ZUHRUF SÛRESİBu sûre, Mekke'de inmiş; 89 âyettir. 1"Hâ. Mîm." Bunun tefsiri de, Yâ Sîn tefsiri gibidir. Şu farkla ki, bu, isim kabul edildiği takdirde, kimilerinin dediği gibi sûrenin değil, Kur’ânin ismi kabul edilir. Çünkü sûrenin ismi olması, nazmı kerimin mükemmeliyetine halel getirir. (Zîrâ başka hâ-mimler de vardır.) 2Bak. Âyet 3. 3"Bu apaçık Kitaba Yemin olsun ki, aklınızı kullarlasınız diye Biz, onu, hakikaten Arapça bir Kur’ân kılmışızdır." Kur’ân'ın apaçık olması, ilk aşamada kendilerine indirildiği kabul edilen Araplar içindir; çünkü onların lügati ve üslupları iledir. Yahut Kur’ân, hidâyet yolunu dalâlet yolarından ayrı ve apaçık göstermekte ve diyanet konusunda ihtiyaç duyulan her şeyi apaçık bildirmektedir. Kur’ân'ın tahkik ve tekidi için de onun Arapça olması gerekirdi; çünkü ancak Arapça olmasıyla, onların islam'ına önem verildiği bildirilmiş olur; onlara verilen bu nimet tam olur ve özürleri tamamen kaldırılmış olur. Yani Biz, o Kitabı Arapça bir Kur’ân kıldık kı, onu anlayasınız; içindeki hârika nazmı ve üstün mânâyı idrâk edesiniz; onun, beşer gücünün üstünde olduğunu ifâde eden delillerini ve bilgilerini ihtiva ettiğine vâkıf olasınız; bu nimetin hakkını takdir edesiniz ve özürleriniz tamamen kesilsin. 4"Ve muhakkak ki o, katımızdaki ana kitapta (levh-ı mahfuz'da) mevcuttur. Elbette ki o çok yücedir; hakimdir (hikmet doludur)." Levh-ı Mahfûz'a, "Ana Kitap" denilmektedir; çünkü o, bütün Semavî Kitapların askdir. Kuban'ın, hakîm olması, hikmetlerle dolu olması veya muhkem bulunmasıdır. 5"Siz, haddi aşan bir kavimsiniz diye artık sizi Kur’ân'la uyarmaktan vaz mı geçelim?" Bu âyet bize bildiriyor ki, tamamen küfür ve dalâlete batmış olan o müşriklerin Kur’ân'la uyarılmalarında, Kur’ân'ın onların tepesine inip peşlerini bırakmamasında büyük bir dahî hikmet vardır. Yani ey müşrikler! Sizin, haddi aşan, küfür ve dalâlete tamamen batmış bir kavım olmanız, sizin küfür ve dalâlet üzere ölüp de ebedî azaba duçar olmanız için uyarısız ve öğütsüz olarak kendi halinize bırakılmanızı haklı kıldığı halde, rahmetimiz pek geniş olduğundan dolayı Biz, bunu yapmıyoruz; aksine Resûl-i Emin göndererek ve apaçık kitap indirerek sizi hakka davet ediyoruz. 6"Daha önceki milletlere de nice peygamberler göndermişizdir." 7"Onlar, kendilerine gelen, her peygamberle mutlaka alay ediyorlardı." Bu kelâm, mâkabk için bir izah olup eski milletlerin azgın ve aşkın olmalarının, Allah'ın onlara peygamberler göndermesine engel olmadığını beyân etmektedir. Yine bu kelâm, kavminin istihza etmesinden dolayı Peygamberimizi teselli etmektedir. 8"Biz de, kuvvetçe bunlardan daha çetin olan milletleri helâk etmişizdir. Zaten o eskilerin misalleri (kıssaları) âyetlerimizde geçmiştir." Bu, eski milletlerin başına gelenlerle müşrikleri tehdit etmektir. Eskilerin daha güçlü olmakla vasıflandırılmaları, onların hükmünü bunlara haydi haydi ispat etmek içindir. O eski milletlerin masal gibi olan kıssaları, Kur’ân'da birçok kez geçmiştir. 9"Yemin olsun ki, sen kendilerine: "Bütün gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, "Onları hiç şüphesiz azîz ve alîm olan Allah yarattı" diyeceklerdir." Yani onlara bunu sorduğun takdirde onlar da, göklerin ve yerin yaratılmasını, hakikatte ve haddi zâtında şânı bu esvapta olan Allah'a isnâd edecekler; yoksa onlar da, Allah'ı bu vasıflarla ifâde edecekler, demek değildir. Delil beyânında bu yolun tercih edilmesi, zımnen şu hakikati, bildirmek içindir: Allah'ın, zikredilen yüce sıfatlarla, fiillerle ve bunları gerektiren tekrar diriltme ve uhrevî ceza, şüphe götürmeyen apaçık gerçeklerdir ve onlar, kabul etsinler veya etmesinler, hüccet, onların aleyhine sabittir. Âyetteki sözlerin, aynen müşriklerin sözleri olması da mümkündür. 10"O, şu yeryüzünü size beşik kılmış ve istenilen yere yarasınız diye orada size yollar da meydana getirmiştir." Yani sizin yeryüzünde istikrar bulmanız için Allah, yeryüzünü sizin için yaymış ve seferlerinizde istediğiniz yerlere varmanız için, yahut tefekkürle, aslî maksat olan tevhide erişmeniz için orada size yollar, deliller de meydana getirmiştir. 11"Allah, O'dur ki, gökten ölçüşünce su indirmiştir. İşte Biz, onunla ölü bir memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece mezarlarınızdan çıkarılacaksınız." Yani Allah, hikmetler ve maslahatlar üzerine binâ edilmiş olan yüce iradesinin gerektirdiği ölçüde su indirmiştir. İşte Biz, o su ile, nemâ ve nebatattan tamamen boş olan bir memlekete hayat veririz. 12Bak. Âyet 13. 13"Yine Allah, O'dur ki, bütün çiftleri yaratmıştır. Sırtlarına binmeniz ve sonra üzerlerine yerleşince de Rabbinizin nimetini anmanız ve: "Bunu bizim hizmetimize veren zâtı yüceleriz; yoksa biz buna güç yetiremezdik ve kadar biz, mutlaka Rabbimize döneceğiz" demeniz için size gemiden ve hayvanlardan binmekte olduğunuz şeyleri var etmiştir. Yoksa biz buna güç yetiremezdik. Kadar biz, mutlaka Rabbimize döneceğiz." A- "Yine Allah (celle celâlühü), O'dur ki, bütün çiftleri yaratmıştır." Burada çiftler, yaratılmışların sınıfları demektir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre ise, bu çiftler, tatk, ekşi, beyaz, siyah ve erkek, dişi gibi çeşitlerdir. Deniliyor ki, Allah'tan (celle celâlühü) başka her şey, çift yaratılmıştır: Alt, üst; sağ, sol vs. gibi. B- "Sırtlarına binmeniz ve sonra üzerlerine yerleşince, de Rabbinizin nimetini anmanız ve: "Bunu bizim hizmetimize veren zâtı yüceleriz; yoksa biz buna güç yetiremezdik ve kadar biz, mutlaka Rabbimize döneceğiz" de meniz için size gemiden ve hayvanlardan binmekte olduğunuz şeyleri var etmiştir." Yani gemiye ve binek hayvanlarının sırtına binip yerleştiğinizde Rabbinizin nimetini önce kalbinizle anıp bunun büyüklüğünü düşünüp itiraf ettikten sonra bundan dolayı dilinizle de hamdederek ve taaccübünüzü ifâde ederek bunu demeniz için... Nitekim rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ayağını üzengiye, koyduğu zaman "Bismillah!" derdi. Hayvanın sırtına yerleşince de şunu okurdu: "El-hamdü U'llahi alâ külli hal. Sübhane'llezi sehhare İenâ hazâ ve mâ künnâ lehü mukrinîn ve innâ ilâ rabbinâ le münkalibûn / Her halü kârda Allah'a hamdolsun! Bunu bizim hizmetimize veren Allah'ı yüceleriz; yoksa biz buna güç yetiremezdik ve doğmsu biz, mutlaka Rabbimize döneceğiz" 17 17 Ebû Dâvûd/Kitâbu'l Cihad, bab: 72, 74. Tirmizî/Kitâbu'd Deavât, bab: 46 C- "Yoksa biz buna güç yetiremezdik. Bu cümle de, Allah'ın nimetini anmaya dâhildir. Zîrâ kendisine nimet bahşedilmiş olan kimse, nimet tahsilinden aczini itiraf etmeden, nimetin kadrini anlayamaz ve hakkını takdir edemez. D- "Kadar biz, mutlaka Rabbimize döneceğiz. Bu kelâm bize bildiriyor ki, binek hayvanına ve vasıtasına binen kimse, önündeki seferi ve ondan hareketle de büyük seferi, yani kıyamet günü Allah'a döneceği seferi hakkıyla düşünmeli, işlerini bu düşünce üzerine binâ etmeli ve yayıp yapmayacağı bütün işler için, o büyük sefere uygun olmayan bir şey aklına getirmemelidir. Bunun zorunlu bir sonucu olarak da, sefere çıkmak üzere hayvana, vasıtaya binmesi de, meşru bir gaye için olmakdir. 14Ve Muhakkak biz, dönüp Rabbimize varacağız.” 15"Böyle iken onlar, kullarından bir kısmını, O'ndan bir cüz' kıldılar. Hîç şüphesiz insan apaçık bir nankördür." A- "Böyle iken onlar, kullarından bir kısmını, O'ndan bir cüz' kıldılar." Burada çocuk, cüz' olarak ifâde edilmiş, çünkü bütün cihetlerden gerçekten vahid/tek olan zâtın cüz'ünün olması, ziyadesiyle imkânsızdır. B- "Hiç şüphesiz insan apaçık bir nankördür." İşte insanın bu apaçık nankörlüğünün sonucu olarak o müşrikler de, bu söylediklerini söylüyorlar. Biz, Allah'ın onların vasıflandırdıklarından tenzih ederiz. 16"Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da, oğulları size mi seçti?" Yani Allah, yarattığı iki sınıftan, size göre en değersiz olan (müslümanlara göre ise ikisi de eşit değerdedir) kızları kendisine aldı da, size göre en üstünü olan oğulları size mi seçti? Hele siz, Allah hakkında imkânsız olduğu, halde O'nun çocuk edindiğini, söylemek cüretini gösteriyorsunuz; bari hiç aklınız ve hayanız yok mu ki, Allah'ın, iki sınıfın (oğlan ve kızların) en hayırlısını ve üstününü size verip en değersizini de kendisine seçerek sizi kendisine tercih etmesi gibi akıl ve izan dışı bu büyük iddiada bulunmaya cüret gösteriyorsunuz? 17"O müşriklerden biri, rahmân'a isnâd ettiği kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfke ile dolarak, yüzü kapkara kesilir." Bu kelâm, mâkabk için bir izah mahiyetindedir. Yani onlar, Allah'a kız çocuklar isnâd ettiler, oysa ki onlardan birine kız çocuğu müjdesi verildiği zaman, üzülür; içi gam ve kederle dolar ve bu kötü müjdenin etkisiyle yüzü kapkara kesilir. 18"O süs içinde yetiştirilip davalarda delillerini anlatamayan kızlar mı Allah'a isnâd ediliyor?" Yani süsler içinde yetiştirilmesi gereken, kendi işlerini görmekten âciz olan, genellikle her insanın karşılaştığı dâvalarda (sosyal meselelerden uzak olarak, kapalı bir hayat yaşamasından dolayı) aklı ve fikrî muhakemesi yeteri kadar gelişmeyip erkeklere oranla noksan ve zayıf kalmasından ötürü davasını anlatamayan ve hüccet ikâme edemeyen kızlar mı Allah'a isnâd ediliyor? 19"Onlar, Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi saymışlardır. Acaba onlar, meleklerin yaratılmasına şahit mi oldular? Onların bu şahitlikleri yazdacak ve bundan sorguya çekileceklerdir." A- "Onlar, Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi saymışlardır." Bu kelâm, o müşriklerin mezkûr küfürlerinin, başka bir küfrü içerdiğini beyân ederek bundan dolayı onları uyarmaktadır. O küfür de şudur: onlar, Allah katında kulların en mükemmeli ve en şereflisi olan melekleri, (kendilerince) fikir olarak en noksan ve değer olarak en düşük saydıkları dişiler saymışlardır. B- "Acaba onlar, meleklerin yaratılmasına şahit mi oldular?" Yani Allah, melekleri yaratırken orada hazır bulunup da onların dişi olduklarına şâhıt oldular mı ki, meleklerin dişi olduklarına hükmediyorlar? Zîrâ bu gibi şeyler, ancak müşahede ile anlaşikr. Bu kelâm, o müşrikleri cahil saymak ve tahkir etmek anlamını taşır. C- "Onların bu şâhitlikleri yazılacak ve bundan sorguya çekileceklerdir." Yani onların amel defterlerine bu şahitlikleri yazdacak ve kıyamet günü bundan sorguya çekileceklerdir. 20"Ve dediler ki: "Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık." Onların buna dâir hiç bilgileri yoktur. Onlar ancak yalan söylüyorlar." Burada da, onların küfürlerinin başka bir çeşidi beyân edilmektedir. Yani onlar şunu da söylediler: "Rahman olan Allah, meleklere tapmamıza razı olmasaydı, biz onlara tapmazdık. "Onlar bu sözleriyle demek istiyorlardı ki, yaptıkları haktır; Allah katında razı olunan bir harekettir ve bunu ancak Allah'ın, kendilerinden istemesiyle yapıyorlar. Bununla beraber onlar, bunun çirkin olduğunu da itiraf etmiş oluyorlar. Bu izaha göre âyette, müşriklerin bu sözlerinden dolayı zemmedilmiş olmaları, mu'tezile için delil teşkil etmez. {Mu'tezile'ye göre, kul, kendi fiillerini kendisi gerçekleştirir; dahî irade, müdâhıl değildir. } Onların bâtıl kelâmının temek, şu iki mukaddime üzerine binâ edilmektedir: biri, o müşriklerin meleklere tapmaları Allah'ın dilemesiyledir. İkincisi de, bu, Allah katinda hoşnutluğu mucip olmasını gerektirmektedir. Onlar, birinci mukaddimede hata etmişler; çünkü bilememişler ki, dilemek, iki taraftan birinde rıza (razılık) veya rızasızlık itibar edilmeden, mümkünlerden birini diğerine tercih etmekten ibarettir, işte bundan dolayıdır ki, "Onların buna dâir hiç bilgileri yoktur" denilmiştir. Yani onların, bunu söylemekten murat ettikleri konusunda hiç bilgileri yoktur; onların yaptıkları, Allah'ın rıza göstererek dilemesiyle değil, fakat mutlak dilemesiyledir. Bu, sayısız âyetlerde ifâde edilen bir hakikattir. 21"Yoksa Biz kendilerine Kut'an'dan (yahut iddialarından) önce bir kitap verdik de, onlar ona mı yapışıyorlar?" 22"Hayır! Onlar: "Biz gerçekten babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izinde gidiyoruz" dediler." Yani onlar akli veya nakli bir hüccet getirmediler; aksine, kendileri gibi cahil olan babalarını taklid etmekten başka hiçbir dayanakları olmadığını itiraf ettiler. 23"İşte böyle, senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın kodamanları: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulmuşuzdur; biz de onların izlerine uyarız" derlerdi." Bu kelâm bildiriyor ki, insanlardaki, taklit dini, kadîm bir sapıklık olup eski milletlerin de taklitten başka dayanakları yoktu. Âyette, kodamanların zikre tahsis edilmeleri, bize bildiriyor ki, onları tefekkürden alıkoyup taklide yönlendiren şey, nimetler içinde yaşamaları ve çalışmayı sevmeyip atıl kalmalarıdır. 24"Peygamberleri dedi ki: "Ben, size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş sem, yine mi onların izinden gideceksiniz?" Onlar dediler ki: "Biz sizinle gönderilen şeyi kesinlikle inkâr ediyoruz." Burada, eski milletlerin, gerekçe olarak, babalarını taklit et tiklerini söyledikten sonra uyarıcı her peygamber ile ümmeti arasında cereyan edenler hikâye edilmektedir. 25"Biz de onlardan intikam aldık. Bak şimdi, o yalanlayanların encamı nice olmuştur!" O halde ey Resûlüm! Sen de, kavminin yalanlamalarına aldırma! 26"Bir zaman İbrâhîm, babasına ve kavmine demişti ki: "Ben sizin taptıklarınızdan kesinlikle uzağım." Yani onlara Hazret-i İbrâhîm'i anlat ki, tamamen taklidin üstüne kapanmış olan babasından ve kavminden nasıl uzak olduğunu söylemiş ve delil yöntemine sarılmış ki, onlar da, delile dayanmakta onun yolunu tutsunlar, yahut eğer mutlaka taklitten kurtulamayacaklarsa, onu taklit etsinler. Zîrâ Hazret-i İbrâhîm, onların babalarının en şerefksidir. 27"Ben, yalnız, beni yoktan var edene taparım. Çünkü o, mutlaka beni hidâyete erdirecektir." Onlar, hem Allah'a, hem de putlara taptıkları için Hazret-i İbrâhîm "yalnız. .." demiştir. Yani Allah, beni hidâyet üzere sabit kılacak. Yahut şu ana kadar eriştiğim hidâyetin fazlasını bana bahşedecektir. 28"İbrâhîm, bu sözü, hakka dönerler umuduyla, kendisinden sonrakiler arasında payidar bir söz kılmıştı." Yani Hazret-i İbrâhîm, bu sözleriyle ifâde ettiği tevhîd kelimesini zürriyetine de payidar bîr söz kılmıştı. Nitekim "İbrâhîm de, bunu oğullarına vasiyet etti; Yâkûb da..." (Bakara: 132) âyetinde de belirtildiği gibi, bunu zürriyetine vasiyet etmişti, işte bundan dolayıdır kı, Hazret-i İbrâhîm'in zürriyetinden her zaman Allah'ı tevhîd edenler bulunmaktadır. Hakka dönerler umuduyla Yani umulur ki, onlardan şirke düşenler, tevhîd ehli olanların duâsiyla hakka dönerler. 29"Hayır! Ben, onları va babalarını kendilerine hak ve onu açıklayan bir peygamber gelinceye değin geçindirdim." Yani Hazret-i İbrâhîm, onlardan şirke düşenler, tevhîd ehlinin duâsıyla hakka dönerler umuduyla tevhidi oğullarına vasiyet etti; fakat umduğu hâsıl olmadı. Yine de ben, onlardan Resülullah'ın muasırı olan bu Mekke halkını ve onların babalarını uzun süre nimetler içinde yaşattım. Onlar, bu mühlete aldandılar, şehvetlere daldılar ve tevhîd kelimesinden gafil kaldılar. Nihayet onlara Kur’ân ve peygamberliği büyük mucizelerle açık olan, yahut apaçık âyetlerle ve hüccetlerle tevhidi açıklayan bir peygamber gelinceye değin... 30"Fakat kendilerine hak gelince, onlar: "Bu büyük bir sihirdir; biz onu kesinlikle tanımıyoruz" dediler." Yani onları, içinde bulundukları gafletten uyandırmak ve tevhîde irşat etmek için kendilerine hak gelince, onların küfrü ve azgınlıği daha da arttı ve eski küfürlerine, hakka karşı inat göstermeyi ve ona ihanet etmeyi de ilâve ettiler. Nitekim: "Bu büyük bir sihirdir; biz onu kesinlikle tanımıyoruz" dediler. 31"Yine dediler ki: "Bu Kur’ân, o iki şehirden büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" Böylece onlar, Kur’ân'a sihir deyip onu inkâr ettikleri gibi, Resûlüllah't da küçümsediler. Yani bu Kur’ân, Mekke ile Taif şehirlerinden Velid b. Muğire el-Mahzûmî, Urve b. Mes'ud el-Sekafî, yahut Habib b. Ömer b. Umeyr el-Sekafî gibi, şân-şöhret ve servet sahibi büyük bir adama indirilmeli değil miydi? dediler. Mücâhid'den rivâyet olunduğuna göre ise, onlar, bu sözleriyle, Utbe b. Rebia ve Kenane b. Abdi Yâ leyl'i kast ediyorlardı. Onlar, Kur’ân'ın, Allah katından indirilmiş olduğunu kabul edip fakat anılan büyüklerine değil de, Resûlüllah'a inmesini çekemedikleri için bu ağır sözü söylemediler; fakat Kur’ân'ın, Allah katından olmadığına delil olarak bunu söylüyorlardı. Yani demek istiyorlardı ki, eğer bu Kur’ân, Allah katından olsaydı, bu büyük adamlardan birine inerdi. Zîrâ onların iddiasına göre, peygamberlik, yüksek bir mertebe olup ancak mal ve şân-şöhret bakımından mevkii yüksek olan bir kimse, ona lâyıktır. Onlar, peygamberliğin ruhanî bir mertebe olup ancak havas insanların himmetleri o mertebeye yükselebilir. Bu havas insanlar, temiz ruhlara sahip olan, kutsî kuvvetle desteklenen ve insanî faziletleri de hâiz bulunan çok erdemli şahsiyetlerdir. Dünya şatafatına sahip olup dünyevî zevklerden faydalananlar ise, peygamberlik rütbesine lâyık olmaktan bin derece uzak bulunuyorlar. 32"Ey Resûlüm! Senin Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini Biz paylaştırmışızdır. Onların bir kısmını dereceler bakımından bir kısmına üstün kıldık ki, birbirlerine iş gördürsünler. Senin Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha iyidir." A- "Ey Resûlüm! Senin Rabbinin rahmetini onlar mı taksîm ediyorlar?" Bu, inkârî bir istifham olup onların cehaletini bildirmekte ve onların tahakkümünden taaccüp ettirmektedir. Bu rahmetten murat, peygamberliktir. B- "Dünya hayatında onların geçimliklerim Biz paylaştırmışızdır." Yani dünya hayatında onların geçimlerinin sebeplerini, hikmet ve maslahatlar üzerine binâ edilmiş olan irademiz gereğince taksîm etmişizdir. Biz bunu onlara bırakmadık; çünkü onun tedbirinden tamamen âciz olduklarını biliyoruz. C- "Onların bir kısmını dereceler bakımından bir kısmına üstün kıldık ki, birbirlerine iş gördürsünler." Yani rızıkta ve diğer geçim imkânlarında, hikmetimize uygun olarak, yakınlık ve uzaklık bakımından bir kısmını üstün küdık; kimisini güçsüz, kimisini güçlü; kimisini fakir, kimisin zengin; kimisini hizmetçi, kimisini efendi; kimisini, hâkim, kimisini de mahkum kıldık ki, bazıları, diğer bazısını işlerinde çalıştırsınlar; onlara işlerini gördürsünler; işlerinde onlara emirlerini dinletsinler ve böylece insanlar birlikte yaşasınlar ve karşılıklı olarak ihtiyaçlarını temin etsinler. Yoksa bu sınıflandırma, zenginin kemâlini ve yoksulun noksanını ifâde etmez. Biz dünya işlerinin tedbirini insanlara bırakmamışken, dünya işlerinden Ayyuk Yıldızı kadar yüksekte olan din işlerinin tedbirini onlara nasıl bırakırız! Peygamberlik meselesinden söz etmek, kimin bu hizmet için liyakatli olduğunu tayin ve takdir etmek hakkı, onlara nerden verilmiştir? D- "Senin Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha iyidir." Yani peygamberlik ve ona bağlı olarak iki cihan saadeti, onların, fani dünyanın mallarından topladıkları şeylerden daha hayırlıdır. 33"Eğer insanların, (kâfirlerin durumundan yanlış bir anlam çıkarıp) küfürde birleşmiş bir tek ümmet haline gelmeleri için bir teşvik gibi algılanmasaydı, (kâfirin dünyalığımn bir değeri olmadığını göstermek için) Rahman olan Allah'ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık." Bu âyet, din için kullanılmayan dünyalığın Allah katında bir değer taşımadığını beyân etmektedir. Yani kâfirlerin dünyalıkları o kadar değersizdir ki, eğer dünyalıkları seven insanların, kâfirlerin dünyalıklarım gördüklerinde, onlara imrenip de hepsinin küfürde birleşmelerine teşvik gibi anlaşılma tehlikesi olmasaydı, kâfirin dünyalığımn hiçbir önemi olmadığını göstermek için, onu bütün şatafatiyla mahlûkların en kötüsü ve âdisi olan kâfirlere verirdik; evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri bile gümüşten yapardık. 34"Evlerinin, kapılarını ve üzerlerine yaslanacakları kanepeleri de gümüşten yapardık." 35"Onlara bol miktarda altın ve ziynetler de verirdik. Bütün bunlar sadece dünya hayatinin aldatıcı nıetaindan başka bir şey değildir. Ahiret ise, Rabbinin katında takva sahipleri içindir." Yani âhiret hayatı ve anlatmakla bitmeyen çeşitli nimederi, Rabbinin katında, küfür ve günahlardan sakınanlar içindir. İşte bundan da anlaşılıyor ki, en büyük hayat, dünyada değil, âhirettedir. 36"Kim, Rahman'ın zikrinden gafil olursa, Biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o, onun için yanından hiç ayrılmayan bir arkadaştır." Rahmanin zikri, Kur’ân'dır. Onun Allah'ın Rahman ismine izafe edilmesi, âlemlere rahmet olarak indiğini bildirmektedir. Yani kim, dünya hayatının şatafatiyla fazla meşgul olmasından ve fani dünyanın zevk ve şehvetlerine tamamen dalmasından dolayı Kur’ân'dan yüz çevirirse, ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan, onun için yanından hiç ayrılmayan ve her zaman kendisine, vesvese verip onu azdırmaya çalışan bir arkadaşıdır. 37"Şüphe yok ki o şeytanlar, onları mutlaka doğru yoldan çıkarırlar, Onlar ise, şeytanları (yahut kendilerini) gerçekten doğru yolda sanırlar." Yani onlar şeytanları doğru yolda sandıkları için onlara uymaktadırlar. Yahut kendilerini doğru yolda sanırlar. Zîrâ şeytanların doğru yolda olduklarına inanmaları, kendilerinin de doğru yolda olduklarına inanmalarını gerektirmektedir. Çünkü yolları birdir. 38"Nihayet o şeytan dostu Bize gelince, arkadaşına: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü arkadaşmışsın!" der." Yani "Keşke dünyada birbirimizden bu kadar uzak olsaydık; birbirirnizi hiç görmeseydik!" der. 39"Bugün pişmanlık size asla fayda vermeyecek. Çünkü zulmettiniz. Siz kesinlikle bu azapta ortaksınız." Burada, o zaman kınama ve tahkir olarak Allah tarafından kendilerine söylenecek olanlar hikâye edilmektedir. Yani kıyamet günü, onlardan uzak kalmak temenniniz, size asla fayda vermeyecektir; çünkü siz dünyada küfür ve günahlarda onlara uymakla kendi nefsinize zulmettiniz; sizin bu zulmünüz de, sizce de, bütün insanlarca da anlaşılmıştır. Siz dünyada azap sebebinde ortak olduğunuz gibi, şimdi de sız ve o arkadaşlarınız azapta ortak olmaksınız. 40"Ey Resûlüm! Sağırlara sen mi işittireceksin; yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları sen mi hidâyete erdireceksin?" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kavmini İslam'a çağırmak hizmetinde aşırı çaba harcıyordu. Onlar ise, gördükleri peygamberliğin kanıtları ve dinledikleri Kur’ânin apaçık mucizeleri karşısında azginlıkları ve körlükleri daha da artıyordu. Bu kelâm, Peygamberimizin İslam'a davet hizmetinde bu kadar kendisini harap edercesine çalışmasını onaylamayip bunun hayret verici olduğunu bildirmekte, onlar, küfür ve dalâlette böyle talim ederken ve körlüklerine bîr de sağırlık eklenmişken, Peygamberimizin onlarin hidâyetine muktedir olamayacağını beyân etmekte ve ancak Allah'ın onları icbar etmek suretiyle buna muktedir olduğuna işaret etmektedir. 41"Biz (azabımızı görmezden önce) seni (öbür âleme) götüreceksek de, yine mutlaka onlardan intikam alacağız." Yani ey Resûlüm! Eğer Biz, onların azabını sana gösterip senin ve mü’minlerin yüreğini soğutmadan canını alırsak, yine mutlaka dünyada ve âhirette onlardan intikam alacağız. 42"Yahut onlara vaat ettiğimizi sana mutlaka göstereceğiz. Çünkü şüphe yok ki, Biz onlara karşı muktediriz." Yani yahut onlara vaat ettiğimiz azabı sana göstermek isteriz. Zîrâ Biz onlara karşı her bakımdan muktediriz; onlar Bizim hükümranlığımızdan ve kahrımızdan asla kurtulamazlar. Nitekim Allah (celle celâlühü), bunu Bedir savaşında Peygamberimize gösterdi. 43"Öyleyse sen, sana vahyohmanlara sımsıkı sarıl. Çünkü şüphesiz sen dosdoğru bir yoldasın.." Yani Biz sana vaat ettiklerimizi dünyada da gerçekleştirsek, âhiret gününe de ertelesek, sen, sana vahiy edilen âyet ve şeriatlere sımsıkı sarıl. Çünkü şüphesiz sen dosdoğru bir yoldasın. 44"Hiç kuşku yok ki Kur’ân, senin için de, kavmin için de pek büyük bir şereftir. Ve hepiniz ondan sorumlu tutulacaksınız." Yani hepiniz, kıyamet günü Kur’ân'dan ve onun hukukunu gözetip gözetmemekten sorumlu tutulacaksınız. 45"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize (ümmetlerine) sor! Rahman olan Allah'tan başka tapılacak ilâhlar meydana getirmiş miyiz?" Yani senden önce gönderdiğimiz peygamberlerin ümmetlerine ve din âlimlerine sor! Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Senden önce kitap okuyanlara sor!" (Yûnus: 94) Bu mecazî ifâdenin (peygamberlerimize sor) kullanılması, sual konusu olan şeyler, onların ümmetlerinin ve din âlimlerinin, uydurdukları şeyler olmayıp fakat peygamberlerin bizzat ifâde ettikleri şeyler olduğuna dikkat çekmek içindir. Ferrâ diyor ki: "Onların ümmetleri ve din âlimleri de, sual konusu şeyleri peygamberlerin kitaplarından haber veriyorlardı. Bu itibarla onlara sormak, peygamberlere sormak gibidir." Yani onlara sorun bakalım, Biz geçmişte putlara tapılmaya hiç hükmetmiş miyiz? Eskilerin her hangi bir dininde Bizim tarafımızdan putperestlik onlara gelmiş inidir? Bundan maksat, peygamberlerin icmaı ile tevhide delil getirmek ve tevhîd inancının, Peygamberimizin icat ettiği bir inanç olmadığına, dolayısıyla yalanlanmasının ve ona karşı düşmanlık beslenmesinin tamamen haksız olduğuna dikkat çekmektir. 46"Yemin olsun ki, Biz Mûsa'yı âyetlerimizle Fir’avun'a ve onun ileri gelen adamlarına göndermiştik de, Mûsâ: "Ben gerçekten âlemlerin Rabbinin elçisiyim" demişti." Bundan önce bütün peygamberlerin, tevhîd itikadı konusunda müttefik olduklarına işaret edildikten sonra burada da, Hazret-i Mûsâ kıssasının anlatılmasından, Resûlüllah'ın tesellisi kastedilmekte ve Hazret-i Mûsa'nın da tevhide davet etmesi delil gösterilmektedir. 47"Nihayet âyetlerimizi onlara getirince, o âyetlerimize gülmeğe başlamışlardır." Yani onlar, âyetlerimizi görür görmez, hiç onları tefekkür etmeden hemen onlarla alay etmeye başladılar. 48"Onlara gösterdiğimiz her bir mucize, mutlaka diğerinden daha büyüktü. Küfürden doğru yola dönsünler diye onları azap ile yakaladık." A- "Onlara göstediğimiz her bir mucize, mutlaka diğerinden daha büyüktü." Yani onlara gösterdiğimiz her bir mucize, icaz mertebelerinin zirvesinde idi. Öyle ki, o mucizeyi gören, kendisiyle kıyaslanacak mucizelerin en büyüğü olduğunu sanırdı. Bundan murat, mucizelerin hiç birinde bir kusur mülahaza etmeden hepsinin son derece büyük olduklarını belirtmektir. Yahut onlara gösterdiğimiz her bir mucizenin özel bir icaz yönü olup o yönüyle diğerlerinden büyüktü. B- "Küfürden doğru yola dönsünler diye onları azap ile yakaladık." Yani Hazret-i Mûsa'nın kavmi, içinde bulundukları küfürden doğru yola dönsünler diye onları kıtlık, tufan, (sel baskınları), çekirge felaketleri gibi azaplara duçar ettik. 49"Dediler ki: ey sihirbaz! Sana verdiği ahde göre Bizim için Rabbine duâ et; çünkü Biz hiç şüphesiz hidâyete geleceğiz." O gibi hallerde. Hazret-i Mûsa'ya böyle seslenmeleri, aşırı azgınlıklarından ve hamakatlarından dolayıdır. Diğer bir görüşe göre ise, onlar, uzman âlimlere sihirbaz diyorlardı. Çünkü onlar sihir ilmine çok büyük önem veriyorlardı. Yani ey Mûsâ! Sana verdiği peygamberlik ahdine göre, yahut duanı kabul etmek ahdine göre, yahut hidâyete gelenden azabı kaldırmak ahdine göre, yahut sana verdiği ve senin de yerine getirdiğin îmân ve itaat ahdine göre Bizim için Rabbine duâ et; çünkü senin duanla azabı bizden kaldırdığı takdirde biz hiç şüphesiz îmân edeceğiz. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yemin olsun ki, azabı bizden kaldırdığın takdirde biz mutlak ve muhakkak sana îmân edeceğiz." (A'raf: 134) 50"Nihayet Biz azabı onlardan kaldırınca, hemen sözlerinden dönüverdiler." 51"Fir’avun, kavmine seslenip dedi ki: "Ey kavmim! Mısır hükümranlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?" Yani Hazret-i Mûsa'nın duâsiyla onlardan azap kalktıktan sonra Fir’avun, kavminin îmân etmesi korkusuyla, bizzat veya münadisi (tellâlı) vasıtasıyla, toplanan kavmine ve meskûn yerlerde bunu söyledi. Irmaklardan murat, büyük Nil nehrini meydana getiren ırmaklardır ki, bunların başkcaları şu dört ırmaktır: Mülk, Tolun ırmağı, Dimyat ırmağı, Tenis ırmağı. Altımdan akıp giden şu ırmaklar: Yani saraylarım altından, yahut buyruğumla akıp giden ırmaklar. Diğer bir görüşe göre, tahtimin altından akıp giden. Çünkü Fir’avun'un tahtı çok yüksek, idi. Bir diğer görüşe göre, benim önümdeki bağ ve bahçelerimde akıp giden... Fir’avun'un: "Hâlâ görmüyor musunuz?" sözünden muradı, muazzam hükümdarlığını ifâde etmektir. 52"Yoksa ben, kendisi bir âciz ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" Yani ben, bu hükümdârlığimla ve geniş imkânlarımla, bu âciz, hakir ve neredeyse konuşamayacak durumda bulunan Mûsa'dan daha hayırlı değd miyim? Fir’avun, bu sözleriyle Hazret-i Mûsa'ya iftira ederek daha önce dilinde bulunan pelteklikten dolayı onu halkın gözünden düşürmek istemişti. Zîrâ bu pelteklik, sonra Hazret-i Mûsa'nın dilinden gitmişti. Nitekim bu konuda bir âyette şöyle denilmektedir: "Senin dileğin (dilindeki peltekliğin gitmesiyle ilgili dileğin) verilmiştir. " (Tâ-Hâ: 36) 53"Öyleyse ona altın bilezikler verilmeli veya onunla beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?" Yani eğer Mûsâ (aleyhisselâm), peygamberlik iddiasında doğru ise, ona hükümdarlık nişanları verilmek değil miydi? Zîrâ onlar, bir adamı reis yaptıkları zaman, ona altın bilezikler ve altın kemer takıyorlardı. 54"Böylece Fir’avun, kavmini enayi yerine koydu; onlar da kendisine boyun eğdiler. Kadar onlar yoldan çıkmış insanlardı." İşte bundan dolayı Fir’avun kavmi., o sapkın ve azgına hemen itaat ettiler. 55"Bu suretle Bizi öfkelendirince, Biz de onlardan intikam aldık; hepsini suda boğduk." 56"İşte böylece onları, sonrakiler için selef ve ibret misâli kıldık." Yani Biz, böylece Fir’avun’un kavmini, kendilerinden sonra gelecek kâfirler için örnek kıldık; sonraki kavimler de, onların uğradıkları azabı gerektirecek onların yolundan gidecekler. Ve onları sonrakiler için öğüt kıldık; yahut mesel gibi acayip bir kıssa kıldık; halk arasında: "Sizin misâliniz de, Fir’avun kavminin misâlidir" denilmektedir. 57"Ey Resûlüm! Meryem oğlu, bir misâl olarak anlatılınca, senin kavmin, hemen sevinç çığlıkları atıyorlar." Bu misâli veren Ibnü'z Zeb'arî denilen müşriklerin şâiridir. Bu şahıs, "Şüphe yok ki siz ve Allah'tan başka taptiğımz şeyler, Cehennem yakıtısınız." âyeti hakkında Peygamberimizle tartışmaya girdi ve: "Bu, yalnız bizim ve ilâhlarımız için mi, yoksa bütün ümmetler için de geçerli mi?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Bu, sizin ve ilâhlarınız için de ve bütün ümmetler için de geçerlidir" buyurdu. O zaman lânetli Ibnü'z Zeb'arî: "Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, seni mağlup ettim; pek iyi, Hıristiyanlar, Mesih'e tapmıyorlar mı ve Yahudiler de, ’Uzeyir'e tapmıyorlar mı ve Melih oğulları da, meleklere tapmıyorlar mı? Eğer bütün bunlar, Cehennemde iseler, biz ve ilâhlarımız da onlarla beraber olmaya razıyız!" dedi. İşte o zaman Ibnü'z Zeb'arî'nin kavmi sevindiler; gülmeye başladılar ve kahkahalar attılar. 58"Ve dediler ki: "Bizim ilâhlarımız mı hayırlıdır, yoksa o mu?" Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Hayır! Onlar kavgacı bir kavimdir." A- "Ve dediler ki: "Bizim hanlarımız mı hayırlıdır, yoksa o mu?" Bu kelâm da, mezkûr misâlin diğer bir parçasını hikâye etmektedir. Onlar, beyinsizleri yanıltmak için, bâtıl bir temel üzerine binâ ettikleri iddialarını açıklamak için bunu söylüyorlardı. Yani İsa'nın, bizim ilâhlardan hayırlı olduğu açık bir gerçektir. Binâenaleyh o, ateşte olursa, bizim de ilâhlarımızla beraber ateşte olmamızda hiçbir sakınca yoktur. B- "Bunu sana ancak tartışmak için söylediler." Yani bu misâli, ancak tartışmak için söylediler; yoksa hakkı talep etmek için söylemediler kı, senin açıklamanla hak, meydana çıkınca ona izan göstersinler. C- "Hayır! Onlar kavgacı bir kavimdir." Yani onların cibilliyetinde çetin husumet ve inat tartışması vardır. Diğer bir görüşe göre ise, o müşrikler, "Allah katında İsa'nın misâli, topraktan yarattığı Âdem’in (aleyhisselâm) misâli gibidir." âyetini duyduklarında dediler ki: "Biz, Hıristiyanlardan daha çok hidâyet üzereyiz; çünkü onlar, bir insana tapıyorlar; biz ise, meleklere tapıyoruz." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Buna göre, onlarin "Bizim ilâhlarımız mı hayırlıdır, yoksa o mu?" sözleri, kendi ilâhlarını Hazret-i İsa'dan üstün saymak anlamındadır. Çünkü onların ilâhlarından murat, meleklerdir. Bir diğer görüşe göre ise, anılan "İsâ'nın misâli"âyeti nazil olunca, müşrikler dediler ki: "her halde Muhammed'in bundan muradı, Hıristiyanlar, beşer olduğu halde mesîh'e taptıkları gibi, kendisi de beşer olduğu halde ona tapmarnızdır ve o, kendisim tapılmaya lâyık görmektedir." Buna göre, "sevinç çığlıkları atıyorlardı" şeklinde tercüme edilen fiil, çağrışıp itiraz ediyorlar, demektir. Ve buna göre, "Bizim ilâhlarımız mı hayır, yoksa o mu?" cümlesindeki "o" zamiri, Muhammed demek olur. Ve onların bu karşılaştırmadan muratları da, Peygamberimizle alay etmek olur. O müşriklerin bu sözlerinden murat, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını söylemeleri ve onlara tapmaları sebebiyle kendilerine yapılan eleştiriye cevap vermek, de olabilir. Buna göre sanki şöyle demiş oluyorlar: Biz, evveliyatı olmayan bir söz söylemedik; hiç kabul edilmemiş bir fiil de işlemedik. Zîrâ Hıristiyanlar da, Mesîh'e. Allah'ın oğlu dediler ve ona taptılar. Bizim sözümüz de, fiilimiz de, onlarınkine tercih edilir. Zîrâ biz Allah'a melekleri nispet ettik; Hıristiyanlar ise, O'na insanı nispet ettiler. 59"Meryem oğlu, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve israil oğullarına misâl kıldığımız bir kuldur." Yani Meryem oğlu İsâ, sadece kendisine peygamberlik nimetini verdiğimiz ve İsrâiloğullari için, insanlar arasında yaygın olan misâller arasında sayılması gereken pek garip bir hâdise kıldığımız bir kuldur. 60"Biz eğer dileseydik, elbette, yeryüzünde sizden sonra sizin yerinize geçecek melekler meydana getirirdik." Bu kelâm, Hazret-i İsâ misâlinin, Allah'ın kudreti için yadırganacak bir hâdise olmadığını ve Allah'ın, ondan daha garip olan ve akıl almaz şeylere muktedir olduğunu tahkik etmekte ve meleklerin, tapılacak dereceden çok, çok aşağıda olduklarına dikkat çekmektedir. Yani Bizim kudretimiz öyle akıl almaz bir mükemmeliyettedir îti, Biz dilersek elbette, melekleri hârika bir yaratma ile yarattığımız gibi, siz erkek olup doğurma sizin işiniz olmadığı halde, doğurma yoluyla, sizden sonra tıpkı sizin evladınız gibi sizin yerinize geçecek ve diğer melekler göklerde yaşayıp tesbih ve takdis ile meşgul oldukları halde, yeryüzünde, yaşayacak ve sizin yaptığınız işleri yapacak melekler meydana getirirdik. Şu halde ilâhî kudrete göre durumları böyle olan meleklerin mabudiyete (tapılmaya) lâyık olmaları veya Allah'a intisapları nasıl düşünülebilir! Allah, bu gibi şeylerden son derece münezzehtir. 61"Hiç şüphesiz O (Meryem oğlu, Kur’ân), kıyametin ilmidir (beyânıdır). Artık ondan (kıyametten) asla şüphe etmeyin. Ve bana uyun Bu dosdoğru bir yoldur." A- "Hiç şüphesiz O (Meryem oğlu, Kur’ân), kıyametin ilmidir (beyânıdır). Artık ondan (kıyametten) asla şüphe etmeyin." Yani Hazret-i İsa'nın nazil olması, kıyamet alâmetlerinden biridir. Yahut Hazret-i İsa'nın babasız olarak dünyaya gelmesi, yahut Hazret-i İsa'nın ölüleri diriltmesi, kıyamette vaki olacak şeylerden kâfirlerin inkâr ettikleri en büyük hâdise olan ölülerin tekrar dirilmelerinin doğruluğuna delildir. Âyetin metnindeki "ilim" kelimesi, diğer bir kırâete göre alâmet anlamında olan "âlem" olarak okunmuştur. Hadiste şöyle denilmektedir: "Hazret-i İsâ, sırtında iki sarıca giysi ve elinde de bir kısa mızrak olduğu halde Arz-ı Mukaddese'de Efîk demlen tepeye inecek ve orada de Deccal'i öldürecek. Sonra Beytü'l Makdis'e gelecek. O sırada insanlar, sabah namazında olacaklar. İmam, onun imamlığa geçmesi için geri çekilecek; fakat Hazret-i İsâ, onu öne geçirecek ve arkasında Peygamberimız Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şeriatine göre namaz kılacak. Sonra domuzlan öldürecek; haçı kıracak; kiliseleri ve havraları yıkacak ve Peygamberimizin şeriatının tatbıkçisi olarak kendisine îmân edenler dışındaki Hıristiyanları öldürecek." B - "Ve bana uyun." Yani benim hidâyetime, yahut şeriatime, yahut peygamberime uyun. Diğer bir görüşe göre ise, bu, söylenmesi Allah tarafından emredilmiş Resülullah'ın sözüdür. C- "Bu dosdoğru bîr yoldur." Yani sizi davet ettiğim yol, yahut Kur’ân, hakka ulaştıran dosdoğru bir yoldur. 62"Salan, şeytan sizi yoldan çıkarmasın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır." Yani sakın, şeytan, sizi bana uymaktan alıkoymasın. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmandır. Nitekim o, sizi Cennetten çıkarıp belalara maruz bırakmıştır. 63"İsâ, o açık delilleri getirince, demişti ki: ben size gerçekten bu hikmeti getirdim. Bir de, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmini size açıklamak için geldim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." A- "İsâ, o açık delilleri getirince, demişti ki: ben size gerçekten bu hikmeti getirdim. Bir de, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmım size açıklamak için geldim." Yani Hazret-i Isa, mucizeleri yahut incil'in âyetlerini, yahut açık hükümleri getirince, Isrâiloğullarina demişti ki: "Ben size öğretmek üzere gerçekten bu hikmeti getirdim. Bir de hakkında ayrılığa düştüğünüz bazı dinî şeyleri size açıklamak için geldim." Dünya işlerine gelince, onları öğretmek, peygamberlerin vazifelerinden değildir. Nitekim Peygamberimiz ashabına şöyle buyurmuştur: "Dünya işlerinizi siz daha iyi bitirsıniz." B- "Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Yani bana muhalefet konusunda Allah'tan korkun ve Allah'tan size tebliğ ettiğim hususlarda bana itaat edin. 64"Şüphe yok ki, Allah, benim de yegâne Rabbimdir; sizinde yegâne Rabbinizdir. O halde O'na ibâdet edin. İşte bu, dosdoğru yoldur." A- "Şüphe yok ki, Allah, benim de yegâne Rabbimdir; sizinde yegâne Rabbinizdir. O halde O'na ibâdet edin." Bu kelâm, onlara itaat emrettiği şeyi beyân etmektedir ki bu da, tevhîd itikadı, ile hak dinin hükümlerini uygulamaktır. B- "İşte bu, dosdoğru yoldur." Yani tevhîd ile hak dinin hükümlerini uygulamak, dosdoğru yoldur; bu yoldan giden asla haktan sapmaz. Bu cümle ya Hazret-i İsa'nın kelâmındandır; yahut onun kelâmını takrir eden doğrudan doğruya Allah'ın kelâmıdır. 65"Ama aralarından çıkan o fırkalar, yine de anlaşmazlığa düştüler. Artık o dayanılmaz günün azabından vay o zâlimlerin haline!" Yani Yahudiler ile Hıristiyanlar arasından hizipleşen gruplar, yine de anlaşmazlığa düştüler. Artık o dayanılmaz kıyamet gününün azabından vay o anlaşmazlığa düşenlerin haline! 66"Onlar, kendilerinin haberi olmadan, kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar." Yani o gafil insanlar, kıyameti inkâr edip tamamen dünya işlerine dalmış iken ve hiç kıyameti beklemezken, kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. 67"O gün, takva sahipleri dışında, canciğer dostlar bile "birbirlerine düşman kesilirler." Yani kıyamet günü, birbirlerini çok seven herkes, yahut dünya işlen için birbirlerini seven canciğer dostlar bile birbirlerine düşman kesilirler. Zîrâ aralarındaki sevgi bağları tamamen kopmuş olur. Çünkü o bağların azaba sebep oldukları ortaya çıkmış olur. Ancak takva sahipleri bundan müstesnadır; çünkü onların dünyadaki dostlukları Allah için olduğundan dolayı eski haliyle baki kakı-ve hatta her biri, dostluklarının sonuçları olan mükâfatları ve derecelerinin yükseltilmesini görünce, bu dosduk, daha da artar. 68Bak. Âyet 69. 69"Ey âyetlerimize inanmış ve müslüman olmuş kullarım! Bugün size bir korku yoktur ve siz mahzun olacak da değilsiniz." Bu, kıyamet günü, dünyada Allah için birbirlerini seven takva sahiplerini teşrif ve gönüllerini neşelendirmek için kendilerine, söylenecek olan sözlerin anlatımıdır. Burada müslüman olmaktan murat, kişinin bütün benliğiyle Allah'a yönelmesi ve kendini tamamen Allah'a itaate adamasıdır. Mukatil'den rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Kıyamet günü insanlar, diriitıldikleri zaman, herkes dehşete kapılır. O zaman bir münadi, "Ey kullarım!" diye seslenir. Bunun üzerine, bütün insanlar, umutla başlarını kaldırırlar. Sonra münadi, "Ey âyetlerimize inanmış ve müslüman olmuş kullarım! . ." diye devam eder. İşte o zaman bâtıl dinlerin mensupları tekrar başlarını önlerine eğerler. 70"Siz ve eşleriniz, sevinçli ve ikramlı olarak girin şu Cennete." Yani siz ve müslüman olan eşleriniz... 71"Onlara altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır ve orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey var ve siz, orada ebedî kalacaksınız." Yani nimetin tam ve kusursuz, sevincin de mükemmel kılınması için kendilerine: "Ve siz orada ebedî kalacaksınız" denir. Zîrâ zevale mahkûm olan her nimette mutlaka korku vardır. 72"İşte yaptıklarınıza karşılık mirasçı kılındığınız Cennet budur Yani dünyada yaptığınız sâlih amellere karşılık mirasçı kılındığınız Cennet budur." Amelin karşılığı mirasa benzetilmiş, çünkü amel sahibi, miras gibi onu geriye bırakmış olur. 73"Orada sizin için çok meyveler vardır. Onlardan yersiniz, " A- Orada sizin için çok meyveler vardır, Meyvelerin çokluğu yalnız taneler itibarıyla değil, fakat aynı zamanda cinsleri ve birleri itibarıyladır. B- "Onlardan yersiniz. Yani her nöbette onların bir kısmından yersiniz, diğerleri ise, ağaçlarda kahr. Hiçbir vakit ve zamanda ağaçları meyvesiz göremezsin; her zaman Cennet ağaçları en güzel ve kusursuz meyvelerle doludur. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre, şöyle buyurmuştur: "Bir adam Cennetin bir ağacından bir meyve kopardı mı, hemen onun benzeri, yeniden meydana gelir." 74"Şüphesiz mücrimler, Cehennem azabında temelli kalacaklardır." Burada mücrimlerden murat, günaha tamamen batmış olan kâfirlerdir. Nitekim bu mücrimlerin, mü’minlerin karşıtı olarak zikredilmelerinden de anlaşılmaktadır. 75"Bu azap, onlardan hafifletilmeyecek ve onlar azapta umutsuz bir haldedirler." 76"Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlimlerin ta kendileri idiler." Zîrâ kendi kendilerini ebedî azaba maruz bırakan kendileridir. 77"Onlar Cehennem muhafızına seslenerek: "Ey mâlik! Rabbin, bizim işimizi bitirsin!" derler. Mâlik de: "Siz kesinlikle hep böyle kalacaksınız!" der." A- Onlar Cehennem muhafızına seslenerek: "Ey mâlik! Rabbin, bizim işimizi bitirsin!" derler. Yani onlar: "Ey mâlik! Rabbin, bizim canımızı alsın da, kurtulalım!" diye yalvaracaklar. Bu, zikredilen umutsuz halde olmalarıyla çehşmez; çünkü bu sözleri, azaplarının şiddetinden dolayı ölümü temennî etmeleridir. B- "Mâlik de: "Siz kesinlikle hep böyle kalacaksınız!" der. Yani siz bu azapta ebedî kalacaksınız ve ne ölmekle, ne de başka bir şeyle, bundan kurtulamaz siniz. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Cehennem muhafızı Mâlik, ancak bin sene sonra onlara bu cevabi verecektir." Diğer bir görüşe göre ise yüz sene sonra ve bir diğer görüşe göre de kırk sene sonra onlara cevap verecektir. 78"Yemin olsun ki, Biz size hakkı getirdik; fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz." Bu kelâm, Mâlik'nin cevabinin takriri ve onların temelli Cehennemde kalmalarının sebebinin izahı olarak, onları takbih ve tahkir için, doğrudan doğruya Allah tarafından vârid olmuştur. Yani Biz, dünyada size peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle hakkı getirdik; fakat çoğunuz, hangi hak olursa olsun, haktan hoşlanmıyorsunuz; onu kabul etmiyorsunuz ve ondan nefret ediyorsunuz. Tevhîd veya Kur’ân olan malum hak ise, onların çoğu değil, onlarin tamamı ondan hoşlanmıyor ve nefret ediyor. 79"Yoksa müşrikler, bir işe kesin karar mı verdiler. Biz de muhakkak kesin kararlıyız." Bu kelâm, müşriklerin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kurdukları tuzakları teşhir etmektedir. Yani Mekke müşrikleri, Resûlüllah hakkında düşündükleri bir tuzağa kesin karar mı verdiler. Biz de muhakkak onların tuzaklarını boşa çıkarmak için kararlıyız. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yahut bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek, olanlar, kâfirlerin ta kendileridir." 80"Yoksa onların sırlarını ve fısıltılarını Biz gerçekten işitmeyiz mi sanıyorlar? Hayır! Yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar." Müşrikler, toplantı yerlerinde Peygamberimiz için şer planlarını gizlice konuşup aralarında istişare ediyorlardı. Yani Bizim onlar için görevlendirdiğimiz Hafaza Melekleri, onların sırlatrını, yani kendi kendilerine veya başkasıyla ıssız bir yerde konuştuklarını ve aralarıda fısıldama şeklinde konuştuklarını, yahut bunların da dâhil olduğu onların, bütün sözlerini ve hareketlerini yazmaktadırlar. 81"Ey Resûlüm! De ki: Eğer Rahman olan Allah için bir çocuk olsaydı, o zaman ben, ona tapanların ilki olurdum." Yani hakkı tahkik için ve şu hakikate dikkat çekmek üzere bunu söyle: senin onların taptıkları meleklere tapmamak suretiyle onlara gösterdiğin muhalefet, kendilerini veya taptıkları melekleri sevmediğin için değil, fakat meleklere isnâd ettikleri ve onlara ibâdetlerini de üzerine binâ ettikleri sıfatın (Allah'ın kızları olmaları) imkânsız olduğuna kesin olarak hükmettiğin içindir. Allah'ın şânlarını, O'nun hakkında mümkün olan ve olmayan şeyleri en iyi bilen insan Resûlüllah olduğu ve O'nun haklarına herkesten fazla riâyet ettiği için, eğer Allah'ın -hâşâ- çocuğu olsaydı, Resûlüllah Api, ona tapanların ilki olurdu. Zîrâ babanın taziminin gereği olarak oğlu da tazim edilir. Bu kelâm, meleklerin, Allah'ın kızları olmadıklarını en beliğ ve en kuvvetli şeküde ifâde etmekte ve Resülullah'ın, tevhîd konusunda yakîn ve sebat üzere olduğunu da açıkça bildirmektedir ve ayrıca kâfirleri kibirlerine mâni olmak mertebesinden indirmek için de en uygun ifâdedir. Diğer bir görüşe göre ise, eğer sizin iddianıza göre Rahman olan Allah için bir çocuk olsa (siz öyle diyorsanız), ben, tevhîd üzere O'na ibâdet edenlerin ilkiyim, yahut ben bu itikattan istinkâf edenlerin ilkiyim, demektir. Başka bir görüşe göre ise, bu şart cümlesi değil, olumsuzluk cümlesi olup Rahman olan Allah için bir çocuk yoktur ve ben bunu söyleyenlerin ilkiyim, demektir. 82"Bütün göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir." Yani Allah, o kâfirlerin, kendisini vasıflandırdıkları gibi bir çocuğu olmaktan münezzehtir. Âyetin metninde Rab isminin, en büyük, en muhteşem cisimlere izafe edilmesi, şu hakikate dikkat çekmek içindir: bütün gökler ve onlarda bulunan mahlûklar, Allah'ın hükümranlığı ve İlahlığı altında bulunduklarına göre, bunlarda bulunan bir şeyin, Rabbin -hâşâ- bir parçası olması nasıl düşünülebilir. 83"Artık sen bırak; kendilerine vaat olunan günlerine kavuşuncaya değin boş hayatlarına dalsınlar ve oynayıp dursunlar." Yani ey Resûlüm! Onlar bu açık delili duyduktan sonra da hakka iz'an göstermediklerine göre, artık sen onları bırak; anlamsız hayatlarına ve eğlencelerine dalsınlar ve dünyalarında oynayıp dursunlar. Zîrâ onların içinde bulundukları fiiller ve sözler, cehalet ve oyun kabilinden başka bir şey değildir:. Onlar kıyamete kadar buna devam etsinler. O gün geldiğinde ise, yaptıklarının ne demek olduğunu ve kendilerine ne yapılacağını anlayacaklardır. 84"Allah, O'dur ki, gökte de tek İlahdır ve yerde de tek îlahdır. Ve o, yegâne hakimdir ve yegâne Alimdir." Yani gökte de, yerde de tapılmaya yegâne lâyık olan İlah Allah'tır. Bütün işlerinde sayısız hikmetler bulunan ve her şeyi bilen de yegâne Allah'tır. 85"Bütün göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin hükümranlığı yalnız kendisinin olan ve kıyametin vaktini bilmek de ancak kendi yanında bulunan Zat-ı Bari, ne mübarektir! Ve siz ancak O'na döndümleceksiniz." Gökler ile yer arasında bulunanlar, hava gibi her zaman bulunan varlıkları da, kuşlar gibi zaman, zaman bulunan varlıkları da kapsamaktadır. 86"Allah'tan başka taptıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler, bundan müstesnadır." Yani o müşriklerin, Allah'tan başka taptıkları şeyler, iddia ettikleri gibi, onlara şefaat edemezler. Ancak basiret, yakın ve ihlas ile tevhide şahitlik edenler, bundan müstesnadır. 87"Yemin olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, hiç şüphesiz "Allah!" derler. O halde O'ndan nasıl döndürülüyorlar?" Yani bâtıl ilâhlara tapanlara da, tapılanlara da, kendilerini kimin yarattığını sorsan, hiç şüphesiz onlar da, "Allah yarattı!" derler. Çünkü aksının bâtıl olduğu gayet açık olduğu için, bunun inkârı imkânsızdır. Öyleyse, hepsinin Allah tarafından yaratıldığını kabul ettikleri halde Allah'a ibâdetten başkasına tapmaya nasıl döndürülüyorlar? 88"Peygamberin: "Ya Rab!" diye başlayan duâ ve yakarışları hakkı için, onlar, şüphesiz îmân etmeyecek bir güruhtur." Peygamberimizin duâ ve yakarışına yemin edilmesi, onları tazim içindir. Yahut âyetin mânâsı şöyledir: Allah, o müşrikleri sırlarını ve kıyametin ne zaman kopacağını bildiği gibi, Resülullah'ın: "Ya Rab! Onlar, şüphesiz îmân etmeyecek bir güruhtur" dediğini de bilmektedir. 89"O halde onlardan vazgeç ve "Selâm!" de. Ama yakında bilecekler." Yani ey Resûlüm! O halde artık onları davet etmekten vazgeç ve onların îmânından ümidini kes ve: "Benim size karşı tutumum, barış içinde mütârekedir" de. Ama biraz gecikse de, onlar yakında hallerini elbette anlayacaklardır. Bu kelâm, müşrikler için Allah tarafından büyük bir tehdit ve Resûlüllah için de bir tesellidir. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Zuhruf sûresini okursa, kıyamet gününde kendilerine: "Ey kullarım! Bugün sizin için korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de. Haydin, hesapsız olarak Cennete girin!" denilecek olan zümreye dâhil olur." |
﴾ 0 ﴿