve yakan rüzgâr demektir. Yahut esmesi sırasında ses (uğultu) çıkaran kasırga demektir. B- "Onlara yardım da olunmayacaktır." Yani onların az âbı hiçbir veçhile önlenmeyecektir. 17"Semûd'a gelince, onlara da doğru yolu gösterdik; fakat onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler. Derken kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden o aşağılık azap yıldırımı onları çarptı." Yani kâinattaki âyetleri (delilleri) yaratmakla, peygamberleri göndermekle, teşriî âyetleri indirmekle ve bütün mazeret ve gerekçelerini gidermekle semûdgillere de hakkı gösterdik, fakat onlar, dalâleti hidâyete tercih ettiler. Derken dalâleti tercih etmeleri yüzünden o korkunç azap felâketi onları çarptı. 18"İman edenleri de kurtardık. Zaten onlar o yıldırımdan korkuyorlardı." 19"Allah'ın düşmanlarının ateşe sürülmek üzere toplanacakları gün, onların hepsi bir araya getirilecektir." (oraya, ateşe sürükleneceklerdir) O kâfirlerin âcil (dünyevî) azapları beyân edildikten sonra, burada da âhiret azapları zikredilmektedir. Onlarin Allah'ın düşmanları olarak ifâde edilmeleri, kendilerini zemmetmek ve onlari kuşatacak olan çeşitli azapların sebebini bildirmek içindir. Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın düşmanlarından murat, ilk kâfirler ile son kâfirlerdir. Ancak bundan sonra gelecek 25. âyet bu mânâya engeldir. Burada zikredilen Allah'ın düşmanlarının toplanacakları yer, hesap yeridir. Zîrâ bundan sonra zikredilecek şahitlik, orada gerçekleşmektedir; yoksa sual ve cevap bittikten ve onlar Cehenneme sevk edildikten sonra bu şahitlik olmayacaktır. 20"Nihayet oraya geldikleri zaman, kulakları, gözleri ve derileri, işlemekte oldukları işlere dâir aleyhlerine şahitlik edecektir." Yani anılan sevkiyat sonunda onlar, hesap yerine geldikleri zaman, kulakları, gözleri ve derileri, dünyada işlemiş oldukları küfür ve çeşitli günahlara dâir aleyhlerinde şâhitlik edeceklerdir. Bu şâhitlik, ya Allah'ın, onları konuşturmasıyla gerçekleşecektir, yahut anılan uzuvlarda, işlediklerinin, eserlerini meydana getirmekle olacaktır. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, derilerin şâhitliğinden murat, cinsel uzuvlarının şahitliğidir. Bundan sonraki âyette, sualin, derilere tahsis edilmiş olmasına en münasip olan mânâ da budur. 21"Derilerine diyecekler ki: "Neden aleyhimize şahitlik ettiniz?" Derileri de: "Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. Zaten ilk defa sizi O yaratmıştı. Yine O'na döndürülüyorsunuz!" diyecekler." İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre, derilerden murat, cinsel uzuvlardır. Sual onlara tahsis edilmiş, çünkü cinsel uzvun şahitlik ettiği zina, cinayet ve çirkinlik olarak, rezillik ve cezayı gerektirmek halamından, gözlerin ve kulakların şâhitlik ettikler yani onların tavassutu ile işlenen cinâyederden daha ağırdır. Diğer bir görüşe göre ise, derilerden murat, bütün uzuvlardır. Yani tahkir için uzuvlarına bunu soracaklardır. Zîrâ rivâyet olunuyor ki, onlar, uzuvlarına şunu da diyeceklerdir: "Biz, sizin için mücadele veriyorduk!" diğer bir rivâyete göre de: "Kahir olasıcalar! Biz sizin için mücadele ediyorduk!" diyecekler. Yani her konuşanı konuşturan Allah, bizi de konuşturdu; olanları anlatmaya bizi muktedir kıldı, biz de, bizim vasıtamızla, işlendiği için bildiğimiz çirkinliklere şâhitlik ettik; onları gizlemedik. Diğer bir görüşe göre ise, yani biz kendi ihtiyarımızla konuşmadık; fakat her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Ancak bu görüş, isabetli değildir; çünkü bu görüş, uzuvların, mecburen bu şâhidikte bulundukları vehmini vermektedir. Bir başka görüşe göre ise, onların, uzuvlarına bunu sormaları, taaccüp içindir. Buna göre mânâ şöyledir: her canlıyı konuşturan Allah'ın sonsuz kudretine göre, bizim konuşmamız, taaccüp edilecek bir şey değildir. Zîrâ ilk defa sizi yaratmaya, yoktan var etmeye ve tekrar hayata döndürüp ceza göreceğiniz yere sizi göndermeye muktedir olan Allah'ın, sizin uzuvlarınızı konuşturmasına taaccüp edilmez. 22"Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik edeceğinden sakınmıyordunuz; yapaklarınızın çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini zannediyordunuz (sanıyordunuz)." Bu kelâm, derilerin verdiği cevabı takrir etmek üzere, o gün Allah tarafından onlara tahkir ve azar olarak söylenecek olanları hikaye etmektedir. Yani siz dünyada çirkin işler yaparken, rezil olmamak için, insanlardan gizlendiğiniz gibi, sizin aleyhinizde şâhitlik etmelerinden çekinmiyordunuz. Aksine, siz yeniden dirilmeyi ve cezayı tamamen inkâr ediyordunuz; yaptıklarınızın çoğunu, yani gizli olarak işlediğiniz çirkinlikleri Allah'ın bilmeyeceğini ve ahirette bunların ortaya çıkmayacağını sanıyordunuz. İşte bundan dolayı yaptıklarınıza cüret gösterdiniz. Bu âyet bize bildiriyor ki, kıyamet günü uzuvların şahitliği, o zaman Allah'ın o bilgileri onlara bildirmesiyle gerçekleşecektir; yoksa uzuvlar, günahlar sâdır olurken, şahitlik konusu günahları biliyorlardı ve o bildiklerine şahitlik edecekler, demek değildir. İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Bir gün Kabe'nin örtüsüne bürünmüştüm. O sırada üç adam oraya girdi. İkisi Sakîf'li, biri de Kureyş'li, yahut ikisi Kureyşli, biri de Sakifli idi. Onlardan biri dedi ki: "Size göre Allah, söylediklerimizi işitir mi?" Diğeri de dedi kıl "Sesli konuşursak işitir; gizli konuşursak işitmez." Ben de, bunları Peygamberimize anlattım. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu." Bu görüşe göre, âyette anlatılan hüküm, kâfirlerden bu itikatta olanlara mahsustur. Belki de en münasip olan, âyetteki zan'dan (zannediyordunuz), hakiki mânâyı da, o mânâyı bildiren hareketlerden onun yerine carı olanları da kapsayan mecazî bir mânânın alınmasıdır. Nitekim "zannediyor ki, malı, kendisini ebedî kılacak." (Hümeze: 3) âyetinden de böyle mecazî bir mânâ alınmaktadır. Zîrâ anlatılan halin, kâfirlerin bütün sınıflarını kapsaması için bu mânânın alınması gereklidir. Bunu iyice tefekkür evle! 23"İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan, sizi bitirdi de, hüsrana uğrayanlardan oldunuz." Zîrâ iki cihan saadetine ermeleri için kendilerine bahşedilen bir şey, her iki cihanda da bedbaht olmalarına sebep olmuştur. 24"Şimdi eğer sabrederlerse, işte ateş onların ebedî karargahıdır, eğer tekrar dünyaya dönüp Allah'ı memnun etmek isterlerse, artık onlar döndürülenlerden değillerdir." Bu âyetin bir benzen de şudur: "Şimdi sizlansak da, sabretsek de birdir; çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur." (İbrâhîm: 21) 25"Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de, onlar, önlerindekileri ve arkalarındakileri süslü gösterdiler, cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetler hakkındaki söz (hüküm), onlara da sabit olmuştur. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler." Yani bu dünyada kâfirlere şeytanlardan birtakım arkadaşlar musallat ettik de, o şeytanlar, dünya işlerini ve nefsî arzulara uymayı onlara süslü gösterdikleri gibi, âhiret işlerini de onlara süslü gösterdiler. Zîrâ o şeytanlar, tekrar dirilme, hesap ve kötü bir şey olmayacağını onlara telkin ettiler. Cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce kendileri gibi küfür ve isyanda ısrar etmiş olan eski ümmetler hakkındaki azap hükmü, onlara da sabit oldu ve onun mucibi ve tasdik edici delili tahakkuk etti. Bu söz de Allah'ın İblis'e dediği şu kelâmdır: "Kadar -zaten ben doğruyu söylerim- mutlak ve muhakkak sen ve sana uyanların hepsiyle Cehennemi dolduracağım!" (Sâd: 84), "Yemin olsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi Cehenneme dolduracağım!" (A'râf: 18) Gördüğün gibi, daha önce zikredilen Allah'ın düşmanlarından murat, kimilerinin dediği gibi, önceki ve sonraki kâfirler değil, fakat Ad ve Semûd kavimleri olduğu hususunda sarılı bir izahtır. 26"Kâfir olanlar dediler ki: "Şu Kur’ânı dinlemeyin ve okunurken de gürültü yapın. Belki bastırırsınız." Yani müşriklerin reisleri, kendi çevrelerine dediler ki, yahut müşrikler birbirlerine dediler ki; Kur’ân okunurken susmayın; okuyanın kafasını karıştırmak için, tekerleme ve şiir okumak, alkışlamak ve ıslık çalmak ile karşılık verin; yahut kuru gürültü yapın. 27"Biz de hiç şüphesiz o kâfirlere pek çetin bir azap tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız." Yani biz de, hiç şüphesiz bunu diyenlere ve hezeyanlarla gürültü yapanlara, yahut bunlar, öncelikle dâhil olmak üzere bütün kâfirlere tarif edilemeyecek kadar pek çetin bir azap tattıracağız ve onları kötülerin kötüsü olan amelleriyle cezalandıracağız. Yahut onların, mazlumun yardımına koşmak, sılayı rahimde bulunmak ve konukları ağırlamak gibi hayırlı işlerinin karşılığını vermeyeceğiz; çünkü küfür, onların bütün iyi işlerini de sonuçsuz kılmaktadır. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, diyor ki: "Yani Bedir savaşında onlara pek çetin bir azap tattıracağız ve kıyamet günü de, yaptıklarının en kötüsüyle onları cezalandıracağız." 28"İşte bu Allah düşmanlarının cezası, o ateştir. Ayetlerimizi bilerek inkâr etmekte olduklarından dolayı, orada ceza olarak ebedî kalacakları Cehennem yurdu vardır." Yani zikredilen ceza, Allah düşmanlarına hazırlanmış olan ateş azabıdır. 29"Kâfirler, Cehennemde: "Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster de, aşağılardan olsunlar diye onları ayaklarımızın altına alalım!" diyecekler." Yani anılan azâbın içinde kıvrananlar, diyecekler ki; Rabbimiz! Cin ve insan şeytanlarından başımıza musallat olup da, küfür ve günahları bize süslü ve cazip göstererek bizi onlara sevk edenleri, yahut da haksız olarak küfrü ve katli gelenek yapan İblis ve Kabil'i bize göster de, zillet ve hakaret olarak, yahut mekân olarak aşağdardan olsunlar diye onları ayaklarımızın altına alarak çiğneyip kendilerinden intikam alakm! Diğer bir görüşe göre ise, onları Cehennemin en aşağı yerine atakm! 30Bak. Âyet 31. 31"Şüphesiz: "Rabbimiz, Allah'tır" deyip sonra istikametli (dosdoğru) davrananlar var ya, onlara: "Korkmayın, üzülmeyin ve size vaat olunan Cennetle sevinin! Biz bu dünya hayatında ve âhirette sizin dostlarınızız, gafur ve rahîm olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çekeceği her şey var ve orada istediğiniz her şey sizin için hazırdır!" diyen melekler indikçe inerler." Bundan önce kâfirlerin dünya ve âhirette körü halleri beyân edildikten sonra burada da, mü’minlerin dünya ve âhirette güzel halleri beyân edilmektedir. Yani şüphesiz o kimseler ki: "Rabbimiz, Allah'tır" dedikten sonra bu ikrarda ve gereklerinde sebat gösterenler... Âyetteki "sümme/ sonra" kelimesi, zaman itibarıyla, yahut mertebe itibarıyla olan sonralık mânâsını ifâde etmektedir. Hulefa-ı Raşidîn'den, istikâmetin mânâsı hakkında rivâyet edilen îmânda sebat, amelde ihlas ve farzların edası ise, istikâmetin ayrıntılarının beyânıdır. İşte anılan bahtiyar mü’minlere melekler indikçe inerler; din ve dünya işlerinde sıkıntıya düştüklerinde onlara ilham yoluyla yardım ederler; gönüllerine ferahlık verirler, onlardan korku ve üzüntüyü giderirler. Nitekim kâfirlere musallat olan kötü arkadaşları da, çirkin hareketleri onlara süslü göstererek kendilerini azdırırlar. Diğer bir görüşe göre ise, bu mü’minlere ölümleri sırasında melekler inip onlara müjde verirler. Bir diğer görüşe göre ise, kıyamet koptuğunda mezarlarından kalktıkları zaman melekler, onlara inip kendilerine müjde verirler. Başka bir görüşe göre ise, melekler, mü’minlere üç kez müjde verirler: ölüm sırasında, mezarda ve yeniden dirilecekleri zaman. Ancak en zahir olan görüşe göre, meleklerin bu müjdesi genel ve mutlaktır. Nitekim ilende göreceksin. A- "Korkmayın:" Yani ileride karşdaşacağmız şeylerden korkmayın. Zîrâ korku, bir fenalığın beklentisinden dolayı hâsıl olan bir kaygıdır." B- "Hüzünlenmeyin (üzülmeyin):" Yani geride bıraktıklarınıza hüzünlenmeyin. Zîrâ hüzün, bir faydayı kaçırmaktan, yahut bir zarar dokumasından dolayı hâsd olan bir kederdir." Diğer bir görüşe göre ise, bundan murat, mutlak olarak üzülmemeleridir. Yani Allah, size her kederden emin olmak bahtiyarlığım yazmıştır; onun için siz, ebediyyen bunu tatmayın. C- "Ve size vaat olunan Cennetle sevinin!" Yani dünyada peygamberlerin Lisanıyla size vaat olunan Cennetle sevinin! Meleklerin bu müjdesi, anılan üç yerdeki müjdelerindendir. D- "Biz bu dünya hayatında ve ahirette dostlarınızız." Bu müjde de, meleklerin dünyadaki müjdelerindendir. Yani biz, sizin işlerinizde sizin yardımcılarınızız; size hakkı ilham ederiz ve sizi hayrınıza ve maslahatınıza olan şeylere irşad ederiz. Belki de bu, sürekli itaatli olan mü’minlerin kalbine, bu hayırlı hallerin, Allah'ın muvaffak kılma siy la ve melekler vasıtasıyla onları desteklemesiyle olduğu, şeklinde gelen hayırlı düşüncelerdir. E- "Ve ahirette dostlarınızız." Yani o gün kâfirler ile onların arkadaşları arasında düşmanlık ve husumet olurken, biz, size şefaat etmekle size yardım edeceğiz ve ikramlarla sizi karşılayacağız. 32Gafûr, Rahîm olan Allah’dan konukluk bir ikram olarak...” 33"İnsanları Allah'a çağıran, sâlih ameller yapan ve: "Ben gerçekten müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?" A- "İnsanları Allah'a çağıran, sâlih ameller yapan ve: "Ben gerçekten müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?" Yani insanları Allah'ın tevhidine ve itaatine çağıran... İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre bu, Resûlüllah'tır. O, İslam'a çağırıyordu. İbn Abbâs'tan gelen diğer bir rivâyete göre ise, bunlar, Resûlüllah'ın ashabı idiler. Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet, müezzinler hakkında nazil olmuştur. Ancak gerçek olan şudur ki, bu âyet, zikredilenler hakkında nazil olmuşsa da, hükmü, içerdiği güzel hasletleri nefsinde toplayan herkesi kapsamaktadır. B - "Sâlih ameller yapan ve: "Ben gerçekten müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?" Yani kendisi ile Rabbi arasında sâlih ameller yapan ve kendisinin de, müslümanlardan olduğuna sevinerek bunu diyen, yahut İslam'ı din ve mezhep edinerek bunu söyleyenden daha güzel sözlü kimdir? 34"İyilik ile kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur." A- "İyilik ile kötülük bir olmaz.. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde sav." Bundan önce, kul ile Rabbi arasında cereyan eden güzel ameller beyân edildikten sonra bu kelâm da, kullar arasında cereyan eden güzel amelleri beyân edip Resûluîiah'ı, müşriklerden gördüğü eziyetlere sabretmeye ve onların kötülüğüne iyilikle karşılık vermeye teşvik etmektedir. Yani iyi haslet ile kötü hasletin eseri ve hükmü bir olmaz. Sen ey Resûlüm! Bazı düşmanlarından kötülükle karşılaştığında o kötülüğü, savan iyiliklerin en güzeli ile sav. Mesela: Kötülük edene iyilik etmek gibi. Zîrâ bu, aftan da daha güzeldir. B- "O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur." Bu kelâm, kötülüğü anılan şekilde önlemenin güzel neticesini beyân etmektedir. Yani sen böyle yaparsan, senin en çetin düşmanın bile, bir can dostu olur. 35"Bu fazilete sabredenlerden başkası kavuşturulanıaz; ona, büyük nasip sahibi olandan başkası da kavuş tu ruîamaz." Yani kötülüğe karşı İyilik etmek haslet ve seciyesine, sânları sabır olan kutlu insanlardan başkası kavuşturulanıaz ve hayır ile nefsî kemâlde büyük bir nasıp sahibi olandan başkası da kavuştumlamaz. Bir görüşe, göre, bu büyük nasip, Cennettir. Diğer bir görüşe göre ise sevaptır. Deniliyor ki, bu âyet, Ebû Süfyan b. Harb hakkında nazil olmuştur. Bu zât, önceleri Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet ediyordu; sonra samimi bir dostu oldu. 36"Eğer şeytandan gelen bir dürtü seni dürterse, hemen Allah'a sığın. Çünkü Allah, Semi'dir, Alimdir." Yani eğer şeytandan gelen bir vesvese dürtüsü, seni, tavsiye edildiği gibi, kötülüğü en güzel şekilde savmaktan çevirmek isterse, ona uyma ve hemen onun şerrinden Allah'a sığın. Çünkü Allah, her şeyi ve ezcümle senin sığınmanı da işitendir ve her şeyi ve ezcümle senin niyetini de, yahut senin iyiliğini de bilendir. Kötülüğü en iyi şekilde savmayı terk etmenin, şeytanın vesveselerinin eserlerinden sayılması, bundan ziyadesiyle sakındırmakta ve nefret ettirmektedir. 37"Şu gece de, o gündüz de, şu güneş de, o ay da Allah'ın âyetlerindendir (yüce şânına delâlet eden delillerdendir). Eğer Allah'a ibâdet etmek istiyorsanız, şu güneşe secde etmeyin; o aya da secde etmeyin; onları yaratmış olan Allah'a secde edin." Yani bütün bu muazzam varlıklar ve hâdiseler, Allah'ın yaratıklarından birer yaratık olup O'nun emir ve fermanına boyun eğmişlerdir. O halde sız güneşe de, aya da secde etmeyin; çünkü ikisi de, sizin gibi Allah'ın emirlerine boyun eğmiş yaratıklardır. Siz bunların hepsini yaratmış olan Allah'a secde edin. Anılan şeylerin hepsinin, Allah'ın âyetlerinden olduklarının belirtilmesi, hiçbirinin secde edilecek mertebede olmadıklarını bildirmek içindir. Secde, ibâdet mertebelerinin en yükseği olduğundan dolayı, Allah'a ibâdet etmek isteyenler, secdeyi mutlaka Allah'a (celle celâlühü) tahsis etmelidirler. İmam Şafiî'ye göre, tilavet secdesinin yeri burasıdır. Biz Hanefîlere göre ise, bundan sonraki âyetin sonudur; çünkü mânâ, onunla tamamlanmaktadır. 38"Yine de insanlar büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki, Rabbinin yanında bulunan melekler, hiç usanmadan gece gündüz O'nu tesbih etmektedirler." 39"Yine O'nun âyetlerindendir ki, ey Peygamberim! Sen yeryüzünü kupkuru görürüsün; ama Biz onun üzerine o suvu indirdik mı, harekete geçip kabarır. Şüphesiz ona hayat veren, elbette ölüleri de diriltir. Çünkü o, gerçekten her şeye Kadirdir." A- "Yine O'nun âyetlerindendir ki, ey Peygamberim! Sen yeryüzünü kupkuru görürüsün; ama Biz onun üzerine o suyu indirdik mi, harekete geçip kabarır." Yani yağmurdan önce sen yeryüzünü kupkuru, zelil olarak görürsün; ama Biz onun üzerine yağmuru indirdik mi, nebatat ile harekete geçer ve şişer. Zîrâ bitkinin, toprak yüzüne çıkmasına yakın, toprak şişip kabarır; sonra çatlar ve bitki meydana çıkar. Diğer bir görüşe göre ise, yani yeryüzü, bitkilerle süslenir. B- "Şüphesiz ona hayat veren, elbette ölüleri de diriltir. Çünkü o, gerçekten her şeye Kadirdir." Yani yeryüzü ölü hâlinde iken yağmurla ona hayat veren Allah, elbette ölüleri de tekrar diriltir. Çünkü Allah, gerçekten her şeye ve ezcümle diriltmeye de Kadirdir. 40"Şüphe yok ki, âyetlerimiz hakkında istikâmetten sapanlar, Bizce gizli değillerdir. Pekiyi, Cehenneme atılacak kimse mi hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın! Şüphe yok ki, o, yapmakta olduklarınızı çok iyi görmektedir." A- "Şüphe yok ki, âyetlerimiz hakkında istikâmetten sapanlar, Bizce gizli değillerdir." Yani âyetlerimizi eleştirenler ve onları bâtıl mânâlara hamlederek tahrif edenler, Bizce gizli değillerdir; Biz, bunun yüzünden onların cezasını vereceğiz. B- "Pekiyi, Cehenneme atılacak kimse mi hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?" Bu kelâm da, onların nasıl cezalandırılacaklarına dikkat çekmektedir. C- "Siz dilediğinizi yapın! Şüphe yok ki, o, yapmakta olduklarınızı çok iyi görmektedir." Yani siz ey insanlar! Cehenneme atılmaya veya kıyamet günü güvenle gelmeye sebep olan amellerden dilediklerinizi yapın. Şüphe yok ki Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görmektedir; dolayısıyla amellerinize göre size muamele buyuracaktır. Bu kelâm, büyük bir tehdit anlamını ifâde etmektedir. 41"Şüphe yok ki, kendilerine bu Kur’ân geldiğinde onu inkâr edenler, Bizce gizli değillerdir. Ve şüphesiz o, azîz bir Kitabın ta kendisidir." Yani şüphesiz bu Kur’ân, faydaları pek çok ve eşsiz bir kitaptır. Yahut Allah tarafından korunmaktadır; ona karşı koymak mümkün değildir. 42"Bâtıl ona önünden de, ardından da yaklaşamaz. O, hakim (her sözünde ve işinde hikmet bulunan) ve hamîd (bütün övgülerin mercii) olan Allah tarafından indirilmiştir." 43"Ey Resûlüm! Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardan başka bir şey değildir. Hıç şüphesiz senin Rabbin, hem mağfiret, hem de çok acı bir azap sahibidir." Bu kelâm, Resülullah'ın kâfirlerden gördüğü eziyetlerden dolayı onu teselli etmektedir. Yani kâfirler tarafından senin ve sana indirilmiş olan Kur’ân hakkında söylenenler, senden önceki peygamberler hakkında söylenmiş olan hayırsız şeylerden farklı değildir. Hiç şüphesiz senin Rabbin, peygamberleri için mağfiret sahibidir ve onların düşmanları için de çok acı bir azap sahibidir. Ve Rabbin, senden önceki peygamberlere yardım etmiş ve oların düşmanlarından da intikam almıştır. Ve senin ile düşmanların hakkında da bunu gerçekleştirecektir. 44"Eğer Biz onu acemî (yabancı) dilden bir Kur’ân kılsaydık, mutlaka diyeceklerdi ki: "Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmak değil miydi? Acaba acemî (yabancı) dilden kitap olur mu?" De ki: "O Kur’ân, îmân eden kimseler için hidâyet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağrıdık vardır ve Kur’ân onlara kapalıdır. İşte onlar, sanki uzak bir yerden çağırlıyorlar gibi anlamazlar." A- "Eğer Biz onu Acemî (yabancı) dilden bir Kur’ân kılsaydık, mutlaka diyeceklerdi ki: "Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Acaba Acemî (yabancı) dilden kitap olur mu?" Bu kelâm, kâfirlerin: "Kur’ân, niçin Acem lisanıyla indirilmedi?" şeklindeki sözlerine cevaptır. Acemî, anlaşılmayan kelâm ve onu konuşan anlamındadır. Yahut niçin Kur’ân'ın, hem Acemilere, hem de Araplara anlatılması için bazı âyetleri Acemce ve bazı âyetleri de Arapça kılınmadı? Llangi mânâya göre olursa olsun, burada anlatılan şudur: Allah'ın âyetleri hangi şekilde onlara gelmiş olsaydı, onlar inatçı bir gerekçe bulurlardı. B- "De ki: "O Kur’ân, îmân eden kimseler için hidâyet rehberi ve şifadır, îman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalıdır. İşte onlar, sanki uzak bir yerden çağirilıyorlar gibi anlamazlar." Burada onların, Kur’ân'ı kabul etmemeleri ve ona ciddiyetle kulak vermemeleri, seslerin işitilmediği kadar uzak olan bir mesafeden çağırılan bir kimsenin haline benzetilmektedir. 45"Yemin olsun ki, Mûsa'ya o Kitabı verdik; ama onda da ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında iş bitirilmişti. Hiç şüphesiz onlar, Kur’ân hakkında bocalatan bir şüphe içindedirler." A- "Yemin olsun ki, Mûsa'ya o Kitabı verdik; ama onda da ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında iş bitirilmişti." Bu kelâm, ilâhî kitaplar hakkında ayrılığa düşülmesinin, Peygamberimizin kavmine mahsus olmayıp pek eski bir gelenek olduğunu beyân etmektedir. Bu da, "Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardan başka bir şey değildir." (âyet: 43) kabilındendir. Yani Allah'a yemin olsun ki, Mûsa'ya Tevrat'ı verdik; ama onda ayrılığa düşüldü; kimisi onu tasdik etti; kimisi de onu tekzip etti. İşte sana verdiğimiz Kur’ân hakkında senin kavminin hak de böyledir; kimi onu tasdik edecek; kimi de onu tekzib edecek. Eğer senin ümmetin hakkında, onların azabının ve bu kâfirlerle mü’minler arasındaki husumet hakkında verilecek hükmün, "Hayır! Onlara vaat edilen zaman, kıyamet günüdür." (Kamer: 46) ve "hayır! Onları belirlenmiş bir süreye ertelemektedir." (Neml: 61) âyetlerinde belirtildiği gibi, kıyamet gününe ertelenmiş olmasaydı, eski ümmetlerden tekzip edenlere yapıldığı gibi, bu tekzip edenler de, tamamen yok edilirlerdi. B- "Hiç şüphesiz onlar, Kur’ân hakkında bocalatan bir şüphe içindedirler." Yani senin kavminin kâfirleri, Kur’ân hakkında bocalatan bir şüphe içindedirler. Bu cümleyi, "Yahudiler, Tevrat hakkında bocalatan bir şüphe içindedirler" şeklinde tefsir etmenin, hiçbir haklı izahı yoktur. 46"Kim sâlih amel yaparsa, artık o kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, yine kendi aleyhinedir. Zaten senin Rabbin kullara gaddar değildir." A- "Kim sâlih amel yaparsa, artık o kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, yine kendi aleyhinedir." Yani kim ilâhî kitaplara îmân edip onların gereklerini uygularsa, artık o kendi nefsi lehine yapmış olur; onun faydası, başkasına değil, kendi nefsine olur. Kim de kötülük yaparsa, onun zararı da, başkasına değil, ancak kendisine dokunur. B- "Zaten senin Rabbin kullara gaddar değildir." Bu cümle, makablinin mefhumu için açıklayıcı bir zeyil olup iyilik yapanlara mükâfat verilmemesinin ve kötülük yapılmadan azap edilmesinin veya başkasının kötülüğü yüzünden bir başkasına azap edilmesinin, Allah'tan sâdır olması imkânsız olan zulüm olduğu fikri üzerine binâ edilmektedir. Al-i İmrân ve Enfâl sûrelerinde bu konuda tahkik ve tafsilat verilmişti. 47"Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek ancak Allah'a havale edilir. O'nun bilgisi dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz ve hiçbir dişi hamile kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: "ortaklarım nerede?" diye seslendiği zaman: "Buna dâir Bizden hiçbir şahit olmadığını sana arzederiz!" diyecekler." A- "Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek ancak Allah'a havale edilir. O'nun bilgisi dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz ve hiçbir dişi hamile kalmaz ve doğurmaz." Yani kıyametin ne zaman kopacağı sorulduğunda: "Allah bikir", yahut "onu Allah'tan başkası bilmez" denir. B- "Allah (celle celâlühü) onlara: "ortaklarım nerede?" diye seslendiği zaman: "buna dâir bizden hiçbir şahit olmadığım sana arzederiz!" diyecekler." Yani Allah onlara: "Sizin iddianıza göre, ortaklarım olarak kabul ettiğiniz şeyler nerede?" diye seslendiği zaman... Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Benim ortaklarım olduklarım, iddia ettiğiniz şeyleri çağırın. .." (Kehf: 52) Bu ilâhî çağrı, onlar için istihza ve tahkir anlamını taşımaktadır. İşte Allah (celle celâlühü) onlara böyle seslendiği zaman onlar da diyeceklerdir ki: Şimdi onlarin, senin ortakların olduklarına dâir şahitlik edecek hiç kimse olmadığını sana arz ederiz. Zîrâ biz burada gerçek durumu görünce, onlardan ilgimizi kestik; artık içimizden seni tevhîd etmeyen hiçbir kimse kalmadı. Yahut dünyada ortakların olduklarını iddia ettiğimiz şeyleri hiçbirimiz göremiyoruz. Çünkü hepsi onlardan kaybolmuşlardır. Yahut bu söz, müşriklerin, Allah'a (celle celâlühü) ortak koştukları şeylerin sözleridir. Yani bizim içimizden onların haklı olduklarına dâir şahitlik edecek hiç kimse yoktur. 48"Ve önceleri tapar oldukları şeyler, şimdi onlardan yitmiştir. Onlar da kurtulmak için kaçacak yerleri olmadığım anlamışlardır." Yahut önceleri taptıkları şeylerin kendilerine hiçbir faydası olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu itibarla o şeylerin hazır bulunması da, kaybolmaları gibi sayılır. 49"Şu insan menfaat istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokundu mu, artık bir meyustur, bir umutsuzdur." Bu kelâm da, bir cinsin ekseri fertlerinin vasfını bütün cinse teşmil etmek kabilindendir. Zîrâ Allah'ın rahmetinden umut kesmek, ancak kâfirden sâdır olmaktadır. Nitekim bundan sonra sarahatle belirtilmektedir. 50"Yemin olsun ki, kendisine dokunan kötülükten sonra tarafımızdan ona bir rahmet tattırdık mı, hiç şüphesiz: "Bu benim hakkımdır; kıyametin kopacağını da sanmıyorum; Rabbime döndürülmüş olsam bile, hiç şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır" der. Biz de hiç şüphesiz kâfirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve hiç şüphesiz pek ağır bir azaptan onlara tattıracağız." A- "Yemin olsun ki, kendisine dokunan kötülükten sonra tarafımızdan ona bir rahmet tattırdık mı, hiç şüphesiz: "Bu benim hakkımdır; kıyametin kopacağını da sanmıyorum; Rabbime döndürülmüş olsam bile, hiç şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır" der." Bu sözleri, onun yanlış itikadını yansıtmaktadır; ona göre dünyada eriştiği nimetler, onlara lâyık olduğundan dolayıdır ve âhiret nimetleri de öyle olacaktır. B- "Biz de hiç şüphesiz kâfirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve hiç şüphesiz pek ağır bir azaptan onlara tattıracağız." Yani kâfirlerin amellerinin gerçek suretlerini göstereceğimiz zaman, onların amellerini kendilerine haber vereceğiz. Bu konunun izahı, A'râf: 8. âyet ile Yûnus: 23. âyetinin tefsirinde geçti. 51"Biz insana nimet verdik mi, şükürden yüz çevirir ve hepten uzaklaşır. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, bol duanın sahibidir." Yani Biz, insana nimet verdik, mi, kibir ve azamet taslayarak alıp basım gider ve tamamen uzaklaşır. Belki de bu hal, meyus ve umutsuz oldukları anlatılanlardan başka bir grubun halidir. Yahut bazı vakitlerde, hepsinin halidir. 52"Ey Resûlüm! De ki: Pekiyi, eğer bu Kur’ân, Allah katından gelmiş de, sonra siz onu inkâr etmiş iseniz, söyleyin bana, haktan uzak bir ayrılığa düşen kimseden daha sapkın kim vardır?" Yani bana söyler misiniz? Eğer bu Kur’ân Allah katından gelmiş de, ona îmân etmeyi gerektiren bunca kuvvetli deliller varken, siz onu inkâr etmiş iseniz, sizden daha saplan kim vardır? 53"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân'ın (yahut İslamın, yahut tevhidin) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" A- "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’ânin (yahut islamın, yahut tevhidin) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun." Kur’ân'ın Allah katından olduğuna kesin olarak delâlet eden âfâk delillerinden murat, Peygamberimizin, gelecek, hâdiseler ve geçmişte inen afetler hakkında verdiği haberlerin, kendisine ve halifelerine Allah'ın müjdelediği fetihlerin ve dünyanın ufuklarindaki galibiyet ve doğu ile batı ülkelerinin istilasının harikulade bir şekilde aynen gerçekleşmesidir. Kendi nefislerındeki deliller ise, Mekke halkında meydana gelen ve onların başına gelen hâdiselerdir. İbn Abbâs diyor ki: "Afaktaki deliller, eski ümmetlerin yurtlarındaki tarihî eserleridir. Kendi nefislerındeki delil ise, Bedir savaşında gördükleridir." Mücâhid, Hasen ve Süddî diyorlar ki: "Afaktaki deliller, Peygamberimiz ile müslümanların fethettikleri kentlerdir. Nefislerindeki delil de, Mekke fethidir." Diğer bir görüşe göre ise, âfâktakiler, göklerin ve yerin ufuklarındaki güneş ve ay ile onların vasıtasıyla oluşan gece, gündüz, aydınlık, gölge, karanlıklar, bitkiler, ağaçlar ve ırmaklardır, Nefislerındekiler de, ceninlerin, rahimlerin karanlığında yaratılmasındaki eşsiz ince sanat, hârika hikmet ve uzuvlarının ihdası ile terkıplerindeki mükemmeliyettir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "ve nefislerındekiler de. Yine de basiretinizi kullanmayacak mısınız?" (Zâriyât: 21) B- "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" Bu kelâm, onların, Kur’ân'ın şânında tereddüt ve mat gösterip Allah'ın haber vermesiyle yetinmeyerek mucizelerin gösterilmesine ihtiyaç duymalarından dolayı kendilerini kınamaktadır. Yani Kur’ân'ın hak olduğunu gösteren o vaat edilen deliller olmadan da, Allah'ın her şeye şahit olarak bunu haber vermesi yetmez mi? Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın âfâkta ve nefislerinde göstereceğini vaat ettiği âyetleri onlar ileride görecekler ve onlar o zaman Kur’ân'ın, her şeye şahit olan Allah tarafından indirildiğim açıkça anlayacaklardır. Başka bir görüşe göre ise, yani şu sana yetmez mi ki, Allah, diğer şeyleri tahakkuk ettirdiği gibi, her şeye şahit olarak, vaat ettiği âyetleri izhar etmek suretiyle senin işini de tahakkuk ettirecektir. Ancak bu görüş, Peygamberimizin, mezkûr vaadin gerçekleşmesinde tereddüdünü ifade ettiği için onun yüce şânına yakışmadığı gibi, bu görüşü bundan sonraki âyet de reddetmektedir. Çünkü bundan sonraki âyet bildiriyor ki, bunun yetmemesi o kâfirlere göredir. 54"Haberiniz olsun ki, Rablerine kavuşma konusunda büyük bir şüphe içindedirler. Haberiniz olsun ki, Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır." Yani o kâfirler, tekrar dirilip Rablerinın huzuruna çıkmak ve ceza görmek konusunda büyük bir şüphe içindedirler. Allah'ın ilmi., mücmel olarak da, tafsilatıyla da, zâhırleriyle de, batuılariyla da bütün eşyayı kuşatmıştır. Binâenaleyh O'na hiçbir şey gizli kalmaz ve O, mutlaka onların küfür ve büyük şüphelerinin cezasını verecektir. Resûlüllah'tan rivâyet olunduğuna göre buyumyor ki: "Bir kimse, Fussilet sûresini okursa, Allah, onu her bir harfine karşılık on sevap verir." Allahu alem / Allah cümlemizden iyi bilir. |
﴾ 0 ﴿