ŞÛRA SÛRESİMekke'de nazil olan bu sûre, 53 âyettir. 1"Hâ, Mîm." 2"Ayn, Sin, Kâf." Bu kelimeler, sûrenin iki adıdır, İşte bundan dolayı bu kelimeler, iki âyet sayılarak aralarına fasıla konulmuştur. Diğer bir görüşe göre ise, kelimelerin tamamı, bir tek isimdir. 3"Azîz ve hakim olan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere işte böyle vahyeder." Bu âyet, bu sûrenin içeriğinin de, tevhide davet ve hakka irşad konusunda, eski peygamberlere indirilmiş olan diğer semavî kitapların içeriklerine tamamen uygun olduğunu tahkik etmektedir. Yahut sûrenin adı belirtildikten ve şânının büyüklüğüne dikkat çekildikten sonra bu âyet, sûrenin vahiy edilmesi, de, diğer semavî kitapların vahiy edilmesi gibi olduğunu bildirmektedir. Yani bu sûrede tevhide davet, hakka irşad ve kulların dünyevî ve uhrevî maslahatları sana vahiy edildiği gibi, diğer sûrelerde de sana ve senden önceki peygamberlere de onlara indirilmiş olan kitaplarda aynı hakikatler vahiy edilmiştir. Yahut diğer sûrelerde ve eski peygamberlere indirilmiş olan semavî kitaplarda melek vasıtasıyla vahiy edildiği gibi, bu sûre de yine melek, vasıtasıyla sana vahiy edilmiştir; yoksa bu vahiy, o vahiylerden farklı değildir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Şüphesiz Biz, Nuh'a vahiy ettiğimiz gibi sana da vahiy ettik." (Nısâ: 163) Bu kelâmda sûrenin içeriğinin, kendisine teşbih yapılan kısım kılınması, keza burada Allah'ın Azîz ve hakim olarak vasifiandırılması, sûrenin tazimini açıkça bildirmektedir. 4"Bütün göklerdeki ve yerdeki her şey ancak O'nundur; O, Aliyy'dir (yücedir), Azimdir (uludur)." Bu kelâm, Allah'ın eşsiz izzet ve sonsuz hikmetini beyân etmektedir. 5"Neredeyse gökler üstlerinden yarılacak! Melekler de Rablerini tesbih ediyorlar ve yerdekiler için istiğfar ediyorlar (bağışlanma diliyorlar)." Haberiniz olsun ki, Allah, gafurdur, rahîmdir. A- "Neredeyse gökler üstlerinden yarılacak!" Yani Allah'ın azametinden, Diğer bir görüşe göre de, Meryem sûresinde de belirtildiği gibi, Allah'a çocuk isnâd etmelerinden (İsa, Allah'ın oğludur, demelerinden), gökler, nerdeyse üstlerinden yarılacak. Yani önce gökler onların başına yıkılacak, sonra da yer... Çünkü yerde sâdır olan o çirkin kelime, gökleri sarsüğma göre, yeri haydi haydi sarsar. B- "Melekler de Rablerini tesbih ediyorlar ve yerdekiler için istiğfar ediyorlar (bağışlanma diliyorlar)." Yani melekler, Allah'a hamd ederek onu, kendisine yakışmayan sıfatlardan tenzih ederler ve yerdekiler için, bağışlanmalarını gerektiren şefaat, ilham, ibâdete yaklaştiran sebeplerin tertibi ve kâfirin imâna gelmesi, fâsıkın da tevbe etmesi umuduyla cezanın tehirini gerektiren sebeplerin tertibi için çalışırlar. Meleklerin bu istiğfarı, mü’minleri de, kâfirleri de kapsamaktadır. Hattâ eğer istiğfar, beklenen zararı önlemek için çalışmak olarak tefsir edikrse, bu istiğfar, bütün canlıları ve hatta cansızları da kapsamaktadır. Ama eğer "Mü’minler için istiğfar ederler (bağışlanma dilerler)." (Mü'min: 7) âyetinde olduğu gibi, istiğfar, yalnız mü’minlere tahsis edikrse, o zaman istiğfarlarından murat, şefaat olur. C- "Haberiniz olsun ki, Allah, gafurdur, rahimdir." Zîrâ her mahlûkun, mutlaka Allah'ın rahmetinden büyük bir payı vardır. Bu kelâm, birinci görüşe göre (göklerin, Allah'ın azametinden yarılması), Allah'ın azameti için ilâve bir açıklamadır. İkinci görüşe göre (Allah'a çocuk ısnâd etmelerinden göklerin yarılması) ise, Allah'ın, Ehl-i Kitâb tarafından kendisine isnâd edilenlerden son derece münezzeh olduğunu beyân etmektedir. Yine bu kelâm delâlet ediyor ki, o çirkin sözlerinden dolayı, âcil bir cezaya uğratılmamaları, meleklerin, onlara mağfiret dilemeleri ve Allah'ın sonsuz rahmet ve mağfireti sebebiyledir. O halde bu kelâm, Allah'ın, meleklerin istiğfarını kabul buyurduğuna ve talep ettikleri mağfirete ilâve olarak bir de rahmet bahşettiğine işaret etmektedir. 6"Allah'tan başka veliler (dostlar) edinenler yok mu, işte onları dâima Allah gözlemektedir. Zaten sen onların üzerine bir vekil değilsin." Yani Allah'a ortaklar ve eşler koşanlar yok mu, işte Allah, onların hallerini ve amellerini her zaman gözlemektedir ve onları bundan dolayı cezalandıracaktir. Sen, onlar için vekil olarak vazifelendirilmedin; senin vazifen ancak uyarmaktan ibarettir. 7"Şehirlerin anası olan Mekke halkını ve çevresindekileri uyarasın, kendisinde hiç şüphe olmayan o toplama gününden korkutup uyarasm diye işte sana böylece Arapça bir Kur’ân vahyeyledik, insanların bir fırkası Cennettedir; bir fırkası da çılgın alevli Cehennemdedir." A- "Şehirlerin anası olan Mekke halkını ve çevresindekileri uyarasm, kendisinde hiç şüphe olmayan o toplama gününden korkutup uyarasm diye işte sana böylece Arapça bir Kur’ân vahy eyledik." Toplama günü, kıyamet günüdür. Zîrâ o gün bütün mahlûklar toplanmaktadır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "O toplama günü Allah sizi toplayacaktır." (Teğabün: 9) Diğer bir görüşe göre ise, o gün ruhlar ve cisimler toplanacaktir. Bir diğer görüşe göre ise, ameller ve amel sahipleri toplanacaktır. B- "insanların bir fırkası Cennettedir; bir fırkası da çdgm alevk Cehennemdedir." Zîrâ kıyamet günü insanlar önce hesap yerinde toplanırlar; hesaptan sonra da iki fırkaya ayrılırlar. 8"Allah dileseydi, insanları elbette bir tek millet yapardı. Fakat o, dilediğini rahmetine eriştirir; zâlimler ise, onlar için hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur." Yani Allah (celle celâlühü) dileseydi, insanları hidâyette, yahut dalâlette bir tek millet yapardı. İşte İbn Abbâsin (radıyallahü anh): "Allah, dileseydi, hepsini bir din üzerinde toplardı" şeklindeki sözünün mânâsı da budur. Hiç şüphe yok ki, Allah'ın, rahmetine eriştirme iradesi ile azabına uğratma iradesi de, iki fırkadan her birinin, gideceği yere lâyık ve müstahak olmasına bağlıdır. İşte "Zâlimler ise..." cümlesi de, bildiriyor ki, azaba uğratılanların bu uğratılmalan, Allah tarafından olmayıp fakat kendi kötü tercihlerinin gereğidir. Yoksa bazılarının dediği gibi, tehditteki mübalağa için böyle ifâde edilmiş değildir. Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah dileseydi, bütün insanları mü’min yapardı. Nitekim Mukatil de: "Yani dileseydi, insanları İslam dini üzerinde toplardı" demiştir. Nitekim başka âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Eğer Allah dileseydi, insanları hidâyet üzerinde toplardı." (En'âm: 35), "Eğer Biz dileseydik, her nefse hidâyetini verirdik." (Secde: 13) Yani eğer Allah, kudret iradesiyle dilemiş olsaydı, bütün insanları imâna icbar edebilirdi, fakat hikmeti iradesiyle dilemiş; insanları mükellef kılmış ve onların durumlarını kendi tercihleri üzerine binâ etmiştir ki, mü’minleri rahmetine dâhil eylesin ve zâlimleri de velisiz ve yardımcisiz bıraksın. Ancak malumun olduğu üzere, "Eğer Allah dileseydi, bütün insanları mü’min yapardı" mânâsı verildiği takdirde, "Fakat o, dilediğini rahmetine eriştirir" istisnası, ona münasip düşmez; çünkü o takdirde bütün insanlar Allah'ın rahmetine dâhil olmuş olur. Bu itibarla nazm-ı kerimin siyak ve sibakının gereği olan, Allah'ın dilemesi takdirinde bütün insanların, küfürde birleşmeleri mânâsıdır. Nitekim: "İnsanlar bir tek ümmet idi, sonra Allah, peygamberleri gönderdi." (Bakara: 213) âyetinden kastedilen de, mezkûr iki vecih ten biri olup bu insanlardan, İdris Peygamberden sonraki fetret devri ile Nuh peygamberden (aleyhisselâm) sonraki fetret devri insanları kastedilmektedir. Şu halde murat olan mânâ şöyledir: Allah, dileseydi, insanları, küfür üzerinde ittifak etmiş bir tek millet yapardı; kıyamet günü ve onda olacak korkunç haller ile kendilerini korkutup uyaracak peygamberler göndermezdi. Böylece onlar, içinde bulundukları küfürde kalırlardı. Fakat Allah, dilediğini rahmetine dâhil eder. Bunun için de, hepsine uyarıcilaı gönderir. Sonunda bazıları uyarlardan etkilenip tercihlerini hak yönünde kullanır; Allah da, onları îmân ve itaate muvaffak lalar ve onları rahmetine eriştirir. Diğer bazı insanlar da, uyarılardan etkilenmez ve sapkınlıklarını sürdürürler, işte onlar, zâlimlerdir. Böylece onlar, dünyada içinde bulundukları küfürde kalırlar ve âhirette, kendilerine sahip çıkacak bir velileri ve onları azaptan kurtaracak yardımcıları olmaksızın, Cehenneme sürülürler. 9"Yoksa onlar, Allah'tan başka veliler (dostlar) mi edindiler? Halbuki veli yalnız Allah'tır. Ölüleri de ancak O diriltir ve O, her şeye Kadirdir." Yani onlarin bu şekilde veli edinmeleri, hiçbir şey ifâde etmez; çünkü onlar, putları veli edinmiş oluyorlar. O putların, kendileri için gerçek veli olmaları îse, en bariz imkânsızlardandır. Ölüleri ancak Allah dirilttiğine göre ve her şeye kadir olan da, o olduğuna göre, veli edinilmeye lâyık yegâne O'dur. O halde onlar da, yalnız O'nu veli edinmelidirler. 10"Hakkında ayrılığa düştüğünüz her hangi bir şeyin hükmü, yalnız Allah'a mahsustur. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. Yalnız O'na tevekkül ettim ve yalnız O'na yönelirim." A- "Hakkında ayrılığa düştüğünüz her hangi bir şeyin hükmü, yalnız Allah'a mahsustur, " Bu kelâm, Resülullah'ın, mü’minlere söylediklerinin hikâye edilmesidir. Yani din işlerinde kâfirlerin size muhalefet edip de, onlarla ayrılığa düştüğünüz konularda hüküm, Allah'a mahsustur. Bu hüküm, haklıların mükâfâtiandırılmasi ve bâtılcılann da cezalandırılmasıdır. B- "işte bu Allah, benim Rabbimdir. Yalnız O'na tevekkül ettim ve yalnız O'na yönelirim." Yani işte yegâne hâkim ve şânı pek yüce olan Allah, benim Rabbim ve mâlikimdir. Ben bütün işlerimde hassaten O'na tevekkül ederim ve beni sıkıntıya düşüren bütün zor işlerimde yalnız O'na yönekrim. Diğer bir görüşe göre ise, yani sizin ihtilâf ve ayrılığa düştüğünüz dâvalarda Resülullah'ın hakemliğine başvurun ve onun hükmüne başkasının hükmünü tercih etmeyin. Bir diğer görüşe göre ise, yani izahında ayrılığa düştüğünüz ve kafanızı karıştıran bütün konuların beyânı için, Allah'ın Kitabına ve Resûiullahln zahir sünnetine başvurun. Başka bir görüşe göre ise, ruh bilgisi gibi sizin mükellefiyetlerinizle ilgili olmayan konulardan ayrılığa düştüğünüz ve anlama imkânınız bulunmayan meseleler karşısında "Allahu a'lem/Allah cümlemizden iyi bilir!" deyin. Bunun, içtihada hamledilmesi mümkün değildir; çünkü Resûlüllah'ın huzurunda içtihat etmek caiz değildir. 11"O, bütün gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden eşler, evcil dört ayaklı hayvanlarda da eşler var etti. Sizi bu sûrede üretmektedir. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Yegâne semi' (her şeyi işiten) ve basîr (her şeyi gören) O'dur." Yani Allah, sizin yararınıza evcil dört ayaklı hayvan cinslerini, yahut onları erkek ve dişi olarak yaratmıştır. Bu hârika tedbirlerde Allah'ın benzeri yoktur. O, her şeyi işiten ve her şeyi görendir. 12"Bütün göklerin ve yerin anahtarları yalnız O'nundur. O dilediğine rızkı bol verir; dilediğinin rızkını da kısar. Çünkü o, her şeyi bilendir." Yani bütün göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları yalnız Allah'ındır O, üstün hikmetler üzerine binâ edilmiş olan iradesinin gereği olarak, dilediğine rızkı bol verir ve dilediği kimsenin rızkım da kısar. O'nun ilmi, her şeyi tamamıyla kuşattığı için, her şeyi gereği gibi yapar. 13"O, dinden, Nuh'a tavsiye (emir) ettiğini, sana vahy eylediğimizi de, İbrâhîm'e, Mûsa'ya ve İsa'ya: "Bu dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!" diye tavsiye (emir) ettiği şeyi size de din kılmıştır. Allah, dilediğini seçip bu dine çeker ve kendisine yönelenleri hidâyete erdirir." A- "O, dinden, Nuh'a tavsiye (emir) ettiğini, sana vahyeylediğimizi de, İbrâhîm'e, Mûsa'ya ve İsa'ya; "Bu dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!" diye tavsiye (emir) ettiği şeyi size de din kılmıştır." Allah (celle celâlühü) bu kelâmiyla bildiriyor ki, müslümanlara dinin icapları kıldığı hususlar, kâmil ilim ve hikmetten sâdır olmaktadır. Bu dînin icaplarını, eski peygamberlere isnâd buyurması da, bunun, eski peygamberlerin de, üzerinde ittifak ettikleri kadîm bir din olduğuna dikkat çekmek içindir. Bu hitap, Peygamberimizin ürnmetinedir. Yani din olarak size emrettiği şeyler, Nuh peygambere ve ondan sonra gelen şeriat sahibi ve ülü'l azm olan diğer meşhur peygamberlere de kesin olarak emir buyurduğu şeylerdir. Burada özellikle bu peygamberlerin zikredilmesi, sânlarının daha yüce olmasından dolayı ve bir de, kâfirlerin gönüllerini celp etmek içindir. Çünkü bütün kâfirler, bu peygamberlerden bazılarının peygamberliğinde ittifak ederler; Mûsâ peygamber hakkinda ise Yahudiler ve İsâ peygamber hakkında da Hıristiyanlar diğerlerinden ayrılmaktadır. Yoksa müslümanlara emredilen tevhîd ve milletlere ve asırlara göre değişmeyen kaideler ve hükümler gibi İslam dininin diğer esasları, bütün peygamberlere de emredilmiştir. Nitekim âyette kullanılan tavsiye kelimesinden de anlaşılmaktadır. Zîrâ tavsiye, emrin kesin ve kuvvetli olmasını ve emir konusu hususların önemini ifâde etmektedir. Burada, Allah'ın, Peygamberimize vahiy buyurmasından murat, "işte sana böylece Arapça vahiy eyledik." (Şûra: 7) âyetinde belirtilendir. Yahut bunu da, diğer yerlerdeki vahiyleri de kapsayan genel bir mânâdır. Nitekim diğer bazı âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Sonra sana, hanîf (bâtıla itibar etmeyip hakka yönelen) İbrâhîm dinine uy! Diye vahiy ettik." (Nahl: 123), "De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, fakat bana: Sızın ilâhınız bir tek ilâhtır! Diye vahiy olunmaktadır." (Kehf: 110) vs. Âyette Hazret-i Nûh tavsiyesinin önce zikredilmesi, onlara din olarak emredilenin, kadîm bir din olduğunu önceden bildirmek içindir. Bu dini doğru tutun: yani Allah'ın tevhidi, itaati, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve mü’min sayılmak için gerekli olan diğer hususlara îmân etmekten ibaret olan İslam dininin erkânını doğru tutun ve dini, bâtıllardan koruyun! Yahut ona hep bağlı kalın ve bu uğurda büyük gayretler harcayın. Ve onda ayrılığa düşmeyin: Yani dinin usûlü (temel esasları) hakkında ayrılığa düşmeyin! demektir; yoksa asırlara göre değişen dinin furûu (teferruat meseleleri) hakkında ayrılığa düşmeyin! demek değildir. Nitekim "Sizden her bir ümmet için ayrı bir şeriat ve yol koyduk." (Mâide: 48) âyeti de bu hakikati ifâde etmektedir. Kendilerini çağırdığın bu din, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşanlara ağır geldi. Burada, onlara, dosdoğru dinden kendilerine emredilen bazı hususların beyânına geçilmektedir. Yani onları çağırdığın tevhîd ve putlara tapmanın terki, Allah'a ortak koşanlara ağır ve zor geldi ve onu imkânsız gördüler. Nitekim şöyle demişlerdi: "Muhammed, bunca ilâhları bir tek ilah mı yaptı? Hiç şüphesiz bu, pek tuhaf bir şeydir." (Sâd: 5) B- "Allah, dilediğini seçip bu dine çeker ve kendisine yönelenleri hidâyete erdirir." Bu kelâm delâlet ediyor ki, o kâfirlerden bir kısmı, bu davete icabet edecektir. Yani ey Resûlüm! Senin dine davet ettiğin insanlardan tercihini hak yönünde, kullananlardan dilediğini seçip buna çeker ve kendisine yönelenleri, tevfik ve lutfuyle hidâyete erdirir. 14"Onlar, kendilerine hak bilgiler geldikten sonra, sadece aralarındaki, çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinin, azaplarını belli bir vakte değin erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında muhakkak hüküm verilip iş bitirilirdi. Onlardan sonra kendilerine kitap verilmiş olanlar da onun hakkında kararsızlığa iten bir şüphe içindedirler." A- "Onlar, kendilerine hak bilgiler geldikten sonra, sadece aralarındaki, çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinin, azaplarını belli bir vakte değin erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında muhakkak hüküm verilip iş bitirilirdi." Bundan önce şirk ehlinin ahvaline icmalî olarak işaret edüdikten sonra burada da, Ehl-i Kitabın ahvalinin beyânına başlanmaktadır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Bunlar, Yahudiler ile Hıristiyanlardır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Kendilerine kitap verilenler, ancak o açık delil, kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler." (Beyyine: 4) Yani onlar, Resûlüllah'ta ve Kur’ân'da, kendi kitaplarında gördükleri gibi hak vasıfları ve delilleri görüp İslam dininin hakkaniyetine dâir bilgiler, yahut Resülullah'ın peygamberliğine dâir hak bilgiler kendilerine geldikten sonra, davet edildikleri ve bazılarının îmân ettiği gibi îmân etmedikleri bu din hakkında, bir şüpheleri olduğu için değil, sadece çekememezlik, hamiyet ve riyaset talebi yüzünden ayrılığa düştüler. Ey Resûlüm! Eğer Rabbinin, onların azabını kıyamet gününe erteleme vaadi olmasaydı, aralarında muhakkak hüküm verilip tamamen yok edilirlerdi. Çünkü onların cinayetleri bu cezayı gerektirmektedir. B- "Onlardan sonra kendilerine kitap verilmiş olanlar da onun hakkında kararsızlığa iten bir şüphe içindedirler." Bundan önce Ehl-i Kitabın küfrünün nasıl olduğu beyân edildikten sonra burada da, müşriklerin, Kur’ân'ı nasıl inkâr ettikleri beyân edilmektedir. Yani Ehl-i Kitaba kitapları verildikten sonra kendilerine Kur’ân verilmiş olan bu müşrikler ise, hakkaniyetini anladıktan sonra sadece çekememezlik ve kibir için îmân etmeyen Ehl-i Kitâb gibi değil, fakat onlar, Kur’ân hakkında kararsızlığa iten büyük bir şüphe içinde bulunmaktadırlar. Bir görüşe göre, ayrılığa düşenler, eski peygamberlerin ümmetleri olup bu ayrılıktan murat, ayrılığa düşmenin, dalâlet ve fesat olduğunu ve peygamberlerin lisanıyla, hakkında ceza vaadi bulunduğunu bildikleri halde, (kendilerine hak bilgiler geldikten sonra) peygamberlerinden sonra ayrılığa düşen bütün ümmetlerin ayrılığıdır. Ancak "Eğer Rabbinin, azaplarını belli bir vakte değin, erteleme sözü olmasaydı..." cümlesi reddetmektedir. Yine başka bir görüş olarak da denilir ki; Allah, tufan ile yeryüzü sakinlerini helâk ettikten sonra insanlar, bir tek ümmet olarak mü’min idiler. Nihayet babalar öldükten sonra evlatlar kendi aralarında ayrılığa düştüler, işte o zaman Allah, peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi ve onlara hak bilgileri ulaştı. Onlar ise, sadece çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Bu görüş de, önceki' gibi, anılan "Eğer Rabbinin..." cümlesiyle reddedilmektedir. Çünkü mezkûr ümmetlerden meşhur olanlar, kendilerine mühlet verilmeksizin, toptan yok edildiler. Bir de, bu nazm-ı kerimin siyakı, bu ümmetin ahvalini beyân etmek icmdir. Eski peygamberlerin zikredilmesi ise, bu ümmete emredilen dînin, o büyük peygamberlerin, üzerinde ittifak ettikleri kadîm bir din olduğunu tahkik etmek için ve ikâmesinin lüzumunu pekiştirmek, onda ayrılığa ve ihtilafa düşmekten de şiddetle caydırmak içindir. Bu itibarla o eski peygamberlerin ümmetlerinin ayrılığını beyân etmek meselesine girmek, anılan maksada halel getirmek vehmini doğurabilir. 15"İşte bundan dolayı sen de tevhide çağır ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine de uyma ve de ki: ben, Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılacak bîr konu yoktur. Allah hepimizi bîr araya toplayacaktır. Zaten son dönüş ancak O'nadır." A- "işte bundan dolayı sen de tevhide çağır ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." Yani zikredilen ayrılıktan ve kararsız bırakan şüpheden dolayı, yahut Allah, size, yarışmaya değer o dosdoğru kadîm dini emrettiğinden dolayı sen de, bütün insanları bu dinin icaplarını ikâme etmeye çağır. Çünkü onların ayrılığa düşmeleri, onların kararsızlık veren bir şüphe içinde olmaları ve Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) lisanıyla bu dinin onlara emredilmesi, bu dine davet: etmenin ve davet emrinin, sebebidir. Âyetteki işaret (işte bundan dolayı), mezkûr tavsiye, dini ikâme emri ve tefrika yasağı için değil ki, tekrar şaibesi vehmedilebilsin. Diğer bir görüşe göre ise, anılan işaret, dosdoğru dinin kendisi içindir. Buna göre, sen de, o dosdoğru dine çağır ve onun üzerinde ve ona davette sana vahiy edildiği gibi dosdoğru ol! demektir. B- "Onların heveslerine de uyma ve de la: "Ben, Allah'ın indirdiği Kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim, de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılacak bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Zaten son dönüş ancak O'nadır." Yani onların bâtıl (faydasız) heveslerine de uyma ve de ki: Ben, Allah'ın indirdiği kitapların bazısına îman edip bazısını inkâr edenler gibi değil, o kitapların hepsine inandım. Bu kelâm, hakkı tahkik etmekte; bütün semavî kitapların usûlda (temel kaidelerde) ittifak ettiklerini beyân etmekte; Ehl-i Kitap olanların gönüllerini celp etmekte ve onlara tarizde bulunmaktadır. Semavî kitaplara îmân etmenin nasıl olduğu, Bakara sûresinin sonunda geçti. C- "Ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum." Yani dinî hükümlerin tebliğinde ve muhakemeler ile davalarda karar verirken aranızda adaleti gerçekleştirmekle emir olundum. Diğer bir görüşe göre ise, kendimi sizinle eşit tutmakla emir olundum; yapmadığım bir şeyi size emretmemekie, size yasakladığım şeylerde size muhalefet ederek, onları yapmamakla ve büyükleriniz île küçükleriniz arasında ayrım yapmamakla emir olundum. D- "Allah (celle celâlühü), bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbimzdir." Yani o, hepimizin yaratanı ve işlerinin mütevellısidır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir: . Yani bizim amellerimizin karşılığı mükâfat olsun, azap olsun, başkasına geçmez; yalnız bize aittir ve sizin amellerinizin sonuçları da, sizden başkasına geçmez ki, biz sizin iyiliklerinizden istifâde edelim ve sizin kötülüklerinizden zarar görelim. E- "Aramızda tartişdacak bir konu yoktur." Yani aramızda tartışma ve husumet yoktur. Çünkü hak, tamamen ortaya çıkmıştır ve tartışmaya gerek kalmamıştır ve kibir taslamaktan başka muhalefetin de bir gerekçesi kalmamıştır. F- "Allah (celle celâlühü) hepimizi bir araya toplayacaktır. Zaten son dönüş ancak O'nadır." Yani Allah (celle celâlühü) kıyamet günü hepimizi toplayacaktır. Zaten son dönüş yalnız Allah'dır. İşte o zaman bizim hakimiz de, sizin hâliniz de meydana çıkacaktır. Gördüğünüz gibi bu ilâhî bitap, cevap makamında hacız (rezerve) koymak kabilindendir; yoksa muharebe yerlerinde mütareke kabilinden değildir ki, kıtal (savaş) âyeti ile nesih edildiği söylensin. 16"Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, rableri katında hiçtir; hem de onlara büyük bir gazap ve onlar için çetin bir azap vardir." Yani Allah'ın (celle celâlühü) dinine yapılan davet, insanlar tarafından kabul görüp insanlar bu dine girdikten sonra, yahut Allah, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) duasını kabul buyurup onu yardımıyla destekledikten sonra, yahut Ehl-i Kitap, Peygamberimiz gönderilmeden önce ilâhî davete icabet edip onun peygamberliğini ikrar ederek kâfirlere karşı onun vasıtasıyla zafer umduktan sonra, Allah'ın dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri boştur, hiçtir; asla delil, sayılmaz. Şöyle ki: Yahudiler ve Hıristiyanlar, delil olarak mü’minlere diyorlardı ki; bizim Kitabımız, sizin Kitabınızdan öncedir; bizim Peygamberimiz de sizin peygamberinizden öncedir; biz sizden hayırlıyız ve hak, sizden önce bizimdir. İşte hak, açıkça ortaya çıktıktan sonra onlar, kibirlerinden dolayı hakka karşı durdukları için, onlara büyük bir gazap ve tarif edilemeyecek kadar çetin bir azap vardır. 17"Allah, O'dur ki, Kitabı ve mizanı (şeriati, adaleti, teraziyi) hak olarak indirmiştir. Ey Peygamberim! Ne biliyorsun, belki de kıyamet yakındır." A- "Allah, O'dur kı, Kitabı ve mizanı (şeriati, adaleti, teraziyi) hak olarak indirmiştir." Yani Allah, bütün semavî kitapları, içerdikleri hükümler ve haberler itibarıyla hak olarak indirmiştir. Yahut Allah, bütün ilâhî kitapları, hak olan itikatlar ve hükümlerle indirmiştir. Yine, Allah, hukukun ölçüsü olan ve insanlar arasındaki eşitliği düzenleyen şeriati, yahut adaleti, adalet emrini, yahut teraziyi indirmiştir. B- "Ey Peygamberim! Ne biliyorsun, belki de kıyamet yakındır." Yani kıyametin kopması, belki de yakındır. Yahut yeniden diriliş, belki de hemen gelmek üzeredir. O halde amellerin tartıldığı ve karşılıklarının tam olarak verildiği gün, ansızın gelmeden önce, sen Kitaba uy, onunla amel et ve adaletten hiç ayrılma! 18"Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler; inananlar ise, onun hak olduğunu bilerek ondan titrerler. Haberiniz olsun ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler." Yani kıyamete inanmayanlar, inkâr ve istihza olarak, onun çabuk gelmesini isteyip diyorlardı ki; kıyamet ne zamandır? Keşke hemen kopsa da, hak, ortaya çıksa; bakalım, bizim yolumuz mu hak, yoksa Muhammed ile ashabının yolu mu hak! Kıyamete inananlar ise, onun mutlaka gerçekleşeceğini bilerek, mükâfat umdukları için onu çok önemsemekle beraber ondan çok korkarlar. 19"Allah, kullarına lütufkârdır; dilediğinin rızıkını verir. Zaten yegâne kaviyy ve azîz O'dur." Yani Allah, kullarına son derece iyilik edip akıl ve fikirlerin erişemediği çeşitli lütuflarda bulunmaktadır; dilediğinin rızıkını dilediği gibi vermektedir. Böylece üstün hikmetine binâen, her kuluna farklı nimetler ihsan etmektedir. Allah, her şeye yegâne kadir ve galibtir; mağlup olması imkânsızdır. 20"Kim âhiret sevabını istiyorsa, onun sevabını arttırırız; kim de dünya kazancını istiyorsa, ona da ondan veririz; âhirette ise bir nasibi yoktur." Yani lam amelleriyle âhiret sevabını istiyorsa, onun sevabını arttırırız; bire karşı "ondan yedi yüze ve daha fazlasına kadar arttırırız. Kim de yaptıklarıyla dünya metami ve zevklerini istiyorsa, ona da, dünyalıktan istediğini, umduğunu değil, ona olan taksimatımıza göre bir şeyler veririz; Âhirette ise bir nasibi yoktur; zîrâ onun gayreti dünya için idi. Isrâ sûresinde bu konunun izahı geçti. 21"Yoksa onların bir takım ortakları var da, Allah'ın, dinden izin vermediği şeyleri onlara şeriat mı yapıyorlar? Eğer erteleme sözü olmasaydı, elbette derhal aralarında hükmolunup iş bitirilirdi. Hiç şüphesiz şu zâlimlere dayanılmaz bir azap vardır." A- "Yoksa onların bir takım ortakları var da, Allah'ın, dinden izin vermediği şeyleri onlara şeriat mı yapıyorlar?" Yani yoksa onların şeytanlardan birtakım ortakları var da, şirk, yeniden dirilmeyi inkâr etmek ve yalnız dünya için çalışmak gibi Allah'ın izin vermediği şeyleri onları yanıltarak onlara şeriat mı yapıyorlar? Diğer bir görüşe göre ise, onların ortaklarından murat, putlarıdır. Onlar, putları Allah'a ortak koştukları için "ortakları" şeklinde onlara izafe yapılmaktadır. Şeriat de o putlara isnâd edilmiş, çünkü o putlar, onların dalâlete ve fitneye düşmelerinin sebebidir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "O putlar, birçok insani dalâlete düşürmüşlerdir." (İbrâhîm: 36) yahut çünkü o putlar, onlar için dalâlet geleneğini meydana getirenlerin heykelleridir. B- "Eğer erteleme sözü olmasaydı, elbette derhal aralarında hükmolunup iş bitirilirdi. Hiç şüphesiz şu zâlimlere dayanılmaz bir azap vardır." Yani eğer onların cezasının kıyamete ertelendiğine hükmedilmemiş olsaydı, kâfirler ile mü’minler, yahut müşrikler ile onların ortakları arasında Elbette derhal hüküm olunup iş bitirilirdi. 22"Yaptıkları şeyler başlarına gelirken o zâlimlerin, korkudan titrediklerini göreceksin. İman edip sâlih ameller yapanlar da, Cennet bahçelerındedirler. Rablerinin katında dileyecekleri her şey onlarındır. İşte bu, büyük lutfun ta kendisidir." Bu hitap, buna muhatap olabilen herkes içindir. Zîrâ bu genel hitaptan maksat, onların kötü akıbetlerini görmenin belli kimselere mahsus olmayıp herkes için açık bir hakikat olduğunu ifâde etmektir. Yani kıyamet günü, onların yaptıklarınin vebali başlarına gelirken o zâlimlerin mutlaka korkudan titrediklerini göreceksin. İman edip sâlih ameller yapanlar da, Cennetin en güzel ve nezih yerlerindedırler. Rablerinin katında arzu ettikleri bütün lezzetler, onlar için hâsıl olacaktır. İşte mü’minlerin bu hali, her türlü takdir ve tarifin ötesinde, olan büyük lutfun ta kendisidir. 23"İşte bu, Allah'ın îmân edip sâlih ameller yapan kullarına müjdelediği hayattır. De ki: Ben buna karşılık sizden kurbâ (akrabalık) sevgisinden başka hiçbir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse, onun mükâfatını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah, gafurdur, şekûrdur." A- "İşte bu, Allah'ın îmân edip sâlih ameller yapan kullarına müjdelediği hayattır. De ki: Ben buna karşılık sizden kurbâ (akrabalık) sevgisinden başka hiçbir ücret istemiyorum." Rivâyet olunuyor ki, müşrikler, bir toplantılarında bir araya geldiklerinde birbirlerine dediler ki: "Sız görüyor musunuz; Muhammed, bu hizmetine karşılık bir ücret istiyor mu?" İşte bunun üzerine bu âyet-i Kerime nazil oldu. Yani ben, bu tebliğ ve müjdelememe karşılık sizden, akrabanız olduğumdan dolayı beni sevmenizden başka, yahut benim akrabalarımı sevmenizden başka bir menfaat istemiyorum. Rivâyet olunuyor ki, bu âyet nazil olunca, "Ya Resûlallah! Sevilmeleri üzerimize farz kılınan akrabaların kimlerdir?" diye soruldu ve O da: "Ali, Fatıma ve iki oğullarıdır" buyurdu. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Benim ehl-i beytime zulmeden ve yakın akrabalarıma ezâ veren kimselere Cennet haram kılınmıştir. Abdulmuttalib evladından birine bir iyilik yapıp da, karşılığini almamış olan kimse, kıyamet günü karşıma çıktığında ben onun karşılığını vereceğim." Diğer bir görüşe göre ise, kurbâ, Allah'a yaklaşmaktır. Yani ben sizden, ibâdet ve sâlih amel ile yaklaşıp Allah'ı ve Resulünü sevmenizden başka bir ücret istemiyorum. B- "Kim bir iyilik işlerse, onun mükâfatını fazlasıyla veririz." Burada iyilikten murat, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) akrabalarının, sevgisinin de öncelikle dâhil olduğu, mutlak iyiliktir. Süddî'den rivâyet olunduğuna göre ise, burada murat olan iyilik, Peygamberimizin yakın akrabalarını sevmektir. Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâm, Hazret-i Ebû Bekir el-Sıddıyk (radıyallahü anh) ve onun sevgisi hakkında nazil olmuştur. C- "Şüphesiz Allah, gafurdur, Şekûrdur." Allah (celle celâlühü), günahkârlar için çok bağışlayıcıdır ve itaat edenleri de mükâfata muvaffak kılmak ve mükâfatlarını arttırmak suretiyle şükürlerini fazlasıyla kabul edendir. 24"Yoksa müşrikler, senin için: "Allah'a karşı yalan uydurdu" mu diyorlar? Oysa ki Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Ve Allah, her batılı yok eder, sözleriyle hakkı da ortaya koyar. Çünkü şüphesiz o, bütün gönüllerde olanı tamamıyla bilendir." A- "Yoksa müşrikler, senin için: "Allah'a karşı yalan uydurdu" mu diyorlar?" Yani yoksa müşrikler, senin, peygamberlik iddia etmen ve Kur’ân okumandan dolayı "Muhammed, Allah'a karşı yalan uydurdu" mu diyorlar? Onlar, peygambere iftira mı ve özellikle iftiraların da en büyüğü ve en çirkini olan Allah'a iftira mı isnâd ettiler? B- "Oysa ki Allah dilerse senin kalbini de mühürler." Bu kelâm, onların söylediklerinin bâtıl olduğuna delildir, zîrâ eğer peygamber, Allah'a (celle celâlühü) iftira etmiş olsa, kesinlikle onu bundan men' ederdi. Bu konunun tahkiki şöyledir: Kur’ân'ın, Allah'a iftira olduğu iddiası, Allah’ın, bunun, Peygamberimizden sâdır olmasını dilemediği, aksine sâdır olmamasını dilediği anlamındadır. Ve bunun zorunlu sonucu da, Allah’ın, bunu kesin olarak Peygamberimizden men' etmesidir. Bu itibarla sanki denümiş oluyor: Eğer bu, Allah'a iftira olmuş olsa, Allah, onun senden sâdır olmamasını dilerdi ve eğer bunu dilese, mutlaka senin kalbini öyle mühürlerdi ki, Kur’ân'ın mânâlarından hiçbir şey senin aklına gelmezdi ve sen onun bir harfini telaffuz edemezdin. Bu sonuç hâsıl olmayıp Peygamberimize gelen vahiy, yine mütemadiyen devam ettiğine göre, onun Allah katından olduğu ortaya çıkmış oluyor. Diğer bir görüşe göre ise, yani Allah (celle celâlühü), dilese, seni, kalpleri mühürlenmiş olanlardan kılar. Zîrâ Allah'a iftira etmeye ancak öylesi kimseler cüret edebilir. Bununla anlatılmak istenen, Peygamberimiz gibi insanlardan iftiranın sâdır olmasının imkânsız olması ve bunun, Allah'a ortak koşmak ve kalpleri mühürlenmiş olanlar zümresine dâhil olmak gibi ihtimal dışı olduğudur. Katâde'den rivâyet olunduğuna göre şöyle diyor "Yani Alllah dilese, Kur’ân'ı sana unutturmak ve vahyi senden kesmek suretiyle senin kalbini mühürler." Bunun da anlamı şudur: Peygamberimiz, Allah'a iftira etse, mutlaka Allah da ona böyle yapardı. Bu da, "Allah'a yalan iftirada bulunmuş olsa, mutlaka Allah, ona Kur’ân'ı unuttururdu" görüşünün anlamıdır. Bir diğer görüşe göre ise, yani Allah (celle celâlühü), dilese, onların ezasının sana zor gelmemesi için, senin kalbini mühürler; onu sabırla bağlar. C- "Ve Allah (celle celâlühü), her bâtılı yok eder, sözleriyle hakkı da ortaya koyar." Bu kelâm da, anılan iftiranın söz konusu olmadığım beyân etmektedir. Yani Allah'ın değişmez âdeti de şudur ki, o, her bâtılı yok eder ve hakkı da vahyi ve hükmü ile sabit kılar. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Hayır! Allah, hakkı bâtılın tepesine vurur da, onun kafasını ezer." (Enbiyâ: 18) şu halde eğer onların iddia ettikleri gibi, iftira olmuş olsa, Allah, onu ezip yok ederdi. Yahut bu kelâm, Resûlüllah için bir vaat olup o kâfirlerin içinde bulundukları yalan ve tekzip bâtılını yok edeceğini ve Peygamberimizin, üzerinde bulunduğu hakkı Kur’ân'ıle yahut karşı durulmaz yardım kararıyla sabit kılacağım vaat etmektedir. D- "Çünkü şüphesiz o, bütün gönüllerde olanı tamamıyla bilendir. İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü), gönüllerde bulunan şeylere uygun olanı yok etmek veya sabit kılmak hükümlerini icra etmektedir. 25"Allah, O'dur ki, kullarının tevbesini kabul eder (kötülükleri bağışlar ve yaptı İdarini bilir)." Tevbe, pişmanlık duyarak günahlardan rücû etmek ve ebediyyen bir daha o günahlara dönmemeye azmetmektir. Câbir rivâyet ediyor ki: "Hazret-i Ali (radıyallahü anh) hilafetinde bir gün bir bedevî Arap, Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidine girdi ve: "Allah'ım! Ben senden mağfiret diliyorum ve sana tevbe ediyorum!" dedi ve namaza girmek üzere tekbir getirdi. Nihayet namazını bitirince, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), ona dedi ki: "Ey filan! Mağfiret dilerken, hızlı hızlı söylemek, yalancıların tevbesidir. Senin bu tevben bile tevbe gerektirmektedir." Bunun üzerine o bedevî: "Ey mü'indilerin emin! Pek iyi, tevbe nasıldır?" dedi. Hazret-i Ali dedi ki: Tevbe, altı mânâyı ifâde eden bir kelimedir: 1- Geçmiş günahlara pişmanlık duymak, 2- Zayi edilen farzları iade etmek, 3- Yapılan zulümleri telafi etmek (alınan hakları sahiplerine vermek), 4- Günahlarla beslediği nefsi itaatlerde eritmek, 5- Günahların halavetini nefse tattırdığı gibi itaatlerin acısını ona tattırmak 6- Her gülmeye karşılık ağlamak, " Yani Allah O'dur ki, kullarının, anılan şekilde yapılan tevbesini kabul eder; bunun sonucu olarak da, dilediği kimseye günahların küçüklerini de, büyüklerini de bağışlar; hayır olsun, ser olsun, bütün yaptıklarınızı bilir ve neticede, hikmetler ve maslahatlar üzerine binâ edilmiş olan iradesinin gereği olarak, karşılıklarını verir ve affeder. 26"Ve Allah, îmân edip sâlih amellerde bulunanların tevbesine icabet eder (onu kabul eder). Lutfunden onlara fazlasını da verir. Kâfirlere gelince, onlara da çok çetin bir azap vardır, " A- "Ve Allah, îmân edip sâlih amellerde bulunanların tevbesine icabet eder (onu kabul eder)" Bundan murat, Allah'ın, onların duasına icabet buyurması ve itaatlerinin mükâfâüni vermesidir. Zîrâ ameller, onlara terettüp eden sonuçlar itibarıyla duâ ve talep anlamındadır. Nitekim: "Duanın en faziletlisi, el-hamduli'llah'dır" hadisi de bu anlamdadır. 15 İbni Mâce/Kıtâbü'l Edeb, bâb: 55; Kitâbu'd Duâ, bab: 5. Tirmizî/Deavât, bab: 48, 112. Mâlrk/el-Muvatta, Kıtâbu'l Kur’ân, hadis: 32. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/127, 5515 Yahut Allah, o kullarını itaate çağırdığında o çağrıya icabet ederler. İbrâhîm b. Edhem'den rivâyet olunduğuna göre, kendisine: "Bu halimiz nedir ki, biz duâ ediyoruz da, duamız icabet bulmuyor (kabul olmuyor)?" denildi. O da dedi ki: "Çünkü Allah, sizi davet etti; siz ise O'na icabet etmediniz!" sonra İbrâhîm b. Edhem, şu âyeti okudu: "Allah, sizi selâmet yurduna çağırıyor." (Yûnus: 25) B- "Lutfundan onlara fazlasını da verir." Allah, lutfundan, onların niyaz ettiklerinden ve ilâhî vaat gereğince hak ettiklerinden fazlasını da verir. C- "Kâfirlere gelince, onlara da çok çetin bir azap vardır." Yani mü’minlere verilen mükâfat ve fazla hayra karşın, kâfirlere de çok çetin bir azap vardır. 27"Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azarlardı. Fakat o, rızkı dilediği miktarda indirmektedir. Çünkü o, kullarının hâlinden haberdardır; o, her şeyi hakkıyla görendir." A- "Allah (celle celâlühü), kullarına rızkı bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azarlardı." Yani Allah (celle celâlühü), kullarına rızkı bol bol verseydi, beşer cibilliyetinin gereği olarak, onlar mutlaka yeryüzünde şımarıp büyüklük taslarlardı ve bozgunculuk yaparlardı; yahut birbirlerine karşı üstünlük taslayıp zorbalık yaparlardı. B- "Fakat o, rızkı dilediği miktarda indirmektedir. Çünkü o, kullarının halinden haberdardır; o, her şeyi hakkıyla görendir." Yani Allah, yüce iradesi gereğince, rızıkı dilediği miktarda indirmektedir. Çünkü O'nun bilgisi, kullarının gizli işlerini de, açık işlerini de tamamen kuşatmıştır. Böylece Allah, her insan için ve her bir vakti için lâyık olan rızıkı takdir buyurmaktadır. Sonuç olarak da Allah, ilâhî hikmetin gereği olarak, kimisini fakir, kimisini de zengin kılmakta; kimisine vermemekte, kimisine de vermekte, kimisinin rızıkını dar, kimisinin rızıkını da geniş kılmaktadır. Eğer Allah, bütün insanları zengin kılsaydi, insanlar azarlardı, eğer hepsini (zarurî ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar) fakir yapsaydı, o zaman da helâk olurlardı. Rivâyet olunuyor ki, Suffe Ehli (Hicretten sonra, Peygamberimizin Medine Mescidi'nin sofasında yatıp kalkan, ailesi olmayan sahâbiler) zengin olmayı temenni ettiler, işte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Diğer bir görüşe göre, bu âyet, Araplar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, bitki bol olduğu sene, birbirleriyle savaşıyorlardı. Kuraklık olduğu sene ise, yaylım bulmak için dolaşıyorlardı. 28"Yine Allah, O'dur ki, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini yayar. Zaten o, yegâne velidir, bütün övgülerin yegâne merciidir." A- "Yine Allah, O'dur ki, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini yayar." Yağmur, insanlar umutlarını kesmeden de yağdığı halde bu kaydın zikredilmesi, kâmil nimeti hatırlatmak içindir. Yani insanlar umutlarını yağmurdan tamamen kestikten sonra da Allah, yağmur yağdırıp onlari kuraklıktan kurtarır ve yağmurun bereket ve faydalarını dağda, ovada; bitkide, hayvanda her tarafa yayar. Yahut Allah, geniş rahmetini, zikredilenler öncelikle dâhil olmak üzere her tarafa yayar. B- "Zaten o, yegâne velidir, bütün övgülerin yegâne merciidir." Yani Allah, ihsan ile ve rahmetini yaymak suretiyle kullarına yegâne velilik edendir ve o, bundan dolayı hamd'e (övülmeye) yegâne layık olandır. 29"Şu göklerin, bu yerin ve ikisinde üretip yaydığı dâbbe'nin (canlıların) yaratılışı da O'nun delillerindendir. O, dilediği zaman bunları bir araya getirmeye da Kadirdir." A- "Şu göklerin, bu yerin ve ikisinde üretip yaydığı dâbbe'nin (canlıların) yaratılışı da O'nun delillerindendir." Yani göklerin, yerin ve ikisinde bulunan canlıların bu hârikalıkları taşıyan halleriyle yaratılışları da, Allah'ın bariz delillerindendir. Zîrâ gökler ve yer, zâtları ve sıfatları itibarıyla, Allah'ın yüce sânlarına pek açık olarak delâlet etmektedir. Keza, ikisinde bulunan canlılar da öyledir. Âyetteki dâbbe, canlı demektir, yahut yerde yürüyen canlı demektir. Buna göre gökler için de dâbbe'den söz edilmesinin izahı şudur: Mücavir iki şeye mahsus olan bir şey, her ikisine de isnâd edilebilir. Nitekim "O iki denizden inci ve mercan çıkar." (Rahman 22) âyetındeki ifâde de bu kabildendir. Zîrâ inci ile mercan, ikisinden değil, tuzlu olan denizden çıkar. Diğer bir izah olarak, meleklerin, uçmanın yanı sıra yürüyor olmaları da mümkündür. Buna göre melekler, yürümekle vasıflandırılmışlardır. Yine muhtemeldir ki, Allah, yeryüzünde, yürüyen insanlar gibi, gökte de yürüyen canlılar yaratmıştır. Nitekim "Ve Allah, sizin bilmediklerinizi de yaratmıştır." (Nahl: 8) âyetinden de anlaşılmaktadır. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Bu gök ile yer arasında olduğu gibi, yedinci semanını altında ve üstünde de bir deniz vardır. Sonra onun üstünde de sekiz tane erkek dağ keçisi misâli mahlûk vardır. Bunların dizinden tırnaklarına kadar olan uzunluk, yer ile gök arasındaki mesafe kadardır. Sonra onun üstünde de arş-ı azam vardır." 16 16 Ebû Dâvûd/Kitâbü's Sünnet, bab: 18. İbni Mâce/Mukaddıme, bab: 13. Ahmed b. Hanbel. Müsned: 1/206 B- "O, dilediği zaman bunları bir araya getirmeye da kadirdir." Yani Allah, onları yeniden dirilttikten sonra muhasebe için onları mahşer yerine toplamaya da kadirdir. 30"Size çarpan her hangi bir musibet, kendi ellerinizle işlediklerinizin verimidir. Yine Allah çoğunu affeder." Yani size çarpan her hangi bir musibet, o, sizin işlemiş olduğunuz günahlar sonucudur. Yine de Allah, günahların çoğunu affedip cezalarını vermez. Bu âyet, mücrimlere mahsustur. Zîrâ mücrim olmayanlara çarpan musibetler, başka sebeplerden dolayıdır. Bu sebeplerden biri, masum kimsenin, uğradığı musibete sabır göstermesiyle büyük mükâfata eriştirilmesidir. 31"Sız bu yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur." Yani sızın için hükmedilmiş musibetlerden kurtulmak için her nereye kaçsanız, ondan kurtulamaz siniz ve sizi koruyacak bir veliniz de yoktur ve musibeti sizden uzaklaştıracak bir yardımcınız da yoktur. 32"Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de, Allah'ın varlığının delillerindendir." 33"Eğer Allah dilerse, rüzgârı durdımıverir de, yelkenli gemiler denizin üstünde kalakalırlar. Hiç şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için birçok ibret vardır." Yani zikredilen gemilerin, ilâhî iradenin gereği olarak, denizin üstünde bazen akıp gitmelerinde ve bazen de hareketsiz kalmalarında, nefsini gereksiz şeylere yönelmekten alıkoyan ve bütün gayretini Allah'ın âyetlerini ve nimetlerini tefekkür yönünde harcayan kimseler için, yahut bütün kâmil mü’minler için, Allah'ın mezkûr yüce şânlarına delâlet eden birçok büyük ibretler vardır. Zîrâ îmânın yarısı sabır, yarısı da şükürdür. 34"Yahut Allah, içindekilerin işledikleri günahlardan dolayı bu gemileri batırıverir. Ama birçoğunu da affedip kurtarır." 35"Ve âyetlerimizle uğraşıp duranlar da, (azaptan) hiçbir kaçacak yer olmadığını bilsinler, diye..." Bu cümle, mukadder bir illet (sebep) cümlesine atıftır. Yani onlardan intikam almak için ve bunu bilmeleri için onu yapmaktadır. 36"İşte size verilen şey, yalnız dünya hayatının geçimliğidir. Allah katında bulunanlar ise, îmân eden ve yalnız Allah'a güvenip dayanmakta olanlar için daha hayırlı ve hep kakçıdır." Yani sizin rağbet gösterip uğrunda yarıştığınız nimetlerden size verilen şey, dünya hayatının geçindiği olup hayatınız boyunca ondan faydalanırsınız. Allah katındaki âhiret mükâfatı ise, daha hayırlıdır- çünkü faydası, üzüntü ve kederlerden hakstir - ve hep kalıcıdır; hiçbir zaman zail ve yok olmaz. Bu âhiret nimetleri de, başkaları için değil, sadece, îmân edip rablerine güvenip dayananlar içindir. Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Hazret-i Ebû Bekir, malının tamamını sadaka olarak dağıtınca, bazı müslümanlar, onu ayıpladılar, işte bunun üzerine bu âyet nazil oldu." 37"Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınırlar; öfkelendikleri zaman da bağışlarlar." Öfkelenme zamanında bağışlamak zor olduğu için, bu bağışlama zikre tahsis edilmiştir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, burada büyük günahtan murat, Allah'a ortak koşmaktır. 38"Yine onlar, o kimselerdir ki, Rablerinin dâvetine İcabet ederler; namazı da kılarlar, onların işleri de aralarında meşveret ile görülür; kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda harcarlar." Bu âyet ensar müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onları imâna davet buyurdu; onlar da, icabet ettiler. Bu müslümanlar, Hicret'ten önce de, sonra da çetin bir durumla karşı karşıya kaldıklarında toplanıp istişare ediyorlardı; birinin görüşüyle karar alıp hareket etmiyorlardı. 39"Onlar, bir saldırıya uğradıkları zaman da, intikam alırlar." Yani o müslümanlar, kendilerine saldıranlar karşısında zillete düşmeyi kabul etmeyip Allah'ın (celle celâlühü) meşru kıldığı şekilde onlardan intikam alırlar. Müslümanlar, önemli faziletlerle vasıflandırıldıktan sonra burada da cesaretle vasıflandırılmaktadirlar. Bu, onların bağışlayıcı olmakla vasillandırılmalarıyla çelişmez; zîrâ her iki haslet de, yerine göre fazilettir ve yerine göre de zillettir, kötüdür. Nitekim âcizlere karşı, faziletli insanların kusurlarına karşı halimlik göstermek, övgüye şayandır; zorbaya karşı ve şerefsizlerin kabahatlerine karşı halimlik göstermek, ise, yergiye şayandır. Zira bu hilim (yumuşaklık), onları haksızlık yapmaya teşvik etmektedir. Nitekim bir şâir şöyle demektedir: "İzâ ente ekremte'l kerîme melektehü Ve in ente ekremte'l leîme temerredâ Fe vad'u'n nedâ fi mevdn's seyfı bi'l ulâ Mudırr'un ke vad'ı's seyfı fi mevdıi'n nedâ / Şerefli insana ikramda bulunduğun zaman, onu kazanmış olursun; Ama alçak insana ikram yaparsan, azgınlık gösterir. İşte bundan dolayı alicenaplık gösterip iyiliği kılıcın yerine koymak, Zararlı olur; tıpkı kılıcı, iyiliğin yerine koymak gibi." 40"Bir kötülüğün cezası da, ona kadar olan bir kötülüktür. Fakat kim affeder ve barışırsa, işte onun mükâfatı Allah'a aittir. Şüphe yok ki. Allah, bütün zakimleri sevmez." A- "Bir kötülüğün cezası da, ona kadar olan bir kötülüktür. Fakat kim affeder ve barışırsa, işte onun mükâfatı Allah'a aittir." Bu âyet, saldırı karşısında intikam almak, her ne kadar haddi zâtında başkasına kötülük etmek ise de, güzel hasletlerden olduğunu beyân ederek kötülüğü başlatanın, aslında kendisi onu kendi nefsine yaptığına işaret etmektedir, Zîrâ zorunlu olarak eylemler, hayır ise hayır ve şer ise şer olarak, mutlaka karşılık gerektirmektedir. Bu âyet, tecavüz ve haksızlığın da kesin olarak haram olduğuna dikkat çekmektedir. Bununla beraber kim, "o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur." (Fussdet: 34) âyetinde belirtilen fedakârlığı göstererek kötülüğü başlatandan intikam almayıp buna göz yumarak affederse, onun mükâfatı Allah'a aittir. Burada vaadin müphem olması, vaat edilen mükâfatın pek büyük ve bilinen ölçülerin haricinde olduğunu bildirmektedir. B- "Şüphe yok ki Allah, bütün zâlimleri sevmez." Yani Allah, başta haksızlık yapanı da, intikamda meşru sınırı aşanı da kesinlikle sevmez. 41"Kim kendisine yapılan zulümden sonra hakkını alırsa, işte onun aleyhine bir muaheze yoktur." Yani saldırı karşısında intikam alan kimseye, bir ceza da uygulanmaz ve ayıplama da yapdmaz. 42"Aleyhte muaheze, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız olarak zorbalık yapanlar içindir. İşte dayanılmaz bir azap onlarındır." Aleyhte muaheze, ancak zarar vermeyi başlatan, yahut intikam almada meşru sınırı aşan ve yeryüzünde haksız olarak zorbalık ve bozgunculuk yapanlar içindir. Onların zulümleri ve saldırıları sebebiyle, dayamimaz bir azap onlarındır. 43"Kim sabreder ve affederse, hiç şüphesiz bu, azmedilmeye değer büyük işlerdendir." Yani kim, kendisine verilen ezaya sabredip kendisine zulmedenden intikam almayıp onu affederse ve onu Allah'a havale ederse, işte bu sabır ve bağışlama, azmedilmeye değer büyük işlerdendir. Ancak bu af, daha önce de belirtildiği gibi, şerre yol açmayan, haller içindir. 44"Allah, kimi şaşırtırsa, ondan sonra artık onun hiçbir velisi yoktur. Azabı gördükleri zaman, zâlimlerin: "Dönecek bir yol var mı?" dediklerini göreceksin." A- "Allah, kimi şaşırtırsa, ondan sonra artık onun hiçbir velisi yoktur." Yani Allah'ın, inÂyetinden mahrum bıraktığı kimseye yardım edecek hiçbir velisi olmaz. B- "Azabı gördükleri zaman, zâlimlerin: "Dönecek bir yol var mı?" de diklerini göreceksin." Daha önce de çok kez zikredildiği gibi, zâlimler, îmân edip sâlih ameller yapmak için dünyaya tekrar dönmek isteyeceklerdir. Bu âyet ile bundan sonraki âyet hitabı, o görme imkânına sahip olan herkes içindir. 45"Yine, onlar ateşe arzolunurlarken, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli, gizli baktıklarını göreceksin. İman etmiş olanlar da diyecekler ki: kıyamet günü bu hüsrana uğrayanlar, gerçekten, kendilerine ve ailelerine yazık etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, zâlimler, kesinlikle temeli bir azaptadırlar." A- "Yine, onlar ateşe, arzolunurlarken, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli, gizli baktıklarını göreceksin." Yani Cehennem yaranı, Cehenneme arz olundukları zaman, idam mahkumunun, infazdan önce başını öne eğerek göz ucuyla gizli, gizli kılıca bakması gibi Cehenneme baktıklarını göreceksin. B- "îman etmiş olanlar da diyecekler ki: kıyamet günü bu hüsrana uğrayanlar, gerçekten, kendilerine ve ailelerine yazık etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, zâlimler, kesildikle temelli bir azaptadırlar." Eğer "Kıyamet günü" zarfı, hüsrana uğramanın zarfı ise, mü’minler, bunu dünyada söylerler, demektir. Eğer anılan zarf, "diyecekler" firknin zarfı ise, o takdirde mü’minler, kıyamet günü onları anılan halde gördüklerinde bunu söyleyecekler, demektir. "Haberiniz olsun ki..." cümlesi, ya mü’minlerin kelâmına dâhildir; yahut doğrudan doğruya Allah tarafından vârid olup onların kelâmını tasdik içindir. 46"Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek velileri de yoktur. Zaten Allah, kimi şaşırtırsa, artık onun için kurtuluşa çıkacak hiçbir yol yoktur." Yani o Cehennem ehlinin, dünyada umdukları gibi, o gün azabı onlardan kaldıracak yardımcıları da olmayacaktır. 47"Allah katından, geri çevrilmesi, imkânsız olan bir gün gelmeden önce Rabbinizin emrine icabet edin. O gün sizin için hiçbir sığmak yoktur; itiraz da edemezsiniz." Yani Allah, hükmettikten sonra onu artık geri çevirmeyeceği bir gün gelmeden önce, yahut Allah'tan, geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmeden önce, Rabbiniz, peygamberlerin lisanıyla sizi imâna çağırdığında emrine icabet edin. O gün geldiğinde artık sizin için sığınacak bir sığınak da yoktur ve işlediklerinize itiraz da edemezsiniz. Çünkü hepsi sizin amel defterlerinizde yazılıdır ve bedeninizin uzuvları da onlara şahitlik edeceklerdir. 48"Ey Resûlüm! Yine de yüz çevirirlerse, artık Biz, seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Kadar Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdık mı, onunla şımarır; ama kendi elleriyle yapakları yüzünden onlara bir kötülük çarptı mı, işte o zaman insan pek nankördür." Yani ey Resûlüm! Eğer onlar yine de senin dâvetine icabet etmeyip kendilerini çağırdığın hakikatlerden yüz çevirirlerse, artık Biz seni onların üzerine murakıp ve muhasip olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir ve sen onu da yaptın. Kadar Biz insana, sağlık, zenginlik ve güvenlik gibi bir nimet tattırdık mı, onunla şımarır; ama kendi elleriyle yaptıkları yüzünden hastalık, yoksulluk ve korku gibi bir bela onlara çarptı mı, işte o zaman insan çok nankörlük gösterir; nimetleri tamamen unutur; hep belayı hatırlar; onu çok abartır, onun sebebini hiç düşünmez, aksine kendisi ona müstahak olmadan bu belanın ona çarptığını iddia eder. Bu haslet, mücrimlerin özelliklerinden olduğu halde, bütün insanlara isnâd edilmiş, çünkü bu nankörlük, insan fertleri arasında pek yaygındır. 49"Bütün göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız Allah'ındır. O, dilediğini yaratır; dilediğine kız çocuklar, dilediğine de erkek çocuklar lütfeder." Yani Allah, göklerin ve yerin yegâne hükümranı olmasının gereği olarak, her ikisinde de dilediği gibi tasarruf eder ve ez cümle mineden ve musibetleri de dilediği gibi taksim eder. O, senin bilip bilmediklerinden dilediğini yaratır; dilediğine kız çocuklar, dilediğine de erkek çocuklar bağışlar ve hiçbir gücün bunda hiçbir etkisi olamaz. 50"Yahut onları hem erkek, hem de kız çocuklar olarak çift verir; dilediği kimseleri de kısır kılar. Çünkü o, gerçekten alimdir, kadirdir." A- "Yahut onları hem erkek, hem de kız çocuklar olarak çift verir; dilediği kimseleri de kısır kılar." Tefsir âlimleri derler ki; çocukların çift olarak verilmesi, kadının, önce erkek çocuk, sonra da kız çocuk doğurması; yahut önce kız çocuk, sonra da erkek çocuk doğurması veyahut da erkek ve kız çocukları ikiz olarak doğurmasidır. Yani Allah, çocuklar hakkında kullarının hallerini, yüce iradesinin gereği olarak değişik kılmıştır: bazılarına erkek veya kız çocuklardan yalnız bir sınıf verir; bazılarına da her iki sınıfı da verir ve diğer bazılarını da kısır kılar. Âyette (âyet: 49), önce kız çocukların zikredilmesi, belki de neslin çoğaltılması için onların erkek çocuklardan çok olmalarından dolayıdır. Yahut âyetin siyakı, olan, insanların istedikleri değil, fakat Allah'ın diledikleridir. Ve kız çocuklar konusunda da böyledir. Yahut da burada kelâmın konusu, beladır ve cahiliyye Arapları da, kız çocukları en büyük belâ sayarlardı. Yahut da, kız babalarının gönüllerini hoş tutmak içindir. Diğer bir görüşe göre ise, burada kastedilen, peygamberlerin hallerini beyân etmektir. Nitekim Allah (celle celâlühü), Şuayb peygamber ile Lût peygambere kız çocuklar vermiş; İbrâhîm peygambere erkek çocuklar vermiş; Peygamberimize ise hem erkek çocuklar, hem de kız çocuklar vermiş; Yahya peygamber ile İsâ peygamberi (aleyhisselâm) de çocuksuz kılmıştır. B- "Çünkü o, gerçekten ahmdir, kadirdir." Allah'ın ilim ve kudreti sonsuzdur. İşte bundan dolayı o, hikmet ve maslahatı olanı yaratır. 51"Allah'ın, vahiyden, yahut bir perde arkasından ve yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahiy etmesinden başka bir insanla konuşması olamaz. Çünkü o, aliyy'dir (pek yücedir), hakimdir." A- "Allah'ın, vahiyden, yahut bir perde arkasından ve yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahiy etmesinden başka bir insanla konuşması olamaz." Bu vahiy, ilhamı ve kalbe atılmayı da kapsamaktadır. Nitekim Hazret-i Mûsâ'nın annesine vahiy edilmesi ile Hazret-i İbrâhîm'e oğlunu kurban etmesinin vahiy edilmesi bu kabildendir. Mücâhid'den rivâyet olunuyor ki, Allah (celle celâlühü), Zebur'u Hazret-i Davud'un kalbine vahiy buyurmuştur. Allah'ın (celle celâlühü) konuşmasının diğer bir kısmı da, muhataba görünmeden kelâmını bazı cisimlerde yaratıp muhataba duyurmasıdır. İşte burada ifâde edilen perde arkasından konuşması budur. Bu, Allah'ın hâlini, kendisini göstermeden perde arkasından bazı has adamlarıyla konuşan hükümdarların hali ile temsil kabilindendir ki, bunda da, muhataplar, hükümdarların seslerini duyuyor, fakat şahıslarını görmüyor. İşte Allah'ın, Mûsâ peygamberle ve meleklerle konuşması bu kabildendir. Allah'ın konuşmasının bir diğer kısmı da, melek vasıtasıyla konuşmasıdır. İşte âyetteki "Veyahut bir elçi gönderip de..." bunu anlatmaktadır. Yani Allah, bir melek gönderir de, o melek de, Allah'ın müyesser kılmasiyla o beşer peygambere Allah'ın dilediği vahyi ulaştırır. İşte Allah ile peygamberler arasında genel zamanlarda cereyan eden kelâm, bu vahiy kabilindendir. Rivâyet olunuyor ki, Yahudiler, Peygamberimize dediler ki: "Eğer sen peygamber isen, Mûsâ, Allah'ı görerek onunla konuştuğu gibi, sen de niçin Allah'ı görerek onunla konuşmuyorsun? Sen bunu yapmadıkça Biz kesinlikle sana îmân etmeyeceğiz!" Peygamberimiz de onlara dedi ki: "Hayır! Mûsâ, Allah'ı görmedi!" işte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Hazret-i Âişe'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Muhammed'in, Rabbini gördüğünü iddia eden kimse, Allah'a çok büyük bir iftirada bulunmuş olur." Sonra Hazret-i Âişe: "Siz Rabbinizin şu kelâmını hiç duymadınız mı?" deyip bu Âyet-i Kerimeyi okudu. B- "Çünkü o, aliyy'dir (pek yücedir), hakimdir." Yani Allah, mahlûkların sifatlarindan münezzehtir; bu zikredilen vecihler dışında kendisi ile insanlar arasında iki taraflı konuşma cereyan etmez. Ve o, hakimdir; bütün işlerini hikmet prensiplerine göre gerçekleştirir. Böylece Allah, bazen vasıta ile konuşur ve bazen de vasıtasız olarak konuşur. Vasıtasız olarak konuşurken de ya ilham yoluyla konuşur, yahut hitap yoluyla konuşur. 52"İşte böylece sana da emrimizle bir ruh (Kur’ân'ı) vahiy eyledik. Sen önceleri kitap nedir, îmân nedir bilmezdin. Fakat Biz onu (ruhu), kullarımızdan dilediğimizi onunla hidâyete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Hiç şüphesiz sen de dosdoğru bir yolu göstermektesin." A- "İşte böylece sana da emrimizle bir ruh (Kur’âni) vahiy eyledik. Sen önceleri kitap nedir, îmân nedir bilmezdin." Yani işte o eski hârika vahiylerimiz gibi sana da emrimizle, beden için ruh ne ise, kalpler için o kadar hayatî bir ihtiyaç olan Kur’ân'ı vahiy ettik. Zîrâ Kur’ân, kalplere ebedî bir hayat vermektedir. Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki ruh, Hazret-i Cebrâîl’dir. Cebrâil'in vahiy edilmesi, vahiy ile Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmesidir. B- "Sen önceleri kitap nedir, îmân nedir bilmezdin." Yani sen, vahiyden önce Kitabın ne olduğunu ve Kitabın içinde akıl ile bilinmeyen tafsilatlara îmân etmenin ne olduğunu bilmiyordun. Yoksa bu îmân, yalnız akıl ve tefekkür ile bilinen îmân değildir. Çünkü Peygamberimizin vahiyden önce de bu îmânı bildiği şüphe götürmez kesin bir hakikattir. C- "Fakat Biz onu (ruhu), kullarımızdan dilediğimizi onunla hidâyete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Hiç şüphesiz sen de dosdoğru bir yolu göstermektesin." Burada Allah’ın dilediği kullarından murat, daha önce de bir çok kez belirtildiği gibi, tercihini hidâyet yönünde kullanan bahtiyar kullardır. Dosdoğru yol da, İslam ile diğer şeriatler ve hükümlerdir. 53"O yol, bütün göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Haberiniz olsun ki, bütün işler sonunda ancak Allah'a döner." A- "O yol, bütün göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur." Yolun, İsm-i Celile izafe edilmesi ve sonra da Allah'ın, "Bütün göklerin, .." cümlesiyle vasıflandırılması, o yolun şânını tazim, istikâmetini takrir ve takip edilmesinin zorunluluğunu teldd etmek içindir. Çünkü kâinattaki bütün varlıkların, yaratılış, mülkiyet ve tasarruf olarak Allah'ın olması, o yolun dosdoğru olduğunu en iyi şekilde gerektirmektedir. B- "Haberiniz olsun ki, bütün işler sonunda ancak Allah'a döner." Yani bütün göklerdeki ve yerdeki bütün işler, başkasına değil, yalnız Allah'a döner. Bu kelâmın, dosdoğru yola hidâyet bulanlar için mükâfat vaadi ve o yoldan sapanlar için de ceza vaadi olduğu apaçıktır. Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Şûra sûresini okursa, meleklerin, kendileri için duâ edip mağfiret ve rahmet diledikleri zümreye dâhil olur." |
﴾ 0 ﴿