MEÂRÎC SÛRESİ

Mekke'de nâzil olmuştur; 44 âyettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Bir duacı, yüksekliklerin sahibi olan Allah katından, kâfirlere vaki olacak (gelecek) olan ve hiçbir önleyeni bulunmayacak azabı istedi."

Bu azabı isteyen, Nadir b. Haris idi. Bu şahıs, inkâr ve istihza olarak demişti ki: "Ey Rabbimiz! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hak ise, üzerimize gökten bir taş yağdır, yahut bize acıklı bir azap getir!"

Diğer bir görüşe göre ise, bu azabı isteyen Ebû Cehil idi. Nitekim: "... üzerimize gökten parçalar yağdır." demişti.

Bir diğer görüşe göre ise, bu şahıs, Haris b. Numan el- Fehrî idi. Şöyle ki: Bu şahıs, Resülullah'ın, Hazret-i Ali hakkında: "Ben, kimin mevlası isem, Ali de, onun mevlasıdır" dediğini duyunca, dedi ki: "Allah'ım! Eğer Muhammed'in dediği hak ise, gökten üzerimize taş yağdır." İşte aradan çok geçmeden Allah, ona bir taş attırdı; o taş da, onun beyninden girip aşağısından çıktı ve o anda can verdi.

Başka bir görüşe göre ise, bu azabı isteyen Peygamberimızdır; o kâfirlere âcil bir azap istemişti.

Bu azap, ya dünyada gerçekleşmiştir ki, bedir savaşının azabıdır. Zîrâ anılan Nadîr, o gün savaş dışında boynu vuruldu. Haris b. Numan el-Fehrî'nin durumu ise yukarıda zikredildi. Yahut bu azap, âhirette gerçekleşecek ki, cehennem azabıdır. Allahu a'lem Allah, cümle âlemden iyi bilir.

Meâric / yükseklikler, meleklerin emir ve yasakları almak için çıktıkları yüce makamlardır. Yahut üst üste olan göklerdir.

3

(O azabın inişi) yüksek makamların sahibi Allah’dandır.

4

"O melekler ve ruh (cebraiî), oraya, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir."

Ruh, Cebrâîl’dir. Onun imtiyazı ve fazıletinden dolayı ayrıca zikredilmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise ruh, meleklerin muhafızları olan ayrı bir mahluklar âlemidir. Tıpkı meleklerin, insanların muhafızları olmaları gibi.

Âyetteki oraya, Arş'a demektir ve Allah'ın emirlerinin kendisinden indiği yüce makam demektir.

"Oraya, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir" kelâmı, o mekânların, son derece yüksek olduklarının temsilî ve hayal anlatımıdır. Yani o mekânlar, o kadar yüksektir ki, eğer bir zaman diliminde kat' edilmesi farz edilecek olsa, o zaman dilimi, dünya yıllarından elk bin yıl miktarı olur.

Diğer bir görüşe göre ise, bu uzun gün, kâfirlere vaki olacak azap de bağlantılıdır. Buna göre o günden murat, kıyamet günüdür. Kıyamet gününün uzun olması ise, ya hakikatte öyledir, yahut kâfirler için çok çetin, geçtiği içindir, yahut ondaki çetin hallerin ve hesapların çok olmasından dolayıdır. Hangi itibarla olursa olsun, kıyamet gününün böyle olması kâfirler içindir. Mü’minler için ise böyle değildir. Zîrâ Ebû Said el Hudrî'nin rivâyetine göre, Peygamberimize: "Bu kıyamet günü ne kadar da uzun!" denilmiş; Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, o gün, mü’min için o kadar hafif geçer ki, mü’minin, dünyada kıldığı bir farz namazından bile daha hafif geçer."

5

"O halde ey Resûlüm! Sen güzelce sabret."

Bu cümle, anılan azabı istemekle bağlantılıdır. Zîrâ o isteme, alay ve vahyi yalanlamak anlamında idi. Bu da Peygamberimizi üzüyordu. Yahut (daha önce anlatıldığı veçhile Peygamberimiz istemiş olması şıkkında) o isteme, Peygamberimizin, ilâhî yardımın gecikmesinden dolayı hâsıl olan üzüntüsü sebebi ile olmuştu.

6

Bak. Âyet 7.

7

"Şüphe yok ki, onlar, onu pek uzak görüyorlar; biz ise onu çok yakın görüyoruz."

Yani o kâfirler, o gelecek azabı, yahut kıyamet gününü çok uzak, imkânsız görüyorlar; işte bunun için onu acele olarak istiyorlar. Biz ise, onu kudretimize göre pek kolay ve gayet mümkün görüyoruz.

Bu iki cümle, sabretmek emrinin illetleridir.

8

"O gün şu gök yüzü, erimiş maden gibi olacak yahut o gün şu gök yüzü, zeytinyağı tortusu gîbi olacak."

9

"Bütün dağlar da atılmış renkli yüne döner, "

Yani dağlar da boyanmış renk, renk yüne döner. Zîrâ dağların renkleri çeşididir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "dağlardan beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar."işte bu dağlar un ufak olup havada uçumlunca, uçurulan o atılmış renk, renk yüne benzer.

10

"Hiçbir dost hiçbir dosta sormaz."

Yani birbirlerine çok yakın olan dostlar da, birbirlerinin hallerini sormazlar ve birbirleriyle, konuşmazlar. Çünkü herkes kendi derdine düşer.

11

Bak. Âyet 12.

12

"Onlar birbirlerine gösterilirler. Günahkâr kimse, o günün azabından kurtulmak için oğullarım, karısını, kardeşini, kendisini barındırıp korumuş olan bütün ailesini ve yeryüzünde olan herkesi feda edip de, tek kendisim kurtarmak ister."

A-. "Onlar birbirlerine gösterilirler."

Yani bu can dostlar, birbirlerine gösterilirler; birbirlerinin halini görürler, ancak herkes kendi derdine düşeceği için birbirleriyle meşgul olmazlar.

B- "Günahkâr kimse, o günün azabından kurtulmak için oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini barındırıp korumuş olan bütün ailesini ve yeryüzünde olan herkesi feda edip de, tek kendisin kurtarmak ister."

Burada günahkârdan, kâfir, yahut her günahkâr kastedilmektedir.

Yani her günahkâr, kendi nefsiyle o kadar meşguldür ki, o gün insanlardan kendisine en yakın ve gönlünün en çok bağlı olduğu kimsenin halini sorup kendisiyle ilgilenmek şöyle dursun, maruz kaldığı azaptan, kurtulmak için onu feda da eder.

13

Kendini barındıran aşiretini, 

14

Yeryüzünde bulunanların hepsini de, sonra kendini kurtarsa...

15

Bak. Âyet 16.

16

"Asla! Çünkü o cehennem ateşi alevlenir; kafaların derisini kavurup soyar; haktan yüz çevirip de döneni, mal biriktirip de gerekli harcamalar yapmadan kabında saklayanı kendine çağırır."

Yani günahkâr, istediğini asla elde edemez ve fidye vermekle o azaptan kurtulamaz.

Cehennemin onları kendine çağırması, onları kendine cezp etmesi ve içine çekmesi anlamındadır.

Diğer bir görüşe göre ise, cehennem, onları gerçekten çağırıp: "Ey kâfir! Ey münafık! Bana, bana!.." der.

Bir diğer görüşe göre ise, fasih bir lisanla münafıkları ve kâfirleri çağırır; sonra taneleri toplar gibi onları toplar.

Başka bir görüşe göre ise, bu çağırmak, helâk etmek anlamındadır.

Bir başka görüşe, göre ise, cehennem zebanileri onlari çağırırlar.

Cehennemin çağırdığı kimseler, haktan yüz çevirip itaatten dönen, servet biriktirip de zekâtını ve diğer haklarını vermeyen, malları yüzünden dinle ilgilenmeyen ve serveti, hırs ve emelini tahrik eden bedbahtlardır.

17

Çağırır o ateş, îmandan yüz çevirip de (Hakka) arka döneni, 

18

Bir de (mal ve para) biriktirip depoya, kasaya yığanı...

19

"Kadar, şu insan pek hırslı, sabırsız yaratılmıştır."

Yani insan, kendisine bir fenalık dokunduğu zaman, çok şikâyetçidir ve eline mal geçtiği zaman da çok cimridir. Nitekim bundan sonraki âyetlerde insanın bu kötü hasletleri açık olarak ifâde edilmektedir.

20

"Kendisine bir fenalık dokunduğunda çok şikâyetçidir."

Yani insana yoksulluk, hastalık ve benzerleri gibi bir fenalık dokunduğu, zaman, çok şikâyet eder.

21

"Ona hayır dokunduğunda da tam cimridir."

Yani insana bolluk ve sağlık gibi hayırlar dokunduğu zaman da, tam bir cimridir.

Bu üç âyette zikredilen üç vasıf, mukadder (farazî) hallerdir; yahut gerçek hallerdir. Çünkü bu vasıflar, insanın yaratihşında bulunan huylardır.

22

Bak. Âyet 23.

23

"Ancak şunlar müstesnadır: namaz kılanlar ki, onlar namazlarında devamlı olanlardır, "

Buradan itibaren, dünya sevgisine tamamen dalmaktan ve yalnız dünyayı görmekten kaynaklanan mezkûr çirkin vasıfların sahiplerinin aksine, tamamen kendilerini Hakkın ibadetine veren, mahluklara karşı şefkatli olan, ceza gününe îmân eden, ilâhî azaptan korkan, kötü şehvetlerini kıran ve âhireti dünyaya tercih eden bahtiyar kimseler, mezkûr bedbahtlardan istisna edilmektedir.

İşte bu bahtiyar kimseler, namaz kılarlar ve hiçbir iş, onları namazdan alıkoymaz.

24

Bak. Âyet 25.

25

"Mallarında yoksul ve mahrum (yoksun) için bir hak tanıyorlar."

Yani onlar, Allah'a ibadet ve insanlara şefkat olarak farz olan zekâtlarını verirler ve muhtaçlar için takdir edilmiş devamlı sadakaları dilenen yoksula ve dilenmediği için zengin sanılıp da mahrum bırakılan yoksuna verirler.

26

Bak. Âyet 27.

27

"O ceza gününü tasdik edenler, rablerinin azabından korkanlar, ki şüphesiz Rabbinin azabına karşı emin olunamaz."

Yani onlar ki, ceza gününü amelleriyle tasdik ederler. Nitekim onlar, uhrevî mükâfadarı arzu ederek kendilerini bedenî ve mali ibadetlerde yorarlar. Bu halleri, onların ceza gününü tasdik ettiklerine delil sayılır. Ve Onlar bunca amellerini yetersiz görerek ve Allah'a tazim göstererek rablerinin azabından korkarlar. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Ve rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları iyi işleri kalpleri çarparak yaparlar."

"Şüphesiz Rabbinin azabına karşı emin olunamaz" kelâmı, bize bildiriyor ki, kişinin ibadetleri ne kadar çok olursa olsun, yine de Allah'ın azabından emin olmamakdır.

28

Çünkü Rablerinin azabından emîn bulunulmaz.

29

Bak. Âyet 30.

30

"Eşlerinden ve cariyelerinden başkasından edep yerlerini koruyanlar- çünkü onlar kınanmazlar. Fakat bundan öteye geçmek isteyenler var ya, işte onlar taşkınların ta kendileridir."

A- "Eşlerinden ve cariyelerinden başkasından edep yerlerini koruyanlar- çünkü onlar kınanmazlar."

Bu kelâmın tefsiri, mü'minûn sûresinde geçti

B- "Fakat bundan öteye geçmek isteyenler var ya, işte onlar taşkınların ta kendileridir."

Yani eşlerinden ve cariyelerinden başka kadınları isteyenler yok mu, işte onlar, Allah'ın sınırlarını asanların ta kendileridir.

31

Fakat bundan (zevce ve cariyelerden) ötesini arayanlar, işte onlar haddi aşanlardır.

32

"Emanetlerine ve ahitlerine riâyet edenler."

Yani emanetlerinin ve ahitlerinin hukukundan hiçbir şeyi ihlal etmezler.

33

"Şahitliklerini dosdoğru, yapanlar."

Yani insanların haklarını ihya etmek için şahitliklerini adaletle icra ederler.

Bu da, emanedere dâhil olduğu halde ayrıca zikredilmesi, faziletini belirtmek içindir.

34

"Namazlarını muhafaza edenler."

Yani namazlarının şartlarına riâyet edenler; farzlarını, sünnetlerini, müstahaplarını ve adabım tamamıyla yerine getirenler.

Namazın tekrar zikredilmesi ve iki cihetinin itibarıyla namazla vasıflandırdmaları, namazın faziletine ve diğer ibadetlerden üstün olduğuna delâlet etmesi içindir.

35

"İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar."

36

Bak. Âyet 37.

37

"Ey Resûlüm! Artık o kâfirlere ne oluyor ki, sağdan ve soldan halkalar halinde gözlerini sana dikerek çevrende süratle dolaşıyorlar?"

Müşrikler, Peygamberimizin çevresinde halkalar ve gruplar oluşturup onun kelâmiyla alay ediyorlardı ve: "eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girecekse, hiç şüphesiz biz onlardan önce cennete gireriz" diyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

38

"Onlardan her biri nimetler cennetine gireceğini mi umuyor?"

Yani onlardan her biri, imansız olarak nimetler cennetine gireceğini mi umuyor?

39

"Asla! Kadar, biz, onları bildikleri şey için (şeyden) yaralmışızdır."

Yani onlar, o boş umutlarına asla erişemeyeceklerdir. Kadar biz, onlari, kendilerinin de bildiği gibi, nefsi îmân ve ibadetle kemale erdirmek için yaratmışızdır. Bu itibarla nefsini bu şekilde kemale erdirmeyen kimse, kâmillerin yerme girmekten çok uzaktır. Şu halde onlar, küfre, fıska ve kıyametin inkârına kapıldıkları halde cennete gitmek hakkı nereden onların oluyormuş!

Diğer bir görüşe göre ise, bu cümlenin mânâsı şöyledir: kadar biz, onlari kokuşmuş bir nutfeden yaratmışızdır. O halde, onlar, nereden böyle şeref ve öncelik iddia ediyorlar ve: "Biz hiç şüphesiz müslümanlardan önce cennete gireceğiz" diyorlar.

Bir diğer görüşe göre ise mânâsı şöyledir: kadar onlar, mukaddes âleme yakışmayan pis bir nutfeden yaratilmışlardır. Bu nutfe, îmân ve ibadede kemal kazanmayip meleklerin ahlâkını almazsa, cennete girmeye istidadı olamaz.

Ancak bu izahların hepsinde zorlama olduğu açıktır. Hakka en yakın olan îzâh, bu kelâmın, kendisinden sonraki kelâma, yani o kâfirlerin, âhiret ile cezayı inkâr etmelerinden, Resûlüllah ve ona indirilen vahiy ile alay etmelerinden ve alay yoluyla, cennete girmeyi iddia etmelerinden dolayı, Allah'ın, onları helâk etmeye ve onların yerine başka bir kavmi getirmeye muktedir olmasının beyânına hazırlık olmasıdır. Zirâ Allah'ın, onların da bildiği, ilk yaratışa muktedir olması, buna da muktedir olduğuna apaçık bir hüccettir.

40

Bak. Âyet 41.

41

"O halde bütün doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, biz, onların yerine onlardan daha hayırlısını getirmeye hiç şüphesiz Kadiriz."

Yani yukarıda zikredildiği gibi, biz, onları, bildikleri, şeyden yarattığımıza göre, o halde bütün doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, onların cinayetlerinin gerektirdiği gibi biz, onları tamamen helâk etmeye ve onların yerme kendi sıfa darında olmayan başka mahlûkları getirmeye muktediriz. Zâten biz bunu dilersek, irademize karşı koyacak hiçbir güç de yoktur. Fakat üstün hikmetler üzerine bina edilmiş olan "âdetullah" onların cezalarının tehirini gerektirmiştir.

42

" O halde ey Resûlüm! Sen onları bırak, tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya dek boş işlere dalsınlar, oynasınlar."

Tehdit edildikleri günden murat, ikinci kez sûr üflenmesinde yeniden dirilme günüdür; yoksa vehmedildiği gibi, ilk sûr'a üflenmesi günü değildir.

Zîrâ bundan sonraki âyette zikredilen gün de, bu günü îzâh etmektedir.

Yani ey Resûlüm! Sen onları halleriyle baş başa bırak, dünyalarında boş işlere ve ezcümle haklarında anlatılanlara dalsınlar ve oynasınlar.

43

Bak. Âyet 44.

44

"O gün onîar sanki dikili bir puta koşuyorlar gibi, gözleri korluktan aşağı düşmüş, kendilerini de bir aşağılık bürümüş olarak o kabirlerinden, fırlamasına çıkacaklar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür."

Yani olacak o mezkûr korkunç haller, onların dünyada tehdit edile geldikleri kıyamet günüdür.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Meâric sûresini okursa, Allah, emanetlerine ve ahitlerine riâyet edenlerin sevabını ona verir. "

0 ﴿