AHKÂF SÛRESİ

Mekke'de inmiştir; 34 veya 35 âyettir.

1

"Hâ. Mîm."

2

"Bu kitabın, indirilmesi, azîz ve hakim olan Allah katındandır."

Bunun tefsiri de, geçen sûrenin başında geçen tefsir gibidir.

3

"Biz, şu gökleri ve bu yeri ve ikisi arasında olanları ancak hak île ve belli bir süre için yarattık. Kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler."

Yani Biz, şu göklerin ve yerin bölümleri, onların içinde bulunanları ve ikisi, arasında bulunan mahlûkları ancak, tekvinî ve teşriî hikmetimizin gerektirdiği şekilde yarattık.

Bu âyet-i kerime, Yaradan'ın varlığına, O'nun kâmil sıfatlarına, O'nun bütün işlerinin pek üstün hikmetler üzerine, binâ edildiğine ve bunun son derece açık olduğuna apaçık delâlet etmektedir.

Âyetteki belli süreden murat, kıyamet günüdür. O gün yer, başka bir yer ile ve gökler de başka gökler ile değiştirilecek ve insanlar vahid (tek) ve kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar.

Diğer bir görüşe göre ise, andan belli süre, her biri için takdir edilmiş beka süresidir. Ancak "kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler" cümlesi, bu görüşe mânidir. Zîrâ kâfirlerin uyarıldıkları şeyler, kıyamet günü, her şeyi altüst eden o günün halleri ve genel korkunç havasıdır; yoksa o kâfirlerin ömürlerinin sonları değildir.

4

"Ey Peygamberim! De ki: Bana söyler misiniz; Allah'tan başka taptığınız şeyler, yeryüzünde ne yaratmışlardır, göstergenize bana! Yoksa onların şu göklerde bir ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru sözlü iseniz, bu Kur’ân'dan önce bir kitap veya ilimden bir kalıntı varsa onu bana getirin."

Yani ey Peygamberim.! Onlari kınamak ve susturmak için kendilerine de ki: Bana söyler misiniz; Allah'tan (celle celâlühü) başka taptığınız şeyler, yeryüzünde ne yaratmışlardır, göstersenize bana! Yoksa onların, şu göklerin yaratılmasında, yahut hükümranlığında ve idaresinde Allah'a (celle celâlühü) bir ortaklıkları mı vardır ki, onların, tapılmaya hakları olduğu vehmedilebilsin? Zîrâ bir şeyin varlığında hiçbir veçhile dahli olmayan, tapılmaya liyakatten de tamamen uzaktir. O, varlık, akıl sahibi canlılardan olsa da böyledir; nerde kaldı ki, cansızların böyle bir liyakati olsun.

Onların acizlikleri ve mağlubiyetleri akli delil ile ispat edildikten sonra, "Bu Kur’ân'dan önce bir Kitap..." cümlesi ile de, bu husus, nakli delil ile de ispat edilmektedir.

Yani eğer iddianızda doğm iseniz, tevhîd bildiren ve şirki iptal eden Kur’ân'dan önce sizin dininizin doğru olduğuna delâlet eden bir kitap veya taptıklarınızın tapılmaya hakları olduğuna şahitlik eden eskilerin kimlerinden size intikal etmiş bir ilim kalıntisı varsa, onu bana getirin. Zîrâ aklî veya nakli bir delil olmadıkça sizin iddianızın doğruluğu sabit olmaz. Ve her iki türden de delil olmadığına göre ve bunun aksine akli ve nakli deliller de mevcut olduğuna göre, davanızın bâtıl olduğu ortaya çıkmış olur.

5

"Allah'tan başka kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan şeylere tapandan daha sapkın kim olabilir? Halbuki onlar, bunların tapmalarından habersizdirler."

Bu müşriklerden daha saplan kimse yoktur; çünkü onlar, Semi' (her şeyi işiten), Kadir (her şeye muktedir olan), Mücib (dualara cevap veren) ve habir (Her şeyden haberdar olan) yaradan’larının ibadetini bırakıp kendi elleriyle yeptıkları ve işitmesi, kudreti ve kıyamete kadar cevap vermesi olmayacak olan şeylere tapmaktadırlar. Halbuki taptıkları şeylerin, kendilerine taptıklarından haberleri bile yoltur; çünkü taptıkları şeyler, cansızdır.

Müşriklerin, taptıkları şeylerin, cevap veremeyecekleri ve tapıldıklarından habersiz oldukları açık bir gerçek iken, o şeylerin böyle vasıflandırılmaları o putları ve tapanlarını tahkir içindir. Nitekim. "Eğer onlara yalvarırsanız, onlar sizi duymazlar." (Fâtır: 14) âyeti de bu kabilindendir.

6

"İnsanlar mahşerde toplandıkları zaman, tapınılanlar, tapanlara düşman kesilecek ve tapmalarını inkar edeceklerdir."

Putların bu inkâr ve tekzipleri, hal lisanıyla olacak. Yahut bunu sözlü olarak yapacaklardır. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Allah (celle celâlühü), kıyamet günü mahşerde putlara hayat verecek ve onlar da, kendilerine tapanlardan beri olduklarını sözleriyle ifâde edeceklerdir.

Bu tapınılanlardan murat, Allah'tan başka tapılan melekler, cinler, insanlar ve benzerleri de olabilir.

Diğer bir görüşe göre ise, tapanlar, putlara taptıklarını inkâr edeceklerdir, demektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki, biz ortak koşmadık." (En'âm: 23)

7

"Âyetlerimiz, onlara açık olarak okunduğu zaman, kâfirler, kendilerine gelen o gerçek için "Bu apaçık bir büyüdür" demişlerdi."

Yani âyetlerimiz, onlara açık, yahut açıklayıcı olarak okunduğu zaman, kâfirler, kendilerine okunan âyetleri hiç tetkik ve tefekkür etmeden "Bu, apaçık bir büyüdür" demişlerdi.

8

"Yoksa "Muhammed, onu uydurdu" mu diyorlar? De ki eğer onu ben uvdurmuşsam, o zaman siz Allah tarafından bana gelecek hiçbir cezayı önleyemezsiniz. Allah, sizin Kur’ân hakkında yaptığınız taşkınlıkları en iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahit olarak o yeter. Zaten yegâne gafur ve rahim O'dur."

A- "Yoksa "Muhammed, onu uydurdu" mu diyorlar? De ki eğer onu ben uydurmuşsam, o zaman siz, Allah tarafından bana gelecek hiçbir cezayı önleyemezsiniz. Allah, sizin Kur’ân hakkında yaptığınız taşkınlıkları en iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahit olarak o yeter."

Bundan önce onların şenaatleri anlatıldı. Burada da daha büyük bir şenaatleri anla tıkmaktadır.

Yani yoksa onlar: "Muhammed, bu Kur’ân'ı uydurdu" mu diyorlar. Sen de onlara de ki: Eğer farz-ı muhal bu Kur’ân'ı ben uydurmuş olsam, o zaman siz, Allah tarafından bana gelecek hiçbir cezayı önleyemezsiniz. Zîrâ o takdirde şüphe yok ki, Allah beni cezalandıracak. O halde ben nasıl, Allah'a iftira ederim de, kendi nefsimi, kurtuluşu mümkün olmayan azaba maruz bırakırım? Allah, sizin Kur’ân ve âyetleri hakkında eleştirilerde bulunmak, bazen ona büyü demek ve bazen de onu iftira olarak vasıflandırmak gibi yaptığınız taşkınlıkları en iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahit olarak da o yeter. Nitekim o, benim için doğruluk ve hakkı tebliğ ile şâhitlik etmekte ve sızın aleyhinize de yalan ve inkâr ile şâhithk etmektedir.

Âyetin bu ifâdesi, onlarin taşkınlık suçlarından dolayı kendileri için bir ceza tehdididir.

B- "Zaten yegâne gafur ve rahîm O'dur."

Bu kelâm, tevbe edip îmân edenler için mağfiret ve rahmet vaadidir. Ve kâfirlerin bunca büyük cürümlerine karşı Allah'ın hatim davrandığını bildirmektedir.

9

"De ki: Ben, peygamberlerden ilk gelen değilim. Ben, bana da, size de ne yapılacak bilmiyorum. Ben ancak bana vahiy edilene uyarım. Zaten ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."

A- "De kı: Ben, peygamberlerden ilk gelen değilim."

Kâfirler, inat ve tekebbür göstererek, Peygamberimizden çok acayip mucizeler göstermesini istiyorlardı ve gaipleri ona soruyorlardı. İşte bundan dolayı Peygamberimize emredildi ki, onlara desin ki; ben, peygamberlerden ilk gelen değdim; onların muktedir olmadıkları şeylere ben de muktedir değilim ki, sizin her istediğiniz mucizeyi göstereyim ve sorduğunuz her gaipten haber vereyim. Zîrâ benden önceki peygamberler de, ancak Allah'ın onlara verdiği mucizeleri gösteriyorlar ve ancak kendilerine vahiy edilen şeyleri haber veriyorlardı.

B- "Ben, bana da, size de ne yapılacak bilmiyorum."

Yani gelecek zamanda bana da, size de Allah'ın hangi fiili isabet edecek ve hangi hükmünü icra edecek bilmiyorum.

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Yani dünyada benim işlerim ile sizin işlerinizin sonu neye varacak bilmiyorum."

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Yani âhirette bana ne yapacak ve size ne yapacak bilmiyorum, " Ve İbn Abbâs diyor ki: "Bu âyet, Allah, senin geçmiş günahlarım da, gelecek günahlarını da bağışlamak için..." (Fetih: 2) âyeti, ile nesli edilmiştir."

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimizin bilmedikleri, tafsilat ve ayrıntılar olabilir. Ancak zikredilen nüzul sebebine en zahir ve en muvafık olan mânâ, peygamberin bilmediği şeylerin, âhirette olacak hâdiseler değil, dünya hâdiseleri ile vakaları gibi bilinmesi peygamberlik vazifelerinden olmayan şeyler olarak yorumlanmasıdır. Zîrâ uhrevî hâdiselerin bilinmesi, peygamberlik vazifelerindendir. Ve âhirette mü’minler ile kâfirler hakkında yapılacak muamelenin tafsilatı hakkında vahiy vârid olmuştur. Böyle biline!

Kelbî'den rivâyet olunduğuna göre, müşriklerin baskı ve eziyetlerinden bunalan Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı, ona: "Ya Resûlallah! Daha ne zamânâ kadar bu halimiz devam edecek? "diye sordular. Peygamberimiz de buyurdu ki.: "İleride bana da ne yapılacağını bilmiyorum, size de!.. Ben, Mekke'de mi bırakılacağım, yoksa hurmalıkları ve ağaçları bol bir yere çıkmakla mı emir olunacağını? O yer, rüyamda bana gösterildi."

A- "Ben ancak bana vahiy edilene uyarım.. Zaten ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."

Bu, müşriklerin, hakkında vahiy bulunmayan gaipleri haber vermeyi Peygamberimizden istemelerine cevaptır.

Diğer bir görüşe göre ise, müslümanların, müşriklerin eziyetinden kurtulmak için acele etmelerine cevaptır. Ancak birinci görüş, "Zaten ben ancak apaçık bir uyarıcıyım" cümlesine daha uygundur. Yani ben, ancak bana vahiy edildiği gibi sizi Allah'ın (celle celâlühü) azabı ile uyarıyorum ve benim uyarım (peygamberhğim), parlak mucizeler sayesinde apaçıktır.

10

"De ki: Ey Yahudiler! Ne dersiniz; eğer bu Kur’ân, Allah katından ise ve siz onu inkâr etmişseniz, îsrâil oğullarından bir şahit de, bunun benzerini görüp îmân ettiği halde, siz yine de büyüklük taslamışsanız (O zaman, sizden daha sapkın kimdir?) Şüphesiz Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez."

Yani bana söyler misiniz; eğer bana vahiy olunan bu Kur’ân, sızın iddia ettiğiniz gibi büyü ve iftira olmayıp hakikatte Allah katından olduğu halde siz onu inkar etmişseniz ve Isrâiloğullarından, kendilerine verilmiş olan Tevrat sayesinde Allah'ın şânlarına ve vahyin sırlarına vâkıf olan büyük bir şahit ve İsrâiloğullarının en büyük âlimi de, Tevrat'ta, tevhîd ve mükâfat ile ceza vaatleri gibi Kur’ân muhtevasına benzer hakikatler görüp de, hiç tereddüt etmeden iman etttiği halde, siz yine de büyüklük taslamışsanız! . .

Tevrat'ın, Kur’ân'ın benzeri olması, aynı hakikatleri benzer ifâdelerle anlatmasıdır. Nitekim diğer âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Hiç şüphesiz bu, eskilerin kitaplarında da mevcuttur. ", "Şüphesiz bu, eski kitaplarda da mevcuttur."

Burada anlatılan Yahudilerin örnek âlimi, Abdullah b. Selâm'dır. O, Resülullah'ın, Medine'ye geldiğini haber alınca, yanına geldi ve dikkatle Peygamberimizin mübarek yüzüne baktı; hemen o yüzün, yalancı bir yüz olmadığını anladı. Ve Peygamberimizin durumunu inceledi; nihayet onun beklenen peygamber olduğu kanaatine vardı. Sonra Peygamberimize dedi ki: "Ben sana üç şeyi soracağım; onları ancak peygamber olan bilir: Kıyametin ilk alameti nedir? Cennet ehlinin ilk yemeği nedir? Çocuk, babasına mı çeker, annesine mi? " Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Kıyametin ilk alameti, bir ateş olup insanları doğudan batıya doğru sevk edecek. Cennet ehlinin ilk yemeği ise, bir balinanın ciğerinin artıklarıdır. Çocuğa gelince, erkeğin menisi önce gelirse, ona çeker; kadının menisi, önce gelirse, ona çeker."

Abdullah b. Selâm, bunları dinleyince, Peygamberimize: "Ben şâhitlik ederim ki, sen gerçekten Resûlüllah'sin!" dedi ve ayağa kalktı. Sonra dedi ki: "Ya Resûlallah! Yahudiler, iftiracı bir millettir. Eğer sen, onlara beni sormadan önce müslüman olduğumu duyarlarsa, senin yanında bana iftira ederler." Sonra Yahudiler, Peygamberimizin yanına geldiler. Peygamberimiz, onlara: "Abdullah, sizce nasıl bir adamdır?" diye sordu. Onlar da: "O, en hayırlımızdır; babası da en hayırlımız idi. O, bizim ulumuz dur; babası da bizim ulumuz idi. O, en âlimımizdir; babası da en alimimiz idi. "Peygamberitrtiz: "Pek iyi, o, müslüman olmuşsa, ne diyeceksiniz?" dedi. Onlar: "Allah, onu bundan saklasın!" dediler, işte o anda Abdullah b. Selâm, ortaya çıkıp: "Eşhedu en Lâilâlıe İllallah ve Eşhedu enne Muhammed'en Resûlüllah!" dedi. Bunu gören Yahudiler: "Zaten Abdullah, en kötümüz ve babası da en kötümüz idi" deyip onu kötülemeye başladılar. Abdullah b. Selâm: "Ya resûlallah! İşte benim korktuğum ve endişe ettiğim bu idi!" dedi.

Sa'd b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlüllah'ın yeryüzünde yürüyen bir insan için "Bu Cennet ehlindendir" dediğini duymadım; yalnız Abdullah b. Selâm için bunu söyledi. Ve "İsrâiloğullarından bir şahit de..." âyeti de onun hakkında nâzil oldu."

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyette geçen şahit, Hazret-i Mûsa'dır ve onun şahitliği de, Peygamberimizin geleceğine dâir Tevrât'takilerle şahitlik etmesidir. Şa'bî de, böyle demiştir.

Mesrûk diyor ki: "Vallahi, bu âyet, Abdullah, b. Selâm hakkında nazil olmamıştır. Zîrâ Hâ. Mîm âyetleri Mekke'de nazil olmuştur. Abdullah b. Selâm ise, Medine'de müslüman olmuştur."

Kelbî ise, Mesrûk'a şöyle cevap vermektedir: "Bu sûre, Mekkî (Mekke'de nazil olan sûrelerden) ise de, anılan âyet, Medine'de nazil olmuştur."

(Mealde belirtildiği gibi) burada "O zaman sizden daha sapkın kimdir?" kaydı mukadderdir. Nitekim "Söyler misiniz; eğer bu Kur’ân, Allah katından ise, sonra siz onu inkâr etmişseniz, o zaman uzak bir şekavette olandan daha sapkın kimdir?" (Fussilet: 52) âyeti, ile bu âyetin sonundaki "Şüphesiz Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez" cümlesi de, buna karinedir. Zîrâ hidâyet olmaması, kesin olarak dalâleti bildirmektedir. Onların zâlim olarak vasıflandırılmaları ise, bu hükmün illetini bildirmek içindir. Zîrâ Allah'ın onları hidâyete erdirmeyişi, zulümlerinden dolayıdır.

11

"Kâfirler, îmân edenler hakkında dediler ki: "Muhammed'in getirdiği din hayırlı bir şey olsaydı, müslümanlar bizi geçemezlerdi." Fakat bunu söyleyenler, Kur’ân'ıle hidâyete erişemedikleri için "Bu, eski bir yalandır" dahi diyecekler."

A- "Kâfirler, îmân edenler hakkında dediler ki: "Muhammed'in getirdiği din hayırlı bir şey olsaydı, müslümanlar bizi geçemezlerdi."

Burada da, o kâfirlerin, Kur’ân-ı azîm ve mü’minler hakkında söyledikleri başka bâtıl sözleri hikâye edilmektedir. Yani Mekke kâfirleri dediler ki:

"Eğer Muhammed'in getirdiği Kur’ân ve din, hayırlı bir şey olsaydı, bu îmân etmiş olanlar, bizi geçemezlerdi; çünkü zavallı insanlar, yüksek değerlere erişemezler. Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân edenler ise, düşük insanlardır; çoğu yoksul, köle ve çoban olan kimselerdir." Bunu söyleyen müşriklerin iddiasına göre, dinî riyasetlere, ancak dünyevî değer ve imkânlarla erişilir. Nitekim demişlerdi ki: "Bu Kur’ân, iki kentten ulu bir adama indirilmek değil miydi?" (... Levlâ nüzzile hâze'bkur'ânü’alâ recülin mine'hkaryeteyni’azîm) (Zuhruf: 31)

Onlar, şu hakikati göz ardı etmişlerdi: peygamberlik, nefsî kemalâta ve ruhanî melekelere bağlı olup onun temek, alçak dünyanın şatafatından yüz çevirmek ve tamamen âhirete yönelmektir. İşte bu faziletleri elde etmiş olan, gerçek faziletlerin tamamına ermiş ve bunlardan mahrum kalan kimsenin de gerçek mânâda bir nasibi yoktur.

Diğer bir görüşe göre ise, bunu (hayırlı bir şey olsaydı, bizi geçemezlerdi) söyleyen, Amir oğulları, Gatafan, Esed ve Eşca' kabileleridir. Cüheyne, Müzeyne, Eşlem ve Gıfar kabileleri müslüman oldukları zaman, bunu onlara karşı söylemişlerdi.

Başka bir görüşe göre ise, Abdullah b. Selâm ve adamları müslüman oldukları zaman, Yahudiler bunu söylemişlerdi. Ancak bu sûrenin Mekkî olması buna müsait değildir. Bu tefsir, ancak bu âyetin Medine'de nazil olduğunu izah etmekle mümkün olmaktadır.

B- "Fakat bunu söyleyenler, Kur’ân'ıle hidâyete erişemedikleri için " Bu, eski bir yalandır" dahi diyecekler."

Yani Kur’ân'ıle hidâyet bulmayanlar, Kur’ân'ın hayırlı bir şey olmadığını söylemekle yetinmeyip "Bu, eskilerin masallarıdır" dedikleri gibi, bunu da diyeceklerdir.

12

"Ondan önce de bir imam (rehber) ve bir rahmet olarak Mûsa'nın Kitabı vardı. İşte bu Kur’ân da, zâlimleri uyarmak ve iyi davrananlara müjde olmak üzere Arapça bir dil de indirilmiş, (Mûsâ'nın Kitabını, yahut bütün ilâhî kitapları) doğrulayan bir kitaptır."

Bu kelâm, onların, (bundan önceki âyette zikredildiği gibi) "Bu, eski bir yalandır" şeklindeki sözlerinin reddi ve iptâk anlamındadır. Zîrâ Kur’ân'ın, Hazret-i Mûsâ'nın Kitabının tasdikçisi olması, (onların anlayışına göre de) onun hak olduğunu kesin olarak ifâde etmektedir.

13

"Rabbimiz, Allah'tır" deyip de sonra dosdoğru yaşayanlar var ya, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir.

Burada "sümme/sonra" kelimesi, amelin, îmândan sonra geldiğini ve amelin geçerliliğinin, tevhîd inancına bağlı olduğunu ifâde etmektedir.

Yani ilmin hulâsası olan tevhîd inancı ile amelin nihaî hedefi olan dindeki istikâmeti bir araya getirmiş olanlar var ya, işte onlar, bir fenalığın kendilerine erişmesinden emin bulunuyorlar ve arzuladıklarına erişmemekten dolayı üzülecek de değillerdir.

14

"İşte onlar, yaptıkları işlere karşılık olmak üzere içinde ebedî kalacakları o Cennetin yaranlarıdır."

Yani mezkûr iki üstün vasfı taşıyanlar, işledikleri ilmî ve amelî sevaplara karşılık Cennet yaranları olacaklardır.

15

"Biz şu insana, anasına ve babasına iyilik etmesini emrettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi süresi otuz aydır. Nihayet insan, kemâl çağına eriştiği ve kırk yaşma vardığı zaman, der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın sâlih ameller yapmamı bana ilham eyle! Bana verdiğin salâhı neslimde de devam ettir. Gerçekten ben, sana tevbe ettim ve şüphesiz ben, Alüslümanlardanım."

A- "Biz şu insana, anasına ve babasına iyilik etmesini emrettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması de sütten kesilmesi süresi otuz aydır."

Yani hamilelik süresi ile tam ve nihâî olarak emzirme süresinin toplamı otuz aydır. Bu otuz ayda, çocuk için çok büyük meşakkatlere ve sıkıntılara katlanılmaktadır.

Bu âyet-i kerime, hamiletik müddetinin asgarisinin altı ay olduğuna delildir. Zîrâ sütten kesilme süresi olan iki yıl bundan düşülürse, altı ay kalmaktadır. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler."

Deniliyor ki, hamilelik süresinin asgarisi ile emzirme süresinin ekserisinin âyette belirlenmiş olması, bunların tespıderinin lüzumlu olması, nesep ile emzirme haklarının bunun ikisiyle tespit eddmesinden dolayıdır.

B- "Nihayet insan, kemâl çağma eriştiği ve kırk yaşma vardığı zaman, der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın sâlih ameller yapmamı bana ilham eyle! Bana verdiğin salâhı neslimde de devam ettir."

Yani nihayet insanın kuvveti ve aklı kemâle erdiği ve insan kırk yaşına vardığı zaman. .

Deniliyor ki, hiçbir peygamber, kırk yaşından önce peygamber olmamıştır.

Burada, Allah'ın verdiği nimetten murat, hak din nimetidir, yahut her çeşit nimettir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Allah (celle celâlühü), Ebû Bekir el-Sıddîk'ın (radıyallahü anh) duasını kabul buyurdu. Bunun üzerine o da, (buna şükür olarak) dokuz mü’min köleyi âzâd etti. Bu dokuz köleden biri de, Âmir b. Füheyre idi. Ve Ebû Bekir, hayırlı işlerden ne yapmak istemişse, mutlaka Allah, ona yardım etmiştir. Yine Ebû Bekir: "Zürriyetimi ıslah eyle!" diye duâ etti, Allah da, onun duasını kabul buyurdu da, onun bütün çocukları îmân ettiler. Sonuç olarak, onun ebeveyni ile bütün çocukları müslüman oldular; babası Ebû Kuhafe de, oğlu Abdurrahman b. Ebi Bekir de ve Abdurrahman'ın oğlu Ebû Atik de mü’min olarak Resûlüllah'ı gördüler. Bu nimet, sahabe'den hiçbir kimseye nasip olmadı."

C- "Gerçekten ben, sana tevbe ettim ve şüphesiz ben, Müslümanlardanım."

Yani ya Rabbi! Senin razı olmadığın işlerden, yahut beni senin zikrinden alıkoyan şeylerden dönüp sana yöneldim ve şüphesiz ben, kendi nefsimi tamamen sana teskm edenlerdenim.

16

"İşte yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler Cennetlikler arasındadır. Bu, vaat oluna geldikleri doğru bir sözdür."

A- "işte yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler Cennetlikler arasındadır."

Yani anılan yüce sıfatları taşıyan insanların yaptıklarının en güzelini kabul edeceğiz.

Zîrâ mubah olan işler de, güzeldir, fakat onlardan dolayı mükâfat verilmez.

B- "Bu, vaat oluna geldikleri doğru bir sözdür."

Yani Allah'ın (celle celâlühü) "yaptıklarının en güzelini kabul edeceğiz ve günahlarını bağışlayacağız "kelâmiyla bildirdiği vaat, peygamberlerin lisanıyla her devirde söylenegelen doğru bir sözdür.

17

"Anasına ve babasına: "Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken (ve onlardan hiç kimse diriltilmemişken), benim mezardan çıkarılmakla mı tehdit ediyorsunuz?" diyen kimseye, ana ve babası (yardımına erişip kendisini imâna muvaffak etmesi için) Allah'ın yardımına sığınarak: "Yazıklar olsun sana! îman et. Allah’ın vaadi gerçektir" dedikleri halde o (ebeveynini tekzib ederek): "Bu, eskilerin (aslı olmayan şeylerden kitaplara yazdıkları) masallarından başka bir şey değildir" der."

Bir görüşe göre, bu âyet, kendisini imâna davet eden ebeveynine isyan edip âhiret hayatını inkâr eden kâfir evladı anlatmaktadır.

Katâde'den rivâyet olunduğuna göre, bu âyet, Rabbine karşı isyan eden ve ebeveynine de itaat etmeyen kötü bir kul örneğini vasıflandırmaktadır.

Bir rivâyete göre bu âyet, henüz müslüman olmadan önce Abdurrahman b. Ebi Bekir el-Siddîk hakkında nazil olmuştur. Ancak bundan sonraki âyette zikredilen: "İşte onlar, haklarında ilâhî fermanın gerçekleşeceği kimselerdir" cümlesi, bu görüşü reddetmektedir. Çünkü anılan zât, en faziletti ve en muhterem müslümanlardan idi. Nitekim Hazret-i Âişe el Sıddîka da, bunu söyleyenleri tekzip etmiştir.

18

"İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan haklarıtıda ilâhî fermanın gerçekleşeceği kimselerdir. Çünkü şüphesiz onlar hüsrana uğrayanlardır."

A- "işte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan haklarında ilâhî fermanın gerçekleşeceği kimselerdir."

Burada ilâhî fermandan murat, Allah’ın, İblis’e söylediği, "Yemin olsun ki, ben, Cehennemi senden ve sana uyanların hepsinden dolduracağım." kelâmdır. Nitekim "Kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan" ifâdesinden de anlaşılmaktadır.

B- "Çünkü şüphesiz onlar hüsrana uğrayanlardır."

Yani onlar, şeytana uymakla, mallarının sermayesi gibi sayılan aslî fıtratlarını tamamen zayi etmişlerdir.

19

"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, kendilerine yaptıklarının karşılığını vermek için böyle yapmıştır. Zaten onlara hak-' sizlik yapılmaz."

A- "Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır."

Yani anılan her iki fırkadan herkesin, yaptıkları hayır veya şerrin karşılıklarına göre değişik mertebeleri vardır.

B- Allah, kendilerine yaptıklarının karşılığını vermek için böyle yapmıştır.

Yani Allah, kullarının yaptıklarının karşılığını tam olarak vermek ve onların haklarında haksızlık etmemek için, karşılıkları, amellerin miktarına göre takdir buyurmuştur, işe bundan dolayı mükâfatları da derece derece ve azapları da derece derece sınıflandırmıştır.

C- "Zaten onlara haksızlık yapılmaz."

Yani birinci fırkanın mükâfatları eksik verilmez ve ikinci fırkanın azabı da fazla verilmez.

20

"Kâfirler, o ateş ile azap edilecekleri gün kendilerine şöyle denir: siz dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız; onların zevkü sefasını sürdünüz. Bugün de, o yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü şu alçalticı azapla cezalandırılacaksınız."

Yani size yazılmış olan dünyevî hazlann ve lezzetlerin hepsini dünya hayatınızda harcayıp tükettiniz; onlardan size hiçbir şey kalmadı...

21

"Ey Peygamberim! Âd'ın kardeşini (Hûd'u) da anlat. Hanı o, Ahkaf bölgesindeki kavmine:’Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben gerçekten sızın büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum!" diye uyarmıştı. Zaten ondan önce de ve ondan sonra da uyaııcdar gelip geçmiştir."

Yani ey Peygamberim! Kendi kavmin Mekke kâfirlerine Âd'ın kardeşi Hûd peygamberin, kendi kavmini, şirkin akıbeti olan o büyük azapla nasıl uyardığını da anlat. Zaten ondan önceki peygamberler ile ondan sonraki peygamberler de, onun gibi kendi kavimlerini uyarmışlardı, işte sen de kendi kavmine bunları anlat.

Ad Kavmi, sütunlu yüksek binalar binâ ediyorlardı. Bunlar, Yemen'de el-Şahr denilen denize nazır kumsal bir bölgede,

Diğer bir görüşe göre ise, Umman ile Mehere arasında yasıyorlardı.

22

"Onlar demişlerdi ki: "Sen, bizi ilâhlarımızdan (tanrılarımızın ibâdetinden.) çevirmek için ini bize geldin? O halde eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi, bizi tehdit ettiğin (o büyük) azabı getir bize!"

23

"Hûd dedi ki: "O azâbın ne zaman geleceği hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır. Ben, benimle gönderilen şeyi size ulaştiriyoram; fakat sizin cahil bir kavim olduğunuzu görüyorum."

Yani o azâbın ne zaman geleceği hakkındaki bilgi, yahut bunun da dâhil olduğu bütün gayb bilgileri yalnız Allah'ın katindadır; ben, onun ne zaman geleceğini bilmem; onun gelmesine müdahale edemem; bunun bilgisi tamamen Allah'a aittir; O, o azabı, takdir buyurduğu vakitte getirecektir. Ben, sadece size, peygamberliğin gereklerini ve ezcümle, şirkten vazgeçmediğiniz takdirde size azap geleceğini bildiriyorum; ama ne zaman geleceğini ben de biliniyorum. Fakat sizin cahil bir kavim olduğunuzu görüyorum. Nitekim siz benden, azap getirmek ve vaktini tayin etmek gibi peygamberlik vazifelerinden olmayan şeyler istiyorsunuz.

24

"Nihayet onlar o azabı, vadilerine yönelmiş bir bulut halinde (ufukta) belirdiğini görünce, "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur" dediler. Hûd (aleyhisselâm) dedi ki: Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz bir şeydir ki, içinde dayanılmaz azap bulunan bir rüzgârdır."

25

"O rüzgâr, Rabbinin buyruğu ile her şeyi (canlarını ve mallarını) yok eder. Nihayet sabahladıklarında evlerinin harabelerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte Biz, mücrimleri böyle cezalandırırız, "

Bu kıssanın tafsilatı A'raf sûresinde geçti.

Rivâyet olunuyor ki, bu hâdisede esen fırtına, çadırları ve mahfeleri gök yüzüne öyle savurup uzaklara atıyordu ki, nihayet bunlar, bir çekirge kadar görünüyorlardı.

Demliyor ki, ilk önce bu azabı gören bir kadın oldu. Bu kadın diyor ki; öyle bir rüzgâr gördüm ki, içinde ateş alevleri gibi alevler vardı.

Rivâyet olunuyor ki, bunun azap olduğunu ilk anlamaları şöyle oldu: Bir baktılar ki, esen şiddetli fırtınadan, dışarıda bulunan eşyaları ve hayvanları havada uçuyorlar. Bunun üzerine hemen evlerine girip kapılarını kapattılar. Fakat şiddetli rüzgârlar, kapıları yıkıp onları yerden yere vurmaya başladı.

Sonra Allah (celle celâlühü), kum yığınlarını onların üstüne sürükledi. Böylece onlar, yedi gece, sekiz gün kumların altında kalıp inlediler. Sonra rüzgârlar, bu kumları kaldırdı ve onları denize fırlatü.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Hûd, bu rüzgârı hisseder, etmez bir pınar çevresinde, kendisi ve mü’minler için bir yer belirledi.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, bu felakette Hazret-i Hûd ile yanındakiler, etrafı çevrili bir yere çekildiler. Burada rüzgârlar, onlara yumuşak ve tatlı bir esinti şeklinde isabet ediyordu. Diğer yerlerde ise develerin semerlerini havaya savuruyordu ve fırlattığı taşlar, insanların kafalarını kırıyordu.

26

"Yemin olsun ki, onlara, size vermediğimiz imkânları vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları da, gözleri de, kalpleri de kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. Zira onlar, Allah'ın âyetlerini bile, bile inkâr ediyorlardı. Ve alay edip durdukları şey (istihza olarak, acele gelmesini istedikleri azap) kendilerini sarıverdi."

A- "Yemin olsun ki, onlara, size vermediğimiz imkânları vermiştik."

Yani size vermediğimiz geniş mâlî ve bedenî imkânlar, uzun ömürler ve diğer tasarruf unsurlarını onlara vermiştik. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz imkânları kendilerine verdiğimiz... nice nesilleri helâk ettik."

B- "Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları da, gözleri de, kalpleri de kendilerine hiçbir fayda sağlamadı. Zira onlar, Allah'ın âyetlerini bile, bile inkâr ediyorlardı. Ve alay edip durdukları şey (istihza olarak, acele gelmesini istedikleri azap) kendilerini sarıverdi."

Yani yaratılış gayelerine uygun olarak kuüanrnaları ve her biriyle, bilinmesi kendisine bağlı olan çeşitli nimetleri anlamaları, bunları, bu nimetleri bahşeden Allah'ın yüce şânlarına delil olarak kullanmaları ve onların şükrüne devam etmeleri için kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik.

Fakat onlar, kulaklarını vahyi ve peygamberlerini öğütlerini dinlemekte kullanmadılar; gözlerini de, bu kâinatın sayfalarına yazdmış olan kevnî âyetleri görmek için açmadılar ve kalplerini de Allah'ın marifeti için kullanmadılar, işte bundan dolayı da bu değerli uzuvları, kendilerine hiçbir fayda sağlamamıştır.

27

"Yine Yemin olsun ki, ey Mekke'liler! (Semûd Hicri ve Lût kavminin kasabaları gibi) çevrenizdeki kasabaları da helâk etmişizdir. Belki (küfür ve günahlardan) hakka dönerler diye âyetlerimizi böyle tekrar, tekrar anlattık."

28

"Kendilerine yakınlık elde etmek için Allah'tan başka edindikleri ilâhlar, kendilerine yardım etmeli değil miydiler? Hayır! Onlar, bunlardan kaybolmuşlardır. Zaten bu (onların kaybolmaları ve kendilerini yardımsız bırakmaları), onların yalanı ve uydurdukları şeydir (onların yalanlarının ve iftiralarının sonuçlarıdır)."

29

"Ey Peygamberim! Hani cinlerden bir topluluğu, Kur’ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Nihayet Kur’ân'ı (yahut Kur’ân'ı okuyan Resûlüllah'ı) dinlemeye hazır olduklarında birbirlerine: "Susun, dinleyelim!" demişlerdi. Kur’ân'ın okunması bitince de, uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi."

Rivâyet olunuyor ki, önceleri cinler, melekleri dinleyip olacak hâdiseler hakkında bilgi edinmek için semaya yükselip kulak hırsızlığı yapıyorlardı. Sonra bu cinler, ateş alevleriyle kovalanıp sema onlardan korununca, dediler ki; bu, olsa, olsa, yeni bir peygamber için böyle olmaktadır. Bunun üzerine Nusaybin veya Ninova cinlerinin eşrafından yedi veya altı kişi, bu yeni peygamberi araştırmak üzere yola çıktılar. (Cinlerin reislerinden) Zevbea da bunlar içinde bulunuyordu. Nihayet Hicaz'daki Tihâme'ye, sonra oradan da Vâdinahle'ye vardılar. Orada Resûlüllah'ı, gece namaz kılarken, yahut sabah namazında buldular ve okuduğu Kur’ân'ı dinlediler. Bu hâdise, Peygamberimizin, (peygamberliğin onuncu yılında) Taif dönüşü vuku bulmuşta.

Said b. Cübeyr'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Resûlüllah, cinlere Kur’ân okumadı ve onları hiç görmedi. Ancak Peygamberimiz, namazında Kur’ân okurken cinler, onun yanından geçtiler ve durup Kur’ân'ı dinlediler. Peygamberimiz ise, hiç bunun farkında olmadı; ancak Allah cinlerin, kendisini dinlediklerini ona bildirdi."

Diğer bir görüşe göre ise, Allah (celle celâlühü), Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), cinleri, de uyarmasını ve onlara da Kur’ân okumasını emir buyurdu da, cinlerin temsilcüeri olan bir topluluğu ona yönlendirdi. İşte bu sırada bir gün Peygamberimiz, Ashab'a hitaben buyurdu ki: "Bu gece cinlere Kur’ân okumam bana emredildi; kim benimle gelecek!" Peygamberimiz, bu sözünü üç kez tekrarladığı halde huzurda bulunanlar, başlarını önlerine eğdiler; yalnız Abdullah b. Mes'ûd, geleceğini söyledi. Abdullah diyor ki: "Resûlüllah ile birlikte yola çıktık. Nihayet Mekke'nin üst kısımlarında denilen bir yere vardık. Orada Resûlüllah, yerde bana bir çizgi çizdi ve bana: "Ben, senin yanma dönünceye kadar çizginin dışına çıkma!" buyurdu. Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur’ân okumaya başladı. Bu sırada çok gürültü duydum ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için endişe etmeye başladım. Bu sırada Resûlüllah'ın etrafını pek çok karaltı sardı ve artık onu göremez oldum. Hattâ Resülullah'ın sesini artık duyamıyordum. Sonra bulut parçaları gibi ayrılıp gittiler. Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), yanıma döndüğünde bana: "Sen bir şey gördün mü?" dedi. Ben de: "Kara adamlar gördüm; beyaz giysilere bürünmüşlerdi" dedim. Resûlüllah: "İşte onlar, Nusaybin cinleri idi; sayıları da on iki bin idi." buyurdu. Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) okuduğu sûre de Alak sûresi idi."

30

"O cinler, kavimlerine şöyle demişlerdi: "Ey kavmimiz! Biz gerçekten, Mûsa'dan sonra indirilen, kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola götüren bir kitap dinledik."

Demliyor ki, bu cinler, yahudi oldukları için böyle demişlerdi.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Cinler, Hazret-i İsa'nın dâvetini duymamışlardı."

Burada haktan murat, doğru itikatlardır ve dosdoğru yol da, dinin hükümleri ve sâlih amellerdir.

31

"Ey kavmimiz! Allah'a çağırana icabet edin ve ona îmân edin ki, Allah da, sizin günahlarınızın bir kısmını bağışlasın ve sizi dayanılmaz azaptan kurtarsın."

O cinler, bu söylediklerinden, duydukları Kitabı kastediyorlardı. Onlar, bunu, hakka ve dosdoğru yola hidâyet edici olarak vasıflandırdıktan sonra burada da, Allah'a (celle celâlühü) davet olarak vasıflandırmışlar, çünkü bu vasıflar, birbirine bağlı vasıflardır. Bu cinlerin, bunun hak ve dosdoğru yol olduğunu beyân ettikten sonra kavimlerini ona davet etmeleri, onları icabete teşvik içindir. Sonra bunu, "Allah da, sizin günahlarınızın bir kısmım bağışlasın" sözleriyle de tekid etmişlerdir. Bu bağışlanacak günahlar, sadece Allah'ın haklarıyla ilgili olan günahlardır. Zîrâ kul hakları, îmân ile bağışlanmaz.

Dayanılmaz azaptan murat da, kâfirler için hazırlanmış olan azaptır.

îman eden cinler için bundan başka mükâfatlar olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir; en zahir olan görüşe göre, cinler de, sevap ve azap bakımından insanlar hükmündedir.

32

"Allah'ın dâvetçisine uymayan kimse, artık yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka dostları da yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler."

A- "Allah'ın (celle celâlühü) dâvetçisine uymayan kimse, artık yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak değildir."

Bundan önceki kelâmlarında, davete icabet, teşvik edildikten sonra burada ise, icabet için uyarı yapılmakta ve icabet etmeyen kimsenin, dünyanın neresine kaçarsa kaçsın veya yerin derinliklerine de girse, Allah'ın azabından kurtulamayacağı belirtilmektedir.

B- "Onun Allah'tan başka dostları da yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler."

Bundan önce dahî davete icabet etmeyen kimsenin kendi imkânlarıyla kurtulamayacağı beyân edildikten sonra burada da, onun, başkasının yardımıyla da kurtulamayacağı beyân edilmektedir.

33

"Yine de görmüyorlar mı ki, bütün gökleri ve yeri yaratmış ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah, şüphesiz ölüyü diriltmeye kadirdir. Evet, o, gerçekten her şeye kadirdir."

A- "Yine de görmüyorlar mı ki, bütün gökleri ve yeri yaratmış ve onlari yaratmakla yorulmamış olan Allah, şüphesiz ölüyü diriltmeye kadirdir."

Bu görme, kalp görmesidir. Yani onlar tefekkür edip de, müşahedeye yalan bir kesinlikle bilmediler mi ki... Allah her şeye kâdir'dir.

B- "Evet, o, gerçekten her şeye Kadirdir."

Bu kelâm, maksuda delil mahiyetinde ilâhî kudretin genel bir izahıdır.

34

"Kâfirler, Cehennem ateşi ile azap edilecekleri zaman, onlara: "Nasıl, bu gerçek değil miymiş?" denildiğinde, onlar: "Rabbimiz hakkı için evet!" diyecekler. Allah: "Öyleyse, inkâr etmenizden dolayı bu azabı tadın!" diyecektir."

Onların, dünyada Allah'ın mükâfat ve ceza vaatleriyle alay etmelerine, karşın, o gün de kendileri böyle kınanacaklar ve onlarla alay edilecektir.

Onlari, cevaplarını yeminle, pekiştirmelerinden anlaşılıyor kı, sanki dünyada olduğu gibi burada da bunun hak olduğunu itiraf ettikleri takdirde kurtulacaklardır. Ancak onlar için kurtuluş nerede!

35

"Ey Resûlüm! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Ve onlar için acele azap isteme. Onlar, vaat edildikleri azabı gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün sadece bir saati kadar kaldıklarını sanacaklar. Bu bir belağdır (tebliğidir). Artık yoldan (öğüt, yahut itaat yolundan) çıkmış güruhlardan başkası helâk edikti mı hiç!"

A- "Ey Resûlüm! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret."

Yani kâfirlerin akıbeti böyle olduğuna göre, sebat ve azım sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi, artık sen de, kâfirlerden gördüğün sıkıntılara sabret. Zîrâ sen de o peygamberlerdensin ve hatta onların en büyüğüsün.

Azim sahibi peygamberlerden murat, şeriat sahibi olup da, onu tesis etmek ve yerleştirmek için büyük gayretler harcayan ve bu uğurda meşakkatlere ve düşmanlarının düşmanlıklarına karşı sabreden büyük peygamberlerdir. Bunların en meşhurları şunlardır: Nûh, İbrâhîm, Mûsâ ve İsâ peygamberlerdir (aleyhisselâm)

Diğer bir görüşe göre ise, azim sahibi peygamberler, Allah'ın musibetlerine sabredenlerdir. Nûh peygamber gibi. O, kavminin onca eziyetlerine sabretti. Nûh Peygamberin kavmi, bayılıncaya kadar kendisini dövüyorlardı. Yine İbrâhîm Peygamber gibi, o da, ateşe ve oğlunu kurban etmeye sabretti. Yine İsmail Peygamber gibi. O da, kurban edilmeye sabretti. Yine Yâkûb Peygamber gibi. O da, oğlunu kaybetmeye ve görmezliğe sabretti. Yine Yûsuf Peygamber gibi. O da, kuyuya düştüğünde ve zindana atıldığında sabretti. Yine Eyyûb Peygamber gibi. O da, o ağır hastalığına sabretti. Yine. Mûsâ Peygamber gibi. O da, kavmi, kendisine: "Hiç şüphesiz yakalanıyoruz." dediklerinde Hazret-i Mûsâ da: "Asla! Rabbim şüphesiz benimledir; o, bana yol gösterecektir." (innâ lemûdrakûn, kale kellâ, inne ma'iye Rabbî seyehdîni) (Şuarâ: 61, 62) deyip sabretmişti. Yine Dâvûd Peygamber gibi. O da, işlediği günahtan ötürü kırk sene ağlamıştı. Yine İsâ Peygamber gibi. O da, taş üstüne taş koyamadı. Allah'ın salat ve selâmı, hepsinin üzerine olsun!

B- "Ve onlar için acele azap isteme. Onlar, vaat edildikleri azabı gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün sadece bir saat kadar kaldıklarını sanacaklar."

Yani ey Resûlüm! Sen, Mekke kâfirleri için acele azap isteme. Onlar, kendilerine vaat edilen azabı gördükleri gün, o azâbın şiddetinden ve süresinin uzun olmasından dolayı, sanki dünyada gündüzün sadece bir saati kadar kaldıklarını sanacaklar.

C- "Bu bir belağdir (tebliğidir). Artık yoldan (öğüt, yahut itaat yolundan) çıkmış güruhlardan başkası helâk edilir mi hiç!"

Yani size verilen öğüt, öğüt olarak yeterlidir.

Yahut bu, Resûlüllah'tan bir tebliğdir. Bu görüş daha kuvvetlidir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Ahkâf süresini okursa, dünyadaki kum tanelerinin her birine karşılık kendisine on sevap yazılır."

0 ﴿