KALEM SÛRESİ

Mekke'de nazil olmuştur; 52 âyettir.

Yahut senin için, insanlar tarafından minnet edilmeyen büyük bir mükâfat vardır. Zîrâ Allah'ın bu lûtfu, vasıtasızdır.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Nûn. Kaleme ve kalemle yazdıklarına yemin ederim ki, ey Resûlüm! Sen. Rabbinin nimeti sayesinde mecnun değilsin."

A- "Nûn."

Bu kelime, sûrenin adıdır; yahut malum harfin adıdır, Tefsiri ise, diğer sûrelerin başlarında geçen benzerleri, için anlatıldığı gibidir,

B- "Kaleme ve kalende yazdıklarına yemin ederim ki, ey Resûlüm! Sen Rabbinin nimeti sayesinde mecnun değilsin."

Eğer bu kalemden, levh-ı mahfuz kalemi, yahut kiram-ı kâtibin (amelleri yazan şerefli yazıcıların) kalemi kastediliyorsa, onun yemin tazimine liyakati gayet açıktır. Yok eğer bütün kalemler kastedilirse, insanların ellerindeki kalemlerin bu yemin tazimine liyakati, faydasının çok olmasından dolayıdır. Eğer kalemin, Allah'ın kitabını yazma âleti olmasından başka hiçbir meziyeti olmasa bile, yemin tazimini gerektiren meziyet olarak bu O'na yeterlidır.

Diğer bir görüşe göre îse, bu kalemden murat, özellikle levh-ı mahfûz'da yazılanlardır.

Âyetteki Allah'ın nimetinden murat, peygamberlik ve umumî riyasettir.

Bu kelâmdan amaç, Peygamberimizin, en üstün akıl ve en yüksek fikre sahip olduğunu o kâfirlerin kesin olarak bilmelerine rağmen, sırf haset, düşmanlık ve inatlarından dolayı ona isnâd ettikleri delilikten kendisini tamamen tenzih etmektir.,

3

"Hiç şüphe yok ki, senin için minnetsiz (kesintisiz) bir mükâfat vardır."

Yani ey Resûlüm! O kâfirlerden görmekte olduğun çeşidi ağır sıkıntılara katlanmandan ve peygamberliğin ağır yüklerinin taşımandan dolayı, hiç şüphesiz senin için haddi hesabı bilinmeyen pek büyük ve kesintisiz bir mükâfat vardır. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Bu nimeder, bitmez, tükenmez bir lutuftur."

4

"Yine hiç şüphe yok ki, sen pek yüce bir ahlâk üzeresin."

Peygamberimizin bulunduğu ahlâk zirvesine hiçbir insan ulaşamaz, işte bundan dolayıdır ki, O'nun kâfirler tarafından görüp tahammül ettiği ezalara hiçbir insan tahammül edemez.

Hazret-i Âişe'ye Peygamberimizin ahlâkı soruldu; o da dedi ki: "Resülullah'ın ahlâkı, Kur’ân idi. Sen, Mü'minûn sûresini okumuyor musun?"

5

Bak. Âyet 6.

6

"Hanginizde delilik olduğunu yakında sen de göreceksin; onlar da görecekler."

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Yani kıyamet günü hak, bâtıldan ayrılıp apaçık ortaya çıktığı zaman sen de bileceksin; onlar da bilecekler, demektir."

Diğer bir görüşe göre ise, yani dünyada sen de göreceksin; onlar da görecekler; sizin durumunuzun akıbeti belli olacak; islam galip gelecek, sen, onları öldürmek ve mallarını almakla onlara karşi zafer kazanacaksın; bütün âlemlerin gönlünde azametli ve heybetli olacaksın; onlar da zeki ve hor olacaklar.

Mukaül diyor ki: "Bu kelâm, o kâfirlere Bedir savaşının azabım vaat etmektedir."

Bu kelâm, Ebû Cehil b. Hişam, Velid b. Muğire ve benzerleri İçin bir tarizdir. Bu kelâm da, "Yarın onlar yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir." kabilindendir.

7

"Çünkü şüphe yok ki, senin Rabbin, yoldan sapanları iyi bilenin ta kendisidir. O, hidâyete ereni de en iyi bilendir."

Yani Allah, iki cihan saadetine eriştiren Allah yolundan sapıp ebedî bedbahtlığa müteveccih olarak dalâlet çölünde kaybolanı en iyi bilenin ta kendisidir. İşte bu kimse, fayda ile zararı birbirinden, ayırt edemeyen, hatta zararı fayda sanıp onu tercih eden ve faydayı da zarar sanıp onu terk edendır. Ve Allah, hak yolunu bulup her matlubuna erişen ve çekindiği her şeyden de kurtulanı da en iyi bilenin ta kendisidir. Bu kimseler de, tercihlerinde kârlı olan akl-ı selim sahipleridir. Sonuç olarak Allah, iki fırkadan her birine layık olduğu azap ve mükafatı verecektir.

8

"Ey Resûlüm! O halde sen, yalanlayanları hiç uyma."

Bu emir, onlara isyan etmek kararlılığında Peygamberimizin heyecanına heyecan katmak ve bu aşkını daha da alevlendirmek içindir." (yoksa Peygamberimizin onlara uyması asla söz konusu olamaz.)

Yani ey Resûlüm! Onlara uymamak halini sürdür ve bu yolda metanetli ol

Yahut bu emir, Peygamberimizin, hakikaten değil de, onların kalbini celp etmek için, kalbindekinin aksini izhar etmek, suretiyle onlara hoş görünmesini ve idare cihetine gitmesini men' etmek içindir. Nitekim bundan sonraki âyetten de bu mânâ anlaşılmaktadır.

9

"Onlar isterler ki, sen onlara göz yumup idare edesin; onlar da sana göz yumup idare etsinler."

Yani o kâfirler, senin, kendilerine karşı yumuşak ve bazı hususlarda müsamahakâr davranmanı ve kendileri de aynı şekilde, karşılk vermeyi isterler.

10

Bak. Âyet 11.

11

"Ey Resûlüm! Yalan yanlış demeden durmadan yemin eden, mehîn (aşağılık); Hemmâz (çok ayıplayan), koğuculuk için koşuşturan; Hayrı hep engelleyen mütecaviz, günah düşkünü; Kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, servet ve evlat sahibidir diye, sakın boyun eğme."

Yani haklı haksız, durmadan yemin eden, görüş ve tedbiri önemsiz olan, çok ayıplayıp ta'neden, fitne ve ifsat için iki topluluk arasında söz götürüp getiren, cimri olan, yahut insanları îmân, ıtâat ve infaktan engelleyen, zulümde mütecaviz olan, çok günahkâr olan, kati ve haşin olan, bütün bunlardan sonra nesepsizlikle damgalanmış kimseye, servet ve evlat sahibidir diye, sakın boyun eğme.

"Bütün bunlardan sonra..." denilmesi, delâlet ediyor ki, bu kimsenin meşru bir nesebinin olmaması, en büyük ve en çirkin ayıbı idi.

Deniliyor ki, bu âyete konu olan kişi, Velid b. Muğire'dir. Zîrâ bu adam, aslında Kureyş'ten olmayıp on sekiz yaşında iken Muğire, gayri meşru oğlu olduğunu iddia etmişti.

Kimilerine göre de, bu, Ahnes b. Şurîk idi Bu adam, aslında Sakîf oğullarından olduğu halde, Zühre oğullarından sayılıyordu.

12

Hayırdan alıkoyanı, aşırı zalimi, çok günahkârı;  

13

Zorbayı, bütün bunlarla beraber soysuz olan yardıkçıyı...  

14

Mal sahibidir ve oğulları vardır diye, (bunlara itâat etme).

15

"Ona bizim âyetlerimiz okunduğunda. O:’Eskilerin masallarıdır.' demiştir."

Yani o adam, çok serveti ve çocukları olduğu için bu inkâr ve tekzipte bulunuyordu.

Bu kelâm delâlet ediyor ki, o adamın, diğer çirkin vasıflarının, bu inkâr ve tekzipte etkisi, yokta.

16

"Biz yakında onun burnuna damga vuracağız."

Yani biz, onu gayet hakir ve zelil kılmak için yakında onun en şerefli yeri olan burnuna damga vuracağız.

Deniliyor ki, bedir savaşında anılan Velid, burnundan yara alınış ve izi kalmıştı.

Diğer bir görüşe göre ise, yani kıyamet gününde biz, onu, diğer kâfirlerden ayırt edecek çirkin bir alâmetle damgalayacağız.

17

Bak. Âyet 18.

18

"Kadar biz, vaktiyle o bahçe sahiplerini belaya uğrattığımız gibi, bunları da belaya uğratmış olacağız. Hani o bahçe sahipleri sabah olunca, hiçbk istisna yapmadan ürünlerini mutlak ve muhakkak devşireceklerine yemin etmişlerdi"

Yani kadar biz, vaktiyle o bahçe yaranlarını kıtlığa uğrattığımız gibi, bu Mekke halkını da, Resûlüllah'ın bedduası sebebiyle kıtlığa uğratacağız.

O bahçe sahipleri, namaz ehli olan bir topluluk olup babalarının, Sana'ya iki fersah mesafede bir bahçesi vardı. O bu bahçeden senelik azığını alır, gerisini sadaka olarak dağıtırdı ve ürün devşirme sırasında fakirleri çağırır, oraktan ve harman dibinde arta kalanlar ile üzüm devşirenlerden arta kalanları ve devşirme sırasında hurma ağaçlarımn altına serilen sergilerde kalanları da bikirlere biralardı. Böylece fakirlere bırakılan büyük bir miktar oluştururdu. Sonra babaları ölünce, çocukları dediler ki: "Babamızın yaptığını biz de yaparsak, sıkıntıya düşeriz" deyip kendi aralarında yemin ettiler ve "inşaallah" da demediler. Yahut babalarının yaptığı gibi, yoksulların payını da ayırtmayacaklarını söylediler.

19

Bak. Âyet 20.

20

"Ancak onlar daha uykuda iken, Rabbin tarafından bir ziyaretçi bahçeyi ziyaret eyledi (hepimizi yakıverdi) de bahçe (sarim gibi) kapkara oluverdi."

Yani bahçe, meyveleri tamamen toplanmış ve geride hiçbir şey kalmamış gibi oldu.

Yahut bahçe tamamen yanıp gece gibi kapkara kesdi.

Yahut bahçe, tamamen kuruyup gündüz gibi bembeyaz kesildi.

Yahut bahçe, kumlar gibi oldu.

21

Bak. Âyet 22.

22

"Sabah olunca, birbirlerine: "Mallarınızı devşirecekseniz, haydi erkenden ürünlerinizin başına koşun!" diye çağrıştılar."

23

Bak. Âyet 24.

24

"İşte onlar: "Sakın, bugün karşınıza bir yoksul çıkıp sizinle oraya girmesin!" diye fısıldaşarak yola koyuldular."

25

"Yoksullara yardım edebildikleri halde onları yardımdan mahrum bırakacak duruma düştüler."

Onlar yoksulların mahrum kalmalarını istedikleri için, hemen kendderi mahrumiyet ve yoksulluğa mahkum oldular.

Yahut onlar, bahçelerinden hayır ve bereket görebilecek durumda iken, hayir ve bereketinden mahrum duruma düştüler. Yahut onlar, ancak birbirlerine kızabilecek duruma düştüler. Nitekim bundan sonra gelecek bir âyette de: "Şimdi suçu birbirlerine atmaya başladılar" denilmektedir.

Yahut onlar, ürünlerini devşirebileceklerini sanarak bahçelerine doğru süratle yola koyuldular.

Bir görüşe göre ise, âyetin metnindeki Hard, o bahçenin adıdır." (yani onlar Hard bahçesinin ürünlerini devşirebileceklerini sanarak ona doğru yola koyuldular.)

26

"Fakat orayı görünce:’Hiç şüphesiz biz yolumuzu şaşırmış olmalıyız!5 dediler."

27

"Hayır! Biz mahrum bırakılmışız!" dediler.

Yani bahçelerinin o halini ilk gördüklerinde şaşırdılar ve: "Biz bahçemizin yolunu şaşırmış olmalıyız; bu bahçemiz olamaz!" dediler. Fakat sonra dikkatle bakıp gerçeği anladıklarında: "Hayır! Biz yolumuzu şaşırmadık; biz kendi nefisimize karşi suç işlediğimizden dolayı bahçemizin hayrından mahrum edildik" dediler.

28

"İçlerinden en olgun olan zât dedi ki: Ben size:’Rabbinizi tesbih etsenize!' dememiş miydim?"

Yani içlerinden fikren, yahut yaş olarak en olgun olan zât, onlara dedi ki: " Ben size: "Rabbinizi tesbih etsenize ve kötü niyetinizden tevbe etsenize!" dememiş miydim?" Nitekim o zât, daha önce onlar, buna azmettikleri zaman, onlara demişti ki: "Siz Allah'ı zikretsenize; ve hemen bu kötü azminizden tevbe etsenize ve ilâhî azap gelmeden önce bu kötü azminizin şerrini önlemeye acele etsenize! onlar ise, bu zâta isyan etmişlerdi, işte bundan dolayı o zât, onları ayiplamıştı.

29

"Onlar da:’Rabbimiz! Seni tesbih ederiz. Kadar biz, zâlimler olmuşuz' dediler."

Diğer bir görüşe göre, bu tesbihten murat, daha önce zikredilen inşaallah istisnasıdır. Zîrâ tesbih de, inşaallah istisnası da tazim ifâde etmektedir. Yahut anılan istisna da, Allah'ı, dilemediği bir şeyin, O'nun mülkünde cereyan etmesinden tenzih etmektir.

30

"Şimdi suçu birbirlerine atmaya başladılar."

Yani olduktan sonra simdi onlar, birbirlerini suçlamaya başladılar. Zîrâ bazıları buna yol göstermişti; bazıları da tasvip etmişti; bazıları da sükût etmişti ve bazıları da reddetmişti.

31

"Sonra da dediler ki: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz taşkınlar imişiz."

32

"Olur ki, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir. Çünkü biz artık ancak Rabbimizin rızasını arzuluyoruz."

Mücâhid'den rivâyet olunduğuna göre, onlar, tevbe ettiler ve onun yerine kendilerine daha hayırlısı verildi.

Rivâyet olunuyor ki, o bahçe sahipleri, "Eğer Allah, o bahçe yerine daha hayırlısını bize verirse, biz de hiç şüphesiz babamızın yaptiğı gibi yapacağız" diye kararlaştırdılar; sonra da Allah'a duâ edip yalvarmaya başladılar. Allah da, aynı gece o bahçenin yerine daha hayırlısını onlara verdi.

Derler ki: Allah, Cebrâîl’e, o yanmış bahçeyi yerinden söküp Şam toprağında Züğar denilen yere koymasını ve Şam toprağından da bir bahçe alıp onun yerine yerleştirmesini emir buyurmuştu.

İbni Mesûd (radıyallahü anh) diyor ki: "O bahçe sahipleri, İhlas yoluna girince ve Allah da, niyederindeki sadakati görünce, eski bahçeleri yerine el-hayevan — hayat denilen öyle bir bahçe verdi ki, üzümlerinin bir salkımını ancak bir katır taşırdı."

Ebû Halid el-Yemanî diyor ki: "Ben o bahçeye girdim, baktim ki, üzümlerinin her bir salkımı, ayakta duran bir zenci adam gibidir."

Katâde'ye: "O bahçe sahipleri cennet: ehli midir, yoksa cehennem ehli midir?" diye soruldu. O da: "Bana çok zor bir sual sordun" diye cevap verdi.

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "O bahçe sahiplerinin: "Biz artık ancak Rabbimizin rızasını arzuluyoruz" demeleri, bilmiyorum, gerçek îmân anlamında mıydı, yoksa müşriklerin, bir felakete uğradıklarında söyledikleri kabilinden miydi?" böylece onlar hakkında kesin bir şey söylemedi.

Âlimlerin ekseriyetine göre, onlar, tevbe edip ihlas yoluna girmişler. Kuşeyrî de hâdiseyi böyle anlatmiştir.

33

"İşte dünyadaki azap böyledir. Ahiret azabı ise, elbette daha büyüktür. Bunu bilselerdi!.."

Yani Mekke halkı ile o bahçe sahiplerini uğrattığımız bela, dünya azabının bir örneğidir. Ahiret azabi ise, elbette daha büyüktür. Bu hakikati bilselerdi, cehenneme girmeye sebebiyet veren günahlardan sakınırlardı.

34

"Muhakkak ki, takva sahipleri için rableri katında naîm cennetleri, vardır."

Yani küfür ve günahlardan sakınanlar için, ahirette, yahut kutsi âlemde öyle cennetler var ki, onların nimetleri, dünya nimetlerinin aksine, her türlü keder ve zeval korkusunun şaibesinden uzaktır.

35

"Biz, Allah'a teslimiyet gösteren müslümanları, artık günahkârlar gibi tular mıyız hiç!"

Bu kelâm, makablinde geçen takva sahiplerinin, naîm cennetlerine ermeleri konusunu bir nevi anlatmakta ve kâfirlerin, âhiretle ilgili hususları ve Allah'ın, ahirette müslümanlara vaat ettiklerini duyduklarında, söylediklerini de reddetmektedir. Zîrâ o kâfirler, onları duyduklarında diyorlardı kı: "Eğer Muhammed ve yanındakilerin iddia ettikleri gibi bizim tekrar diriltileceğimiz doğru ise, bizimle onların hali ancak, dünyadaki halimiz gibi olur; yoksa onlar bizden asla üstün olamazlar; olsa, olsa, orada onlarla eşit durumda oluruz."

36

"Ne oluyor size? Ne biçim hükmediyorsunuz? "

Bu kelâm, onların verdiği hükümden taaccüp ettirmekte ve yadirganrnası gerektiğini ve aklı selim sahibinden sâdır olacak bir şey olmadığını bildirmektedir.

37

Bak. Âyet 38.

38

"Yoksa sizin için indirilmiş bir kitap var da, ondan mı okuyorsunuz ki, tercih edeceğiniz her şeyde sizin için gerçekten serbestlik vardır?"

39

"Yoksa, sizin için, üzerimizde hükmü kıyamet gününe kadar geçerli olacak yeminli ahitlerimiz mi var ki, siz neye hükmederseniz, o, mutlak ve muhakkak sizin olacak?"

40

"Ey Resûlüm! Sor onlara: bu davaya onların hangisi vekildir?"

Yani ey Resûlüm! Sor bakayım onlara: onların bu akıl dışı iddialarına (onların âhirette müslümanlardan üstün, yahut en azından onlarla eşit olacakları iddialarına) onlarin hangisi vekildir; bunun gerçekleşmesi için gayret gösterecek kefildir?

41

"Yoksa onların ortaklan mı var? Sözlerinde doğru iseler, haydi ortaklarını getirsinler!"

Yani en azından davalarında kendilerini taklit edecekleri ortakları mı var?...

Bu âyetlerde, onların bu iddialarında sarılacakları taididin bile mevcut olmadığına dikkat çekilmektedir. Kaldı ki, taldide sarılanlar, hiçbir zaman iflah olmaz.

Yahut mânâ şöyledir: yoksa onları müslümanlarla eşit kılacak ortaklan mı var?

42

"O gün baldırlar sıvanacak ve onlar secdeye davet edilecekler; fakat güç getiremezler."

Baldırların sıvanması, durum ve vazıyetin pek çetin ve ağır olmasının temsilî anlatımıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, bir şeyin baldırı, onu ayakta tutan kökü demektir. Nitekim ağacın baldırı ve insanın baldırı da bu anlamdadır. Yani o gün işin aslı açılacak ve her şeyin hakikati ortaya çıkıp gözler önüne serilecektir.

Bu kelâm delâlet ediyor ki, o kâfirler o gün secde etmek isterler; fakat bu, onlar için mümkün olmayacaktır.

İbni Mes'ûd'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, o gün onların belleri, mafsaîsiz kemikler haline gelecektir. Böylece eğilip kalkmada bükülme imkânı olmayacaktır.

43

"Gözleri dehşetten aşağı düşmüş bir halde kendilerini zillet kaplar. Halbuki onlar sapasağlam iken, şüphesiz secdeye davet ediliyorlardı."

Yani dünyada onlar sapasağlam olup namaz ve secde imkânlarına sahip iken, buna davet ediliyorlardı; fakat bu davete icabet etmeyip bundan imtina ediyorlardı.

44

"Bu sözü yaları sayanları bana bırak artık! Biz onları bilemedikleri bir yönden istidrac edeceğiz (yavaş, yavaş azaba yaklaştıracağız)."

A- "Bu sözü yalan sayanları bana bırak artık!"

Yani onların, âhiretteki hak böyle olduğuna göre artık bu Kur’ân'ı yalan sayanları bana bırak; onların cezasını vermek ve kendilerinden intikam almak için, onları bana havale etmen, onlarla benim aramdan çekilmen yeterlidir. Zîrâ ben, onlarin müstahak oldukları azabı bilirim ve ona muktedirim.

B- "Biz onları bilemedikleri bir yönden istidrac edeceğiz (yavaş, yavaş azaba yaklaştıracağız)."

Bu kelâm, mezkûr emirden icrnalî olarak anlaşılan cezalandırmanın keyfiyetini beyân etmektedir.

Yani biz, onlara olan ihsanımızı, verdiğimiz sıhhati sürdürerek ve nimetlerini artırarak kendilerini tedricî olarak azaba indireceğiz. Onlar ise, kendileri için bunun istidrac olduğunu bilmiyorlar; aksine kendilerini mü’minlerden üstün kıldığımızı, nimetlerimiz için onları tercih ettiğimizi sanıyorlar. Halbuki bu, onlarin helakinin sebebidir.

45

"Ben onlara mühlet veriyorum. Kadar, benim fendim pek sağlamdır."

Yani günahlarını artırsınlar diye ben onlara mühlet veriyorum. Onlar ise, bu, onların hayrını istediğim için olduğunu sanıyorlar. Benim fendim, pek sağlamdır; ona vâkıf olunmaz ve hiçbir şeyle engellenemez.

Buna fend denilmesi, onun suretinde tecelli etmesinden dolayıdır.

46

"Yoksa, sen onlardan bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?"

Yani ey Resûlüm! Yoksa, sen tebliğ ne irşada karşılık onlardan dünyevî bir ücret istiyorsun da, onlar bundan dolayı ağır bir mali yükümlülük altında mı kalıyorlar ve bunun için mi senden yüz çeviriyorlar?

47

"Yahut gaybın bilgisi onların yanındadır da, ondan mı yazıyorlar?"

Yani yahut levh-ı mahfuz kın bilgisi veya bütün gaiplerdi bilgi kaynağı onların yanındadır da, ondan mı hükmediyorlar ve bu sebeple senin bilgine ihtiyaçları mı kalmıyor?

48

"Ey Resûlüm! Sen şimdi Rabbinin hükmünü sabırla bekle ve balık sahibi yunus gibi olma. Hani o, dertli, dertli Rabbine niyaz eylemişti."

49

"Eğer Rabbinden bir nimet ona erişmeseydi, o mutlaka çorak bir diyara kovulmuş olarak atılacaktı."

Diğer bir kırâete göre nimet kelimesi yerine rahmet okunmuştur.

Yani Yunus peygamber, balığın karnında, içi keder dolu bir halde Rabbine niyazda bulunmuştu. Eğer Rabbinden bir nimet, bir rahmet erişmeseydi, Rabbi, onu tevbeye muvaffak kılıp tevbesini kabul etmeseydi, mutlaka Allah'ın rahmet ve kereminden kovulmuş olarak, ağaçsız, bitkisiz bir diyara atılacaktı.

50

"Böylece Rabbi onu seçti de, kendisini sâlihlerden kıldı."

Yani böylece Rabbinin nimeti ona erişti ve Rabbi, kendisine tekrar vahiy indirdi ve onu yüz bin kişilik veya daha fazla bir topluluğa peygamber olarak gönderdi.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onu peygamber seçti. Bu yorum, bu hâdiseden önce onun peygamber oknadığı görüşünün sahih olduğuna göredir.

Ve Rabbi, onu kâmil sahillerden eyleyip kendisini, terki evlâ olan fiillerden korudu.

Rivâyet olunuyor ki, bu âyet, Uhud savaşında Peygamberimiz, düşman karşısında geri çekilen mü’minler aleyhinde beddua etmeyi düşündüğü zaman nazil oldu.

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimiz, Sakif oğullarına beddua etmeyi düşündüğü zaman nazil olmuştur.

51

"O kâfirler, Kur’ân'ı işitince, neredeyse seni gözleriyle gerçekten devireceklerdi. Ve onlar: "Hiç şüphesiz o bir delidir" diyorlar."

Yani o kâfirler, sana olan şiddetli düşmanlıklarından ve Kur’ân'ı işittiklerinde bu düşmanlıkları daha şiddetlendiğinden, sana öyle yan, yan bakıyorlar ki, neredeyse senin ayağını kaydırıp seni yere vuracaklar; sana öyle hain, hain bakıyorlar ki, ellerinden gelse, bakışlarıyla seni devirecekler.

Yahut neredeyse, sana nazar değdirecekler. Zîrâ rivâyet olunuyor ki, Esed oğullarında gözleri değen (nazar yapan) kimseler vardı. İşte onlardan bazıları, Peygamberimizi nazar etmek istedi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Bir hadiste şöyle denilmektedir: "Gerçekten göz, adamı kabre, deveyi de tencereye sokar."

Herhalde nazar, bazı nefislerin özelliklerindendir.

Hasen el-Basriden (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, nazarın ilacı, bu âyeti okumaktır.

B- "Ve onlar:’Hiç şüphesiz o bir delidir' diyorlar."

Yani o kâfirler, Peygamberimiz hakkında son derece hayretler içinde kaldıkları ve Kur’ân'ın içerdiği akıl almaz ve insan tabiatına gayet uygun garip hikmetleri ve hârika ilimleri hiç anlamadıkları ve bir de insanları nefret ettirmek için: "Hiç şüphesiz Muhammed - hâşâ- bir delidir" diyorlardı.

52

"Halbuki o (Kur’ân), bütün âlemler için ancak bir zikirdir (öğüttür), "

O kâfirlerin bâtıl hükümlerinin konusu, Peygamberimizden dinledikleri Kur’ân olunca, onların iddiaları, Kur’ân'ın şânının pek yüce ve hüccetinin pek parlak olduğu beyân edilmek suretiyle reddedilmiştir.

Yani Kur’ân, onların muhtaç oldukları bütün dinî işler için beyân ve öğüttür. O halde kendisine Kur’ân'ındirilmiş olan, Kur’ân'ın bütün sırlarına muttali olan ve onun bütün hakikatlerini ihata etmiş bulunan zâtın (Peygamberimiz), onların dediği ile alakası olur mu hiç!

Diğer bir görüşe göre ise, burada zikir, şeref ve fazilet anlamındadır. Nitekim Zuhruf: 44. âyetinde de bu mânâdadır.

Bir diğer görüşe göre ise, âyetteki. "O" zamiri, Kur’ân'ı değil, Peygamberimizi ifâde etmektedir. Zâten Peygamberimizin, bütün âlemler için öğüt ve şeref olduğunda hiçbir şüphe yoktur.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştan

"Bir kimse, Kalem sûresini okursa, Allah, ona, ahlâklarını güzel, kıldığı kimselerin sevabını verir."

0 ﴿