ABESE SÛRESİMekke'de nazil olmuş olan bu sûre 42 âyettir. 1Bak. Âyet 2. 2"Kendisine âmâ geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi, " Rivâyet olunuyor ki, kendisi, İbni Ummi Mektûm (/Ümmü Mektûm'un oğlu) lakabıyla ve babası da Ümmü Mektûm (Mektûm'un Annesi) lakabıyla meşhur olan Abdullah b. Şureyb b. Mâlik b. Ebi Rebia el-Fehri, bir gün Resûlüllah'ın huzuruna geldi. O sırada Kureyş'in ulularından Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ebû Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdulmuttalib, Ümeyye b, Halef ve Velid b. Muğire adlarındaki şahıslar da Peygamberimizin huzurunda bulunuyorlardı. Peygamberimiz, kendileri Müslüman olduğu takdirde başka birçok kimseler de onlara bakarak Müslüman olur umuduyla onları itina ile İslam'a davet ediyordu. İşte bu sırada anılan İbni Ummi Mektûm: "Ya Resûlallah! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da oku; bana da öğret!" dedi ve bunu birçok kez tekrarladı. Kendisi (âmâ olduğundan) Peygamberimizin, anılan toplulukla meşgul olduğunu bilmiyordu. Peygamberimiz, konuşmasını böyle kesmesini hoş karşılamadı ve yüzünü ekşitip ondan çevirdi. İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. Bundan sonra Peygamberimiz, İbni Ummi Mektûm'e ikramda bulunuyor ve kendisini gördüğü zaman: "Rabbimin, kendisi yüzünden beni kınadığı zâta merhaba!" diyordu ve her zaman: "Senin bir ihtiyacın var mı?" diye soruyordu. Peygamberimiz, İbni Ummi Mektûm'ü, iki kez Medine'de yerine vekil bıraktı. Âyette, onun âmâlık vasfının zikredilmesi, ya onun Peygamberimizin, yanındaki toplulukla olan konuşmasını kesmeye yeltenmesinde mazur olduğunu önceden belirtmek ve kendisine, ziyadesiyle şefkat ve merhametle davranılmaya hakkı olduğunu bildirmek içindir; yahut inkâr ve reddi kuvvetlendirmek içindir. Sanki şöyle denilmiştir: O, âmâ olduğu için ondan yüz çevirdi. Nitekim "Ne bilirsin?.." hitabı da bunun içindir. Zîrâ doğrudan doğruya hitap, kınamayı daha da ağırlaştırır. 3Bak. Âyet 4. 4"Ey Resûlüm! Ne bilirsin? Belki o, temizlenecek; yahut öğüt alacak da, bu öğüt ona fayda verecekti." Yani belki o, senden alacağı öğütle, günahların kirinden tamamen arınaçaktı. Temizlenmesi, kesin olduğu halde belki ifâdesinin kullanılması, azamet ifâde etmek âdeti üzere vârid olmuştur. Yahut Peygamberimize göre umut mânâsı itibâr edilmiştir ki, bununla şu hakikate dikkat çekilmektedir: temizlenme umudu olduğu zaman yüz çevirmek câız değildir. O halde temizlenme kesin olduğu zaman nasıl caiz olabilir! 5Bak. Âyet 6. 6"Kendisini öğütten müstağni gören kimseyi buldun mu, ona yönelip ilgileniyorsun. Onun temizlenmek istememesinden sana ne?" Yani kendilerini îmândan ve senin yanındaki Kur’ân'ın içerdiği ilim ve irfandan müstağni gören kureyş ulularına yönelip onların irşadına ve ıslahına önem veriyorsun. Onun, Müslüman olup temizlenmemesinden dolayi sana bir zarar yok ki, ona böyle önem veriyorsun ve Müslüman olandan yüz çeviriyorsun! Bu ifâde, Peygamberimizi, Kureyş'in o ulularıyla sohbet etmekten ziyadesiyle nefret ettirmektedir. Zîrâ yüz çevirene yönelmek, büyüklerin şânından değildir. 7Onun (İslâm’ı kabul etmeyib) temizlenmemesinden sana ne? (Sen ancak tebliğe memursun). 8Bak. Âyet 9. 9"Ama korkar olduğu halde koşarak sana gelen kimse oldu mu, ona da aldırmıyorsun." Yani Allah'tan korkar olduğu halde... Diğer bir görüşe göre ise, sana gelirken katillerden korkar olduğu, halde... Bir diğer görüşe göre ise, yanında yedeni olmadığı için düşmekten korkar olduğu halde... Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz, bu sûre nazil olduktan sonra hiçbir zaman bir fakire yüz ekşitmedi ve bir zengine de önem vermedi. 10Sen ondan yüz çeviriyorsun. 11Bak. Âyet 12. 12"Asla doğru değil! Çünkü bu. Kur’ân, bir öğütlemedir. Bunun için kim dilerse, ondan, öğüt alır. Bu Kur’ân, çok şerefli ve tertemiz yüce sahibelerdedir. Çok şerefli, çok dürüst Sefere'nın/Kâtiplerın elleriyle yazılmıştır. A- "Asla doğru değil! " Bu kelâm, Peygamberimizi, kınanmasına sebep olan davranıştan men' etmektedir ki, o da, yukarıda zikredildiği gibi, îmân ve itaate olan daveti ile bunları emreden Kur’ân'dan kendisini müstağni gören kimseye yönetip ona ilgi göstermesi ve bu yüzden, irşâd isteyen kimsenin irşadından yüz çevirmesıdır. B- "Çünkü, bu Kur’ân, bir öğütlemedir. Bunun için kim dilerse, ondan öğüt alır." Yani bu Kur’ân, öğüt alınması ve gereğince amel edilmesi gereken bir öğütlemedir. Bu kelâm, Peygamberimizin mezkûr davranıştan men' edilmesinin illeti olup Kur’ân-ı Azîm'in mertebesinin, kendisini ondan müstağni gören ve Peygamberimizin ilgi gösterdiği kimselere ihtiyacı olmaktan yüce olduğunu beyân etmekte ve onun şânının, öğütlenmek isteyenlere gerçekten öğüt olduğunu beyân etmektedir. O halde ona rağbet eden, onu hıfz eder ve ondan öğüt alır; kendini müstağni görenler gibi ona rağbet etmeyenlere ise, ilgi göstermeye sebeb yoktur. C- "Bu Kur’ân, çok şerefli ve tertemiz yüce sahibelerdedir. Çok şerefli, çok dürüst Sefere'nin/ Kâtiplerin elleriyle yazılmıştır." Yani bu Kur’ân, Allah katında çok şerefti ve şeytanların ellerinin değmesinden münezzeh, gökte yedinci katta bulunan, yahut kadri ve zikri yüce olan ve Levh-i Mahfuz'dan istinsah edilmiş sayfalardadır. Bu Kur’ân, Allah katında çok şerefli, yahut mü’minlere karşı gayet şefkatti olup onlari kemale erdiren ve onlar için mağfiret dileyen takvâlı, Allah'a itaatkâr olan, çok dürüst melek kâtiplerin elleriyle Levh-i Mahfuz'dan istinsah edilerek yazılmıştır. Yahut sefir (elçi) meleklerin elleriyle yazılmıştır ki, bu melekler, vahiy getirmekle, Allah ile peygamberler arasında elçilik yapmaktadır. Bu kâtipleri, peygamberler olarak, tefsir etmek, hakikatten uzaktır. Zîrâ peygamberlerin vazifesi, vahyi yazmak değil, onu telakki edip ümmeti emirler ve yasaklar ile irşâd etmek, dinin kurallarını ve hükümlerini öğretmektir; yoksa ümmete mücerret elçilik değildir. Keza, âyetteki sefere'yi (kâtipleri), kitapları okudukları için kurrâ (kıraet uzmanları), yahut Peygamberimizin ashabı olarak tefsir etmek de doğru değildir. Zâten âlimler diyorlar ki, sefere kelimesi, lügat itibarıyla başkaları için kullanılabilse de, yalnız meleklere mahsus olarak kullanılır; başkaları için kullanılmaz, Kaffâl diyor ki: "Tertemiz olan meleklerden başkasının eli o sayfalara (Kur’ân'a) değmediği için, onu Levh-i Mahfuz'dan istinsah ederek yazan melekler tertemiz oldukları için Kur’ân'a da tertemiz denilmiştir." Kurtubî diyor ki: "Kur’ân'a ancak tertemiz olanlar, dokunabilir." (Vakıa: 79) âyetindeki tertemiz olanlardan murat, bu çok şerefli ve çok dürüst olan kâtip meleklerdir, 13O Kur’ân, (Levh-i Mahfûz’da, Allah katında) çok şerefli sahifelerdedir. 14Ki (onların) kıymetleri yüksektir; tertemizdirler... 15(Meleklerden ibaret) kâtiblerin elleri ile yazılmıştır, 16Ki onlar, (Allah katında) kerimdirler, itâatkârdırlar... 17"Öldürülesice o insan! Ne nankördür o!" Bu kelâm, insan için en şenî beddua olup onun nankörlükteki ifratına taaccüp ettirmekte ve bu bedduaya müstahak olduğunu beyân etmektedir. Bu insandan murat, ya kendisine yönelip îmân etmeyi gerektiren o yüce vasıfları zikredilen Kur’ân-ı Kerim'den kendisini müstağni gören kimselerdir. Yahut insanın bütün fertleri değil, fakat anılan kimseleri de, emsalini de kapsayan bir cinsdir. Bu bedduanın metni pek kısa olmakla beraber pek büyük bir gazap ve son derece ağır bir tahkir bildirmektedir.. 18"Yaratan, onu hangi şeyden yaratmıştır?" Bu kelâmda, o insanin nankörlükteki ifratını beyân için, yaratılışının başlangıcından ömrünün sonuna kadar Rabbinin, kendisine bahşettiği çeşitli, nimetlerin açıklanmasına başlanmaktadır. Bu nimetlerin hakki, şükür ve itaat ite verilmesi gerekirken, bu nankörlük ile hakları ihlal edilmektedir. 19"Onu bir nutfeden yaratmış da, ona şekil vermiştir." Bundan önceki âyetteki soru ve bu cevap, o insan için büyük bir tahkirdir. Yani hangi değersiz şeyden onu yaratmıştır? Onu değersiz bir damla sudan yaratti da, ona yarayan, yaraşan âza ve şekillere hazırladı. Yahut onu aşamalardan geçirip nihayet yaratılışını tamamladı. 20"Sonra o yolu kendisine kolaylaştırmıştır." Yani Allah, onun ana karnından çıkmasını kolaylaştırmıştır. Şöyle ki: Rahmin ağzını açmış ve baş aşağı olması için ona ilham vermiştir. Yahut insana hayır ve şer yollarını müyesser kılmış ve her ikisinde yürüme imkânını vermiştir. 21"Sonra onun canını, almış da, kabre konulmasını emir buyurmuştun" Yani Allah, insana saygı olarak kabre gömülmesini emir buyurmuş ve diğer hayvan leşleri, gibi, yırtıcı hayvanlara ve kuşlara yem olmak üzere cesedinin toprağın üstünde terk edilmesine izin vermemiştir. İnsanin ölümü de, nimetlerden sayılmış, çünkü ölüm, ebedî hayata ve kalıcı, nimetlere erişmenin kısmen vasıtasıdır. 22"Daha sonra, dilediği zaman onu yeniden diriltecektir." Yeniden diriltmenin Allah'ın dilemesine bağlanması, onun vaktinin belli olmadığını, Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu bildilinektedir. 23"Hayır! O, Allah'ın, kendisine emrettiğini hâlâ yerine getirmiş değildir." Bu, insanin halinin tasvibe şayan olmadığını, zîrâ Hazret-i Âdem'den ben bu uzun zaman içinde Allah'ın emirlerini tamamıyla yerine getirmediğini beyân etmektedir. Çünkü hiçbir kimse, taksirattan hâli değildir. Derler ki; Mücâhid ile. Katâde'den de böyle nakledilmiştir. Ancak hiçbir şüphe yoktur ki, âyet-i kerimenin siyakı, insaninin cinÂyetinin pek büyük olduğunu beyân etmek ve büyük bir gazabı gerektiren ifrat derecesindeki nankörlüklerini tahkik etmektedir. Ve hiçbir insanın, hâli olamayacağı bu kadar taksirat ile bunun tahakkuk etmeyeceği gayet açıktır. Bunun aksi nasıl iddia edüebiik ki, Peygamberimiz: "Hûd sûresi, Beni ihtiyarlattı." buyurmuştun Zîrâ Hud sûresinde "Emir olunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112) âyeti bu sûrededir." 25 25 Tirmizî /Kitabu't Tefsir, sûre: 56, bab: 6 Bu itibârla doğru olan îzâh şudur: Allah'ın emirlerini yerine getirmemiş olan insandan murat, mutlak olarak bütün insanlar değil, fakat kendisini müstağni gören insanlardır ve bu hükmün hepsine isnâd edilmesi, mücaneset (hepsinin cinsi bir olması) itibarıyla kınamayı ağırlaştırmak içindir. Nitekim "Hiç şüphesiz insan, çok zâlim ve çok nankördür." (İnne'l-insâne le zalûmün keffâr) (İbrâhîm: 34) âyetinin ifâdesi de bu kabildendir. Yahut burada kastedilen selb-i külü değil, icab-ı küllidir. Yani insanın fertlerinin tamamı, Allah'ın emrettiklerini yerine getirmemişler, bazıları bunu küfür ve isyan ile ihlal etmişlerdir. Oysa ki, bütün insanlara şamil olan çeşitli nimetlerin gereği sadece bazı insanların değil, hiçbir insanın, emirlere itaatten ayrılmaması idi. Bir görüşe göre, âyetin metnindeki kellâ, (hayır! anlamında olmayıp) haktır, anlamındadır. Yani şu da bir gerçektir ki, insan, Allah'ın, kendisine emrettiğini hâlâ yerine getirmemiştir. 24"O insan, yemeğine bir baksın!" Bundan önce, insanın var olmasıyla alâkalı nimetler açıklandıktan sonra burada da, insanın bekasıyla alakalı nimetler tâdât edilmektedir. Yani insan, hayatının bağlı olduğu yemeğine bir baksın; onu biz, nasıl tedbir etmişiz! 25Bak. Âyet 26. 26"Şöyle ki: biz o suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı yardıkça yardık da, orada ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Bütün bunlar sizi ve hayvanlarınızı faydalandırmak içindir." A- "Şöyle ki: biz o suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı yardıkça yardik da, orada ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik." Bu sudan murat, yağmurdur. Bu, insanın yemeğini îzâh etmektedir. Zîrâ su, yemeğinin meydana gelmesinin sebebidir. Yani biz, pek acayip bir şekilde yağmuru yağdırdıkça yağdırdık. Sonra toprağı, hârika bir nizam ile, bitkilerin, küçüklük, büyüklük, şekil ve durumuna göre uygun bir biçimde bitkilerle yardıkça yardık da, orada ekinler (taneler), üzüm bağları.., bitirdik. Burada, toprağın yarılmasının, çift sürülmesi (toprağın sabanla sürülüp aktarılması) mânâsına hamledilmesine, sıra ve tertip ifâde eden harflerin (sümme, fe) mânâları engeldir. Zîrâ çift sürülmesi şeklindeki toprağın yarılması ile yağmur arasında bir tertip olmadığı gibi, onunla tanelerin hemen bitirilmesi arasında da sıra yoktur. Tertip ve sıra ancak, yağmurun yağdırılması ile toprağın bitkilerle yarılması arasında malum, süreç ile mevcuttur ve keza, mezkûr yarılma ile mühletsiz olarak tanelerin yetiştirilmesi arasında da tertip vardır. Zîrâ bitmekten murat, topraktan bitip nema tekâmül edinceye ve tane meydana gelinceye kadar olan süreçtir. Çünkü toprağın, bitki ile yarılması, o mertebeye gelinceye kadar durmadan artarak ve genişleyerek devam eder. İlave olarak, nazm-ı kerimin (âyetlerin) siyakı da, Allah tarafından, malum âdetlerin haricinde harikulade olarak, nimetlerin bahşedilmesinin beyânı içindir. Âyetin metnindeki Ebb'en (çayırlar) kelimesi, Diğer bir görüşe göre, kış için kaldırılan kuru meyve anlamındadır. Ebû Bekir el- Sıddık'tan rivâyet olunduğuna göre, kendisine, bu âyette geçen Ebb kelimesinin mânâsı sorulmuş ve o da şöyle demiştir: "Ben, Allah'ın kitabındakilerden bilmediğim bir şey hakkında konuşursam, hangi gök beni altında ve hangi yer beni üstünde barındırır!" Hazret-i Ömer'den rivâyet olunduğuna göre, kendisi bu âyetleri okumuş ve: "Bütün bunları anladık; fakat Ebb nedir?" dedikten sonra elindeki asayı kaldırmış ve şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim ki, bunun hakkinda bir şey söylemem, zorlanma olur. Ey Ömer'in anasının oğlu! Ebb'in ne olduğunu bilmezsen, sana ne yükümlülük olur!" Sonra Hazret-i Ömer, şöyle demiştir: "Bu kitaptan (Kur’ân'dan) açıkça anlaşılanlara uyun; anlaşılmayanı ise, öylece bırakın!" B- "Bütün bunlar sizi ve hayvanlarınızı faydalandırmak içindir." Zîrâ sayılan nimetlerin bazıları insanların yiyecekleridir; bazıları, da hayvanlarının yiyecekleridir. 27Böylece bitirdik onda daneler, 28Üzümler, yoncalar. 29Zeytinlikler, hurmalıklar. 30Ağaçları göğe doğru yükselen bahçeler, 31Meyveler ve nice çayırlar... 32(Bütün bunları) sizin ve davarlarınızın menfaati için yarattık. 33"Artık o kulakları sağır eden ses geldiği zaman." Yahut mahlukların dikkat kesilip dinledikleri ses geldiği zaman. Bu ses, ikinci kez Sûr'a üfürülmesidir. Zîrâ insanlar dikkat kesilip bu sesi dinleyeceklerdir. Diğer bir görüşe göre ise, şiddetinden dolayı kulakları sağır eden haykırış demektir. Bir diğer görüşe göre ise, kulaklara çarpan ses demektir. Bundan önce insanların ilk yaratılışları ve hayatları anlatıldıktan sonra burada da onların akıbetleri anlatılmaya başlanmaktadır. 34Bak. Âyet 35. 35"O gün kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar." Yani kıyamet günü, kişi, dünyadaki halinin aksine, en sevdiği bu yakınlarından bile yüz çevirir; onlarla konuşmaz ve onlarin halini sormaz; çünkü kendi derdiyle meşguldür. Kişinin bunlardan kaçışını, kendisine hiçbir fayda temin edemeyeceklerim bilmekle îzâh etmeye, yahut kendisinden haklarını istemelerinden kaçınmakla îzâh etmeye bundan sonraki âyet müsait değildir. 36Zevcesinden ve oğullarından, 37"O gün onlardan her birinin kendine yetip artacak bir derdi vardır." Zîrâ bu âyet, onların niçin kaçtıklarını beyân etmektedir. Yani zikredilenlerden her biri için kendine yetecek bir mesguliyet ve korkunç bir durum vardır. Akrabaların taleplerinden kaçınmak, yahut onlara kızdığı için onlardan kaçmak ise, bu kabil kaçmaktan değildir. Nitekim İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, kiyamet günü Kabil, kardeşi Kabil'den kaçar; Peygamberimiz de, annesinden kaçar; İbrâhîm peygamber de, babasından kaçar; Nûh peygamber de, oğlundan kaçar; Lût peygamber de karısından kaçar. Keza, rivâyet olunuyor ki, kıyamet günü kişi, kendi kötü halini görmesinler diye, dostlarından ve akrabalarından kaçar. Bir kırâete göre, âyetin metnindeki’Yuğnîhi" (kendisine yetip artacak) kelimesi, "ya'nîhi" olarak okunmuştur. Yani onlardan her birinin, kendisini ilgilendiren bir derdi vardır. Burada Ya'nîhi fiili, kastetmek mânâsında değil, ilgilendirmek mânâsındadır. Nitekim "Kişinin, kendisini, ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, islam'ının güzelliğindendir"26 hadisinde de bu mânâdadır. 38Bak. Âyet 39. 39"O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir." Bundan, önce, o korkunç felaketin hepsini kapsayacağı zikredildikten sonra burada da onların akıbetleri ve bahtiyarlar ile bedbahtlar olmak üzere iki kısma ayrıldıkları beyân edilmektedir. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, bazı insanların yüzlerinin parlak, güleç ve sevinçli olması, geceleri ibadetle ihya etmelerinden, dolayıdır. Bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Bir kimsenin gece namazı çok olursa, gündüzleri yüzü güzel olur." Dabhâk'tan rivâyet olunduğuna göre, bu insanların yüzlerindeki nur, abdest almanın eserlerindendir. Diğer bir görüşe göre ise, bu insanların yüzlerindeki nur, Allah yolunda tozlanmalarından dolayıdır. İşte bu bahtiyar insanlar, ebedî nimetleri ve daimî mutluluğu gördükleri için yüzleri, güleç ve sevinçlidir. 40Bak. Âyet 2. 41"O gün bir takım, yüzler de vardır ki, onları keder (toz) kaplamış, karanlıklar bürümüştür. İşte onlar, kâfirlerin ve günahkârların ta kendileridir." Onlar küfür ve günahları kendi nefislerinde topladıkları için Allah da, onların yüzünde, keder (toz) ve karanlığı toplamıştır. Peygamberimizden rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, Abese sûresini okursa, kıyamet günü mahşere gelirken yüzü güleç ve sevinçli olacaktır." 42İşte bunlar, kâfirler, facirlerdir... |
﴾ 0 ﴿