BEYYİNE SÛRESİ

Mekke'de mi, Medine'de mi indiği konusunda görüş ayrılığı vardır; 8 âyettir.

1

"Kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, kendilerine apaçık delil gelinceye dek vaadlerinden ayrılmadılar."

Kitap ehli, Yahudiler ile hıristiyanlardır. Kitap ehli unvanıyla ifâde edilmeleri, kendilerine isnâd edilen hakka uyma vaadinin illetini zımnen bildirmek içindir. Zîrâ onların, gelecek Peygambere, uyma vaatlerinin ana sebebi, Peygamberimizin vasıflarını kitaplarında bulmalarıdır.

Müşriklerden murat, putlara tapanlardır.

Yani Yahudiler ile hıristiyanlar ve puta tapanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye dek, hakka uymak ve âhir zamanda gönderilecek Kitap ve peygambere îmân etmek vaatlerinden ve onu gerçekleştirmek azminden ayrılmadılar.

Kitap ehlinin bu vaadinde hiç şüphe yoktur. Hattâ onlar düşmanları olan müşriklere karşı Allah'tan fetih dilerken: "Allah'ım! Âhir zamanda gönderilecek peygamber de bize yardim ve fetih müyesser eyle!" diyorlardı ve düşmanları olan müşriklere de şöyle diyorlardı: "Bizim söylediklerimizi tasdik edecek bir Peygamberin zamanı yaklaşıyor. O zaman, eskiden Âd ve İrem kavimlerinin öldürüldükleri gibi, biz de onunla beraber sizi öldüreceğiz."

Müşriklerin bu vaadine gelince, her halde bu vaad, son müşriklerden vaki olmuştur. Bu fikir, kitap ehlinden yayıldıktan sonra ve müşrikler de, kitap ehlinin, eski dindaşlarına galip geldiklerini öğrenip âhır zaman Peygamberi hakkındaki inançlarının doğru olduğuna inandıktan sonra onlar da bu vaadde bulunmuşlardı. Nitekim bunun bir kanıtı da şudur: Müşrikler, kitap ehline, Peygamberimizin, onların kitaplarında anlatılan peygamber olup olmadığını soruyorlardı. Kitap ehli de, Peygamberimizin, onların kitaplarında yazılı olan vasıflarını değiştirmek suretiyle müşrikleri şaşırtıyorlardı.

Yani Yahudiler, Hıristiyanlar ve putperestler, Peygamberimiz gelmeden önce onun gelişini, sözbirliğti yapmak ve hakta ittifak etmek vesilesi kabul ediyorlardı ve Peygamberimiz gelinceye dek, bu vaadlerinden ayrılmadılar ve bu vaadi gerçekleştirmek azmini ittifakla sürdürdüler. Fakat Peygamberimiz gelince, onun gelişini, vaadlerinden ayrılma vesilesi yaptılar.

2

Bak. Âyet 3.

3

"Bu apaçık deli!, Allah tarafından görül o ilen ve en doğru hükümleri içeren tertemiz sayfaları okuyan bir elçidir."

Bu kelâm, o apaçık delili açıklamaktadır.

Bu sayfaların tertemiz olması, bâtıldan münezzeh olması, ne önden, ne de arkadan batilin ona yaklaşamaması, yahut tertemiz olmayanların onlara dokunamamasi demektir.

4

"Kendilerine kitap verilenler ancak o apaçık delil kendilerine geldikten sonra tefrikaya düştüler."

Bu kelâm, özellikle kitap ehlini son derece takbih etmekte ve cinayetlerinin ne kadar ağır olduğunu beyân etmektedir. Zîrâ bu kelâm, kitap ehlinin, önceleri vermiş oldukları vaadden ayrılmaları, hakkaniyeti konusunda bir şüphe bulunmasından dolayı değil, aksine hakkın apaçık ortaya çıkmasından, durumun netleşmesinden ve mazeretlerin tamamen kesilmesinden sonra gerçekleşmiştir. Zâten âyette onların, "kendilerine kitap verilenler..." şeklinde vasıflandırılmalarının sırrı da budur. Çünkü, bu vasıf, onların o İlâhî kitabi mütalaa etmek, içindeki hükümleri, haberleri ve ezcümle Peygamberimizin sıfatlarını kavramak imkânına tamamen, sahip bulunduklarını bildirmektedir.

Yani onlar ancak, Peygamberimizin, kendi kitaplarında vaat edilen peygamber olduğuna, hiç şüphe bırakmayacak şekilde çok net olarak, delâlet eden açık ve kesin bir delil, kendilerine geldikten sonra tefrikaya düştüler. Nitekim diğer bir âyette de şöyle denilmektedir: "Kendilerine kitap verilmiş olanlar ancak, onlara kesin bilgi geldikten sonra ayrılığa düştüler."

5

"Halbuki onlara ancak dini Allah'a has kılarak ve Hanîfler olarak O'na ibadet etmeleri, namazı da kılmaları, zekâtı da vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru din de budur."

A- "Halbuki onlara ancak dini Allah'a has kılarak ve Hanîfler olarak O'na ibadet etmeleri, namazı da Almaları, zekâtı da vermeleri emredilmişti."

Bu kelâm, onların yaptıklarının ne kadar çirkin olduğunu ifâde etmektedir.

Yani o Kitap ehline, kitaplarında emredilenler, dini Allah'a has Alarak, yahut dinde kendilerini Allah'a has kılarak ve bütün bâtıl inançlardan sıyrılıp islam'a yönelmiş kişiler olarak ancak Allah'a ibadet etmeleri içindi Yahut onlara emredilen ancak, Allah'a ibadet etmeleridir.

Eğer burada namaz ve zekâttan, onların dinindeki namaz ve zekât kastediliyorsa, bunun anlamı açıktır. Yok eğer bizim şerıatimizdeki namaz ve zekât kastediliyorsa, kitap ehline, kendi kitaplarında namaz ve zekâtın emredilmiş olmasının mânâsı şudur: Onlara bizim şeriatimize uymalarının emredilmiş olması, şeriatimızin, namaz ve zekâtın da dâhil olduğu bütün hükümlerine uymalarının emredilmesi demektir.

B- "İşte dosdoğru, dîn de budur."

Yani zikredilen, ihlas ile Allah'a ibadet etmek, namazı hakkıyla kılmak ve zekâtı vermek, dosdoğru dinîn ta kendisidir.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sûrenin birinci âyetinden üçüncü âyetine kadar olan bölüm, onların, Peygamberimizin gönderilmesinden önce söylemiş oldukları hususları hikâye etmektedir ki, onlar, Peygamberimiz gelinceye kadar dinlerinden ayrılmayacakları yönündeki sözleri ve geldiğinde de dinlerinden ayrılıp hak üzerinde ittifak edecekleri yönünde verdikleri sözdür;

Bu sûrenin dördüncü, âyeti de, onların vaadlerinden caydıklarını ve işi tersine çevirip vaadlerine göre dinlerinden ayrılma sebebi olan şeyi, eski dinlerinde sebat etmek ve ondan ayrılmamak sebebi yaptıklarını beyân, etmektedir. Bunun bir örneği de şudur: Fasik olan yoksul, kendisine öğüt verene: "Ben zengin oluncaya kadar bu halimden ayrılmayacağım!" der. Sonra zengin olur; fakat fasıklığını daha da arttırır. O zaman, kendisine öğüt veren ona der ki: "Hani sen zengin oluncaya kadar fasiklıktan ayrılmayacaktın; Halbuki, ancak zengin olduktan sonra fasiklığa iyice abandın!"

Ancak malum olduğu üzere, bu îzâh, birçok zorlamalardan sonra ancak, âyetteki tefarrûktan (ayrı düşmekten), haktan ayrı düşmek mânâsı kastedildiği, yani "Haktan ayrı düşmek, bâtılda sebat etmeyi gerektirir" denildiği takdirde, mümkün olabilir. O takdirde sanki şöyle denilmiş olur: onlar ancak, o apaçık delil kendilerine geldikten sonra dinlerinde ittifak ettiler. Ama eğer onların tefarrukundan, fırkalara ayrılmaları, bu görüş sahiplerinin de caiz gördükleri gibi, kimilerinin îmân etmesi, kimilerinin inkâr etmesi ve kimilerinin de bilerek mat etmesi mânâsı kastedikrse, o takdirde bu îzâh mümkün olmaz. Bu noktayı iyice düşünmeksin!

6

"Kitap ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar, şüphesiz, içinde ebedî, olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte yaratıkların en aşağılıkları onlardır."

A- "Kitap ehlinden ve müşriklerden kâfir olanlar, şüphesiz, içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşindedirler."

Bundan önce bu iki fırkanın dünyadaki halleri beyân edildikten sonra burada da onların ahretteki halleri beyân edilmektedir.

Burada müşriklerin de zikredilmesi, peygamberliğin kanıtlarını kitaplarında görmek, Kitap ehline mahsus okluğu, gibi, bu hükmün de onlara mahsus olduğunun vehmedilmemesi içindir.

Bu iki fırkanın cehennem ateşinde olmaları, kıyamet gününde, oraya varacakları anlamındadır.

Yahut onlar, şu anda da cehennem ateşindedirler. Bu da, ya onların, dünyada, cehennem azabını gerektiren günahlarla olan ilişkileri, cehennemle ilişkileri gibi sayılmıştır; yahut onların, içinde bulundukları küfür ve günahlar, cehennem ateşidir. Ancak bu dünyada arızî suretlerle görülmekte ve ahirette bu sûreden çıkarıp gerçek sûretleriyle görüleceklerdir. Nitekim "Hiç şüphesiz cehennem, kâfirleri kuşatmıştır." âyetinin îzâhı da böyledir.

Her iki fırkanın, orada ebedî kalmak üzere azap yurduna girmeleri, azaplarının keyfiyetinin farklı olmasıyla çelişmez. Zîrâ cehennem, derece derecedir ve azapları çeşitlidir.

B- "İşte yaratıkların en aşağılıkları onlardır."

Yani amel bakımından böyledirler. Mü’minler hakkinda gelecek ifâdeye de uygun olan bu mânâdır. Buna göre bu cümle, onların ebedî olarak cehennemde kalmalarının illeti mahiyetindedir.

Yahut onlar, makam ve varacakları yer olarak, yaratıkların en aşağılıklarıdır. Buna göre ise bu cümle, onların halinin fecaatini tekîd etmektedir.

7

"îman edip de sâlih ameller de yapanlara gelince, yaratılmışların en hayırlıları da onlardır."

Kur’ân'ın sünneti (genel kaidesi) olduğu üzere, terhîb (korkutmak) ve terğîb'in çift olarak zikredilmelerinin icabı olarak, kâfirlerin kötü halı beyân edildikten sonra burada da mü’minlerin güzel halleri beyân edilmektedir.

8

"Onların Rableri katındaki mükâfatları, içinde ebedî olarak kalacakları altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan hoşnut olmuş; onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İste bu, Rablerinden korkanlar içindir."

A- "Onların Rableri katındaki mükâfatları, içinde ebedî olarak kalacakları altından ırmaklar akan Adn cennetleridir."

Eğer burada cennetlerde, zâhir mânâ olduğu üzere, dalları birbirine dolanmış ağaçlar kastedilirse, ırmakların onların altından akmasının keyfiyeti açıktır. Eğer bu cennetlerden, yer ile üzerindekilerin tamamı kastedilirse, altından ırmakların akması keyfiyeti, belirgin olan kısım (ağaçlar) ile îzâh edilir. Hangi mânâya göre olursa olsun, bu ırmakların akmasından kastedilen, ırmakların arksız olarak, akmalarıdır.

İşte amelli mü’minler, îmân ve itaatlerinin karşılığı olarak, bu cennetlerde, çeşitli cismanî ve ruhanî nimetlerden bol bol faydalanarak sonsuz olarak yaşayacaklardır.

Burada mü’minlerin önce, yaratılmışların en hayırlıları olmakla methedık ınelerı, kendilerine bahşedilenlerin, vasıflarının karşılığı olduğunu bildiren mükâfatın zikredilmesi, bunun Allah katından olduğunun belirtilmesi, terbiye ve kemale erdirmek anlamını bildiren Rab unvanının zikredilmesi, Rab unvanının onların zamirine izafe edilmesi (Rableri), cennetlerin çoğul olarak zikredilmesi, cennet yaranının güzel halini açıkça bildirmektedir.

B- "Allah, onlardan hoşnut olmuş; onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır."

Allah'ın, onlardan razı olması, amellerinin zikredilen mükâfatına ilâve bir lütuftur.

Onlar da, Rablerinden hoşnut olmuşlardır; zîrâ sonuna kadar arzularına erişmişler; bütün arzularının en iyisine sahip olmuşlar ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen imkânlar kendilerine sağlanmıştır.

C- "İşte bu, Rablerinden korkanlar içindir."

Yani zikredilen mükâfat ve Allah'ın hoşnutluğu, Rablerinden korkanlar içindir. Zîrâ Allah'ın sânlarını bilen âlimlerin özelliklerinden olan korku, bütün ilmî ve amelî kemallerin yegâne sebebidir. Bu kemaller de, iki cihan saadetini kazandırmaktadır.

Burada, mâlik olmak ve terbiye anlamlarını ifâde eden Rab unvanının zikredilmesi, korkunun illetini zımnen bildirmek ve Rabbin terbiyesine mağrur olmaktan sakındırmak içindir.

Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, Beyyine sûresini okursa, kıyamet günü sabah akşam, yaratılmışların en hayırlısıyla beraber olacaktır."

0 ﴿