NECM SÛRESİ

Mekke'de inmiştir; 61 veya 62 âyettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Battığı zaman necme (yıldıza) yemin olsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmamıştır, azıtmamıştır da; o, hevâ'dan konuşmaz

(Kur’ân diye kendi fikrinden hiçbir şey söylemez)." Burada necmden (yıldızdan) murat, Süreyya (Ülker) yıldızıdır. Zîrâ genellikle necm, o mânâda kullanılmaktadır. Yahut ondan murat, bütün yıldızlardır. Yahut Kur’ân’ın her bir bölümüdür.

Peygamberimizin, sapkınlıktan ve azgınlıktan münezzeh olduğunu beyan için yıldıza yemin edilmesinde, hârika ve gayet yerinde bir ifâde sanatı vardır. İlk iki mânâya göre, zîrâ dünyada yolcular, yıldızlarla yollarını tayin etmektedirler. Yani yolcunun, kendisiyle doğru yolu bulduğu yıldıza yemin olsun ki, sizin arkadaşınız Muhammed, âhiret yolu olan hak yoldan sapmamıştır ve O, bâtıl bir inanca asla sahip değildir; O, gayet hidâyet ve rüşd üzeredir; sizin vehmettiğiniz gibi, onun yolu asla dalâlet ve azgınlık değildir.

Necm, Kur’ânın bölümleri anlamında olduğu takdirde de, bu yemin Kur’ânın yüce şânına işarettir. Nitekim Yâsîn ve Zuhruf sûrelerinin başında da buna işaret edilmiştir. Ve bu mânâya göre, anılan yemin, Peygamberimizin, hidâyet ve rüşdünün yegâne sebebinin, Kur’ân olduğuna dikkat çekmektedir. Yani din ve hak yolunun yegâne rehberi olan Kur’ân'a yemin olsun ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) haktan sapmamıştır ve azıtmamıştır.

Bu hitap, Kureyş kâfirleri içindir. Peygamberimizin, onların arkadaşı sıfatıyla zikredilmesi, onların, Peygamberimizin şerefli hallerinin tafsilatına vâkıf olduklarını, onun hakkında reddedilen hususlardan son derece berî olduğundan tamamen haberdar olduklarını ve onun, hidâyet ve rüşd sıfatlarına hakkıyla sahip olduğunu bildirmek içindir. Zîrâ Kureyş'in, uzun zaman Peygamberimizle arkadaşlık etmeleri ve onun yüce sânlarının güzelliklerini müşahede etmeleri, bu sonucu kesinlikle gerektirmektedir.

Bu yeminin, yıldızın batma veya doğma vaktiyle kayitlandırılmasının izahı, Necm'in, Kur’ânin bölümleri anlamında olduğu görüşüne göre açıktır." (Zîrâ Kur’ânin nazil olan bölümlerine yemin edilmektedir.) İlk iki görüşe (Ülker veya mutlak yıldız anlamında olduğu görüşüne) göre ise izahı şöyledir: yıldız, göğün ortasında görüldüğü zaman, yolcuya yol göstermez ve doğu ile batı ve kuzey ile güney yönlerinin tayinine yatdımci olmaz; o, ancak batmaya doğru inişe geçtikten sonra veya doğuşundan sonra yükselirken onunla yön ve yol tayini yapılabilir. Bir de batması veya doğması ile bundan sonra anlatılacak Cebrâîl’in en yüksek ufuktan inmesi ve Peygamberimize yaklaşması arasında gayet güzel bir münasebet vardir. Kur’ânin yüce şânına uygun olan izah budur. Onu, kiyamet gününde yıldızların dökülmesi veya şeytanların taşlanması sırasında yıldız ateşlerinin düşmesi veya Necm'in bacaksız bitki anlamında ve Hevâ'nın onun yere düşmesi mânâsında alınması ise, bu makama münasip değildir.

3

O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor.

4

"Onun okuduğu, vahiy edilen vahiyden başka bir şey değildir."

Yani arkadaşınız Muhammed’in okuduğu Kur’ân, Allah tarafından kendisine vahiy edilen bir kelâmdan başka bir şey değildir.

5

Bak. Âyet 6.

6

"Muhammed'e Kur’ân'ı kuvvetleri çok çetin ve üstün meziyetler sahibi bir melek öğretti de, en yüksek ufukta iken asıl şekliyle istiva etti (karar kıldı)."

Bu melekten murat, Hazret-i Cebrâîl’dir. Zîrâ hârikaların gösterilmesinde vasıta olan melek odur. Onun ne kadar, çetin kuvvet sahibi olduğunu gösteren delil olarak şu yeter: Hazret-i Cebrâîl , Lût peygamber kavminin kasabalarını, en derin toprağın altındaki kara su tabakasından söküp kanadının üstüne aldı ve göklere, yükselttikten sonra onları altüst etti. Ve Semûd kavmine de bir korkunç sesle seslendi; onlar, oldukları yerde diz üstü dona kaldılar. Ve Hazret-i Cebrâîl’in, peygamberlere inişi ve ondan sonra Arş-ı A'zam'a yükselişi, göz kırpmasından daha süratli olurdu.

Yine Hazret-i Cebrâîl , akılda, fikirde ve dinî metanette pek üstün meziyetlere sahip idi.

Hazret-i Cebrâîl’in, asıl şekil ve sureti ile karar kılması, her zaman vahiy getirirken girdiği şekilde karar kılması demektir. Şöyle ki: Resûlüllah

Cebrâîl’i yaratıldığı şekliyle görmek istedi. O zaman Resûlüllah Hırâ dağında bulunuyordu, işte bu sırada Cebrâîl , doğudan ona göründü ve batıya kadar bütün dünyayı kapladı ve ufukları tamamen doldurdu. Onu gören Peygamberimiz, kendinden geçti. Sonra Cebrâîl , insan, suretinde Peygamberimizin yanına inip onu kucakladı ve’yüzündeki toz-toprakları silmeye başladı

Deniliyor ki, Peygamberimizden başka peygamberlerden hiç kimse, Cebrâîl’i gerçek suretinde görmemiştir. Peygamberimiz ise, iki kez Cebrâîl’i gerçek suretinde gördü: biri, yeryüzünde, diğeri de gökte oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, Cebrâîl’in istiva etmesi, kendisine verilen vazifelere tamamen hâkim olması demektir.

En yüksek ufuktan murat, güneş ufkudur.

7

Ve o (Cebrâil) yüksek ufukta idi.

8

Bak. Âyet 9.

9

"Muhammed'e yaklaşmak istemiş de, ufaktan sarkıp yaklaşmıştır. O kadar ki, birleştirilen iki yay arası kadar, hatta daha da yakın olmuştur."

Bu kelâmda temsilî olarak irtibat melekesi ve Peygamberimizin, vahiy edileni duymasının tahkiki, buna engel olan uzaklığın mevcut olmaması hali ile anlatılmaktadır.

10

Bak. Âyet 11.

11

"Nihayet Allah, kuluna vahiy ettiğini vahiy etmiştir. Gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamamıştır."

Yani Allah, kulu Muhammed'e Cebrâîl vasıtasıyla, anlatılması mümkün olmayan büyük şeyler vahiy etmiştir.

Deniliyor ki, Allah, Peygamberimize, kendisi Cennete girmeden önce Cennetin diğer peygamberlere haram olduğunu ve kendi ümmeti de Cennete girmeden Cennetin diğer ümmetlere haram olduğunu vahiy etmiştir.

Peygamberimiz'in, Cebrâîl’in suretini görmek hususunda gözlerinin gördüklerini kalbi yalanlamamıştir. Yani Cebrâîl’i gördüğünde onun kalbi, "Ben seni tanımıyorum" dememiştir. Eğer bunu deseydi, -hâşâ- yalancı olurdu. Çünkü Cebrâîl’i gözleriyle, gördüğü gibi, kalbiyle, de onu tanıdı. Yahut Cebrâîl’i asil şekli ve suretiyle gördüğünde onun Cebrâîl olduğundan hiç şüphe etmedi.

12

"Şimdi onun gördükleri hakkında kendisi ile tartışacak mısınız?"

Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrâîl’i ayan-beyân gördükten sonra, yahut tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde halleri beyân edildikten sonra da kendisiyle tartışacak mısınız? Yahut siz tartışmada ona galip gelecek misiniz! Yahut onu bile bile inkâr edecek misiniz?

13

Bak. Âyet 14.

14

"Yemin olsun ki, Muhammed, Cebrâîl’i, (gerçek suretinde) önceden Sidretü'l Müntehâ'nın yanında bir kez daha görmüştü."

Sidretü'l Müntehâ, semanın dördüncü katında Arş'ın sağ tarafında sedir ağacına benzer bir ağaç olup meyveleri Hecer (Bahreyn bölgesinde bir kent) topaçları biçiminde, yaprakları da fil kulağı gibidir; Allah'ın, kitabında zikrettiği nehirler, bu ağacın altından çıkmaktadır. Atlı bir yolcu, yetmiş sene yol alsa, onun gölgesini bitiremez.

Müntehâ, nihayet (son) yer, yahut son demektir. Öyle sanılıyor kı, bu ağaç, Cennetin nihâyetindedir.

Diğer bir görüşe göre ise, yaratılmışların bilgisi ve amelleri, orada nihayet bulmaktadır; hiç kimse onun ötesini bilemez.

Bir diğer görüşe göre ise, semtlerin ruhları, oraya, varmaktadır.

Başka bir görüşe göre ise, üstünden gelenler de, altından gelenler de orada nihayet bulmaktadır.

Yani öyle bir Sidre ki, bütün yaratılmışların bilgisi, orada nihayet bulmaktadır. Yahut her şeyin kendisinde nihayet bulduğu Allah'ın Sidresi demektir,

15

"Ki Cennetü'l Me'vâ onun yanındadır."

Yani takva sahiplerinin, yahut şehitlerin ruhlarının barındığı Cennet, onun yanındadır.

16

"Sidreyi kaplayan kaplamıştı."

Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrâîl’i gerçek suretinde önceden Sidretü'l Müntehâ'nın yanında bir kez daha görmüştü; o sırada Sidre'yi öyle şeyler kaplamıştı ki, kemiyet ve keyfiyet olarak onları vasıflandırmak ve anlatmak mümkün değildir.

Diğer bir görüşe göre ise, meleklerden çok büyük bir cemaat, Sidre'yi ziyaret edip orada Allah'a ibâdet etmektedirler.

Bir diğer görüşe göre ise, insanlar, Kâ'be'yi ziyaret ettikleri gibi, bu melekler de, Sidre'yi ziyaret edip bereket dilerler.

Başka bir görüşe göre ise, Allah, Sidre'ye tecelli buyurduğu zaman, O'nun nur!arının celal ve azameti orayı kaplar. Nitekim Allah, (Hazret-i Mûsâ kıssasında zikredildiği gibi) dağa tecelli buyurduğu zaman da O'nun nurlarının azamet ve celâli orayı kaplamıştı. Ancak Sidre, o dağdan daha sağlam ve sabit olduğu için, o dağda meydana gelen sarsılma, Sidre'de meydana gelmemektedir.

Bir başka görüşe göre de, altin kelebekler ve çekirgeler, Sidre'yi kaplamıştı. İbn Abbâs, ibni Mesûd ve Dahhâkin görüşleri de budur.

Peygamberimiz'den rivâyet olunduğuna göre Peygamberimiz, şöyle buyurmuştur: "Sidre'yi gördüğümde baktım ki, altın kelebekler onu kaplamıştır ve her bir yaprağında ayakta duran bir melek var; hepsi Allah'ı tesbih etmekttedirler."1

1 Tirmizî/Kitabu'l Cennet, bab: 9

Yine Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Sidre'yi yeşil kuş sürüleri kaplamıştı." 2

2 Buharî/Kıtabu't Tefsir, sûre: 53

17

"O göz (Peygamberin gözü), gördüğünden kaymadı ve taşmadı."

Yani Peygamberin gözü, gördüğünden kaymadı ve orada, insan aklını başından alan pek çok acayip şeyler gördüğü halde gözü taşmadı; hepsini gayet doğru ve mükemmel olarak tespit etti. Yahut görmesi emredilen o acayip şeylerden gözü, ayrılmadı; onları hakkıyla görmek imkânını buldu.

18

"Yemin olsun ki, o, Rabbinin en büyük âyetlerini (yahut en büyük âyetlerinden, bir kısmım) gördü."

Yani Peygamberimiz, Miraç gecesinde göklere çıkarıldığında, dünya âlemi ile melekler âleminin, anlatılması imkânsız âyetlerini, gördü.

19

Bak. Âyet 20.

20

"Ey putlara tapanlar! Şimdi siz şu Lât ve Uzza'ya ve üçüncü olarak da öteki Menât'a ne diyorsunuz?"

Bunlar, putlara tapanların taptıkları putlar idiler: Lât, Taif'te olup Sakîf kabilesinin putu ıdı. Diğer bir görüşe, göre ise, bu put Nahle denilen yerde idi ve Kureyş'illerin putu idi.

Lât kelimesi, leva kökünden olup bükülmek anlamındadır. Ona tapanlar, onun huzurunda bükülüp onu tavaf ettikleri için ona Lât ismi verilmiştir.

Bu kelime, Lâtt şeklinde de okunmuştur. Buna göre, vaktiyle tereyağını zeytinle, karıştırıp hacılara yediren bir adam, Lâtt (karıştıran) vasfıyla şöhret bulmuştu.

Diğer bir görüşe göre ise, Taif te oturan bir şahıs, kavut karıştırıp (yapıp) hacılara yedirdiği için bu vasıfla şöhret bulmuş. Bu adam öldükten sonra nisanlar, onun mezarında toplanıp kendisine tapmaya başlamışlar.

Bir diğer görüşe göre de, anılan şahıs, bir kayanın üstüne oturuyordu. Kendisi öldükten sonra o kaya, kendi ismiyle anılmış ve Allah'tan başka ona da tapılmaya başlanmıştır.

Bir görüşe göre de, bu kaya, onun suretinde idi (onun heykeli.) idi.

Uzza ise, bir sakız ağacı idi. Cahiliyye döneminde ona tapıyorlardı Mekke fethinden sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Halıd b. Veiıd'i onu kesmek için gönderdi. Halıd b. Velid de, onu kesti. Onun içinden dişi bir şeytan çıktı. Bu dişi şeytan, saçlarım dağıtmış halde elini başına koyup vaveyla koparıyordu. Hazret-i Halid, kılıcıyla vurup onu Öldürdü. Hazret-i Halici, döndüğünde bunu Resûlüllah'a anlattı; Resûlüllah da: "İşte o Uzza'dır; bundan sonra ebediyyen ona tapılmayacaktır" buyurdu. (Bu dişi şeytan, onun hizmetine bakan şeytan ruhlu bir kocakarı olarak da yorumlanabilir)

Menât, Hüzeyl ve Huzaa kabilelerinin taptıkları bir kaya idi. Kurbanların kanları onun yanında akıtıldığı için ona Menât denilmiştir. Bu kelime, Menâet olarak da okunmuştur. Buna göre bu ismin verilmesi, öyle sanılıyor ki, onun yanında kendisinden bereket dilenerek akan yıldızlardan yağmur niyaz edildiği içindir.

Putlara tapanlar, anılan putlara tapmaktan başka bir de, meleklerin ve bu putların Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlardı. Allah, bundan son derece münezzehtir. İşte bundan dolayi onları tahkir ve iskât için böyle denilmiştir.

Yani ey puta tapanlar! Allah'ın kâinattaki azametinin, celal ve ceberûtunun kemâlinin eserlerini, kudretinin hükümlerini, fermanının hem yüce âlemde, hem yerin altında ve hem de her ikisi arasındaki nüfuzunu duyduktan sonra ve bu putların da son derce değersiz ve önemsiz olduklarını dinledikten sonra yine onları Allah'ın kızları olarak mı göreceksiniz?

Diğer bir görüşe göre ise mânâ şöyledir: "Bu putların bu kadar hakir ve zelil olduklarını ve Allah'ın da bu azametini gördükten sonra yine bu putları Allah'ın ortakları olarak mı göreceksiniz?"

Bir diğer görüşe göre ise mânâ şöyledir: "Bana ilâhlarınızı anlatır mısınız: bu geçen, âyetlerde izzet Rabbinin, vasıflandırıldiği kudret ve azametten en ufak bir şeye sahip midirler?"

Başka bir görüşe göre ise mânâ şöyledir: bu taptığınız putların size faydaları olacağını, zannediyor musunuz?

Yahut bu putların âhirette size şefaat edeceklerini zannediyor musunuz? Yahut bu putlara bakar mısınız: onlara tap sanız, size fayda temin edemezler; onları bıraksanız, size zarar veremezler.

Ancak bütün bu görüşler içinden hak olan birinci görüştür. Nitekim bundan sonraki âyetten de anlaşılmaktadır.

21

"Erkek sizin, dişi de Allah'ın, mı?

22

"O zaman bu, haksızca bir paylaşma."

Bu kelâm, o kâfirler için açık bir kınamadır. Zîrâ onlar, kendileri için arzu etmedikleri şeyi Allah'a isnâd ediyorlar ve tercih ettikleri şeyi de kendilerine bırakıyorlar. Bu da elbette kı, haksızca bir paylaşma olur.

(Burada erkeklerin üstün görülmesi ve dolayısıyla tercih edilmesi, Cahiliyye devrinin müşriklerine göredir. Onlar, bu inançlarıyla, kendi nefisleri için arzu etmedikleri kızları Allah'a isnâd ediyorlardı. Yoksa islam nokta-i nazarında erkek ile kadın arasında bir üstünlük söz konusu değildir. Şu var ki, kanun ve nizamın hâkim olmadığı, her şeyin kaba kuvvete dayandığı, savaşlar ve ticaret gibi hayatî konularda erkeklerin birinci planda oldukları toplumlarda erkeklerin tem İh edilmedi gâvet tabiîdir)

23

"O putlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Yemin olsun ki, kendilerine Rableri tarafından o rehber gelmiştir."

A- "O putlar, sizin ve atalarınızın taktiği isimlerden başka bir şey değildir. Allah, onlar hakkinda hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve neffişlerinin arzusuna uyuyorlar."

Yani o putlar, sizin iddia ettiğiniz ılahlik itibarıyla, sizin ve atalarınızın, bâtıl arzularının gereği olarak taktiği sadece isimlerden ibarettir; müsemması olmayan boş isimlerdir. Allah, onlar hakkında, sizin için dayanak olacak hiçbir delil îndirmemiştir. Onlar ancak bâtıl vehimlerine göre, inançlarının hak olduğu zannına ve kötülüğü çokça emreden nefislerinin arzusuna uyuyorlar.

B- "Yemin olsun ki, kendilerine Rableri tarafından o rehber gelmiştir."

Bu kelâm, onlarin zanna uymalarının bâtıl olduğunu tekîd etmekte ve hallerini, ziyadesiyle takbih etmektedir. Zîrâ zanna ve nefsin arzularına uymak, kimden olursa olsun, çirkindir. Allah'ın, peygamberleri göndermek ve kitapları indirmek suretiyle hidâyet yolunu gösterdiği kimselerden sâdır olması ise çok daha çirkindir.

24

"Yoksa insan, her umduğu şeye sahip mi olacaktır!"

Yani insan, temennî ve arzu ettiği, her şeye ve ezcümle ilâhlarının, kendilerine şefaat etmeleri gibi boş umutlara ve buna benzer olmayacak şeylere sahip olacak değildir.

25

"İşte âhiret de, dünya da yalnız Allah'ındır."

Bu kelâm, insafını, her umduğuna kesinlikle sahip olamayacağının illetidir. Zîrâ âhiret ve dünya islerinin tamamının- Allah'a mahsus olması, her hangi bir şeyin insana ait olmamasını gerektirmektedir.

26

"Şu göklerde nice melek var ki, Allah'ın, dilediği ve şefaatine razı olduğu kimseler için izin vermeden onların şefaatleri hiçbir şey sağlamaz."

Bu kelâm, onların, meleklerin şefaatine bağladıkları umutlarını tamamen kesmektedir. Bu ise, putların şefaatine bağladıkları umutlarının kesilmesini evieviyetle mucip olmaktadır.

Yani şu göklerde çok melek var ki, Allah'ın, kendisine şefaat edilmesini dilediği ve tevhid île îmân ehlinden şefaate layık gördüğü kimseler için izin vermeden onların şefaatleri, hiçbir şey sağlamaz. Bunların dışında kalan kafirler ve azgınlar ise, şefaate layık olmaktan bin konak uzaktır. Şefaat konusunda meleklerin hali böyle olduğuna göre putların hali nasıl olur?

27

"Muhakkak ki, ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takarlar dururlar."

Yani âhiret günü ile ondaki azaplara inanmayîp küfür ve isyanda olanlar, mutlak olarak noksanlıklardan münezzeh olan meleklerin her bitine dişilerin adlarını takarlar dururlar. Zîrâ onların: "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" demeleri, "Meleklerin her biri, Allah'ın -hâşâ- kızıdır" demeleri ile aynı anlamdadır, işte onlarin, melekleri dişi olarak isimlendirmeleri bu demektir.

Melekleri böyle isirmend itmenin, ahirete îmân etmemeye bağlanması, bize zımnen bildiriyor ki, melekleri böyle vasıflandırmak, şenaatte, fecaatte ve ahirette azabı mucip olmak hususunda öyle büyük bir cinayettir ki, ancak ahirete hiç inanmayan kimse buna cüret edebilir.

28

"Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur; sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphe yok ki., hak olarak bir şey ifâde etmez."

Yani onlar, melekler hakkında bu vasıflandırmayı yaparken, söylediklerini hiç anlamıyorlar, onlar ancak asılsız bir zanna uyuyorlar. Halbuki zarının hiçbir çeşidi, hak olarak bir şey ifâde, etmez. Zîrâ bir şeyin hakikati demek olan hak, ancak bilgi, ile idrâk edilir. Zan ise, hakikî marifetlerde hiç muteber değildir; o, ancak amelî olan şeylerde ve onunla ilgili şeylerde muteberdir.

29

"O halde ey Resûlüm! Bizim zikrimizden (bizi anmaktan) arkasını dönenlerden ve şu dünya hayatından başka hiçbir şey istemeyen kimselerden sen de yüz çevir!"

Yani kesin bilgi ifâde eden zikrimizden, evvelkilerin de, sonrakilerin de bilgilerini içeren ve âhiret hallerini hatırlatan Kur’ân'dan yüz çevirenden sen de yüz çevir. Yahut zikrimizi gereğince edâ etmekten yüz çevirenden sen de yüz çevir. Zîrâ gereğince yapılan İlâhî zikir de, âhiret ile ondaki nimetleri ve azapları da hatırlatır.

Yine şu dünya hayatından başka hiçbir şey talep etmeyen, onunla hoşnud olan ve gözünü sadece dünya hayatına diken kimselerden de sen yüz çevir.

Bu kelâmdan murat, bu gibi insanları dine davet etmekten ve onların durumuyla ilgilenmekten Resûlüllah'ı menetmektir. Zîrâ zikredilen hususlardan yüz çeviren, dünyaya tamamen dalmış olan ve bütün himmetini ve âciz gayreti dünya için harcayan kimseyi bunun aksine davet etmek, onun bâtılda inat ve ısrar etmesini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz.

30

"Onların, bilgi adına erişebildikleri seviye işte budur. Şüphe yok ki, senin Rabbin, yolundan sapan kimseyi en iyi bilenin ve hidâyete erişeni (doğru yola gireni) de en iyi bilenin ta kendisidir."

A- "Onların bilgi adına erişebildikleri seviye işte budur."

Yani onların bilgi seviyeleri, zikrimizden yüz çevirmek ve iradelerini dünya hayatına hasretmektir; bundan daha öteye geçemezler ki, davet ve irşadın onlara faydası olsun.

Âyetteki bilgiden murat, fasit zarını da kapsayan mudak idrâktir.

B- "Şüphe yok la, senin Rabbin, yolundan sapan kimseyi en iyi bilenin ve hidâyete erişeni (doğru yola gireni) de en iyi bilenin ta kendisidir."

Bu kelâm, bundan önce zikredilen yüz çevirme emrinin illetini izah etmektedir.

Burada Allah'ın yolundan sapandan murat, bu yolda ısrar edip hidâyete asla dönmeyen kimsedir. Hidâyete erişenden murat da, kısmen hidâyete müsait olan kimsedir.

Yani Allah, dalâletten hiçbir zaman dönmeyecek olanı da, hidâyeti kısmen kabul edeni de en iyi bilendir. O halde ey Resûlüm! Onlari davette kendini yorma; çünkü onlar, ilk sınıftandırlar.

Peygamberimize, onlara itina göstermekten yüz çevirme emrinin verilmesinin sebebi olarak, her iki fırkanın hallerini bilmenin yegâne Allah'a mahsus olduğunun belirtilmesi, işaret ediyor ki, Allah, onlar hakkındaki ilmine göre onlara muamele buyuracak ve herkese layık olduğu cezayı verecektir. Bu itibarla bu kelâmda, zımnen ceza vaadi var, mükâfat vaadi de vardır. Nitekim bundan sonra bu vaatler sarahaten de zikredilecektir.

31

"Bütün göklerde olanlar da, bütün yerde olanlar da yalnız Allah'ındır. Çünkü Allah, kötülük edenleri aynen yaptıklarıyla cezalandıracak; güzel davranaları da en güzeliyle mükâfâdandıracaktır."

A- "Bütün göklerde olanlar da, bütün yerde olanlar da yalnız Allah'ındır."

Yani bütün göklerde olanlar da, bütün yerde olanlar da, yaratma olarak da, hükümranlık olarak da yalnız Allah'ındır; başkasının, ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak bunlarda asla bir payı yoktur.

B- "Çünkü Allah, kötülük edenleri aynen yaptıklarıyla cezalandıracak; güzel davranaları da en güzeliyle mükâfâdandıracaktır."

Bu kelâm, bundan önce zikredilen "En iyi bilenin ta kendisidir" cümlesiyle bağlantılıdır. Arada zikredilenler ise, bir ara kelâm mahiyetinde olup makablini izah etmektedir. Zîrâ bütün kâinatın, Allah'ın mahlûku olması, O'nun, onların bütün hallerini bildiğini izah etmektedir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yaratan, hiç bilmez mi!" (Eiâ ya'lemü men halak) (Mülk: 14) yani o halde Allah, dalâlette olanların dalâletini de, hidayete erişenlerin hidâyetini de bilir ve onları muhafaza eder ki, kötülük edenleri, işledikleri dalâletin cezasının kendisiyle, yahut onun sebebiyle cezalandırsın ve hidâyete erişenleri de, en güzel mükâfat olan Cennetle, yahut güzel amelleri sebebiyle mükâfâtlandıracaktır.

32

"Onlar şu kimselerdir ki, lemem (ufak tefek kusurlar) dışında kebâir (büyük) günahlardan ve fuhuşlardan (edepsizliklerden) kaçınırlar. Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti geniş olandır. O, sızı topraktan meydana getirdiği zaman da, siz annelerinizin karınlarında döller iken de, sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmaya çalışmayın. O, bütün günahlardan kaçınanları en iyi bilendir."

A- "Onlar şu kimselerdir ki, lemem (ufak tefek kusurlar) dışında kebâir (büyük) günahlardan ve fuhuşlardan (edepsizliklerden) kaçınırlar."

Bu, güzel davrananları izah etmektedir.

Büyük günahlar, cezaları ağır olan günahlardır. Bu günahlar hakkında özel tehditler mevcuttur.

Diğer bir kırâete göre "kebâir" kelimesi yerine "kebîr" okunmuştur. Buna göre, günahların cinsi, yahut şirk kast edilmektedir.

Fuhuşlardan murat, büyük günahlardan özellikle pek çirkin ve edepsizlik sayılanları kast edilmektedir.

Lemem, az ve küçük günahlar demektir. Büyük günahlardan kaçınanların bu günahları bağışlanır.

Bir görüşe göre, lemem, gözle bakmak, kaşla, gözle işaret etmek ve öpmektir.

Diğer bir görüşe göre ise, lemem, günah işlemeyi içinden geçirmektir.

Başka bir görüşe göre ise, lemem, Allah'ın, hakkında had ve azap zikretmediği günahlardır.

Bir başka görüşe göre ise, lemem, zaman, zaman yapılan nefsin küçük kötü alışkanlıklarıdır.

B- "Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti, geniş olandır."

Nitekim Allah, büyük günahlardan kaçınan kimselerin küçük günahlarını bağışlamaktadır. O halde bu cümle, lemem in istisna edilmesinin illetini izah etmekte ve şu noktaya dikkat çekmektedir: Lememin, muaheze hükmünden çıkarılması, haddi zâtında günah olmadığı için değil, fakat ilâhî mağfiretin geniş olmasından dolayıdır.

Diğer bir görüşe göre ise âyetin mânâsı şöyledir: Allah, dilediği mü’minlerin, büyük ve küçük günahlarından dilediklerini bağışlayabilir. Bu görüşe göre, günahkârların tehdidinin ve iyi insanların mükafat vaadinin akabinde bunun zikredilmesi, büyük günah işleyenlerin, Allah'ın rahmetinden umutlarını kesmemeleri ve onları cezalandırmanın Allah için zorunlu olduğunun vehmedilmemesi içindir.

C- "O, sizi topraktan meydana getirdiği zaman da, sız annelerinizin karınlarında döller iken de, sizi en iyi bilendir."

Yani Allah, Hazret-i Âdem'in yaratılması zımnında sizi topraktan meydana getirdiği zaman da, siz annelerinizin karınlarında çeşitli biçimlerde yaratılmış döller iken de, sizi en iyi bilendir; sizin hiçbir haliniz, hiçbir ameliniz ve ezcümle, Allah'ın geniş mağfireti olmasa, vebali size isabet edecek olan Lemem konusundaki hatalarınız da Allah'tan asla gizli, kalmaz.

D- "Bunun için kendinizi temize çıkarmaya çalışmayın."

Yani Allah'ın, Lemem (ufak tefek) günahlardan dolayı sizi muaheze etmemesi, onların günah kabilinden olmadıkları için değil, fakat onların sizden sâdır olduklarını bildiği halde sırf O'nun bağışlamasından dolayı olduğuna göre, siz, kendinizi tamamen temize çıkarmayın, yahut bu anlama gelen temiz amel ve sırf hayır işlediklerinizi iddia etmeyin; fakat siz, Allah'ın lutfune ve mağfiretine şükrediniz.

E- "O, bütün günahlardan kaçınanları en iyi bilendir."

Bu cümle, mezkûr olumsuz emri (... temize çıkarmaya çalışmaym) izah etmekte ve bazı sâlih kulların, bütün günahlardan kaçındıklarını bildirmektedir.

Diğer bir görüşe göre, bazı insanlar, güzel ameller yapıyorlardı, sonra da’namazımız var; orucumuz var; haccımız var!.." diyorlardı, işte bunun üzerine bu kelâm nazil oldu.

Kişinin kendi iyi amellerinden söz etmesi, gurur ve riya yoluyla olarsa, kendisini temize çıkarmak sayılır. Ama eğer kişi, yaptığı iyi amellerin Allah'ın tevfikı ve yardımıyla olduğuna inanıp amellerinden söz etmesi övünmek maksadıyla olmazsa, kendisini temize çıkaranlara dâhil olmaz. Zîrâ ibâdetlere sevinmek ve onları Allah'ın lutfu olarak zikretmek şükürdür.

33

Bak. Âyet 34.

34

"Ey Resûlüm! Şimdi sen, hakka arkasını döneni ve malından azıcık verip sonra keseni gördün mü?"

Yani ey Resûlüm! Şimdi sen, hakka uymaktan ve onda sebat etmekten yüz çevireni ve malından az bir şeyi, azıcık verip sonra vermeyi keseni gördün mü?

Derler ki; bu âyet, Velid b. Muğîre hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, bu zât, Resûlüllah'a uyuyordu. Bundan dolayı da bazı müşrikler, onu ayıpladılar ve kendisine: "Sen ulu kişilerin dinini terk ettin ve onları sapkın kabul ettin!" dediler. Velid de onlara: "Ben Allah'ın azabından korkarım!" dedi. O müşrikler de, malının bir kısmını onlara vermesi şartı ile, onun azabını kendilerinin yükleneceklerini tekeffül ettiler. Velid de, dinden döndü ve şart koşulan malin bir kısmını onlara verdi; gerisini ise cimrilik yaparak vermedi

Diğer bir görüşe göre ise bu âyet, As b. Vâil el-Sehmî hakkında nazil olmuştur. Zîrâ bu zât, bazı hususlarda Peygamberimize muvafakat ediyordu.

Bir diğer görüşe göre ise bu âyet, Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur.

Zîrâ Ebû Cehil, bazı hususlarda Peygamberimize muvafakat gösteriyordu ve şöyle diyordu: "Vallahi, Muhammed, bize ancak en güzel ahlâkı emrediyor!" iste "Ve azıcık verip sonra keseni gördün mü?" cümlesinin mânâsı da budur.

Ancak en meşhur ve mâba'dine (sonraki âyete) münasip olan, ilk görüştür,

35

"Acaba gaybın bilgisi, kendi yanındadır da, o görüyor mu?"

Yani acaba gaybın ve ezcümle kıyamet günü arkadaşının, kendi azabını çekmesi tekeffülünün bilgisi kendi yanındadır da, o görüyor mu?

36

Bak. Âyet 37.

37

"Yoksa Mûsa'nın ve emirlere (ahdine) vefa gösteren İbrâhîm'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?"

Yani Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), imtihan edildiği, yâhuı emir olunduğu hükümleri tam olarak yerine getirmişti. Yahut Allah'a verdiği ahde hakkıyla vefa göstermişti.

Burada Hazret-i İbrâhîm özellikle zikre tahsis edilmiş, çünkü o, başkasının kadanarnadiğı eziyetlere katlanmıştır. Meselâ: Nemrut, kendisini ateşe attığında sabretmışti. Hattâ ateşe atılırken Cebrâîl , ona gelip: "Senin bir ihtiyacın var mı?" diye sormuş ve o da: "Sana bir ihtiyacım yok" demişti. Yine Hazret-i İbrâhîm, oğlunu kurban olarak kesmeye, de katlanmıştı.

Yine rivâyet olunuyor ki, Hazret-i İbrâhîm., her gün bir fersah yürüyüp misafir arıyordu. Eğer bir misafir bulup misafir de dâvetine icabet etse, ona ikramda bulunuyordu; yoksa oruca niyet ediyordu.

Âyette önce Hazret-i Mûsâ zikredilmiş, çünkü Hazret-i Mûsa'nın sayfaları olan Tevrat, onlardan daha meşhur ve daha çoktu.

38

"Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünüyüklenmez, diye."

Yani ikinci bir şahsın, kendi azabından kurtulması için, kimse, kimsenin günahiyla muaheze edilmez. Peygamberimizin: "Bir kimse, bir kötülüğü gelenek haline getirirse, onun günahı ile kıyamet gününe kadar onu işleyenlerin günahı (günahına ortak olmak) ona yazılır"3 hadisi, bu âyet ile çelişmez; çünkü buradaki günah, saptırma günahıdır ki, bu, kendi günahıdır.

3 Müslim/Kitabu'z Zekât, hadis: 69. Nesâî /Kitabu'z Zekât, bab: 64. İbni Mâce /el-Mukaddime, bab: 14, 15. Dârimî/el-Mukaddıme, bab: 44. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/357, 359, 361, 362

39

"Yine, insan için kendi çalışmasından, başka bir şey yoktur, diye."

Bundan önce, zararı önlemek için insanının başkasının amelinden faydalanamayacağı beyân edildikten sonra burada da bir fayda sağlamak için insanın başkasının amelinden faydalanamayacağı beyân edilmektedir.

Peygamberlerin şefaati, meleklerin mağfiret dilemesi, hayattakılerın ölülere duâ etmesi, onlar için sadaka vermeleri ve bunlar gibi insana faydası olan sayısız şeyler ise, bunlar kesin olarak insanın kendi ameli olmadığı halde, her birinin fayda vermesinin ana sebebi, kişinin îmânı ve salâhı olduğu ve bunlar, olmadığı takdirde anılan iyiliklerin hiçbir faydası olmayacağı için, asıl fayda veren, kişinin kendi ameli sayılmıştır; ancak buna başkasının ameli de ilâve edilmiştir.

40

"Ve şüphe yok ki, onun çalışması, ileride görülecektir."

Yanı onun çalışması, kıyamet günü amel defterinde ve terazisinde kendisine gösterilecektir.

41

"Sonra en üstün karşılık verilecektir."

42

"Ve şüphesiz en son varış ancak Rabbinedir."

Yani bütün yaratılmışların en son dönüşü ve varışı ancak Rabbinedir; ne müstakil olarak, ne de müşterek olarak başkası değildir.

43

Bak. Âyet 44.

44

"Ve şüphesiz güldüren de ancak O'dur, ağlatan da. Ve hakikat şudur ki, öldüren ancak O'dur, dirilten de."

Yani gülmek ve ağlamak kuvvetlerini yaratan da, yegâne Allah'tır. Ve öldürme ve diriltme kudreti de, Allah'tan başka hiç kimsede yoktur. Zîrâ katilin tesiri, bünyeyi dağıtmak ve bağlantıları çözmektir. Ölüm ise, ilâhî bir âdet olarak, o anda Allah'ın fiili, olarak hâsıl olmaktadır.

45

Bak. Âyet 46.

46

"Ve şüphe yok kı, döl yatağına atıldığı zaman nutfeden erkek ve dişi olmak üzere iki çift yaratan da O'dur."

47

"Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir."

Yani İlâhî vaadin vefasının gereği olarak, ölümden sonra diriltmek de yine Allah'a aittir.

48

"Şüphesiz zengin kılan da O'dur, ev eşyası veren de O'dur."

Burada özellikle ev eşyasının zikre tahsis edilmesi, malların en değerlisi oldukları (Birinci derecedeki ihtiyaçları karşıladıkları) içindir.

Yahut zengin kılan da Allah'tır, hoşnut eden de O'dur.

49

"Muhakkak o Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur."

Yani onların mabudunun Rabbi de Allah'tır. Bu yıldıza Abur denilmektedir. Abur yıldızı, Gumeysâ Yıldızı'ndan daha parlaktır. {Abur ile Gumeysâ yıldızlarına Şi'râ yıldızlan denilmektedir. İbni Düreyd diyor ki; Arapların iddiasına göre, bu iki Şi'ra yıldızı, Süheyl yıldızının kız kardeşleridir. Önceleri bu üç yıldız bir arada bulunuyorlardı. Sonra Süheyl yıldızı, aşağıya doğru kayarak Yemanî (bir Yemen yıldızı) oldu ve Yemanî olan Şir'a yıldızı da, onun arkasından gidip denizi geçti. Bundan dolayı ona da Abur (geçen) denildi. Gumeysâ ise yerinde kaldı ve iki kardeşini kayıp etmekten dolayı gözü kapanıncaya kadar ağladı.}

Huzaa kabilesi, bu Şi'râ yıldızına tapıyordu. Bu geleneği kuran, onların eşrafından Ebû Kebşe adında bir adam idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'lilerin dinine muhalefet ettiği için onu bu adama benzeterek kendisine Ebû Kebşe diyorlardı.

50

"Ve şüphesiz önceki Ad Kavmini helâk eden de O'dur."

Önceki Ad Kavmi Hûd peygamberinin kavmidir. Diğer Ad Kavmi ise İrem'dir.

Diğer bir görüşe göre ise önceki Ad Kavmi, çok eski olan Ad Kavmi demektir. Çünkü onlar, Nûh kavminden, sonra helâk olan ümmetlerin ilkidir.

51

"Semûd'u da o, helâk etti de, onlardan kimse bırakmadı."

Yani hem Ad Kavminden, hem de Semûd Kavminden hiç kimse bırakmadı."

52

"Daha önce Nûh kavmini de heîâk etmişti. Çünkü onlar, daha zâlim ve daha azgın idiler."

Yani Allah, Ad ve Semûd kavimlerini helâk etmeden önce Nûh peygamber kavmini de helâk etmişti. Çünkü onlar, önceki iki fırkadan daha zâlim ve daha azgın idiler. Nitekim Nûh peygamber kavmi, ona ezâ ediyorlardı; insanları ondan nefret ettirmeye çalışıyorlardı; çocuklarını Hazret-i Nuh'un sözlerini dinlemekten alıkoyuyorlardı ve hareketsiz kalıncaya kadar onu dövüyorlardı. Böyle iken Hazret-i Nuh'un bedduası da, bin seneye yakın bir zamana değin onlara tesir etmedi.

53

"Altüst olan kasabaları da o yere çaldı."

Bu kasabalar, Lût peygamber kavminin kasabalarıdır. Bu kasabalar, halkıyla altüst edildi. Cebrâîl , onları kanadının üstünde göğe kaldırdıktan sonra yere çaldı.

54

"Derken onları kaplayan kapladı, "

Yani onları çeşitli azaplar kapladı.

Bu kelâm, son derece ağır ve korkunç bir tehdit ifâde etmektedir.

55

"Artık Rabbinin nimetlerinin hangisinde şüpheye düşersin!"

Bu hitap da, "Yemin olsun ki, eğer ortak koşarsan, hiç şüphesiz senin amelin boşa gidecektir." hitabı kabilinden olup Peygamberimiz içindir." (daha önce de birçok kez anlatıldığı gibi, bu kabil şeylerin Peygamberimizden sâdır olması aslında mümkün değildir. Böyle ifâde edilmesi, onun heyecanına heyecan katmak ve irşat ateşini alevlendirmek içindir.)

Yahut bu hitap, herkes içindir.

Zikredilen şeylerin tamamı nimet olmayıp bazıları zahmet oldukları halde hepsi nimet olarak vasıflandırılmış, zîrâ zahmet olanlar da, peygamberler ile mü’minlere zafer ve intikam olması itibarıyla nimet sayılmaktadır.

Bu kelâmda, ibret almak isteyenler için büyük ibreder ve öğütler vardır.

56

"İşte bu uyarıcı, önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır."

Yani bu Kur’ân, yahut Resûlüllah uyardıkları kavimlerin akıbetlerini gördüğünüz eski uyarıcılar kabilindendir.

57

"O yakın kıyamet yaklaşmıştır."

Bu ifâde, onların azabının kıyamete ertelendiğini zımnen bildirmektedir. Yani yakın olarak vasıflandırılan kıyamet, gerçekten yaklaşmıştır. Nitekim diğer bir âyette de: "Kıyamet yaklaşmıştır." denilmektedir.

58

"Allah'tan başka onu keşfedecek de yoktur."

Yani kıyametin vakti geldiğinde Allah'tan başka onu engelleyecek veya tehir edecek hiçbir kuvvet de yoktur. Yahut Allah'tan başka onun vaktini meydana koyacak da yoktur. Nitekim diğer bir âyette de şöyle, denilmektedir: "Kıyametin vaktini Allah'tan başkası açıklayamaz."

59

Bak. Âyet 60.

60

"Siz, bu sözden mi hayrete düşüyorsunuz ve ağlamıyorsunuz da, gülüyorsunuz?"

Yani siz, bu Kur’ân'dan mı taaccüp edip inkâr ediyorsunuz ve herşeye yapsanız da ona yapmamanız gerekirken onu alay konusu edip gülüyorsunuz ve onun hakkındaki taksiratınızdan dolayı üzülerek ve anılan ümmetlerin başına gelenlerin sizin de başınıza gelmesinden korkarak ağlamıyorsunuz?

61

"Ve siz sâmidsiniz."

Yani sız gafilsiniz. Yahut kibir taslamaktasınız. Yahut insanların Kur’ân'ı dinlemelerini engellemek için yüksek sesle şarkı, türkü söylemektesiniz. Yahut siz huşu içinde ve donarak ağlamıyorsunuz?

62

"Haydi Allah'a secde edin ve O'na ibadet edin!"

Yani inkâr ve istihza ile Kur’ân'a karşı durmanın anlamsız ve son derece mütevazı, huşu içinde onu îmânla karşılamak zorunlu olduğuna göre, artık siz de, o Kur’ân'ı indiren Allah'a haydi secde ve o'na ibâdet edin!

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Necm sûresini okursa, Allah, Mekke'de Hazret-i Muhammed'i tasdik ve inkâr edenlerin sayısının on katı kadar ona sevaplar yazar.

0 ﴿