MÜDDESİR SÛRESİ

1

"Ey müddessir (örtüye bürünen) Resûlüm!"

Müddessir, disâr (iç çamaşırın üstüne giyilen elbiseyi) giyen kimsedir.

Bir görüşe göre, bu sûre, Kur’ân'dan ilk nazil olan sûredir.

Cabir'ın, Peygamberimizden rivâyetine göre şöyle buyurmuştur: "Ben bira dağında bulunuyordum. Aniden bana: "Ya Muhammedi Şüphe yok ki, sen, Allah'ın Resulüsün!" diye seslenildi. Ben sağıma, soluma baktım; fakat bir şey göremedim. Sonra yukarıya, baktım; gördüm ki, bana seslenen melek, gök ile yer arasında bir taht üstünde oturuyor. Bu manzara karşısında ben korkuya kapıldım ve Hadice'nin yasına döndüm; "Beni hemen örtün!" dedim. İşte o sırada Cebrâîl nazil oldu ve: "Ey müddessir!.." dedi

Zührî'den ise şöyle rivâyet olunmaktadır: Kur’ân'dan ilk nazil olan, Alak sûresinin 1-5. Ayetleridir. Bu hitaba muhatap olan Resûlüllah, başta üzüldü ve dağların tepesine çıkıp oralarda dolaşmaya başladı. Sonra Cebrâîl (aleyhisselâm), kendisine geldi ve ona: "Sen gerçekten Allah'ın Peygamberisin!" dedi. Bunun üzerine hemen Hazret-i Hadice'nin yanına döndü ve: "Beni örtün ve üstüme soğuk su dökün!" dedi." 19 İşte o sırada Cebrâîl nazil oldu ve: "Ey müddessir!.." dedi.

19 Buharî/Kitabu't Tefsir, sûre: 74, bab: 1, 3, 4; Müslim/Kitabul İmârı, hadis: 255, 257; Tirmizî/Kitabu't Tefsir, sûre: 74, bab: 1; Ahmed b. Harıbel Müsnedi: 3/306

Diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimiz, Kureyş'ten hoşuna gitmeyen şeyler duydu ve bu yüzden de üzülüp üzgün kimselerin yaptıkları gibi, elbisesine bürünüp düşünmeye başladı. İşte bunun üzerine, Kureyş, kendisine nahoş şeyler duyursalar ve ona ezâ verseler de, onları uyarmayı terk etmemesi Allah tarafından kendisine emredildi.

Bir diğer görüşe göre ise, Peygamberimiz, elbisesine bürünüp yatıyorken, bu ilâhî hitaba muhatap oldu.

Bir görüşe göre de, bu âyetin mânâsı, ey peygamberlik ve ilâhî marifet libasını giymiş zât! demektir.

2

"Kalk da insanları uyar!"

Yani yerinden kalk. Yahut azimle, kararlılıkla kalk.

Bir görüşe göre, kavmini uyar, demektir. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir; "Ey Resûlüm! Önce en yakın akrabanı uyar!" (Şuarâ: 214)

Yahut bundan bütün insanlar kastedilmektedir. Nitekim "biz, seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." âyeti de bunu bildirmektedir.

3

"Sadece Rabbine tekbir getir (O'nu yücelt)."

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz: "Allahu ekber" deyince, Hatice validemiz de tekbir getirdi ve çok sevindi ve bunun vahiy olduğunu kesin olarak anladı.

Bazı kimselere göre, bu tekbir, namaz tekbirine hamledilir. Yani her ne olursa, olsun, sen namaz tekbirini bırakma, demektir.

Yahut bu tekbir emri delâlet ediyor ki, bu uyarı hareketinden birinci derecede maksut olan, Rabbine tekbir getirmesi ve O'nu şirkten tenzih etmesidir. Zîrâ kul için ilk vacip, yaratanı bilmek, sonra da kendisini, cenabına yakışmayan vasıflardan tenzih etmektir.

4

"Elbiseni de temiz tut."

Zîrâ elbiselerin temiz olması, namazda vaciptir (şarttır); namazın dışında da çok arzu edilen bir husustur.

Elbiselerin temiz tutulması, necasetlerden (pis maddelerden) korunması ve necaset bulaştığında da yıkanması şeklinde olur. Keza elbisenin kısa tutulmasıyla temizlik sağlanır; çünkü elbisenin uzun olması hâlinde etekler, pisliklerin üstünden sürünür.

Eteklerin kısa tutulması, kötü âdetlerin terki konusunda Peygamberimize ilk emredilen husustur.

Diğer bir görüşe göre ise, bu temizlik emri, nefsi, pis sayılan fiillerden ve müstehcen (ayıp) hallerden temiz tutulması emridir.

5

"Azabın sebeplerini de ter ket."

Yani azaba götüren günahları terk etmekte sebat et.

6

"Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma."

Yahut verdiğinin fazlasını talep ederek başa kakma. Buna göre, âyet, ıstiğzâr hibesini yas aklamak tadır. İstiğzâr, hibe ettiğinin daha fazlasının kendisine döneceğini umarak hibede bulunmaktır. Bu hibe de caizdir. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "İstiğzâr hibesinde bulunan da, sevap kazanmış olur."

Şu halde ikinci mânâya göre, âyetteki yasaklama, ya haramlığı ifâde eder ve bu hüküm Resûlüllah'a mahsustur. Zîrâ Allah, onun için ahlâkın en şereflisini ve edebîn en güzelim seçmiştir. Yahut yasaklama tenzihidir (nezih kılmak içindir) ve bu yasaklama herkes için geçerlidir.

7

"Sadece Rabbin için sabret."

Yani sadece Allah rızası için, yahut Allah'ın emri için sabret.

Diğer bir görüşe göre ise, yani müşriklerin eziyetlerine,

bir diğer görüşe göre ise, farzların edasında sabret.

8

Bak. Âyet 9.

9

"O sûr'a üfürüldüğü zaman, işte o gün pek zor bîr gündür; kâfirler için kolay değildir."

Yani ey Resûlüm! O kâfirlerin eziyederine sabret; onların önünde pek korkunç bir gün var; o gün, verdikleri eziyetin akıbetini görecekler ve sen de o gün sabrının güzel sonucunu bulacaksın.

Bu günden murat, birinci Nefha günü mü, yoksa ikinci Nefha günü mü olduğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Ancak hak olan, ikinci Nefha günü olmasıdır. Zîrâ zorluğu kâfirlere mahsus olan Nefha, ikinci Nefhadır. Çünkü birinci Nefhanın sonucu olan ölmek, iyileri de, kötüleri de kapsamaktadır. Üstelik birinci Nefhanın sonucu, o zaman hayatta olanlara mahsustur.

Hadiste belirtildiğine göre, (İsrafil'in üfüreceği) Sûr'da bütün ruhlar sayısınca delikler var. İkinci Nefhadan önce bütün ruhlar orada toplanır ve üfürme gerçekleştiğinde her delikten bir ruh çıkıp gider, alındığı bedeni bulur. Sonuçta o beden, Allah'ın izniyle dirilmiş olur.

10

kâfirlere hiç kolay değildir.

11

Bak. Âyet 12.

12

"Benim yarattığım, kendisine geniş servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim, kendisi için nimetleri yaydıkça yaydığını o herifi yalnız bana bırak!"

Yani onu yalnız bana bırak; ben, senin intikamını ondan almaya yeterliyim.

Yahut benîm vahîd olarak (tek başıma) yarattığım, yaratılmasında kimsenin bana ortaklığı olmayan... o herifi bana bırak!

Yahut vehîd (yalnız) olarak yarattığım, yarattığımda malı ve çocuğu olmayan ... o herifi bana bırak!

Bir görüşe göre bu âyetler, Velid b. Muğire el- Mahzûmî hakkında nazil olmuştur. Zîrâ kavmi içinde onun lakabı Vehîd idi. Buna göre bu ifâde, onun için ve lakabı için tahkir olup onun malsiz, çocuksuz olduğu, yahut serde eşsiz olduğu belirtilerek onun övgü vesilesi, zem cihetine çevrilmektedir. Yahut anılan Velid, babasız olduğu için kendisine vehid (yalnız) denilmiştir. Zîrâ daha önce belirtildiği gibi haramzade idi.

Deniliyor ki, Velid'in sağmal hayvanları da, ekinleri de, ticareti de çoktu.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, burada Velid'in sözü edilen serveti, Mekke ile taif arasında bulunan sınıf, sınıf mallarıdır.

Bir rivâyete göre Velid'in, Taifte öyle bir bahçesi vardı ki, yaz, kış meyveleri eksik olmazdı.

İbn Abbâs (radıyallahü anh), Mücâhid ve Said b. Cübeyr diyorlar ki, onun bin dinarı vardı.

Katâde diyor ki; onun altı bin dinarı vardı. Süfyan el-Sevrî diyor kı; dört bin dinarı vardı.

Sübyan el-Sevrî'den gelen diğer bir rivâyete göre ise, bin dinarı vardı.

Velid'in oğulları da, servetleri ve hademeleri bol olduğu için, her hangi bir iş veya ticaret için babalarından ayrılmayip her zaman Mekke'de yanında bulunuyorlardı ve Velid, her zaman çocuklarını görmek zevkini, yaşıyordu.

Yahut Vekilin oğulları, itibarlı ve ileri gelen kişiler oldukları için önemli toplantılarda ve mahfillerde hazır bulunuyorlardı.

Deniliyor ki, Velid'in on oğlu vardı. Diğer bir rivâyete göre ise, on üç oğlu ve başka bir rivâyete göre de yedi oğlu vardı ve hepsi de yetişkin erkeklerdi. İsimleri de şöyle idi: Velid b. Velid, Halid, Ammaret, Hisam, Âs, Kays, Abdüşems. Bunlardan Halid, Hişam ve Ammaret adlarındaki, üç oğlu müslûman oldular.

Yine, Allah, anılan Velid için nimetlerini, yaydıkça yaymış, ona geniş bir riyaset ve itibar vermişti. Hattâ o kadar ki "kureyş reyhanı/ fesleğeni." lakabını almıştı.

13

Hem (kendisi ile) hazır bulunan oğullar...  

14

Ona nimet döşedim de döşedim...

15

"Üstelik o, nimetlerimi daha da arttırmamı umuyor."

Bu kelâm, onun tamah ve hırsının yadırganmasını ifâde etmektedir. Bu da, ya kendisine verilen geniş servet ve imkânların fazlasının emsali arasında olmadığı, için yadırganmıştır, yahut sahip olduğu nimete, nankörlük ve nimetleri bahşeden Rabbine karşı inatçılık ettiği için yadırganmışım

Rivâyet olunuyor kı, Velid b. Muğire şöyle demişti: "Eğer Muhammed, söylediklerine doğru ise, cennet, ancak benim için yaratılmıştır."

16

"Asla! Çünkü o, âyetlerimize bir inatçı kesilmiştir."

Zîrâ nimetleri bahşeden Allah'ın âyetleri bu kadar apaçık iken, onların karşısında inatla direnmek ve bunca bol nimetlere nankörlük etmek, nimetlerden tamamen mahrum olmayı gerektirir. Velid'e verilmiş olan nimetler de, istidrac olaraktiehinde değil, aleyhinde sonuçlar vermesi için) kendisine verilmiştir.

Deniliyor ki, bu âyet nazil olduktan sonra velid ölünceye kadar serveti hep eksildi.

17

"Ben onu Saûd'a (sarp bir yokuşa) tırmandıracağım."

Yani beklediği daha çok servet, yahut cennet yerine ben onu sarp, çıkılması pek zor bir yokuşa tırmandıracağım.

Bu, Velid'in karşılaşacağı dayanılmaz zor azabın temsilî ifadesidir.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Ona ateşin bir sarp yokuşunu çıkması emredilir. Her defasında elini ona koydukça eli erir; elini kaldırınca da eski haline döner. Ve ayağını koydukça ayağı erir, kaldırınca da eski haine döner."

Yine Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Saûd, ateşten bîr dağdır. O şahıs, yetmiş yıl bu dağı çıkar; sonra yetmiş yıl da aşağı iner. Bu azabı ebedî olarak sürer." 20

20 Ahmed b. Hande! Müsnedi: 3/75

18

"Çünkü o, gerçekten düşündü, taşındı; ölçtü, biçti."

Bu kelâm, anılan tehdidin ve ona müstahak olmasının illetini, yahut onun, Allah'ın âyetlerini inatla inkâr ettiğini beyân etmektedir.

Yani o şahıs, Kur’ân hakkında neyi söyleyeceğini içinden düşündü, taşındı ve ölçtü, biçti.

19

"Canı çikasica, nanl ölçmüş, biçmiş!"

Bu kelâm, onun düşünüp taşınmasından ve kararında Kureyş'in -Allah, canlarını alsın!- beklediği sonuca isabet etmesinden taaccüp ettirmektedir.

Yahut istihza yoluyla onun için bir övgüdür.

Rivâyet olunuyor ki, Velid, Mahzûm oğullarına dedi ki: "Vallahi, yakında Muharnmed'den öyle bir kelâm işittim ki, o, ne insan kelâmıdır; ne de cin kelâmıdır. O kelâmın, hiç şüphesiz büyük bir halaveti var; içinde bir güzellik var; dallarında çok hârika meyveler var, kökünde de büyük bir bereket var. O kelâm, her zaman galiptir; ona galip gelinmez."

Kureyş’liler, Velid'in bu sözlerini duyunca: "Vallahi, Velid, dinini terk etti. Vallahi, bütün Kureyş de, onun yüzünden dinini terk edecektir" diye endişelerini dile getirdiler. Bunun üzerine Velid'in kardeşinin oğlu Ebû Cehil: "Onu bana bırakın" dedi Sonra gidip onun yanında üzgün, üzgün oturdu ve onun cahiliyye duygularını tahrik edecek şeyler konuştu. Sonra Velid kalkıp Kureyş dilerin yanına geldi ve onlara dedi ki: "Siz, Muhammed'in deli olduğunu iddia ediyorsunuz. Pek iyi, hiç kimseyi boğmaya çalıştığını gürdünüz mü? Yine siz onun kâhin olduğunu iddia ediyorsunuz. Hiç kehanette bulunduğunu gördünüz mü? Onun sân olduğunu iddia ediyorsunuz. Pek iyi, biç şiir söylediğini gördünüz mü? Siz onun yalancı olduğunu iddia ediyorsunuz. Pek iyi, siz onun hiçbir yalanını denediniz mi (yakaladınız mı)?"

Kureyş'liler de, bu soruların hepsinin cevabında: "Vallahi, hayır!" dediler. Sonra Kureyş’liler: "Pek iyi, öyleyse nedir?" dediler. Velid, biraz düşündükten sonra dedi ki: "Muhammed, ancak bir sihirbazdır. Görmüyor musunuz?

O, kişiyi ailesinden, çocuğundan ve dostlarından uzaklaştırabiliyor. Onun söyledikleri büyüden başka bir şey değildir; onu babil halkından naklediyor, "

Bunu duyan o meclis, sevinçten coştu ve Velid'in sözlerini çok takdir ederek dağıldılar.

20

"Yine canı çıkasıca, nasıl ölçmüş biçmiş!"

Bu cümlenin tekrar edilmesi, mübalağa (ifâde edilen hakikati kuvvetlendirmek) içindir.

21

Bak. Âyet 22.

22

"Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı ve suratını astı. Sonra sırt çevirdi ve büyüklük tasladı da: "Bu, öğretile gelen büyüden başka bir şey değildir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir" dedi."

A- "Sonra baktı. Sonra kaşlarım çattı ve suratını astı."

Yani sonra tekrar, tekrar Kur’ân'a baktı. Sonra Kur’ân'da eleştirecek bir şeyi bulamayınca ve ne söyleyeceğini bilemeyince de kaşlarını çattı ve suratını astı.

Diğer bir görüşe göre ise, yani insanların yüzüne baktı. Sonra da kaşlarını çattı ve suratını astı.

Bir diğer görüşe göre ise, yani Resülullah'ın yüzüne baktı. Sonra onun yüzüne karşı kaşlarını çattı ve suratını astı.

B- "Sonra sırt çevirdi ve büyüklük tasladı da: "Bu, öğretile gelen büyüden başka bir şey değildir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir" dedi."

Yani sonra hakka, yahut Resûlüllah'a sırt çevirdi ve ona uymaktan büyüklük tasladı da böyle söyledi.

23

Nihâyet (Peygambere ve ashabına) arka çevirdi ve kibirlendi de;  

24

Şöyle dedi: “Bu ancak (başka sihirbazdan) öğrenilen bir sihirdir.  

25

Muhakkak bu (kimsenin söylediği söz), bir insan sözüdür.”

26

"Ben onu sekara (çılgın ateşe) sokacağını."

27

"O sekarın ne olduğunu sen biliyor musun?"

28

"O, hem içine atılan her şeyi helâk eder, hem de eski haline getirmeden hiçbir şeyi bırakmaz."

Yahut içine atılan hiçbir şeyi yakıp helâk etmeden eski halinde bırakmaz; mutlaka onu helâk eder.

29

"O, insan derisi için levvahadır (insanın derisini kavurur)."

Levvaha, derinin üst kısmım tamamen yakıp kapkara yapan demektir.

Diğer bir görüşe göre ise, yani o ateş, insanlar için apaçık bir gerçek olarak görülecektir. Buna göre, "sonra mutlak ve muhakkak o ateşi çıplak gözle göreceksiniz." âyeti kabilindedir.

30

"Üzerinde on dokuz vazifeli melek vardır, "

Yahut on dokuz sınıf melek vardir. Yahut on dokuz saf melek’vardır.

Yahut on dokuz nakîb (kethüda, çavuş) vardır. Bunlar, cehennemin işlerine bakarlar ve cehennem ehline musallat olurlar.

31

"Biz, o ateşin bekçilerini meleklerden başka kılmadık. Onların sayısını da kâfirler için bir imtihan, vesilesi yaptık ki. Böylelikle kendilerine kitap verilenler kesin bilgi edinsinler; îmân edenlerin îmânı da artsın, idem kendilerine kitap verilenler, hem de mü’minler şüpheye düşmesinler. Kalplerinde bir hastalık olanlar ile o kâtırler: "Allah, bu misal ile ne demek istemiştir kı?" desinler. İşte Allah, böylece dilediğini şaşırtır; diledığıni de hidâyete erdirir. Senin Rabbinin askerlerini kendisinden başka kimse bilmez. Bu ise, insanlar için ancak bir öğüttür."

A- "Biz, o ateşin bekçilerini meleklerden başka kılmadık. Onların sayısını da kâfirler için bir imtihan vesilesi yaptık ki."

Yani biz, cehennemin işlerine bakan ve ehline azap eden vazifelileri ancak meleklerden kildik ki, azaba uğratılanların cinsinden olmasınlar da, onlara acımasınlar ve onlara farahlık vermesinler. Bir de, melekler, mahlukların en kuvvetlisi oldukları, Allah'ın haklarını en çok yerine getirdikleri, Allah için en çok öfkelendikleri ve bütün mahlukların en çetini oldukları için bu görevi onlara verdik.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bu zebani meleklerin her birinin kuvveti, bütün insanların ve cinlerin toplam kuvveti kadardır. Bunların bir tanesi, boynunda bir dağ olduğu halde halkı cehenneme doğru sevk eder; sonunda onlari cehenneme atar ve boynundaki dağı da onlarin üstüne atan"

Rivâyet olunuyor ki, "üzerinde on dokuz vazifeli melek vardır" âyeti nazil olunca, Ebû Cehil, Kureyş'e dedi ki: "Sizden her on kişi, onların bir tanesini zapt edemeyecek mi?" bunun üzerine çok güçlü bir adam olan Ebû Eşedd b. Üseyd b. Kilde el-Cumehî dedi ki: "Ben tek basıma onların on yedisini zapt ederim. Siz de iki tanesini zapt edin yeter. "İşte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu. Yani biz, cehennem bekçilerini sizin cinsinizden olan adamlardan kılmadık. Onların sayısını da kâfirler için bir imtihan vesilesi yaptık.

Bu zebani meleklerin sayılarının imtihan vesilesi kılınmasından murat, sadece sayılarının muayyen olarak on dokuz kılınması değil, fakat Kur’ân'da da buna hükmedilmesidir. Zîrâ ancak bu şekilde imtihan vesilesi olur; o kâfirler, bu az sayıyı, insanların ve cinlerin çoğunun azabını idare etmek için az gördükleri için bu hakikati yadırgıyorlar ve alay konusu yapıyorlar. Zâten bundan sonra gelecek olan kitap ehlinin kesin bilgi edinmeleri ve mü’minlerin îmânlarının artması da, bununla ilgilidir.

Alimler derler ki; özellikle on dokuz sayısının belirlenmiş olmasının sebebi şudur: İnsanların nefislerinin nazarî (fikrî) ve amelî (pratik) olarak farklı olmaları, hayvanî olan on iki kuvvet ve tabiî olan yedi kuvvet sebebiyledir.

Yahut cehennemin yedi derekesi, (aşağıya doğm inen derecesi) vardır. Bunların altısı, kâfirlerin sınıfları içindir. Bunlardan her sınıf, hak itikadı terk etmekten, hak ikrarı terk etmekten ve hak ameli terk etmekten dolayı hallerine münasip çeşitli azaplara duçar olurlar. Her çeşit azabın başında bir melek, yahut bir sınıf melek, yahut bir saf melek durmaktadır; idaresine bakmaktadır. Cehennemin geriye kalan bir derekesi de, mü’min ümmet için olup ameli terk etmelerinden dolayı hallerine münasip bir azap ile orada azap görürler, işte bu derekeyi de bir melek idare etmektedir.

'Yahut on dokuz sayısının sırrı şudur: bir gün bir gecenin saatleri yirmi dörttür. Bunlardan beş saat, beş vakit namaz için harcanmaktadır. Geride on dokuz saat kalır ki, bazen bu saatler, zebanilerin idare ettikleri cehennemin çeşidi azaplarına duçar olmanın sebeplerinde harcanmaktadır.

B- "Böylelikle kendilerine kitap verilenler kesin bilgi edinsinler; îmân edenlerin îmânı da artsın."

Yani böylelikle kitap ehli, Kur’ân'da anlatılanların da kitapktındakıne muvafık olduğunu görmekle, Peygamberimizin peygamberliği ve Kur’ân'ın doğruluğu hakkında kesin bilgi edinsinler ve mü’minler de, kitap ehlinin nasıl teslimiyet ve tasdik gösterdiklerini görmekle, îmânlarının keyfiyeti artsın. Yahut kitap ehlinin, nazil olan diğer âyetlere îmân etmeleriyle, mü’minlerin îmânları kemiyet (sayı) olarak (mü’minlerin sayısı) artsın.

C- "Hem kendilerine kitap verilenler, hem de mü’minler şüpheye düşmesinler."

Bu cümle, mâkabhne tekittir.

D- "Kalplerinde bir hastalık olanlar ile o kâfirler: "Allah, bu misal ile ne demek istemiştir ki?" desinler."

Bu âyet, hicretten sonra Medine'de olacakları önceden haber vermektedir.

Yani kalplerinde şüphe ve nifak bulunan hakkı tekzipte ısrarlı kâfirler:

"Allah, masal gibi garip olan bu sayıdan ne demek istemiştir ki? "desinler.

Diğer bir görüşe göre ise, o kâfirler, bu on dokuz sayısını duyunca, bunu çok yadırgadıkları için, bir misal olarak verildiğini sandılar.

On dokuz sayısı meselesi de, onların imtihan edildikleri konuya dâhil olduğu halde özellikle zikredilmesi, bununla ilgili tutumlarının müstakil bir şenaat olduğunu zımnen bildirmek içindir.

E- "işte Allah, böylece dilediğini şaşırtır; dilediğini de hidâyete, erdirir. Senin Rabbinin askerlerini kendisinden başka kimse bilmez."

Yani Rabbinin mahlûklarının tamamını ve ezcümle mezkûr melekleri kendisinden başka kimse bilmez. Zîrâ hiç kimsenin, kâinattaki varlıkların hepsini kavraması, onların hakikatlerine ve sıfatlarına vâkıf olması, ıcmâlî olarak bile olsa mümkün değildir. Bu varlıkların, kemiyet, keyfiyet ve nispet gibi tafsilatlı hallerine muttali olmak ise zâten mümkün değildir.

"Bu ise, insanlar için ancak bir öğüttür."

Yani cehennem, yahut onun bekçilerinin sayısı ve onların hallerini anlatan âyetler, insanlar için ancak bir öğütlemedir.

32

Bak. Âyet 33.

33

"Hayır! Onlar öğütlenmezler. Şu aya ve döndüğü zaman o geceye ve ağardığı vakit bu gündüze yemin olsun!"

34

Ağardığı sıra o sabah hakkı için,

35

Bak. Âyet 36.

36

"Kadar o cehennem, insan için, sizden ileri, gitmek, yahut geri kalmak dileyen kimseler için en büyük uyarıcılardan biridir."

Yani ileri gidip hayra ulaşmak isteyip de Allah'ın hidâyet vereceği kimseler ve geri kalıp hayra ulaşmak istemeyip de Allah'ın dalâlette, bıraktığı kimseler için en büyük, uyarıcılardan biridir.

37

İçinizden (hayırda) ileri gitmek, yahut geri kalmak istiyenleri...

38

"Herkes, kazandığına karşılık bir rehindir."

Yani herkesi yaptıklarıyla Allah katında bir rehindir.

39

Bak. Âyet 40.

40

"Ancak sağdakiler başka. Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara: "Sizi bu yakıcı ateşe sokan nedir?" diye uzaktan uzağa sorarlar."

A- "Ancak sağdakiler başka. Onlar cennetler içindedir."

Yani ancak sağdakiler, bu hükümden müstesnadır; zîrâ onlar, yaptıkları güzel amedlerle, rehin bağını çözüp boyunlarını ondan kurtarmışlardır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sağdakiler, meleklerdir.

Bir diğer görüşe göre ise, onlar, küçük çocuklardır.

Başka bir görüşe göre ise, müstesna olanlar, Allah tarafından kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş olanlardır.

Bir başka görüşe göre ise, ruhlar âleminde misak alınırken, Hazret-i Âdem'in sağında bulunanlardır.

Bir görüşe göre de, amel defterleri sağ ellerine verilecek olanlardır.

B- "Günahkârlara: "Sizi bu yakıcı ateşe sokan nedir?" diye uzaktan uzağa sorarlar."

41

Mücrimlerden;  

42

“Sizi cehenneme sokan nedir?”

43

"Onlar şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik."

"Yani biz, vacip (farz) namazları kılanlardan değildik.

44

"Yoksulu da doyurmazdık."

Yani biz, yoksulu hiç doyurmazdık. Yoksa bazen doyurmazdık, demek değildir.

Bu âyet delâlet ediyor ki, kâfirler de, muaheze hususunda fer'î hükümlere muhataptırlar.

45

"Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk."

46

"Ceza gününü de yalan sayıyor".

Kıyamet günü birçok korkunç ve dehşet verici haller zuhur edeceği halde özellikle ceza günü olarak zikredilmiş, çünkü en korkunç olanı, budur ve diğer haller geçtikten sonra bununla karşılaşacaklar.

Onların, ceza gününü yalanlama suçları, en büyük suçları olduğu halde en sonunda zikredilmesi, bunun ne kadar büyük bir suç olduğunu bildirmek içindir. Sanki şöyde demiş oluyorlar: bütün bunlardan sonra da biz ceza gününü de yalanlıyorduk. Bir de, onların diğer suçlarının yani sıra bu tekziplerinin de, ömürlerinin sonuna kadar sürdüğünü beyân etmek içindir. Nitekim bundan sonraki âyette zikredilen sözleri de bunu ifâde etmektedir.

47

"Sonunda yakîn (ölüm) bize geldi çattı."

Yani nihayet ölüm ve ondan önceki süreçler bize geldi çattı.

48

"Artık şefaatçilerin şefaati onlara hiçbir fayda vermez. "

Yani farz edelim ki, bütün şefaatçiler onlara şefaat etseler de, hiçbir fayda vermez,

49

Bak. Âyet 50.

50

"Şimdi onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşeleten gibi bu öğütten yüz çeviriyorlar?"

Yani apaçık hakikatleri yalanlayanların halt aldatıldığı gibi olunca, Kur’ân'a yönelmelerini gerektiren bunca kuvvetli deliller ve îmân etmelerini gerektiren bunca sebepler var iken, onlara ne oluyor ki, âdeta aslandan kaçan, yahut avcılardan kaçan yaban eşekleri gibi bu öğütten yüz çeviriyorlar?"

Bu teşbihte onlar için büyük bir zem ve tahkir vardır.

51

Aslandan kaçmaktalar...

52

"Daha kadar onlardan her biri, kendisine, önünde açılmış vahiy mahsulü olan sahifelerin verilmesini istiyor."

Yani onlar, o öğüdü yeterli saymıyorlar ve ona razı olmuyorlar, fakat her biri, önüne açılıp okunacak vahiy sahifelerinı istiyor. Şöyle, ki: o kâfirler, Resûlüllah'a şöyle demişlerdi.: " Sen her birimize, başlığında: "Alemlerin Rabbinden filan oğlu filana'.." diye yazılı olan ve sana uymamızı emreden bir kitabi gökten getirmedikçe, biz sana asla uymayacağız." Nitekim onlar şunu da söylemişlerdi: "... Yahut göğe çıkmaksın. Biz, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayacağız."

53

"Hayır! Aslında onlar âhiret ten korkmuyorlar."

Bu kelâm, onlari bunu söylemeye cüret etmekten men' etmektedir.

Yani onların öğütten yüz çevirmeleri, istedikleri sahifelerin kendilerine verilmesinin imkânsız olmasından dolayı değil, fakat âhiretten korkmadıklanndan dolayıdır.

54

"Hayır! Şüphe yok ki, Kukan bir öğütlemedir."

Bu kelâm, da, onların yüz çevirmelerini men' etmektedir. Yani Kur’ân gerçekten bir öğütlemedir, hem de nasıl bir öğüdeme! ...

55

"Artık dileyen ondan öğüt alır!"

Yani Kur’ân'dan öğüt almamak için hiçbir geçerli sebep yoktur, dileyen ondan öğüt alır ve onun sebebiyle iki cihan saadetine ersin.

56

"Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Takvaya layık olan ancak O'dur, mağfiret sahibi de ancak O'dur."

A- "Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar."

Yani mezkûr kelâmın zahirinden muhtemel anlaşılmanın aksine, Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar; çünkü kulun fiillerinin gerçekleşmesinde, onun dilemesi ve iradesi, gerçek etken değildir.

Bu âyet de sarahatle bildiriyor ki, kulların fiilleri, Allah'ın dilemesi ile gerçekleşmektedir.

B- "Takvâya layık olan ancak O'dur, mağfiret sahibi de ancak O'dur."

Yani azabından korkulmaya, îmân edilmeye ve itaat edilmeye yegâne layık olan ancak. Allah'ta ve kendisine îmân ve itaat edenleri mağfiret edecek olan da yegâne O'dur.

Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştun

"Bir kimse, Müddessir sûresini okursa, Allah, Mekke'de Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân eden ve onu yalanlayan kimselerin sayısının on katı kadar ona sevap yazar."

0 ﴿