102

"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetlî insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil'deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o iki melek, «Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme» demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın âhirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi!"

Süfyân b. Uyeyne, Saîd b. Mansûr, İbn Cerîr, İbnu'l-Münzir, İbn Ebî Hâtim ve Hâkim bildiriyor: İbn Abbâs der ki: Şeytanlar, gökyüzünden gizlice meleklerin konuştuklarını dinler ve duydukları bir söze bin yalan katarak anlatırlardı. Bu sözler insanların hoşuna gider ve bu sözleri kitap haline getirirlerdi. Allah bu kitapları Süleyman b. Dâvud'a (aleyhisselam) gösterdi ve Süleyman bu kitapları alıp tahtının altına gömdü. Süleyman vefat edince Şeytan yolda durup:

“Sizlere, Süleyman'ın kendisiyle sizlere hükmettiği ve hiç kimsede bulunmayan hazineyi göstereyim mi?" dedi. İnsanlar:

“Evet" deyip hazineyi çıkardıklarında hazinenin sihir kitapları olduğunu gördüler ve herkes bu kitapların bir nüshasını çıkardı. Bunun üzerine Allah, Süleyman'ın, söylediklerinden berî olduğunu ve sihirle alakası olmadığını bidiren:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil'de, melek denilen Harut ve Marut'a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi «Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme» demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!"' âyetini indirdi.'

Nesâî ve İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre İbn Abbâs der ki: Âsaf, Hazret-i Süleyman'ın katibiydi ve İsm-i Â'zam'ı biliyordu. Yazdığı her şeyi Süleyman'ın emriyle yazıp, tahtının altına gömüyordu. Süleyman vefat ettiği zaman Şeytanlar bu kitapları oradan çıkarıp her satır arasına sihir ve küfrü gerektiren şeyleri yazdılar ve:

“Süleyman bunlarla amel ediyordu" dediler. Bunun üzerine cahiller Hazret-i Süleyman'ı tekfir edip ona sövdüler. Âlimler ise hiçbirşey yapmadılar. Yüce Allah, "Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil'de, melek denilen Harut ve Marut'a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi «Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme» demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi.

Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!" âyetini indirinceye kadar cahiller Hazret-i Süleyman'a sövmeye devam ettiler.

İbn Ebî Hâtim, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirir: Hazret-i Süleyman'ın mülkü gidince, cinlerden ve insanlardan çok kalabalık bir topluluk irtidad edip nefsanî isteklerine tâbi oldular. Hazret-i Süleyman'a mülkü tekrar verilince ve insanlar dinlerine tekrar dönünce, Hazret-i Süleyman ellerindeki kitapları alıp tahtının altına gömdü. Hazret-i Süleyman vefat edince, insanlar ve cinler bu kitapları ele geçirip:

“Bu, Yüce Allah'ın Süleyman'a gönderdiği ve onun da bizden gizlediği kitaptır" diyerek kitaptakileri bir din haline getirdiler. Bu konuyla ilgili olarak Allah:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil'de, melek denilen Harut ve Marut'a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi «Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme» demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!" âyetini indirdi. Şeytanların okumuş oldukları şeylerden kasıt: Şeytanın insanlara vesveseyle sevdirdiği çalgılar oyun ve Allah'ı zikretmekten alıkoyan her şeydir.

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre İbn Abbâs şöyle der: Hazret-i Süleyman tuvalete gireceği zaman veya hanımlarından birisiyle beraber olacağı zaman, yüzüğünü hanımı Cerâde'ye verirdi. Allah, Süleymân'ı imtihana tâbi tutacağı zaman, Süleyman yüzüğünü hanımına verdi ve Şeytan Cerâde'ye, Süleyman'ın suretinde gelip:

“Yüzüğümü ver" dedi ve yüzüğü alıp taktı.

Şeytan yüzüğü takınca şeytanlar cinler ve insanlar ona boyun eğdi. Süleyman, Cerâde'ye gelip:

“Yüzüğümü ver" deyince, Cerâde:

“Yalan söylüyorsun. Sen Süleyman değilsin" karşılığını verdi. O zaman Süleyman bunun bir imtihan olduğunu anladı. Şeytanların serbest kaldığı günlerde içinde sihir ve küfür olan kitaplar yazdılar ve Süleyman'ın tahtının altına gömdüler. Sonra onları çıkarıp insanlara okuyarak:

“Süleyman insanlara bu kitaplarla hükmediyordu" deyince, insanlar Hazret-i Süleyman'ı inkar edip tekfir ettiler. Bu Hazret-i Muhammed gönderilip:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı..."' âyeti nazil oluncaya kadar böyle devam etti.

İbn Cerîr, Şehr b. Havşeb'in şöyle dediğini bildirir: Yahudiler:

“Muhammed'e bakın, hakkı batıl ile karıştırıyor. Süleyman'ı peygamberler arasında sayıyor. O rüzgarlara binen bir sihirbazdı" deyince Allah:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil'de, melek denilen Harut ve Marut'a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi «Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme» demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!" âyetini indirdi.

İbn Cerîr ve İbn Ebî Hâtim, Ebu'l-Âliye'den bildirir: Yahudiler bir müddet Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) Tevrat'tan sorular sordular. Ne zaman bir soru sorsalar, Allah o konuda âyet indiriyordu ve bundan dolayı Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara galip geliyordu. Yahudiler bunu görünce:

“Bu, bize indirilen kitabı bizden daha iyi biliyor" dediler. Yahudiler, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sihirle ilgili sorup onunla mücadeleye kalkışınca, Allah:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil'de, melek denilen Harut ve Marut'a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi «Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme» demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!'" âyetini indirdi. Şeytanlar bir kitaba sihir kehanet ve benzeri şeyler yazmışlar ve onu Süleyman'ın oturduğu tahtın altına gömmüşlerdi. Süleyman, gaybı bilmezdi. Süleyman vefat edince şeytanlar bu sihri çıkardılar ve onunla insanları aldatarak:

“Bu, Süleyman'ın, kıskançlığından dolayı insanlardan gizlediği bir ilimdir" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Yahudilere bunu anlatınca zelil ve delilleri çürümüş bir şekilde onun yanından çıktılar.

Saîd b. Mansûr, Husayf'tan bildiriyor: Hazret-i Süleyman, bir bitki bittiği zaman:

“Sen hangi hastalığın ilacısın?" diye sorar, bitki de:

“Falan hastalığın ilacıyım" derdi. Harnup (keçiboynuzu) ağacı bitip, Hazret-i Süleyman:

“Sen ne için bittin?" diye sorunca, harnup ağacı:

“Mescidini bozmak" için cevabını verdi. Fazla geçmeden Hazret-i Süleyman vefat edince şeytanlar bir kitap yazdılar ve Hazret-i Süleyman'ın mabedine koyup:

“Biz, sizlere Süleyman'ın neyle tedavi ettiğini gösteririz" dediler. Gidip o kitabı çıkarınca içinde sihir ve efsun olduğunu gördüler. Bu konuda Yüce Allah:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil'de, melek denilen Harut ve Marut'a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi «Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme» demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!" âyetini indirdi. Bu âyet, Ubey'in kıraatinde, (.....) şeklindedir. Hârût ve Mârût onlara yedi defa (büyü yapmak suretiyle) inkara düşmemelerini söylüyor, eğer kişi buna rağmen öğrenmekte ısrar ediyorsa ona sihri öğretiyorlardı. Bu kişi sihri öğrenince içinden semaya doğru bir nur çıkardı. Aynı zamanda bildiği doğrular da kendisinden çıkıp giderdi.

İbn Cerîr ve İbnu'l-Münzir'in bildirdiğine göre Ebû Miclez der ki: Hazret-i Süleyman, her canlıdan bir söz almıştı, bir adam, yakalandığı zaman o söz sorulur ve sonra bırakılırdı. İnsanlar alınan bu söze (muska) yazmayı ve sihri ekleyip:

“Süleyman'ın yaptığı şey buydu" dediler. Bunun için Allah, bu konuda:

“Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı" buyurmaktadır.

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre İbn Abbâs, bu âyetteki (.....) kelimesinin, tâbi olmak manasında olduğunu söyledi.

İbn Cerîr, Atâ'nın, (.....) âyetini açıklarken:

“Bize göre bundan, Şeytanların konuştuğu şeyler kastedilmiştir" dediğini bildirir.

İbn Cerîr bildiriyor: İbn Cüreyc, (.....) sözünden kasıt, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurduklarıdır" demiştir.

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre Katâde (.....) sözünü açıklarken şöyle dedi: Bu şey, Süleyman'ın kendi görüşüyle ve rızasıyla yapılmadı. Bu, şeytanların, Hazret-i Süleyman'ın rızası dışında yaptıkları bir şeydir. Âyette belirtilen sihir iki türlüdür: Şeytanların öğrettiği sihir ve Hârût ile Mârût'un öğrettiği sihir.

İbn Cerîr, Süddî'nin (.....) âyeti hakkında şöyle dediğini bildirir:

“Bu, kendisiyle mücadele ettikleri başka bir sihir şeklidir. Melekler kendi aralarında konuşurken insanlar (şeytanlar aracılığıyla) bu sözü öğrenip onlarla sihir yaparlardı."

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre Mücâhid der ki:

“Sihir, şeytanların öğrettikleridir. Hârût ile Mârût ise erkekle hanımını birbirinden ayırmayı öğretiyordu."

İbn Cerîr, İbnu'l-Münzir ve İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre İbn Abbâs, (.....) âyeti hakkında, "İki meleğe indirilen şey, erkekle hanımını arasını ayıracak (büyüleri içeren) şeylerdi" dedi.

İbn Cerîr ve İbn Ebî Hâtim, İbn Abbâs'ın (.....) âyetini açıklarken, "Allah, Hârût ve Mârût'a sihir indirmemişti" dediğini bildirir.

İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre Hazret-i Ali, Hârût ve Mârût'un, gökyüzünün meleklerinden iki melek olduğunu söyledi.

İbn Merdûye başka bir kanalla Hazret-i Ali'den bunu merfu olarak nakletmiştir.

İbn Ebî Hâtim bildiriyor: Abdurrahman b. Ebzâ, bu âyeti (.....) şeklinde okumuştur.

İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre Dahhâk, bu âyeti, (.....) şeklinde okumuş ve:

“Bunlar Bâbil halkından iki kafir(kral)dı" demiştir.

Buhârî, Tarih'te ve İbnu'l-Münzir, İbn Abbâs (.....) âyetini açıklarken:

“Buradaki iki melekten maksat, Cibrîl ve Mîkâîl'dir. Bâbil'de Hârût ve Mârût insanlara sihri öğretiyorlardı" dediğini bildirir.

İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre Atâ, (.....) âyetini açıklarken "Cibrîl ve Mîkâîl'e indirilen sihir kastedilmiştir" dedi.

Bâbil

Ebû Dâvûd, İbn Ebî Hâtim ve Beyhakî, Sünen'de, Hazret-i Ali'nin şöyle dediğini bildirir:

“Sevdiğim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Bâbil toprağında namaz kılmamı yasakladı ve oranın lanetlenmiş olduğunu söyledi."

Dîneverî, el-Mücâlese'de ve İbn Asâkir, Ganem b. Sâlim'den -ki hadis uydurmakla itham edilmiştir- Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini bildirir: Allah insanları Bâbil'de toplayacağı zaman onlara doğudan, batıdan, kıbleden ve denizden rüzgar gönderip onları Bâbil'de topladı. İnsanlar toplanıp neden burada bir araya getirildiklerin sebebini öğrenmeye çalışırken bir münadi:

“Batıyı sağına, doğuyu soluna alıp yüzünü Kâbeye çevirene sema ehlinin sözleri verilecek" diye seslendi. Bunun üzerine Ya'rub b. Kahtân kalkınca, kendisine:

“Ey Ya'rub b. Kahtân b. Hûd! Sen o'sun" denildi. İlk Arapça konuşan kişi bu şahıstır. Münadi insanlar yetmiş iki dili konuşan fırkalara ayrılıncaya kadar:

“Şunu yapana şu verilecek" diye seslenmeye devam etti. Sonunda bütün diller dağıtılınca oraya Bâbil adı verildi. O zaman konuşulan dil, Bâbilceydi. O zaman, hayır ve şer melekleri, hayâ ve iman melekleri, sıhhat ve bedbahtlık melekleri, zenginlik melekleri, şeref melekleri, yiğitlik melekleri, katılık melekleri, cehalet melekleri, savaş melekleri ve kötülük melekleri inip Irak'a varınca, birbirlerine, "Artık birbirinizden ayrılın!" dediler. İman meleği:

“Ben, Medine ve Mekke'de ikamet edeceğim" deyince, Hayâ meleği:

“Ben de seninle beraberim" dedi. Bedbahtlık meleği:

“Ben çöllerde ikamet edeceğim" deyince, sıhhat meleği:

“Ben de seninle beraberim" dedi. Katılık meleği:

“Ben Mağrib'de ikamet edeceğim" deyince, Cahillik meleği:

“Ben de seninle beraberim" dedi. Savaş meleği:

“Ben Şam'da ikamet edeceğim" deyince, kötülük meleği:

“Ben de seninle beraberim" dedi. Zenginlik meleği:

“Ben burada (Irak'ta) ikamet edeceğim" deyince, yiğitlik meleği:

“Ben de seninleyim" dedi. Şeref meleği:

“Ben de sizinleyim" deyip Irak'ta ikamet edince, zenginlik, yiğitlik ve şeref melekleri Irak'ta ikamet ettiler.

İbn Asâkir, aralarında meçhul olanların da bulunduğu bir isnâdla Hazret-i Âişe'den, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Allah dört şeyi yarattı ve onun peşinden dört şeyi de yarattı: Kuraklığı yarattı ve peşinden zühdü yaratıp Hicaz'da ikamet etirdi. İffeti yarattı ve peşinden gafleti yaratıp Yemen'de ikamet etirdi. Rızkı yarattı, peşinden veba hastalığını yaratıp Şam'da ikamet ettirdi. Fücûr'u yarattı, peşinden parayı yaratıp Irak'ta ikamet ettirdi."

İbn Asâkir, Süleymân b. Yesâr'dan bildiriyor: Ömer b. el-Hattâb, Ka'bu'l- Ahbâr'a yazarak:

“Bana menzillerden birini beğen" diye yazınca, Ka'b şöyle cevap yazdı:

“Her şey bir araya geldiği zaman, cömertlik:

“Ben Yemen'i istiyorum" deyince güzel ahlak:

“Ben de seninleyim" dedi. Katılık:

“Ben Hicaz'ı istiyorum" deyince, fakirlik:

“Ben de seninleyim" dedi. Kötülük:

“Ben Şam'ı istiyorum" deyince, savaş:

“Ben de seninleyim" dedi. İlim:

“Ben Irak'ı istiyorum" deyince, akıl:

“Ben de seninleyim" dedi. Zenginlik:

“Ben Mısır'ı istiyorum" deyince, zillet:

“Ben de seninleyim" dedi. Ey müminlerin emiri! Bunlardan birini seç." Mektup Ömer'e ulaşınca:

“O zaman Irak'ı tercih ederim" dedi.

İbn Asâkir, Hakîm b. Câbir'den bildirir: Bana ulaştığına göre İslam:

“Ben, Şam diyarına gideceğim" deyince, ölüm:

“Ben de seninleyim" dedi. Mülk:

“Ben Irak'a gideceğim" deyince, kati:

“Ben de seninleyim" dedi. Açlık:

“Ben Mağrib'e gideceğim" deyince, sıhhat:

“Ben de seninleyim" dedi.

İbn Asâkir'in bildirdiğine göre Dağfel der ki: Mal:

“Ben Irak'ta ikamet edeceğim" deyince, ihanet:

“Ben de seninle ikamet edeceğim" dedi. İtaat:

“Ben Şam'da ikamet edeceğim" deyince, katılık:

“Ben de seninle ikamet edeceğim" dedi. Yiğitlik:

“Ben Hicaz'da ikamet edeceğim" deyince, fakirlik:

“Ben de seninleyim" dedi.

Hârût ve Mârût

Daha önce, İbn Abbâs'ın rivâyetinden, Hazret-i Âdem'in kıssası geçmişti. Diğer hadisleri şimdi sunacağız:

Suneyd, İbn Cerîr ve Hatîb, Tarih'te bildirir: Nâfi der ki: İbn Ömer ile bir seferdeyken gecenin sonunda iki veya üç defa:

“Ey Nâfi! Bak bakalım, kızıl yıldız doğmuş mu?" diye sordu. Ben her defasında:

“Hayır" dedim ve sonuncuda:

“Doğdu" cevabını verdim. İbn Ömer, ona:

“Ne ehlen ve sehlen, ne de merhaba" deyince, ben, "Sübhânallah, bu, Allah'ın emrine boyun eğen, itaatkâr bir yıldızdan başka bir şey değildir" dedim. İbn Ömer şöyle karşılık verdi: Ben sana, Hazret-i Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) duyduğumu söyledim. O, şöyle buyurdu :

“Melekler:

“Ey Rabbımız, Sen Âdemoğullarının günah ve suçlarına karşı nasıl böyle sabırlı davranıyorsun?" diye sorunca, Allah:

“Ben, onları imtihan ettim, sizi ise rahat bıraktım" cevabını verdi. Melekler:

“Biz âdemoğlunun yerinde olsaydık sana hiç isyan etmezdik" deyince, Allah:

“Öyleyse, içinizden iki melek seçin" buyurdu. Onlar iki adayı seçmekte zorluk çekmediler. Hârût ve Mârût'u aralarından seçtiler. Allah, Hârût ve Mârût'a Şabek'i verdi." (İbn Ömer der ki: Ben, "Şebak nedir?" diye sorunca, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

“Şehvettir" cevabını verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle devam etti:

“Yanlarına Zühre denilen bir kadın geldi ve onlar bu kadını sevdiler. İkisi de birbirinden kadına olan hislerini gizliyordu. Sonra birisi diğerine:

“Benim kalbime düşen şey senin kalbine de düştü mü?" diye sorunca, diğeri:

“Evet" dedi ve ikisi de gidip kadını istediler. Kadın:

“Bana, onunla gökyüzüne çıkıp indiğiniz sözü öğretmedikçe sizinle birlikte olmam" deyince, ikisi de bunu kabul etmediler. Sonra aynı şeyi bir defa daha teklif ettiklerinde kadın aynı şartı ileri sürüp kabul etmedi. Bunun üzerine onlar kadının istediğini ona öğrettiler. Kadın bu sözleri söyleyip gökyüzüne yükselince Allah onu bir yıldıza çevirdi ve Hârüt ile Mârüt'un da kanatlarını kesti. Hârüt ve Mârût, Allah'tan bağışlanma dileyince onları:

“İsterseniz sizi eski halinize çevireyim, buna karşılık kıyamet günü size azab ederim. Eğer bunu istemezseniz size dünyada azab ederim ve kıyamet günü eski halinize çeviririm" buyurarak muhayyer bırakınca, biri diğerine:

“Dünya azabı biter ve yok olur" dedi ve dünya azabını tercih ettiler. Allah, onlara Bâbil'e gitmelerini vahyetti ve Bâbil'de yok oldular. Onlar yerle gök arasında, kıyamet gününe kadar azab görecektir. "

Saîd b. Mansûr, Mücâhid'den bildiriyor: İbn Ömer ile bir seferdeyken, bana:

“Şu yıldıza bak, çıktığında beni uyandır" dedi. Yıldız çıkıp onu uyandırdığımda, doğrulup oturdu ve yıldıza bakıp ona ağır bir şekilde sövmeye başladı. Ben:

“Allah sana merhamet etsin ey Abdurrahman'ın babası! Dinleyip itaat eden bir yıldıza neden sövüyorsun?" diye sorunca, "Bu yıldız, İsrailoğulları arasında yaşamış bir azgındı. İki melek uğradıkları akibete bunun sebebiyle uğradılar" cevabını verdi.

Beyhakî, Şuabül-îman'da, Mûsa b. Cübeyr'den, Mûsa b. Ukbe'den, Sâlim'den,

İbn Ömer'den Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Melekler dünyaya bakıp Ademoğullarının isyan ettiğini görünce:

“Ey Rabbimiz! Bunlar ne kadar cahil. Bunlar Senin azametin konusunda ne kadar az bilgi sahibi!" deyince, Allah:

“Eğer onların yerinde olsaydınız, sizler de isyan ederdiniz" buyurdu. Melekler:

“Biz, Seni hamdinle tesbih edip takdis ederken bu nasıl olur?" diye sorunca, Allah:

“İçinizden iki melek seçiniz" buyurdu. Melekler, Hârüt ve Mârüt'u seçtiler ve bu iki melek yeryüzüne indirilip Âdemoğlunda bulunan nefsani arzular bunlara da verildi. Sonra karşılarına bir kadın çıkarınca, bunlar dayanamayıp onunla birlikte olup günah işlediler. Yüce Allah, Hârüt ile Mârüt'a:

“Dünya veya âhiret azabından birini seçin" buyurunca, birbirlerine bakıp, birisi:

“Ne dersin? Sen seç" dedi. Diğeri:

“Dünya azabı biter, ama âhiret azabı bitmez" dedi ve dünya azabını tercih ettiler. Bu ikisi, Yüce Allah'ın (.....)  ayetinde zikrettiği meleklerdir. "

Abdürrezzâk, İbn Ebî Şeybe, Abd b. Humeyd, İbn Ebi'd-Dünyâ, el- Ukûbât'ta, İbn Cerîr, İbnu'l-Münzir, İbn Ebî Hâtim ve Beyhakî, Şuabu'l- îman'da, Sevrî—Mûsa b. Ukbe—Sâlim—İbn Ömer kanalıyla Ka'b'dan bildirir: Melekler, Âdemoğlunun amellerini ve işledikleri günahları zikredince, meleklere:

“Eğer siz onların yerinde olsaydınız, aynı günahları işlerdiniz. Aranızdan iki kişi seçiniz" denildi. Melekler Hârût ve Mârût'u seçince, ikisine:

“Ben Âdemoğularına peygamberler gönderiyorum. Benimle sizin aranızda ise peygamber olmayacaktır. Yeryüzüne ininiz, orada Bana hiçbir şeyi ortak koşmayınız, zina yapmayınız, içki içmeyiniz" denildi. Ka'b der ki: Vallahi, daha aynı gün akşam olmadan kendilerine yasaklanan bütün günahları işlediler.

Hâkim, Saîd b. Cübeyr'den bildirir: İbn Ömer:

“Kızıl yıldız çıktı mı?" diye sorardı ve onu görünce:

“Ne ehlen ve sehlen, ne de merhaba" deyip şöyle devam ederdi:

“Meleklerden olan Hârût ve Mârût, Allah'tan kendilerini yeryüzüne indirmesini istedi. Yeryüzüne indiklerinde ikisi de insanlar arasında hüküm vermeye başladılar. Akşam olduğu zaman ise bazı kelimeleri söyleyip tekrar semaya çıkarlardı. Kendilerine, insanların en güzellerinden bir kadın musallat edilip şehvet te verildi. Hârût ile Mârût, kadına karşı nefislerinde bir arzu duymaya başladıkları için onun davasını erteliyorlardı. Kadının davasını bekletmeleri üzerine kadın onlarla anlaşıp anlaştıkları zamanda onlarla buluştu ve: «Bana, semaya çıkarken söylediğiniz kelimeleri öğretin» dedi ve onlar da bu kelimeleri kendisine öğretince, kadın bunları söyleyip semaya çıktı. Kadının şekli değiştirilip gördüğünüz kızıl yıldız şekline dönüştü. Akşam olup semaya çıkmak için o sözleri söylediler, ama çıkamadılar. Kendilerine: «İster âhiret azabını tercih edin, isterseniz, kıyamet kopup Allah'ın huzuruna çıkıncaya kadar sürecek dünya azabını tercih ediniz. Allah'ın huzuruna varınca da ister size azab eder, ister merhamet edip affeder» denildi.

Birbirlerine baktılar ve biri: «Bir milyon kat daha fazla da olsa dünya azabını tercih ederiz» dedi. Hârût ve Mârût, kıyamet gününe kadar azab görmektedirler."

İshâk b. Râhûye, Abd b. Humeyd, İbn Ebi'd-Dünyâ, el-Ukûbât'ta, İbn Cerîr, Ebu'ş-Şeyh, el-Azame'de ve Hâkim bildiriyor: Ali b. Ebî Tâlib der ki: Zühre'ye, Araplar, Zühre derken, Acemler, Enâhîz derlerdi. İki melek yeryüzünde insanlar arasındaki davalara bakıyorlardı. Meleklerden ikisi de, diğerinden habersiz Zühre'yi istiyordu. Biri, diğerine:

“Kardeşim, içimde olan bir şeyi sana anlatmak istiyorum. Benim içimden geçen, senin de içinden geçmiş olabilir" dedi ve bu konuda aynı duyguyu paylaştıklarını anladılar. Kadın onlara:

“Onları söyleyerek semaya çıktığınız ve indiğiniz kelimeleri bana söyler misiniz?" deyince, onlar:

“Allah'ın İsm-i Â'zamıyla" cevabını verdiler. Kadın:

“Bu ismi bana öğretmeden size istediğinizi vermem" deyince, biri diğerine:

“İsmi ona öğret" dedi; ama öbürü:

“Öğretecek olursak Allah'ın şiddetli azabı karşısında ne yaparız?!" karşılığını verdi. Diğeri:

“Allah'ın rahmetinin genişliğini ümit ederiz" deyince İsm-i Â'zamı kadına öğrettiler. Kadın bu ismi söyleyip semaya uçunca semadaki bir melek onu görerek korktu ve başını eğdi. O melek hala başı eğik durumdadır. Allah o kadını Zühre yıldızına çevirdi.

İbn Râhûye ve İbn Merdûye, Hazret-i Ali'den, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Allah Zühre'ye (yıldızına) lanet etsin. Hârût ve Mârût'u fitneye düşüren odur."

Abd b. Humeyd ve Hâkim, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirir:

“Zühre yıldızı, kavmi içinde Bîzuht adında bir kadındı."

Abdürrezzâk ve Abd b. Humeyd'in bildirdiğine göre İbn Abbâs der ki:

“İki meleği fitneye düşürmesi sebebiyle meshedilen (sûreti dönüştürülen) kadın şu kızıl yıldız olan Zühre yıldızıdır."

İbn Ebî Hâtim, Mücâhid'den bildiriyor: Bir yolculukta Abdulah b. Ömer'in yanında konaklamıştım. Bir gece hizmetçisine dedi ki: Kızıl yıldızın çıkıp çıkmadığına bak. Ona ne merhaba, ne de ehlen ve sehlen. Allah onu yaşatmasın, çünkü o iki meleğin arkadaşıdır. Melekler demişlerdi ki:

“Ey Rabbimiz, haram yere kan akıtan, senin yasaklarını çiğneyen ve yeryüzünde fesâd çıkaran günahkârları niçin hâlâ bırakıyorsun?" Allah:

“Ben onları imtihan ediyorum. Eğer onları imtihan ettiğim gibi sizi de imtihan etseydim onların yaptıklarının aynısını siz de yapardınız" buyurdu. Onlar:

“Hayır" dediler. Bunun üzerine Allah:

“En hayırlılarınızdan iki kişiyi seçin" buyurdu. Onlar da Hârût ve Mârût'u seçtiler. Allah onlara:

“Ben sizi yeryüzüne indireceğim, şirk koşmamak, zina etmemek ve hiyânet etmemek üzere sizden söz alacağım" buyurdu. Hârût ve Mârût yeryüzüne indirildiler ve üzerlerine de kadın sevgisi indirildi. Allah, Zühre'yi güzel bir kadın şeklinde onlar için yeryüzüne indirdi. Zühre onlara görününce, onu elde etmek istediler; ama o:

“Ben öyle bir dinin mensubuyum ki, ancak o dine bağlı olanlar bana yaklaşabilirler" dedi. Hârût ve Mârût:

“Senin dinin nedir?" diye sorunca, Zühre:

“Mecusîliktir" cevabını verdi. Onlar:

“Şirk mi! böyle bir şeye biz yaklaşamayız" dediler. Zühre, Allah'ın dilediği sürece onlardan uzak kaldıktan sonra bir daha karşılarına çıkınca yine onunla beraber olmak istediler, Zühre yine:

“İstediğiniz gibi olsun, ama benim bir kocam var. Onun bu durumu bilmesinden ve rezil olmaktan korkarım. Eğer dinimi kabul ederseniz ve sizinle beraber beni de semaya çıkarırsanız dediğinizi kabul ederim" dedi. Bunun üzerine onun dinini kabul ettiler ve onunla birlikte olduktan sonra beraberlerinde semaya çıkardılar. Zühre semaya çıkınca onlardan çekilip alındı ve Hârût ile Mârût'un da kanatları kesilip korku içinde, ağlayarak ve pişman bir şekilde yeryüzüne düştüler. Yeryüzünde iki Cuma arasında Allah'a dua eden bir peygamber vardı ve Cuma günü duasına icabet edilirdi. Hârût ve Mârût:

“Falana gitsek te tövbemizin kabulü için dua etse" deyip peygamberin yanına gittiler. Peygamber:

“Allah size merhamet etsin. Yeryüzü halkından olan bir kişi gökyüzü halkı için neler isteyebilir ki!" deyince onlar:

“Biz imtihan olunduk" karşılığını verdiler. Peygamber:

“Cuma günü yanıma geliniz" deyince, Cuma günü geldiler. Peygamber:

“Sizinle ilgili duama icabet edilmedi. İkinci Cuma tekrar geliniz" deyince, ikinci Cuma geldiler. Peygamber:

“Dilediğinizi seçin. Dünyada bağışlanıp âhirette azaba uğramakla, dünyada azaba uğrayıp kıyamet günü Allah'ın hükmüne razı olmak arasında tercihte bulunun" dedi. Birisi:

“Dünyadan az bir zaman geçmiştir" deyince, diğeri:

“Yazıklar olsun sana! İlkinde sana uydum, şimdi sen bana uy. Sonu olan azab, sonsuz azab gibi değildir. Kıyamet günü Allah'ın vereceği hükme razı olalım" karşılığını verdi. Diğeri:

“Bize azab etmesinden korkuyorum" deyince, öbürü:

“Hayır. Eğer Allah dünya azabını âhiret azabına tercih ettiğimizi bilirse, bize iki defa azab etmez" dedi ve Dünya azabını tercih ettiler. Bunun üzerine demirden bir çıkrıkla içi ateş dolu bir kuyuya baş aşağı indirildiler.

İbnu'l-Münzir, İbn Ebî Hâtim, Hâkim ve Beyhakî, Şuabu'l-îman'da, İbn Abbâs'tan bildiriyor: İnsanlar, Âdem'den sonra düştükleri isyan ve küfür üzerine melekler:

“Ey Rabbimiz! Sana ibadet ve itaat etsinler diye yarattığın bu âlem günah işleme, küfür, adam öldürme, haram yeme, zina, hırsızlık ve içki içme gibi isyanlara düştüler" deyip insanlara beddua etmeye ve mazur görmemeye başladılar. Meleklere:

“Aranızda en faziletli olan iki meleği seçiniz. Onlara emirler verip bazı şeyleri yasaklayacağım" denilipte, melekler, Hârût ve Mârût'u seçince, ikisi de yeryüzüne indirildi ve onlara insanlarda olan nefsani arzular verildi. Allah onlara, kendisine ibadet etmelerini, hiç bir şeyi ortak koşmamalarını, haksız yere hiçbir cana kıymamalarını, haram yememelerini, zina yapmamalarını, çalmamalarını ve içki içmemelerini emretti. Bir müddet insanların davalarında adaletle hükmettiler. Bu olay Hazret-i İdrîs zamanında vaki olmuştur. O zaman kadınlar arasında, Zühre yıldızının diğer yıldızlardan daha güzel olması gibi güzel olan bir kadın vardı. Hârût ve Mârût bu kadına gidip onunla konuştular ve beraber olmak istediklerini söylediler, ancak kadın, kendisine boyun eğmeleri ve dinine girmeleri şartıyla tekliflerini kabul edeceğini söyledi. Ona hangi dinden olduğunu sorunca, kadın bir put çıkarıp:

“Buna tapıyorum" dedi. Onlar:

“Biz buna ibadet etmeyiz" deyip gittiler. Bir müddet sonra tekrar gelip onunla beraber olmak istediklerini söylediler. Kadın daha önce söylediklerini tekrarlayınca, yine gittiler ve bir müddet sonra tekrar gelip onunla beraber olmak istediklerini söylediler. Kadın, onların puta tapmayı kabul etmeyeceklerini görünce:

“Şu üç şeyden birini seçin. Ya bu puta ibadet edin veya şu canı öldürün, ya da içki için" dedi. Onlar içkiyi içince sarhoş oldular ve kadınla beraber oldular. Sonra öldürmelerini istediği kişinin bunu insanlara anlatmasından korkarak onu öldürdüler. Sarhoşlukları gidipte düştükleri hatayı anlayınca semaya çıkmayı istediler ama çıkamadılar. Semayla aralarına bir engel konuldu ve semayla aralarındaki perde kaldırılıp meleklerin kendilerini görmesi sağlandı. Melekler, Hârût ve Mârût'un yaptıklarını görünce çok şaşırdılar ve gaybde olanın daha az korktuğunu anlayıp yeryüzündekiler için bağışlanma dilemeye başladılar. Bu konuda, "...Melekler Rablerini överek tesbih eder ve yeryüzünde bulunanlar...'" âyeti nazil oldu. Hârût ve Mârût'a:

“Dünya azabı ile âhiret azabından birini tercih ediniz" denilince, "Dünya azabı biter ve sonu vardır; ama âhiret azabı kesilmez" deyip dünya azabını tercih ettiler. Bunun üzerine Bâbil'e getirildiler ve (şimdi) orada azaba uğramaktalar.

İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre İbn Abbâs der ki:

“Sema ehli, yeryüzündekilere bakıp onların günah işlediklerini görünce:

“Ey Rabbimiz! Yeryüzü halkı günah işliyorlar" dediler. Yüce Allah:

“Sizler benimlesiniz. Onlar ise Beni görmüyorlar" buyurdu ve meleklere:

“Aranızdan üç kişiyi seçiniz" denildi. Melekler, yeryüzüne inip insanlar arasında hüküm vermek üzere üç kişiyi seçtiler ve kendilerine insanda olan nefsani arzular verildi. Bu üç kişiye, içki içmemeleri, kimseyi öldürmemeleri, zina yapmamaları ve puta secde etmemeleri emredildi. İçlerinden biri inmemek için izin isteyince kendisine izin verildi ve iki kişi yeryüzüne indi. İndiklerinde yanlarına insanların en güzellerinden, Ehânîz adında bir kadın geldi. İkisi de kadını arzuladılar ve evine gidip onunla olmak istediklerini söylediler. Kadın:

“İçki içmeden, komşumu öldürmeden ve putuma secde etmeden olmaz" deyince, ikisi:

“Secde etmeyiz" dedikten sonra içki içtiler, sonra kadının komşusunu öldürdüler ve puta secde ettiler. Gökyüzü ahalisi onların bu halini gördüler. Kadın onlara:

“Semaya çıkmak için söylediğiniz o-kelimeyi bana öğretiniz" deyince, kadına bu kelimeyi öğrettiler ve kadın bu kelimeyi söyleyip semaya çıkınca kor ateşe çevrildi. İşte bu kor ateşi Zühre yıldızıdır. İki meleği ise Süleymmân b. Dâvud çağırıp dünya azabı veya âhiret azabı arasından birini tercih etmelerini söyledi. Onlar dünya azabını tercih ettiler ve bu iki melek hâla yerle gök arasında asılı durmaktadır.

İbn Cerîr, Ebû Osmân en-Nehdî' kanalıyla, İbn Mes'ûd ile ve İbn Abbâs'tan bildiriyor:

“İnsanlar çoğalıp günah işleyince melekler, yeryüzü ve dağlar onlara beddua edip:

“Ey Rabbimiz! Onlara mühlet verme!” dediler. Allah meleklere:

“Ben, sizin kalbinizden şehvet ve şeytanı çıkarmışım, eğer siz de insanlar gibi bırakılsaydınız aynı şeyi yapardınız” diye vahyedince melekler, içlerinden eğer böyle bir şeyle karşılaşsalar günah işlemeyeceklerini geçirdiler. Bunun üzerine Allah onlara:

“En hayırlılarınızdan iki melek seçiniz” buyurdu. Melekler, Hârût ve Mârût’u seçtiler ve bu iki melek yeryüzüne indirildi. Karşılarına Zühre yıldızı, Fârisilerden, Bîzuht adında bir kadın suretinde çıkarıldı ve Hârût ve Mârût onunla ilişkiye girmek sûretiyle günah işlediler. İman edenler için istiğfar eden melekler Hârût ve Mârût’un bu günahını görünce yeryüzündeki herkes için istiğfar etmeye başladılar. Hârût ve Mârût, dünya azabı veya âhiret azabı arasından birini tercih etmeleri söylenince, dünya azabını tercih ettiler.

Abdürrezzâk, Abd b. Humeyd, İbn Cerîr ve İbnu'l-Münzir, Zührî’den, Ubeydullah b. Abdillah'ın, bu âyet hakkında şöyle dediğini bildirir:

“Meleklerden ikisi insanların davalarına bakmak için yeryüzüne indirildiler. Bunun sebebi de, meleklerin, insanların verdiği hükümle alay etmesidir. Bir kadın bu iki meleğe hüküm vermeleri için bir davayla gelince onun aleyhinde hüküm verdiler. Sonra semaya çıkmak istediklerinde çıkmaları engellendi ve dünya azabı veya âhiret azabı arasından birini tercih etmeleri söylenince, dünya azabını tercih ettiler.”

Saîd b. Mansûr, Husayf’tan bildirir: Mücâhid’le beraberken yanımıza Kureyşten bir adam uğradı. Mücâhid, adama:

“Bize, babandan duyduğun bir şey anlat” deyince, Kureyşli şöyle anlattı: Babamın söylediğime göre Melekler insanların amellerine ve işledikleri günahlara bakıp -ki melekler, insanların amellerini görebiliyordu- birbirlerine:

“Âdemoğullarına bakınız nasıl da şöyle şöyle ameller yapıyor. Allah’a karşı ne kadar cüretkârlar!” deyip insanları ayıplamaya başladılar. Yüce Allah meleklere:

“Âdemoğulları hakkında söylediklerinizi duydum. Yeryüzüne indirmek ve onlara isanlara verdiğim şehveti vermek için aranızdan iki melek seçiniz” buyurunca, melekler Hârût ile Mârût’u seçtiler ve:

“Ey Rabbimiz! Bu ikisi gibisi aramızda yoktur” dediler. Hârût ve Mârût yeryüzüne indirilip kendilerine insana verilen nefsanî arzular verildi. Sonra Zühre yıldızı kendilerine bir kadın sûretinde gösterildi ve onu gördüklerinde nefislerine hâkim olamayıp onunla ilişkiye girdiler. Semaya çıkmak istediklerinde ise çıkamadılar ve yanlarına bir melek gelip:

“İşlediniz günahı işlediniz. Dünya azabı veya âhiret azabından birini tercih ediniz” dedi, biri, diğerine:

“Sen ne dersin?” diye sorunca, öbürü:

“Benim için dünyada azaba uğramak, sonra bir daha azaba uğramak, âhirette bir saat azaba uğramaktan daha sevimlidir” dedi. Şimdi bu iki melek zincirlerle asılmışlar ve insanlara imtihan vesilesi yapılmışlardır.

İbn Cerîr’in bildirdiğine göre İbn Abbâs der ki:

“Allah, meleklerin, insanların amellerini görmeleri için semayı açınca, melekler insanların günah işlediklerini gördüler ve:

“Ey Rabbimiz! Bunlar, kendi elinle yarattığın, melekleri kendilerine secde ettirdiğin ve her şeyin ismini öğrettiğin Âdemoğullarıdır ve günah işliyorlar” dediler. Yüce Allah:

“Eğer siz onların yerinde olsaydınız aynı günahları işlerdiniz” buyurunca melekler:

“Seni tesbih ederiz. Biz böyle bir şey yapmayız” karşılığını verdiler. Bunun üzerine yeryüzüne indirilmeleri için iki melek seçmeleri istendi ve melekler Hârût ile Mârût’u seçtiler. Hârût ve Mârût yeryüzüne indirildiler ve Allah’a ortak koşmalaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, içki içmeleleri, haksız yere kimseyi öldürmemeleri emredilip bunun dışında bazı şeyler helal kılındı. Bütün güzelliğin yarısı kendisine verilen Bîzuht adında bir kadın karşılarına çıkınca onu gördüler ve beraber olmak istediler. Kadın:

“Allah’a ortak koşmadan, içki içmeden, bir canı öldürmeden ve şu puta secde etmeden isteğinizi kabul etmem” deyince, ikisi:

“Biz Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayız” dediler. Meleklerden biri diğerine:

“Kadının yana geri dön” dedi ve döndüğünde kadın bu sefer:

“İçki içmezseniz isteğinizi kabul etmem” dedi. Melekler içkiyi içip sarhoş oldular, yanlarına bir dilenci girince onu öldürdüler. Kadınla ilişkiye girdiklerinde Allah, semayı meleklere açtı ve melekler Hârût ve Mârût’un yaptıklarını görüp:

“Seni tesbih ederiz. Sen en iyi bilensin” dediler. Allah, Süleyman b. Dâvud’a, Hârût ile Mârût'u, dünya ve âhiret azabı arasında tercihte bulunmalarını vahyedince, dünya azabını tercih ettiler. Bunun üzerine Horasan develeri gibi ökçelerinden boyunlarına bağlandılar ve Bâbil’e atıldılar.

İbn Ebi'd-Dünyâ, Zemmu'd-Dünyâ'da ve Beyhakî, Şuabül-îman'da, Ebu'd- Derdâ'dan, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Dünyadan sakınınız. Çünkü onun sihri, Hârût ve Mârût'tan daha tesirlidir."

Hatîb, er-Ruvât an Mâlik'te, İbn Ömer'den, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Kardeşim İsa (akyhisselam) şöyle dedi:

“Ey havariler! Dünya'nın sizi büyülemesinden sakının. Vallahi, onun sihri Hârût ve Mârût'tan daha tesirlidir. Bilin ki, dünya arkasını dönmüş gitmekte, âhiret ise gelmektedir ve her ikisinin de çocukları vardır. Sizler, dünyanın değil, âhiretin çocukları olunuz. Bugün amel vardır, ama hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, ama amel yoktur."

Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl'da, Abdullah b. Busr el-Mâzinî'den, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Dünyadan sakının. Canım elinde olana yemin ederim ki onun sihri, Hârût ve Mârût'tan (kinden bile) daha tesirlidir. "

İbn Cerîr, Rabî'den bildirir: İnsanlar, Hazret-i Âdem'den sonra günah işleyip Allah'ı inkar edince semadaki melekler:

“Ey Rabbimiz! Sen insanoğlunu, Sana ibadet etsinler ve taatte bulunsunlar diye yarattın; ama onlar küfrü gerektiren ameller işlediler, haram olan cana kıydılar, haram yediler, hırsızlık yaptılar ve içki içtiler" diyerek, insanları mazur görmeyip onlara beddua etmeye başladılar. Bunun üzerine meleklere:

“Aranızdan iki melek seçin, onlara emirlerimi ve yasaklarımı bildireyim" denilince, melekler, Hârüt ve Mârût'u seçtiler ve bu iki melek yeryüzüne indirildi. Kendilerine, insana verilen nefsanî arzular verildi, Allah'a ibadet etmeleri, Ona hiçbir şeyi ortak koşmamaları emredilip, Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeleri, haram yemeleri, hırsızlık yapmaları, zina yapmaları ve içki içmeleri yasaklandı. Bir müddet yeryüzünde insanların davalarında adaletle hâkimlik yaptılar. Bu olay Hazret-i İdrîs (aleyhisselam) zamanında olmuştur. O zaman, Zühre yıldızının diğer yıldızlardan daha güzel olması gibi diğer kadınlardan daha güzel olan bir kadın vardı. Bu kadın, Hârût ve Mârût'a gelince, onlar kadınla edalı bir şekilde konuşup kendisiyle birlikte olmak istediler. Kadın, kendi dinine girmedikleri müddetçe kabul etmeyeceğini söyleyince, ona hangi dinden olduğunu sordular. Kadın bir put çıkararak:

“Ben buna tapıyorum" cevabını verince, onlar:

“Biz buna tapmayız" diyerek bir müddet kadından uzak durdular, sonra tekrar gelip onunla edalı bir şekilde konuşarak kendisiyle birlikte olmak istediklerini söylediler. Kadın:

“Benim dinimi kabul etmezseniz olmaz" karşılığını verince, onlar:

“Biz senin dinini kabul etmeyiz" dediler. Kadın, onların puta tapmayacaklarını anlayınca:

“Şu üç şeyden birini tercih ediniz: Ya puta taparsınız veya birini öldürürsünüz ya da şu içkiyi içersiniz" dedi. Onlar:

“Bunların hepsini yapamayız; ama bunların en hafifi içki içmektir" dediler ve kadın onlara içkiyi içirdi. Sarhoş olduklarında kadınla birlikte oldular ve bu sırada bir kişi yanlarından geçip onları görünce gördüklerini başkalarına anlatmasından korkarak onu öldürdüler. Sarhoşlukları gidip ayıldıkları zaman düştükleri hatayı anladılar ve semaya çıkmak istediler, ama çıkamadılar. Sema ehliyle Hârût ve Mârût arasındaki perde açılıp melekler onları görünce, gaybde olanın huşusunun daha az olacağını anladılar ve yeryüzündekiler için istiğfar etmeye başladılar. Hârût ve Mârût işledikleri günahtan sonra kendilerine:

“Dünya veya âhiret azaplarından birini tercih ediniz" denildi. Onlar:

“Dünya azabı bitip gider, ama âhiret azabı bitmez" deyip dünya azabını tercih ettiler ve Bâbil'e atıldılar. Şimdi orada azap görmekteler.

İbn Ebî Hâtim, İbn Abbâs'tan bildirir: Hârût ve Mârût yeryüzüne indirildikleri zaman, yanlarına sihir öğrenmek için geleni bundan şiddetle nehyediyor ve:

“...Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme..."diyorlardı. Onlar, hayrı ve şerri, küfür ile imanı biliyorlardı. Sihrin küfürden olduğunu biliyorlardı. Yanlarına sihir öğrenmek için gelene:

“Falan yere git" diyorlardı. Adam, Hârût ve Mârût'un tarif ettiği yere gidince de şeytan kendisine sihir öğretiyordu. Sihri öğrenen bu kişiden iman nuru çıkıyor, bu kişi nurun semaya doğru yükseldiğini görüyordu.

İbn Cerîr, İbn Ebî Hâtim, Hâkim ve Beyhakî, Sünen'de bildiriyor: Hazret-i Âişe der ki: Dûmetü'l-Cendel halkından bir kadın Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra geldi ve içine sürüklendiği bizzat kendisinin yapmadığı bir sihir hakkında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşmak istediğini söyleyerek şöyle anlattı:

Kocamın yanımda olmadığı bir zamanda yanıma bir kadın gelince, ben kocamla ilgili kadına dert yandım. Kadın:

“Eğer dediklerimi yaparsan ben onu sana getiririm" dedi ve gece olunca yanıma iki siyah köpekle geldi. Köpeklerden birine o, birine ben bindik ve kendimizi Bâbil'de bulduk. Orada iki adamın ayaklarından asılmış olduğunu gördüm. Adamlar bana:

“Neden geldin?" diye sorunca, ben:

“Sihir öğrenmek için geldim" cevabını verdim. Onlar bana:

“Bizler ancak bir imtihan vasıtasıyız, inkâra düşme, geri dön" dediler; ama ben ısrar ettim ve:

“Hayır dönmüyorum" dedim. Bunun üzerine bana:

“Git şu tandıra idrarını yap" dediler. Tandıra gittim, fakat korktum bir şey yapmadan onların yanına döndüm. Bana "Yaptın mı?" diye sordular. Ben de "Evet" cevabını verince, bana:

“Bir şey gördün mü?" diye sordular. Ben:

“Hayır bir şey görmedim" karşılığını verince, Onlar:

“O halde sen idrarını yapmamışsın, dön memleketine git, inkara düşme" dediler. Ben dönmeyi kabul etmeyince:

“Git o tandıra idrarını yap" dediler. Ben yine gittim, korkumdan bir şey yapamadım ve geri döndüm. Onlar sorduklarında da "Yaptım" diye cevap verdim. Onlar bana:

“Bir şey gördün mü?" diye sorunca yine "Hayır" cevabını verdim. Onlar yine bana "O zaman idrarını yapmamışsın. Memleketine dön. İnkârcılığa düşme. Zira sen daha işin basındasın" dediler. Ben yine dönmeyi kabul etmeyince, onlar:

“Git şu tandıra idrarını yap" dediler. Bu defa gidip oraya idrarımı yapınca, yüzüne demirden yaşmak çekmiş olan bir süvarinin içimden çıkıp göğe doğru yükseldiğini sonra gökte kaybolduğunu gördüm. O iki kişinin yanına dönüp:

“Dediğinizi yaptım" deyince, bana:

“Ne gördün?" diye sordular. Ben:

“Yüzüne demirden yaşmak çekmiş olan bir süvarinin içimden çıkıp göğe doğru yükseldiğini sonra gökte kaybolduğunu gördüm" cevabını verince, onlar:

“Şimdi doğru söyledin. Bu senin imanındı. Senden çıkıp gitti. Şimdi git" dediler. Ben dönüp ihtiyar kadına:

“Vallahi, ben bir şey anlamadım. O iki adam da bana bir şey söylemedi" deyince, kadın:

“Evet, söylediler. İstediğin her şey artık olacak. Şu buğdayları al ve ek" karşılığını verdi. Ben buğdayları ekip, onlara:

“Bitin!" deyince, buğdaylar bittiler. "Biçilin" deyince biçildiler, "Tanelere ayrılmış haline gelin!" deyince ise tanelere ayrıldılar. "Kuruyun!" dediğimde kumdular, sonra "Un haline gelin!" dedim, un haline geldiler, sonra "Pişin!" deyince ekmek haline geldiler. İstediğim her şeyin olduğunu gördüğümde pişman oldum. Vallahi, ey müminlerin annesi! Ben şimdiye kadar (sihir namına) hiçbir şey yapmadım. Şimdiden sonra da asla yapmayacağım." Hazret-i Âişe, sahabeden birçoğuna bu meseleyi sorup kadının durumunu (hükmünü) öğrenmek istedi, ama hiç biri ona bir şey diyemedi. Sadece İbn Abbâs veya yanında olan biri:

“Eğer baban sağ olsaydı bunun cevabını verirdi" dedi.

İbnu'l-Münzir, Evzâî tarikiyle Hârûn b. Riâb'dan bildiriyor: Abdulmelik b. Mervân'ın yanına girdim, yanında yastığa yaslanmış bir adamın olduğunu gördüm. O adam için:

“Bu, Hârût ve Mârût ile karşılaşmıştır" dediler. Ben:

“Bu mu?" diye sorunca, "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine adama:

“Allah sana merhamet etsin, bize onlardan bahset" deyince, adam gözyaşlarına hâkim olamayarak şöyle anlattı: Küçük bir çocuktum, o zaman babam vefat etmişti, annem bana ihtiyacım olan parayı veriyor, ben bu parayı harcayıp israf ediyordum. Annem bana parayı nereye harcadığımı sormuyordu. Bu halim böyle devam edip ben de büyüyünce, bu parayı annemin nereden elde ettiğini öğrenmek istedim ve bir gün:

“Bu parayı nereden elde ettin?" diye sordum. Annem:

“Ye ve nereden geldiğini sorma. Böylesi senin için daha hayırlıdır" cevabını verince ben öğrenmek için İsrar ettim. Bunun üzerine annem beni içinde çok para olan bir eve soktu ve şöyle dedi:

“Ey oğul! Ye ve nereden geldiğini sorma. Böylesi senin için daha hayırlıdır" dedi. Ben ısrar edince şöyle dedi:

Baban sihirbazdı ve bu parayı sihir sayesinde toplamıştır." Ben maldan harcayabildiğimi harcadım ve bir müddet geçtikten sonra:

“Bu para yakında biter. Benim sihir öğrenmem ve babamın yaptığı gibi mal toplamam gerekir" deyip anneme:

“Babamın yakın dostu kimdi?" diye sordum. Annem:

“Falan kişidir" deyip başka bir bölgede olan birini söyledi. Adamın yanına gidip selam verince, adam:

“Sen kimsin?" diye sordu. Ben:

“Dostun olan falanın oğluyum" cevabını verince, adam:

“Hoş geldin, geliş sebebin nedir? Baban sana, hiç kimseye muhtaç olmayacağın kadar para bıraktı" dedi. Ben:

“Sihir öğrenmek için geldim" deyince, adam:

“Ey oğul! Onu öğrenme, çünkü sihirde hayır yoktur" karşılığını verdi. Ben:

“Mutlaka öğreneceğim" deyince adam ısrar edip öğrenmekten vazgeçmem için uğraştı, ama ben öğrenmekte ısrar ettim. Bunun üzerine adam:

“Eğer öğrenmeden geri dönmeyi kabul etmiyorsan şimdi git, falan gün yanıma gel" dedi. Adamın dediği zaman ve yerde onunla buluşunca adam Allah'ın adını vererek bundan vazgeçmem için yine ısrar etmeye başladı ve:

“Sihir öğrenmekten vazgeç, çünkü bunda hayır yoktur" dedi. Benim öğrenmekte kararlı olduğumu görünce:

“Seni bir yere sokacağım. Sakın orada Allah'ı anma" deyip beni yerin altında bir dehlize soktu. Üç yüzden fazla merdiven inmeme rağmen gün ışığını hala görüyordum. Dehlizin dibine varınca Hârût ve Mârût'un, zincirlerle havada asılı olduklarını gördüm. Gözleri kalkan gibi, başları ise -(ravi der ki: şu an aklımda olmayan bir şeyi zikreti- gibiydi. İkisinin de kanatları vardı. Onlara bakıp:

“Lâ ilahe illallah" deyince, bir saat kanatlarını kuvvetli bir şekilde çırpıp feryad ettiler ve sustular. Sonra bir daha:

“Lâ ilahe illallah" deyince, aynı şeyi yaptılar. Üçüncü defa:

“Lâ ilahe illallah" deyince yine aynı şeyi yaptılar. Sonra onlar da ben de sustum ve bana bakıp:

“Sen insan mısın?" dediler. Ben:

“Evet" cevabını verip:

“Neden Allah'ı zikrettiğim zaman böyle yaptınız?" diye sonunca:

“Çünkü Arş'ın altından çıktığımız zamandan bu yana bu ismi duymadık" cevabını verip:

“Sen, kimin ümmetindensin?" diye sordular. Ben:

“Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetindenim" cevabını verince, onlar:

“O, gönderildi mi?" diye sordular. Ben:

“Evet" karşılığını verince, onlar:

“Onun ümmeti bir kişi etrafında mı toplandılar, yoksa ihtilafa mı düştüler?" diye sordular. Ben:

“Bir kişinin etrafında toplandılar" cevabını verince, buna üzüldüler ve:

“Araları nasıl?" diye sordular. Ben:

“Araları kötü" deyince sevinerek:

“Binalar, Taberiyye gölüne kadar ulaştı mı?" diye sordular. Ben:

“Hayır" cevabını verince üzüldüler ve sustular. Onlara:

“İnsanların, bir kişi etrafında toplandığını söylediğimde üzülmenizin sebebi nedir?" diye sorunca:

“İnsanlar, bir kişinin etrafında toplandığı müddetçe kıyamet saati yaklaşmamış demektir" cevabını verdiler. Ben:

“İnsanların arasının kötü olduğunu söylediğimde neden sevindiniz?" diye sorunca:

“Kıyamet saatinin yaklaşmış olmasını ümid ettik" cevabını verdiler. Ben:

“Binaların, Taberiyye gölüne ulaşmadığını söylediğimde neden üzüldünüz?" diye sorunca:

“Çünkü binalar Taberiyye gölüne ulaşmadan kıyamet kopmaz" cevabını verdiler. Ben:

“Bana nasihatte bulunun" deyince:

“Eğer yapabilirsen uyuma, çünkü iç ciddidir" dediler.

İbn Cerîr ve İbn Ebî Hâtim bildiriyor: Mücâhid der ki: Hârût ve Mârût'un olayı şöyledir: Melekler, insanlara peygamberler, kitaplar ve deliller gelmesine rağmen zulmetmelerinden dolayı hayrete düşünce Yüce Allah onlara şöyle buyurdu:

“Aranızdan, insanlar arasında hüküm vermeleri için yeryüzüne indireceğim iki melek seçiniz." Melekler, Hârût ve Mârût'u seçtiler ve Allah onları yeryüzüne indireceği zaman:

“İnsanların, kendilerine peygamber ve kitaplar gelmesine, size ise bunlar gelmemesine rağmen, insanların yaptıkları zulüm ve isyanlara hayret mi ettiniz. Şunları yapın, şunları ise yapmayın" buyurup iki meleğe bazı şeyleri yasakladı, bazılarını ise emretti. Hârût ve Mârût kendilerine emir ve yasaklar bildirildikten sonra yeryüzüne indiklerinde, yeryüzünde onlardan daha çok Allah'a itaat eden yoktu. Gündüz insanlar arasında adaletle hüküm veriyorlar, akşam olduğunda ise semaya meleklerin yanına çıkıyorlardı. Bu durum, Zühre yıldızının, en güzel kadın sûretinde yanlarına, davasına bakmaları için gelinceye kadar böyle devam etti. Zühre yıldızının aleyhinde hüküm verdikten sonra Zühre yıldızı kalkınca ikisi de onu arzuladılar ve biri diğerine:

“Benim hissettiğimi sen de hissettin mi?" diye sordu. Öbürü:

“Evet" cevabını verince, ona haber gönderip:

“Gel de senin lehinde hüküm verelim" dediler. Zühre döndüğünde lehine hüküm verdiler ve:

“Yanımıza gel" dediler. Yanlarına gidince de avretlerini açıp ona gösterdiler. Hârût ve Mârût'un nefsanî arzuları insanların nefsanî arzuları gibi değildi. Kadını elde edip onunla birlikte olunca Zühre yıldızı uçup olduğu yere döndü. Akşam olduğunda semaya çıkmak istedikleri zaman azarlandılar ve kanatları kendilerini semaya çıkaramadı. İnsanlardan bir kişiden yardım istemek için gittiler ve:

“Bizim için Rabbine dua et" dediler. Adam:

“Yeryüzü ehlinden olan biri sema ehlinden olanlara nasıl şefaatçi olur?" karşılığını verince, onlar:

“Rabbinin, seni semada hayırla zikrettiğini duyduk" dediler. Bunun üzerine adam kendilerine belirli bir günde dua edeceğini söyledi ve o gün dua edince adamın duasına icabet edildi. Hârût ve Mârût, dünya azabı ve âhiret azabından birini tercih etmekte serbest bırakılınca, biri diğerine bakıp:

“Allah'ın, âhiretteki azabının şiddetli ve devamlı olduğunu biliyoruz" dedi. Diğeri:

“Evet, dünyadaki azabın yedi kat olmasını âhiret azabına tercih ederiz" dedi. Bunun üzerine Bâbil'e gitmeleri emredildi ve şu an oradadırlar. İddia edildiğine göre şimdi onlar, iki büklüm şeklinde demirle asılmışlar ve kanatlarını çırpıp duruyorlar.

Zübeyr b. Bekkâr, el-Muvaffakiyyât'ta, İbn Merdûye ve Deylemî, Hazret-i Ali'den bildiriyor: Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) meshedilmişler (sûretleri döndürülenler) sorulduğunda, şöyle buyurdu:

“Meshedilmişler on üçtür: Fil, ayı, domuz, maymun, yılan balığı, kertenkele, yarasa, akrep, larva, örümcek, tavşan, Süheyl yıldızı ve Zühre yıldızıdır." "Ey Allah'ın Resûlü! Bunlar neden meshedildi?" diye sorulunca ise şöyle cevap verdi:

“Fil, Lût kavminden zorba bir adamdı ve yeryüzünde yaş veya kuru hiçbir şey bırakmıyordu. Ayı, dişiydi ve erkekleri kendisiyle zina için çağırırdı. Domuz, Hazret-i İsa'dan (aleyhisselam) sofra indirmesini isteyen Hıristiyanlardandır. Yılan balığı, erkekleri hanımına çağıran bir deyyustu. Kertenkele, hacıların eşyalarını çalan bir bedeviydi. Yarasa, ağaçlardan meyve çalan biriydi. Akreb, herkesin aleyhinde konuşurdu ve kimse dilinden kurtulamazdı. Larva, dostları birbirinden ayırmak için uğraşan koğucuydu. Örümcek, kocasına sihir yapan bir kadındı. Tavşan hayızdan sonra gusledip temizlenmeyen bir kadındı. Süheyl yıldızı, Yemen'de vergi tahsildarıydı. Zühre yıldızı, Hârût ve Mârût'un imtihan edildiği, İsrailoğulları kralarından birinin kızıydı. "

Taberânî, M. el-Evsat'ta, zayıf senetle, Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle bildirir: Cibrîl, gelmesi alışılmadık olan bir zamanda Resûlullah'a gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu karşılayıp:

“Ey Cibrîl! Renginin değişmiş olduğunu görüyorum" deyince, Cibrîl şöyle cevap verdi:

“Sana geldiğim şu saatte Allah, Cehennem körüklerine üflenmesini emretmiştir." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

“Ey Cibrîl! Bana cehennemin vasıflarını anlat" buyurunca, Cibrîl şöyle dedi:

“Allah, Cehennemi yarattığı zaman yakılmasını emretti ve Cehennem bin yıl süreyle yakılıp akkor haline geldi. Sonra tekrar yakılması emredildi ve bin yıl yakılıp kıpkırmızı oldu. Sonra tekrar yakılması emredildi ve bin yıl yakılıp simsiyah oldu. Cehennem zifiri karanlık bir haldedir. Ne yalazı, ne de koru hiç sönmez. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer Cehennemden iğne ucu kadar bir delik açılsa, tüm dünya halkı son ferdine varıncaya kadar delikten sızacak hararetin etkisi ile yanıp kül olurdu. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer Cehennemliklere giydirilen elbiselerden biri yer ile gök arasına asılsa bu elbisenin yayacağı yüksek hararetin etkisi ile tüm dünya halkı ölüverirdi. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Cehennem bekçilerinden biri dünya halkına baksa, çirkinliğinden ve kötü kokusundan dolayı tüm dünya halkı ölürdü. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Kitab'ında bildirdiği Cehennem zincirinden bir tanesi, bir dağın tepesine konsa koca dağ yedi kat yerin dibine kadar eriyiverirdi." Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

“Yeter anlattığın ey Cibrîl!" deyip ağlamakta olan Cibril'e baktı ve:

“Ey Cibrîl! Allah katındaki mevkiine rağmen sende mi ağlıyorsun?" diye sordu. Cibrîl:

“Neden ağlamayayım? Kim bilir belki ben, Allah'ın ilminde şimdiki durumumdan başka bir durumda olurum. Kimbilir benimde başıma İblis'in başına gelen şeyler gelebilir. Zira (başlangıçta) o da meleklerdendi. Kimbilir Harut ile Marut'un uğradığı akıbete ben de uğrayabilirim" deyince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Cibrîl ile beraber ağladı ve:

“Ey Muhammed ve ey Cebrail! Allah kendine asi gelmekten sizi emin kıldı" diye seslenilinceye kadar ağlamaya devam ettiler.

İbn Cerîr, Hasan ve Katâde'nin şöyle dediğini bildirir:

“Hârût ve Mârût insanlara sihir öğretiyorlardı. Onlara:

“Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme" demedikçe hiç kimseye sihir öğretmemeleri emredildi." '

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre Katâde, âyete geçen (.....) kelimesinin imtihan manasında olduğunu söyledi.

Bezzâr ve Hâkim bildiriyor: Abdullah b. Mes'ûd der ki:

“Kâhine veya sihirbaza gidip onun dediğini tasdik eden, Hazret-i Muhammed'e indirileni inkar etmiş demektir."

Bezzâr, İmrân b. Husayn'dan, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“(Bir şeyi) uğursuzluk sayan veya kendisi için uğursuzluk saydıran, kehânette bulunan veya kendisi için kehânette bulunduran, büyü yapan veya yaptıran bizden değildir. Kim, bir kâhine gider de (ona bir şeyi sorar) söylediğini tasdik ederse, Muhammed'e indirileni (Kur'anı) inkâr etmiş olur."

Abdürrezzâk, Safvân b. Süleym'den Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Az olsun, çok olsun sihirden bir şey öğrenenin sonu yüce Allah ile irtibatını kesmiş olur."

Abd b. Humeyd ve İbn Cerîr'in bildirdiğine göre Katâde, "...Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı..." âyetinin manasını açıklarken şöyle dedi:

“Kadın, kocasının kendisinden başkasıyla ilişkiye girmesini engelleyecek ve karı kocanın birbirinden nefret etmesini sağlayacak sihirler yapıyorlardı."

İbn Cerîr bildirir: Süfyân, (.....) sözünden kastedilenin, Allah'ın takdir etmesi olduğunu söyledi.

Abd b. Humeyd ve İbn Cerîr bildiriyor: Katâde (.....) sözünü açıklarken şöyle dedi:

“Kitab ehli, Allah'ın kitabında ve kendilerinden alınan sözde sihirbazın, kıyamet günü Allah katında hiçbir nasibinin olmadığını biliyorlardı."

Müslim, Câbir b. Abdillah'tan, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Şeytan tahtını suya koyar ve ordularını insanların arasına salar. Bunların ona derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır. Bunlardan biri gelerek: «Falan kişiyi şu şeyleri söylemeden bırakmadım» deyince, İblis: «Vallahi, sen hiçbir şey yapmamışsın» der. Bir başkası gelip: «Musallat olduğum kişiyi hanımından ayırmadan bırakmadım» deyince, İblis onu kendisine yaklaştırır has adamlarından sayar ve: «Sen ne iyisin» der."

Ebu'l-Ferec el-lsbehânî, el-Eğânî'de, Amr b. Dînâr'dan bildirir: Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib, Zerîh Ebî Kays'a şöyle dedi:

“Neden Kays ile Lubeyy'i birbirinden ayırdın? Ömer b. el-Hattâb'ın: «Koca ile hanımına birbirinden ayırmakla, onların üzerinde kılıçla yürümek arasında fark görmem» dediğini duymadın mı?"

İbn Mâce, Ebû Ruhm'den, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder:

“Evlenme işi için iki kişi arasında aracı olmak, en faziletli aracılıklardandır. "

İbn Cerîr, İbn Abbâs'ın, âyette geçen (.....) kelimesinin, azık manasında olduğunu bildirir.

İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre İbn Abbâs, (.....) kelimesinin, nasib manasında olduğunu söyledi.

et-Tastî, Mesâil'de, İbn Abbâs'tan bildirir: Nâfi b. el-Ezrak, kendisine, (.....) kelimesinin manasını sorunca, İbn Abbâs:

“Nasib demektir" cevabını verdi. Nâfi:

“Araplar bu kelimeyi kullanır mıydı?" diye sorunca ise İbn Abbâs:

“Evet, Yoksa Ümeye b. Ebi's-Salt'ın:

Onlar Veyl'de çağırıp dururlar ama hiçbir nasipleri yoktur

Ancak katrandan gömlek ve zırhları vardır.

dediğini duymadın mı?" cevabını verdi.

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre Mücâhid, (.....) kelimesinin, nasib manasında olduğunu söyledi.

Abdürrezzâk ve İbn Cerîr, Hasan(-ı Basrî)'nin, âyette geçen (.....) kelimesinin, din manasında olduğunu bildirir.

İbn Cerîr ve İbn Ebî Hâtim bildirir: Süddî âyette geçen (.....) kelimesinin, satmak manasında olduğunu söylemiştir.

102 ﴿