BÜRÛC SÛRESİ

Mekke'de nazil olmuştur; 22 âyettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Burçlara sahip olan gökyüzüne, vaat edilen o güne, şahid ve meşhûde (şahitlik edene ve edilene) yemin olsun ki, ateşi alev alev yanan o hendek yaranı yakılarak öldürüldüler. Onları yakanlar da, hendeğin kenarına oturmuş, seyrediyorlardı. Onlar, bu mü'minlere yaptıklarına da şahitlik ediyorlardı."

A- "Burçlara sahip olan gökyüzüne, vaat edilen o güne, şahid ve meşhûde (şahittik edene ve edilene) yemin olsun ki, ateşi alev alev yanan o hendek yaranı yakılarak öldürüldüler."

Bu burçlardan murat, gökteki on iki burçtur." (Burç, aslında saray demektir.) bu burçlara gezegenler uğradığından ve oralarda sabit yıldızlar bulunduğundan dolayı Burç adını akmışlardır.

Yahut bu Burçlar, ayin menzilleridir.

Yahut bunlardan murat, büyük yıldızlardır. Bunlara Burç denilmesi, gayet parlak görülmelerinden dolayıdır.

Yahut bu Burçlar, gök kapılarıdır. Zîrâ gökten inen hadisler, bu kapılardan çıkmaktadır.

Vaat edilen gün, kıyamet günüdür.

Şahid, mahşerde hazır bulunan mahluklar ve Meşhûd da, onların o gün şahit oldukları acayip hallerdir.

Diğer bir görüşe göre ise, Şahid, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'dir; Meşhûd da, kıyamet günüdür.

Bir diğer görüşe göre, Şahid ve Meşhûd, İsâ (aleyhisselâm) ile ümmetidir. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Sen, onların üzerinde şahit idin..."

Bir diğer görüşe göre ise, şahid ve meşhûd, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti ile diğer ümmetlerdir.

Başka bir görüşe göre ise, Şahid ve Meşhûd, Terviye günü (Arefe'den bir önceki gün) ile Arefe günüdür.

Bir başka görüşe göre ise, Arefe günü ile Cuma günüdür.

Bir görüşe göre, Şahid ve Meşhûd, Hacer-i Esved ile hacılardır.

Bir görüşe göre de, günler ile geceler ve insanlardır.

Hasen-ı Basrî'den rivâyet olunduğuna göre diyor ki: "Bizim yaşadığımız her Allah'ın günü, mutlaka bize şöyle seslenir: ben, yeni bir günüm; ben, bende işlenen her şeye şahitlik ederim. O halde beni ganimet bil; zîrâ benim, güneşim battı mı, kıyamet gününe kadar beni bir daha yakalayamazsın! "

Bir görüşe göre de, Şahid ve Meşhûd, muhafız melekler ile (onların amellerini yazdıkları.) insanlardır.

Bir görüşe göre de, diğer peygamberler ile Peygamberimizdir (aleyhisselâm)

En zahir olan görüşe göre, bu cümle, beddua ifâde etmektedir. Sanki şöyle dendmıştir: Bu şeylere yemin ederim ki, Mekke kâfirleri, tıpkı o hendekçiler gibi lanetlenmişlerdir.

Zîrâ bu sûrenin vârid olmasının sebebi, mü’minleri, îmânları üzerinde sabit kılmak, kâfirlerin eziyetlerine sabretmelerini sağlamak, kendilerinden önceki ümmederin, îmânlarından dolayi uğradıkları işkenceleri ve onlarin buna nasıl katlandıklarını hatırlatmaktır. Ta ki, Peygamberimizin ümmeti., bununla teselli bulsunlar; kendi kavimlerinden gördükleri ezalara sabretsinler ve bilsinler ki, kendilerine bu ezaları yapan kavimleri de, o eski işkenceciler gibi olup bunlar da, onlar gibi lanetlenmişler ve onlar hakkında söylenmiş olan şeylere, bunlar da müstahak olmuşlardır.

Peygamberimizden rivâyet olunuyor ki: "Eski hükümdarlardan bilinin bir büyücüsü vardı. Nihayet bu büyücü yaşlanınca, hükümdar, büyüyü öğretmesi için büyücünün yanına bir oğlan verdi. Oğlanın yolunda bir rahip vardı. O oğlan, rahibin konuşmasını dinleyip ondan bir şeyler öğrendi Bir gün bu oğlan, geçtiği yolda bir canavar gördü; canavar, insanların yolunu kapatmış. Deniliyor ki, bu canavar, bir aslan idi. O oğlan da, bir taş aldı ve: "Allahimi Eğer bu rahip, senin katında, büyücüden daha makbul ise, bu canavarı bu taşla öldür!" diyerek taşı attı." (ve attığı taş, canavarı öldürdü.) Bundan sonra o oğlan, körü ve alacalıyı iyileştirmeye ve dertlilere deva dağıtmaya başladı. Bu arada hükümdarın bir nediminin de gözleri kör oldu. Bu oğlan, onun gözlerini de iyileştirdi Hükümdar, gözlerinin eski sağlığına kavuştuğunu görünce, "Gözlerini eski sağlığına kim kavuşturdu?" diye sordu. Nedimi de: "Rabbim!.." dedi. Hükümdar, ona kızdı ve kendisine işkence yaptı. Sonunda oğlanı ele verdi. Hükümdar, ona da işkence yaptı. Sonunda o da, rahibi gösterdi. Rahibe de işkence yaptı; fakat rahip dininden, dönmedi.

En son rahip, bıçkı ile paramparça edilerek öldürüldü. Oğlan da, dininden dönmeyi reddetti. Sonra oğlan, dağın tepesinden aşağıya atılmak üzere dağın zirvesine çıkarıldı. Orada oğlan, duâ etti; dağ, onları sarmaya başladı ve o anda hepsi dağdan düşüp öldüler; yalnız o oğlan kurtuldu. Sonra oğlanı bir gemiye bindirdiler ve boğulması için onu denizin dibine bıraktılar. Oğlan yine duâ etti; birden gemi, onlarla birlikte suya battı; sonunda hepsi boğuldu; oğlan ise kurtuldu. Sonra o oğlan, hükümdara dedi ki: "Sen ancak, beni şöyle öldürebilirsin: İnsanları sahada toplayacaksın; beni bir ağaca bağlayacaksın ve benim okluğumdan bir ok alıp: "Bu oğlanın Rabbi olan Allah'ın ismiyle!.." dedikten sonra o oku bana atacaksın. "Hükümdar da aynen öyle yaptı ve nihayet oku ona attı. Ok, onun göğsüne saplandı; oğlan, elini üstüne koydu ve öylece can verdi. Bunun üzerine halk: "Biz, oğlanın Rabbine îmân ettik" dediler. Hükümdarın adamları ona dediler ki: "işte şimdi senin korktuğun, başına geldi!" bunun üzerine hükümdar, sokakların ağzında hendeklerin kazılmasını emretti ve o hendeklerde ateş yaktırdı. Sonra, îmân eden insanlardan, o hak dinden dönmeyenleri o ateş dolu hendeklere attırdı. Bir ara yavrusu kucağında bir kadın getirdiler. Kadın, ateşe girmemek için direndi. O anda kucağındaki bebek, dile geldi ve: "Anneciğim! Sabret; zîrâ sen hak üzerindesin!" dedi Bunun üzerine kadın, ateşe atladı."

Deniliyor ki, yavru, annesine dedi ki: "Ateşe ada, münafıkça hareket etme. Bu acı, yalnız bir göz kıpmak kadardır." O zaman annesi, buna sabretti.

Deniliyor ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hilafetinde o oğlan mezarından çıkarıldı; hâlâ, öldürüldüğü zamanki gibi eh göğsünde duruyordu.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, diyor kı: "Bir mecûsî hükümdar, sarhoş iken, kız kardeşiyle cinsel ilişkide bulundu; sonra aydınca da çok pişman oldu ve bunun için bir çare aradı. Kız kardeşi kendisine dedi ki.: "Bunun çaresi şudur: önce halkına hitaben bir konuşma yapıp diyeceksin ki, Allah, kız kardeşlerle evlenmeyi helal kıldı. Bir süre sonra yine bir konuşma yapacaksın ve bu kez de, Allah, bunu haram kıldı, diyeceksin. Hükümdar da, böyle bir konuşma yapti; ancak halin, onun söylediğini kabul etmedi Bu kez kız kardeşi: "Sen de sopayı çakstır!" dedi. O da halkına baskı yaptı; fakat yine kabul etmediler. Kız kardeşi: "Bunlara kılıcı çalıştır!" dedi Hükümdar, birçok insanın kafasını kesti; fakat yine kabul etmediler. İşte bundan sonra hükümdar, hendeklerin kazılmasını, onların içinde ateş yakılmasını ve söylediklerini kabul etmeyenlerin o ateş hendeklerine atılmasını emretti, işte "Ateşi alev alev yanan o hendek yaranı öldürüldüler" âyetinde anlatanlar, bunlardır."

Bir rivâyete göre de, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) dininde olan bir zât, Necran'a gitti ve Necran halkını hak dine davet etti. Halk da, onun davetini kabul etti. Bunun üzerine Yahudi olan hükümdar Zünüvas, Himyer'den bir ordu ile onların üzerine yürüdü; oraya, varınca da, onları, ateşe atılmak ile Yahudiliğe girmek arasında muhayyer bıraktı. Onlar, Yahudi olmayı kabul etmediler. İşte bunun üzerine Necran halkından on iki bin kişi, diğer bir rivâyete göre ise, yetmiş bin kişi hendeklerde yakıldı.

Anlatıldığına göre, hendeğin uzunluğu kırk arşın, eni de on iki arşın idi.

B- "Onları yakanlar da, hendeğin kenarına oturmuş, seyrediyorlardı, "

Yani onları yakanlar, hendeğin etrafında hendeği yukarıdan seyredebilecek yerlerde ateşin çevresinde oturmuş bakarken lânetlenmişlerdir.

C- "Onlar, bu mü'minlere yaptıklarına da şahittik ediyorlardı."

Yani onlar, o hükümdar huzurunda, onun verdiği emirde hiç kimsenin kusur etmediğine dâir de, birbirlerine şahitlik ediyorlardı.

Yahut onlar, kıyamet günü, dilleri ve elleri onların aleyhinde şahitlik edeceği, zaman, bu mü’minlere yaptıklarına şahitlik edeceklerdm

Yahut onlar, son derece katı ve acımasız olduklarından dolayı, bu mü’minlere yaptıklarına bizzat şahit olup orada bulundukları halde, hiç onlara acımamışlardı.

Nazm-ı kerime uygun olan ve meşhur rivâyetlerin de bildirdiği, îzâh da bu son görüştür.

Şöyle de rivâyet edilmiştir: O zorbalar, mü’minleri ateşe atıp kendileri de onun etrafında oturunca, ateş, onlara sıçrayıp hepsini yaktı; mü’minler ise, sağ salim kurtuldular.

Rebî' b. Enes ve Vahidî de, bu son görüşü benimsemişler ve: "Ve o yangın azabı ancak onlar içindir." ifâdesini de buna hamle tenislerdir.

3

Cumaya ve arefe gününe ki, 

4

(Eski devirlerde mü'minlere çeşitli eziyetler yapan ve) Ashâb-ı Uhdûd (diye adlanan kavim lânet edildiği gibi, Mekke müşrikleri de) lânetlenmiştir.  

5

İşkenceleri (Uhdûd’un), alevli ateştendi.  

6

O vakit, (o zalim kâfirler) ateşin etrafında oturmuştular;  

7

Ve mü'minlere yaptıklarına, (onları yakmalarına) şahid bulunuyorlardı.

8

Bak. Âyet 9.

9

A- "Hendekçiler, o mü'minleri, ancak, göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, Azîz (yegâne galip) ve Hamîd (her övgünün gerçek mercii) olan Allah'a îmân ettikleri için ayıpladılar. Zâten Allah, her şeye şahittir."

Bu istisna (ancak...), onların, ayıplanacak ve eleştirilecek vasıflardan tamamen uzak olduklarım ifâde etmektedir. Bu istisna da şu şiirdeki istisna kabilindendir:

"Onlarin hiçbir kusuru yoktur; ancak konukları, (çok ikram gördükleri için) dostlarını ve vatanlarını unutmaktan ötürü ayıplanmaktadırlar."

Burada Allah'ın, Aziz, yani azabından korkulan yegâne galip sıfatı ve Hamîd, yani mükâfatı umulan nîmetbahş sıfatı ile vasıflandırılması ve bunun, "Göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan" ifadesiyle tekîd edilmesi, o mü’minlerin îmânının gerekçesini zımnen bildirmek içindir.

B- "Zâten Allah, her şeye şahittir."

Bu kelâm, mü’minler için mükâfat vaadi, onları cezalandıranlar için de ağır bir ceza tehdididir. Zîrâ Allah'ın her şeyi ve ezcümle bu iki fırkanın yaptıklarını da biliyor olması, her iki fırkanın da yapaklarının karşılığını tam olarak vermesini kesin olarak gerektirmektedir.

10

"îmân etmiş erkekler ile îmân etmiş kadınlara işkence edip sonra tevbe de etmeyenler var ya, işte cehennem azabı ve o yangın azabı ancak onlarındır."

Bu işkencecilerden murat, ya özellikle o hendekçilerdir ve işkence edilenlerden de murat, o ateş hendeklerine atılanlardır; ya da bunlardan murat, mutlak olarak mü’minlere eziyet ve işkence, edenlerdir ve bunlar da, öncelikle onlara dâhildir.

Yani îmân etmiş erkekleri ve îmân etmiş kadınları, dinlerinden döndürmek için onlara işkence edip sonra küfür ve işkencelerinden tevbe etmeyenler -Zîrâ anlatıldığı gibi din için işkenceyi, ancak kâfirin yapması tasavvur edilebilir- var ya, küfürleri sebebiyle onlara cehennem azabı vardır ve mü’minlere işkence yapmaları sebebiyle de onlara daha büyük bir ateş azabı vardır.

11

"Şüphesiz îmân eden ve sâlih ameller de yapanlar varya, altından ırmaklar akarı cennetler onlarındır. İşte büyük fevz (kurtuluş) budur."

A- "Şüphesiz îmân eden ve sâlih ameller de yapanlar varya, altından ırmaklar akan cennetler onlarındır."

Yani dinleri için işkenceye uğratılan o mü’minlerden olsun, diğer mü’minlerden olsun, îmân ve güzel amellere sahip olanlar var ya, îman ve amellerine karşılık, altından ırmaklar akan cennetler onlarındır.

Eğer bu cennetlerden ağaçlar kastediliyorsa, ırmakların, onların altından akmasının îzâhi açıktır. Yok eğer cennetlerden, ağaçları da kapsayan yeryüzü kastedilirse, ırmakların, altından akması, bu mânânın açık olduğu parçası, yani ağaçlar itibarıyladır. Zîrâ cennetin ağaçları, onun sahasını örtmektedir.

Nitekim cennet adı da, bunu ifâde etmektedir. Bunun îzâhi daha önce defalarca geçti.

B- "İste büyük fevz (kurtuluş) budur."

Yani bu öyle büyük bir saadettir ki, dünya ve içindeki o çeşidi zevk ve lezzetlerin tamamı, onun yanında pek küçük kalır.

Fevz, serden kurtulmak ve hayra erişmektir.

12

"Ey Resûlüm! Senin Rabbinin yakalaması, hiç şüphesiz pek çetindir."

Burada Peygamberimize hitap edilmesi, bunun ifâde ettiği azaptan, onun kavminin kâfirlerinin bol bir nasibi olduğunu bildirmektedir. Nitekim "Senin Rabbinin" ifâdesi de buna işaret etmektedir.

13

"Çünkü o, ilkin yaratan, ölümden sonra tekrar hayata döndürendir."

Yani mahlukların ilk yaratılmasında da, ölümden sonra tekrar hayata döndürülmelerinde de hiçbir gücün müdahalesi yoktur; her iki yaratma da yalnız O'nundur.

İşte bu da, Allah'ın yakalamasının ne kadar çetin olduğunu ziyadesiyle açıklamaktadır.

Yahut dünyada kâfirleri ilk yakalayan da, âhirette bunu tekrar eden de O'dur.

17

Bak. Âyet 18.

18

"Ey Resûlüm! Fir’avun ve Semûd ordularının haberi sana geldi, değil mi?"

Bu kelâm, Allah'ın, âsi zâlimleri ve azgın kâfirleri yakalamasının ne kadar çetin olduğunu, O'nun her dilediğini mutlaka yaptığını îzâh etmekte, ayrıca bu ordulara isabet eden cezanın, Peygamberimizin kavmine de isabet edeceğini zımnen bildirip onu teselli etmektedir.

Biravun ve Semûd ordularının haberinden murat, onların küfür ve dalâlete batmaları ve uğradıkları azap ile cezadır.

Yani ey Resûlüm! Onların haberleri sana geldi ve onların yaptıklarını ve onlara ceza olarak yapılanları sen öğrendin. O halde sen kendi kavmine Allah'ın yüce şânını hatırlat ve Allah'ın, onların benzerlerine verdiği cezayı kendilerine de vermesiyle uyar!

14

Bak. Âyet 15.

15

"Ve O, yegâne Gafurdur; yegâne Vedûddur; Arş'ın sahibidir; yegâne Mecîddir; dilediğini mutlaka yapandır."

Yani Allah, tevbe eden kullan için çok bağışlayıcıdır ve kendisine itaat edenleri çok sevmektedir. Ve o, Arş'ın de yaratıcısıdır; onun Zâtı ve sıfatları da muazzamdır. Zîrâ O'nun varlığı vacip (zorunlu), kudreti tam ve hikmeti de mükemmeldir. Ve o, her dilediğini de mutlaka yapandır; kendi fiillerinden ve başkasının fiillerinden murat ettiği bir şey, mutlaka gerçekleşir; O'nun iradesinden kurtulamaz.

Burada Mecîd, Arş'ın sifati da olabilir. Yani şânh Arş'ın sahibidir.

Diğer bir görüşe göre ise Arş'tan murat, hükümranlıktır. Yani o, kahir saltanatın yegâne, sahibidir.

16

Dilediğini hemen yapandır.

19

"Hayır! Bu kâfirler, hep yalanlamaktadırlar."

Yani bu kâfirler, küfür ve azgınlıkta, o eski kâfirlerden de daha ileridir; bu kâfirler, daha çok İlâhî azaba müstahâktir; bunların hali daha fazla İlâhî azabı gerektirmektedir. Zîrâ bunların, Kur’ân-ı Kerim'i şiddetle yalanlamaları hep devam etmektedir.

Yahut bu kâfirlerin cinayeti, sırf, onların haberlerinden duyduklarından öğüt almamak değil, fakat bunun yanı sıra, bunları anlatan Kur’ân'ı şiddetle yalanlamaktadırlar. Ancak bu kâfirler, o hâdiselerin vukuunu yalanlamıyorlar; bu hâdiseleri anlatan kelâmın, Allah katından indirilmiş Kur’ân olduğunu yalanlıyorlar. Halbuki Kur’ân'ın Allah katından olduğu, apaçık delillerle sabittir.

20

"Allah da, onların arkalarını kuşatmıştır."

Bu kelâm, onların, Allah'ın azabından kurtulamayacaklarının temsilî ifadesidir.

21

Bak. Âyet 22.

22

"O yalanladıkları, hakikatte Levh-ı Mahfuz'da bulunan şânh Kur’ân'dır."

Bu, onların küfrünü reddetmekte, onların tekzibini iptal etmekte ve hakkı tahkik etmektedir. Yani gerçek, onların dedikleri değil, aksine bu Kur’ân, pek şereflidir ve İlâhî kitaplar içinde nazımda ve mânâda pek yüce bir mertebesi vardır. Bu Kur’ân, tahriften ve şeytanların ulaşmasından da mahfûzdur, korunmuştur.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Burûc sûresini okursa, dünyadaki her Cuma ve Arife günleri sayısının on katı kadar sevap verilir."

0 ﴿