FECR SÛRESİ

Mekke'de nazil olmuştur; 30 âyettir.

1

Bak. Âyet 2.

2

"Fecre yemin olsun. O on geceye de yemin olsun. Çifte de, teke de yemin olsun. Seyrettiği (geçtiği) zaman geceye de yemin olsun! -Ki, akıl sahipleri için bunlarda elbette birer yemin vardır- Onlar hiç şüphesiz azaba uğratılacaklardır."

A- "Fecre yemin olsun."

Allah, "Ağardığı zaman sabaha yemin olsun" âyetinde sabaha yemin ettiği gibi burada da fecre yemin etmektedir.

Diğer bir görüşe göre bundan murat, sabah namazıdır.

B- "O on geceye de yemin olsun."

Bu on gece, Zilhicce ayının son on gecesidir. İşte bundan dolayıdır kı, burada fecr, arefe gününün, yahut kurban bayramının birinci gününün fecri olarak da tefsir edilmiştir.

Yahut bu on gece, Ramazan ayının son on gecesidir.

C- "Çifte de, teke de yemin olsun."

Yani çift olsun, tek olsun her şeye de yemin olsun.

Yahut bu gecelerin çiftine de, tekine de yemin olsun.

Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz, bu çifti ve teki, kurban bayramının birinci günü ve arefe günü olarak tefsir etmiştir. Bu konuda çok görüşler vardır. Gerçek olanı ancak Allah bilir.

D- "Seyrettiği (geçtiği) zaman geceye de yemin olsun! "

Burada gecenin seyretmesi, geçmesi anlamındadır. Nitekim başka âyetlerde de şöyle denilmektedir: "Dönüp gittiği zaman geceye yemin olsun."

"Karanlığı geçtiği zaman geceye yemin olsun."

Geceye yemin edilirken bu kayıt (geçtiği zaman) zikredilmiş, çünkü bu, ilâhî kudretin sonsuzluğuna ve nimetin bolluğuna açıkça delâlet etmektedir.

Yahut seyredilen geceye yemin olsun, demektir.

E- "-Ki, akıl sahipleri için bunlarda elbette birer yemin vardır- Onlar hiç şüphesiz azaba uğratılacaklardır."

Bu kelâm, yemin edilen şeylerin büyüklüğünü, bunların akil erbabınca tazime lâyık şeyler olduklarını tahkik ve takrir etmekte ve bunlarla yapılan yeminlerin, geçerli yeminler ve ihbarların tekidi için lâyık şeyler olduklarına dikkat çekmektedir. Nitekim diğer bir âyette de: "Hiç şüphesiz eğer bilseniz, bu pek büyük bir yemindir."

Yahut bu şeylere yemin etmemde akıl sahipleri için makbul, geçerli, benzeri yapılan ve yemin konusunun tekıd edildiği birer yemin var mı?

3

(Yaratılan bütün eşyadan) çifte ve teke, 

4

Geçib gittiği zaman geceye ki, 

5

Muhakkak bunlarda, akıl sahibi bir kimse için, bir ikna kuvveti vardır (ki inkârcılar azaba uğratılacaklardır).

6

Bak. Âyet 7.

7

"Rabbin, Âd Kavmine, o şehirler içinde benzeri yaratılmamış direkli İremlilere, o vadide kayaları yontan Semûd Kavmine, kazıklar sahibi Fir’avun'a ne yaptı, görmedin mi? Kı onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler de, oralarda fesadı alabildiğine çoğalttılar. Bunun için Rabbin de, onların üstüne azap kamçısı indirdi. Çünkü hiç şüphe yok ki, senin Rabbin, gözetlemededir."

A- "Rabbin, Ad Kavmine, o şehirler içinde benzeri yaratilmamış direkli irem'lilere, o vadide kayaları yontan Semûd Kavmine, kazıklar sahibi Fir’avun'a ne yaptı, görmedin mi?"

Bu ifâde de, "Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışanı görmedin mi?" "onların her vadide başıboş dolaştiklarını görmedin mı?" âyetleri kabilindendir.

Yani senin Rabbinin, Âd ve benzerlerini nasıl azaba uğrattığını kesin olarak bilmedin mi? İşte Rabbin, bu kâfirlere, de azap edecektir. Zirâ bu kâfirler de, küfür ve günahlarda onlara suç ortağı olmuşlardır.

Ad'dan murat, Hûd Peygamberin kavmi olan Âd'ın evladıdır. Âd, Avs'ın oğlu, o da irem'in oğlu, o da Sâm'ın oğlu, o da Nûh Peygamberin oğludur.

Ad evladı, babalarının ismiyle adlandırılmışlardır, dipkı Hâşımin oğullarına Hâsım denildiği gibi.

Ad'ın evladından eskilerine ilk Ad denilir; sonrakilerine de son Ad denilmektedir.

İmadüddin İbni Kesir, (tefsirinde) diyor ki: "Kur’ân'da Ad ile ilgili bütün zikredilenler, ilk Âd'ın haberleridir. Ancak Ahkâf süresindeki müstesna.

İrem'liler... de, Adin kimler olduklarının îzâhi olup bunların ilk Ad olduklarını bildirmek içindir. Yani onlar, İrem'in torunlarıdır. Yahut İrem, onlarin yaşadıkları kentin veya toprakların adı olup "onlar, İrem halkıdır" demektir.

İrem'lılerin direkli olmaları, direkler gibi uzun olmaları (sırık gibi adamlar olmaları) demektir.

Yahut çadırlı, direkli olmaları demektir. Yani onlar, çadırlarda yaşayan bedeviler idi.

Yahut İrem, onların kentinin adı olup yüksek binaları, yahut sütunları olan irem demektir.

Rivâyet olunuyor ki, Âd'ın, Şedîd ve Şeddâd adlarında iki oğlu vardı. Kendisinden sonra oğulları birlikte hükümdarlık yapıp halklarını yönelttiler. Sonra Şedîd öldü ve yönetim, yalnız Şeddâd'a kaldı. Şeddâd, (o zaman bibnen) dünyanın tamamına hâkim oldu; bütün hükümdarlar ona bağlılıklarıni bildirdiler. Sonra cennetin vasıflarını duydu. Bunun üzerine: "Ben de onun gibi bir cennet bina ederim!" dedi ve Aden'in sahra kısmında üç yüz sene içinde İrem şehrini yaptırdı. Bu şehir, pek muazzam bir şehir olup saraylarında altın ve gümüş kullanılmış; sütunlarında da zümrüt ve yakut kullanılmış; çeşitti ağaçlar ve her zaman akan ırmaklar meydana getirilmişti. Nihayet bu şehrin binası tamamlanınca, halkıyla birlikte oraya doğru yola çıka. Nihayet İrem şehrine bir gün bir gecelik mesafede olan bir yere vardıklarında, Allah, onların üzerine korkunç bir ses gönderdi de hepsi orada helâk oldular.

Abdullah b. Kılabe'den rivâyet olunduğuna göre, kendisi, bir devesini aramaya çıkmış da, bu arada yolu İrem şehrinin yerine düşmüş ve devesine yükleyebildiği kadar tarihî eşya alıp getirmiş. Bu haber Muaviye'ye ulaşınca, onu huzuruna çağırmış; o da gördüklerini Muaviye'ye anlatmış. Bunun üzerine Muavıye, Kâ'b'ül Ahbar'a haber gönderip onu yanma çağırmış ve bunu kendisine sormuş. O da: "O, direkleri olan irem şehridir. Senin zamanında Müslümanlardan kızılca tenli, kısa boylu, kaşında ve ökçesinde ben bulunan bir adam, devesini aramaya çıkacak..." dedikten sonra dönüp İbni Kılabe'ye bakmış ve: "işte o adam budur" demişti.

İrem'den insanlar murat ise, o insanlar gibi cüsseli ve güçlü insan yaratılmamış, demektir. Nitekim o insanların boyu dört yüz zira idi. Bu dev yapılı insanlardan bir şahıs tek başına koca kayaları kaldırıp bir kabilenin üstüne yuvarlayarak onları yok ediyordu." (Zira arşın anlamında kullanılıyorsa da, çok eski devirlerde, santim veya daha da küçük bir uzunluk birimi olarak kullanılmış olabilir.)

İrem, bir şehrin adı olduğu görüşüne göre ise, şehirler içinde Şeddâd şehri gibisi yaratılmamıştır, demektir.

Semûd, meşhur bir kabile olup dedeleri Semûd'un adını almışlardır. Semûd, Cedîs'in kardeşidir. Bu iki kardeş, Amir'in oğullarıdır. Amir de, İrem'in oğludur, o da Sâm'in oğlu ve o da Nûh Peygamberin, oğludur.

Bunlar, halis Araplar olup Hicaz ile Tebük arasında Hicr denilen bölgede yaşıyorlardı. Bunlar da, Ad gibi putlara tapıyorlardı.

Semûd Kavmi, dağlardan kestikleri kayalarla vadide binalar yapıyorlardı. Nitekim, diğer bir âyette de "Ve siz dağlardan evler yontuyorsunuz." denilmektedir.

Deniliyor ki, ilk önce dağları, kayaları ve mermerleri yontan, bu insanlardır. Semûd Kavmi, bin yedi yüz şehir yapmışlardı, bunların hepsinin binaları taştan idi.

Fir’avun'a kazıklar sahibi denilmiş, çünkü çok sayıda askerleri ve onların ordugâhlarında kurdukları çadırları vardı.

Yahut Fir’avun, kazıklarla cezalandırdığı için bu vasfı almıştır.

B- "Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler de, oralarda fesadı alabildiğine çoğalttılar. Bunun için Rabbin de, onların üstüne azap kamçısı indirdi."

Yani bu kavimlerden her biri, kendi ülkesinde azgınlık etti de, oralarda küfür ve diğer günahlar ile, fesadı çoğalttılar. Onlar bu azgınlık ve fesadı çıkardıktan sonra Rabbin de, onların üstüne tarifi imkânsız bir şiddetli azap indirdi. Bu azaplar, onların uğratıldıkları çeşitti azaplardır ki, bunlar, diğer sûre-i kerimelerde açıklanmıştır.

Bu azaba kamçı denilmesi, şuna işaret etmek içindir: onların dünyada uğratıldıkları azap, ahrette kendileri için hazırlanmış olan azaba göre, kamçı darbesinin, kıkç darbesine göre olan acısı gibidir.

Diğer bir görüşe göre ise, burada (Genellikle kamçı mânâsında kullanı-lan) Savt, bazı şeyleri birbirine karıştırmak anlamındadır. Buna göre, yani onlar için karıştırılmış çeşidi azaplar demektir.

C- "Çünkü hiç şüphe yok ki, senin Rabbin, gözetlemededir."

Bu kelâm, mâkabk için illet mahiyetinde olup bildiriyor ki, mezkûr kavimlere isabet eden azapların bir benzeri de, Peygamberimizin kavminin kâfirlerine isabet edecektir.

8

Öyle bir kavim ki, memleketler içinde (boy ve kuvvetçe), onun gibisi yaratılmamıştı.  

9

(Nasıl azap etti) vadilerde kayaları oyan (ve böylece şehirler kuran) Semûd’a?  

10

Kalabalık ordu sahibi Fir'avun’a?  

11

Bunlar o kimselerdi ki, memleketlerde azgınlık etmişlerdi.  

12

Böylece oralarda fesadı çoğaltmışlardı.  

13

Onun için rabbin de üzerlerine bir azap kamçısı yağdırıverdi.  

14

Şüphesiz ki Rabbin, (kullarının bütün yaptıklarını görüp) gözetleyendir.

15

"Fakat şu insan var ya, Rabbi, kendisini imtihan edip de, ona ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde, "Rabbim bana ikram etti" der."

Yani Allah, kullarının ahvahni gözetlemek ve hayır olsun, şer olsun, bütün amellerinin karşılığını vermek sadedindedir. Fakat bu durum, insanı ilgilendirmemektedir, onun gözleri ve fikri, hep dünya ve dünya zevklerindedir. Onun Rabbi, kendisini, zenginlik ve fakirlikle imtihan edercesine, ona ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde, "Rabbim, lâyık olduğum için bana verdiği mal ve itibâr ile beni üstün kıldı" der ve bunun İlâhî bir lütuf olup şükür mü eder, yoksa nankörlük mü eder? diye Rabbinin, kendisini denemek için bunu lütfettiğini hiç aklına getirmez.

İlâhî ikramın önce zikredilmesi, ikram ve ihsanın imtihan yoluyla olduğunu başta bildirmek içindir. Ta ki, bundan sonra zikredilecek nimetin ihlâli iyice anlaşılsın.

16

"Ama Rabbi, yine onu deneyip rızkını daralttığında, "Rabbim, beni önemsemedi" der."

Yani Rabbi, üstün hikmetler üzerine bina edilmiş olan iradesinin gereği olarak, rızkını daralttığında, "Rabbim, beni önemsemedi" der ve onu sabn ve şikâyet imtihanından geçirdiğini aklına getirmez. Kaldı ki, bu hal, onu önemsememek için de değil; çünkü bazen az rızk, iki cihan saadetine sebep olur ve bol rızk da, iki cihan hüsranına sebep olur.

17

Bak. Âyet 18.

18

"Hayır! Siz öksüze iyilik etmiyorsunuz: yoksulu yedirmeye de birbirinizi teşvik bile etmiyorsunuz. Siz helal haram demeden mirası da yiyorsunuz. Malı da aşırı derece seviyorsunuz."

A- "Hayır! Siz öksüze iyilik etmiyorsunuz; yoksulu yedirmeye de birbirinizi teşvik bile etmiyorsunuz."

Bu kelâmın başındaki "hayn/ kellâ", o anlatılan sözleri söylemekten men' etmek ve her iki halde de onu tekzip etmek anlamım ifâde etmektedir.

İbn Abbâs diyor ki "Yani hayır, ben, zenginlik benim katimda bir fazilet olduğu için onu zenginlikle imtihan etmedim ve fakirlik de benim katımda önemsiz olduğu için onu fakirlikle imtihan etmedim; bunlar sadece kaza ve kaderin cilveleridir, demektir."

Bundan önce insanin kötü sözleri beyân edildi; burada da onun kötü fiilleri beyân edilmektedir.

Yani sizin, zikredilen ahvalinizden daha ağır ve sizin dünya malına büyük bir hırsla yöneldiğinize daha çok delâlet eden şu haliniz var: Allah, size çok mal ikram etmektedir; siz ise, o maldan zorunlu harcamaları yapmıyorsunuz, yani yetimi yedirmiyorsunuz.

B- "Siz helal haranı demeden mirası da yiyorsunuz."

Zîrâ onlar, mirastan kadınlara ve çocuklara hisse vermeyip onların hisselerini de kendileri yiyorlardı.

Yahut miras bırakanın, helal haramı karıştırarak biriktirdiği mali bilerek yiyorsunuz.

C- "Alalı da aşırı derece seviyorsunuz."

Yani dünya malını büyük bir hırs ve aç gözlülükle seviyorsunuz.

19

Mirâsı, helâl - haram demeden yersiniz.  

20

Malı da pek çok seversiniz.

21

Bak. Âyet 22.

22

"Asla! Şu yeryüzü paramparça olduğu zaman, Rabbinin emri de geldiği ve melekler saf, saf dizildiği zaman, "

Bu, tehdit yoluyla, onları mezkûr şeylerden men' etmenin illetidir.

Yani yeryüzü sürekli şiddetli sarsıntılar geçirerek sonunda paramparça olduğu ve üstündeki, dağlar, binalar ve saraylar hepsi yıkılıp sonunda toz duman okluğu zaman. Yahut pürüzsüz kayalar misali dümdüz olduğu zaman, Rabbinin emri de geldiği zaman, yahut Rabbinin kudretinin âyetleri ve kahrının eserleri görüldüğü zaman.

Bu ifâde, sultanin huzurunda onun heybetinin ve siyasetinin hükümlerinin görülmesine bir nevî benzetmedir.

O gün her semanın melekleri de inip mertebelerine ve derecelerine göre saf saf olup cinlerin ve insanların etrafını çevirecekler.

23

"O gün cehennem de yerine getirilir, İşte o gün insan, yaptıklarını birer birer hatırlayacak. Ama bu hatırlamanın ne faydası var!"

A- "O gün cehennem de yerine getirilir."

Nitekim diğer bir âyette de: "Cehennem de apaçık gösterilir."

İbni Mes'ûd ve Mukatil diyorlar ki: "Cehennem yetmiş bin gem de çekilir. Her gem de, yetmiş bin melek ile çekilir. Bunlar onu çekip nihayet Arş'ın sağına, yerleştirirler. Bu sıra cehennem müthiş bir öfke sesini ve uğultu çıkarır. Müslim de bu hadisi ibni Mesûd'dan merfû olarak (Peygamberimize kadar çıkan bir senetle) rivâyet etmiştir."

B- "İşte o gün insan, yaptıklarını birer birer hatırlayacak."

Yani zikredilen hâdiseler olduğu gün insan, bütün taksiratının sonuçlarını ve hükümlerini görerek onları tafsilatıyla hatırlayacak. Amellerin, ahrette cisimler hâlini alacağı görüşüne göre ise, insanın yaptığı güzel ameller ile kötü ameller, kendilerine münasip güzel ve çirkin şekillerde görülür ve insan amellerini aynen görür.

Yahut o gün insan ibret alır.

C- "Ama bu hatırlamanın ne faydası var!"

Yani bu hatırlama gerçek değildir; çünkü zamanında vaki olmadığı için faydası hiç yoktur.

Bu kelâmı, mükellefiyet yurdu olan dünyada da tevbenin kabul edilmesinin kesin olmadığına delil saymanın haklı bir îzâhi yoktur. Kaldı ki, o gün kişinin, yaptıklarını hatırlaması tevbe, sayılmaz. Çünkü insan, tevbenin ancak dünyada yapıldığını bilmektedir. Nitekim bundan sonraki âyetten de anlaşılmaktadır.

24

"O zaman insan: "Keşke bu hayatım için önceden bir şeyler yapsaydım!" der."

Yani insan, âhirette anılan gerçeklerle yüz yüze gelince pişmanlığını şöyle ifâde eder: Keşke bu hayatım için, yahut dünyadaki hayatım zamanında iyi ameller yapsaydım da, bugün onların faydasını görseydim.

İnsanın bu temennisinde, kulun, fiilleri kendi başına (müstakil olarak) gerçekleştirme imkânına sahip olduğuna delâletin şaibesi bile yoktur. Bu temennisinin delâlet ettiği, ancak, önceden iyi amelleri yapma imkânına sahip olduğu inancıdır. Bunun sırf onun kudretiyle mi olduğu, yahut onun, kendi kâsibe (çalışan) kudretini ona yönlendirdiği zaman Allah'ın yaratmasıyia mı olduğuna dâir bu kelâmda bir delâlet yoktur.

Şu da deniliyor ki, mahcur (hacir altına alınip tasarrufu engellenmiş) kimse, de, bazen yapma imkânına sahip olmayı temenni eder. Bu da şunu vehmettiriyor: bir kimse gücünü fiilin iki tarafından (yapıp yapmama) birine sarf ettiği zaman diğer taraftan mahcur olduğuna inanır. Fakat aslında öyle değildir. Aksine her şahıs, kesin olarak inanıyor ki, ihtiyarî fiillerinden her tarafına gücünü sarf ederse, mutlaka hâsıl olur. Zâten teklif çarkı ile hüccetin ilzamı da bunun üzerinde dönmektedir.

25

"İşte o gün Allah'ın azabı gibi hiç kimse azap edemez."

26

"Hiç kimse O'nun bağı gibisini de vuramaz."

Yani zikredilen hâdiseler olduğu gün Allah'tan başka kimse O'nun azabına ve O'nun vurduğu, bağa mütevelli olamaz. Zîrâ o gün iş, tamamen Allah'ındır (Dünyadaki gibi zahiren de olsa, kimse bir şeye sahip değildir).

Yahut âyetteki zamir, insana aittir. Yani o gün insanın azabı gibi hiç kimse azap edemez / zebaniler, insana verdikleri azabı, hiç kimseye vermezler. ..

Bu fiil (azap edemez), mefûl kipiyle de okunmuştur. Buna göre da zamir yine insana râcidir. Bir görüşe, göre bu insandan murat da, Übeyy b. Haleftir. Yani hiç kimse Übeyy'in azabı gibi bir azapla cezalandırılamaz ve onun vurulduğu bağlar, zincirler kimseye vurulmaz. Çünkü o, küfrün ve inadın son derecesindedir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyetin mânâsı şöyledir: "Kimse insanin azabını yüklenmez." Buna göre bu âyet de, "Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez." âyeti gibidir.

27

Bak. Âyet 28.

28

"Ey Nefs-i Mutmainne (huzura kavuşmuş nefis)! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön de, seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir!"

Bundan önce, dünya ile mutmain olanların ahvâli anlatıldıktan sonra burada da Allah'ın Akliyle mutmain olanların ahvâli anla tıkmaktadır.

Bu nefis, itminan ile vasıflandırılmış, zîrâ o, sebepler ve vasıtalar merdivenlerinden yükselerek nihayet Mübdi' (ilk yaratan) ve Müessir-ı Bizzat olan Allah'a ulaşır da, O'nun marifetinde karar kılar ve nefis, kendi varlığında ve bütün işlerinde. O'ndan başkasından tamamen müstağni kalır.

Diğer bir görüşe göre ise, Nefs-i mutmainne, hakka mutmain olmuş ve şüphenin hiç karışmadığı kesin îmân itminanına kavuşmuş mü’minin nefsidir.

Bir diğer görüşe göre ise, Nefs-i Mutmainne, korku ve üzüntünün rahatsız etmediği emin nefistir.

Yani Allah, Nefs-i Mutmainneye bizzat böyle hitap etmektedir. Tıpkı Mûsâ Peygambere bizzat hitâp ettiği gibi. Yahut melek vasıtasıyla bu hitabı yapmaktadır. Bin zahir olan görüşe göre, insanların hesabı tamamlandığında bu hitap yapılacaktır.

Diğer bir görüşe göre ise, bu hitap, mezardan kalktıklarında,

bir diğer görüşe göre ise, ölüm anında olacaktır.

Yani ey Nefs-i Mutmainne! Sana verilen ebedî nimetlere razı olarak ve Allah katında da kendisinden razı olunmuş olarak, Rabbinin koyduğu miada, yahut Rabbinin emrine dön de, benim has sâlih kullarım zümresine dâhil ol ve onlarla beraber cennetime gir!

Yahut Mukarreb (bana çok yaklaştırılmış) bahtiyar kullarım zümresine gir ve onların nurundan istifâde et. Zîrâ kutsî cevherler, karşılıklı aynalar gibidir.

Başka bir görüşe göre ise, bu âyette nefisten murat, ruhtur. Yani ey ruh, ayrıldığın kullarımın bedenlerine gir ve benim mükâfat yurduma dâhil ol!

Bu görüş de, bu hitabın yeniden ditilip mezardan kalkmak sırasında olacağını teyit etmektedir.

Bir görüşe göre bu âyet, Hazret-i Hamza b. Abdulmuttalib hakkında,

Diğer bir görüşe göre ise, Hubeyb b. Adiyy hakkında nazil olmuştur. Ancak zahir olan, genel olmasıdır.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Zilhicce ayının son on gününde Fecr sûresini okursa, bağışlanır. Eğer diğer günlerde okursa, kıyamet gününde ona bir nur olur."

29

Haydi gir (Sâlih) kullarımın içine;  

30

Gir cennetime...

0 ﴿