118

"Ve geri kalmış üç kışının de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hallerine dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir."

İbn Cerîr, İbnu'l-Münzir, Ebu'ş-Şeyh, İbn Mende, İbn Merdûye ve İbn Asâkir'in bildirdiğine göre Câbir b. Abdillah:

“Ve savaştan geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti..." âyetini açıklarken:

“Bunlar Ka'b b. Mâlik, Hilâl b. Umeyye ve Murâre b. Câriye'dir ki üçü de Ensar'dandı" demiştir.

İbn Merdûye, Mucemmi' b. Câriye'den bildirir:

“Savaştan geri kalıp da sonradan Allah tarafından tövbeleri kabul edilen üç kişi Ka'b b. Mâlik, Hilâl b. Umeyye ve Murâre b. Rib'dir."

İbn Merdûye, İbn Şihâb'dan bildirir:

“Savaştan geri kalan üç kişi Selime oğullarından Ka'b b. Mâlik, Vâkif oğullarından Hilâl b. Ümeyye ve Amr b. Avf oğullarından Murâre b. Rib'dir."

İbn Merdûye, Enes b. Mâlik'ten bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebûk savaşı dönüşünde Zû Evân'da konaklayınca savaşa katılmayan münafıkların geneli onu karşılamaya çıktılar. Ancak Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabına:

“Ben izin vermeden bizimle birlikte savaşa çıkmayan kişilerle konuşmayın" buyurdu. Bunun içindir ki onlarla kimseler konuşmadı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiği zaman savaştan geri kalanlar kendisini selamlamak üzere yanına geldiler. Ancak Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte diğer Müslümanlar da onlardan yüz çevirdiler. Öylesi savaşa katılmayan birinden babası, kardeşi ve amcası bile yüz çeviriyordu. Bunun üzerine savaşa katılmayanlar Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gelip sıkıntı ve hastalıktan yana mazeretler göstermeye başladılar. Sonunda Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara acıdı. Biatlarını kabul edip onlara bağışlanma diledi. Dine yönelik içinde herhangi bir şüphe ve nifak taşımayıp savaşa katılmayanlar üç kişiydi ki Yüce Allah da bunları Tevbe Sûresi'nde zikretmiştir. Bunlar Ka'b b. Mâlik es- Sülemî, Hilâl b. Ümeyye el-Vâkifîve Murâre b. Rib' el-Âmirî'dir.

İbn Mende ve İbn Asâkir'in bildirdiğine göre İbn Abbâs:

“Ve savaştan geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti..." âyetini açıklarken:

“Bunlar Ka'b b. Mâlik, Murâre b. er-Rabî' ve Hilâl b. Umeyye'dir" demiştir.

Abdurrezzâk, İbn Ebî Şeybe, Ahmed, Buhârî, Müslim, İbn Cerîr, İbnu'l- Münzir, İbn Ebî Hâtim, İbn Hibbân, İbn Merdûye ve Beyhakî, Zührî vasıtasıyla Abdurrahman b. Abdillah b. Ka'b b. Mâlik'ten, o da Ka'b kör olduğunda oğulları arasında onun rehberliğini yapan Abdullah b. Ka'b b. Mâlik'ten bildirir: Ka'b b. Mâlik'in Tebûk savaşından geri kalışını anlatırken şöyle dediğini işittim: Bedir savaşı hariç Tebûk savaşına kadar Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) katıldığı hiçbir savaştan geri durmadım. Bedir savaşından geri duranlar da kınanmamıştır. Zira o zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyş kervanını hedefleyerek çıkmıştı, ama Yüce Allah beklenmedik bir şekilde Müslümanlarla müşrikleri (Bedir'de) karşı karşıya getirmiştir. İslâm dini üzerine sözieştiğimiz Akabe gecesinde Resûlullah'la (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberdim. Bedir savaşı insanları Akabe biatından daha fazla etkilemiş olsa da Bedir'de bulunmayı Akabe'de bulunmaya tercih etmem. Tebûk savaşından geri durduğumda hiç olmadığım kadar güçlü ve bolluk içindeydim. Zira o savaşa kadar iki deveyi yanımda bir araya getirebilmiş değildim.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yere savaşa çıkmak istediği zaman düşmanı şaşırtmak için mutlaka başka bir yere çıktığı izlenimini verirdi. Ancak bu savaşa çıkarken öyle yapmadı. Şiddetli bir sıcakta uzun bir yolculuğa, çöl olan bir yere ve kalabalık bir düşman üzerine yola koyuldu. Müslümanların savaş için hazırlanmalarını söyledi ve gideceği yönü de bildirdi. Resûlulah'ın da (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında büyük bir Müslüman topluluğu toplandı. O kadar kalabalıklardı ki büyük bir kitap bile askerlerin adlarını kaydetmeye yetmezdi. Öyle ki Müslümanlardan biri savaşa katılmasa hakkında vahiy inmedikten sonra fark edilmeyeceğini düşünürdü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) o savaşa meyvelerin olgunlaşıp çok sevdiğim gölgelerin de çoğaldığı bir zamanda çıktı. Resûlullah'la (sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte Müslümanlar da savaş hazırlıklarını yaptılar. Ben de savaş hazırlığımı onlarla beraber yapmaya çalışıyordum ama hazırlık adına hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. İçimden:

“Ben istersem hazırlığımı hemen yapabilirim" diyordum.

Hazırlanmam bu şekilde uzayıp gitti. Sonra hazırlıklar bitip de Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Müslümanlar tam olarak hazır olduklarında ben hâlâ hazırlık adına bir şey yapmamıştım. Kendi kendime:

Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bir veya iki gün sonra hazırlığımı bitirir ve onlara yetişirim" diyordum. Yola çıktıkları zaman ben de hazırlığımı yapıp onlarla birlikte çıkmak istedim, ama yine hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Bir daha denedim ve bir daha boş olarak geri döndüm. Ben bu şekilde gidip gelirken Müslümanlar aceleyle yola çıktı. Onlara yetişmek için ben de yola çıkmak istedim ve keşke böyle yapsaymışım! Çıkmak bana nasip olmadı.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşa çıktıktan sonra geride kalan insanların arasına çıkıp dolaştığımda, münafık olduğu bilinen veya Yüce Allah'ın özürlü saydığı zayıf kimseleri görüyor ve üzülüyordum. Tebûk'e ulaşana kadar da Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yokluğumu fark etmemişti. Tebûk'te müslümanların arasında otururken:

“Ka'b'a ne oldu?" diye sordu. Seleme oğullarından bir adam:

Resûlallah! İki hırkası ile sevdikleri onu savaşa katılmaktan alıkoydu" deyince, Muâz b. Cebel:

“Ne kötü söyledin! Vallahi yâ Resûlallah! Ka'b'ı ancak hayırlı olmasıyla tanırız!" karşılığını verdi. Bunun Üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) savaştan döndüğü haberi bana ulaştığında beni sıkıntı bastı. Ona nasıl bir yalan söyleyeceğimi düşünüyor ve kendi kendime:

“Yarın geldiğinde öfkesinden nasıl kurtulabilirim" diyordum. Ailemden aklı başında olanlardan bu konuda yardım da istedim. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmek üzere olduğu söylendiğinde yalan benden uzaklaştı ve içinde yalan olan hiçbir şeyle ondan kurtulamayacağımı anladım. Onun için ona doğruyu söylemeye karar kıldım.

Sonunda Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ulaştı dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferden döndüğü zaman ilk önce Mescid'e uğrar, iki rekat namaz kılar ve Müslümanlarla otururdu. Yine öyle yaptığında savaşa katılmayanlar yanına geldiler. Mazeret bildirmeye ve yeminler etmeye başladılar. Savaşa katılmayanlar seksen küsur kişiydi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların niyetlerine göre mazeretlerini kabul etti. Tekrar onlardan biat aldı, bağışlanmalarını diledi ve içindekileri Yüce Allah'a havale etti. Ben de yanına geldim. Ona selam verdiğimde öfkeyle karışık bir tebessümle beni karşıladı ve:

“Gel!" buyurdu. Yürüyerek gelip önünde oturdum. Bana:

“Neden savaşa katılmadın? Oysa bineğini bile satın almamış mıydın?" diye sordu. Şöyle karşılık verdim:

Resûlallah! Senden başka birinin önünde dünyalık bir konu için bu şekilde otursaydım mazeret sunarak onun öfkesinden kurtulacağımı düşünürdüm. Sana ne söyleyeceğim konusunda çok çabaladım. Ama bugün sana, benden razı olmanı sağlayacak şekilde yalanla konuşsam, Yüce Allah'ın seni benden yana öfkelendirmesi pek uzak olmaz. Sana doğruyu söylesem bana karşı içinde kızgınlığın olacak. Bu konuda Yüce Allah'ın bağışlamasını dilerim! Doğrusu savaşa katılmamak için herhangi bir mazeretim yoktu. Vallahi seninle savaştan geri durduğumda imkanlarım hiç olmadığı kadar iyiydi."

Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):"Bu adam doğruyu söyledi. Kalk ve git. Yüce Allah'ın senin hakkındaki hükmünü bekle bakalım!" buyurdu. Ben kalkınca Seleme oğullarından bazı adamlar yanıma geldiler ve:

“Vallahi bundan önce senin bir günah işlediğini görmedik. Sen de savaşa katılmayan diğerleri gibi Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) mazeret gösteremez miydin?

Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara yaptığı gibi sana da bağışlanma dilemesi bu günahın için yeterdi" demeye başladılar. Böyle diyerekten benim peşimden o kadar geldiler ki geriye dönüp kendi kendimi yalanlamayı düşündüm. Sonra onlara:

“Benim bu durumumla karşılaşan başka birileri oldu mu?" diye sordum. "Evet! İki adam daha senin dediğin şeyleri dediler. Allah Resûlü sana söylediği şeylerin aynısını onlara da söyledi" karşılığını verdiler. "O iki kişi kim?" diye sorduğumda:

“Murâre b. er-Rabî' el-Amrî ile Hilâl b. Ümeyye el-Vâkifî" diyerek bana Bedir savaşına katılan salih ve örnek iki adamı zikrettiler. Onların adlarını bana verdiklerinde ben de yoluma devam ettim.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisiyle beraber savaşa katılmayanlar arasından bu üç kişimle Müslümanların konuşmasını yasakladı. Müslümanlar bizden uzak durdu ve bize karşı farklı davranmaya başladılar. Her şey bana karşı yabancılaştı. Dünya artık bildiğim dünya değildi. Bu şekilde elli gün geçirdim. Benle beraber olan o iki arkadaşım evlerine kapanmış devamlı ağlıyorlardı. Bense onlardan daha genç ve daha güçlüydüm. Dışarıya çıkıp Müslümanlarla namaz kılıyor, çarşıda dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra meclisinde oturan Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanma gelip selam veriyordum. İçimden de:

“Acaba dudaklarını oynattı mı? Selamımı aldı mı? Yoksa almadı mı?" diyordum. Ona yakın bir yerde namaz kılıyor ve gizlice ona bakıyordum. Namazıma durduğum zaman bana bakıyor, ona doğru baktığımda ise yüzünü çeviriyordu.

İnsanların bu tavrı beni daralttığı bir zamanda gidip amcam oğlu ve en sevdiğim kişilerden biri olan Ebû Katâde'nin bahçe duvarına çıktım. Ona selam verdim, ama vallahi o selamımı almadı. Kendisine:

“Ey Ebû Katâde! Allah için söyle! Yüce Allah'ı ve Resûlünü sevdiğimi biliyorsun değil mi?" dediğimde, sustu. Bir daha aynı şekilde sorduğumda yine cevap vermedi. Tekrar aynı şekilde ant verip sordum. Bu kez:

“Yüce Allah ve Resûlü bilir!" dedi. Bu cevabı üzerine gözlerim doldu. Bahçe duvarını aşıp oradan ayrıldım.

Bir defasında çarşıda gezerken Şam ahalisinden Medîne'de satmak için gıda maddesi getiren bir Nabâtî'nin:

“Bana Ka'b b. Mâlik'i kim gösterir?" diye sorduğunu duydum. İnsanlar da ona beni gösterince yanıma geldi ve Ğassân kralından bana bir mektup verdi ki okuma yazması olan biriydim. Mektupta şöyle yazıyordu:

“Bana ulaşana göre dostun (Muhammed) sana katı davranmış. Yüce Allah da seni rahat bir mekanda kılmamış. Vakit kaybetmeden gel bize katıl, biz seni teselli ederiz." Mektubu okuyunca:

“Bu da karşılaştığım musibetlerden biri" dedim ve mektubu tandıra atıp yaktım..

O elli günlük sürenin kırk günü geçmişti ki Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) elçisi bana geldi ve:

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), karından ayrılmanı emrediyor" dedi. Ona:

“Boşayayım mı ne yapayım?" dediğimde:

“Boşama, ama ondan uzak dur ve ona yaklaşma" karşılığını verdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) diğer iki arkadaşıma da aynı şekilde haber göndermişti. Karıma:

“Ailenin yanına git! Yüce Allah bu durumum hakkında hükmünü verinceye kadar onlarda kal" dedim. Hilâl b. Ümeyye'nin karisi ise Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldi ve:

Resûlallah! Hilâl çok yaşlı biridir ve hizmetçisi de bulunmuyor. Onun hizmetini benim görmemi hoş karşılamaz mısın?" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

“Kal, ama ona yanaşma" buyurdu. Karısı da:

“Zaten kımıldayacak hali yok. Vallahi bu durumla karşılaştığından beri ağlıyor" dedi. Ailemden bazıları bana:

“Hilâl b. Ümeyye'nin karısının, kocasına hizmet konusunda Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istediği gibi sen de karın için Resûlullah'tan(sallallahü aleyhi ve sellem) izin istesen" dediklerinde ben:

“Vallahi bu konuda Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin isteyemem. İzin istersem onun bana ne diyeceğini bilmiyorum, üstelik genç de biriyim" karşılığını verdim.

Bir on gün daha bu şekilde geçirerek, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bizimle konuşmayı yasaklamasının üzerinden elli gün geçmiş oldu. Ellinci günden sonraki ilk sabah namazını evimin damında kıldım. Yüce Allah'ın bizleri âyetlerinde andığı gibi bir halin içindeydim. İçim daralmıştı. Yeryüzü bana dar gelmişti. O esnada Sel' dağının tepesinde birinin yüksek bir sesle:

“Ey Ka'b b. Mâlik! Müjde!" diye bağırdığını işittim. O an hemen secdeye kapandım. Sıkıntımızın bittiğini, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını kıldıktan sonra, Yüce Allah'ın tövbemizi kabul ettiğinin ilan ettirdiğini anladım. Müslümanlar bizleri kutlamaya koşuştular. O iki arkadaşıma da müjdeciler gitti. Müjdesini almak için biri atına binip yola koyulmuştu. Eslemli biri de dağın tepesine çıkıp o şekilde bağırmıştı. Tabi ki adamın sesi attan daha hızlı gelmişti. Sesini duyduğum adam yanıma müjde vermek için varınca üzerimdeki giysimi çıkarıp ona verdim. Vallahi o günü başka giysim de yoktu. Daha sonra iki parçalı bir elbise ödünç aldım Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru gittim.

Müslümanlar beni akın akın karşılıyorlar ve tövbemin kabulünden dolayı beni:

“Yüce Allah'ın, tövbeni kabul etmesi sana hayırlı olsun!" diyerek kutluyorlardı. Mescid'e girdiğimde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oturuyordu ve çevresinde de insanlar vardı. Talha b. Ubeydillah koşarak bana sarıldı ve beni kutladı. Vallahi Muhacirler içinde ondan başka beni kutlamak için kalkan olmadı. (Ravi der ki: Ka'b, Talha'nın bu davranışını hiç unutmadı.) Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) selam verdiğimde, sevinçten parlayan bir yüzle:

“Annenin seni doğurduğundan beri sana gelen en hayırlı haber sana kutlu olsun!" buyurdu. " Resûlallah! Bu haber senden mi yoksa Yüce Allah'tan mı?" diye sorduğumda:

“Bilakis, Yüce Allah'ın katından!" buyurdu.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir şeye sevindiği zaman yüzü bir Ay parçası gibi parlardı. Bu halini biz de biliyorduk. Önünde oturduğum zaman:

Resûlallah! Tevbem kabul edildiği için tüm malımı sadaka olarak vermek istiyorum" dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

“Malının bir kısmını sende bırakırsan daha hayırlı olur" buyurdu. "O zaman Hayber'deki hissemi elimde tutayım" dedim. Sonra:

Resûlallah! Yüce Allah doğru söylediğim için tövbemi kabul etti. Bunun için yaşadığım sürece doğruluktan ayrılmayacağım! Zira doğru söylediği için Yüce Allah'ın kendisini benim kadar sınadığı başka bir Müslüman tanımıyorum" dedim. Resûlulah'a (sallallahü aleyhi ve sellem),"En güzel denenmem buydu" dediğim günden bu yana asla yalana başvurmadım. Bu günden sonra da Yüce Allah'ın beni yalandan korumasını dilerim.

Sonra Yüce Allah Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) şu âyetleri indirdi:

“And olsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalbleri kaymak üzere iken Peygamber'e uyan Muhacirlerle Ensar'ın ve Peygamberin tövbelerini kabul etti. Tövbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir. Ve geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hallerine dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey Mü’minler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun."

Müslüman olduğumdan beri Yüce Allah bana, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru söylememden daha büyük bir nimet ihsan etmemiştir. Zira ona diğerleri gibi yalan söyleseydim ben de onlar gibi helak olacaktım. Yüce Allah vahyini indirdiği zaman yalan söyleyenlere çok ağır ifadeler kullanmış, şöyle buyurmuştur:

“Döndüğünüzde kendilerine çıkışmamanız için Allah'a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin; çünkü pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olasınız diye, size and verirler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile, Allah, yoldan çıkmış kimselerden razı olmaz."

Biz üç kişi, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) yeminler ederek mazeretler gösteren ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların biatlarını kabul ettiği, onlara bağışlanma dilediği kişilerden olmadık. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim hakkımızdaki kararını Yüce Allah hükmünü verene kadar ertelemişti. Bunun içindir ki Yüce Allah âyetinde "Geri kalan üç kişi" denilirken, savaştan geri kalanlar anlamında değil, yeminlerle mazeret gösterenlerden ve bu mazeretleri kabul edilenlerden geri kalanlar kastedilmiştir.

Ebu'ş-Şeyh ve İbn Merdûye, Ka'b b. Mâlik'ten bildirir:

“Tevbemin kabul edildiğine dair âyet nazil olunca Hazret-i Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) geldim ve elleri ile dizlerini öptüm. Bu müjdeyi bana veren adama da iki giysi verdim."

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre Mücâhid:

“Ve geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti..." âyetini açıklarken şöyle demiştir: Tevbe Sûresi'nin ortalarında:

“Savaştan geri kalanların bir kısmının işi de Allah'ın buyruğuna kalmıştır..." âyetinde zikredilen kişilerdir ki bunlar da Hilâl b. Umeyye, Murâre b. Rabîa ve Ka'b b. Mâlik'tir.

İbn Cerîr'in bildirdiğine göre Katide:

“Ve geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti..." âyetini açıklarken:

“Geri kaldıkları savaş Tebûk savaşıdır" demiştir.

İbnu'l-Münzir, İbn Ebî Hâtim ve Ebu'ş-Şeyh, Hasan'dan bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)Tebûk savaşına çıktığı zaman Ka'b b. Mâlik, Hilâl b. Umeyye ve Murâre b. er-Rabî' geride kalmış ve bu savaşa çıkmamışlardı. Bu iç kişiden birinin henüz yeni çiçeğe durmuş bir bahçesi vardı. Bu bahçenin sarı, kırmızı renkte çiçeklerini görünce:

“Allah Resûlü ile birlikte şu şu şu savaşlara katıldım. Bu yıl da burada kalıp bahçeyle ilgileneyim ve biraz kazanç elde edeyim" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabıyla birlikte yola çıktıktan sonra bu adam bahçesine girdi ve:

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa çıkmayıp geride kalmam ve diğer müminlerin Allah yolunda cihada çıkmakla elde edeceklerinden mahrum olmam sırf senden dolayı oldu ey bahçe! Allahım! Şahit ol ki bu bahçeyi senin yolunda sadaka olarak veriyorum!" dedi. Savaşa katılmayan diğer bir kişinin de dağılmış olan ailesi o yıl bir araya gelmişti. Adam:

“Allah Resûlü ile birlikte şu şu şu savaşlara katıldım. Bu yıl da burada ailemle birlikte kalayım" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabıyla birlikte yola çıktıktan sonra ise ailesine:

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa çıkmayıp geride kalmam ve diğer müminlerin Allah yolunda cihada çıkmakla elde edeceklerinden mahrum olmam sırf sizden dolayı oldu! Allahım! Bana yönelik hükmünü verene kadar aileme ve malıma yaklaşmayacağım!" dedi. Savaşa katılmayan üçüncü kişi ise:

“Allahım! Sen de şahit ol ki peşlerinden yola çıkacağım ve ya onlara yetişeceğim ya da yolda öleceğim" dedi. Sonrasında yola düşüp dağlardan ve tepelerden giderek Müslümanlara yetişti.

Yüce Allah da bu konuda:

“And olsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalbleri kaymak üzere iken Peygamber'e uyan Muhacirlerle Ensarın ve Peygamberin tövbelerini kabul etti. Tövbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir. Ve geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hallerine dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir" âyetlerini indirdi.

Hasan der ki:

“Sübhânallah! Vallahi bu üç kişi ne haram mal yediler, ne haksız yere cana kıydılar, ne de yeryüzünde fesat çıkardılar. Sadece Allah yolunda cihad gibi hayırlı bir işte gevşek davranmışlardı. Ancak daha sonra bu yönde öyle bir çabanın içine girdiler ki sonunda sizin de bildiğiniz o duruma geldiler. İşte bir günah mümini bu durumlara kadar getirebilir."

İbn Ebî Hâtim ve Ebu'ş-Şeyh'in bildirdiğine göre Dahhâk:

“Ve geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti..." âyetini açıklarken şöyle demiştir:

“Bunlar tövbesi kabul edilmeyenlerdir. Yüce Allah, Ebû Lubâbe ile arkadaşlarının tövbesini kabul edene kadar da bunların tövbesini kabul etmemiştir."

Abdurrezzâk, İbn Cerîr, İbnu'l-Münzir, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Asâkir'in bildirdiğine göre İkrime:

“Ve geri kalmış üç kişinin de tövbelerini kabul etti..." âyetini açıklarken:

“Bunlar, başta tövbesi kabul edilmeyenlerdir" demiştir.

İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre İkrime b. Hâlid el-Mahzûmî bu âyeti, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabından sonra yola çıkanlar anlamına gelecek şekilde: (.....) lafzıyla okumuştur.

İbnu'l-Münzir ve İbn Ebî Hâtim, İbn Abbâs'tan bildirir: Yüce Allah:

“Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" ve "...Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum..." diyeni bile tövbe etmeye çağırmıştır. Bunu diyen kişinin bile tövbe etmesi istenmişken tövbesinin kabul görmeyeceğini düşünüp bundan uzak duranlar Allah'ın Kitab'ını inkar etmiş olurlar. Fakat Yüce Allah kulun tövbe etmesini istemedikçe kul tövbe edemez. "...Sonra onları tövbeye muvaffak kıldı ki tövbe etsinler,.." âyetinden kasıt da budur. Buna göre tövbenin başlangıcı Allah'ın takdirine bağlıdır.

118 ﴿