ZÂRİYÂT SÛRESİ

Mekke'de inmiştir; 60 âyettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"O esip savuranlara, yine, ağır yük taşıyanlara, yine, kolayca akıp gidenlere, yine, işi bölüştürenlere yemin olsun ki, size vaat edilen hiç şüphesiz doğrudur ve din (ceza ve mükâfat) günü hiç şüphesiz vuku bulacaktır."

Yani esip toprağı ve diğer maddeleri savuran rüzgârlara, yine, yağmur taşıyan buludara, yahut bulutları taşıyan rüzgârlara, yine, yağmurları, rızıkları ve benzeri şeyleri bölüştüren meleklere, yahut Allah'ın, kullarının rızıklarini taksîm etmek için vasıta kıldığı buludara yemin olsun ki, size vaat edilen hiç şüphesiz doğrudur ve ceza günü hiç şüphesiz vuku bulacaktır.

Bazı tefsir âlimlerine göre, zikredilen vasıfların hepsinden rüzgârlar kastedilmektedir; bu şekilde ifâde edilmesi, vasfın değişmesi, zâtin değişmesi gibi itibar edilmesinden dolayıdır. Zîrâ rüzgârlar, savurdukları maddeleri savurdukları gibi, buludan da sevk etmekte, onları taşımakta, havada kolayca akıp gitmekte ve bulutları çeşitli bölgelere sevk ederek yağmurları taksîm etmektedir.

3

Sonra kolayca akıp giden gemilere (veya bulutlara ve yıldızlara),  

4

Sonra işleri (kullara) bölen meleklere yemin olsun ki:  

5

Muhakkak size vaad olunanlar bir gerçektir;  

6

Ve şübhesiz ki hesap vuku bulacaktır, (herkes amelinin karşılığını görecektir.)

7

Bak. Âyet 8.

8

"Hubük'lü (yörüngeli) göğe yemin olsun ki, siz kâfirler, hiç şüphesiz çelişkili sözler söylüyorsunuz. Döndürülen, ondan döndürülür".

A- "Hubük'lü (yörüngeli) göğe yemin olsun ki, siz kâfirler, hiç şüphesiz çelişkili sözler söylüyorsunuz."

İbn Abbâs (radıyallahü anh), Katâde ve İkrime diyorlar ki: "Yani düzgün ve kusursuz göğe yemin olsun."

Said b. Cübeyr diyor ki: "Yani ziynetli (süslü) göğe yemin olsun."

Mücâhid diyor ki.: "Yani yapısı sağlam, mükemmel olan göğe yemin olsun."

Mukatil, Kelbî ve Dahhâk diyorlar ki: "Yani yolları olan göğe yemin olsun." Buna göre yollardan murat da, ya fizikî yollardır ki, yıldızların yörüngelelidir; yahut aklî yollardır ki, tefekkürle bakanların düşündükleri yollardır. Yahut da yollardan murat, yıldızlardır. Zîrâ yıldızların belli yolları vardir.

Hasen-ı Basrî diyor ki: "Hubük, ziynet anlamındadır; ondan murat, yıldızlardır. Zîrâ yıldızlar, gökleri süslemektedir."

Kâfirlerin sözlerinin çelişkili olmasından kastedilen, onların, Peygamberimiz hakkında bazen, şâir, bazen büyücü ve bazen de deli demeleridir. Ve Kur’ân hakkında da bazen şiir, bazen büyü ve bazen de eskilerin masalları demeleridir.

B- "Döndürülen, ondan döndürülür."

Yani döndürülmek istenen, Kur’ân'dan, yahut Resûlüllah'tan döndürülür. Çünkü bu döndürmeden, daha feci ve ağır bir döndürme yoktur.

Diğer bir görüşe göre ise, Allah'ın ezelî ilminde ve takdirinde haktan döndürülmüş olan döndürülür.

"Ondan" zamiri, çelişkili sözü de ifâde ediyor olabilir. Yani iftira edenlerin iftirasının kaynağı, o çelişkili sözlerdir.

Bir kırâete göre âyetin metnindeki "üfike" fiili, "efeke" olarak okunmaktadır. Yani insanları îmândan döndürmek isteyen Kureyş, insanları Kur’ân'dan ve Resûlüllah'tan döndürmeye çalışıyorlardı.

9

Peygamber ve Kur’ân’dan çevrilen çevrilir.

10

"Öldürülesi o yalancılar!"

Bu âyet de, "Öldürülesi insan! Ne nankörüdür!" (Abese: 17) âyeti gibi onlar için bir bedduadır. Bunun asıl mânâsı, öldürülmek ve helâk bedduâsidır. Sonra lanet anlamında kullanılmıştır.

Yani anılan o çelişkili sözleri söyleyen yalancılara lanet olsun!

11

"Onlar kara bir cehalet içinde bulunan gafillerdir."

12

"Onlar, ceza gününün ne zaman olduğunu soruyorlar."

Ancak onlar bunu, gerçekten bilgi edinmek için sormuyorlar; fakat alay maksadıyla o günün acele gelmesini, istiyorlar.

13

"O gün onlar ateşe atılacaklardır."

14

"Azabınızı tadın! Acele gelmesini isteyip durduğunuz şey budur işte! denir."

15

Bak. Âyet 16.

16

"Şüphesiz takva sahipleri, rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak Cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar, bundan önce dünyada ihsan sahipleri (güzel davrananlar) idiler. Onlar geceleri pek az uyurlardı; seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi. Onların mallarında da dilenen için ve dilenmeyen mahrum için bir hak vardı."

A- "Şüphesiz takva sahipleri, rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak Cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar, bundan önce dünyada ihsan sahipleri (güzel davrananlar) idiler."

Yani şüphesiz günahlardan sakınanlar, rablerinin kendilerine verdiklerini kabul ederek, onlara razı olarak, Allah'ın her verdiğinin, rıza gösterilmesi ve hüsnü kabul ile karşılanması gereken güzel şeyler olduğu telakkisıyle, tarif ve ifâde edilemeyecek kadar hârika Cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır. Çünkü onlar, bundan önce dünyada sâlih amelleri lâyıkıyla yerine getirmişlerdi. İşte bundan dolayı onlar, bu büyük saadete erdiler.

Pey gamb erimiz, ihsanın icmali olarak mânâsına şöyle işaret buyurmuştur: "İhsan, sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibâdet etmektir. Zîrâ sen O'nu göremiyorsan da, o, şüphesiz seni görmektedir." 32

32. Buharî/Kitâbüi İmân, bab: 37; Müslim/Kitâbu'l İmân, hadis: 1, 5, 7; Ebû Dâvûd/Kitâbü's Sünnet, bab: 16; Tirmizî/Kitabu'l İmân, bab: 4; Nesâî/Kıtâbu'l İmân, bab: 5, 6; İbni Mâce/Mukaddime, bab: 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/107, 132

B- "Onlar geceleri pek az uyurlardı; seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi."

Yani onlar, geceleri pek az uyudukları ve çok teheccüd namazı kıldıkları halde, sanki gecelerini günah işlemekle geçirmiş gibi, devamlı olarak seher vakitlerinde günahlarının bağışlanmasını niyaz ederlerdi.

C- "Onlarin mallarında da dilenen için ve dilenmeyen mahrum için bir hak vardı."

Yani anılan takva sahiplerinin mallarında da, dilenen muhtaçlar ve dilenmediğinden dolayı insanların zengin sanıp sadakalardan mahrum bıraktıkları yoksullar için malî büyük bir hak vardı; onlar, Allah'a yaklaşmak vesilesi olarak, insanlara acıyıp bu harcamayı kendileri için vecibe telakki ederek gerçekleştiriyorlardı.

17

Onlara din işinden açık deliller (âyet ve mûcizeler) de vermiştik. Şimdi (bu din işinde) ayrılığa düşmeleri, sırf kendilerine (gerçeğe dair) ilim geldikten sonra azgınlırk ve ihtirastan dolayıdır. Muhakkak ki Rabbin, onların ayrılığa düştükleri şeyde, kıyâmet günü aralarında hükmünü verecektir.  

18

Sonra (Ey Resûlüm), seni dinden bir yol (şerîat) üzere görevli kıldık. Onun için sen o şerîata uy da, ilmi olmıyanların arzu ve isteklerine tabi olma.  

19

Çünkü onlar, Allah’dan gelecek hiç bir şeyi senden geri bırakamazlar, (onlara uyduğun takdirde, Allah’ın azabını senden geri çeviremezler). Muhakkak ki zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah ise, takva sahiblerinin velisidir, (yardımcısı ve dostudur).

20

"Şu yeryüzünde kesin olarak inananlar için birçok âyetler vardır."

Yani yeryüzünün, yayılmış sergi gibi döşenmiş olması, bir yerden bir yere, bir bölgeden, diğer bölgeye geçmek için yolları, geçitleri bulunması, ovaları, dağları, karaları, denizleri, mücavir kıtaları, fışkıran su kaynakları, işlenen madenleri olması, çeşitli bitkileri, ağaçları ve renkleri, tatları ve kokuları değişik meyveleri yetiştirmesi, insanların sağlığında ve hastalığında menfaat ve maslahatlarına yarayacak şekilde tertip ve tedbir edilmiş olarak üretilip yayılmış birçok canlıyi barındırması cihetleriyle yeryüzünde Allah'ın yüce sânlarına delâlet eden pek açık sayısız deliller vardır.

21

"Kendi nefislerinizde de vardır."

Yani kendi nefislerinizde de, Allah'ın yüce sânlarına delâlet eden birçok âyetler vardır. Zîrâ âlemde ne delil varsa, mutlaka insanların kendi nefislerinde de onun benzeri bir delil mevcut olup bu delil, özel şekli, güzel görünümü, garip terkipleri, hârika fiiller gerçekleştirmesi, çeşitli sanatların örneği olması ve türlü, türlü mükemmeliyeti hâiz olması ile Allah'ın yüce sânlarına delâlet etmektedir.

B- "Yine de görmüyor musunuz?"

Yani bunca deliller var iken yine de ibret gözüyle bakıp görmüyor musunuz?

22

"Şu gökte de rızkınız ve size vaat edilen başka şeyler vardır."

Yani şu gökte sizin rizikmızın sebepleri veya takdiri vardır.

Diğer bir görüşe göre ise burada gökten murat, bulutlardır ve rızık tan murat da yağmurdur. Zîrâ yağmur, yiyeceklerin meydana gelmesinin sebebidir.

Vaat edilen başka şeylerden murat, amellerin mükâfâti olan Cennettir. Zîrâ şu anda Cennet, göklerin yedinci katında bulunmaktadır. Yahut ameller ve mükâfatları, gökte mukadder ve yazılı olduğu için böyle denilmiştir.

23

"İmdi, göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki, bu vaat, hiç şüphesiz sizin konuşmanız gibi bir gerçektir."

Yani sizin konuşmanızda herhangi bir şüphe olmadığı gibi bu vaadin bir gerçek olduğunda da şüpheniz olmamalıdır.

24

"Ey Resûlüm! İbrâhîm'in, ikram gören (ağırlanan) konuklarının haberi sana geldi mi?"

Bu ifâde tarzı, hâdisenin önemini belirtmek ve bunun, Resûlüllah'ın, vahyin dışında başka bir yol ile öğrenebileceği bir şey olmadığına dikkat çekmek içindir.

İbrâhîm peygambere gelen bu konuklar, on iki melek idi.

Diğer bir görüşe göre ise, dokuz melek idiler ve onuncuları da Cebrâîl idi.

Bir diğer görüşe göre ise, bunlar üç melek idiler: Cebrâîl , Mikâil ve onlarla beraber diğer bir melek.

Bu meleklere, konuklar denilmiş, çünkü onlar, yabancı konuklar suret ve kılıklarinda gelmişlerdi. Yahut Hazret-i İbrâhîm, onları öyle sanmıştı.

Bu konuklar, ya Allah katında büyük ikram görmüş meleklerdi; yahut Hazret-i İbrâhîrn tarafından büyük ikram görmüşlerdi; nitekim kendisi bizzat ve eşi onlara hizmet etmişlerdi.

25

"Hani onlar, İbrâhîm'in yanına girdikleri zaman, "Selâm!" demişlerdi. İbrâhîm de: "Selâm "demiş; içinden de: "Bunlar yabancılar" demişti."

Hazret-i İbrâhîm'in onları garipsemesi, islam'ın şiarı olan selâmı vermelerinden dolayı, yahut tanıdığı insanlardan olmadıklarından dolayı, yahut da vaziyet ve şekilleri diğer insanlardan farklı olmasından dolayı idi. Hazret-i İbrâhim, bu sözü onlara duyurmadan kendi içinden söylemişti; yoksa kimilerinin dediği gibi bununla sesli olarak onlara hitap etmemiş ve kendilerini tanıtmalarını da istememişti. Yoksa o melekler, o zaman kendi hallerini açıklayacaklardı ve Hazret-i İbrâhîm de, onlara ziyafet çekmek hazırlığına girişmezdi.

26

Bak. Âyet 27.

27

"Hemen ailesinin yanına savuşmustu da, semiz bir dana kebabını getirip onların önüne koymuş, sonra onlara: "Yemez misiniz?" demişti."

Yani Hazret-i İbrâhîm, konuklarından gizli olarak hemen oradan savuşup ailesinin yanına gitmiş ve bir dana kesip etini kebap yaptıktan sonra getirip önlerine koymuşta... Zîrâ konuk ağırlamanın başkca edebi, bir engel ve özür ortaya çıkmadan, yahut konuklar beklenti içine girmeden acele olarak yemek hazırlayıp getirmektir.

Hazret-i İbrâhîm, konuklarının, önlerine konulan yemekten yemediklerini görünce de, bunu yadırgayarak kendilerine: "Yemez misiniz?" demişti.

28

"Derken onlardan içine bir korku düştü. Onlar da: "Korkma!" demişlerdi ve ona bilgin bir oğul müjdelemişlerdi."

Hazret-i İbrâhîm, onların bir fenalık için geldikleri vehmine kapılarak endişe etmeye başlamıştı.

Diğer bir görüşe göre ise, onların azap için gelen melekler olduklarını düşünmeye başlamıştı.

Deniliyor ki, o sırada Hazret-i Cebrâîl , kanadını o kebap yapılmış danaya dokunmuş. Bunun üzerine dana ayağa kalkıp annesine doğru koşmaya başlamış ve nihayet annesine kavuşmuş. İşte o zaman Hazret-i İbrâhîm, melekleri tanımış ve onlardan emin olmuştu.

Sâffât: 101. âyetinde ise: "Biz ona müjdeledik..." (Febeşşernâhü) denilmektedir. Yani Biz, melekler vasıtasıyla ona müjdeledik, demektir. Müjdelenen bilgin oğul, Hazret-i Ishâk'tır. Onun bilgin olması, buluğ ve rüşd çağma ermesinden sonraki hayatı itibarıyladır.

29

"Derken karısı çığlık atarak gelmiş de, elini yüzüne çarparak: "Ben kısır bir kocakarıyım!" demişti."

Hazret-i İbrâhîm'in bu karısı, Hazret-i Sâre idi. O, evin bir köşesinde onlara bakıyordu. Meleklerin bu müjdesini duyunca, çığlık atarak ve hayız kanının hararetini duyduğundan dolayı utanç duyarak elinı yüzüne kapamış ve: "Ben bir kocakarıyım; nasıl çocuk doğururum!" demişti.

30

"Konuklar: "Öyledir. Rabbin böyle buyurdu. Şüphesiz O, yegâne hakimdir, alimdir" dediler."

Yani biz bunu kendiliğimizden söylemiyoruz; biz, Allah tarafından haber veriyoruz. Şüphesiz Allah, her işinde hikmet sahibidir ve o, her şeyi bilmektedir. O halde kaçınılmaz olarak, O'nun sözü haktır ve fiili sağlamdır.

Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Cebrâîl , Hazret-i İbrâhîm'in karısı Hazret-i Sâre'ye: "Evin tavanına bak!" dedi. O da bakınca, tavandaki direklerin yapraklı ve meyvek olduklarını gördü. Bu konuşma, yalnız Hazret-i Sâre ile olmadı; fakat Hazret-i İbrâhîm'e de bazı şeyler söylediler. Nitekim Hicr sûresinde anlatılmaktadır. Burada onların zikredilmemesi, oradaki ile iktifa edildiği içindir. Nitekim orada Sâre ile ilgili durumun zikredilmemesi de, buradaki ve Hûd süresindeki ile iktifa edildiği içindir.

31

"İbrâhîm.: "Şimdi asıl vazifeniz nedir ey elçiler?" dedi."

Hazret-i İbrâhîm, onların melekler olduklarını ve bir görev için gönderildiklerini anlayınca, onlara dedi ki: "Bana bir oğlan müjdelemekten başka sızın asıl vazifeniz nedir?"

32

"Onlar da dediler ki: "Biz günahkâr bir kavme gönderildik."

33

"Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya geldik."

34

"Bu taşlar, aşırı gidenler için Rabbinin katından işaretlenmiş taşlardır."

Tafsilatı diğer sûrelerde geçtiği gibi o melekler de dediler kı: "Biz, günahkâr bir kavım olan Lût kavmine gönderildik. Onların kasabalarını altüst ettikten sonra üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya geldik. Bu taşlar, kötülükte haddi tecavüz edenler için Rabbinin katından işaretlenmiş taşlardır." Bu taşlarla ilgili açıklama Hûd sûresinde geçti.

35

"Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık."

Bundan önce Hazret-i İbrâhîm ile görevli melekler arasında geçenler hikâye edildikten sonra burada da Hazret-i Lût kavminin başına gelenler mücmel olarak Allah tarafından beyân edilmektedir.

Burada, bu hâdisenin başka yerlerde zikredilen kısımları zikredilmeyip oradaki zikriyle iktifa edilmiştir. Bu itibarla şöyle denilmiş sayılır: o görevli melekler de, emir olunduklarını yapmaya başladılar. Biz de, "Ey Lût! Ailenle birlikte gece yola çık!.." Emrimizle, Lût kavmi kasabalarında bulunanlardan kendisine îmân etmiş olanları oradan çıkardık.

36

"Fakat kasabada müslümanlardan bir ev halkından başka bulamadık."

Bir görüşe göre bu ev halkı, Hazret-i Lût ile iki kızı idi.

Diğer bir görüşe göre ise, Hazret-i Lût ile ailesinden kurtulanlar on üç kişi kadardı.

37

"Acıklı azaptan korkanlar için orada bir alamet bırakmışızdır."

Yani onlara isabet eden azaba delâlet eden bir alamet bırakmışızdir.

Bir görüşe göre, bu alamet, onların üzerine yağdırılan taşlar idi. Yahut masa biçiminde yassı bir kaya idi. Yahut kokuşmuş bîr su idi.

Burada azaptan korkanlardan murat, fıtratları sağlam, yürekleri yufka olduğu için acıklı azaptan korkan kimselerdir; yoksa katı yürekli insanlar değildir. Çünkü buna aldırmazlar ve onu bir âyet saymazlar.

38

"Mûsa'da da ibret vardır. Hani onu apaçık mucize ile Fir’avun'a göndermiştik."

39

"Fakat Fir’avun, erkânıyla birlikte yüz çevirmiş ve: "O, bir büyücüdür veya bir delidir" demişti."

Yani biz, Hazret-i Mûsa'yı, gösterdiği apaçık mucizelerle Fıravun'a göndermiştik. Fakat Fir’avun, erkânı ve ordusuyla beraber yan çizmiş ve: "Mûsâ, bir büyücüdür; yahut bir delidir" demişti. Öyle anlaşılıyor ki, Fir’avun, Hazret-i Mûsa'nın eliyle gösterden acayip hârikaları cinlere isnâd etmiş ve bunların, kendi ihtiyarı ve gayretiyle mi, yoksa bunlar olmaksızın mı gerçekleştikleri konusunda tereddüt etmiştir.

40

"Bundan ötürü onu da, ordusunu da yakaladık da, hepsini o denize attık. Zaten o, ayıplanacak işler yapmıştı."

A- "Bundan ötürü onu da, ordusunu da yakaladık da, hepsini o denize attık."

Bu ifâde, İlâhî kudretin son derece muazzam olduğunu ve Fir’avun ile kavminin de bunun karşısında son derece hakir ve âciz kaldıklarını pek açık olarak bildirmektedir.

B- "Zaten o, ayıplanacak işler yapmıştı."

Yani Fir’avun, küfür ve azgınlık gibi ayıplanacak işler yapmişü.

41

"Ad Kavminde de ibretler vardır. Hani üzerlerine akım (kasıp kavuran) bir rüzgâr göndermiştik."

Bu rüzgâra akim denilmiş, çünkü onları tamamen helâk edip nesillerini tamamen kesmiştir. Yahut bu rüzgâr, yağmur veya ağaçları aşılamak gibi bir hayır taşımamaktadır. Bu rüzgâr, iki ters yönden esen rüzgâr idi; yahut bati rüzgârı, yahut güney rüzgârı idi.

42

"Bir rüzgâr ki, üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi yapıp savuruyordu."

43

"Semûd Kavminde de ibretler vardır. Hani onlara: "Bir zamana kadar yaşayın!" denilmişti."

Nitekim onlara: "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın..." (Hûd: 65) denilmişti.

Demliyor ki; Hazret-i Sâlih Peygamber, onlara demişti ki: "Yarın yüzünüz sapsarı olacak; yarından sonra da kıplcirmızı olacak; üçüncü gün de simsiyah olacak; sonra sabah vaktinde azap sizi yakalayacak."

44

"Onlar da azıp Rablerinin buyruğundan çıktılar. Bu yüzden kendileri de bakıp dururlarken yıldırım onları çarpıverdi."

Deniliyor ki, Sâlih Peygamberin kavmi, Sâlih Peygamberin bildirdiği alâmetleri, yani yüzlerinin sararmasını, kızarmasını ve kararmasını görünce, Sâlih Peygamberi öldürmek istediler. Allah da, onu kurtarıp kendisini Filistin toprağına gönderdi. Nihayet dördüncü günün kuşluk vakti gelince, güzel kokular sürünüp sahtiyan derilerle kefenlendiler. Nihayet onları o korkunç ses yakalayıverdi de hepsi helâk oldular.

45

"Artık ayakta durmaya takatleri kalmamış, yardım da görmemişlerdi."

A- "Artık ayakta durmaya takatleri kalmamış, "

Diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Onlar da yurtlarında diz üstü dona kaldılar." (A'raf: 78)

B- "Yardım da görmemişlerdi."

Yani kendi kendilerine yardımları olmadığı gibi, başkasından da yardım görmediler.

46

"Daha önce de Nûh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar gerçekten yoldan çıkmış bir toplum idiler."

Yani bu helâk edilenlerden önce de Nûh Peygamber kavmini de helâk etmiştik. Çünkü onlar da küfür ve günahlarla, gerçekten din sınırları dışına çıkmışlardı.

47

"Şu göğü de kendi ellerimizle biz kurduk ve biz hiç şüphesiz onu genişletmekteyiz (ona Kadiriz)."

Yani biz, göğü, yahut gök ile yer arasını, yahut rızkı genişletmekteyiz.

48

"Yeri de biz döşedik. Ne de güzel döşeyicileriz biz!"

Yani yeri de biz döşeyip yaydık ki, canlılar, üzerinde istikrar bulabilsinler.

49

"Düşünesiniz diye her şeyden de çift çift yarattık."

Yani bütün cinsleri erkek ve dişi olmak üzere çift çift yarattık. Yahut varlıkları iki mütekabil (karşılıklı) olarak yarattık. Alesela: Gök ile yer, gece ile gündüz, güneş ile ay, kara ile deniz v.s. gibi. Bütün bunları, sizin düşünüp de, Allah'ın, hepsinin yaratıcısı, rızık vericisi, ibâdetin yegâne müstahakkı olduğunu ve hepsinin iadesine Kadir olduğunu anlamanız ve gereğini yapmanız için yaptık.

50

"Artık Allah'a koşun! Çünkü ben, size O'nun katından gelmiş apaçık bir uyarıcıyım."

A- "Artik Allah'a koşun!"

Yani ey Resûlüm! Onlara de ki; hakikat böyle olduğuna göre, artık yüce sânları böyle olan Allah'a koşun; O'na îmân ve itaat edin ki, O'nun azabından kurudasınız ve mükâfatlarına erişesiniz.

B- "Çünkü ben, size O'nun katından gelmiş apaçık bir uyarıcıyım."

Bu cümle, Allah'a koşma emrinin, yahut emrini yerine getirmenin zorunlu olmasının illetidir. Zîrâ Peygamberimizin, Allah tarafından gönderilmiş bir uyarıcı olması, onlara, Allah'a koşmayı emretmesini gerektirmektedir ve onlar da bu emri dinlemek zorundadırlar.

Yani benim, Allah tarafından bir uyarıcı olduğum apaçıktır. Yahut ben, açıklanması gereken, yani kendisiyle uyarı yapılan azabı açıklıyorum.

Allah'ın, Resûlüllah'a, onlara, azabından kaçıp kendisine doğru koşmalarını emretmesini emir buyurması ve buna gerekçe olarak da, Resûlüllah'ın kendiliğinden değil, fakat kendisinin emriyle onları uyardığını beyân buyurması, onların, kaçılan şeyden kurtulacaklarına ve matluplarına erişeceklerine dâir İlâhî bir vaattir.

51

"Allah ile beraber başka bir ilah edinmeyin. Kadar ben size O'nun katından gelmiş apaçık bir uyarıcıyım."

Bundan önce azabın kendisinden kaçmaları emredildikten sonra burada da azabın sebebinden kaçmaları emredilmektedir. Nitekim "Kadar ben size..." cümlesi de bunu zımnen bildirmektedir.

52

"İşte bunun gibi, onlardan öncekilere de bir peygamber geldiğinde mutlaka: "O, bir büyücüdür veya delidir" demişlerdir."

Yani zikredilen, onların, Resûlüllah'ı yalanlamaları ve ona büyücü veya dek demeleri gibi...

53

"Bunu birbirlerine vasiyet mi etmişlerdir? Hayır! Onlar, azgın bir topluluktur."

A- "Bunu birbirlerine vasiyet mi etmişlerdir?"

Bu kelâm, onların halini ve o şeni kelime üzerinde ittifak etmelerini şiddetle reddetmekte ve bunun hayreti mucip olduğunu bildirmektedir. Zîrâ bu şeni kelime, telaffuz edilmesi şöyle dursun, akıl sahibi olan hiç kimsenin içinden bile geçmemekdir.

Yani onlar, bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler ki, böyle hepsi üzerinde ittifak ettiler.

B- "Hayır! Onlar, azgın bir topluluktur."

Bu kelâm, onların şer üzerinde ittifak etmelerinin, bunu birbirlerine vasiyet etmelerinden ilen gelmediğini, fakat bundan daha çirkin ve seni olan ve hepsini kapsayan bir azgınlıktan kaynaklandığını ve bu azgınlığm da, birbirlerine vasiyetleri sebebiyle olmayıp, habis cibilliye derinin icabı olduğunu bildirmektedir.

54

"Artık onlardan yüz çevir. Bundan sonra sen kınanacak değilsin."

Yani ey Resûlüm! Artık onlarla tartışmaktan vazgeç; çünkü sen onları hakka davet ettin; onlar ise hep imtina ettiler. Sen elinden gelen bütün çabayı harcadıktan ve davet için bilinen bütün sınırları da aştıktan sonra artık bundan sonra onlardan yüz çevirmekten dolayı kınanacak değilsin.

55

"Yine de sen öğüt ver; çünkü öğüt, mü’minlere kesinlikle fayda verir."

Yani yine de sen öğüt ve uyarıda bulunmayı tamamen bırakma, yahut onlara uyarıda bulun; çünkü öğüt, Allah'ın takdirinde îmân edecek olanlara, yahut bilfiil îmân etmiş olanlara kesinlikle fayda verir. Zîrâ öğüt, îman basiretini ve kuvvetini mutlaka arttırır.

56

"Ben, cinleri ve İnsanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."

Bu kelâm, bundan önceki öğüt emrini tekîd ve zikredilen illetini izah etmektedir. Zîrâ cinlerin ve insanların yaratılış amaçlarının, Allah'a ibâdet etmek olması, peygamberinizin, onlara öğüt vermesini ve onların da, öğüdü kabul etmelerini gerektirmektedir.

Öyle sanılıyor ki, âyette, cinlerin yaratılmasının önce zikredilmesi, onların yaratılmasının, insanlardan önce olmasından dolayıdır.

Cinlerin ve insanların, Allah'ın ibâdeti için yaratılmış olmaları, onların, Allah'a ibâdet için gerekli olan istidatların ve imkânların en geniş ve mükemmeline sahip olmaları demektir. Üstelik bu ibâdet, onlardan talep de edilmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada cinlerden ve insanlardan murat, onların, bahtiyar olanlarıdır. Nitekim: "Yemin olsun ki, biz, cinler ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yaratmışızdır." (A'raf: 179) âyetindeki cinler ve insanlardan, onlarin bedbahtları kastedilmektedir.

Mücâhidin görüşü ile Bağavî'nin tercih ettiği görüşe göre ise, "Ben, cinleri ve insanları ancak beni bilsinler diye yarattım" demektir. Bu görüşün dayanağı da şu hadisi kudsîdir: "Ben, gizli bir hazine idim de, bilinmek istedim; işte bilinmek için yaratılmışları yarattım."

Öyle sanılıyor ki, âyette, biknmenin (marifetin), ibâdet olarak ifâde edilmesi, sonucun sebep ismiyle ifâde edilmesi yoluyla, geçerli olan marifetin (bilmenin), Allah'a ibâdet ile hâsıl olan marifet olduğuna, yoksa felsefecilerin marifeti, gibi başka yollardan hâsıl olan marifet olmadığina dikkat çekmek içindir.

57

"Ben onlardan bir rızık istemiyorum; beni doyurmalarını da istemiyorum."

Bu kelâm, Allah'ın, kullarına karşı olan şânının, efendilerin, kölelerine karşı olan tutumu gibi olmaktan münezzeh olduğunu beyân etmektedir. Zîrâ efendilerin, kölelere mâlik olmaları, dünyalıklarını kazanmakta ve onların rızıklarını temin etmekte kendilerine yardım etmeleri, içindir.

Yani ben, kullarımı kendi rızıkımtn ve onların azıklarının tahsilinde çalıştırmak istemiyorum; fakat onların rızıklarını, onların maslahatlarının ve yaşamlarının gereklerini kendi katımdan vermekle onlara lutufta bulunurum. O halde onlar da, yaratılış gayeleri olan ibâdetimle meşgul olsunlar.

58

"Çünkü şüphe yok ki, herkesin rızıkım veren, güç ve kuvvet sahibi olan yegâne Allah'tır."

Bu kelâm da, Allah'ın rızıktan müstağni olduğunu zımnen bildirmektedir.

59

"Artık şüphe yok ki, bu zulmedenlerin de, önceki arkadaşlarının azaptan payları gibi payları vardır. O halde onu benden acele istemesinler."

Yani Resûlüllah'ı tekzip ederek kendi nefislerini ebedî azaba maruz bırakmakla kendi nefislerine zulmeden, yahut tasdikin yerine tekzibi koymak suretiyle zulüm ve haksızlık eden Mekke kâfirlerinin de, daha önce durumları anlatılan benzerleri eski katillerin azaptan payları gibi büyük payları vardır. O halde bu kâfirler, o azabı acele getirmemi benden istemesinler.

Bu İlâhî kelâm, o kâfirlerin: "Eğer doğru sözlü iseniz, bu tehditleriniz, ne zaman gerçekleşecektir?" (Yûnus: 48) şeklindeki sözlerine cevaptır.

60

"İşte kendilerine vaat edilen günlerinin dehşetinden vay o kâfirlerin haline!"

Onların bu gününden murat, Bedir savaşı günüdür; yahut kıyamet günüdür. Bu sûre-i kerimenin başında geçenlere en münasip olanı bu ikinci mânâdır. Birincisi de, mâkabkne en uygun olan mânâdır. Çünkü ikisi de dünyevîdir.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Zâriyât sûresini okursa, Allah, dünyada esip cereyan eden rüzgâr sayılarının on katı kadar sevap yazar."

0 ﴿