NÂZİÂT SÛRESİ

Mekke'de inmiştir; 45 veya 46 âyettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Gark ederek (söke söke can) alanlara, çıkaranlara, yüzdükçe yüzenlere, hemen koştukça koşanlara, derhal iş yönetenlere yemin olsun ki, siz mutlak ve muhakkak tekrar diriltileceksiniz."

Burada Allah (celle celâlühü), mutlak olarak, ruhları bedenlerden alan meleklere yemin etmektedir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) ile Mücâhid'in görüşü budur.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh), İbni Mesûd, Said b. Cübeyr ve Mesruk'un görüşüne göre ise, kâfirlerin ruhlarını alan meleklere yemin edilmiştir.

Bu melekler, ruhları gark ederek, yani bedenin uçlarından sökerek alırlar.

İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) diyor ki: "Melekler, kâfirin ruhunu, bedeninden, her kılın altından, tırnakların altından ve ayakların kökünden aldıktan sonra bedene gark ederler; sonra bedenden alırlar; hatta çıkacak gibi olsa, onu tekrar oraya iade ederler (sonra tamamını birden akılar), işte kâfirlere yapılan muamele budur."

Diğer bir görüşe göre ise, can vermek sırasında kâfir, sanki boğuluyormuş gibi kendini görür.

Keza melekler, canları çıkarırlar; dalgıçların denizden çıkardıklarını çıkarırcasına yüzdükçe yüzerler; derhal kâfirlerin ruhlarıyla cehenneme ve mü’minlerin ruhlarıyla da cennete koşarlar ve hemen o ruhların azap ve mükâfatlarını düzenlerler; ruhları, kendilerine hazırlanmış acı ve lezzetlere kavuşmak için tedbir alırlar.

Yüzdükçe yüzen ile ondan sonrakilerden başka bir takım melekler de kastedilebihr ki, onlar, emir olundukları dünyevî ve uhrevî vazifeleri yerine getirmek için yüzer gibi sürade koşarlar.

Kimilerine göre bu yeminler, doğudan batıya kadar seyreden yıldızlara yapılmış da olabilir. Bu yıldızlar, feleld (kendi yörüngesini) boydan boya kat' ederek batıdaki en uzak noktaya varır ve bir burçtan çıkıp diğerine girer. Bu arada birbirlerini geçerler. Sonuçta, mevsimlerin oluşması, zamanların takdiri ve ibadetlerin vakitlerinin belirlenmesi gibi, o yıldızların hareketleriyle belirlenen işleri tedvir ederler.

Yahut bu âyetlerde gazilerin nefislerine veya ellerine yemin edilmektedir kı, okları alabildiğine şiddetle çekerler; okları atmak için çıkarırlar; karada ve denizde yüzerler de, düşmanla savaşmaya geçerler; hemen bunun tedbirini alırlar.

Yahut bu âyetlerde gazilerin atlarına yemin edilmektedir ki, bunların gemleri alabildiğince çekilir; çünkü bu atlar, cins atlar olup boyunları uzundur. Ve bu atlar İslam yurdundan savaş yurduna çıkarlar ve hedefe varmak için yüzüp süratle yol alırlar; nihayet zafer ve galibiyet işini tedbir ederler.

Bu görüşe göre tedbirin atlara isnâd edilmesi, tedbirin sebepleri, olmaları itibâııyladır.

Ancak bu görüşlerden Kur’ân'ın yüce şânına lâyık olan, birinci görüştür.

3

(2-3) O hakkında ayrılığa düşmekte oldukları büyük haberden (öldükten sonra dirilmekten) mi? (Hem bununla alay mı ediyorlar?)  

4

Hayır, (ihtilâfa lüzum yok, iş dedikleri gibi değil). İleride (kıyâmet günü, inkârlarının akıbetini) bilecekler.  

5

Hayır hayır, ileride bilecekler.

6

Bak. Âyet 7.

7

"Râcifenin (birinci üfürmenin) sarstığı, onu ikinci üfürmenin takip ettiği gün, işte o gün yürekler titrektir, gözler yere eğiktir. İşte o gün yürekler vâcifedir."

A- "Râcifenin (birinci üfürmenin) sarstığı, onu ikinci üfürmenin takıp ettiği gün, işte o gün yürekler titrektir, gözler yere eğiktin"

Râcifeden murat, vukuunda, sakin olan büyük cisimlerin sarsıldığı hâdisedir. Yani yer ve dağlar gibi bu muazzam cisimler, pek şiddetli bir hareketle sarsılırlar ve pek büyük bir deprem geçirirler. Bu hâdise, Birinci Nefha'dır.

Diğer bir görüşe göre ise, Râcife, yer ve dağlardır. Nitekim başka bir âyette de şöyle denilmektedir: "Yeryüzü ve dağlar sarsıldığı gün..."

Yani siz, mutlak ve muhakkak İkinci Nefha'nin Birinci Nafha'yi takip ettiği gün tekrar diriltileceksiniz; ondan önce değil.. Zîrâ burada gün, her iki Nefha'nin da, içinde vâki olduğu pek uzun bir zaman anlamındadır, iki Nefha arasında kırk sene vardır.

Tekrar dirilme, ancak ikinci Nefha'da gerçekleştiği halde o günün böyle uzun olmasının itibâr edilmesi, iki muazzam hâdisenin o gün vaki olacağını, birincisinde bütün canlıların öleceğini, ikincisinde de hepsinin tekrar dirileceklerini beyân etmek suretiyle o günün ne kadar korkunç olduğunu göstermek içindir.

B- "İşte o gün yürekler vâcifedir."

Yani İki Nefha'nin gerçekleşeceği gün nice yürekler şiddetli ıstırap içindedir.

İbn Abbâs diyor ki: "Yani nice yürekler korku ve dehşet içindedir." Süddî diyor ki: "Yani nice yürekleri, yerlerinden oynayacaktır."

8

Sizleri de (erkek-dişi) çift çift yarattık.  

9

Uykunuzu ise, bir dinlenme yaptık.

10

Bak. Âyet 11.

11

"Biz mi gerçekten eski hallerimize dönmüş olacağız? Çürüyüp ufalanmış bir yığın kemik olduğumuz zaman öyle mi?" diyorlar."

Kıyametin vukuu, yemin tekidi ile beyân edildikten, onun korkunç öncü hâdiseleri ve vukuunda da yüreklerin ve gözlerin maruz kaklıkları zikredildikten sonra burada da, kıyameti inkâr eden ve onu bildiren âyetleri yalanlayanların söyledikleri hikâye edilmektedir. Yani kendilerine: "Sız mutlaka diriltileceksiniz" denildiği zaman, bunu hayretle karşılayıp inkâr ederek. "Biz mı ölümümüzden sonra gerçekten eski hayatımıza dönmüş olacağız?" deyişleri hatırlatılmaktadır.

12

"O zaman, bu, zararına bir dönüş olur" diyerek eğlenmişlerdi."

Bu, onların, eski küfürlerinden kaynaklanan başka bir küfürlerinin hikâye edilmesidir. Onlar, inkâr ettikleri eski hayatlarına dönmeyi, işaret ederek ve bunun vukuunun son derece ihtimal dışı olduğunu zımnen bildirerek istihza yoluyla böyle demişlerdi. Yani eğer bu, doğru ise, o zaman biz, onu yalanladığımızdan dolayı hüsrandayız.

13

"Fakat o, bir tek haykırıştır."

Bu kelâm, onların, çürümüş kemiklere hayat verilmesini inkâr etmelerinden çıkan mukadder sonucun illetidir. Zîrâ inkârlarının sebebi, bunu zor görmeleri olunca, onlarin iddiası reddedilerek denildi ki: "Bunu zor görmeyin; çünkü o, bir tek haykırışla hâsıl olmaktadır. O da, İkinci Sûr'a üfürmedir.""

Bu şekilde ifâde edilmesi, dirilişin, sanki kendisiymiş gibi Nefha ile bitişik olduğuna dikkat çekmek içindir.

14

"O zaman birden kendilerini canlı olarak Sâhiretin (düz beyaz toprağın) üstünde buluverirler."

Yani onlar daha önce toprağın altında ölüler iken, İkinci Nefhaile birlikte kendilerini canlı olarak düz beyaz toprağın üstünde buluverirler.

Diğer bir görüşe göre Sâhiret, cehennemin adıdır.

Rağıb el-İsfahanî diyor ki: "Sâhiret, yeryüzüdür."

Başka bir görüşe göre ise, Sâhiret, kıyamet toprağıdır.

Dahhâkin İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyetine göre Sâhiret, gümüşten bir topraktır; bu toprak üzerinde Allah'a hiç isyan edilmemiştir; Allah, o gün bu toprağı yaratacaktır.

Bir görüşe göre de, Sâhiret, Allah'ın, kıyamet günü yenilediği topraktır.

Bir görüşe göre de, Sâhiret, yedinci arzın adıdır. Allah, o zaman bunu getirecek ve onun üzerinde mahlukların hesabını görecektir. İşte o, yerin, başka bir yerle değiştirildiği zaman olacak.

Sevrî'ye göre, Sâhiret, Şam toprağıdır. Vehb b. Münebbih'e göre Sâhiret, Beyt'ül Makdis dağıdır.

Bir görüşe göre de, Sâhiret, cehennem'in kenarında bir sahradır.

15

"Ey Resûlüm! Mûsa'nın kıssası sana geldi değil mi?"

Bu kelâm, Resûlüllah'ı, kavminin, kendisini yalanlamalarından dolayı teselli edip onlara da, kendilerinden daha güçlü ve büyük olan kavimlere isabet eden felaketin bir benzerinin isabet edeceğini bildirmektedir.

Bu istifhamın mânâsı şöyledir: Eğer Hazret-i Mûsa'nın kıssasından Peygamberimize ilk vahiy edilen bu ise, bu istifham, bunu dikkatle dinlemesi için bir teşviktir. Yani onun kıssası sana geldi mi? İşte ben sana bildiriyorum. Yok eğer kıssadaki icâzm da gereği olduğu üzere, daha önce de bu kıssa, Peygamberimize vahiy edilmişse. Peygamberimizin, daha önce bildiği bir hâdise ile teselli edilmesine hamledilir. Yani bu kıssa, daha önce sana gelmiştir demek olur.

16

"Hani o kutsal vâdi Tuvâ'da Rabbi ona şöyle seslenmişti:"

17

"Fir’avun'a git! Çünkü o, çok azdı."

18

Bak. Âyet 19.

19

"De ki: Arınmaya meylin var mı? Ben seni Rabbinin yoluna hidâyet edeyim de böylece O'ndan korkarsın."

Yani ben seni Rabbini tanımaya (O'nun marifetine) irşad edeyim ki, O'ndan korka sın. Çünkü korkmak (haşyet), ancak ilâhî marifetten sonra gelmektedir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Allah'ın kullarından ancak âlim olanlar, O'ndan korkarlar

Burada korkmak (haşyet), hidâyetin gayesi kılınmış, çünkü bu işin temel dayanağı korkmaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, her hayrı işler; kendini emniyette bilen kimse ise, her şerre cüret eder.

Hazret-i Mûsa'ya, arz anlamında olan istifham şeklinde Fir’avun'a hitap etmesi emredilmiştir ki, nezâket ve idare ile, onu azgınlığından vazgeçirebılsın. Bu kelâm, "Sonra ikiniz, ona yumuşak söyleyin, umulur ki, öğüt alır veya korkar." âyetinin bir nevi açıklamasıdır.

20

"Nihayet Mûsâ, ona en büyük mucizeyi gösterdi."

Hazret-i Mûsâ, bu mucizeyi hemen bu davetinden sonra göstermedi; Sakat kendisi ile Allah arasinda cereyan, eden yakarış ile icabetten ve diğer müracaatlarından ve kendisi ile Fir’avun arasında cereyan eden muhaverelerden sonra nihayet Fir’avun'un, ona: "Eğer bir mucize getirmiş sen, haydi onu göster; eğer doğru sözlülerden isen." dediği zaman bu mucizeyi göstermiştir.

Burada göstermek, ya göze göstermektir, yahut tariftir. Zîrâ lanetk Fir’avun, o mucizeyi görünce, onun gerçek olduğunu anladı. Onun sihir olduğunu iddia etmesi, gerçek dışı olan bir gösterme gayreti ve celâdetini izhar etmek içindi.

Bu mucizenin İtiz. Mûsa'ya nispet edilmesi, zahire göredir. Nasıl ki, "Yemin olsun ki, biz ona mucizelerimizi gösterdik." âyetinde Allah'a nispet edilmesi, hakikate göredir.

Bu en büyük âyetten murat, asanın yılana dönüştürülmesidir. İbn Abbâs'ın görüşü de budur. Zîrâ asanın yılana dönüştürülmesi mucizesi, ilk ve asıl olan mucizedir; diğer mucize (beyaz el) ise onun devamı gibidir.

Yahut bu mucizeden murat, anılan ilk mucize ondan sonraki mucizedir. Bu da Mücâhidin görüşüdür. Zîrâ o iki mucize, bir mucize gibidir. "Sen ve kardeşin, mucizelerimizle gidin..." âyetinde çoğul kipinin kullanılması ise, iki mucize içindeki harikulade şeylerdir ki, gerçek akıl sahipleri için bunların her biri ayrı bir mucize sayılır. Nitekim bunun tafsilatı Tâ-hâ sûresinde geçti.

Bu âyetteki mucizeyi, Hazret-i Mûsa'nın bütün mucizelerine hamletmek caiz değildir; çünkü bu mucizeden başka dokuz mucizeden geri kalanlar, Hazret-i Mûsâ, o sihirbazlara galip geldikten sonra yirmi sene kadar bir zaman içinde aralıklı olarak onun eliyle gösterilmiştir. Nitekim A'raf sûresinde geçti, Ve hiç şüphe yok ki, bu, kıssanın başıdır ve sihirbazların tavırları, henüz beklenmektedir.

21

"Fir’avun ise, yalanladı ve karşı durdu."

Fir’avun, Hazret-i Mûsa'yı yalanladı; onun mucizesine sihir dedi ve davasının hak okluğunu, ona itaat etmenin zorunlu olduğunu anladıktan sonra temerrüt gösterip en şiddetli ve çirkin şekilde karşı durdu. Nitekim doğrudan doğruya Rabb'ül Alemîn'in varlığını inkâr etmeye cüret gösterdi. Halbuki lanetli Fir’avun ile kavmi Allah'a ibadet etmeye, azgın hükümdarların iddia ettiği ve asi toplulukların kabullendiği o büyük iddiayı terk etmeye memur bulunuyorlardı; yoksa yalnız, Isrâiloğullarını esaretten ve baskıdan serbest bırakmakla memur değillerdi.

22

"Sonra yüzünü dönüp olanca gayretiyle mucizeye karşı durdu."

Yani itaate sırtını çevirdi.

Yahut meclisten ayrıldı.

Yahut karşı koymaya yöneldi.

Diğer bir görüşe göre ise, arkasını dönüp yılandan kaçtı. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Mûsâ, Asayı atinca, Asâ, ağzını açmış kıllı bir ejderhaya dönüşmüştü. Öyle bir ejderha kı, iki çenesi arasında mesafe seksen arşın idi. Alt çenesini yere koymuş; üst çenesini de Fir’avun sarayının surunun üstüne koymuştu. Sonra Fir’avun'a yöneldi; Fir’avun kaçmaya başladı; bu sırada korkudan altına etti. İnsanlar da izdiham halinde kaçmaya başladılar. Bu sırada Fir’avun kavminden yirmi beş bin kişi ezilerek öldü.

Deniliyor ki, Asâ, yılana dönüşünce, bir mil kadar havaya sıçradı; sonra yere konup Fir’avun'a yöneldi ve: "Ey Mûsâ! Dilediğini bana emret!" demeye başladı. Fir’avun da: "Ey Mûsâ! Seni gönderenin hakkı için onu tut!" diye yalvarmaya başladı. Mûsâ da, onu tuttu; o da, Asaya dönüştü.

Ancak bu hâdisenin, tekzipte ve isyanda ısrar edip karşı koymaya yeltenmesinden önce olması, bu görüşle ters düşmektedir. Nitekim bundan sonra âyet de bunu bildirmektedir.

23

"Derhal adamlarını topladı da, onlara bağırdı."

Yani Fir’avun, sihirbazları topladı. Nitekim başka âyetlerde, de şöyle denilmektedir: "Fir’avun, şehirlere toplayıcılar gönderdi."

"Bunun üzerine Fir’avun dönüp gitti de, hilesini topladı."

Yani Fir’avun, sihirbazlar ve onların aletleri gibi hile vasıtalarını topladı.

Ve Fir’avun, mecliste bizzat veya münâdi vasıtasıyla şöyle seslendi:

24

"Ben, sizin en yüce ilahınızım! dedi."

Deniliyor ki, Fir’avun, bizzat ayağa kalkıp kavmine hitap ederek bu büyük sözü söyledi.

25

"Allah da, onu ülâ (dünya) ve âhiret nekâliyle (azabıyla) cezalandırdık".

Nekâl, görenleri, duyanları, o cezayı mucip olan fiillerden caydıran müeyyidedir.

Bu ceza, dünyada denizde boğulması, ahirette de cehennem ateşinde yakılmasıdır.

Âyetin, metninde nekâlin, hem dünyaya, hem ahirete izafe edilmesi, cezanın her iki cihanda gerçekleşmesi itibârıyladır; yoksa her iki cihanda da caydırıcı olmak itibarıyla değildin Zîrâ caydırıcılık, ancak dünya için tasavvur olunur; âhiret için tasavvur olunmaz. Zîrâ uhrevî ceza, duyanları dünyada, o cezaya sebep olacak fiillerden mutlaka caydırmaktadır.

Diğer bir görüşe göre, âyetteki âhiret ve ûlâ'dan murat, Fir’avun'un, "Ben, sizin en yüce ilahımızın." sözü ile "Ben, kendimden başka sizin için hiçbir ilah bilmiyorum." sözüdür. Deniliyor ki, Fir’avun'un bu iki sözü arasında kırk sene geçmişti.

26

"Hiç şüphesiz bunda Allah'tan korkanlar için büyük bir ibret vardır."

Yani zikredilen Fir’avun kıssası ile onun yaptikları ve ona yapılanlarda, Allah'tan korkacak olan kimseler için hiç şüphesiz büyük bir ibret vardır.

27

Bak. Âyet 28.28

"Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa şu göğü yaratmak mı? Onu Allah bina etti; onu oldukça yükseltip mükemmel kıldı. Gecesini kararttı; kuşluğunu (gündüzünü) ağarttı."

A- "Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa şu göğü yaratmak mı?"

Bu hitap, kendi iddialarına göre pek zor bir şey olduğuna binaen tekrar diriltilmeyi inkâr eden Mekke müşrikleri için olup onları tahkir ve ilzam etmektedir. Daha önce, "O diriltme, korkunç bir sesten ibaret olacak." âyetinde Allah'ın kudretine göre bunun pek kolay olduğu beyân edilmişti.

Yani sizin takdirinize göre, ölümden sonra sizin yaratılmanız mı daha zor, yoksa bu muazzam göğü ve en küçüğünü kavramakta bile akılların hayrete düştüğü ondaki harikulade şeyleri yaratmak mı daha zor? Nitekim başka âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Elbetteki şu gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir iştir."

"Şu gökleri ve bu yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya Kadir değil mi!" (Yasin: 81)

B- "Onu Allah bina etti; onu oldukça yükseltip mükemmel kıldı."

Burada da, göklerin nasıl yaratıldığı açıklanmakta ve onların nasıl bina edildikleri beyân edilmektedir.

Yani Allah, göklerin yerden yukarıya olan yüksekliğini çok uzak ve yüce kılmıştır. Göklerin, yerden yükseldiği, beş yüz senelik mesafedir.

Ve Allah, gökleri dümdüz, hiç uyumsuzluk ve bozukluk olmayacak şekilde mükemmel yaratmıştır. Yahut Allah, gökleri, yıldızlar, daireler ve ancak Hallak-ı Alîm'in (Her şeyi bilen Yaratan'ın) bildiği varlıklardan göklerin tamamlayıcısı olduklarını bildiği şeylerle tamamlamıştır.

C- "Gecesini kararttı; kuşluğunu (gündüzünü) ağarttı."

Gündüz, kuşluk olarak ifâde edilmiş; çünkü kuşluk vakti, günün en şerefli ve en hoş vaktidir. Bundan dolayı minnet makamında onun zikredilmesi, daha haklı olur. Zâten gecenin, önce zikredilmesinin sırrı da budur. Zîrâ karanlıktan sonra aydınlığın verilmesi, daha tam ve mükemmel bir nimet ve ihsan olur.

Gece ve gündüz, göğe izafe edilmiş, çünkü onların oluşmalarının dönüşümü, gökteld hareketlere bağlıdır.

Bu izafenin güneş vasıtasıyla olması da caizdir. Yani Allah, gündüz, güneşinin ışığını gösterdi, demektir.

29

Gecesini karanlık yaptı, gündüzünü aydınlık...

30

"Bunun ardından da yerküreyi döşedi."

Yani sakinlerinin yerleşmesi ve ülkelerinde dolaşmaları için yerküreyi yayıp döşedi.

31

"Yerden suyunu ve otlağını çıkardı."

Yani yerden pınarlar ve ırmaklar haline suyunu ve otlarını çıkardı.

32

"Dağları da sağlam bir şekilde yerleştirdi."

Yani dağları da sabit kıldı ve yerin, sakinlerini sarsmaması için de yeri dağlarla sabit kıldı.

Bu kelâm, bir hakkı tahkik etmekte ve Kur’ân.'in birçok yerlerinde dağlara nispet edilen bu sabit kılma vasfı, aslında bizatihi dağlara ait olmayıp fakat Allah'ın kudretine bağlı olduğuna ve ilâhî kudret olmasa, değil yeri sabit kılmaları, kendileri bile sabit kalmayacaklarına dikkat çekmektedir.

Dağların sabit kılmaları, vücut olarak daha önce olduğu ve yerin döşenmesiyle ilgisi daha kuvvetli olduğu halde, suyun ve otların yerden çıkarılmalarının önce zikredilmesi, yiyecek ve içeceğe son derece önem verildiğini göstermek içindir.

Gördüğün gibi bu âyet, zahirine göre, yerin döşenmesinin, göğün ve içindekilerin yaratılmasından sonra gerçekleştiğine delâlet etmektedir. Nitekim. Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Allah, yeri., Beytü'l Makdis yerinde, üzerinde yapışık duman bulunan bir dövme taşı biçiminde yarattı Sonra dumanım kaldırdı ve o dumandan gökleri yarattı; taşı da yerinde, tatta ve ondan da yerküreyi döşedi, işte "Göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı düşünmediler mi?" âyeti bunu belirtir.

Daha önce Secde sûresinde belirtildiği gibi, "De ki: siz gerçekten, yeri göğü iki günde Yaratanı inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi; orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeksizin, gıdalar takdir etti. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi; ona ve yerküreye, isteyerek, yahut istemeyerek gelin! dedi. İkisi de, isteyerek geldik, dediler."

......... âyetlerindeki yaratma ve ondan sonra zikredilen üç fiil, eğer takdirî mânâlara değil de, zahirî mânâlarına hamledilırse, bu âyetler ile Bakara süresindeki "O, yerde ne varsa hepsini sizin için yaratti; sonra semaya yöneldi; onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi." âyeti delâlet ediyorlar ki, yerkürenin ve ondald varlıkların yaratılması, göğün ve ondaki varlıkların yaratılmasından öncedir. Tefsir âlimlerinin çoğunun görüş birliği de bu yöndedir.

Şu da rivâyet edilmiştir kı, göklerin ve yerin yaratılmasından önce Arş, su üzerinde idi. Sonra Allah, suda şiddetli hareketler meydana getirdi; bunun sonunda köpükler oluştu; sonra ondan bir duman yükseldi. Köpükler suyun yüzünde kaldı; sonra Allah, köpükte, katılık yarattı; sonra da ondan bir kat yer yarattı; sonra da onu ayırıp ondan diğer katları da yarattı. Dumânâ gelince, o da yükseldikçe yükseldi. Sonunda ondan da gökleri yarattı.

Yine rivâyet olunuyor ki, Allah, yerkürenin cismini Pazar ile Pazartesi günleri yaratti. Salı ile Çarşamba günleri de yeri yayıp döşedi ve içindeki varlıkları yaratti. Gökleri ve içindekileri de Perşembe ile Cuma günleri yaratti. Âdem'i (aleyhisselâm) de cuma gününün bir som saatinde yaratti. Bu saat, aynı zamanda kıyametin kopacağı saattir.

Şu halde kimi âlimlerin dediği gibi, hakikate en yakın olan görüş, bu âyetin (Bakara: 29), burada zikredilen göğün bina edilmesi, onun irtifaının yükseltilmesi ve tamamlanması gibi hususlara işaret sayilmasıdir; yoksa göğün kendisinin yaratılması mânâsına hamledilmesi değildir. Ve yerin döşenmesinin sonralığı da, Arap ve Acem lisanlarında malum olduğu üzere, anlatımdaki sonralıktır; yoksa vücuttaki (gerçekleşmedeki) sonralık değildir." (Türkçe'de bu mânâdaki "sonra" kelimesi, "ayrıca" kelimesiyle eşanlamlıdır.)

Anlatımda yerin döşenmesi hususunun sonra zikredilmesi, ya göğün ahvaline nısbetle, Allah'ın kahredici kudretine delâletinin eksik olduğuna dikkat çekmek içindir, yahut bunun, ilzamda daha etkili olduğunu zımnen bildirmek içindir. Zîrâ yerküredeki varlıklara bağlı olan faydalar, daha çoktur ve insanların maslahatlarının, yerküredeki varlıklara bağlılığı daha açıktır ve insanların, yerküre ahvalinin tafsilatıyla ilgili kavrayışları daha mükemmeldir.

Yukarıda Hasen-ı Basrî'den naklen anlatılan görüş, yerin döşenmesinin, göğün yaratılmasından sonra gerçekleştiğine dâir kesin bir delâlet yoktur. Zîrâ o rivâyette, yerin döşenmesi hususu, dumanın yükselmesine atıf olarak zikredilmektedir. Göğün yaratılmasını bildiren ifâde de, tertibe (sıraya) delâlet etmeyen "vav/ve" harfiyle zikredilmektedir.

Bu îzâh, yukarıda zikredilen secde âyetlerinde, geçen yaratma ile ona atıf olarak zikredilen üç fiilin zahirî mânâlarına harnledilmesıne göredir. Ama eğer o ifâdeler, o fiillerin takdirine hamledilırse, o zaman oradaki delâlet, yerkürenin ve içindekilerin takdirinin, göğün icadından önce olduğundan ibaret olur. Nasıl ki, anılan sûre ile Bakara süresindeki o âyetlerdeki "sünıme/ sonra" kelimesi, (zaman itibarıyla değil, fakat) mertebe itibarıyla olan sonralığa hamledildiği takdirde anılan fiillerin tertibine (sırasıyla olduğuna) hiçbir delâlet yoktur. Bu konudaki tafsilat, mezkûr sürede (Bakara'da) geçti.

33

"Kendinizin ve hayvanlarınızın faydasına bunlar yapılmıştır."

Zîrâ zikredilen yeryüzünün bu şekilde döşenmesi, ondan suyun ve otların çıkarılması faydaları, insanlara ve onların hayvanlarına erişmektedir. Çünkü burada otlardan murat, insanların da, hayvanların da yedikleri gıdalardır.

34

Bak. Âyet 35.

35

"Fakat her şeyi alt üst eden o büyük felaket geldiği vakit, o gün şu insan, yaptıklarını hatırlayacaktır."

Bu büyük felaket, kıyamettir. Yahut ikinci Nefhadır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu büyük, felaket, insanların, mahşerlerine sevk edildikleri saattir.

Bir diğer görüşe göre ise, cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin de cehenneme sevk edilecekleri saattir.

Bundan önceki âyette insanların, dünyevî maişetleri beyân edildikten sonra (kendinizin ve hayvanlarınızın faydasına...) burada da uhrevî halleri beyân edilmektedir.

Yani o gün herkes, yaptığı hayrı ve şerri amel defterinde yazılı görmekle yaptıklarını hatırlayacaktır. Daha önce aşırı gafletten ve uzun zaman geçmesinden dolayı insanlar yaptıklarını unutmuşlardı. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Allah, onu saymıştı; onlar ise onu unutmuşlardı."

36

"Görene cehennem bütün çıplaklığıyla meydana konulacaktır."

Rivâyet olunuyor ki, o gün cehennem açılır da, alev alev yanmaya başlar, işte o zaman görebilen herkes onun dehşetini görür.

Burada, görme fiili, hitap kipi ile de okunmuştur. Buna hitap, Peygamberimizedir. Yani ey Resûlüm! Gördüğün kâfirler için cehennem, bütün çıplaklığıyla meydana konulacaktır.

37

Bak. Âyet 38.

38

"İmdi, kim azdı ise ve dünya hayatını âhirete tercih etti ise, işte O cehennem muhakkak onun varacağı yerin ta kendisidir."

Yani kim azgınlık gösterip hemen geçmek üzere olan fani dünya hayatını, âhiret hayatına tercih etti ise ve dünyanın zevk ü sefasına dalıp imân ve itaat ile ebedî olan âhiret hayatına hazırlık yapmamış ise, işte dehşeti zikredilen o cehennem muhakkak onun varacağı yerin ta kendisidir.

39

Muhakkak cehennem, onun varacağı yerdir.

40

Bak. Âyet 41.

41

"Fakat kim Rabbinin makamından korkar ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırırca, şüphesiz o cennet de onun varacağı yerin ta kendisidir."

Yani kim, o büyük felaket gününde, insanın yaptıklarını hatırladığı günde akıbetinin, kudret elinde bulunduğu Rabbinin huzuruna durmaktan korkar ve nefsini, beşerî cibilliyetin hükmü olan arzularına meyletmekten uzaklaştırırsa, akıbetin vahametini anlayarak dünya hayatının metama, şatafatına itibâr etmezse ve süslerine ve ziynetine aldanmazsa, şüphesiz o cennet de onun varacağı yerin ta kendisidir.

Deniliyor ki, bu iki âyet, Ebû Aziz b. Umeyr ve Mus'ab b. Umeyr hakkında nâzıl olmuştur. Bu iki kardeşten Müslüman olan Mus'ab, Müslüman olmayan kardeşi Ebû Aziz'i Uhud Savaşında öldürmüş ve şehit düşünceye karlar Resûlüllah'ı savunmuştu.

42

"Ey Resûlüm! Sana kıyametin ne zaman gelip demir atacağını soruyorlar."

43

"Onu anlatmaktan sen nerdesin!"

Bu kelâm, müşriklerin, kıyamet vaktini sormalarının reddidır. Yani sen nerdesin, onun vaktim onlara anlatıp öğretmek nerde kı, onun açıklanmasını sana soruyorlar! Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar."

Hulâsa,  kıyametin vaktini onlara anlatmak imkanın hiç yok ki! Çünkü bu bilgi, kıyamet hakkındaki bilgilerinin, bir teferruatıdır. Bu bilgi ise, Allamu'l Ğuyûb (bütün gaybleri bilen) Allah'ın kendine Sen onu nerden bileceksin!

Kimileri, "Yani kıyametin vaktini anlatmak, sadece onların sapkınlığını arttırır." şeklinde tefsir etmişler, Fakat bu îzâhı yapanlar, hakikatten ayrılmışlardır.

Diğer bîr görüşe göre ise, bu kelâmın tefsiri şöyledir: bu sual de ne oluyor! Zâten senin son peygamber olarak kıyamete yakın gönderilmen, onun alametlerinden biridir ve kıyametin yakında kopacağım bilmelerini bildiren bir delildir. İşte kiyamet hakkinda bu kadar bilgi onlar için yeterlidir.

44

"Onu nihaî bilgisi Rabbine aittir."

Bundan önceki âyetin, son görüşe göre tefsiri kabul edilirse, bu cümlenin mânâsı da şöyledir: Kıyametin kesin vaktinin bilgisi ve bununla ilgili tafsilat, sadece Rabbine aittir; O'ndan başkası asla bilemez. Onların vadesi, kıyametin yakın ve kopmak üzere olduğunu bilmektir. Ve bu da ey Resûlüm! Senin gönderilmenle zâten hâsıl olmuştur. O halde bundan sonra onu sana sormalarının mânâsı nedir?

Birinci görüşte ise, bu âyetin mânâsı şöyledir: kıyametin nihaî bilgisi sadece Rabbine aittir; kim olursa olsun, hiç kimse bunda bilgi sahibi değildir. O halde onlar niçin onu sana soruyorlar?

45

"Sen ancak ondan korkanları uyanırsın."

Anılan birinci görüşe göre bu kelâm, makabli için bir takrirdir; ondan murat olan mânâyı tahkiktir ve bu konuda Peygamberimizin vazifesinin beyânıdır. Zîrâ Peygamberimizin, kıyameti onlara anlatmasının reddedilmesi, zahirine göre, kıyameti hiçbir veçhile anlatmaması mânâsını da vehmettirehihr. İşte bu vehmin izale edilmesi için, Peygamberimizin onlara anlatmasının yasaklanan hususun, onlarin suallerine uygun olarak, kıyamet vaktini tayin etmektir. Bu itibârla bu kelâmın mânâsı şöyledir: Ey Resûlüm! Sen ancak, kıyametten korkanları uyarırsın; senin vazifen, sana verilen emirlere uyup kıyametin yalan okluğunu ve kıyametin korkunç hallerini bildiğin kadar anlatmaktır; yoksa senin vazifen, kıyametin sana bildirilmeyen kesin vaktini anlatmak değildir. O halde anlatılması senin vazifelerinden olmayan bir hususu ne diye sana soruyorlar?

İkinci görüşe göre ise, bu kelâm, "Zâten sen onun alametlerinden birisin" cümlesinin takriri olup Peygamberimizin, son peygamber olarak gönderilmesinin, kıyametin gelişini uyarmakta olduğunu beyân etmektedir.

Nitekim Peygamberimizin su hadisi de bunu ifâde etmektedir: "Benim gönderildiğim zaman ile kıyamet vakti, şu şahadet parmağım, ile orta parmağım gibi olup neredeyse o önüme geçecekti " 24

24- Buharî/Kitabu't Tefsir, sûre: 79; Müslim/Kitabu'l Cumua, hadis: 43; ibni Mace/el-Mukaddime, bab: 7; Dârimî/Kitabu'r Rıkak, bab: 46; Ahmed b. Hanbel Müsned- 4/309; 5/92, 103, 108

46

"Kıyamet gününü, gördüklerinde, onlar sanki bir akşam vaktinden, ya da bir kuşluk vaktinden başka kalmadıklarını sanıdan"

Bu kelâm, anılan uyarının bildirdiği uyarı konusu kıyametin süratle gelmekte olduğu anlamını takrir ve tekîd ediyor olabilir. Özellikle anılan ikinci görüşe göre bunun takrir olması, daha anlamlıdır.

Yani onlar kıyameti gördüklerinde, onlar sanki uyarıdan sonra bir günün aksam vaktinden ya da kuşluk vaktinden başka hiç kalmadıklarını sanırlar.

Yahut bu kelâm, o müşriklerin, suallerinde mündemiç olanı reddetmektedir. Zîrâ onlar, istihza yoluyla olsa da, kıyametin çok geç kopacağını ve çabuk gelmesini istedikleri için vaktini soruyorlardı ve: "Eğer doğru sözlüler iseniz, bu tehdit ettiğiniz azap ne zamandır?" diyorlardı.

Şu halde mânâ şöyledir. Onlar kıyameti gördüklerinde, uyarıdan sonra, yahut kıyamet ile yapılan tehditten sonra bir akşam vaktinden, ya da bir kuşluk vaktinden başka kalmadıklarını sanırlar.

Bu kalmanın, dünyada, yahut kabirlerde olması hususu, makamın gerektirdiği bir şey değildir; bu makamın gerektirdiği husus, uyarıdan veya tehditten sonra olması ve uyarının tahkiki ve onların bunu geç görmelerinin reddi olmasıdır.

Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Nâziât sûresini okursa, kabirde ve kıyamette, Allah'ın, ancak bir namaz vakti kadar bekletip de sonra cennete dâhil eylediği kimselerden olun" Allahu Âlem/ Allah, cümle âlimlerden daha iyi bilir.

0 ﴿