İNSÂN SÛRESİ

Mekke'de nazil olan bu sûre, 31 âyettir.

1

"Şu insan üzerinden, henüz kendisinin anılan bir varlık olmadığı bir Mıı (uzun bir zaman) geçmedi mi?"

Yani o uzun zaman içinde insan, unsur, nutfe ve benzerleri gibi olarak anılmaya değmez varlıklar halinde idi.

2

"Şüphe yok ki, biz, şu insanı katışık bir nutfeden yarattık. Biz kendisini imtihan edeceğiz. Bunun için onu işiten ve gören kıldık."

A- "Şüphe yok ki, biz, şu insanı katışık bir nutfeden yarattık."

Bu iki âyette de insandan murat, insan cinsidir. Şu halde ikinci âyet, birincisi için fazla bir îzâh mahiyetindedir.

Yahut insandan murat, Hazret-i Âdem'din İbni Akbaş, Katâde, Sevrî, Ikrime ve Şa'bî'den rivâyet olunan da budur.

Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Hazret-i Âdem'e ruh üfürülmeden önce üzerinden kırk sene geçti. Bu sırada Hazret-i Âdem, Mekke ile Taif arasında yere atılmış halde bulunuyordu.

Dahhâk'ın İbn Abbâs'tan rivâyetine güre ise, Hazret-i Âdem, bir çamurdan yaratıldı ve bu halde kırk sene kaldı. Sonra şekillenmiş kara balçıktan yaratıldı (bu aşamadan geçti) ve bu aşamada da kırk sene kaldı. Sonra kuru çamurdan yaratiidı ve bu aşamada da kırk sene kaldı. Böylece yaratılışı yüz yirnk senede, tamamlandı. Sonra kendisine ruh üfürüldü.

Mâverdî'nin, İbn-i Abbâs'a ulaşan bir senetle anlattığına göre, âyette Zikredilen hîn kelimesi, miktarı bilinmeyen pek uzun zamandır. Şu halde birinci âyet, Hazret-i Âdem'in yaratılışına işaret etmektedir. Bu âyet de, onun evladının yaratılışını beyân etmektedir.

Âyette meni, katışık olarak vasıflandırılmış, çünkü ondan murat iki suyun toplamıdır ve iki sudan her birinin de, rengi, inceliği ve kalınlığı gibi muhtelif vasıfları ve zıt özellikleri vardır. Nitekim erkek suyu, beyaz, kalın ve yapışma kuvveti olan bir sıvıdır. Kadının suyu ise, sarı, ince ve yapışkan Maddeleri tutan bir sıvıdır. İşte bunun ikisinden çocuk yaratılmaktadır. Bu iki suyun özelliklerinden dolayıdır ki, insan bedenindeki kaslar, kemikler ve kuvvet, erkeğin suyundan oluşmaktadır. Et, kan ve saç ise, kadının suyundan oluşmaktadır, Kurtubî diyor ki: "Bu husus, merfû olarak (Peygamberimize kadar çıkan bir rivâyet senediyle) rivâyet olunmaktadır."

B- "Biz kendisini imtihan edeceğiz. Bunun için onu işiten ve gören kıldık."

'Yani vahiy âyetlerini dinleyebilmeği ve kâinat: âyetlerini de görmesi için biz, insanı işitir ve görür kıldık.

3

"Şüphe yok ki, biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör."

Yani biz, âyetleri indirmekle ve delilleri yaratmakla ona doğru yolu gösterdik ve matluba ulaştıran yoldan gitmek imkân ve kudretini kendisine verdik."

4

"Biz, gerçekten bütün kâfirler için zincirler, demir halkalar ve çılgın bir ateş hazırlamışızdır."

5

"Şüphe yok ki, bütün itaatkârlar, kâfur katılmış bir kâseden içecekler."

Bundan önce nankörlerin kötü halleri beyân edüdikten sonra burada da şükredicilerin iyi haüeri beyân edilmektedir. Onların bu sıfatla zikredilmeleri, hangi sebeple bu yüksek şerefe nail olduklarım zımnen bildirmek içindir.

6

"Bu kâse ile, Allah'ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir gözeden içerler."

Yani bu şarabı, o gözeden, konaklarından istedikleri yerlere kolaylıkla, tazyikle akıtacaklar ve bu kâse ile ondan içecekler.

7

"O kullar, adadıklarını yerine getirirler ve azabı her tarafa gayet yayılmış olan bir günden korkarlar."

Burada, onların anılan nimetlere hangi amelleri sayesinde eriştikleri beyân edilmektedir. Yani onlar, kendi nefislerine kendilerinin vacip kıldıkları ibadetleri yerine getirirler. O halde Allah in vacip kıldığı ibadetler nasıl yerine getirmezler!

8

"Onlar, kendi canları çekmesine rağmen, yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler."

Yani kendileri yemeğe muhtaç oldukları halde onu yoksula, yetime ve esire yedirirler. Nitekim diğer bir âyette, de şöyle denilmektedir: "sevdiklerinizden Allah yolunda harcamadıkça, hayra erişmiş olamazsınız."

Yahut gönül hoşluğuyda onlara yemek yedirirler.

Yahut Allah sevgisi (rızası) için onlara yemek, yedirirler. Bundan sonra gelecek âyetteki "Allah rızası için doyuruyoruz" ifâdeye en münasip olan mânâ da budur.

Burada esir mutlak olup mü’min olanına da, olmayanına da şamildir. Nitekim Peygamberimize esir getiriliyordu ve o da esirleri bazı müslümanlara verip: "ona iyi bak" diyordu.

Yahut bu esirden murat, mü’min olan esirdir. Binaenaleyh köle ve zindanda olan esirler de buna dâhildir.

Peygamberimiz, borçluyu da esir olarak vasıflandırıp şöyle buyurmuştur: "Senin, borçlun, senin esirindir; ona da iyi davran!"

9

"Biz ancak sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz."

10

"Çünkü biz, o asık yüzlü, çatık kaşlı (çetin ve belalı) günde Rabbim izden korkarız" derler.

Yani anılan sınıfları doyuran kimseler, sadakanın sevabını iptal eden minnet vehmini ve sadakanın sevabını eksilten karşılık beklentisini tamamen bertaraf etmek için sözleriyle veya hal ve davranışlarıyla böyle derler.

Hazret-i Âişe'den rivâyet olunduğuna göre, kendisi, bazı evlere sadaka gönderiyordu. Sonra, sadakayı götüren elçiye, sadaka gönderdiği kimselerin ne dediklerini soruyordu. Eğer elçi, onların duâ ettiklerini söylerse, o da onlara duâ ediyordu ki, Allah katinda sadaka sevabı tam olarak kendisine kalsın.

Yani çünkü biz, bazı insanların yüzlerini asık, kaşlarını çatık hale getiren, yahut çetin ve belalı olan bir günde Rabbimizin azabından korkarız, işte biz bu hayırlı harcamaları yapıyoruz ki, Rabbimiz, bunun sayesinde bizi o günün şerrinden korusun.

Diğer bir görüşe göre ise, bu cümle, karşılık ve teşekkür beklememenin illetidir. Yani biz, karşılık ve teşekkür beklediğimiz takdirde, Allah'ın azabına uğramaktan korkarız.

11

"Allah da onları o günün, şerrinden korumuştur ve yüzlerine bir parıltı, gönüllerine de bir sevinç vermiştir."

Yani Allah da, onların o korkmaları ve sakınmaları sebebiyle kendilerim o günün şerrinden korumuştur ve bedbahtların yüzlerindeki aşıklığa karşı yüzlerine bir parıltı ve bedbahtların gönüllerindeki üzüntüye karşı da onların gönüllerine bir sevinç vermiştir.

12

"Sabretmelerine karşılık da onlara cenneti ve ipek elbiseleri vermiştir."

Yani ibadetlerin meşakkatlerine ve haramlardan sakınmak ve mallarda başkasını kendi nefsine tercih etmek konularında nefsin kötü arzularını terk etmek güçlüklerine sabretmeleri sebebiyle de. Allah, nımederinden diledikleri gibi yiyecekleri cenneti ve giyip süslenecekleri ipek elbiseleri onlara vermiştir.

İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, bir ara, Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyin hastalandılar. Bunun üzerine Peygamberimiz, yanındaki bazı zâtlarla birlikte onların halini sormaya gitti. Bu arada bazı kimseler, Hazret-i Ali'ye: "Çocuklarının şifa bulmaları için bir adakta bulunsan!.." dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma ve Fızzeh adındaki cariyeleri, şayet onlar, şifa bulurlarsa, üç gün oruç tutacaklarına dâir adakta bulundular. Sonra Hazret-i Hasen ile Hazret-i Hüseyin şifa buldular. O sırada evlerinde yiyecek olarak hiçbir şey yoktu. Bunun için Hazret-i Ali, Hayber'li Şem'ûn'dan üç sa' (yaklaşık 3 kilogram.) arpa ödünç aldı. Hazret-i Fatıma da, bunun bir sa'ından hamur yoğurup onların sayısına göre beş ekmek yapti. Onlar da iftarlarını açmak üzere ekmekleri önlerine koydular. İşte tam bu sırada bir dilenci kapıya durup: "Ey Muhammed'in ev halkı! Bir yoksul müslüman'ım; bana yedırin ki, Allah da, cennet sofrasından size yetiksin!" dedi. Onlar da, o yoksulu kendilerine tercih edip ekmekleri ona verdiler ve sudan başka bir şey tatmadan yattılar ve ertesi gün yine oruç tuttular. Nihayet akşam olup yine yemeklerini önlerine koyunca, bir öksüz kapıya durdu. Yine onu da kendilerine tercih edip yemekleri ona verdiler. Üçüncü gün de bir esir kapıya durdu ve yine öyle yaptılar. Ertesi gün sabahleyin Hazret-i Ali, Hasen ve Hüseyin'in elinden tutup Peygamberimizin yanına vardılar. Peygamberimiz, onların, kuş yavruları gibi şiddetli açlıktan titrediklerini görünce: "Sizin bu haliniz beni ne kadar üzdü!.." dedi ve onlarla beraber evlerine gitti. Baktı ki, Hazret-i Fatıma, karnı, sırtına yapışmış gibi ve gözleri çökmüş halde odasında duruyor. Onun bu hah, kendisini çok üzdü. İşte o sırada cebrail nazil oldu ve: "Ey Allah’ın Rasûlü Muhammed! Al şunu! Ehl-i beytinle beraber Allah sana mübarek eylesin!" dedi ve arkasından bu sûreyi kendisine okudu.

13

"Onlar orada tahtlara kurulmuş olarak bulunurlar; ne güneş harareti görürler orada, ne de zemherir (dondurucu soğuk)."

Yani cennetin havası son derece mutedil olup ne rahatsız eden bir sıcaklık var, ne de rahatsız eden bir soğukluk var.

Diğer bir görüşe göre ise, zemherir, Tayy lehçesinde ay demektir. Yani cennetin havası, bizatihi aydınlıktır; orada güneşe ve aya ihtiyaç yoktur.

14

"Cennet ağaçlarının gölgeleri, üzerlerine yakın olmak üzere meyveleri de emirlerine âmâde kılınmıştır."

Yahut onlar için başka bir cennet daha vardn ki, ağaçlarının gölgeleri... nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Rabbinin huzurunda durmaktan korkan için iki cennet vardır."

Diğer bir kırâete göre mânâ şöyledir: Onlar orada güneş ve zemheri görmezler. Halbuki ağaçlarının gölgeleri yakındır. Yani orada güneş olsa da, cennet ağaçları onları gölgeler. Kaldı ki, orada güneş de yok, ay da.

15

Bak. Âyet 16.

16

"Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kâselerle, gümüş beyazlığında billur kupalarla dolaşılır ki, sakiler bu cennet şarabını ölçüşünce sunarlar."

Yani onların istek ve arzuları ölçüsünde, yahut iyi amelleri ölçüsünde sunarlar.

17

"Orada onlara bir kadehten içirilir ki, bu şarabın karışımında zencefil vardır."

Yani karışımında zencefil tadı gibi bir tat olacak. Araplarca en çok beğenilen ve lezzetk olan şarap, karışımında zencefil bulunan şarap olduğu için böyle ifâde, edilmiştir.

18

"Bu şarap da, orada selsebîl adı verilen bir gözedendir."

Selsebîl, adının verilmesi, şarabının içiminin pek hoş ve kolay içiiebilmesı vasfından dolayıdır.

Bu ifâdeden murat, şarabında zencefil tadının bulunduğunu ve içilirken boğazı hiç yakmadığını beyân etmektir.

19

"O insanların etrafında her dem taze olan öyle evlatlar dolaşır ki, sen onları gördüğünde etrafa saçılıp serpilmiş inci taneleri sanırsın."

Yani onların etrafında öyle gençler dolaşır ki, tazelikleri ve yakışıklılıkları daimidir. Sen onları gördüğünde güzellikleri, renklerinin safiyeti, yüzlerinin parlaklığı, meclislerine ve konaklarına dağılmış olmaları ve nurlarının birbirlerine yansıması sebebiyle, onları dağılıp serpilmiş inciler sanırsın.

20

"Sen oranın neresine bakarsan, sınırsız nimetler ve büyük bir mülk görürsün."

Yani cennet ehlinin yurtlarından neıeye bakarsan, geniş ve asude bir mülk görürsün.

Hadiste şöyle denilmektedir: "Cennet ehlinin asgari mekânı, ancak bin senelik bir yürüyüşle kat' edilebilen geniş bir mekândır. Sahibi baktığı zaman, en yakın yerini görebildiği gibi, en uzak yerini de görür."

Diğer bir görüşe göre ise, yani zevali olmayan bir mülktür.

Bir diğer görüşe göre ise, yani cennet ehli bir şeyi istediklerinde mutlaka gerçekleşir.

Başka bir görüşe göre ise, melekler onlara selâm verirler ve yanlarına girmek için kendilerinden izin alırlar.

21

"Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın giyimlikler vardır. Gümüş bileziklerle de süslenirler. Rableri onlara pek temizleyici bir şarap da içirir."

A- "Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın giyimlikler vardir."

Bu vasıf, ya cennet ehli etrafında hizmet için dolaşan gençlerindir, yahut bizzat cennet ehlinindir.

B- "Gümüş bileziklerle de süslenirler."

Bu vasıf, cennet ehlinindir.

Burada gümüş bileziklerin zikredilmesi, Kehf: 31, Hacc: 23 ve Fâtır: 33. Âyetlerinde altın bileziklerin zikredilmesine çelişki oluşturmaz; çünkü cennet ehlinin her iki bilezikle süslenmeleri de mümkündür; bazen gümüş bilezik, bazen de altın bilezik takmaları da mümkündür ve bir kısmının gümüş bilezik, diğer bir kısmının da altın bilezik takmaları da mümkündür. Zîrâ cennet ehlinin süsleri de, onların değişik amellerine göre değişmektedir. Muhtemeldir ki, Allah, cennet ehlinin elleriyle yaptıkları amellerinin mükâfatını, altın ve gümüş kadar birbirinden farklı olan süsler ve nurlar olarak verecektir.

Yahut bu vasıf, anılan hademe gençler içindir. Bu görüşe göre, buradaki vasfın, hademe gençler için, anılan sûrelerde geçen vasıfları ise cennet ehli için olabilir.

C- "Rableri onlara pek temizleyici bir şarap da içirir."

Bu şarap, başka bir çeşit olup anılan her iki çeşit şaraptan daha üstün kalıtededir. Nitekim bunun ıçirilmesinin âlemlerin Rabbine isnâd edilmesi de bunu göstermektedir.

Bu şarap, pek temizleyici olarak vasıflandırılmış, çünkü bu şarap, içenini, hissi dayanaklara meyletmek, hak'tan başkasına dayanmak eğiliminin kirinden tamamıyla temizler. Böylece, bu şarabı içen kutlu insan, yalnız Allah'ın cemalini mütalaa etmek, O'na kavuşmaktan lezzet almak ve O'nun bekasıyla baki kalmak üzere mâsivâdan tecerrüt etmiş olur. Zâten siddıklarin en son mertebesi budur. İşte bundan dolayıdır ki, bahtiyarların mükâfatlarını anlatan makale bununla hitam bulmuştur.

22

"Onlara şöyle denir: kadar bu, sizin için bir mükâfattır; sizin gayretiniz karşılığını bulmuştun"

Yani bu zikredilen büyük ikramlar, sizin güzel amellerinizin karşdığıdın Sizin gayretiniz, rıza ve kabule şayan görülüp mükâfat ile karşılık görmüştür.

23

"Ey Resûlüm! Muhakkak ki, biz, evet biz, bu Kur’ân'ı sana peyderpey indirmişizdir."

Yani üstün hikmetlerin gereği olarak, başkası değil, ancak biz, bu Kur’ân'ı bölümler halinde indirmişizdir.

24

"Artık Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra, yahut hiçbir taşkın kâfire uyma, "

Yani seni günaha davet eden hiçbir günahkârın dâvetine ve seni küfre çağıran hiçbir taşkın kâfirin dâvetine asla uyma.

(Peygamberimiz den sâdır olması mümkün olmayan bu gibi fiillere karşı verilen emirlerin İzahı daha önce birçok kez geçti.)

Diğer bir görüşe göre ise, burada günahkârdan murat, Utbe'dir. Zîrâ o, çok günah işleyen ve fisk ile küfrün birçok çeşitlerini icra eden bir müşrik idi. Taşkın kâfirden murat da, Velid idi. Zîrâ o, küfürde taşkın ve azgınlıkta pek şiddetli idi.

25

"Sabah akşam Rabbinin adını an."

Yani bütün vakitlerde Rabbini anmaya devam et. Yahut sabah, öğle ve ikindi namazlarına devam et.

26

"Ve gecenin bir kısmında da O'na secde et. Ve gecenin uzun bir bölümünde O'nu tesbih et."

A- "Ve gecenin bir kısmında da O'na secde et."

Her halde bundan, murat, akşam ile yatsı namazlarıdır.

B- "Ve gecenin uzun bir bölümünde O'nu tesbih et."

Yani gecenin uzun bir bölümünde de teheccüd namazını kıl.

27

"Kadar, o kâfirler, bu çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar; arkalarındaki çetin günü de ihmal ediyorlar."

Yani o kâfirler, bu dünyayı seviyorlar ve onun fani lezzetlerine dalıyorlar ve önlerindeki, o çetin günü de ihmal edip onun için hiç hazırlık yapmıyorlar. Yahut o çetin günü, arkalarına atip (kulak ardı edip) onu hiç düşünmüyorlar.

28

"Biz, onları yarattık, onların yaratılışını da sapasağlam yaptık. Dilediğimiz zaman da onları benzerleriyle tamamen değiştiririz."

Yani onları helâk ettikten sonra kendilerini, hârika ve gerçek olarak benzerleriyle değiştiririz ki, bu, ikinci diriliş demektir,

Yahut onları itaatkâr birileriyle değiştiririz. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "... ve yerinize sizden başka bir kavim getirir." (Tevbe:39)

29

"Şüphe yok ki, bu, bir öğütlemedir. Artık kim dilerse, Rabbine giden yolu tutar."

Yani bu sûre, yahut yakınlarda zikredilen âyetler, bir öğütlemedir. Artık kim dilerse, kendisini Rabbinin mükâfatına ulaştıracak vesileler edinir; bu sûredekilerle, yahut âyetlerdekilerle amel eder.

30

"Allah dilemedikçe de, siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah, alimdir, hakimdir."

A- "Allah dilemedikçe de, siz dileyemezsiniz."

Ru kelâm hakkın tahkiki olup şart cümlesinin zahirinden anlaşıldığı gibi sadece onlarin dilemesinin, vesile edinmek için yeterli olmadığını beyân etmektedir. Yani Allah, o vesilenin sizin için tahsilini dilemedikçe, siz hiçbir zaman onun tahsiline muktedir olamazsınız. Zîrâ kulun dilemesinin etkisi, ancak çalışmakla sınırlıdır. Sonuca tesir etmek ve onu yaratmak ise, Allah'ın dilemesine mahsustur.

B- "Şüphesiz Allah, alimdir, hakimdir."

Bu kelâm, Allah'ın dilemesinin, ilim ve hikmet esası üzerine kurulduğunu beyân etmektedir. Yani Allah'ın ilim ve hikmeti sınırsız olup o, buna ehil olan herkesi bilmektedir. Bunun için de o, ilim ve hikmetinin gereği olmayan bir şeyi kullar için dilemez.

31

"O, dilediğini rahmetine dâhil eder. O zâlimlere gelince, onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır."

A- "O, dilediğini rahmetine dâhil eder."

Burada da, Allah'ın ilmine ve hikmetine terettüp eden ilâhî iradenin hükümleri beyân edilmektedir. Yani Allah, kimi rahmetine dâhil etmek dilerse, onu rahmetine dâhil eder. O'nun dilediği de, iradesini, Allah'a giden bir yol tutmak yönünde kullanandır, işte Allah da onu, cennete girmeye sebep olan îmân ve itaate muvaffak eder.

B- "O zâlimlere gelince, onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır."

Bunlar da, iradelerini, zikredüenin hilafına kullananlardır.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur.

"Bir kimse, İnsan sûresini okursa, onu Allah katındaki mükâfatı, cennet ve ipek giysiler olur."

0 ﴿