CİNN SÛRESİ

Mekke’de nazil olmuştur. 28 ayettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Ey Resûlüm! De ki: bana gerçekten vahyohındu ki, cinlerden bir nefer (taife), okuduğum Kur’ân'ı dinlemiş de, şöyle demiştir: "Şüphesiz biz doğruya götüren acayip (hayranlık veren) bir Kukan dinledik de, ona imân ettik.

Cinler, kavimlerinin döndüklerinde bunları onlara anlatmışlardır.

Nefer, üçten ona kadar olan topluluk demektir.

Cin, akıl sahibi, gözle görülmeyen, terkiplerinde ateş veya havanın galip olduğu cisimlerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, mücerret ruhlardan bir türdür.

Bir diğer görüşe göre ise, bedenlerinden ayrılmış olan insan ruhlarıdır.

Bu âyet delâlet ediyor ki. Peygamberimiz, okuduğu Kur’ân'ı dinleyen cinlerin ve onların kendisini dinlediklerinin farkında olmamış ve onlar dinlesinler diye Kur’ân okumamış; fakat bazı vakitlerde Kur’ân okurken bir rastlantı olarak cinler de orada bulunmuşlar da, kendisini dinlemişler, sonra da Allah, bunu kendisine haber vermiştir. Bu konudaki tafsilat Ahkaf sûresinde geçti.

Kur’ân'ın acayip olması, nazmın güzelliğinde ve mânânın inceliklerînde hârika ve insanların kelâmından çok farklı olması demektir.

Rüşt, hak ve doğru demektir.

O cinlerin, Kur’ân'a îrnân etmeleri, onun ifâde ettiği tevhid delillerine uygun olarak tesîimiyederiyle gerçekleşmiştir,

3

"Kadar, Rabbimizin şânı yücedir. O, bîr eş de edinmemistir, bir çocuk da."

O cinler, Kur’ân'ı dinleyip tevhîd ve îmâna vâkıf olunca, kâfir cinlerin mançlarındaki hatayı, yani onların, es ve çocuk edinmek konusunda Allah'ı mahlûklara benzetmelerinin hatasını anladılar da, Allah'ı tazim ettiler ve O'nu bundan tenzih ettiler.

4

"Yine gerçek şudur ki, bizim sefih (beyinsiz) olanımız, Allah hakkında pek aşırı yalanlar söylemişlerdir."

Bu sefihten murat, iblistir, yahut azgın cinlerdir.

5

"Kadar, biz, gerek insanlar, gerekse cinler Allah, hakkında yalan söyleyemezler, sanmıştık."

Cinlerin bu sözleri, kendi beyinsizlerini taklit etmelerinden dolayi bir özür beyânıdır.

Yani biz, sanıyorduk ki, hiç kimse Allah hakkında yalan söyleyemez, işte bundan dolayı biz onların sözlerine uyduk.

6

"Yine muhakkak ki, insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da, onların taşkınlıklarım arttırırlardı."

Cahiliyye Araplarından birisi, akşamları bir ıssız vadiden geçerken kendi nefsi için endişe ettiğinde, Cinleri ve onların ulusunu, kastederek: "Ben, kavminin sefihlerinden bu vadinin efendisine sığmıyorum.!" derdi. Cinlerin efendileri de bunu duyunca, kibirlenip: "Biz, insanların da, cinlerin de efendisi olduk" diyorlardı işte bu âyetteki. "Bunlar, onların taşkınlıklarını arttırırdı" cümlesinin mânâsı budur. Yani cinlere, sığınan kimseler, onların kibir ve azgınlıklarını arttırırlardı. Yahut o cinler, kendilerine sığınanların sapkınlığını arttırırlardı. Zîrâ onları saptırıp kendilerine sığınmalarını sağlamışlardı.

7

"Şüphesiz onlar da sizin sandığınız gibi, Allah'ın hiç kimseyi tekrar asla diriltmeyeceğini sanmışlardı."

Yani o cinler birbirlerine hitaben dediler ki: Ey cinler! Şüphesiz insanlar da sızın sandığınız gibi, Allah'ın hiç kimseyi tekrar asla diriltmeyeceğini sanmışlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetin mânâsı şöyledir: ey kâfirler! Cinler de, sizin sandığınız gibi, Allah'ın hiç kimseyi tekrar asla diriltmeyeceğini sanmışlardı.

Bu görüşe göre, bu âyet ile makabli (önceki âyet), vahiy edilen (de ki; bana gerçekten vahy olundu ki...) kelâma dâhildir.

8

"Yine, gerçekten biz, şu göğü yokladık; fakat onu sert bekçiler ile şihâb'larla (alev huzmeleriyle) dolu bulduk. "

Bu bekçilerden murat, meleklerdir. Bu melekler, o cinleri bundan engelliyorlardı.

Şihab, yıldızların ateşlerinden kopan alev huzmesidir.

9

"Kadar önceleri biz, haberleri dinlemek için gökten durulacak yerlerde dururduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözlemekte olan bir alev huzmesi buluyor."

Yani biz, şimdiye kadar meleklerin konuştuklarını dinlemek için, gök bekçilerinden ve alev huzmelerinden boş yerlerde, yahut tarassut ve dinlemeye uygun yerlerde dururduk. Fakat şimdi kim her hangi bir yerde dinlemek isterse, kendisini gözleyen bir alev huzmesi buluyor ve onu dinlemekten alıkoyuyor.

Demliyor kı; cinlerin bu şekilde engellenmeleri, Peygamberimize peygamberlik geldiği sırada olmuştur. Ancak sahih olan görüşe göre, daha önce de bu vardı; fakat Peygamberimize peygamberlik geldikten, sonra o kadar çoğaldı kı, insanların da, cinlerin de dikkatini, çekti ve cinlerin, gökleri dinlemeleri tamamen engellendi. Bu durum karşısında cinler: "Bu durum, mutlaka Allah'ın yeryüzü sakinleri için irade buyurduğu büyük hâdise sebebiyledir" dediler. İste bundan sonraki âyetin mânâsı budur.

10

"Yine kadar, bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa rableri onlara bir hayır mı dilemiştir?"

Yani Allah'ın böyle gökleri koruma altına almasının altında ne olduğunu bilmiyoruz.

Hayrın Allah'a isnâd edilmesi, şerrin ise O'na isnâd edilmemesi, Kur’ân' ın şerefli âdabındandır. Nitekim: "Ben hasta olduğum zaman, bana şifa verir..." âyeti ile benzerlerinde de aynı üslup kullanümiştir.

11

"Yine kadar, kimimiz sâlih kişiler, kimimiz de bunlardan aşağı olmak üzere, biz çeşitli yollarda olmuşuz

Yani kimimiz, iyi halli olup kendi nefislerine karşı da, başkalarıyla olan ilişkilerinde de, selim fıtratın gereği olarak hayira ve salâha maildirler; şerir nefislerin gereği olan şerre ve fesada mail değildirler. Kimimiz de bunlardan aşağı olmuşuz.

O cinlerin iyi veya kötü olmaları, anılan şekilde iyi hallilikte idi; yoksa vehnıedildiği gibi îmân ve takvada değildi Çünkü bu sözleri, Kur’ân'ı dinlemeden önceki hallerini, beyân etmektedir. Nitekim "biz çeşitli yollarda olmuşuz" sözleri de bunu bildirmektedir. Onların Kur’ân'ı dinledikten sonraki, halleri ise, "Yine kadar, biz Kur’ân'ı dinleyince... yine kadar, içimizde teslimiyet gösterenler de var.. ." âyetlerinde anlatılmaktadır.

12

"Yine kadar, şu yeryüzünde Allah'ı hiçbir zaman âciz bırakmayacağımızı, başka yere kaçsak da O'nu asla âciz bırakamayacağımızı şu anda anlamışızdır."

13

"Yine kadar, biz, o Kur’ân'ı dinleyince, hemen ona îmân ettik. Artık kim Rabbine îmân ederse, mükâfatının eksiltileceğinden ve haksızlığa uğratılacağından korkmaz."

Bu âyet delâlet ediyor ki, Allah'a îmân eden kimse, zulüm ve haksızlıklardan şiddetle sakınması gerekir.

14

"Yine kadar, içimizde Allah'a teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var. Artık kim teskmiyet gösterirse, işte onlar doğruyu arayıp bulanlardır."

A- "Yine kadar, içimizde Allah'a teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var."

Yani îmân ve itaatte olan da var, hak yoldan sapanlar da var.

B- "Artık kim teslimiyet gösterirse, işte onlar doğruyu arayıp bulanlardın"

Yani teslimiyet gösterenler, kendilerini mükâfatlar yurduna ulaştıracak tam doğruyu arayıp bulmuşlardır.

15

"Hak yoldan sapanlara gelince, onlar da cehenneme odun olmuşlardır."

Yani İslam yolundan sapanlar, cehennemin yakacağı olmuşlardır; tıpkı insan kâfirlerinin cehennem yakacağı oldukları gibi.

16

Bak. Âyet 17.

17

"Onlar o yokla dosdoğru gitselerdi, bu hususta kendilerini denememiz için onlara elbette bol su veriridik. Kim de Rabbim anmaktan yüz çevirirse, Rabbi, onu, çetin, baskın bir azaba uğratın"

A- "Onlar o yolda dosdoğru gitselerdi, bu hususta kendilerim denememiz için onlara elbette bol su verirdik."

Yani yine şu gerçek de bana vahiy olundu ki, eğer cinler ve insanlar, İslam dinîni dosdoğru uygulasalardı, şükredip etmeyeceklerini denemek için onlara elbette bol rızklar verirdik.

Bol suyun zikre tahsis edilmiş olması, hayat kaynağı olduğu için, bir de Araplarda su az ve aziz olduğu içindir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu kelâmın mânâsı şöyledir: eğer cinler, örnek yolda dosdoğru gitselerdi, yani cinlerin atası olan Cann, Allah'a ibadet ve itaat yolunda devam, etseydi, Âdem'e (aleyhisselâm) secde etmekte kibir göstermeseydı, küfre gitmeseydi ve evladı da islam'da ona tabı olsaydı, elbette onlara bol nimetler verirdik ve rızklarını genişletirdik.

Bir diğer görüşe göre ise, mânâ şöyledir: Eğer cinler, eski yollarında gitselerdi ve Kur’ân'ı dinleyip müslüman olmasalardı, onları tedricî olarak azaba yaklaştırmak, onları fitneye düşürmek ve nimete nankörlüklerinden dolayı onlari azaba uğratmak için kendilerine bol rızk verirdik.

B- "Kim de. Rabbini anmaktan yüz çevirirse, Rabbi, onu, çetin, baskın bir azaba uğratır."

Yani kim de Hatibinin ibadetinden, yahut öğüdünden, yahut vahyinden yüz çevirirse, Rabbi, onu, çetin ve baskın bir azaba uğratır.

18

"Şüphe yok ki, bütün mescitler Allah'ındır, O halde Allah ile beraber hiç kimseye yalvarmayım"

Bir görüşe göre bu mescitlerden murat, Mescid-i Haram'dır. Çoğul olarak zikredumiş, çünkü Mescid-i Haram'ın her yanı ayrı bir mescit ve özel bir kıble sayılmaktadır. Yahut Mescid-i Haram, bütün mescitlerin kıblesi olduğu için çoğul, olarak zikredilmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu mescitlerden murat, bütün yeryüzüdür. Çünkü bütün yeryüzü Peygamberimize mescit kılınmıştır.

Başka bir görüşe göre ise, bu mescitlerden kastedilen, secde yerleridir. Buna göre kastedilen mânâ, Allah dan başkasına secde etmenin yasak olduğudur.

Bir başka görüşe göre ise, burada, mescitler, secdenin yedi âzasıdır.

Bir görüşe göre ise, bu mescitler, secdeler anlamındadır.

19

"Şu da muhakkak ki, Allah'ın kulu Muhammed, O'na yalvarmaya kalkınca, neredeyse ona karşı keçe gibi olacaklardı."

Yani Peygamberimiz, ibadet ederken, cinler, gördükleri ibadetinden taaccüp ederek izdihamdan üst üste yığılıp Peygamberimizin kıraetini ve ashabın, kıyamda, rükûda ve secdede kendisine nasıl uyduklarını seyrediyorlardı. Zîrâ cinler, o güne değin mislini hiç gormedikleri bir şeyi görmüşlerdi ve benzerini hiç duymadıkları bir şeyi duymuşlardı.

Diğer bir görüşe göre ise mânâ şöyledir: Peygamberimiz, müşriklerin hilafına, yalnız Allah'a ibadet etmeye kalkınca, müşrikler, izdihamdan neredeyse üst üste yığılıp kendisini seyrediyorlardı.

Katâde'den rivâyet olunduğuna göre diyor kı: "İnsanlar ve cinler, İslam'ın nurunu söndürmek için yığınlar hâlinde bir araya geldiler; fakat Allah, islam'ı mutlaka ona karşı çıkana galip çıkaracaktı."

20

"Ey Resûlüm.! De ki: ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam."

Yani de ki: ben ancak Rabbime ibadet ederim ve ibadetimde O'na hiç kimseyi ortak koşmam. Binaenaleyh bu tavrım, yadırganacak, taaccübü gerektirecek, yahut bana karşı düşmanlık gerektirecek bir şey değildir.

21

"De ki: kadar, ben kendi başıma, size bir zarar vermeye de, bir fayda sağlamaya da muktedir değilim."

Yani ben size ne zarar vermeye, ne de fayda sağlamaya ve size ne sapkınlık, ne de doğruluk temin etmeye muktedir değilim.

22

"De ki: kadar, bana bîr kötülük dilerse, Allah'a karşı beni hiç kimse asla himaye edemez; O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam."

Bundan önceki kelâmda Peygamberimiz, kendi başına başkasının işini görmekten âciz olduğunu beyân, ettikten sonra burada da kendi başına kendi nefsi için de bir şey yapmaya muktedir olmadığını beyân etmektedir.

23

"Ancak benim vazifem, Allah'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini tebliğden ibarettir. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, işte onun için de ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır."

A- "Ancak benim vazifem, Allah'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini tebliğden ibarettir."

Bu kelâm, "Bir fayda sağlamaya da muktedir değilim" cümlesinden istisnadır. Çünkü tebliğ, irşat ve faydadır. Yahut "O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam" cümlesinden istisnadır.

B - "Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, işte onun için de ebedî kalacakları cehennem ateşi vardir."

Yani kim tevhid hususunda Allah'a karşı gelirse... demektir. Çünkü burada söz konusu olan tevhidddir.

24

"Nihayet onlar, kendilerine vaat olunan azabı gördükleri zaman, kim yardımcı olmak bakımından daha güçsüz ve sayıca daha az imiş bileceklerdir."

25

"De ki: Tehdit edildiğiniz azap, yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyar, ben bilmem."

26

"O, bütün gaybı yegâne bilendir; kendi sırlarına kimseyi muttali kılmaz."

27

"Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü Allah, onun önünden ve ardından bir takını gözetleyiciler salar."

A-’Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır."

Yani Allah'ın dilediği peygamber için, peygamberliğiyle ilgili bazı gayb işlerini açıklaması müstesnadır. Peygamberlere açıklanan gayblar, ya peygamberliklerinin doğruluğuna delâlet eden mucizeler gibi onların peygamberliğmin unsurlarından oldukları için açıklanır, yahut peygamberliğin şartlarından ve hükümlerinden oldukları için onlara açıklanır ki, bunlar da, kullara emredilen bütün şer'î mükellefiyetler, amellerim nasıl eda edilecekleri, bu amellere ahirette terettüp eden mükâfatlar, bu mükâfatların tevakkuf ettikleri âhiret halleri ve ezcümle kıyametin kopması, tekrar dirilmek ve açıklanması, peygamberliğin vazifelerinden olan diğer gaybî hususlardır. Anılan her iki veçhile de peygamberlikle ilgisi alakası olmayan gayblar ve ezcümle kıyametin ne zaman kopacağı gibi hususlara ise, Allah, hiç kimseyi muttali kılmaz. Kaldı ki, kıyametin vaktini bildirmek, peygamberlik çarkının, üzerinde döndüğü teşriî hikmete de halel getirmektedir.

Bu âyet, keşif ile ilgili evliya kerametlerinin olmadığına delâlet etmez. Zîrâ keşif mertebelerinin en yükseğinin peygamberlere mahsus olması, o mertebelerden herhangi bir mertebenin başkasına da asla hâsıl olmayacağını gerektirmez. Ve hiçbir veli de, peygamberlik mertebesi olan, sarih vahiyle hâsıl olan kâmil keşfi iddia edemez.

B- "Çünkü Allah, onun önünden ve ardından bir takım gözedeyiciler salar."

Bu kelâm, anılan istisnadan anlaşılan gaybı açıklamanın hakikatini ve keyfiyetini beyân etmektedir.

Yani Allah, Peygamberine gaybı açıklarken, onun önünden ve ardından bir takım koruyucu melekler salar; bu melekler de, şeytanların, peygamberliğiyle alakalı gayblardan açıkladıklarına vâkıf olmalarını engellerler.

28

"Şunun için ki: peygamberlerin rablerinin gönderdiklerini tam olarak tebliğ ettiklerini bilsin. Allah, onların nezdinde olup bitenleri ilmiyle kuşatmış; her şeyi de bir, bir saymıştır."

A- "Şunun için ki: peygamberlerin rablerinin gönderdiklerini tam olarak tebliğ ettiklerini bilsin."

Yani Allah, korucu melekleri salar ki, şeytanların, vahiyden bir şey kapmaları ve ona bir şey karıştırmaları olmadan, mükâfatı gerektiren tebliğin tam ve sağ-salim olarak yapıldığını görsün. Nitekim "Ta ki Allah, mücahitleri bilsin..." (Muhammed: 31) âyetindeki bilmek de, bu kabildendir.

Burada Allah'ın onu bilmesinin zikredilmesi, tebliğ ve cihada çok önem verdiğini ve bunların büyük mükâfatları olduğunu bildirmek, ikisini de ziyadesiyle teşvik etmek ve her ikisinde de taksirat göstermekten sakındırmak içindir.

B- "Allah, onların nezdınde olup bitenleri ilmiyle kuşatmış; her şeyi de bir, bir saymıştır."

Yani Allah, korucu meleklerin, yahut peygamberlerin nezdinde olup bitenleri zâten ilmiyle kuşatmış...

Bu kelâm delâlet ediyor ki, Allah'ın, eşyayı bilmesi, külli (bir bütün) ve icmal şeklide değil, fakat cüzî (tek, tek) ve tafsili şekildedir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Cintı sûresini okursa, Muhammed’i tasdik ve tekzip eden cinler sayısınca köleleri azât etmiş gibi sevap kazanmış olur."

0 ﴿