2-BAKARA SÛRESİ

286 ayettir.

Fazileti

Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Evlerinizi mezarlık yapmayın, çünkü içinde Bakara suresi okunan eve şeytan girmez,1

1 - Müslim, Salatü’l - Müsafirin, hadis no, 212; Ahmed, Müsned, 2/337.

Ebû Ümame, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: iki parlak sûreyi okuyun, Bakara ile Al-i İmran’ı, çünkü onlar kıyamet gününde iki bulut yahut iki gölgelik yahut iki kuş sürüsü halinde gelir, sahiplerini gölgelerler. Sihirbazlar o iki sûre ile baş edemezler.2

2 - Müslim, Salatü’l - Müsafirin, hadis no, 252.

Hadiste geçen "gayaye” insanı başının üzerinde gölgeleyen şey demektir. Şair Lebid de şu beytinde bu kelimeyi aynı manaya kullanmıştır:

Dönüp üzerine çullandım,

Yerde de çocuk gölgelikleri vardı.

Yine hadiste geçen "firk” kelimesi de sürü ve parça manasınadır. Allahü teâlâ da Kur’ân-ı Kerim’de:

"Her parça koca bir dağ gibi oldu” (Şuara: 63) demiştir.

Hadisteki batale kelimesi de sihirbaz manasınadır.

Sebeb-İ Nüzulü

İbn Abbâs şöyle demiştir: Medine'de ilk inen sûre budur. Hasen Basri, Mücâhid, İkrime, Cabir b. Zeyd, Katâde ve Mukâtil de bu görüştedirler. Bazıları da şöyle demişlerdir: Bakara suresi Medine'de inmiştir, ancak:

"Allah’a döndürüleceğiniz günden korkun...” (Bakara: 281) âyeti Mekke’de nazil olmuştur. Çünkü o, Veda haccında kurban günü Mina’da inmiştir.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Elif, lâm mîm.

Tefsiri

Elif, lâm, mîm.

Âlimler bunlar ve diğer surelerin başlarındaki hurûf-ı mukattaa üzerinde ihtilaf etmiş ve altı görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Bunlar müteşabihattandır, manalarını Allah’tan başkası bilmez. Ebû Bekir es - Sıddık radıyallahu anh: Allahü teâlâ’nın her kitapta bir sırrı vardır, Kur’ândaki sırrı da surelerin başlarındaki harflerdir, demiştir. Şa’bî, Ebû Salih ve İbn Zeyd de bu manayı tercih etmişlerdir.

İkincisi: Bunlar isimlerin harfleridir; eğer bunlar uygun bir şekilde dizilirse Allahü teâlâ’nın isimleri meydana çıkar. Ali b. Ebû Talib de şöyle demiştir: Bunlar kesik (kısaltılmış) isimlerdir, eğer insanlar onları sıralamayı bilselerdi, duaların kabulüne sebep olan ism-i azam meydana çıkardı.

İbn Abbâs’a elif, lâm ra; ha, mîm; nun harflerini sordular, o da: Bunlar Rahman’ın hece harflerinden ibaret isimleridir, dedi. Ebû’l - Âliyye ile Rebi’ b. Enes de aynı görüştedirler.

Üçüncüsü: Bunlar Allahü teâlâ’nın yemin ettiği harflerdir; İbn Abbâs ile İkrime de böyle demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bütün harflerle yemin etmesi câizdir, ancak birkaçını söylemekle yetinmiştir. Nitekim birisi: Ben elif, be, te, se öğrendim der ve tüm alfabeyi kasteder. Nitekim: Elhamdü okudum der ve Fatiha'yı kasteder. Onu içindeki harflerin ilki ile isimlendirir. Bu harflerle yemin etmesi bunların şerefinden dolayıdır ve bunlar indirilen kitapların temelidir, onlarla zikir ve tevhid edilir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Burada kasemin cevabı hazfedilmiştir, aslı şöyledir: Hece harflerine yemin ederim ki, Allah size yolları açıklamış ve size indirilen kitapla delilleri göstermiştir. Cevabı hazfetmesi de muhatapların bunu bilmesindendir, bir de hemen arkadan gelen: Bu kitapta şüphe yoktur, kısmı cevabı hatırlatmaktadır.

Dördüncüsü: Bu harfleri zikrederek diğerlerine işaret etmiştir, mana şöyle olur: Harfler telif edilen sözlerin aslı olduğu için Kur’ân’ın da bu harflerden oluştuğunu haber vermiştir. Ferrâ’ ile Kutrub da böyle demişlerdir.

Eğer:

"Onun harflerden oluştuğu bellidir, onlara bunu bildirmekte ne yarar var?” denirse, şöyle cevap verilir: Böylece onun mucize olduğuna dikkat çekmiştir, sanki: O sizin sözlerinizi meydana getiren bu harflerinizden oluşmuştur, öyleyse neden onun bir benzerini meydana getirmiyorsunuz? Bundan aciz kalıyorsanız, bilin ki, o, Muhammed aleyhisselam’ın sözü değildir.

Beşincisi: Bunlar surelerin isimleridir. Bu; Zeyd b. Eslem, oğlu ve Ümmü Hani’nin azatlısı Ebû Fahite Said b. İlaka’dan rivayet edilmiştir.

Altıncısı: Bunlar Arapların konuşmalarında kullandığı şifrelerdir. Bir adam bir adama:

"Hel ta?” der, o da: Evet, der, hel te'ti (gelir misin?") demek ister ve bir iki harf ile söyler.

Bu hususta şöyle bir şiir aktarmışlardır:

Biz ona, dur, dedik, o da, kaf, dedi.

Yani ekıf (durayım), demek istedi.

Şu da öyledir:

Onlara: Atlara gem vurun diye seslendiler,

Onların hepsi: Elafe, dediler.

Yani, ela terkebun (binmeyecek misiniz?) Binin dediler. Şu da öyledir:

Hayra karşı hayır, şerre karşı fe,

Ben şer istemiyorum, meğer ki, siz te.

Manası şudur: Şer ise şer, ancak ben siz te (teşau, istemedikçe) şer istemiyorum. Ahfeş, Zeccâc ve İbn el - Enbari de bu görüşe katılmışlardır.

Ebû Ravk Atıyye b. el-Haris el-Hemadani şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bütün namazlarda açık okurdu. Müşrikler ise alkışla gürültü eder ve ıslık çalarlardı. Bunun üzerine bu kesik harfler indi, bunları dinlediler ve şaşırıp kaldılar. Başkası da şöyle demiştir: İyice dinlesinler diye onlara anlamadıkları şeyle hitap etti. Çünkü nefisler manasını bilmediği şeye heves eder. Ona yönelince bu sefer onlara bildikleri şeyle hitap etti. Bu da tebliğe vesile gibi oldu. Ancak bunun başkalarının bildiği veya muhataplarınca bilinen bir manasının olması lazımdır. Bu da bütün harfler için aynıdır.

Müfessirler özellikle elif, lâm, mîm harflerinin seçilmesi hususunda beş görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Bu, manasını Allah'tan başkasının bilmediği müteşabihattandır, bunun açıklaması yukarıda geçmiştir.

İkincisi: Bunun manası: Ben her şeyi bilen Allah’ım, demektir. Bunu Ebû'd - Duha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İbn Mes’ûd ile

Said b. Cübeyr de böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: Bu yemindir, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, Halid el-Hazza da İkrime’den rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Bunlar isimlerin harfleridir. Sonra bu hususta iki görüş vardır:

Birincisi: Elif Allah’tan, lâm Cebrâil’den, mîm de Muhammed’dendir. Bunu İbn Abbâs demiştir.

Eğer:

"Her isimden ilk harfi almıyorsa, neden Cibrîl’den son harfi alınmıştır?” denilirse.

Cevap şöyledir: Kur’ân'ın başlaması Allah’tandır, buna isminin ilk harfi ile işaret edilmiştir. Cibrîl’de de Kur’ân'ın inmesi ve okunması son bulmuştur, onun da son harfi alınmıştır. Muhammed de ilk okuyandır, onun da ilk harfi alınmıştır.

İkincisi: Elif Allahü teâlâ’dandır, lâm Latiften, mîm de Mecid’dendir. Bunu Ebû’l - Âliyye demiştir.

Beşincisi: Bunlar Kur’ân'ın isimleridir, bunu da Mücâhid, Şa’bî, Katâde ve İbn Cüreyc demişlerdir.

2

Bu kitapta şüphe yoktur, müttakiler için hidayettir.

"Bu kitapta şüphe yoktur, müttakiler için hidayettir."

Bu (zalike) ism-i işaretinde iki görüş vardır:

Birincisi: Bu (zalike) hâza (şu, o) manasınadır. Bu da İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Kisâi, Ebû Ubeyde ve Ahfeş’in görüşüdür. Bazıları buna Haffaf b. Nüdbe'nin şu beytini delil getirmişlerdir:

Mızrak onun beline saplandığı zaman ben ona:

Haffaf'ı düşün, işte ben oyum, dedim.

İbn Enbari de: Ben o bildiğin kişiyim, demek istemiştir demiştir.

İkincisi: Bu, gâibe işarettir. Sonra bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bundan, daha önce inen Kur’ân âyetleri kastedilmiştir.

İkincisi: Bundan:

"Sana ağır bir söz yükleyeceğiz” (Müzzemmil: 5) diye va'dedilen vahiy kastedilmiştir.

Üçüncüsü: Bundan eski kitap sahiplerine va'dedilen şeyler kastedilmiştir, çünkü onlara peygamber ve kitap va’dedilmişti. Kitap Kur’ân’dır, ona kitap denmesi bir araya getirilmesinden dolayıdır. Süvari birliğine de ketibe denmesi atlıların bir araya gelmesindendir. Katırın hayasını dikerek bağlamaya da ketb denir.

Reyb, bu kelime şüphe manasınadır. Hidayet ise irşat etmektir. Müttakiler de bazı şeylerden sakınanlardır.

Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah takva ile veraı ayırıp, takva hazırlık yapmak, vera ise şüpheyi def etmektir, demiştir. Bu durumda takvada sebep gerçektir, verada ise sebepten meydana gelen kesin değildir.

Âlimler bu âyetin manasında üç ayrı görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Âyetin zahiri nefiy, manası ise nehiydir, buna göre mana, kimse bundan şüphe etmemelidir, çünkü sağlam ve kesindir, demektir. Şu âyet de böyledir: Bizim için hiçbir şeyi Allah’a şirk koşmak olamaz (Yûsuf: 38), yani bu bize yakışmaz, demektir. Hacta kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlarda bulunmak ve kavga etmek yoktur (Bakara: 196) âyeti de böyledir. İmam Halil ile İbn Enbari de aynı görüştedirler.

İkincisi: Bunun manası: Bunun Allah katından olduğunda şüphe yoktur, demektir. Bunu Mukâtil ve diğerleri söylemiştir.

Eğer: Bazıları bundan şüphe etmiştir, denirse.

Cevap şöyledir: O, aslında gerçektir, kim araştırırsa böyle olduğunu bilir. Şair şöyle demiştir:

Ey Ümame, hakta şüphe yoktur,

Asıl şüphe yalancıların dediği şeydedir.

Eğer:

"Takva sahibi zaten hidâyeti bulmuştur, burada tekrar edilmesinin ne faydası vardır?” denilirse, cevap iki türlü verilir:

Birincisi: Aslında hem takva sahipleri hem de kâfirler kastedilmiştir, birini söylemekle yetinilmiştir. Meselâ Allahü teâlâ’nın:

"Giysiler sizi sıcaktan korur” (Nahl: 81) demiştir ki, soğuktan da korur.

İkincisi: Yalnız müttakilerden bahs edilmesi onların yararlanmasından dolayıdır, meselâ:

"Sen ancak ondan korkanı uyarırsın” (Naziat: 45) âyetinde olduğu gibi ki, o, korkanı da korkmayanı da uyarmak için gönderilmiştir.

3

Onlar gaybe iman ederler, namazı dosdoğru kılar ve rızık ettiklerimizden infak ederler.

"Onlar gaybe iman ederler, namazı dosdoğru kılar ve rızık ettiklerimizden infak ederler."

Onlar gaybe iman ederler: İmanın sözlük manası bir şeyi tasdik etmektir. Şeriat ise bunu böyle kabul etmekle beraber ona söz ve ameli de ilâve etmiştir. Gayb de çevresinden çukur olan engin yere denir. Onun için her engin ve gizleyici yere gayb denilmiştir.

Burada gaybten ne murat edildiği hususunda altı görüş vardır:

Birincisi: O vahiydir, bunu İbn Abbâs ile İbn Cüreyc, demişlerdir.

İkincisi: Kur’ân’dır, bunu da Ebû Rezin el - Ukayli ile Zir b. Hubeyş demişlerdir.

Üçüncüsü: Aziz ve celil olan Allah’tır, bunu Atâ ile Said b. Cübeyr demişlerdir.

Dördüncüsü: Cennet ve cehennem gibi Kur’ân'da zikredilen şeylerdir. Bunu da Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiştir. Ebû’l - Âliyye ile Katâde de bu görüştedirler.

Beşincisi: Aziz ve celil olan Allah’ın kaderidir, bunu da Zührî söylemiştir.

Altıncısı: Onu görmeyenler için Resul’e imandır. Amr b. Mürre şöyle demiştir: Abdullah b. Mes’ud’un arkadaşları ona: "Sana ne mutlu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile cihad ettin ve onunla oturdun!” dediler. O da: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in durumu onu görenler için açıktı. Asıl şaşılacak olanı onu görmedikleri halde kitabına iman edenlerdir, dedi, sonra da: Gaybe iman ederler âyetini okudu.

Namazı dosdoğru kılarlar. Namaz (salat) lügatte dua demektir. Şeriatte ise belli söz ve hareketlerden ibarettir.

Ona salat denmesinde üç görüş vardır:

Birincisi: Ona kuyruk sokumunu kaldırmaktan dolayı salat denilmiştir.

İkincisi: O, salleytül ude (sopayı doğrultmak için ateşte yumuşattım) kökünden gelir, çünkü namaz kılan yumuşar ve mütevazı olur.

Üçüncüsü: O istemek ve dua etmekten gelir, çünkü salat dua manasınadır. Burada ise cins ismidir.

Mukâtil ise, burada beş vakit namaz kastedilmiştir, demiştir.

Namazı dosdoğru kılmada da üç görüş vardır:

Birincisi: Onu emredildiği şekilde tam olarak yapmalıdır. Bu, İbn Abbâs ile Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

İkincisi: Vakti, abdesti, rukû’ ve secdeleri muhafaza edilip doğru yapılmalıdır. Bunu da Katâde ile Mukâtil demişlerdir.

Üçüncüsü: Devam ettirmektir, Araplar düzenli bir şeye, ayakta (kaim) derler. Falan, askerlerin erzakım ikame ediyor derler ki, devam ettiriyor manasınadır.

Rızık ettiklerimizden, verdiklerimizden, demektir. İnfak ediyorlar da, çıkarıyor, harcıyorlar, demektir.

İnfakın aslı çıkarmaktır, nefakatiddabbetü derlerki, hayvanın canı çıktı, demektir. Bundan ne kastedildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O aile ve evladın nafakasıdır, bunu İbn Mes’ûd ile Huzeyfe demiştir.

İkincisi: Farz olan zekattır, bunu da İbn Abbâs ile Katâde demişlerdir.

Üçüncüsü: Nâfile sadakalardır, bunu da Mücâhid ile Dahhâk demişlerdir.

Dördüncüsü: Bu, zekattan önce vacip olan nafakadır.

Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bir adam elinde ancak bir günlük yiyeceğini tutabilirdi, kalanım fakirlere dağıtırdı. Bunların dediklerine göre bu âyet, zekât âyeti ile neshedilmiştir. Önceki görüş daha doğrudur.

Bil ki, kalp işi olan gaybe iman, bedenin işi olan namaz ve mala taalluk eden sadakayı birlikte zikretmenin hikmeti teklifin üç kısımdan ibaret olup bir dördüncüsünün olmadığını vurgulamak içindir. Çünkü bu kısımların dışındakiler bunlardan ikisinin bir araya gelmesinden ibarettir, meselâ hac, oruç vb. gibi.

4

Onlar sana indirilene, senden önce indirilene iman eder ve ahirete kesinkes inanırlar.

Sana indirilene iman ederler. Kimler hakkında indiği hususunda ihtilaf edilmiş ve iki görüş ileri sürülmüştür:

Birincisi: Bu âyet Abdullah b. Selam ile arkadaşları hakkında inmiştir. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve Mukâtil de bunu tercih etmiştir.

İkincisi: Bu; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ve ondan önce indirilene iman edenler hakkında inmiştir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah da: Kur’ân ve vahiyle inen diğer kitaplardır, demiştir.

Senden önce indirilen. Bunlar da önceki kitaplarla vahiydir. Ahiret ise dünyadan sonraki şeylere denir. Ahiret denmesi dünyadan sonraya kalmasından dolayıdır. İşin sonu olduğu için ahiret denildi, diyenler de vardır.

Kesinkes (yakinen) inanırlar. Yakin güven veren ve yürek soğutan şey demektir. Bu, kazanılan ilmin en ileri seviyesidir.

5

İşte Rablerinin hidâyeti üzerinde olanlar onlardır ve kurtuluşa erenler de onlardır.

İşte onlar hidayet üzerindedirler. Hidayet doğru yol demektir. İbn Abbâs, nûr ve istikamet üzeredirler, demiştir.

İbn Kuteybe de, felah bulanlar ebediyeti kazananlardır, demiştir. Esas felah beka manasınadır. Lebid’in şu sözü de buna şahittir:

Öyle bir ülkeye iniyoruz ki, o daha önce de bize helâl idi,

Ad ve Himyer’den sonra orada felah istiyoruz.

Beka istiyoruz, demektir. Zeccâc, kurtulanlar, sonunda halleri ıslah olarak muradına nail olanlar manasınadır, demiştir. Hayye alel felah da bundandır ki, kurtuluş ve cennete girme yoluna geliniz, demektir.

6

Şüphesiz kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir, iman etmezler.

Kâfirler: Bu âyetin kimler hakkında indiğinde dört görüş vardır:

Birincisi: Bu âyet Ahzab savaşını yönetenler hakkında inmiştir. Bunu Ebû’l - Âliyye söylemiştir.

İkincisi: Ebû Cehil ile ailesinden beş kimse hakkında inmiştir. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Üçüncüsü: Birtakım Yahudiler hakkında inmiştir, Huyey b. Ahtab bunlardandır. Bunu İbn Saib söylemiştir.

Dördüncüsü: Arap müşrikleri hakkında inmiştir, meselâ Ebû Talib, Ebû Leheb ve diğer Müslüman olmayanlar gibi.

Mukâtil şöyle demiştir: Âyetin tefsiri: Küfr lügatte örtmek, kapatmak manasınadır, bir şeyi örttüğün zaman kefertüşşey’e denir. Kâfir de hakkın üzerini kapattığı için böyle denilmiştir.

Onlar için birdir, yani onları korkutmak da korkutmamak da birdir. Âyette geçen inzar, korku ile bildirmek demektir. Tenazere benu fülanin denir ki, birbirlerini korkuttular, demektir.

Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah şöyle demiştir: Bu âyet genel ifade ile gelmişse de maksat özeldir. Çünkü kâfirin korkutulduğu zaman iman etmeyeceğini bildirmiştir, halbuki bazı kâfirler uyarıldıkları zaman iman etmiştir. Eğer dış manaya olsa idi, Allah’ın haberinde gerçek dışı bir şey olurdu. Onun için onun hususi olduğunu söylemek vaciptir.

7

Allah kalplerini ve kulaklarını mühürledi. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Onlar için acıklı bir azap vardır.

"Allah kalplerini mühürledi". Âyette geçen hatm mühürlemek demektir. Kalp ise bir parça donuk kan demektir. Yüreğe yerleşmiştir. O nefsin evi ve aklın meskenidir. Kalp denmesi dönekliğindendir. Ona bedenin özü de denilmiştir. Özellikle oranın mühürlenmesi anlama merkezi olmasından dolayıdır.

"Kulaklarını". Âyette kulak tekil olarak geçmişse de kulakları kastedilmiştir. Müfret lafızla zikredilmişse de manası çoğuldur. Tekil çoğul yerine geçmiştir. Bunun bir benzeri de şu ayettir:

"Sonra sizi analarınızın karınlarından çocuk olarak çıkarır.” (Hac: 5) Çocuklar olarak demektir.

Bu hususta şöyle bir şiir göstermişlerdir:

Yarı karın yiyerek yaşayın,

Çünkü zamanınız kıtlık zamanıdır.

Yani karınlarınız demektir. Bu görüş Ebû Ubeyde ile Zeccâc’a aittir.

Bunda başka bir izah daha vardır, şöyle ki, Araplar sem’ kelimesini masdar gibi kullanırlar, masdar da tekil olarak kullanılır, meselâ yu’cibüni hadisüküm ve yucibüni darbuküm sözünde olduğu gibi. Basar ile kalb ise bu gibi manalarda masdar yerinde kullanılmaz. Bunu Zeccâc ile İbn Kasım söylemiştir. Amr b. As ile İbn Ebi Able ve alâ esmaihim şeklinde çoğul okumuşlardır.

"Gözlerinin üzerinde perde vardır". Âyette geçen gişâve örtü, kapak manasınadır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Kureyş ile Arapların çoğu ğaynin kesresi ile ğişave okurlar. Ukl kabilesi ise ğaynin zammesi ile ğüşave okur. Bazı Araplar da fetha ile ğaşave okurlar ki, sanırım onlar Rebia kabilesidir. Mufaddal, Âsım’dan ğişaveten şeklinde nasb ile okumuştur ki, gözlerinin üzerine perde çekti demek olur. Azap ise sürekli acı veren şeydir. Maün azbün denir ki, boğazdan hızlı geçen tatlı su demektir.

8

İnsanlardan kimi, Allah’a ve ahîret gününe iman ettik, derler, halbuki onlar inanıcı değiller.

"İnsanlardan kimi Allah’a iman ettik” derler. Bunun kimler hakkında indiğinde iki görüş üzerinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Bu münafıklar hakkında nazil oldu. Bunu Süddi; İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ebû’l - Âliyye, Katâde ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir.

İkincisi: Bu ehl-i kitabın münafıkları hakkında nazil oldu. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İbn Sîrin de şöyle demiştir: Onlar bu Âyetten korkarlardı.

Katâde de şöyle demiştir: Bu âyet münafığı tarif ediyor; o dili ile inanır, kalbi ile inkâr eder. Dili ile tasdik eder, ameli ile muhalefet eder. Sabahleyin bir hal üzere olur, akşamleyin onu değiştirir. Gemi gibi yalpalar, rüzgar hangi tarafa eserse o tarafa gider.

9

Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar, aslında kendilerini aldatırlar da farkında değiller.

"Allah’ı aldatırlar”

İbn Abbâs şöyle demiştir: Abdullah b. Übey, Muattib b. Kuşeyr ve Ced b. Kays, mü’minlere rastladıkları zaman, biz de iman ettik, şahadet ederiz ki, arkadaşınız (Muhammed) doğrudur, derlerdi. Yalnız kaldıkları zaman da öyle olmazlardı, bu âyet bunun üzerine indi.

Tefsiri: Âyette geçen hadia hile ve tuzak kurmak demektir. Aldatma denmesi, gizli olduğu içindir. Aynı kökten gelen mihda’ evin içinde kadının gizlendiği odaya denir. Hadi’ de aldatan kimseye denir, maksadı ister hasıl olsun, ister olmasın. Eğer maksadı hasıl olursa aldattı, denir. Aldatılan kimseye de inhada şeklinde aldatıldı, denir. Bu da aldanmayı kast etsin veya etmesin birdir. Araplar zamana hadda’ derler, çünkü sakladığı hayır ve şer ile renkten renge girer.

Allah’ı aldatmalar hakkında beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar mü’minleri aldatıyorlardı, sanki Allah’ı aldatmış gibi oldular. Bu, İbn Abbâs’tan rivayet edilmiş,

İbn Kuteybe de bunu tercih etmiştir.

İkincisi: Onlar Allah'ın peygamberini aldatıyorlardı, Allah da peygamberini kendi yerine koydu, tıpkı şu âyette olduğu gibi:

"Şüphesiz sana biat edenler aslında Allah’a biat ediyorlar.” (Feth: 10) Bunu Zeccâc demiştir.

Üçüncüsü: Araplara göre aldatan bozuk demektir. Bu manada şöyle bir şiir söylediler:

Tükrük bozulduğu zaman onun tükrüğü temizdir.

Burada geçen hadaa bozuldu, demektir.

İbn Kasım şöyle demiştir: Allah’ı aldatırlar kavlinin manası, içlerinde sakladıkları küfür yüzünden açıkladıktan imanı bozarlar, demektir.

Dördüncüsü: Onlar Allah’ın dininde öyle şeyler yaparlardı ki, eğer onu kendi aralarında yapmış olsalardı, aldatıcı olurlardı.

Beşincisi: Onlar küfürlerini gizler, imanlarını açıklarlardı.

"Vema yahdeune illâ enfüsehüm": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr Yuhadiune şeklinde okumuşlardır. Kufeliler ile İbn Âmir de yahdeune okurlardı. Manası: Aldatmalarının vebalini kendileri çekerler, demektir.

Aldatmalarının vebalini ne zaman çekerler? Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Dünyada çekerler, bu da iki yolla olur: Birincisi, istidraç (gazabına nimet) ve azaplarını artıracak mühlet ile olur. İkincisi, peygamberi ve mü’minleri gizledikleri hallerinden haberdar etmekle olur.

İkincisi: Veballerini ahirette çekerler, bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, onlarla mü’minlerin arasına perde çekildiği zaman olur. Bu olay şu âyette anlatılmıştır:

"Onlara: Geriye dönün, bir nûr arayın, denir. Aralarına kapısı olan bir sur çekilir.” (Hadid: 13)

İkincisi: Veballerini cennet halkı onların hallerinden haberdar oldukları zaman çekerler, onları gördükleri zaman onlar tarafından rahata erdirilmelerini umar ve:

"Üzerimize sudan veya Allah’ın size rızık ettiği şeylerden aktarın, derler.” (A’raf: 50)

"Onlar da şöyle cevap verirler: Şüphesiz Allah bu ikisini kâfirlere haram etmiştir.” (A’raf: 51)

"Bilmezler” (şuurunda değiller). Bilmedikleri ve şuurunda olmadıkları şeyler hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın, Peygamberini onların yalanlarından haberdar etmesi, bunu İbn Abbâs söylemiştir.

İkincisi: Nefislerinde küfrü gizlemeleri, bunu da İbn Zeyd demiştir.

10

Kalplerinde hastalık vardır, Allah da hastalıklarını artırmıştır. Onlar için yalan söylemelerinden dolayı acıklı bir azap vardır.

"Kalplerinde hastalık vardır". Buradaki hastalık şüphedir, bunu İkrime ile Katâde demişlerdir. Allah da hastalıklarını artırdı. Bu da kendilerine bunu yaptığına dair Allah’tan bir haberdir. Âyette geçen elim, acıklı demektir. Cumhûr şedde ile yükezzibun okur, Kufeliler ise Eban’ın dışında Âsım’dan rivayetle ya’nın fethası ile yekzibun okurlar.

11

Onlara; Yeryüzünde bozgunculuk etmeyin, denildiği zaman, biz ancak ıslahatçılarız, derler.

"Onlara, yeryüzünde bozgunculuk etmeyin", denildiği zaman.

Kimin hakkında indiğinde iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki münafıklar hakkında inmiştir. Bu cumhûrun görüşüdür, İbn Abbâs ile Mücâhid de içlerindedir.

İkincisi: Onlar bu âyet indiği zaman henüz yaratılmamışlardı, bunu da Selman Farisi söylemiştir. Kisâi; kafin zammasıyla kuyle, ha’nın zammasıyla huyle, ğaynın zammasıyla ğuyda, cimin zammasıyla cüy’e, “sîn” in zammasıyla süy'e ve süy’et okumuştur. İbn Âmir de bunlardan huyle, süyka ve süy’e, süy’e lâfızlarında zamme ile, Nâfi de süy’e ve süy’et’te yine zamme ile diğerlerini de kesre ile okumuştur, öteki kurralar da hepsinde kesre ile okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlı Kureyşliler ve onlara komşu olan Kinane oğulları kesre ile kıyle, ciy’e, ğida okurlar. Ukayl’in ve onlara komşu olanların çoğu ile Esed’in geneli kuyle ve cüy’ede zammeye yakın bir sesle okurlar.

Burada bozgunculuktan ne murat edildiği hususunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Küfürdür, bunu İbn Abbâs söylemiştir.

İkincisi: Masiyet olan şeyleri yapmaktır, bunu da Ebû’l - Âliyye ile Mukâtil demişlerdir.

Üçüncüsü: Küfür ve isyanlardır, bunu da Süddi, şeyhlerinden nakl etmiştir.

Dördüncüsü: Emirleri yerine getirmeyi ve yasaklardan uzaklaşmayı terk etmektir, bunu da Mücâhid demiştir.

Beşincisi: Kâfirlere açtıkları ve onları mü’minlerin sırlarına vakıf kıldıkları münafıklıktır. Bunu şeyhimiz Ali b. Ubeydullah, demiştir.

"Biz sadece ıslahatçılarız". Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, tanındıkları şeyi inkâr etmektir, sözün aslı: Biz bozgunculuk gerektirecek bir şey yapmadık, demektir.

İkincisi: Bunun manası şudur: Biz Müslümanlarla kâfirlerin aralarını bulmak istiyoruz. Bu iki görüş İbn Abbâs'a aittir.

Üçüncüsü: Onlar: Kâfirlere karşı iyi niyet beslemek, yapıcılıktır, bozgunculuk değildir, demek istemişlerdir. Bunu da Mücâhid ile Katâde, söylemişlerdir.

Dördüncüsü: Onlar, bizim bu yaptığımız ıslahatın ta kendisidir, Muhammed’i tasdik etmek ise bozgunculuktur, demek istemişlerdir, bunu da Süddi söylemiştir.

Beşincisi: Onlar kâfirlere karşı iyi niyet beslemenin dinde de dünyada da yapıcılık olduğunu zannetmişlerdir; çünkü şöyle inanmışlardır: Eğer Muhammed kazanırsa zaten ona biat ettikleri için güvencededirler, eğer kâfirler kazanırsa onlara karşı iyi niyet besledikleri için de güvencededirler. Bunu da şeyhimiz söylemiştir.

12

Bilin ki, onlar bozgunculardır, ancak farkında değiller.

"Bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir".

Zeccâc şöyle demiştir: Elâ söze başla”Ma” edatıdır, onunla muhatap uyarılır ve arkadan gelenin doğruluğunu gösterir. Hüm ise tekittir.

"Bilmezler” sözünde de iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın, Peygamberini onların bozgunculuğundan haberdar edeceğini bilmezler.

İkincisi: Yaptıklarının yapıcılık değil, bozgunculuk olduğunu bilmezler.

13

Onlara: İnsanlar iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği zaman:

"Beyinsizlerin iman ettiği gibi biz de mi iman ederiz?” derler. Bilin ki, onlar beyinsizlerin ta kendileridir, ancak bilmezler.

"Onlara: İman edin denildiği zaman":

Bunların kim oldukları hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar Yahudilerdir, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Münafıklardır, bunu da Mücâhid ile İbn Zeyd, demişlerdir. Diyenler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabıdır, bunu İbn Abbâs demiş ve ashaptan isim vermemiştir.

İkincisi: Bunlar belli kimselerdir, meselâ Sa’d b. Muaz, Ebû Lübabe, Esiyd gibi, bunu da Mukâtil, demiştir.

Davet edildikleri iman hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamberi tasdik etmektir, bu; onların Yahudiler olduğunu söyleyenlerin görüşüdür.

İkincisi: Bu açıkça söylediklerinin gereğini yapmaktır, bu da onların münafıklar olduğunu söyleyenlerin görüşüdür.

Burada "insanlar"dan kimlerin kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bütün ashaptır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Abdullah b. Selam ile onunla beraber iman eden Yahudilerdir.

Üçüncüsü: Muaz b. Cebel, Sa’d b. Muaz, Esiyd b. Hudayr ve ensarın ileri gelenleridir. Kelbî bunları saymıştır.

Beyinsizlerle kimlerin kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bütün ashaptır, bunu İbn Abbâs söylemiştir.

İkincisi: Kadınlar ve çocuklardır, bunu da Hasen söylemiştir.

Üçüncüsü: İbn Selam ve arkadaşlarıdır, bunu da Mukâtil demiştir.

Beyinsiz olduklarını iddia ettikleri kimselerin gaybe imanlarından da neyi kastettikleri hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar İslâm dinini kastettiler, bunu İbn Abbâs ile Süddi demişlerdir.

İkincisi: Öldükten sonra dirilmeyi ve ceza görmeyi kastetmişlerdir, bunu da Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: Sonunu düşünmeden her iki fırkaya düşmanca davranmayı kastetmişlerdir. Bu ve bundan önceki yorum, onların münahklar olduğuna göredir. Birincisi de onların Yahudiler olduğuna göredir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Beyinsizler cahiller demektir, o yüzden müstehcenliğe cahillik denir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Âyette geçen sefahet akıl eksikliğidir. Bu yüzden ince ve eski kumaşa sefih denir. Teseffehe de rüzgarın ağacı sallaması manasınadır. Şair şöyle demiştir:

Kadınlar yere dikilen mızrakların üst kısmını

Rüzgarların salladığı kargılar gibi salınarak yürüdüler.

"Ancak bilmezler":

Mukâtil: Beyinsiz olduklarını bilmezler demiştir.

14

İman edenlerle karşılaştıkları zaman, biz de iman ettik, derler. Şeytanları ile baş başa kaldıkları zaman da: Şüphesiz sizinleyiz, biz ancak alay ediyoruz, derler.

"İman edenlerle karşılaştıkları zaman, biz de iman ettik, derler. Şeytanları ile baş başa kaldıkları zaman da: Şüphesiz sizinleyiz, biz ancak alay ediyoruz", derler:

Bu âyetin kimler hakkında indiği hususunda iki görüş üzerinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Bu Abdullah b. Übey ve arkadaşları hakkında inmiştir. Bunu İbn Abbâs söylemiştir.

İkincisi: Peygambere bir türlü ve reislerine başka bir türlü iman gösteren münafıklarla ehl-i kitap hakkında inmiştir. Bunu da Hasen demiştir.

Tefsir: Âyette geçen ilâ edatı beraberlik manasınadır:

"Benim Allah ile beraber yardımcılarım kimlerdir?” (Al-i İmran: 52, Saf: 14) âyetlerinde de bu manayadır.

Şeytanlar ise şeytanın çoğuludur. İmam Halil: Araplara göre her dikkafalı şeytandır.

Bu isim üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi şatana kökündendir ki, hayırdan uzak olmak manasınadır. Buna göre nun kelimenin aslına dahildir.

Ümeyye b. Salt, Süleyman aleyhisselam'ı anlatırken şöyle demiştir:

Hangi şeytan ona isyan ederse, onu bağlar,

Sonra da onu zincire vurarak zindana atar.

Nabiğa da şöyle demiştir:

Şeytanlar Suad’ı alıp uzaklara götürdüler,

Gönlüm ise ona bağlı olarak kaldı.

İkincisi: Şâta yeşitu kökünden gelir ki, alevlenip yanmak manasınadır, bu durumda nun zaid olur. Bu hususta şöyle bir mısra demişlerdir:

Bizim mızraklarımızla kahramanlar helak olur.

Şeytanlarından kimler kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar kâfirlerin reisleridir, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Hasen ve Süddi demişlerdir.

İkincisi: Müşrik kardeşleridir, bunu da Ebû’l-Âliyye ile Mücâhid, demişlerdir.

Üçüncüsü: Kahinleridir ki, bunu da Dahhâk ile Kelbî demişlerdir.

"Biz sizinle beraberiz": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Biz sizinle dininizin üzerinde beraberiz, demektir.

İkincisi: Biz yardım ve desteklemede sizinle beraberiz, demektir. Âyette geçen istihza da alay etmek manasınadır.

15

Allah da onlarla alay ediyor; taşkınlıkları içinde bocalamalarına onlara süre veriyor.

"Allah onlarla alay ediyor":

Ulema Allah’ın onlarla alay etmesi hususunda dokuz görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Onlar cehennemde iken onlara cennetten bir kapı açar, onlar da oraya koşunca kapatılır, sonra onlara başka bir kapı açılır, yine koşarlar, o da kapatılır. Buna da mü’minler gülerler. Bu İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

İkincisi: Kıyamet günü olduğu cehennem ateşi tencerede içyağının dondurulması gibi dondurulur, onlar da üzerinde yürürken birden batarlar. Bu da Hasen Basri'den rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Onlarla şöyle alay edilir:

"Onlarla mü’minlerin arasına iç kısmında rahmet, dış kısmında azap olan ve kapısı açık bir sur çekildiği zaman onlar karanlıkta kalırlar. Onlara: Geriye dönün, kendinize bir ışık arayın” (Hadid: 13) denir. Bunu da Mukâtil demiştir.

Dördüncüsü: Bundan maksat alaylarının cezasını çekmeleridir. Böyle olmakla beraber istihza kelimesi aynen tekrar edilmiştir, meselâ şu âyetlerde olduğu gibi:

"Kötülüğün cezası misli ile kötülüktür.” (Şura: 40)

"Size kim saldırırsa ona misli ile saldırın.” (Bakara: 194)

Amr b. Kelsum da şöyle demiştir:

Aklınızı başınıza alın, bize karşı kimse cahillik etmesin;

Biz de onunkinden daha çok cahillik ederiz.

Maksat, ona daha ağır ceza veririz, demektir.

Beşincisi: Allah'ın onlarla alay etmesi onların hatalı ve cahil olduklarını söylemesidir. Bunun manası, Allah onların fiillerini yanlış buluyor ve küfürde inat etmelerinden dolayı da onları cahil sayıyor, demek olur.

Altıncısı: Onlarla alay etmek, onları yavaş yavaş helake sürüklemektir.

Yedincisi: Alaylarını onlara tatbik etmek, aldatmak ve hilelerini onlara çevirmektir. Bu görüşleri Muhammed b. Kasım el - Enbari zikretmiştir.

Sekizincisi: Onlarla alay etmek, meselâ birileri ateşin içinde zilletle yanarken ona:

"Azabı tat, hani sen, onurlu ve soylu idin!” (Duhan: 49) denilir. Bunu da şeyhimiz kitabında söylemiştir.

Dokuzuncusu: Ahirette dünyada sergiledikleri imanın tersini görünce onlarla alay edilmiş gibi olur.

"Bir süre taşkınlıkları içinde bocalamalarına onlara süre veriyor":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlara imkan veriyor, bunu İbn Mes’ûd demiştir.

İkincisi: Onlara zaman tanıyor, bunu da İbn Abbâs demiştir.

Üçüncüsü: Onların süresini uzatıyor, bunu da Mücâhid demiştir.

Dördüncüsü: Onlara mühlet veriyor, bunu da Zeccâc demiştir.

Taşkınlık: Normalin üzerine çıkmaktır, itidalden daha fazla olmaktır. Deniz dalgalandığı zaman, taştı denir. Sel de suyu çoğaldığı zaman taştı denir.

Taşkınlıkları hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Küfürleridir ki, bu cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Azgınlık ve kibirleridir, bunu da

İbn Kuteybe demiştir.

Bocalamak ise şaşkınlık manasınadır. Bir halk şairi şöyle demiştir:

Uçsuz bucaksız ıssız çöllerde

Kör cahiller bocalarlar.

İbn Kuteybe de:

Tepelerine binerler, etraflı görmezler, demiştir.

16

İşte onlar hidayete karşılık dalâleti (sapıklığı) satın aldılar, ticaretleri kazanmadı ve hidayete de eremediler.

"İşte onlar hidayete karşılık dalâleti satın aldılar":

Bunun nüzülü için üç görüş vardır:

Birincisi: Bu, bütün kâfirler hakkında inmiştir, bunu İbn Abbâs ile İbn Mes’ûd demişlerdir.

İkincisi: Ehl-i kitap hakkında inmiştir, bunu da Katâde, Süddi ve Mukâtil demişlerdir.

Üçüncüsü: Münafıklar hakkında inmiştir, bunu da Mücâhid demiştir. Satın aldılar: Değiştirdiler demektir. Araplar bir şeyi diğer şeye tercih edene alıcı, ötekisine de satıcı derler.

Dalâlet ve dalâl aynı manayadır. Bu hususta da müfessirlerin üç görüşü vardır:

Birincisi: Burada maksat küfürdür, hidâyetten maksat da imandır. Bu; Hasen Basri, Katâde ve Süddi’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Şüphedir, hidayet de kesin inançtır.

Üçüncüsü: Dalâlet cahillik, hidayet de ilimdir.

Hidâyeti dalâletle değiştirmeleri hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar iman ettiler, sonra kâfir oldular.

İkincisi: Yahudiler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gönderilmeden önce ona iman ettiler, gönderilince de onu inkâr ettiler. Bunu Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Kâfirler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği hidâyeti işitince reddedip de sapıklığı seçince bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmiş gibi oldular. Bunu şeyhimiz Ali b. Ubeydullah demiştir.

"Ticaretleri kazanmadı": Bu sözde mecaz vardır, çünkü ticaret kazanmaz, ancak ticarette kazanılır. Şu âyet de böyledir:

"Hayır, gecenin ve gündüzün hilesi.” (Sebe’: 33) Maksat gece ve gündüz yapılan hiledir. Şu âyet de öyledir:

"İş azmettiği zaman...” (Muhammed: 21) İşe karar verildiği zaman demektir. Bu hususta şöyle bir delil getirdiler:

Ey Haris, sıkıntımı defettin,

Gecem uyudu, kederim dağıldı.

Gece uyumaz, bilakis gecede uyunur. Bu gibi söz, müşkül olmayan ve söyleyenin maksadı belli olan yerlerde kullanılır. Ama nitelemek câiz olan bir şeye nispet edilir de başkası kastedilirse câiz olmaz. Meselâ: Kölen kazandı deyip de, kölende kazandın kasdetmek gibi. Bu manaya Ferrâ’, İbn Kuteybe ve Zeccâc gitmişlerdir.

"Hidâyeti bulamadılar": Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın ilminde hidâyeti bulamadılar.

İkincisi: Sapıklıktan hidayete eremediler.

Üçüncüsü: Mü’minlerin ticaretini anlayamadılar.

Dördüncüsü: Sapıklığı satın almakla doğru yapmadılar.

Beşincisi: Tüccar bazen kazanamaz, ama doğru yolda olur, bu nedenle kınanmaz. Allah ise onları kötülemek için onlarda bu iki durumun da olmadığını beyan etmiştir.

17

Onların misali bir ateş yakanın hali gibidir. O ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah onların ışığını giderir ve onları karanlıklarda bırakır, artık onlar görmezler.

"Onların misali bir ateş yakanın hali gibidir": Bu âyet münafıklar hakkında inmiştir. Misal, benzer durumları açıklamak için getirilen örnektir.

Âyette geçen

"istevkade” kelimesi üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Sin zaittir, şu beyitte olduğu gibi:

Bir dua eden, ey duaları kabul eden, diye seslendi,

O zaman ona hiç kimse cevap vermedi.

Burada istecabe fi’li kullanılmış, ecabe manası verilmiştir (sin zaittir). Bu, cumhûrun görüşüdür, içlerinde Ahfeş ile

İbn Kuteybe de vardır.

İkincisi: Sin talep için gelmiştir, mana: Başkasından ateş isteyen gibi demektir.

"Ateş etrafını aydınlatınca Allah onların ışığını giderir ve onları karanlıklarda bırakır, artık görmezler":

Âyette geçen

"edâet” kelimesi üzerinde iki görüş vardır;

Birincisi: Geçişli fiil olmasıdır. Şair şöyle demiştir:

Soyları ve yüzleri gecenin karanlığını aydınlattı,

Öyle ki, usta ipliğe boncuk geçirdi.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Ateş parlak yüzü aydınlattı,

Kalbi gibi nûr saçtı.

İkincisi: Lâzım (geçişsiz) fiildir. Ebû Ubeyd de, bu fiil geçişsiz ve geçişli olarak kullanılır, demiştir. Zeccâc da aynısını söylemiştir.

"Ma” (felamma) edatı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Zaittir, sanki edâet denmiştir.

İkincisi: Ellezi manasınadır. Bir şeyin etrafı da çevresi demektir. Ha zamiri ateş yakana râcîdir. Eğer: Nasıl önce tekil olarak : Kemeselil-lezistevkade dedikten sonra, cemi yaparak "zeheballahü binurihim” demiştir, denilirse, cevap şöyledir: Sa’leb, Ferrâ’'dan şöyle dediğini nakletmiştir: Burada misal fiil için getirilmiştir, kişilerin zatları için değil. Bu da münafıklığa misaldir. Zeheballahü binurihim demesi mananın münafıklara gitmesinden dolayıdır. O nedenle cemi yapmıştır.

Sa’leb şöyle demiştir: Ferrâ’’dan başkaları da şöyle demişlerdir: Ellezi’nin manası cemidir, önce lâfzından dolayı tekil yapılmış, sonra da manası için cemi kılınmıştır. Nitekim şair de şöyle demiştir:

Felec mevkiinde helak olanlar,

Ey Halid’in anası, işte kahramanlar onlardır!

Burada ellezi ism-i işareti cemi olarak kullanılmıştır.

Âlimler Allahü teâlâ’nın münafıkların hallerine neyi misal getirdiği hususunda ihtilaf etmiş, iki görüş ileri sürmüşlerdir:

Birincisi: O telaffuz ettikleri İslâm kelimesini ve nurunu canları korumaya ve akan kanları durdurmaya misal getirmiştir, öldükleri zaman ise onlardan şerefi çeker alır, tıpkı sönen ateşten ışığı alındığı gibi. Bu mana İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

İkincisi: Bu, onların mü'minlere yönelip onlardan Resûlüllah’ın getirdiklerini dinlemelerine misaldir. Işıklarının gitmesi de kâfirlere ve sapıklığa yönelmeleridir. Bu da Mücâhid’in görüşüdür.

Karanlıklardan ne kastedildiğinde dört görüş vardır:

Birincisi: Azaptır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Küfrün karanlığıdır, bunu da Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: ölümden sonra Allah’ın onların üzerine attığı karanlıktır, bunu da Katâde demiştir.

Dördüncüsü: Münafıklıklarıdır, bunu da Süddi demiştir.

Onlara ateşle misal getirilmesinin üç hikmeti vardır:

Birincisi: Ateşle aydınlanan kendi nefsinden gelen bir şeyle değil de dışarıdan gelen bir şeyle aydınlanır. O ateş gidince karanlıkta kalır. Sanki onlar da kalpleriyle inanmadan dilleriyle ikrar edince imanlarının num iğreti gibi olur.

İkincisi: Ateşin ışığı devam etmesi için odun maddesine ihtiyaç vardır, bu da canlının gıdası gibidir. İşte iman nûru da böyledir, o da devam etmesi için itikat maddesine ihtiyaç duyar.

Üçüncüsü: Aydınlıktan sonra gelen karanlık insan için doğrudan gelen karanlıktan daha çetindir. Onların hali de buna benzetilmiştir.

18

Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönmezler.

"Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler": Burada geçen samem, işitme kanallarının tıkanmasıdır. Bu, sağırlığın en ileri safhasıdır.

Dilsizlikle ifade edilen bükm’de de üç görüş vardır:

Birincisi: Ahresliktir, bunu Mukâtil, Ebû Ubeyd ve İbn Fâris demişlerdir.

İkincisi: Dilde bir kusurdur ki, kişi onunla konuşma imkanı bulamaz. Ahresliğin bundan meydana geldiği de söylenmiştir.

Üçüncüsü: Kalpte bir kusurdur ki, kişiyi hiçbir şeyi anlamaz hale getirir; anlama merkezi ile konuşma merkezi birlikte bozulur. Bu iki görüş şeyhimize aittir.

Artık dönmezler: Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar sapıklıklarından dönmezler, bunu Katâde ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: İslâm’a dönmezler, bunu da Süddi demiştir.

Üçüncüsü: Sağırlıktan, dilsizlikten ve körlükten dönmezler. Neden dönmeme onlara nispet edilmiştir? Çünkü kendi istekleri ile hareket etmişlerdir. Nefsani hevesleri onları mağlup etmiş, doğru yolu araştırmaktan alıkoymuştur. Aslında onlarda ne sağırlık ne de dilsizlik vardır, ancak onlar gerçeği dinleyip onu konuşmaktan yüz çevirince sağır ve dilsizler gibi olmuşlardır. Araplar bir şeyden yüz çevirene kör, dinlemekten yüz çevirene de sağır, derler. Miskin ed - Darimi şöyle demiştir:

Kapı bir komşumun perdesinin olmaması

Ona zarar vermez.

O evinden çıkıp da tekrar odasına çekilinceye kadar

Gözüm ona karşı kör olur.

Aralarında geçen konuşmalara karşı da

Kulağım da ağırlık varmış gibi sağır olur.

19

Yahutta onların hali gökten inen ve içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan bir yağmur gibidir. Ölüm korkusu ile yıldırımlardan dolayı parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri kuşatmıştır.

"Yahutta gökten inen bir yağmur gibidir": Burada geçen

"ev” edatı terdit (seçenek) harfidir,

"onların hali ateş yakan bir kimsenin hali gibidir” (Bakara: 17) benzetmesinin alternatifidir.

Âlimler bunda (

"ev” edatı hakkında) altı ayrı görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Burada seçme içindir, Araplar fatihlerle yahut dilcilerle otur derler ki, sen iki gruptan istediğinle oturmada serbestsin demektir. Sanki biz onlara bu iki misalden birini vermede serbestiz demiş gibi olur.

İkincisi: Bu, Allah’ın meydana çıkacak olanı bildiği şeyde kapalılığı göstermektedir, onların açığa çıkmasını istemediği şeyi onlara kapalı bırakmış, sanki, onların hali bu ikiden biri gibidir demiş olur.

"Kalpleri taş gibidir ya da daha serttir” (Bakara: 74) âyeti de böyledir. Araplar açıklamasında fayda olmayan şeyi kapalı bırakırlar. Şair Lebid şöyle demiştir:

Kızlarım babalarının ebedi yaşamasını temenni ediyorlar,

Ben ancak Rebia veya Mudar erkeklerinden biri değil miyim?

Yani ben de bu iki kabilenin birindenim, onlar fani oldular, ben de onlar gibi fani olacağım.

Üçüncüsü: Bilakis manasınadır. Bu hususta

Ferrâ’ şöyle bir delil getirmiştir:

Kuşluk güneşi gibi parlak ve o surette göründü,

Ve sen göze daha hoş görünüyorsun.

Dördüncüsü: Açıklama içindir, manası da şöyle olur: Onların bazıları ateş yakana, bazıları da gökten bu şekilde inen yağmura benzerler. Şu âyetlerde durum aynıdır:

"Yahudi veya Hıristiyan olun” (Bakara: 135). Manası şöyledir: Bazıları yani Yahudi olanlar, Yahudi olun dediler, Hıristiyan olanlar da: Hıristiyan olun, dediler.

"Azabımız onlara geceleyin veya öğle uykusunda geldi.” (A’raf: 4) Manası şöyledir: Azabımız kimilerine geceleyin, kimilerine de öğle uykusunda geldi.

Beşincisi: Vav manasınadır, şu âyette de öyledir:

"Kendi evlerinizden ve babalarınızın evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur.” (Nûr: 61)

Cerir şöyle demiştir:

Hilafete nail oldu, hilafet de ona kader oldu,

Tıpkı Mûsa’nın kader gereği Rabbine gelişi gibi.

Altıncısı: Bu muhataplar için şüphedir, çünkü şüphe Allahü teâlâ için söz konusu değildir.

"O, O’nun için daha kolaydır” âyeti de böyledir. (Rum: 27) Maksat, sizin zannettiğiniz gibi yeniden yaratmak Allah için daha kolaydır, demektir.

Tefsiri: Onların hali yağmura yakalananların hali gibidir, yağmura yakalananlar zikredilmemiştir. Çünkü

"parmaklarını kulaklarına tıkarlar” ifadesinde buna işaret vardır. Âyette geçen sayyib kelimesi yağmur manasınadır. İbn Kuteybe bunun gökten inmek manasına sabe yesubu’den geldiğini söylemiştir.

Zeccâc da: Her yukarıdan aşağıya inen şey için sabe yesubu fi’li kullanılır, demiştir. Şair de şöyle demiştir:

Sanki onların üzerine bir bulut indi,

İçinde yıldırımlar vardı, kuşlarını ürküttü.

Gök gürültüsü hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: O, bulutları süren bir meleğin sesidir. Bu mana merfu hadis olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilmiştir. İbn Abbâs ile Mücâhid böyle demişlerdir. Mücâhid’ten gelen bir rivayet de şöyledir: O tesbih eden bir meleğin sesidir.

İkrime de: O deve sürücüsü gibi bulutları süren bir melektir, demiştir.

İkincisi: O, gökle yer arasında sıkışan bir rüzgardır. Ebû’l - Celed'den: Gök gürültüsü rüzgardır, dediği de rivayet edilmiştir. Ebû’l - Celed’in adı, Ceylan b. Ebû Ferve el - Basri’dir. Ondan Katâde hadis rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bulutların çarpışmasından çıkan bir sestir, bunu da şeyhimiz Ali b. Ubeyd aktarmıştır.

Şimşek için de üç görüş vardır:

Birincisi: O çomak şeklinde bükülen mendildir ki, melek onunla bulutları sürer. Bu mana Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den merfu hadis olarak rivayet edilmiştir.3 Hazret-i Ali b. Ebû Talib de bu görüştedir. Hazret-i Ali’nin bir rivâyeti de şöyledir: O, bir çeşit demir topuzdur. İbn Abbâs’tan da: Onun ateşten bir kırbaç olduğu rivayet edilmiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Burada geçen meharik kelimesi, çocukların mendil veya peştamaldan bükerek elde ettikleri çomak ve topuza denir. Çocuklar bununla birbirlerine vururlar. Meleğin bulutlara vurup sürdüğü kırbaç da ona benzetilmiştir.

3 - Tirmizî, Tefsir, sûre 13, bab, 1; Ahmed, Müsned, 1/274.

Amr b. Kelsum da şöyle demiştir:

Bizdeki ve onlardaki kılıçlar,

Oyuncularımızın ellerindeki kıvrık mendillere benzer.

Mücâhid de şöyle demiştir: Şimşek, meleğin vurma ve hareket ettirme sesidir.

İkincisi: Şimşek sudur. Bunu Ebû’l - Celed demiştir, İbn Fâris de şimşeğin suyun parlaması olduğunu hikaye etmiştir.

Üçüncüsü: O bulutların yürürken sürtünmesinden ve birbirine vurmasından çıkan sestir, bunu da şeyhimiz hikaye etmiştir.

Yıldırımlar: Yıldırım, gök gürültüsünden daha şiddetli bir sestir, ateşle beraber çıkar ve değdiği şeyi yakar. Şehr b. Havşeb’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bulutları süren melek çok kızdığı zaman ağzından ateş çıkar, işte yıldırım odur. Bir başkası da şöyle demiştir: O bulutların sürtünmesinden çıkan bir ateştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Ona saika (öldürücü) denmesi, değdiği zaman öldürmesinden dolayıdır, çünkü sa’k öldürmek manasınadır.

"Allah kâfirleri kuşatmıştır": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O’ndan hiç kimse kaçamaz. O onları kıyamet gününde toplar.

"Allah her şeyi ilmi ile kuşatmıştır” (Talâk: 12) âyeti de böyledir. Bunu Mücâhid demiştir.

İkincisi: Kuşatmak helak etmek manasınadır, meselâ: Ürünü kuşatıldı (Kehf: 42) âyeti böyledir.

Üçüncüsü: Yaptıkları şeyler O’na gizli kalmaz demektir.

20

Şimşek neredeyse gözlerini alacak. Şimşek onların etrafım aydınlatınca orada yürürler. Üzerlerine karanlık çökünce de dikilirler. Eğer Allah dileseydi onların kulaklarını ve gözlerini alırdı. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.

"Şimşek neredeyse gözlerini alacak": Burada geçen yekâdü kelimesi yakınlık ifade eden fiildir. Bu öyle bir kelimedir ki, müspet olduğu zaman fi’li menfi kılar, menfi olduğu zaman da fı'li müsbet kılar. Son devir Âlimlerinden birine şöyle sordular:

Ey bu asrın dil bilgini, o hangi kelimedir ki,

Cürhüm ve Semud kavmi dillerinde bulunur;

Menfi olduğu zaman Allah müspet olduğuna şahitlik eder,

Müspet olduğu zaman da inkâr makamında kullanılır (menfî olur)?

Şu âyetler olumsuz durumda müspet kullanıldığına şahittir:

"Neredeyse söz anlamazlar” (Nisa: 78).

"Elini çıkardığı zaman neredeyse onu göremez.” (Nûr: 40)

"Neredeyse meramını ifade edemez” (Zuhruf: 52). Şunlar da da menfisi ispatta kullanılmıştır:

"Neredeyse şimşek gözlerini alacak.” (Bakara: 20)

"Neredeyse ışığı gözleri alır.” (Nûr: 43)

"Zeytinyağı neredeyse ateş değmeden ışık verecek.” (Nûr: 35)

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Kâde isteyip de yapmamak manasınadır. Bazen de müspet manasına kullanılmıştır. Şair Zürrimme şöyle demiştir:

Eğer Lokman-i Hekim Meyye’yi açıkça görse idi,

Neredeyse gözleri kamaşırdı.

Yani, eğer karşısına çıksa idi gözleri kamaşır, dehşete kapılır, şaşardı.

Ben de derim ki, Zürrimme aynı kelimeyi şurada da menfi (olumsuz) durumda müspet (olumlu) olarak kullanmıştır:

Ayrılık sevgilileri bozduğu zaman

Meyye’nin sevgi izi neredeyse kaybolmaz.

"Şimşek gözlerin alır": Cumhûr

“ye” nin fethi,

“ha” nın sükunu ve

“ta” nın fethi ile (yahtafu) okumuşlar. Eban b. Tağleb ile Eban b. Yezid de, her ikisi de Âsım’dan yenin fethası, hanın sükunu ve tanın kesri ile şeddesiz olarak (yahtıfu) okumuşlar. Bunu Cu’fi, Ebû Bekir’den, o da Âsım’dan yanın ve hanın kesri ve tanın şeddesi ile (yehıttıfu) olarak rivayet etmiş. Hasen’in kıraati de böyledir, ancak o, yanın kesri ile (yıhıttıfu) okumuştur. Ondan ya ve hinin fethi ve şeddeli tanın kesri ile yahattıfu okuduğu da rivayet edilmiştir.

Yahtıfu’nun manası soymak ve kapmak manasınadır. Kovayı kuyudan çıkaran çengele huttaf denir, çünkü kendine asılanı kapar. Nabiğa da şöyle demiştir:

Sağlam iplere bağlı eğri çengel gibi eller

Bir şeyler kapmak için sana uzanır.

Beyitte geçen hacn kelimesi eğri demektir. Aynı kökten cemel haytaf da hızlı deve demektir. O hıza da hatafa denir.

"Şimşek onları aydınlattıkça":

Zeccâc: Dâe ve edâe aynı manayadır, demiştir. Edâe lügati ise daha seçkindir.

Âlimler münafıkların şimşeğe benzeyen halleri hususunda üç ayrı görüş aktarmışlardır:

Birincisi: Bu Kur’ân’daki korkutmadır, bunu İbn Abbâs söylemiştir.

İkincisi: Peygamber ve müminler onların münafıklıklarını bildikleri takdirde başlarına gelecek musibetlerden korkmalarıdır. Bunu Süddi demiştir.

Üçüncüsü: İçlerinde sevdikleri ile cihada ve onlarla savaşa davet edilmekten korkmalarıdır. Bunu şeyhimiz anlatmıştır.

Şimşeğin onların hallerine nasıl benzediği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân’ın onlara öğüt ve hikmetleridir.

İkincisi: Açığa vurdukları İslâm’ın aydınlatıcı numdur.

Üçüncüsü: Bu, İslâm'ı açıklamakla kanlarının akıtılmasını önlemelerine bir misaldir. Bu da onlara ahirette saklananlara nispetle şimşek gibi geçicidir.

"Yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına sokarlar": Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar ölüm korkusu ile cihadı emretmesin diye Kur’ân dinlemekten kaçarlardı. Bunu Hasen ile Süddi demiştir.

İkincisi: Bu, Kur’ân’dan hoşlanmadıkları için onların yüz çevirmelerine misaldir, bunu da Mukâtil demiştir.

Etraflarını aydınlattıkça içinde yürürler: Bunun da manasında dört görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Bunun manası, Kur’ân onlara sevdikleri bir şey getirdiği zaman ona tabi olurlardı, demektir. Bunu İbn Abbâs ile Süddi demişlerdir.

İkincisi: Şimşeğin aydınlatması can ve mal güvenliklerinin meydana gelmesidir, o zaman ona tabi olmaya koşarlardı, bunu da Katâde demiştir.

Üçüncüsü: İslâm’ı konuşmaları ve onun içinde yürümeleri ondan hidayet almalarıdır. Bunu terk ettikleri zaman sapıklığa düşerler, bunu da Mukâtil demiştir.

Dördüncüsü: Onları aydınlatması onları denemesiz ve imtihansız bırakmasıdır. İçinde yürümeleri de açıkladıkları şey sayesinde barış içinde kalmalarıdır. Bunu da şeyhimiz demiştir.

"Üzerlerine karanlık çökünce": Kim: Aydınlatması sevdikleri şeyi getirmesidir derse, karanlık çökmesi de hoşlanmadıkları şeyi getirmesidir. Yukarıda anlattıklarımız da bütün bunların tersinedir. Dikilirler de, dururlar demektir.

"Eğer Allah dileseydi kulaklarını ve gözlerini giderirdi":

Mukâtil şöyle demiştir: Bunun manası: Eğer Allah isteseydi ceza olarak kulaklarını ve gözlerini alırdı, demektir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Bakara’nın başından dört âyet mü’minlerin sıfatları hakkındadır, iki âyet kâfirlerin sıfatları hakkındadır, on üç âyet de münafıkların sıfatları hakkındadır.

21

Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, günahlardan korunasınız.

Ulema bu hitapla kimlerin kastedildiğinde dört görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Bu bütün insanlar için geneldir, İbn Abbâs böyle demiştir.

İkincisi: Bu yalnız Yahudilere hitaptır, bunu Hasen ile Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: Bu Arap müşriklerinden ve diğerlerinden kâfirlere hitaptır, bunu da Süddi demiştir.

Dördüncüsü: Bu Münafıklara ve Yahudilere hitaptır, bunu da Mukâtil demiştir.

Nâs (insanlar), Âdem canlısının ismidir. Böyle denilmesi maksatlarını elde etmek için hareket etmelerinden dolayıdır, çünkü nevs hareket manasınadır. Nisyandan (unutmaktan) gelerek de nâs dendiği söylenmiştir.

Buradaki ibadetten ne kastedildiğinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Tevhidtir.

İkincisi: Taattir. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Halk (yaratmak) icat etmek manasınadır. Sizden öncekiler denmesi de daha iyi hatırlatmak, inkârı önlemek ve daha kuvvetli delil olması içindir. Şunun için de denilmiştir, itâat edenin sevap kazanması ve isyan edenin ceza çekmesini nazarı itibara alarak onlardan ibret almak.

Le’alle (umulur ki,) üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Bu “key” (için) manasınadır, bu hususta şu beyti şahit getirmişlerdir:

Bize, savaştan vazgeçin ki, biz de vazgeçelim dediniz

Ve bize en ağır teminatı verdiniz.

Biz de savaştan vazgeçince sözleriniz

Çölde parlayan serap gibi oldu.

Mukâtil, Kutrub ve İbn Keysan bu manayı tercih etmişlerdir.

İkincisi: Rica manasınadır, Allah’a takvayı rica ederek ve ibadet etmekle kendinizi Rabbinizin azabından korumak umuduyla ibadet ediniz demek olur. Bu görüş Sibeveyh’e aittir.

İbn Abbâs da, umulur ki, şirkten korunursunuz, demiştir.

Dahhâk da, umulur ki, ateşten korunursunuz, demiştir.

Mücâhid de, umulur ki, itâat edersiniz, demiştir.

22

O ki, yeryüzünü size döşek, göğü de bina kıldı. Gökten bir su indirdi de onunla meyvelerden sizin için rızık çıkardı, öyleyse bilip dururken Allah’a eşler koşmayın.

"O Rab ki, yeryüzünü size döşek kıldı": Yere Arapça’da arz denmesi, genişliğinden dolayıdır. Çünkü erizatül karhatü denir ki, yara genişledi, açıldı manasınadır. Göğün altında olmasından da böyle denildiği söylenmiştir. Aşağıdaki her şeye arz denir. İnsanların onu ayakları ile çiğnemesinden dolayı böyle denildiği de söylenmiştir. Ğöğe de sema denmesi yüksekliğindendir.

Zeccâc: Yerden yüksek her şeye bina derler, demiştir.

İbn Abbâs da: Burada bina tavan manasınadır, demiştir.

"Gökten su indirdi": Yani buluttan demektir.

Su da yağmur demektir.

"Allah’a eşler koşmayın": Ortaklar ve benzerler demektir. Nid ve endad eş ve benzer demektir.

Eşlerden ne kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Putlardır ki, bunu İbn Zeyd demiştir.

İkincisi: Allah'a isyan ederek itâat ettikleri adamlardır, bunu da Süddi demiştir.

"Bilerek": Bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: O’nun göğü yarattığını, su indirdiğini ve âyette açıkladığı şeyleri yaptığını bildiğiniz halde demektir. Bu mana İbn Abbâs, Kata de ve Mukâtil’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Kitaplarınız Tevrat ve İncil’de böyle olmadığını bildiğiniz halde. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Bu mana hitabın ehl-i kitaba olması durumunda uygun olur.

Üçüncüsü: O’nun benzeri olmadığını bildiğiniz halde, bunu da Mücâhid demiştir.

Dördüncüsü: Burada bilmek akıl etmek manasınadır, bunu da İbn Kuteybe söylemiştir.

Beşincisi: Bu dediklerini O’ndan başka kimsenin yapmaya gücünün yetmeyeceğini bildiğiniz halde demektir. Bunu da şeyhimiz Ali b. Ubeydullah demiştir.

Altıncısı: taştan yapıldığım bildiğiniz halde demektir.

Bunu da Şeyh Ebû Muhammed b. el - Haşşab'tan işittim.

23

Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, onun benzerinden bir sûre getirin ve eğer doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi getirin.

"Eğer şüphe içinde iseniz": Âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Yahudiler. Muhammed in getirdiği şey vahye benzemiyor, biz bundan şüphe ediyoruz, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu, İbn Abbâs ile Mukâtil’den rivayet edilmiştir.

İn” (eğer) edatı burada şek ve tereddüt için değildir, çünkü Allahü teâlâ onların şüphe içinde olduğunu bilmiştir. Ancak bu Arapların tarzına göre söylenmiştir. Bir adam oğluna: Eğer benim oğlum isen bana itâat et, der. Bunun burada iz (çünkü) manasına olduğu da söylenmiştir. Ebû Zeyd:  

"Faizi bırakın, çünkü sizler mü’minlersiniz” (Bakara: 278) âyetinde bu manaya olduğunu söylemiştir.

"Onun benzerinden bir sûre getirin":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bu kelime hemzeli sûre, hemzesiz sûre şeklinde telaffuz edilir. Hemzeli okuyanlar es’ertü kökünden getirir ki, ayırdım demektir. Çünkü o da Kur’ân'dan bir parçadır. Hemzesiz okuyanlar da binanın suresinden hareket ederler ki, sıraları (ve korları) demektir. Şair Nabiğa, Numan hakkında şöyle demiştir:

Görmüyor musun, Allah sana öyle bir sûre (derece, sıra) vermiştir ki,

Bütün kralların onun altında gelip gittiklerini görürsün.

Sûre bu beyitte şeref derecesi manasına kullanılmıştır. Bu istiare yoluyla binanın (duvarın) sırasından, korundan alınmıştır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Ebû Ubeyde demiştir ki: Sûreye sûre denmesi duvar sırası (koru) gibi derece derece yükselmesinden dolayıdır. Beyitte de, Allah sana öyle bir şeref vermiştir ki, kralların derecelerinin üstüne çıktın denilmek istenmiştir.

İbn Kasım da şöyle demiştir: Sûreye şerefinden dolayı sûre denmiş olması câizdir, Araplar: Onun şerefte bir suresi vardır derler ki, sırası ve derecesi var demek isterler. Yahutta o Kur’ân’dan bir parça olduğu için böyle denilmiştir, es’ertü sûreten denir ki, bir parça ayırdım, bıraktım demektir.

Mislihi’deki zamirin nereye râci olduğunda da iki görüş vardır:

Birincisi: İndirilen Kur’ân’a râcîdir, bunu Katâde ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir. O zaman mana: Siz de o ümmi kul gibi bir sûre getirin demek olur. Bunu Ebû Ubeyde, Zeccâc ve İbn Kasım demişlerdir. Buna göne

"min” edatı başlangıç manasını ifade eder. Birinci görüşe göre ise zaittir.

"Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, onlardan yardım isteyin demektir, bunu Süddi ile Ferrâ’ demişlerdir.

İkincisi: İmdat çağırın, medet isteyin demektir. Delil olarak şu beyti getirmişlerdir:

Süvarilerimiz ve piyadelerimiz karşılaşınca

Onlar Ka’b’i çağırdılar; biz de Amir’i çağırdık (imdat istedik).

İbn Kuteybe de bu görüştedir.

Şahitleri hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar putlarıdır, bunu İbn Abbâs, Süddi, Mukâtil ve Ferrâ’ demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Onlara şahitler denmesi, devamlı görmeleri ve yanlarında bulunmalarından dolayıdır. Başkası da: Allah yanında kendilerine şahitlik etsinler diye onlara ibadet ettikleri için, demiştir.

İkincisi: Çünkü onlar kendilerinin yardımcılarıdır. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Bunun manası şöyledir: Sizin getirdiğinizin de Kur’ân gibi olduğuna şahitlik edecek insanlar çağırın. Bu da Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

Eğer doğru iseniz: Yani, bu Kur’ân Allah katından değildir sözünüzde, bunu da İbn Abbâs demiştir.

24

Eğer bunu yapamazsanız - ki, asla yapamayacaksınız - o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun. O kâfirler için hazırlanmıştır.

"Eğer bunu yapamazsanız": Burada takdir edilen (söylenmeyen) sözler vardır, sözün sibakından şöyle anlaşılıyor: Allahü teâlâ geçen âyette onlara meydan okuyup da onlar da susup cevap veremeyince, eğer yapamazsanız, dedi. Asla yapamayacaksınız sözü de Peygamberimizin gerçek peygamber olduğuna en büyük delildir. Çünkü bunu yapamayacaklarını haber verdi ve yapamadılar.

Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. O kâfirler için hazırlanmıştır: Vekud (yakıt) vavın fethası ile odun manasınadır, zammesiyle vukud ise tutuşmak manasınadır, tıpkı vadu’ abdest suyuna, vudu’ da abdest almaya denildiği gibi ki, abdest alanın yaptığı hareketlerdir.

Hasen ile Katâde vukuduha okumuşlardır, vekud tercihe şayandır. İnsanlar orada azap yoluyla yakılırlar. Taşlar ise gücünü ve şiddetini artırmak içindir. Çünkü o taşları bile yakıcıdır.

Bu taşlar hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar taptıkları putlardır.

İkincisi: Bunlar kükürt taşıdır, onun harareti çok yüksektir, onlar kızdırılarak insanlara azap edilir. Neden Kur’ân'ın benzerini getiremedikleri takdirde ateşle korkutuldular? Çünkü onlar inkâr edip de onun benzerini getirmekten aciz kalınca, mağlup oldular, karşı çıkmaları inat halini aldı, inadın cezası da ateştir.

25

İman edip iyi şeyler yapanları kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele. Her ne zaman onun meyvelerinden rızıklansalar,

"bu, daha önce rızıklandığımız şeydi” derler. Bunlar birbirine benzer olarak sunulacak. Orada onlar için tertemiz eşler vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

"İman edenleri müjdele": Müjde insana ilk gelen haberdir, Arapçada beşaret denmesi deriye (beşereye) tesir etmesinden dolayıdır. Eğer hayır haber olursa sevinç ve rahatlama tesiri, eğer kötü haber olursa üzülme ve büzülme tesiri görülür. Daha çok hayırlı haberde kullanılır. Bazen de şerde kullanılır.

"Münafıkları acıklı azap ile müjdele âyetinde olduğu gibi.” (Nisa: 138)

"İyi şeyler yapanlar": Bu bütün iyi amelleri içine alır. Hazret-i Osman b. Affan’dan: Amelleri hulus-ı kalp ile yapanlar diye tefsir ettiği rivayet edilmiştir. Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten de, beş vakit farz namazlan kılanlar diye rivayet edilmiştir.

Cennet bahçe demektir, ona cennet denmesi ağaçlarından dolayı toprağının görülmemesindendir. Cinlere cin denmesi de görünmediği içindir. Cenin de bu kökten gelir, kalkana da kişiyi koruduğu için cünne denilmiştir. Gece karardığı zaman cennel leylü denir. Mufaddal’dan: İçinde hurma ağacı olan her bahçeye cennet denilir dediği rivayet edilmiştir. Zeccâc da kesif ve çok olup birbirine dolaşan her bitkiye cennet denir, demiştir.

"Altından ırmaklar akar": Yani ağaçlarının altından akar, toprağının altından değil.

"Bu daha önce rızıklandığımız şeydi":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası şöyledir: Bu daha önce yediğimiz şeydir; sabah kahvaltısı akşam yemeği gibidir. Bu İbn Abbâs, Dahhâk ve Mukâtil’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Bu, daha önce dünyada rızıklandığımız şeydir, bunu da Mücâhid ile İbn Zeyd demişlerdir.

Üçüncüsü: Cennet meyvesi devşirildiği zaman hemen arkasından yenisi çıkar. Bunu görünce karıştırır ve: Bu daha önce yediğimizin aynısıdır, derler. Bunu da Yahya b. Kesir ile Ebû Ubeyde, demişlerdir.

"Kendilerine benzer gelir": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O görünüşte ve renkte benzerdir, tadı ise farklıdır. Bunu da Ebû’l - Âliyye, Dahhâk, Süddi ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: O kalitede benzerdir, onda kalitesiz yoktur. Bunu da Hasen ile İbn Cüreyc demişlerdir.

Üçüncüsü: O yaratılışta ve isimde dünya meyvesine benzer, ancak onun manzarası ve tadı çok güzeldir. Bunu da Katâde ile İbn Zeyd demişlerdir. Benzer olması ile minnet ifade etmelerinin manası nedir? Tatları ve renkleri farklı oldukça daha mı güzel olur? Cevap şudur: Biz, onların görünüşü benzer, tadı ayrıdır dersek, halk nazarında daha garip ve daha güzel olur. Çünkü sen içinde diğer elmaların da tadım taşıyan bir elma görsen daha çok hayret edersin. Eğer biz, kalitede benzerdir, dersek, renk ve tatta farklı olması câizdir. Eğer, manaları farklı olmakla beraber şekli dünya meyvelerine benzer dersek daha hoş ve daha acayip olur. Bütün bunlar etkili ve çekici şeylerdir.

"Orada onlar için tertemiz eşler vardır": Yani yaratılışta temizdirler, çünkü onlar hayız olmazlar, idrar çıkarmazlar, helaya gitmezler. Ahlakta da temizdirler, çünkü onlar haset etmezler, kıskanmazlar, kocalarından başkasına bakmazlar.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar temizdirler, kir ve pasları yoktur. Zeccâc, âyette geçen mutahhara kelimesinin daha mübalağalı olduğunu söylemiştir, çünkü teksir (çokluk) ifade eder. Hulud (ebediyet) ise kesilmeksizin süreklilik demektir.

26

Allah bir sivrisinek olsun ve daha üstünde olsun, herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler bunun Rablerinden hak olduğunu bilirler. İnanmayanlar ise,

"Allah bununla ne demek istedi?” derler. Allah onunla çoklarını azdırır ve çoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fasıkları saptırır.

"Allah herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez":

Bunun

iniş sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Bir misal verildi, onu dinleyin;

"Allah’tan başka taptıklarınız hepsi bir araya toplansalar bir sivrisinek bile yaratamazlar” (Hac: 73) âyeti ile

"Ev edinen bir örümcek gibi...” (Ankebut: 41) âyeti inince, Yahudiler:

"Bunlar nasıl misal?” dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs, Hasen, Katâde ve Ferrâ’ demişlerdir.

İkincisi: Allahü teâlâ yukarıda

"ateş yakan gibi” (Bakara: 17) ve

"yahut gökten inen bir yağmur gibi” (Bakara: 19) iki misali verince, münafıklar, Allah bu misalleri vermeyecek kadar büyüktür, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Süddi şeyhlerinden rivayet etmiştir. Hasen ile Mücâhid’ten de benzeri rivayet edilmiştir.

Âyette geçen haya büzülmek ve kabuğuna çekilmek demektir. Ancak Allahü teâlâ’nın sıfatı gerçek olarak anlaşılamaz, olduğu gibi kabul edilir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de: "Şüphesiz Rabbiniz haya ve kerem sahibidir” demiştir. Haya etmezin, terk etmez manasına olduğu da söylenmiştir. İbn Cerir Taberî de bazı lügatçilerden, haya etmezin, korkmaz manasına geldiğini aktarmıştır. Meselâ:

"İnsanlardan korkarsın, halbuki en çok korkulması gereken Allah’tır” (Ahzab: 37) âyeti de böyledir. Haya ile korku birbirinin yerine kullanılır. Mücâhid ile İbn Muhaysın da: Layestahyi şeklinde bir ye ile okumuştur, bu da bir lügattir.

4 - Ebû Dâvud, Tirmizî ve imam Ahıned

"Misal vermekten": İbn Abbâs, benzer getirmekten demiştir. Bil ki, misal vermenin faydası daha açık bir şey söyleyerek maksadı rahat anlatmaktır. O zaman kapalılık ortadan kalkar.

"Ma baudaten": Buradaki “Ma” edatı zaittir, Ebû Ubeyde, Zeccâc ve Basralılar bunu tercih etmişlerdir. Örnek olarak da Nabiğa'nın şu şi’rini göstermişlerdir:

Kadın: Keşke şu güvercinler bizim olsa, dedi. Burada leytemadaki “Ma” edatı fazladır.

Ebû Cafer Taberi: Sivrisinekten yukarısı manasınadır demiştir. Burada "... den yukarısı” atılmıştır. Çünkü bauda kelimesinin mensûb oluşu ile ikinci ma’ya fe’nin gelmesi bunlara işarettir. Nitekim Araplar: Zebale - Salebiye arası yağmur yağdı, onun yirmi dişi ve erkek devesi vardır, o tepesinden tırnağına kadar güzeldir, derler ki, burada da aynı taktik uygulanmıştır. Bir başkası da baudaten’deki tenvin meselden bedeldir demiştir. Esmaî de Nâfi'den baudatün şeklinde merfu okuduğunu rivayet etmiştir. Burada hüve zamiri gizlidir. Bauda sivrisineğin küçük türüne denir.

"Sivrisineğin daha üstünde olsun": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bundan daha büyük demektir, bunu İbn Abbâs, Katâde, İbn Cüreyc ve Ferrâ’ demişlerdir.

İkincisi: Küçüklükte ondan daha ileri demektir, o zaman mana, ondan daha küçük demek olur. Bunu da Ebû Ubeyde demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bazen yukarı alt manasında kullanılır, bu da zıtlardandır. Şu kelimeler de öyledir: Cevn: Siyah, beyaz; sarim: Sabah, akşam; sedfe: Karanlık, aydınlık; celel: Küçük, büyük; nahil: Susuz, kanık; masil: Ayakta, yere yapışan; sarih: İmdat eden, imdat çağıran; hacid: Gece namaz kılan, uyuyan; rehve: Yokuş, iniş; tel’a: Yüksek yer, alçak yer; zan: Yakin, şüphe; akra: Hayz, temizlik; mefra; Dağa çıkan yol, inen yol; verâ: Arka, ön; esrertüşşey’e: Gizledim, açıkladım; ahfeytüşşey’e: Açıkladım, gizledim; retevtüşşey’e: Sıktım, gevşettim; şeabtüşşey’e: Topladım, ayırdım; bi’tüşşey’e: Sattım, satın aldım; şereytiişşey’e: Satın aldım, sattım, elhayyu haluf: Gaip, geride.

"Onunla çoklarını azdırır ve çoklarını da hidayete erdirir": Bu:

"Allah bu misalle ne demek istiyor?” (Bakara: 26) sözünün devamı mıdır, yoksa yeni bir söz başı mıdır?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, önceki sözün devamıdır, bunu Ferrâ’ ile

İbn Kuteybe demişlerdir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Sanki:

"Allah herkesin bilmediği bir şeyi misal getirmekle ne murat ediyor? Bununla bir kısmım saptırıyor ve bir kısmını hidayete erdiriyor” demişler, sonra da Allah’ın sözü yeniden başlamış ve Allahü teâlâ haber vererek:

"Bununla ancak fasıkları saptırır", demiştir. (Bakara: 26)

İkincisi: Bu Allahü teâlâ’nın yeni bir sözüdür. Bunu da Süddi ile Mukâtil demişlerdir.

Fısk, lügatte çıkmak manasınadır, fesakatür ratbetü denir ki, hurma kabuğundan çıktı demektir. Fasık da bu itibarla Allah’a itâatten masiyete çıkan kimsedir.

Burada fasıklardan kimlerin kastedildiğinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil demiştir.

İkincisi: Münafıklardır, bunu da Ebû’l - Âliyye ile Süddi demiştir.

Üçüncüsü: Bütün kâfirlerdir.

27

Onlar öyle kimseler ki, Allah’ın emrettiği şeyi teyit ettikten sonra bozarlar, Allah’ın bağlamasını emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk ederler. İşte ziyan edenler onlarrn ta kendileridir.

"Onlar o kimselerdir ki, Allah’ın emrettiği şeyi bozarlar": Bu, fasıkların sıfatıdır, onlar hakkında da üç görüş geçmişti. Bozmak, teyit etmenin zıttıdır. Manası bir şeyi bağladıktan sonra çözmektir. Bozmak her şeye göre değişir; binayı bozmak, yıkmak, sağlamca yaptıktan sonra dağıtmak demektir. Antlaşmayı bozmak da içerdiği hükümleri tanımamaktır.

Bu söz üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Ehl-i kitaba Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatı hakkında verilen söz ve ona tabi olma vasiyetidir, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Onlara Kur’ân’da denen sözlerdir; onlar bunu önce ikrar ettiler, sonra da inkâr ettiler, bunu Süddi demiştir.

Üçüncüsü: Âdem’in zürriyeti belinden çıkarılırken onlardan alınan sözdür, bunu da Zeccâc demiştir. Biz bu sözleşmeyi hatırlamasak da doğru söyleyen Allah’ın haberi ile sabittir; o nedenle ona iman etmek vaciptir.

“Min” edatı üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Zaittir.

İkincisi: Başlangıç edatıdır, sanki, o söz alınıp teyit edildikten sonra bozulmuştur denilmiştir.

Misakıhi’deki zamirin nereye râci olduğu hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ’ya râcîdir.

İkincisi: Söze râcîdir. O zaman: O sözü yerine getirme imkanı verildikten sonra demek olur.

Allah’ın bağlanmasını emrettiği şey: Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Akrabalık ve yakınlıktır, bunu İbn Abbâs, Katâde ve Süddi demiştir.

İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'dir ki, ona inanmamakla onu kesmişlerdir. Bunu da Hasen Basri demiştir.

Üçüncüsü: Allah’a iman etmek ve peygamberlerinden hiçbirisinin arasında ayrım yapmamaktır. Onlar ise bazılarına iman ettiler, bazılarını inkâr ettiler. Bunu da Mukâtil demiştir.

Yeryüzünde bozgunculuk etmeleri de üç türlüdür:

Birincisi: İnsanları inançsızlığa davet etmeleridir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: İsyan sayılan şeyleri yapmalarıdır, bunu da Süddi demiştir.

Üçüncüsü: Hicret ederek Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelenlerin yollarını kesmeleri, insanları İslâm'a girmekten men etmek istemeleridir.

Ziyan ve hüsran ise lügatte eksiklik manasıdır.

28

Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizler ölüler idiniz de sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra da diriltecektir. Sonra da O’na döndürüleceksiniz.

"Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?": Bunun nasıl olduğu hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, taaccüp manası taşıyan bir sorudur, bu taaccüp de mü'minlere aittir, yani bunların nasıl inkâr ettiklerine taaccüp ediniz, Allah'ın delili karşısında diyecek bir şey bulamamışlardır, demektir. Bunu İbn Kuteybe ile Zeccâc demiştir.

İkincisi: Bu tespit ve azarlama manası taşıyan bir sorudur,

"Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?” demektir. Accac şöyle demiştir:

Sen beli bükük bir ihtiyarken nasıl eğlenirsin? Bunu da İbnu’l - Enbari demiştir.

"Ölüler idiniz":

Ferrâ’: Ölüler iken, demiştir.

"Size yürekleri sıkılarak geldiler” (Nisa: 90) âyeti de böyledir.

"Eğer gömleği arkadan yırtılmış ise kadın yalan söylemiştir” (Yûsuf: 26) âyeti de böyledir. Eğer "kad” edatı takdir ederek böyle mana vermezsek, yanlış olur.

İki diriliş ve iki ölüm hakkında da çeşitli görüşler vardır, en doğrusu şudur: İlk ölüm; meni, alaka ve kan pıhtısı olmalarıdır, sonra onları rahimlerde diriltti, sonra da dünyaya çıkardıktan sonra onları öldürecek, daha sonra da kıyamet gününde kaldırmak için canlandıracaktır. Bu da İbn Abbâs, Katâde, Mukâtil, Ferrâ’, Sa’leb, Zeccâc, İbn Kuteybe ve İbn Enbari'nin sözleridir.

29

O ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı, sonra da göğe yöneldi; onları yedi kat olarak düzenledi. O her şeyi hakkı ile bilendir.

"O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı": Bazısını yararlanmak, bazısını da ibret almak için yarattı.

"Sonra göğe yöneldi": Yani onu yaratmak için. Sema (gök) lâfzı tekildir, manası ise çoğuldur. Çünkü fesevvahünne demiştir.

Hangisi önce yaratılmıştır, yer mi, gök mü? Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Yer önce yaratılmıştır.

İkincisi: Gök önce yaratılmıştır. Bunu Mukâtil demiştir.

Yerin ve içindekilerin tamamen nasıl yaratıldığı hususunda da ihtilaf edilmiştir,

İbn Abbâs: Önce yer iki günde yaratıldı, sonra gökler iki günde yaratıldı, içindeki gıdalar da iki günde takdir edildi, demiştir. Hasen ile

Mücâhid de şöyle demişlerdir: Bütün yer ile içindekiler arka arkaya dört günde yaratıldı, sonra da gök iki günde yaratıldı.

Alîm: Feîl veznindedir, mübalağa içindir, Allah’ın noksansız ilmini gösterir.

30

Bir zamanlar Rabbin, meleklere "şüphesiz ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti de, onlar da,

"orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın? Halbuki bizler seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” demişlerdi. O da: "Şüphesiz ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.

"Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki,":

Ebû Ubeyde: Bu iz hükümsüzdür, manası: Rabbin dedi şeklindedir, demiş ve

İbn Kuteybe de onu izlemiştir. Zeccâc ile İbn Kasım da onları kınadı,

Zeccâc: İz, vakit manasınadır, sanki: Sizin yaratılmanızın başı, Rabbinizin meleklere şöyle dediği andır demek olur, dedi.

Melaike: Elukten gelir ki, mektup manasınadır, Şair Lebid şöyle demiştir:

Çocuğu annesi bir mektupla gönderdi,

Biz de ona istediğini bol bol verdik.

Melâikenin tekili melektir, bunun da aslı melektir. Sibeveyh şu beyti şahit getirmiştir:

Ben insan değilim, fakat mel’ekim,

Yerden göğe hızla inen biriyim.

Ebû İshak şöyle demiştir: Mel’ekin manası, mektup sahibi demektir. Me'leke, me’lüke ve mel’eke, denir. Mealik de melekenin çoğuludur. Şair şöyle demiştir:

Benden Numan’a bir mektup ilet;

Hapsim ve bekleyişim uzadı.

Bu melekler hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar bütün meleklerdir, bunu Süddi şeyhlerinden nakletmiştir.

İkincisi: Bunlar iblis yeryüzüne inerken yanındaki meleklerdir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Nakledildiğine göre yeryüzünde Âdem yaratılmadan önce bir mahluk vardı, bozgunculuk ettiler, Allah da îblis’i bir bölük melekle gönderdi, onları helak ettiler.

Allahü teâlâ’nın Âdem’i yaratmak istediğini meleklere haber vermesindeki maksatta da altı görüş halinde ihtilaf edilmiştir:

Birincisi: Allahü teâlâ İblis’in nefsinde kibir gördü, melekleri bundan haberdar etmek ve geçmiş ilmindekini onlara göstermek istedi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan, Süddi de şeyhlerinden rivayet etmiştir.

İkincisi: O, meleklerin itâatini denemek istemiştir, bunu da Hasen Basri söylemiştir.

Üçüncüsü: Allahü teâlâ cehennemi yaratınca melekler korktular:

"Ya Rabbi, bu ateş kimin için yaratıldı?” dediler. O da: Bana isyan edenler için, dedi. Melekler isyan edebileceklerinden korktular, onlar kendilerinden başka bir mahlukun olduğunu bilmiyorlardı.

"Onlara: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi.” (Bakara: 30) Bunu da İbn Zeyd demiştir.

Dördüncüsü: Onlara kendi ilmini kavramaktan aciz olduklarını göstermek istedi, bunu haber verdi, onlar da:

"Orada bozgunculuk edecek kimseler yaratmak mı istiyorsun?” dediler. O da: Ben sizin bilmediklerinizi bilirim, dedi.

Beşincisi: O, Âdem yaratılmadan önce halife olacağını bildirmekle onu büyütmek istedi ki, yarattığı takdirde daha çok tazim etsinler.

Altıncısı: Onlara Âdem’i her ne kadar gökte yarattı ise de yerde iskan etmek istediğini bildirdi.

Halife, birinin yerine geçen demektir. Bu, filanın halefi ve halifesidir, denir,

İbn Enbari şöyle demiştir: Aslında halif denmeli idi, he bu şekilde aşırı methedilmesi maksadıyla mübalağa için getirildi, meselâ allame, nessabe ve raviye denildiği gibi.

Âdem’in hilafeti hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, şeriatini ve tevhid delillerini yerine getirmek ve halkı arasında hüküm vermek için Allah’ın halifesidir. Bu da İbn Mes’ûd ile Mücâhid’in görüşüdür.

İkincisi: O, kendisinden önce yeryüzünde yaşayanların halefidir, bu da İbn Abbâs ile Hasen Basri’nin görüşüdür.

"Orada bozgunculuk edecek birini yaratmak mı istiyorsun?":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Elif istifham içindir, hakikat manası ifade etmek için ilim manasının üzerine geçmiştir. Cerir şöyle demiştir:

Siz bineklere binenlerin en hayırlısı

Ve âlemlerin eli en açık olanları değil misiniz?

Manası: Siz bineklere binenlerin en hayırlısısınız.

İkincisi: Onlar bundaki hikmeti öğrenmek için sordular, yoksa itiraz etmek için değil. Bunu da Zeccâc demiştir.

Üçüncüsü: Onlar kendi hallerini sordular, Kelâmın takdiri şöyledir: Biz seni hamdinle tesbih ettiğimiz halde orada fesat çıkaracak birini yaratacak mısın, yoksa değil mi?

Melekler, insanların fesat çıkaracaklarını Allah’ın tevfiki ile mi bildiler, yoksa daha öncekilerin hallerine kıyas mı ettiler? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu Allah’ın tevfiki ile bildiler, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid, Katâde, İbn Zeyd ve

İbn Kuteybe demişlerdir. Süddi de şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: Onlar: "Rabbimiz, bu halife ne yapar?” dediler. O da: Onun öyle zürriyeti olur ki, onlar yeryüzünde bozgunculuk eder, birbirlerini kıskanır ve birbirlerini öldürürler, dedi, onlar da: "Öyleyse orada fesat çıkaracak birilerini mi yaratmak istiyorsun?” dediler.

İkincisi: Onlar bunu Âdem’den öncekilerin hallerine kıyas ettiler, bunun bir benzeri İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye ve Mukâtil’den rivayet edilmiştir.

"Kan dökerler": Cumhûr fe’nin kesri ile okumuş; İbn Mûsarrif ile İbrahim b. Ebi Able de zammı ile okumuştur. İkisi de geçerli lügattir. Talha ile İbn Mukassim: Ye’nin zammesi, “sîn” in fethası ve fe’nin şedde ve kesresi ile yüseffıkü okumuşlardır. Bu da kesret ve tekrar ifade eder. Sefküddem, kan dökmek ve kan akıtmaktır. Bu heder olan her şey için kullanılır. Ancak sefk kana hastır. Sab, saf ve iraka ise kanda da başkasında da kullanılır.

Onların tesbihlerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Namazdır, bunu İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs demişlerdir.

İkincisi: Sübhanallah kavlidir, bunu da. Katâde demiştir.

Üçüncüsü: Tazim ve hamdetmektir, bunu da Ebû Salih demiştir.

Dördüncüsü: Tevazu ve zillettir, bunu da Muhammed b. Kasım el - Enbari demiştir.

Seni takdis ederiz: Kuds temizlik demektir, takdislerinin manasında üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, senin için onların amellerinden temizleniriz (onu yapmayız), demektir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Seni tazim ve tekbir ederiz, bunu da Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: Senin için namaz kılarız, bunu da Katâde demiştir.

"Ben sizin bilmediğinizi bilirim": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Ben İblis’in içindeki taşkınlık ve isyanı bilirim, demektir, bunu da İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir, Süddi de şeyhlerinden rivayet etmiştir.

İkincisi: Ben o halifeden peygamberler ve iyiler geleceğini bilirim, bunu Katâde demiştir.

Üçüncüsü: Ben cehennemi cinlerle insanlardan dolduracağımı bilirim, bunu İbn Zeyd demiştir.

Dördüncüsü: Ben işlerin sonuçlarını bilirim, ben sizin itâatkar zannettiğinizi denerim, deneme de onu İblis gibi isyana götürür, ben isyan edecek zannettiğinizin itâat edeceğini bilirim. Bunu da Zeccâc demiştir.

Âdem Aleyhisselam'ın Yaratılışına İşaret

Ebû Mûsa, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Allahü teâlâ Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yarattı; o yüzden ademoğulları o toprağa göre yaratıldı; kimi kızıl kimi siyah, kimi ona yakın, kimi yumuşak, kimi sert ve kimi ona yakın. Kimi kötü ve kimi iyi.5 Sahih hadistir.

5 - Ebû Dâvud, Tirmizî ve imam Ahmed.

Buhârî ile Müslim de kendi Sahihlerinde Ebû Hureyre’den Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Allah Âdem’i altmış arşın boyunda yarattı. Müslim de tek başına Ebû Hureyre'den Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allahü teâlâ Âdem’i Cuma günü ikindiden sonra son saatlerde ikindi - akşam arası yarattı.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ona ruh üfürülünce ruh başından girdi, neresine ulaştı ise orası et ve kan oldu.

31

Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti, sonra da onları meleklere sundu:

"Eğer doğru iseniz bunların isimlerini bana haber verin, dedi.

"Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti":

Ona Âdem ismi verilmesinde iki görüş vardır:

Birincisi: Çünkü o yeryüzünden (edim’den) yaratıldı, bunu İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve Zeccâc demişlerdir.

İkincisi: O edme renginden gelmektedir ki, esmer demektir, bunu Dahhâk, Nadr b. Şümeyl ve Kutrub demişlerdir.

Allah’ın ona öğrettiği isimler hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ona bütün isimleri öğretti, bu İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücâhid ve Katâde’nin görüşleridir.

İkincisi: Ona belli ve özel sayıda şeylerin isimlerini öğretti. Sonra bunda da dört görüş vardır: Ona meleklerin isimlerini öğretti, bunu Ebû’l - Âliyye demiştir.

İkincisi: Ona nevi değil de cins isimlerini öğretti, meselâ insan, melek, cin ve kuş gibi. Bunu da İkrime demiştir.

Üçüncüsü: Ona topraktan yaratılan hayvanların, haşaratın ve kuşların isimlerini öğretti. Bunu da Kelbî, Mukâtil ve

İbn Kuteybe demişlerdir.

Dördüncüsü: Ona zürriyetinin isimlerini öğretti, bunu da İbn Zeyd demiştir.

"Sonra onları arz etti": Mahlukatın şahıslarını meleklere arz etti, demek istiyor.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Buradaki melekler özellikle Iblis’le beraber olan meleklerdir.

Enbiuni, bana haber verin, demektir.

"Eğer doğru iseniz": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Eğer benim sizden daha üstün ve daha bilgili bir mahluk yaratmadığımda, bunu da Hasen Basri demiştir.

İkincisi: Benim orada bozgunculuk edecek kimseler yaratacağımda, bunu da Süddi şeyhlerinden naklen demiştir.

32

Onlar da: "Seni tenzih ederiz. Biz senin bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz. Şüphesiz hakkıyle bilen ve hikmet sahibi şensin” dediler.

"Seni tenzih (tesbih) ederiz, dediler":

Zeccâc şöyle demiştir: Lügatçiler arasında ihtilaf yoktur, tesbih Allahü teâlâ’yı bütün noksandan tenzih etmektir. Alîm, alim manasınadır, mübalağa kalıbıdır.

Hakîmde de iki görüş vardır:

Birincisi: Hakim manasınadır, bunu

İbn Kuteybe demiştir.

İkincisi: Eşyayı muhkem yapan demektir, bunu da Hattâbî demiştir.

33

Allahü teâlâ: Ey Âdem, onlara bunların isimlerini haber ver” dedi. Onlara onların isimlerini haber verince,

"ben size demedim mi, şüphesiz ben göğün ve yerin gaiplerini bilirim ve ben sizlerin gizlemekte olduklarınızı da bilirim” dedi.

"Ey Âdem, onlara haber ver": İbn Abbâs he’nin kesresi ile enbi’him, okumuştur.

Ebû Ali de: Cumhûr ise aslına göre okur demiştir, çünkü bu zamirin aslı mazmum olmaktır. Baksanıza darabehüm, ebnaehüm ve hâza lehüm denir. Kesre ile okuyanlar ondan önceki be’nin kesresinden dolayı okurlar. He ile mîm (hüm zamiri) meleklere râcîdir.

Esmaihim’deki hüm zamiri üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O arz ettiği mahlukata râcîdir, bunu çoğunluk (cumhûr) demiştir.

İkincisi: O meleklere râcîdir, bunu da Rebi’ b. Enes demiştir.

Açıkladıkları şeyde iki görüş vardır:

Birincisi:

"Orada bozgunculuk edecek birini mi yaratacaksın?” sözleridir. Bunu Süddi şeyhlerinden aktarmıştır.

İkincisi: Âdem’in cesedinin yanından geçerken işittik ve kabul ettik sözleridir. O zaman İblis:

"Eğer bunu sizden üstün kılarsa ne yaparsınız?” dedi, onlar da: Rabbimize itâat ederiz, dediler. İblis de içinden: Eğer ben ondan üstün kılındı isem onu mutlaka helak ederim. Eğer o bana üstün kılındı ise ona mutlaka isyan ederim, dedi. Bunu da Mukâtil demiştir.

Gizledikleri şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, meleklerin Allah’ın kendilerinden daha kıymetli bir mahluk yaratmayacağı inancıdır, bunu Hasen, Ebû'l-Aliye ve Katâde demişlerdir.

İkincisi: O İblis’in içinde sakladığı kibir ve isyandır, bunu da Süddi şeyhlerinden rivayet etmiştir. Mücâhid, İbn Cübeyr ve Mukâtil de böyle demişlerdir.

34

Hani, meleklere: "Âdem’e secde edin” demiştik de onlar da, İblis hariç secde etmişlerdi. O ise diretti, kibir tasladı ve kâfirlerden oldu.

"Meleklere: Secde edin, demiştik": Kurraların çoğunluğu te’nin kesri ile okudular; Ebû Cafer ile A’meş ise vasi halinde zammesi ile okudular.

Kisâi de: Bu, Ezdişenue kabilesinin lehçesidir, demiştir.

Bu melekler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bütün meleklerdir, bunu Süddi şeyhlerinden demiştir.

İkincisi: Bir grup melektir, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Birincisi daha doğrudur.

Secde lügatte tevazu göstermek ve eğilmektir. Şöyle bir şiir demişlerdir:

Burnu yerde onu kaldırmaz,

Kolları düşük, dilsiz ve itaakârdır.

Âdem’e secdelerinin şeklinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Namaz secdesi gibidir ki, en açık olanı budur.

İkincisi: Rukua yakın eğilme ve bükülmedir.

"Ancak İblis diretti": Bu istisnada da iki görüş vardır:

Birincisi: O cinsten istisnadır, buna göre meleklerdendir. Bunu İbn Mes’ûd bir rivâyetinde ve İbn Abbâs demiştir. İbn Abbâs’tan: O meleklerdendi, sonra Allah onu şeytana çevirdi dediği rivayet edilmiştir.

İkincisi: O cinsten istisna değildir, o cindendir, bunu Hasen ile Zührî demişlerdir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: İblis cennetin vekilharcı idi, birinci göğün işlerini idare ederdi. Eğer: "Cinsten değilse nasıl istisna edildi?” denirse, cevap şöyledir: Ona meleklerle beraber secde etmesi emredildi, secde etmediği için de onlardan istisna edildi. Bu: Köleme ve kardeşlerime emrettim, bana itâat ettiler, ancak kölem etmedi, sözüne benzer. Bu görüş Zeccâc’a aittir.

İblis kelimesi üzerinde de iki görüş varda:

Birincisi: Arapça ve türemiş olmadığıdır, bunun içindir ki, tenvin almaz. Bu; Ebû Ubeyde, Zeccâc ve İbn Enbari'nin görüşleridir.

İkincisi: O iblas kökünden türemiştir, umut kesmek manasınadır. Bu Ebû Salih’ten rivayet edilmiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: O gayri munsariftir, çünkü benzeri olmadığı için dile ağır gelir. Şeyhimiz Ebû Mansur el-Lügavi:

Birincisi daha doğrudur, demiştir. Çünkü eğer iblas kökünden gelse idi munsarıf olurdu (cer ve tenvin alırdı). Baksanıza, bir adama Ihrit, îcfil adı verilse marife olduğu zaman munsarıf olur.

Eba: Diretti, demektir. İstekbere de kibirden gelir.

Kâne’de iki görüş vardır:

Birincisi: Sare manasınadır, bunu Katâde demiştir.

İkincisi: mazi manasınadır, manası: Allah’ın ilminde kâfir idi demektir. Bunu Mukâtil ile İbn Enbari demişlerdir.

35

Biz:

"Ey Âdem, sen ve zevcen cennete yerleşin, orada nerede olursanız bol bol yiyin; ancak şu ağaca yaklaşmayın; sonra zâlimlerden olursunuz” demiştik.

"Ey Âdem, sen ve zevcen cennete yerleşin": Zevci Havva’dır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar erkeğin karısına zevç derler, ezvac olarak da çoğul yaparlar. Temim ile Kays’in çoğu ve Necitliler ise: Zevce derler ve zevcat şeklinde çoğul yaparlar.

Şair şöyle demiştir:

Zevcemi kışkırtanlar,

Bir sürü aslanın üzerine yürüyüp de idrarını almak isteyene benzerler.

Ebû'l - Cerrah da bana şöyle bir şiir aktardı:

Arkadaşım, bütün zevce sahiplerini ulaştır ki,

Kuyruk koptuğu zaman bir daha dikilmez.

Âdem’in yerleştiği cennet hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Adn cennetidir.

İkincisi: Huld cennetidir. Rağed ise, bol ve çok rızk demektir. Erğade fulanun denir ki, bolluğa ve genişliğe çıktı demektir.

"Şu ağaca yaklaşmayın": Yani meyvesini yemeye, yoksa yanına yaklaşmayın, değildir.

Ağaç hakkında da altı görüş vardır:

Birincisi: O buğday başağıdır, İbn Abbâs, Abdullah b. Selam, Ka’bu’l - Ahbar, Vehb b. Münebbih, Katâde, Atıyye el - Ufi, Muharib b. Disar ve Mukâtil bu görüştedirler.

İkincisi: Asma ağacıdır, bu da İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Said b. Cübeyr ve Ca'de b. Hubeyre’den rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: İncir ağacıdır, bu da Hasen, Atâ’ b. Ebi Rebah ve İbn Cüreyç’ten rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O ilim ağacıdır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

Beşincisi: Kâfur ağacıdır, bu da Ali b. Ebi Talib’ten nakledilmiştir.

Altıncısı: Hurma ağacıdır, bu da Ebû Mâlik’ten rivayet edilmiştir.

Vehb b. Münebbih'den yedinci bir yorum zikredilmiştir, onun huld (ölümsüzlük) ağacı olduğu söylenmiştir. Söz ağacın cinsi üzerindedir.

"Sonra zâlimlerden olursunuz":

İbn Enbari şöyle demiştir: Zulüm, bir şeyi yerinin dışına koymaktır. Zalemerrecüle sikaehu denir ki, kırbanın içindeki süt iyice yoğunlaşmadan birine içirmektir.

Şair de şöyle demiştir:

Süt kırbasının şikâyeti beni hiç endişelendirmedi,

Ona zulmettim, açıktan zulmetmemde de sevap vardır.

Ona zulmetmesi, yağı çıkmadan, yani yoğurt olmadan içirmektir.

Araplar: O yılandan daha zalimdir, derler, çünkü o kendinin kazmadığı deliğe girer, orada kalır. Su dereye zulmetti denir ki, daha önce varmadığı yere varmasıdır.

Eğer: "Özellikle o ağacın yasaklanmasında ne hikmet vardı?” denilirse, şöyle cevap verilir: Bu Allahü teâlâ’nın irade ettiği bir denemedir. Ebû’l - Âliyye de şöyle demiştir: Cennet ağaçları arasında yalnız onun posası vardı, ondan yiyince, kendisine: Buradan çık, posanı (dışkını) atacak bir yer bul, dediler.

36

Derken Şeytan o ikisinin ayağını kaydırıp onları içinde bulundukları cennetten çıkardı. Biz de: Bazınız bazınıza düşman olarak inin oradan. Sizin için orada bir durak ve bir süreye kadar yararlanma vardır, dedik.

Burada geçen ezellehüma, istezellehüma manasınadır. Hamze fe-ezellehüma okumuştur ki, yerlerinden etti, demektir. Ebû Ali el - Farisi de: "Sen ve eşin cennette oturun” ifadesinin manası, orada sabit olun demek olup da onlar da sebat edince, Hamze de sebatın karşılığı olan zeval ile okumuştur. Onları çıkardı kıraati de onun okuyuşunu takviye eder.

Şeytan, İblis’tir, bu fi’lin ona nispet edilmesi sebep olmasından dolayıdır.

Anha'daki he üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Cennete râcîdir.

İkincisi: Taate râcîdir.

Üçüncüsü: Ağaca râcîdir. Manası: Onları ağaçtan kaynaklanan bir zelle dolayısıyla cennetten kaydırdı demek olur.

Nasıl kaydırdığında da üç görüş vardır:

Birincisi: Hile yaptı, cennette onların yanına girdi, onu da yılan girdirdi. Bunu İbn Abbâs ile Süddi demişlerdir.

İkincisi: O cennetin kapısında durdu ve onlara seslendi, bunu da Hasen Basri demiştir.

Üçüncüsü: Onlara vesvese verdi; konuşmadan ve görünmeden içlerine kuşku girdirdi. Bunu da İbn İshak demiştir ki, uzak bir ihtimaldir.

Zeccâc da: En iyisi: Kasemehümaya karşılık olarak hatabehüma demektir, demiştir.

Âlimler Âdem’in o ağaçtan yemekle isyanı hususunda da ihtilaf etmişlerdir: Bazıları: O belli bir ağaçtan men edilmişti, aynı cinsten başka bir ağaçtan yedi, demişlerdir. Diğerleri de: Yasaktaki kerahet tahrimi değil, tenzihi idi, demişlerdir.

"Biz de: Bazınız bazınıza düşman olarak inin oradan. Sizin için orada bir durak ve bir süreye kadar yararlanma vardır, dedik":

Buradaki hubut he’nin zamması ile yüksekten inmek demektir. He’nin fethası ile de inilecek mekan demektir.

Bu hitap kime yöneliktir? Bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: Âdem’e, Havva’ya ve yılana yöneliktir, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs'tan demiştir.

İkincisi: Âdem’e, Havva’ya, îblis’e ve yılanadır, bunu Süddi, İbn Abbâs’tan hikaye etmiştir.

Üçüncüsü: Âdem ile İblis’edir, bunu Mücâhid demiştir.

Dördüncüsü: Âdem’e, Havva’ya ve İblis’e yöneliktir, bunu da Mukâtil demiştir.

Beşincisi: Âdem'e, Havva’ya ve zürriyetlerinedir, bunu da Ferrâ’ demiştir.

Altıncısı: Yalnız Âdem ile Havva’yadır. Cemi lâfzı tensiye yerinde kullanılmıştır, meselâ:

"Biz de hükümlerine şahitler olduk” (Enbiya: 78) âyetinde olduğu gibi. Bunu İbn Enbari söylemiştir. Bu, Mücâhid’in görüşü için de sebep teşkil eder.

Âlimler, onlar birlikte mi indiler, ayrı ayrı mı indiler diye iki görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Onlar birlikte indiler, ancak ayrı ülkelere düştüler, bunu Ka’b ile Vehb demişlerdir.

İkincisi: Ayrı ayrı indirildiler, İblis, Âdem’den önce indi, Âdem Hindistan’a, Havva Cidde’ye, İblis de Übülle’ye indi. Bunu Mukâtil demiştir. İbn Abbâs’dan: Yılan da Nusaybin’e indi, dediği rivayet edilmiştir.

Diyor ki: Allahü teâlâ Cebrâil’e Âdem’i çıkarmasını emretti, o da perçeminden tuttu, onu yakalayan ağaçtan kurtardı. O da: Ey melek, bana kibar davran, dedi. Cebrâil de: Ben Allah’a isyan edene kibar davranamam, dedi. Âdem titredi ve sarsıldı, konuşamaz oldu. Cebrâil ise isyanından dolayı onu kınıyor ve ona Allah'ın nimetlerini sayıyordu. Diyor ki: Âdem cennete kuşluk vakti girdirildi, iki namaz arası kadar kaldı, orada yarım gün eğleşti, o da dünya hesabı ile beş yüz yıl idi.

Burada bahsedilen düşmanlık hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Zürriyetlerin birbirlerine olan düşmanlığıdır, bunu Mücâhid demiştir.

İkincisi: İblis’in Âdem ile Havva’ya, onların da ona düşmanlığıdır, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: İblis’in mü’minlere, onların da ona düşmanlığıdır, bunu da Zeccâc demiştir.

Müstekarr / Durak hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: bundan maksat kabirdir, bunu Süddi, İbn Abbâs’tan hikaye etmiştir.

İkincisi: Karargahtır, bunu da Ebû’l - Âliyye, İbn Zeyd, Zeccâc ve

İbn Kuteybe demişlerdir. Bu daha doğrudur. Yararlanma da menfaat demektir. Hiyn ise zaman manasınadır.

İbn Abbâs: Bir zamana kadar, ölümle ecelin gelmesine kadar, demiştir.

37

Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler aldı; Rabbi de onun Tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, Tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir.

Telekka aldı ve kabul etti, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Sanki Allah ona kendi katından bazı kelimelerle istiğfar etmesini vahyetti, o da öyle yaptı, Allah da Tevbesini kabul etti. İbn Kesir, nasb ile: Fetelekka ademe okumuştur. Kelimat’ı ref ile fail olarak okumuştur.

O kelimeler üzerinde çeşitli görüşler vardır:

Birincisi: O,

"Rabbimiz, biz kendi nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen elbette ziyan edenlerden oluruz” (A’raf: 23) sözleridir. Bunu İbn Abbâs, Hasen, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Atâ’ el - Horasani, Ubeyd b. Umeyr, Übey b. Ka’b ve İbn Zeyd demişlerdir.

İkincisi: Âdem: "Rabbim, beni kendi elinle yaratmadın mı?” dedi. O da: Evet, dedi. Âdem:

"Bana kendi ruhundan üflemedin mi?” dedi. O da: Evet, dedi. Âdem:

"Benim için rahmetin gazabım geçmiş değil midir?” dedi. O da: Evet, dedi. Âdem:

"Meleklerini bana secde ettirmedin mi? Beni cennete yerleştirmedin mi?” dedi. O da: Evet, dedi. O da:

"Ey Rabbim, eğer Tevbe eder ve ıslah-ı hal edersem cennetine tekrar dönebilir miyim?” dedi. O da: Evet, dedi. Bunu Süddi, İbn Abbâs’tan aktarmıştır.

Üçüncüsü: Âdem şöyle dua etti: Allah’ım, senden başka ilâh yoktur, seni hamdinle tesbih ederim. Rabbim, ben kendime haksızlık ettim, beni bağışla. Şüphesiz sen bağışlayanların en hayırlısısın. Allah’ım, senden başka ilâh yoktur, seni hamdinle tesbih ederim. Rabbim, ben nefsime zulmettim, bana merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın. Allah’ım, senden başka ilâh yoktur, seni hamdinle tesbih ederim. Rabbim, ben kendime haksızlık ettim, Tevbemi kabul et. Şüphesiz sen Tevbeleri çok kabul edensin, çok merhametlisin. Hadisi İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir. Daha buna benzer yakarışlar da rivayet edilmiştir.

"Tevbesini kabul etti": Tevbenin aslı dönmektir, Âdem’in Tevbesi, isyanından dönmesidir, Allah’ın kabul etmesi de ona merhamet edip sevap vermesidir. Kulun Tevbesi tekerrür ettikçe Allah’ın kabulü de tekerrür eder. Tevbede neden Havva’dan bahsedilmedi? Onun adı geçmedi, yoksa Tevbesi kabul edilmedi değildir. Bazıları da şöyle demişlerdir: Eğer iki kişinin fili bir olursa yalnız birinin isminin geçmesi yeterîidir, mana her ikisi için olur, meselâ şu âyetlerde olduğu gibi:

"Allah ve Resûlü onu razı etmelerine daha haklıdır.” (Tevbe: 63)

"Sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun.” (Taha: 117)

38

Biz de: Hepiniz oradan inin; eğer size Ben'den bir hidayet gelir de kim benim hidâyetime tabi olursa, onlara korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir, dedik.

Daha önce geçen inmenin tekrar edilmesinde iki görüş vardır:

Birincisi: Tekrar edilmiştir, çünkü Âdem iki kere indirilmiştir: Birincisi cennetten göğe, İkincisi de gökten yere. Bu âyette zikredilen bunlardan hangisidir? Bunda da iki görüş vardır.

İkincisi: İniş tekit için tekrar edilmiştir.

İmma:

Zeccâc şöyle demiştir: İn ceza edatıdır, ona mîm ilâve edilmiştir. Aslı ayrı olarak in + ma’dır, ancak idgam edilmiştir. İn’e ma ilâve edilirse fi’le şeddeli veya şeddesiz nun gerekir. Nun niçin gerekir, çünkü ma tekit için gelmiştir, nun da tekit için gelmiştir. Nitekim kasemde de lâm’dan sonra mutlaka nun gelir: Vallahi letefalenne denildiği gibi. Cezanın cevabı da fe’dir.

Buradaki iki hidâyetten de ne kastedildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: O Resûlüllah'tır, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Kitaptır, bunu da bazı müfessirler aktarmışlardır.

"Fela havfun aleyhim (onlara korku yoktur)": Ya’kûb fe’nin fethası ile tenvinsiz olarak felahavfe okumuştur. İbn Muhaysın ise fe’nin zammesi ile tenvinsiz okumuştur.

Mana şöyledir: Onlara ileride azap korkusu yoktur, onlar ölüm anında da üzülmezler. Korku gelecek bir şey için, üzüntü de geçmiş bir şeyden dolayı olur.

39

Onlar ki, inanmadılar ve âyetlerimizi yalanladılar, işte onlar cehennem arkadaşlarıdır ve orada ebedi kalacaklardır.

Âyet kelimesinin manasında üç görüş vardır:

Birincisi: O alâmet manasınadır, âyet de geçen ve gelecek kelâmdan ayrı sözün alâmetidir demek olur. Şair şöyle demiştir:

Yanındaki Temimlere sevdikleri yemeğin

Alâmetini (işaretini) ulaştır.

Nabiğa da şöyle demiştir:

Onun alâmetlerini anlamaya çalıştım ve anladım,

Bunun için altı sene uğraştım, bu da yedincisidir.

Bu Ebû Ubeyd’in tercih ettiği manadır.

İkincisi: Ona âyet denmesi, Kur’ânın birtakım ve bir kısım harflerinden oluşmasındandır. Ebû Amr eş-Şeybani şöyle demiştir: Harecel kavmu bi-âyetihim denir ki, hepsi birlikte çıktılar, demektir. Delil için şu şi’ri getirmişlerdir:

Tünelden çıktık, bizim gibi bir kabile yoktur,

Hep birlikte, yavrulu develeri sürerek.

Üçüncüsü: Ona âyet denmesi acayipliğindendir, çünkü bir kimse onu okuduğu zaman mahlukların sözlerine benzemediğini hemen anlar. Falan bir âyet (alâmet)tir sözü de böyledir ki, acayip bir şeydir demektir. Bunu da İbn Enbari söylemiştir.

Bu âyetlerden ne kastedildiği hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Okunan kitapların âyetleridir.

İkincisi: Peygamberlerin mucizeleridir.

Üçüncüsü: Kur’ân’dır.

Dördüncüsü: Allah’ın yarattığı şeylerdeki delilleridir.

Cehennemin arkadaşları da orada kalanlardır, onlara arkadaş denmesi, ondan ayrılmadan uzun süre beraber kalmalarındandır.

40

Ey İsrâil oğulları, size lütfettiğim nimetimi hatırlayın ve sözümü yerine getirin; ben de sizin sözünüzü yerine getireyim. Yalnız benden korkun.

İsrâil, Ya’kûb ’tur. O yabancı bir isimdir,

İbn Abbâs: Manası: Abdullah’tır, demiştir. Araplar onu birkaç şekilde kullanmışlardır: İsrâil, İsı al, İsrâil ve Israîn. Şair Ümeyye şöyle demiştir:

Ben kızgın ateş üzerinde insanlara

Geniş zırhlar yapan o kimseyim.

Hayatımda bana İsrâil oğullarından başka

Yardım edecek birini göremiyorum.

Bir bedevi de bir kertenkele avladı, onu ailesine getirip şöyle dedi.

Pazardakiler geldikleri zaman:

Bu, Ka’be’nin Rabbine yemin olsun ki, Israîn’dir, dediler.

İsrâil oğullarından, yaratıklara dönenleri kastetmiştir.

Nimet de, minnet ve iyiliktir, nunun fethi ile na’ma ile namet de öyledir. Nimetten, çoğul olarak nimetler kastedilmiştir. Tekil yapılması tekilin çoğul yerine de kullamlmasındandır, meselâ:

"Arkasından melekler de yardımcıdır” (Tahrim: 4) âyetinde olduğu gibi ki, yardımcılardır, demektir.

Bu nimetten ne murat edildiğinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Tevrat’ın âyetleri içine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sıfatlarına dair koymuş olduğu şeylerdir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Babalarını ve dedelerini Fir’avn ailesinden kurtarmış olması ve buna benzer şeylerdir, bunu da Hasen Basri ile Zeccâc demiştir. Çünkü ataların iftihar ettiği şeyler çocukları için de iftihar vesilesidir.

Üçüncüsü: O çeşitli haller göz önüne alınarak bütün nimetlerdir. Onu hatırlamaktan maksat da ona şükretmektir, çünkü şükretmeyen hatırlamış değildir.

Evfu (yerine getirin):

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar: Evfeytü derler, Necitliler de elifsiz olarak: Vefeytü derler.

Zeccâc da şöyle demiştir: Vefa bilhadi ve evfa bİlâhdi, denir. Şu örnekte olduğu gibi:

İbn Tavk’a gelince, sözünü yerine getirdi,

Tıpkı Süreyya'yı isterken Deberan’ın yirmi yıldız sözünü yerine getirdiği gibi.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Vefeytü bİlâhdi ve evfeyü bihi, evfeytülkeyle denir, başka yerde kullanılmaz.

Bu sözde dört görüş vardır:

Birincisi: Onlara Tevrat’ta Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatlarını bildiren âyetlerdir, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçmaktır, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: İslâm’dır, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Dördüncüsü: Şu âyette alman sözdür:

"Yemin olsun ki, Allah İsrâil oğullarından söz aldı ve onlardan on iki nakib gönderdik.” (Maide: 13) Bunu da Katâde demiştir.

"Ben de sizin sözünüzü yerine getireyim":

İbn Abbâs: Sizi cennete girdireyim, demiştir.

"Yalnız benden korkun": Burada geçen rehb korkmak manasınadır.

41

Yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğim şeye iman edin ve ona ilk inanmayanlar siz olmayın. Âyetlerimi az pahaya satmayın ve yalnız benden korkun.

"İndirdiğim şeye iman edin": Kur’ân’a demektir. Yanmızdakini tasdik edici olarak: Yanınızdaki de Tevrat veya İncil’dir. Çünkü Kur’ân onların Allah katından olduğunu tasdik eder ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatlarında onlara katılır.

"Ona ilk inanmayanlar siz olmayın": Neden ilk inanmayan demiştir? Çünkü ilk inanmayanın günahı arkasından gelenden daha büyüktür. Zira o delille değil, inatla hareket etmiştir. Onun durumu daha kötüdür. Şöyle de denilmiştir: Ona iman ettikten sonra onu ilk inkâr eden siz olmayın, hitap Yahudilerin reislerinedir.

"Bihi” (ona) zamirinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O indirilen şeye râcîdir, bunu İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs demişlerdir.

İkincisi: O yanlarındaki şeylere râcîdir, çünkü onlar yanlarındaki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatlarını gizlemekle onu inkâr etmiş oldular, bunu Zeccâc demiştir.

Âyetlerimi az pahaya satmayın ve yalnız benden korkun: Yani onları az paraya değiştirmeyin demektir, bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Aldıkları dünya matahıdır.

İkincisi: Reisliklerini sürdürmeleridir.

Üçüncüsü: Dini öğretmekle ücret almalarıdır.

42

Hakkı batılla karıştırmayın ve bilerek hakkı saklamayın.

Latelbisu, karıştırmayın, demektir. Lebistül emre aleyhim, elbisühu denir ki, kör etmek demektir. Karıştırmaları da şöyledir: Onlar Allah bizden ümmi peygambere iman etme sözü aldı, onun Arap olduğunu söylemedi, dediler.

Haktan kastedilen şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in durumudur, bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Ebû’l-Âliyye, Süddi ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: İslâm dinidir, bunu da Hasen Basri demiştir.

43

Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin; rukû’ edenlerle beraber rukû’ edin.

"Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin": Beş vakit namazı murat ediyor. Namaz burada cins ismidir. Zekât da zekadan alınmadır ki, artmak ve büyümek manasınadır. Zekezzer’u yezku zekaen denir ki, ekin büyüdü demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Zekât Arap dilinde artmak ve çoğalmaktır. Ona zekât denmesi çıktığı malı çoğaltıp artırmasından ve afetlerden korumasındandır. Haza ezka min zak denir ki, bu ondan daha fazla demektir.

"Rukû’ edenlerle beraber rukû’ edin": Yani namaz kılanlarla beraber namaz kılın demektir.

İbn Abbâs: Allahü teâlâ Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabını kastediyor, demiştir. Şöyle denilmiştir: Neden yalnız rukû’ zikredildi? Çünkü onların namazlarında rukû’ yoktur. Bu âyette kâfirlerin de furû’ ile muhatap olduklarına delil vardır, bu İmam Ahmed radıyallahu anh’ten gelen iki rivÂyetten biridir.

44

Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutur musunuz? Düşünmüyor musunuz?

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet Yahudiler hakkında indi; bir adam Müslüman akrabalarına gizlice, sen dinine devam et, o haktır, derdi. Ete’murune’deki elif istifham içindir, manası azarlamaktır.

Birr (iyilik) hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Kitaplarıdır, başkalarını ona tabi olmaya çağırırlardı da kendileri onu yerine getirmezlerdi.

İkincisi: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmaktır, her iki görüş de İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Sadakadır, onu emrederlerdi de kendileri cimrilik ederlerdi, bunu Zeccâc demiştir.

Ve tensevne, terk edersiniz demektir. Kitap hakkında iki görüş vardır;

Birincisi: Tevrat’dır ki, bunu cumhûr demiştir.

İkincisi: Kur’ân’dır, O zaman hitap Yahudilere olmamış olur.

45

Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım dileyin. Gerçi bu, elbette büyük bir şeydir; ancak Allah’a saygı gösterenlere (zor) değildir.

Sabır:

Aslında hapsetmek, nefsi telaş etmekten alıkoymaktır. Oruçluya sabırlı denmesi de nefsini yemekten, içmekten ve cimadan alıkoymasındandır. Masbura da canlı canlı hedef yapılan hayvandır.

Mücâhid: Burada sabır oruçtur demiştir.

Sabretmekle emrolundukları şey hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Farzı eda etmektir, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Günahları terk etmektir, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Başkanlığı terk etmektir, bu da ehl-i kitaba hitaptır. Namazdan yardım istemedeki espiri, onda ahirete teşvik ve dünyadan soğutan şeylerin okunmasıdır.

"Şüphesiz o” ifadesinden ne kastedildiği hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Namazdır, bunu İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid ve cumhûr demişlerdir.

İkincisi: Ka’be ile kıbledir, çünkü namazdan bahsedilince onun kıble olduğu anlaşılır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan nakletmiş ve Mukâtil de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Yardım dilemektir, çünkü yardım dileyin deyince, bunun yardım dileme olduğu anlaşılır, bunu Muhammed b. Kasım en - Nahvi demiştir.

"O elbette büyük bir şeydir": Hasen ile

Dahhâk şöyle demişlerdir: Büyük, ağır demektir, meselâ:

"Ona davet ettiğiniz şey müşriklere ağır geldi” (Şura: 13) âyetinde olduğu gibi. Huşu da lügatte huzur, tevazu manasınadır. Sükun diyenler de olmuştur.

46

Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini bilirler.

Buradaki zan yakın manasınadır, bunun da izah tarzları vardır ki, biz bunları

"el - Vucuh ve’n - Nezair” kitabında anlattık.

47

Ey İsrâil oğulları, size lütfettiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

Yani o zamanki âlemlere, bunu İbn Abbâs, Ebû’l-Âliyye, Mücâhid ve İbn Zeyd demişlerdir.

İbn Kuteybe de: Burada genel zikredilmiş, özel kastedilmiş, demiştir.

48

O günden sakının ki, o gün kimse kimseden hiçbir şey ödemez; ondan şefaat kabul olunmaz ve bir fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.

Zeccâc şöyle demiştir: Yahudiler peygamber atalarının kıyamet gününde kendilerine yardım edeceklerini iddia ederlerdi; Allah da bu âyetle onların ümitlerini kırdı.

O günden sakının ki: Burada söylenmemiş kelime vardır, takdiri: O günün azabından veya o günde olacak şeylerden sakının demektir. O gün de kıyamet günüdür. Teczi ödemek manasınadır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Cezel emre anni yeczi denir ki, benim yerime yaptı demektir. Eczeeni yücziüni de aynı manayadır.

Kimse kimseden (nefis nefisten): Buradaki nefisten maksat, kâfir nefistir, buna göre genel zikredilmiş, özel kastedilmiş olur.

Ondan şefaat kabul olunmaz: İbn Kesir te ile tukbelu okumuş, diğerleri ye ile okumuşlardır. Ancak Katâde yenin fethası ile şefaat kelimesini mensûb okumuştur ki, işi yapan Allahü teâlâ olsun.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Te ile okuyanların gerekçesi şudur: Çünkü bu fi’le isnat edilen şey (fail) müennestir, bundan da fi’lin de müennes olması lâzım gelir. Ye ile okuyanların gerekçesi de şudur: Çünkü fi’lin isnat edildiği isim gerçek müennes değildir, manevidir, nitekim va’z ve mevize kelimeleri de aynı manayadır. Âyette söylenmemiş kelimeler vardır, takdiri (açılımı) şöyledir: Ondan o günde şefaat kabul olunmaz. Şefaat şef kelimesinden alınmıştır ki, tek değil de çift demektir. Çünkü şefaat edenin isteği ile şefaat edilenin isteği çift hale gelmiş olur.

Âyette geçen adi kelimesi fidye manasınadır, çünkü o fidye verilenin dengi, muadilidir. Dilciler, adi ile idl'in aynı manaya mı yoksa farklı mı olduğunda ihtilaf etmişlerdir;

Ferrâ’ şöyle demiştir: adi bir şeye cinsinin dışından denk olana, idi de cinsinden denk olana denir, misi manasınadır, meselâ başka cinsten kıymeti kastedilirse, benim yanımda kölenin adli (dengi) vardır, cinsinden kıymeti kastedilirse idli vardır, denir. Zeccâc da Basralılardan adi ile idlin denk ve aynı manaya olduğunu söylemişlerdir; cinsinden olup olmadığına bakmamışlardır.

Yardım da edilmezler: Yani Allah’ın azabından men olunmazlar, demektir.

49

Bir vakitler, sizi Fir’avn hanedanından kurtarmıştık. Size azabın en kötüsünü reva görürler, oğullarınızı boğazlar ve kadınlarınızı sağ bırakırlardı. Bunda da size Rabbinizden büyük bir belâ vardı.

Takdiri: Sizi kurtardığımızı ve atalarınıza bu nimetleri verdiğimizi hatırlayın, demektir.

Fir’avn hanedanı hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Mısır halkıdır, bunu Mukâtil demiştir.

İkincisi: Özellikle ev halkıdır, bunu Ebû Ubeyde demiştir.

Üçüncüsü: Onun dinine tabi olanlardır, bunu da Zeccâc demiştir. Al ile ehl aynı manaya mıdır, yoksa farklı mıdır? Bunda da iki görüş vardır. Ben al kelimesinin manasını Nezair kitabında açıkladım. Fir’avn yabancı bir isimdir, bunun lâkap olduğu da söylenmiştir.

İsminde dört görüş vardır:

Birincisi: Velid b. Mus’ab'tır, bunu müfessirlerin çoğu demiştir.

İkincisi: Feytus’tur, bunu Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Mus’ab b. Reyyan’dır, bunu İbn Cerir Taberî aktarmıştır.

Dördüncüsü: Muğis’tir ki, bunu bazı müfessirler demişlerdir.

Yesumuneküm reva görürler demektir ki, fülanün yesumuke hasfen denir ki, sana zillet ve hafifliği reva görür demektir. Kötü azap ise ağır azap demektir.

Zeccâc: Oğullarınızı boğazlarlar cümlesinin kötü azabı tefsir ettiğini söylemiştir. Bazı ilim adamları ise bunu kabul etmemiş ve: Allahü teâlâ başka bir yerde bunların farklı olduğunu bildirmiş ve:

"Size kötü azabı reva görürler ve oğullarınızı boğazlarlar demiştir.” (İbrahim: 6) Kötü azap yalnız onların en ağır işlerde kullanılmasıdır, demişlerdir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Vav’ın atıldığı yerde kötü azabı tefsir eder, vav’ın olduğu yerde ise onlara boğazlamanın dışında azap dokunduğunu bildirir, sanki: Size boğazlamanın dışında ve boğazlama ile azap ederler demiş gibi olur.

"Kadınlarınızı sağ bırakırlar": Yani kızlarınızı boğazlamazlar, demektir. Kızlarına dokunmamaları da onları hor duruma düşürmek ve hizmet ettirmek içindir.

Buradaki belâ hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Nimet manasınadır, bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Ebû Mâlik, İbn Kuteybe ve Zeccâc demişlerdir.

İkincisi: Gazap manasınadır, bunu Süddi şeyhlerinden rivayet etmiştir. Buna göre zaliküm’deki za kötü azaba, oğullarını boğazlayıp kızlarını hayatta bırakmaya râci olur.

Birinci görüşe göre ise Fir’avn hanedanından kurtulmaya râci olur.

Ebû’l - Âliyye şöyle demiştir: Oğlan çocuklarının boğazlanmasının sebebi şudur: Kahinler Fir’avn’e: Bu sene Mısır’da bir oğlan çocuğu doğacak, helakin onun eliyle olacaktır, dediler, o da oğlan çocuklarını öldürdü.

Zeccâc şöyle demiştir: Fir’avn ne ahmak birisiymiş; eğer kahinin dediği doğru ise öldürmenin ne faydası vardır? Eğer yalan ise öldürmenin manası nedir?

50

Bir zamanlar size denizi yarmış; sizi kurtarmış ve Fir'avn hanedanını suya boğmuştuk. Siz de onlara bakıyordunuz.

Âyette geçen ferk iki şeyi ayırmaktır. Bi-küm le-küm manasınadır. Neden yalnız Fir’avn ailesi zikredilmiş de diğerleri edilmemiştir? Çünkü Fir’avn’in onların içinde olduğu biliniyordu.

Siz de onlara bakıyordunuz kavli üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi: Gözle bakmaktır, manası boğulduklarını görüyordunuz olur.

İkincisi: Bilmek manasınadır, meselâ:

"Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?” (Furkan: 45) âyetinde olduğu gibi. Bunu Ferrâ’ demiştir.

Kıssalarına İşaret

Süddi şeyhlerinden rivayet etmiştir: Allahü teâlâ Mûsa’ya İsrâil oğullarını Mısır’dan çıkarmasını emretti, Kıp tilere ölüm verdi, her adamın ilk doğan çocuğu öldü, onu defnetmekle uğraştılar, bu nedenle güneş doğuncaya kadar İsrâil oğullarını takip edemediler. Amr b. Meymun da şöyle demiştir: Mûsa çıkınca bunu Fir’avn'e bildirdiler, o da horozlar ötünceye kadar onları takip etmeyin, dedi, o gece hiçbir horoz ötmedi. Ebû’s - Selil de şöyle demiştir: Mûsa denize varınca: Ey Halid’in babası deniz, dedi (denize böyle derlerdi). Deniz çırpınmaya başladı, su sağda ve solda karşılıklı iki dağ gibi oldu. Onlarda delikler vardı, her kabile diğerine bakardı. Fir’avn denizin yarıldığını görünce: Görmüyor musunuz, deniz benden korkup yarıldı, dedi. Fir’avn’ın atlıları geldi, suya dalmak istemediler, Cebrâil bir kısrağa bindi, Fir’avn’ın atı kısrağın kokusunu alınca arkasından denize daldı. Baş kısımları çıkacak olup da son kısımları da girince denize onları yakalaması emrolundu, üzerlerine kapaklandı.

51

Bir zamanlar Mûsa ile kırk gece (vahyetmek üzere) sözleşmiştik. Sonra onun ardından zâlimler olarak buzağıyı ilâh edindiniz.

Ebû Cafer ile Ebû Amr burada ve A’raf ile Taha’da elifsiz olarak veadna şeklinde okudular. Eban da Âsım’dan rivayetle ona katılarak sadece Bakara’da öyle okudu. Diğerleri ise elifle vâadna okudular. Birinci kıraatin yorumu Allah’ın va’dinin tek olmasıdır. İkinci kıraatinki ise şudur: Allahü teâlâ Mûsa’yı kabul edince o, Allahü teâlâ ile Mûsa’nın vaatleşmesi gibi oldu.

"Onlarla gizlice vaatleşmeyin” âyetinde de böyledir. (Bakara: 235)

Âyetin manası şöyledir: Mûsa’ya kırk geceyi tamamlamasını va’dettik yahut kırk gecenin bitmesini va’detik. Mûsa kelimesi yabancı bir kelimedir, aslı İbranice’de Muşa demektir. Mu su, şa da ağaç demektir. Çünkü o, ağacın ve suyun yanında bulunmuştu. Araplar da onu sin ile söylediler.

O vaat ne içindi? Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Tevrat’ı alması içindir.

İkincisi: Konuşma içindir.

Bu süre hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Zilkade ayı ile Zilhicce’nin on günüdür. Bu: Vaat Tevrat’ı vermek içindi diyenlerin görüşüdür.

İkincisi: Zilhicce ayı ile Muharem’in on günüdür. Bu da vaat konuşma içindi diyenlerin görüşüdür. Neden günler değil de geceler denilmiştir? Çünkü Arapların adeti tarihi gece ile vermektir, zira ayın başı gecedir, Araplar ise hilalin görünmesini esas alırlar. O nedenle günler gecelere tabi olmuştur.

Ebû Bekir en - Nakkaş da: Neden gece denildi, çünkü ona o günleri oruç tutup geceyi de ona ilâve etmesini emretmişti, demiştir ki, hiçbir ilmi değeri yoktur.

Sonra onun ardından zâlimler olarak buzağıyı ilâh edindiniz. Sonra bunun arkasından belki şükredersiniz diye sizi affettik: Yani Mûsa’nın dağa gitmesinden sonra.

Buzağıyı İlâh Edinmelerine İşaret

Süddi şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: Mûsa gidip de Harun’u yerine vekil bırakınca, Harun: Ey İsrâil oğulları, ganimet size helâl değildir, Kıptilerin ziynetleri sizin için ganimettir, onu toplayın, bir çukura gömün. Eğer Mûsa onu helâl ederse onu alın, yoksa yemediğiniz bir şey olur, dedi. Onlar da bunu yaptılar.

Süddi diyor ki: Cebrâil, Mûsa’yı Rabbine götürmek için gelmişti, Samiri onu gördü, bundan hoşlanmadı ve: Mutlaka bunda bir şey vardır, dedi ve atının izinden bir avuç toprak aldı, onu da çukurun içine attı, meydana buzağı çıktı. Şöyle de denilmiştir: O ziynetlerin çukura atılmasını Samiri söylemiş ve: Mûsa’nın bu kadar uzun süre görünmemesinin sebebi yanınızdaki ziynetlerdir. Onun için bir çukur kazın ve onu Allah’a kurban edin. O zaman size peygamberinizi gönderir. Çünkü o ödünçtür, dedi. Bunu Ebû Süleyman Dımışkî söylemiştir.

Sâmiri’nin buzağı heykeli yapması üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Samiri sığıra tapan bir kavimden idi, bu da hep aklında idi, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: İsrâil oğulları putları olan bir kavmin yanından geçmişler, bu da hoşlarına gitmişti. Mûsa’dan bir ilâh heykeli isteyip de Mûsa da bunu kabul etmeyince Samiri Mûsa yokken istekleri üzerine onlara bir buzağı heykeli yaptı, bunu da İbn Zeyd demiştir.

Buzağıyı ilâh edinmeleri üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Samiri kuyumcu idi, onu kalıba döktü ve o bir avuç toprağı potanın içine attı. Bunu Ali ile İbn Abbâs demişlerdir.

İkincisi: Bir çukur kazıp Fir'avn kavminin ziynet ve ödünç eşyalarını içine attılar, çünkü onu istemiyorlardı, Samiri içine bir avuç toprak attı, o da buzağı heykeli oldu. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Yine

İbn Abbâs şöyle demiştir: O zaman et, kan ve ceset oldu. Samiri de onlara: İşte sizin de Mûsa’nın da ilâhı budur, Mûsa yolu şaşırdı, dedi. Onlar da ona tapıp etrafında dans ettiler.

52

Sonra onun arkasından belki şükredersiniz diye sizi affettik.

53

Bir zamanlar belki doğru yolu bulursunuz diye Mûsa’ya kitabı ve iyiyi kötüden ayırma gücü (Furkan) verdik.

Kitap Tevrat’tır. Furkan hakkında beş görüş vardır:

Birincisi: Yardımdır, bunu İbn Abbâs ile İbn Zeyd demişlerdir.

İkincisi: Tevrat’ta olan hak ile batılı ayırma gücüdür, o zaman furkan Tevrat’ın sıfatı olmuş olur, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Üçüncüsü: Kitaptır, başka bir lafızla tekrar edilmiş olur, meselâ Adiy b. Zeyd şöyle demiştir:

Ortaya yalan ve dolandan bir söz attı.

Antere de şöyle demiştir: Ümmü Heysem’den sonra fakirleşip züğürtleşti. Bu Mücâhid’in görüşüdür, Ferrâ’ ile Zeccâc da bunu beğenmişlerdir.

Dördüncüsü: Onlara denizi yarmasıdır, bunu da Ferrâ’, Zeccâc ve İbn Kasım demişlerdir.

Beşincisi: Kur’ân’dır. O zaman Kelâmın manası şöyle olur: Yemin olsun ki, Mûsa’ya kitabı, Muhammed’e de Kur’ân’ı verdik. Bunu da Ferrâ’ demiştir, Kutrub da bu görüştedir.

54

Hani Mûsa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, şüphesiz siz buzağıyı ilâh edinmekle kendi nefislerinize haksızlık ettiniz. Öyleyse Yaradan’ımza Tevbe ediniz ve kendi nefislerinizi öldürünüz. İşte bu, Yaradan’ınız katında sizin için daha hayırlıdır. Allah da Tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O, evet O, Tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir.

Kavim: Erkekler topluluğuna denir, kadınlarınkine denmez. Allahü teâlâ şöyle demiştir:

"Bir kavim bir kavimle alay etmesin, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır, kadınlar da kadınlarla alay etmesin.” (Hucurat: 11) Şair Züheyr de şöyle demiştir:

Bilmiyorum, belki ileride bilirim,

Hısn’ın âl'i kavim midir yoksa kadınlar mıdır?

Onlara kavim denmesi, işleri yerine getirmelerinden dolayıdır.

"Fe tûbû ilâ bari-iküm":

Ebû Ali şöyle demiştir: İbn Kesir, Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi bariiküm’deki hemzeyi kesre ile okurlardı, yutmazlardı, hafif de söylemezlerdi. Yezidi ile Abdülvaris de Ebû Amr’dan, hemzenin cezmi ile bari’küm şeklinde rivayet etmişlerdir. Ondan Abbas b. Fadl da müsakkal olmayan hemze ile rivayet etmiştir.

Sibeveyh şöyle derdi: Ebû Amr bariiküm, ye’murukum gibi harekelerin arka arkaya geldiği benzer kelimelerdeki hemzeyi çalar, yutardı; o nedenle işitenler sakin okudu sanırlardı, halbuki sakin okumazdı. Bari Halik (Yaradan) manasınadır. Nefislerinizi öldürün: Bazınız bazılarınızı öldürsün demektir, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir.

Bununla kime hitap edildiği hususunda üç görüş halinde ihtilaf edilmiştir:

Birincisi: Bu herkese hitaptır, bunu Süddi şeyhlerinden nakletmiştir.

İkincisi: Buzağıya tapmayanlara, tapanları öldürmeleri için hitaptır, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Yalnız tapanlara hitaptır; birbirlerini öldürmeleri emredildi, bunu da Ebû Süleyman Dımeşkî demiştir.

Zaliküm’deki za işaretinde iki görüş vardır:

Birincisi: öldürmeye râcîdir.

İkincisi: Tevbeye râcîdir.

Bu Kıssalarına İşaret

İbn Abbâs şöyle demiştir: Mûsa:

"Babalar oğullarını, kardeş kardeşi nasıl öldürür?” dedi, bunun üzerine üzerlerine karanlık indirildi, birbirlerini görmediler.

"Tevbemizin kabul işareti nedir?” dediler, o da: Sİlâhın kalkması, öldürmemesi ve karanlığın def olmasıdır, dedi. Onlar da öldürdüler, nihayet suya daldılar ve çocuklar: Ey Mûsa, bizi affet, bizi affet diye çağrıştılar. Mûsa ağladı, sİlâh kalktı, karanlık def oldu.

Mücâhid şöyle demiştir: Ölü sayısı yetmiş bine çıktı.

Katâde de şöyle demiştir: Öldürme ölen için şehitlik, kalan için de Tevbe sayıldı.

55

Hatırlayın ki, siz: Ey Mûsa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla iman etmeyiz, demiştiniz de, siz de bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.

Bunu Mûsa'ya kimlerin dediği hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O seçilen yetmiş kişidir, bunu İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Allah'ın korudukları hariç bütün İsrâil oğulları, bunu da İbn Zeyd demiştir. Şöyle demiştir: Mûsa onlara Allah’ın kitabını getirince onlar da: Allah’a yemin ederiz ki, Allah’ı açıkça görmedikçe sözünü tutmayız, dediler. O da: İşte kitabım, dedi.

Cehreten (açıkça) sözü hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, sözlerinin sıfatıdır, yani bu sözü açıkça söylediler, demektir, bunu İbn Abbâs ile Ebû Ubeyde demişlerdir.

İkincisi: Bu, görmenin sıfatıdır, yani bize O’nu açıkça göster, O’nu hiçbir şey gizlemesin, dediler. Fülanün yetecehherü bilmaasi denir ki, insanlardan gizlenmeden günah işliyor demektir. Bunu Zeccâc demiştir. Saika öldüren şey demektir. Onların öldüklerine delil de, sonra sizi dirilttik cümlesidir. Bazıları da onların ölmediklerini iddia etmişlerdir, delil olarak da: Mûsa bayılıp düştü sözünü getirmişlerdir. Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Allahü teâlâ iki yerde ayrı ayn ifade etmiştir: Bir yerde, ayılınca demiş, burada ise sonra sizi dirilttik, demiştir. Ayılmak baygın için, diriltmek de ölü için kullanılır.

Bakıp dururken: Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, bazınız bazınıza nasıl ölüp düşüyor diye bakıyordu, demektir.

İkincisi: Bazınız bazılarının nasıl diriltildiğine bakıyordu, demektir.

Üçüncüsü: Azabın size nasıl indiğine bakıyordunuz demektir. Bu da: Bir ateş indi onları yaktı diyenlerin görüşüdür.

57

Bulutu size gölgelik yapmış ve üzerinize kudret helvası ile bıldırcın eti indirmiştik. Size rızık ettiğimizin temizlerinden yiyin. Onlar bize zulmetmediler; ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Ğamam bulut demektir, ona ğamam denmesi göğü kapattığı içindir. Kapattığın her şeye ğamemtuhu dersin. Bu da Tih çölünde idi.

Kudret helvası hakkında da sekiz görüş vardır:

Birincisi: O ağacın üzerine inen ve insanların yediği bir şeydir, bunu İbn Abbâs, Şa’bî ve Dahhâk demişlerdir.

İkincisi: Terencebindir (müshil türü), bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Bir tür sakızdır, bunu da Mücâhid demiştir.

Dördüncüsü: Koyu reçele benzeyen bir şeydir, bunu da İkrime demiştir.

Beşincisi: Bir içecektir, bunu da Ebû’l - Âliyye ile Rebi’’ b. Enes demişlerdir.

Altıncısı: İnce mısır veya buğday ekmeği gibi bir şeydir, bunu Vehb demiştir.

Yedincisi: Baldır, bunu da İbn Zeyd demiştir.

Sekizincisi: Zencefildir, bunu da Süddi demiştir.

Bıldırcın (selva) hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O kekliğe benzeyen bir kuştur, bazıları kekliktir, demiştir.

İkincisi: Baldır, bunu da İbn Enbari demiş ve şu beyti delil getirmiştir:

Onlara Allah’a ağır yemin ederek:

Siz kovandan sağılan baldan daha tatlısınız, dedi.

"Bize zulmetmediler":

İbn Abbâs: Bize hiçbir eksiklik ve zarar vermediler, bilakis kendilerine zarar verdiler, demiştir.

58

Hani, şu kente girin ve ondan istediğiniz yerde bol bol yiyin, kapısından secde ederek girin ve

"hıtta” deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlerin ecrini yakında artıracağız.

Bu sözü diyen hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Mûsa'dır, bunu kırk yıl geçtikten sonra demiştir.

İkincisi: Yuşa b. Nun’dur, Mûsa’nın ölümünden sonra demiştir.

Karye cem’ (toplama) manasından alınmıştır, kareytülmae filhavzı denir ki, suyu havuzda topladım, demektir. Mikrat da içinde suyun toplandığı havuzdur.

Bu karyenin neresi olduğu hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Beytülmukaddes'tir, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Katâde ve Süddi demişlerdir. İbn Abbâs’tan bunun Eriha olduğu da rivayet edilmiştir.

Süddi de: O Beytülmukaddes toprağıdır demiştir.

İkincisi: O Şam’a yakın bir köydür, bunu da Vehb demiştir.

"Kapıdan secde ederek girin":

İbn Abbâs: Bu Beytülmukaddes'in kapılarından biridir, ona hıtta kapısı denir, demiştir. Secde ederek: Rukû’ ederek demektir. Vehb de: Allah onları oraya tekrar döndürdüğü için Allah’a şükür manasında secde etmekle emrolundular, demiştir.

Hıtta deyiniz: İbn Semeyfa ile İbn Ebi Able: Hittatan şeklinde nasb ile okumuşlardır.

Hıtta’nın manası hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: İstiğfar edin, demektir, bunu İbn Abbâs ile Vehb demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu istiğfar manasında bir kelimedir, hatattü’den gelir ki, günahımız silindi demektir.

İkincisi: Bunun manası: Bu durum size denildiği gibi gerçektir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

Üçüncüsü: Lailâhe illallahtır, bunu da İkrime demiştir.

İbn Cerir Taberî de şöyle demiştir: Mana: Günahlarınızı bağışlatacak bir kelime söyleyin demek olur.

Niçin o kente girmeleri emrolundu? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu irtikap ettikleri günahlardan dolayıdır, onlara: Kente girin; kapıdan secde ederek girin ki, günahlarınızı bağışlayalım, denilmiştir. Bunu Vehb söylemiştir.

İkincisi: Onlar kudret helvası ile bıldırcın etinden bıktılar, onlara: Şehre inin, denildi, ilk karşılarına çıkan da Eriha şehri idi, oraya girmeleri emrolundu.

"Nağfir leküm hatayaküm": İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi fenin kesresi ile nunla nağfirleküm okumuşlar. Nafî ile Eban da Âsım’dan rivayetle yanın zammesi ve fenin fethası ile yuğfer okumuşlardır. İbn Âmir de mazmuın te ve meftuh fe ile (tuğfer) okumuşlardır.

59

Nefislerine zulmedenler bu sözü kendilerine denenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de kendilerine zulmedenlerin üzerine ettikleri fasıklık yüzünden gökten murdar bir azap indirdik.

Bil ki, aziz ve celil olan Allah onlara kente girerken bir söz ve bir iş emretti; iş secde, söz de hıtta idi. Onlar sözü de işi de değiştirdiler.

İşi değiştirmelerinde beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar kalçaları üzerine sürünerek girdiler, bunu Ebû Hureyre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar kıçları üzerine sürünerek girdiler, bunu da İbn Abas ile İkrime demişlerdir.

Üçüncüsü: onlar başlarını eğerek girdiler, bunu da İbn Mes’ûd demiştir.

Dördüncüsü: Onlar gözlerini eğerek girdiler, bunu Mücâhid demiştir.

Beşincisi: Binekli olarak girdiler, bunu da Mukâtil demiştir.

Sözü değiştirmelerinde beş görüş vardır:

Birincisi: Hıtta yerine, habbetün fi şa’re (arpa içinde bir habbe) dediler, bunu Ebû Hureyre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.

İkincisi: Hınta (buğday) dediler, bunu da İbn Abbâs, İkrime, Mücâhid, Vehb ve İbn Zeyd demişlerdir.

Üçüncüsü: Hıntatun hamra fiha şa’re (kırmızı buğdayın içinde bir habbe arpa) dediler.

Dördüncüsü: hıntatün meskube fiha şa’retün sevda, dediler (delikli bir buğday tanesi, içinde siyah bir arpa vardır). Bunu da Süddi şeyhlerinden demiştir.

Beşincisi: Sünbülase dediler, bunu da Ebû Salih demiştir.

Ricz ise azaptır, bunu da Kisâi ile Ebû Ubeyde ve Zeccâc demişler, Ru’be’nin şu şi’rini delil göstermişlerdir:

Çalım satan nicelerini gördük de,

Kalkıp tuzağını ona azap ettik (başına geçirdik).

Azabın mahiyetinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Karanlık ve ölümdür, onlardan bir saatte yirmi dört b. kişi öldü. Yetmiş b. kişi de ceza olarak helak oldu, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Onlara ölet geldi, kırk gece sürdü, sonra öldüler, bunu da Vehb b. Münebbih demiştir.

Üçüncüsü: Kardır, ondan yetmiş b. kişi helak oldu, bunu da Said b. Cübeyr demiştir.

60

Bir zamanlar Mûsa kavmi için su aramıştı. Biz de:

"Asanı taşa vur” dedik; ondan on iki pınar fışkırmıştı. Her kabile su alacak yerlerini öğrenmişlerdi. Onlara: Allah’ın rızkından yiyin, için, fesatçılar olarak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın, dedik.

İstiska su istemektir, tıpkı istensara yardım istemek olduğu gibi.

Taş hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Mûsa pınarı diye bilinen bir taştır, bunu İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Katâde, Atıyye, İbn Zeyd ve Mukâtil demişlerdir. Onun nasıl olduğu hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O dört köşeli bir taş idi, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Öküz başı gibi idi, bunu da Atıyye demiştir.

Üçüncüsü: Koyun başı gibi idi, bunu da İbn Zeyd demiştir.

Said b. Cübeyr de: Mûsa’nın elbiselerini kaçıran taş idi, demiştir. Cebrâil geldi: Allah sana bu taşı kaldırmanı söylüyor, onda güç ve senin için mucize vardır, dedi. Mûsa da suya ihtiyaç duyduğu zaman ona vururdu.

İkincisi: O, hangi taş olursa olsun ona vurmakla emrolundu. Birinci görüş daha sağlamdır.

Ondan fışkırdı: Sözün aslı şöyledir: Ona vurdu ve su fışkırdı, fışkırdı kelimesinden vurdu manası çıkınca onunla yetinildi, tekrar vurdu denilmedi. Şu âyet de öyledir:

"Asanı taşa vur, taş açıldı.” (Şuara: 63)

Ferrâ’ şöyle demiştir: Onlar on iki kabile olunca Allah da onlara on iki pınar çıkardı, bir de aralarında anlaşmazlık vardı, böylece barıştılar.

Lata’sev: Asv fesat manasınadır, asâ, âse lügattir. İbn Rakka şöyle demiştir:

Eğer haya olmasa ve saçım da bozulmasa (ağarmasa) idi,

Ben Kasım’ın anasını ziyaret ederdim.

61

Hani siz:

"Ey Mûsa, biz bir çeşit yiyeceğe sabredenleyiz; bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden; sebzesinden, acurundan, sarılmağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O da: "Şu daha hayırlı olanı daha aşağısı ile mi değiştirmek istiyorsunuz? Şehre inin; şüphesiz orada istedikleriniz vardır” dedi. Üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. İşte bunlar, isyan ettikleri ve aşırı gittikleri yüzündendir.

"Ey Mûsa: Biz bir çeşit yiyeceğe sabredenleyiz, demiştiniz": Bunu Tih sahrasında demişlerdi. Bir çeşit yemekten de kudret helvası ile bıldırcın etini kasdediyorlardı. Muhammed b. Kasım şöyle demiştir: Kudret helvası bıldırcın eti ile bıldırcın eti de kudret helvası ile yeniyordu, onun için bir çeşit yemek denilmiştir. Burada baki, cins ismi olup onunla sebzeleri kasdetmişlerdir. Ben şeyhim Ebû Mansur el-Lügavi’den şöyle okudum: Halk bakliyat denince hayvanların değil de özellikle insanların yediği yere yayılan ve çiğ yenen sebzeleri kasteder, ama öyle değildir; baki aslında yaş ot ve baharda bitip de hem insanların hem de hayvanların yediği şeylere denir. Bakaletil ardu ve ebkalet denir ki, ikisi de fasih lügattir, sebze bitmek manasınadır. İbtekaletil ibilü denir ki, deve yayıldı demektir. Ebunnecm, develeri anlatırken şöyle der:

İlk yaylımda Malik ile

Nehşel’in mızrakları arasında otladı.

Kıssâ’da da kafin kesri ve zammı ile iki lügat vardır, kesrelisi daha kalitelidir. Cumhûr öyle okumuştur. İbn Mes’ûd, Ebû Recâ’, Katâde, Talha b. Mûsarrif ve A’meş kafin zammesi ile okumuşlardır.

Ferrâ’ da: Kesre Hicazlıların, zamme de Temimliler ile bazı Esed oğullarının lügatidir, demiştir.

Füm üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Buğdaydır, bunu İbn Abbâs, Süddi - şeyhlerinden - Hasen ve Ebû Mâlik demişlerdir.

Ferrâ’ da: O eski bir lügattir, onu konuşanlar: Fevmu lena derler ki, bize ekmek yapın demektir, demiştir.

İkincisi: O sarımsaktır, Abdullah ile Übeyy’in kıraati budur. Ve sumiha kıraatini Ferrâ’ da tercih etmiş ve sebebini şöyle göstermiştir: O, benzerleriyle zikredilmiş, fe de se’den dönüşmüştür, nitekim Araplar kabir için cedes ve decef; tencerenin akına konan taş için esafi ve esasi; bir çeşit sakız için mağafir ve mağasir derler. Bu; Mücâhid, Rebi’ b. Enes, Mukâtil, Kisâi, Nadr b. Şümeyl ve İbn Kuteybe’nin görüşleridir.

Üçüncüsü: O hububattır, bunu da İbn Kuteybe ile Zeccâc demişlerdir.

"Daha aşağısını daha hayırlısı ile mi değiştirmek istiyorsunuz?": Burada geçen edna en aşağısı, hayr da en alası demektir, kudret helvası ile bıldırcın eti, aradığınız şeylerin en âlâsıdır, demek istiyor.

Şehre (Mısr) inin: Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu belli bir mısır (şehir) değil, rastgele bir şehirdir, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Katâde ve İbn Zeyd demişlerdir. Şehre inmelerinin istenmesi, aradıkları şeylerin şehirlerde bulunmasındandır.

İkincisi: Mısır denen şehir kastedilmiştir. Abdullah, Hasen, Talha b. Mûsarrif ve A'meş’in kıraatlerinde tenvinsiz olarak mısra, denmiştir. Ebû Salih de İbn Abbâs’tan rivayetle Fir’avn’in şehri demiştir. Ebû’l - Âliyye ile Dahhâk da bu görüştedirler, Ferrâ’ da bunu tercih etmiş ve delil olarak Abdullah’ın kıraatini göstermiştir. A'meş'e de bu sorulmuş: O şimdi Salih b. Ali’nin valilik ettiği şehirdir, demiştir. Mufaddal ed - Dabbi de: Ona mısır denmesi, doğu hududunun sonu, batı hududunun da başı olmasındandır, O ikisi arasında sınırdır. Mısır lügatte sınıra denir, Hecerliler antlaşmalarına: İştera fülanün eddare bimusuriha derler ki, evi hudutları ile satın aldı demektir. Şair Adiy de şöyle demiştir:

Güneşi sınır kıldı, bunda da gizlilik yoktur,

Gündüzle geceyi ayıran bir sınır.

İbn Fâris 'te birilerinden şöyle dediklerini hikaye etmiştir: Ona mısır denmesi insanların oraya niyet edip gitmelerindendir. Bu, masartüşşate gibidir ki, koyunu sağmak manasınadır. İnsanlar ona niyet eder giderler, oraya konduktan sonra da nedense bir daha ondan ayrılmak istemezler.

"Üzerlerine zillet damgası vuruldu": Yani bir daha onlardan ayrılmadı demektir.

Ferrâ’: Zillet ile zül aynı manayadır, demiştir.

Hasen de onun cizye olduğunu söylemiştir. Meskenet hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O fakirlik ve ihtiyaçtır, bunu Ebû’l - Âliyye, Süddi ve Ebû Ubeyd demişlerdir. Süddi’den de onun nefis fakirliği olduğu rivayet edilmiştir.

İkincisi: Baş eğmektir, bunu da Zeccâc demiştir.

Bâu: Döndüler demektir, zalike de gazaba râcîdir. Bunun onlardan ayrılmayan zillet, meskenet ve diğer şeylere râci olduğu da söylenmiştir.

"Peygamberleri (nebileri) öldürürler:” Nâfi nebiyyin, enbiya, nübuet ve bundan gelen maddeleri hemzeli okur. Ancak Ahzab’taki: "Peygamberin evlerine girmeyin” (Ahzab: 53) ile

"eğer kendini Peygambere bağışlarsa” (Ahzab: 50) âyetlerinde geçenleri hemzesiz okur. Burada neden hemzesiz okumayı tercih etmiştir, çünkü aynı cinsten iki meksur hemze arka arkaya gelmiştir. Diğer kurralar ise hiçbir yerdekini hemzeli okumazlar.

Zeccâc: Üstün kıraat hemzesiz olandır, demiştir. Nebi kelimesi de nebee ve enbe’den gelir ki, haber vermektir. Yükseklik manasına olan neba yen bu’d an gelmesi de câizdir, o zaman hemzesiz olarak yükseklik manasına fail vezninde olur. Abdullah da şöyle demiştir: İsrâil oğulları bir günde üç yüz peygamber öldürürler, sonra da akşam üzeri sebze pazarı kurarlardı.

Haksız yere: Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, suçsuz yere demektir, bunu İbn Enbari söylemiştir.

İkincisi: Tekittir, meselâ şurada olduğu gibi:

"Ancak göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (Hac: 46)

Üçüncüsü: Zalimlikle öldürmelerinin sıfatıdır, Allahü teâlâ’nın:

"Rabbim, hak ile hüküm ver” (Enbiya: 112) âyetinde olduğu gibi, hükmü hak ile nitelenmiştir, bu O’nun haksız karar verdiğini göstermez.

"Onlar itida ederlerdi": Udvan aşırı zulüm demektir,

Zeccâc da: îtida: Her şeyde haddi aşmaktır, demiştir.

62

Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden her kim (son Peygamber Muhammed aleyhisselam’ın şeriatına uygun) Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve iyi bir iş yaparsa, onlar için Rableri katında mükâfatları vardır, onlara korku yoktur. Onlar üzülecekler de değillerdir.

"Şüphesiz iman edenler": Bunların kim oldukları hakkında beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gönderilmeden önce İsa’ya iman edenlerdir, bunu İbn Abbâs söylemiştir.

İkincisi: Onlar İsa aleyhisselam gelinceye kadar Mûsa’ya iman edip onun şeriati ile amel edenlerdir, Sonra İsa’ya iman ettiler, Muhammed aleyhisselam gelinceye kadar onun şeriati ile amel ettiler. Bu Suddi’nin şeyhlerinden naklettiği görüşüdür.

Üçüncüsü: Onlar münafıklardır, bunu da Süfyan Sevri demiştir.

Dördüncüsü: Onlar İslâm’ı arayanlardır, meselâ Kus b. Saide, rahip Bahire, Varaka b. Nevfel ve Selman gibi.

Beşincisi: Onlar bu ümmetin mü’minleridir.

Yahudiler: Âyette geçen hâdu aslında Tevbe edenler demektir.

İbn Mes’ûd’dan şöyle rivayet edilmiştir: Onlara böyle denmesi Mûsa’nın

"hüdna ileyk” (sana döndük) (A’raf: 156); Hıristiyanlara da böyle denmesinin sebebi, İsa’nın

"men ensari ilallah” demesindendir. (Al-i İmran: 52) Onlara Nasrani denmesi İsa’nın konuk olduğu Nasıra köyünden dolayıdır, yahutta tenasur (yardımlaşma)larındandır, denilmiştir.

Sabiîlere gelince bu kelime Kur’ân’ın her yerinde hemze ile okunmuştur. Nâfi ise hiçbirini hemze ile okumazdı.

Zeccâc şöyle demiştir; Sabiîler, bir dinden başka dine geçenler demektir. Sabee fülanün denir ki, din değiştirdi demektir, sabeetin nucum da yıldızlar doğdu manasınadır.

Sabiîler hakkında da yedi görüş vardır:

Birincisi: Onlar Hıristiyanlardan bir cemaattir, daha yumuşak görüşleri vardır, onlar seyahat eder, başlarının ortasını kazırlar. Bu İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

İkincisi: Onlar Hıristiyanlarla mecusiler arasında bir kavimdir, dinleri yoktur, bunu da Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlar arasında bir kavimdir, bunu da Said b. Cübeyr demiştir.

Dördüncüsü: Onlar Mecusiler gibi bir kavimdir, bunu da Hasen ile Hakem demişlerdir.

Beşincisi: Onlar ehl-i kitaptan Zebur okuyan bir kavimdir, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Altıncısı: Onlar kıbleye dönerek namaz kılarlar, meleklere taparlar, Zebur okurlar, bunu da Katâde demiştir.

Yedincisi: Onlar yalnız lâilâhe illallah derler, onların ne ameli ne kitabı ne de peygamberi vardır. Bunu da İbn Zeyd demiştir.

"Kim iman ederse": îmanın tekrar zikredilmesi hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Mü'minlerle beraber bir bölük kâfir de zikredilince tekrar "kim imarı ederse” denilmiştir.

İkincisi: Mana, kim imanında durursa demektir.

Üçüncüsü: Birinci iman münafıkların îslamı söylemeleri, İkincisi de kalplerdeki itikattır.

"İyi bir iş yaparsa":

İbn Abbâs: Farzları yerine getirirse, demiştir.

Bu âyetler, muhkem midir yoksa mensuh mudur? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Muhkemdir, bunu Mücâhid, Dahhâk ve diğerleri demiş ve sözü şöyle takdir etmişlerdir: İman edenler, Yahudilerden iman edenler.

İkincisi: Bu âyet

"kim İslâm’dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz.” (Al-i İmran: 85) âyeti ile mensuhtur, bunu da bir grup müfessir demiştir.

63

Hani sizden kesin söz almış ve Tûr’u üzerinize kaldırmıştık. Biz de size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırlayın ki, günahlardan sakınasınız, demiştik.

Bu âyette hitap edilenler Yahudilerdir. Misak kelimesi mifal vezninde sözü yemin veya antlaşma veya ona benzer bir şeyle tekit etmektir.

Bu misak hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlardan Tevrattakilerle amel etme sözü alındı, onlarsa içindekileri ikrar etmek istemediler, bunun üzerine Tûr tepelerine kaldırıldı, bunu Mukâtil demiştir.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Tevrattakilerle amel edeceklerine dair Allah’a söz verdiler, Mûsa da onu getirip de içindeki ağır şeyleri görünce onu almaktan çekindiler, bunun üzerine Tûr tepelerine kaldırıldı.

İkincisi: Bu Allahü teâlâ’nın peygamber ve onlara tabi olanlardan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı aldığı sözdür, bunu da Zeccâc demiştir.

Üçüncüsü: Yine

Zeccâc: Bu misakın elestü bezminde (kalu belâ’da) Âdem’in zürriyetlerinden alınan söz olması da muhtemeldir, demiştir.

Tûr’u üzerinize kaldırdık: Ebû Ubade şöyle demiştir: Arapça’da tur dağ demektir.

İbn Kuteybe de, tur Süryanice’de dağ manasınadır, demiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Üzerinde bitki örtüsü olan dağ turdur, bitki örtüsü olmayan tur değildir.

O hangi dağdır? Bu hususta da üç görüş vardır:

Birincisi: Filistin’de bir dağdır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Eteğine kondukları bir dağdır, bunu da Katâde demiştir.

Üçüncüsü: Rabbinin Mûsa’ya tecelli ettiği dağdır, bunu da Mücâhid demiştir.

Ulemanın çoğunluğuna göre dağın üzerlerine kaldırılması Tevrat’ı kabul etmek istememelerinden dolayıdır.

Süddi de: Kutsal topraklara girmek istememelerinden dolayıdır, demiştir.

"Size verdiğimizi kuvvetle tutun": Kuvvet hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Ciddiyet ve çaba ile demektir. Bunu İbn Abbâs, Katâde ve Süddi demişlerdir.

İkincisi: İtâattir, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir. Üçüncüsü de: İçindekilerle amel etmektir, bunu da Mücâhid demiştir.

Dördüncüsü: Doğruluktur, bunu da İbn Zeyd demiştir.

İçindekini hatırlayın: Bunda da iki görüş vardır:

İçine aldığı sevap ve azabı hatırlayın, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Bunun manası, içindekini inceleyin demektir, bunu da Zeccâc demiştir.

"ki, korunasınız":

İbn Abbâs: Azaptan korunursunuz, demiştir.

64

Sonra bunun ardından yüz çevirdiniz. Eğer size Allah’ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, mutlaka ziyan edenlerden olurdunuz.

Sonra bunun ardından yüz çevirdiniz. Eğer size Allah’ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, mutlaka ziyan edenlerden olurdunuz: Sonra yüz çevirdiniz, onu muhkem tutacağınıza dair söz verdikten sonra içindekilerle amel etmekten yüz çevirdiniz. Eğer size Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, mutlaka azap çekerek ziyan edenlerden olurdunuz.

65

Yemin olsun, içinizden Cumartesi günü yasağını çiğneyenleri bilmiştiniz. Biz de onlara: "Sefil maymunlar olun” dedik,

Sebt (Cumartesi) belli bir gündür, bunu İbn Enbari demiştir. Sebt kelimesi Arapça’da kesmek manasınadır, kad sebete re’sehu denir ki, başını tıraş etti ve saçını kesti demektir. Na’l sibtiyye de akasya zamkı ile tabaklanmış ve kılı tıraş edilmiş ayakkabıdır. O güne sebt denmesi Allahü teâlâ’nın halkı o günde yaratmaya başlaması ve yeryüzünün bazı yaratıklarını onda kesmesinden (şekillendirmesinden) dolayıdır. Yahutta Allahü teâlâ İsrâil oğullarına o gün işi kesmelerini emrettiği içindir. Ona sebt denmesi, Allahü teâlâ’nın onlara o gün çalışmayıp istirahat etmelerini emretmesindendir, diyenler de vardır ki, yanlıştır. Çünkü Arapçada sebt kelimesinin istirahat manasına geldiği bilinmez.

Cumartesi günü yasağını çiğnemeleri hakkında da altı görüş vardır:

Birincisi: Onlar cumartesi günü balıkları tuttular, bunu Hasen ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Onları Cumartesi günü hapsettiler, Pazar günü de tuttular. Bunun için çukur kazar, onu bir kanalla denize bağlarlardı, Cumartesi günü olunca kanalı açarlardı. Allahü teâlâ ise onlara Cumartesi günü çalışmayı haram etmişti. Dalgalar balıkları çukura atar, balıklar çıkmak isterdi, fakat çıkamazdı, onlar da Pazar günü onları tutarlardı. Bunu Süddi demiştir.

SURET DEĞİŞTİRME KISSALARINA İŞARET

Osman b. Atâ’ babasından şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cumartesi yasağına uymayanlara üç ses edildi:

Ey kent halkı, denildi, büyük bir grup uyandı.

Sonra bir daha seslenildi; erkekler, kadınlar ve çocuklar uyandılar. Allah da onlara: Sefil maymunlar olun, dedi. Onları men edenler yanlarına girer:

"Ey falan, biz sizi men etmedik mi?” derler, onlar da başları ile evet, derlerdi.

Katâde şöyle demiştir: O kavim erkekli kadınlı insanlar iken uluyan kuyruklu maymunlar oldular.

Katâde’nin bir rivâyeti de şöyledir: Gençler maymun, ihtiyarlar da domuz oldular. Ancak onları men edenler kurtuldular, ötekileri helak oldular. Bir başkası da şöyle demiştir: Onlar yetmiş b. kadar idiler. Ulema bu görüştedir, ancak Mücâhid’ten, onların kalpleri değişti, bedenleri değişmedi dediği de rivayet edilmiştir. Bu ise uzak bir görüştür.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Onlar dünyada ancak üç gün yaşadılar, yeryüzünde şekli değişenler üç günden fazla yaşamadılar. Yemediler, içmediler, nesilleri devam etmedi.

Mukâtil ise onların yedi gün yaşadıklarını, sekizinci günde öldüklerini iddia etmiştir. Bu olay Dâvud aleyhisselam zamanında olmuştu.

Hasiîn: Hâsi’ lügatte kovulmuş demektir, köpeğe, ihse’ denir ki, defol, demektir.

66

Biz de onları öndekilere ve arkadakilere ibret verici bir ceza ve Allah'tan korkanlara bir öğüt yaptık.

Bundan ne kastedildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Hata ve günahtır, bunu Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Cezadır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Ha zamiri onların başına gelen suret değişikliğinden kinayedir.

Üçüncüsü: O kenttir, maksat kent halkıdır, bunu da Katâde ile

İbn Kuteybe demişlerdir.

Dördüncüsü: O suretleri değişen ümmettir, bunu da Kisâi ile Zeccâc demişlerdir.

Nekal üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Cezadır, bunu Mukâtil demiştir.

İkincisi: İbrettir, bunu da İbn Kuteybe ile Zeccâc demişlerdir.

"Öndekilere ve arkadakilere": Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Öndeki ve arkadaki kentlere, bunu İkrime, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Öndekiler günahlardır, arkadakiler de sonradan yaptıkları amellerdir. Bunu Atıyye, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Öndekiler isyan ettikleri senelerdir, arkadakiler de ondan sonra İsrâil oğullarının onlar gibi amel etmemeleridir, bunu Atıyye demiştir.

"Allah’tan korkanlar": Bunlar için de iki görüş vardır:

Birincisi: Kıyamet gününe kadar bütün Allah’tan korkanlardır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Bunlardan maksat Muhammed ümmetidir, bunu da Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiş, Atıyye ile Süfyan da böyle demişlerdir.

67

Hani Mûsa kavmine: "Şüphesiz Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar da;

"Bizi alaya mı alıyorsun?” demişlerdi. O da:

"Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım” demişti.

İnek Boğazlamalarının Sebebi

İbn Sîrin, Ubeyde'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: İsrâil oğullarında kısır bir adam vardı, çocuğu olmazdı, malı da çoktu. Miraşçısı da kardeşinin oğlu idi. Kardeşinin oğlu onu öldürdü, gece onu taşıdı, başka bir kabileye götürdü, onu onlardan bir adamın kapısına koydu. Sonra sabah olunca kanını istemeğe başladı, nihayet sİlâhlandılar, atlara binip birbirlerine gidip geldiler. Mûsa’ya da gelip durumu anlattılar, onlara bir inek boğazlamalarını buyurdu.

Süddi şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: İsrâil oğullarında bir adam vardı, onun da bir kızı ile bir de kardeşinin fakir bir oğlu vardı. Yeğeni kızını istedi, o da kabul etmedi. Yeğeni de kızdı ve: Allah’a yemin ederim ki, amcamı öldüreceğim, malını alacağım, kızını nikahlayacağım, diyetini de yiyeceğim, dedi. Amcasına geldi: İsrâil oğullarından bazı tüccarlar geldiler, beraber gidelim, benim için biraz mal alalım, belki kâr ederim, dedi. Amcası onunla çıktı. O kabileye varınca genç onu öldürdü, sonra da döndü. Sabah olunca amcasına geldi, nerede olduğunu bilmiyormuş gibi onu sordu, baktı ki, o kabile amcasının üzerinde toplanmışlar, onları tuttu ve: Amcamı siz öldürdünüz dedi ve ağlayıp sızlamağa, vah amcam, diye bağırmağa başladı.

Ebû’l - Âliyye diyor ki: Allah’tan açıklama yapmasını isteyen o katil idi. Başkası da Hayır, kabile toplanıp Mûsa’ya sordular, o da onlara bir inek kesmelerini emredince:

"Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler.

İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir ve Kisâi; henin, zenin zammesi ile hemzeli olarak hüzüen okumuşlardır. Hamze, İsmail, Halef - tercihli olarak - Ferrâ’ da Abdülvaris’ten rivayetle Mufaddal da, za’nın sükunu ile hüz’en okumuşlardır. Hafs da zamme ile hemzesiz okumuştur. Ebû Ali el - Farisi de Arapların başı zammalı olan bütün üç harflileri kimi ağır, kimi de hafif olarak okumuşlardır, demiştir, meselâ el - usr (usür) ve el - yüsr (yüsür) gibi.

"Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım": Neden alayı kabul etmedi? Çünkü alay eden cahildir, oynamaktadır. İşin Allah’tan olduğunu anlayınca:

68

Onlar da: "Rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın?” dediler. O da: şöyle dedi: O diyor ki:

"O ne çok yaşlı ne de körpe bir inektir; ikisi arasında dinç bir hayvandır". Artık size emredileni yerine getirin.

"Rabbine dua et, o nedir?” dediler.

Zeccâc şöyle demiştir: O nedir diye sormaları şunun içindir, çünkü onlar bir ineğin bir parçası ile vurulduğu zaman bir ölünün dirileceğini bilmiyorlardı.

Fârid: Yaşlı demektir, faradatil bakaratü fe hiye faridun denir ki, yaşlı inek demektir. Bikr ise henüz doğurmayan körpe demektir.

Avân da yaşlı ile körpe arası dinç demektir. Harbün avanün denir ki, ilk olmayıp ikinci olan savaşa denir.

69

Dediler: "Rabbine dua et de onun rengi ne imiş bize açıklasın". O da şöyle dedi: O diyor ki:

"O, bakanlara ferahlık veren sapsarı bir inektir".

Safra hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O sufretten gelir ki, belli sarı renktir, bunu İbn Abbâs, Katâde, İbn Zeyd, Kuteybe ve Zeccâc demişlerdir.

İkincisi: O siyahtır, bunu da Hasen Basri demiştir, bunu bir grup alim reddetmiştir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bu inek renkleri için yanlıştır; bu ancak deve sıfatı olur, meselâ bairün asfar denir ki, siyah demektir. Çünkü siyah deve sarıya çalar. Buna da fakıun levnüha işaret etmektedir. Araplar: Esved fakiun demez, ancak, esved halikün ve asfar fakiün, der.

Zeccâc da şöyle demiştir: Fakı’ aşırı sarıya sıfat olur, meselâ asfar fakı' (sapsarı), ahmar kani (kan rengi, kıpkırmızı), ahdar nadir (yemyeşil), ebyad yakak (bembeyaz), esved halik (simsiyah), helekuk, decuca. (kapkara) denir.

"Bakanlara ferahlık verir": Hoşlarına gider, demektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: O kavim zorlaştırdı, Allah da onlara zorlaştırdı.

70

Dediler: Rabbine bizim için dua et; o nedir, bize açıklasın; çünkü bizce bütün inekler birbirine benziyor. Ve biz, inşallah doğrusunu buluruz.

Ebû Hureyre radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Eğer İsrâil oğulları, inşallah demeselerdi, sonunda muratlarına eremezlerdi.

Muratlarına ermekte de iki görüş vardır:

Birincisi: İnşallah o ineği buluruz, demeleridir ki, bu çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: Katili buluruz demektir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

71

Mûsa dedi: O şöyle diyor:

"O, ne çifte koşulup toprağı süren ne de ekin sulayan bir inek değildir. Salmadır, onda alaca yoktur". İşte şimdi gerçeği getirdin, dediler. Onu boğazladılar. Neredeyse bunu yapmayacaklardı.

"O diyor ki: O ezilmiş bir inek değildir":

Katâde şöyle demiştir: Çifte koşularak ezilmiş değildir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Hayvanlar için: Dabbetün zelulun denir ki, çok ezilmiş demektir. İnsanlar için de recülün zelil denir ki, çok zilletli demektir.

"Toprağı sürer": İnek için müşire denir ki, çifte koşulan demektir.

Ferrâ’: Okurken zelul kelimesi üzerinde durma, çünkü mana, toprağı süren bir ezilmiş inek değildir, şeklindedir.

İbn Kasım da Ebû Hatim es - Sicistani’nin zelul üzerinde vakfı câiz gördüğünü hikaye etmiş, sonra onu ağır şekilde reddetmiştir. Sebep olarak da çifte koşulanın sulamada da kullanılacağım göstermiştir. Ne zaman çifte koşulursa ezilmiş olur. Ekin sulamaz demek de ekin sulamak için dolap çevirmez, demektir.

Müsellemetün (salma) demektir, bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Kusursuzdur, bunu İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye, Katâde ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: İş yapmaz demektir, bunu da Hasen ile

İbn Kuteybe demişlerdir.

Üçüncüsü: Alacası yoktur demektir, bunu da Mücâhid ile İbn Zeyd demişlerdir.

Dördüncüsü: Ayakları ve gövdesi sağlamdır, demektir, bunu da Atâ’ el - Horasani demiştir.

Şiye’ye gelince,

Zeccâc: Veşy lügatte bir rengin başka renge karışmasıdır, veşiytüs sevbe eşihi şiyeten ve veşyen denir ki, elbiseyi çeşitli renklere boyadım demektir, tıpkı vediytü fülanen edibi diyeten veznindedir ki, diyetini verdim manasınadır. Laşiyete fiha menfi bir kelâmdır, manası şöyle olur: Onda farklı renk yoktur. Atâ’ el - Horasani de: Tek renklidir, demiştir.

"Şimdi gerçeği getirdin": Buradaki el’âne, içinde bulunduğun vakit içindir, o iki zaman arasındaki sınırdır; geçmişin sonu ve geleceğin başıdır. Hakkı getirdin: Açıkladın demektir.

"Neredeyse yapmayacaklardı": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Pahalı olduğu için, bunu İbn Ka’b el - Kurazi demiştir.

İkincisi: Katili bulmakla skandal çıkacağından korktukları için, bunu da Vehb demiştir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: İneği bulmak için kırk sene aradılar, nihayet onu bir adamın yanında buldular, o da ancak derisi dolusu altına satmayı kabul etti. Bu; Mücâhid, İkrime, Ubeyde, Vehb, İbn Zeyd, Kelbî ve Mukâtil'in fiyat hakkındaki görüşleridir.

Fiyatın niçin yüksek olduğu hususunda da iki ihtimal vardır:

Birincisi: Onlar zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı.

İkincisi: Allah ineğin sahibine ikram etmek istedi. Çünkü o, ebeveynine muti birisi idi.

Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: İsrâil oğullarında babasına muti bir genç vardı, bir adam geldi ondan bir şey almak istedi, o da ona satmak için gitti. Dükkanın anahtarının babasının yanında olduğunu hatırladı, babası ise uyuyordu, onu uyandırmadı ve müşteriyi reddetti. Müşteri de fiyatı katladı, o da babasına döndü, onu uykuda buldu, müşteriye dönüp onu reddetti. Müşteri yine fiyatı katladı, bu birkaç kere tekerrür etti. Nihayet Allah ona babasına itâat ettiği için o ineği verdi.

Vehb b. Münebbih’ten uzun bir hadiste şöyle rivayet edilmiştir: Bir delikanlı ebeveynine çok iyi davranırdı, sırtında odun çeker, onu sattığı zaman üçte birini sadaka eder, üçte birini annesine verir, üçte birini de kendine bırakırdı. Annesi bir gün ona: Bana babandan bir inek kaldı, ben de onu Allah’ın ismiyle sürüde bıraktım. Sürüye gittiğin zaman onu İbrahim’in İlâhının ismiyle çağır, dedi. O da gitti, öyle çağırdı, inek de geldi; Allah ineği konuşturdu: Üzerime b., dedi. O da: Annem bana bunu söylemedi, dedi. O da: Ey annesine muti delikanlı, eğer üzerime binseydin, bana gücün yetmezdi, git, eğer dağa yerinden oynamasını emretsen annene iyilik ettiğin için yerinden oynar, dedi. İneği annesine getirince annesi: Onu benim rızam ile üç yüz dinara sat, dedi. Allah bir melek gönderdi:

"Bunu kaça satıyorsun?” dedi. O da: Annemin rızası ile üç yüz dinara, dedi. O da: Al sana altı yüz dinar, annene danışma, dedi. O da kabul etmedi. Annesine dönüp durumu anlattı. O da: Rızam ile altı yüz dinara sat, dedi. Melek geldi: On iki b. dinar al, annene danışma, dedi. O da kabul etmedi ve annesine dönüp durumu haber verdi. O da; Evladım, o melektir, kaça satmamı emredersin diye sor, dedi. O da ona gelip bunu dedi. O da: Ey delikanlı, senin bu ineğini İmran oğlu Mûsa, İsrâil oğullarında öldürülecek bir ölüden dolayı satın alacak, dedi.

72

Hani siz bir adam öldürmüştünüz de o hususta alışmıştınız, Allah ise gizlediğiniz şeyi açığa çıkaracaktır.

"Hani siz bir adam öldürmüştünüz": Bu âyet okunmada sonra ise de manada öncedir; çünkü ineğin kesilme emrindeki sebep adamın öldürülmesidir; buna göre sözün takdiri şöyle olur: Hani siz bir adam öldürmüş de o hususta tartışmış ve Mûsa’dan sormuştunuz, o da: Şüphesiz Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor, demişti. Bunun bir benzeri de şu ayettir:

"Allah onda (Kur’ân’da) eğrilik kılmadı, doğru (kıldı).” (Kehf: 1) Şunu kastediyor: Kitabı doğru olarak indirdi, ona eğrilik koymadı. Böylece başa geleni sona bırakmış, sona geleni de başa almış oldu. Çünkü bu, Arapların adetlerindendir. Şair Ferezdak şöyle demiştir:

Ferezdak yuvarlak ve sert bir kayadır;

Uzadı, ona yetişemez dağkeçileri.

Maksat: Dağkeçilerinden yüksektir demek istiyor.

Şair Cerir de şöyle demiştir:

Hayal dolaştı, senden, ara sıra

Artık dön ziyaretçilerini selamla.

Hayal ara sıra dolaştı demek istiyor.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Asi kavimden hayırlıdır, şefleri,

Ey kavmim, utanın, dedi, oturan kadınlardan.

Yani: Oturan kadınlar asi kavimden daha hayırlıdır, bundan utanın demek istiyor.

İddare’tüm kelimesinin manası tartıştınız demektir, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir.

Zeccâc da: İtiştiniz kakıştınız manasınadır, demiştir. Dere’tü fülanen denir ki, ittim demektir. Dareytuha da müdara ettim, ona yumuşak davrandım demektir. Dereytuhu da dolandırdım demektir. Onda te dala idgam olunmuştur, çünkü mahreçleri aynıdır.

Gizlediklere şey de maktulün durumudur.

73

Biz de: Ona bir parçası ile vurun, dedik. İşte Allah ölüleri de böyle diriltir ve belki aklınızı başınıza alırsınız diye size âyetlerini gösterir.

İneği kırk yıl aradılar diyenler, bir parçasını kabrine vurdular; böyle demeyenler de, defnetmeden önce vücuduna vurdular, demişlerdir.

Vurdukları parça üzerinde de altı görüş beyan edilmiştir:

Birincisi: Kıkırdağa yakın bir kemikle vurdular, bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ebû Süleyman Dımeşki de: O kemik kulak kökü kemiğidir, demiştir. Bazıları da kimin o kemiği kırılırsa asla yaşamaz demişlerdir.

Zeccâc da: Kulaktaki kıkırdaktır, o kulak memesinin üzerindeki kepçedir, kulak küpesinin asıldığı yerdir, demiştir. İki kulağın arkasındaki yüksekçe kemiklere de haşşavan, haşaşavan denir ki, tekili huşşa’ ve huşuşa’dır (kulak tozu).

İkincisi: Ona ineğin uyluğu ile vuruldu, bu da yine İbn Abbâs, İkrime, Mücâhid ve Katâde’den rivayet edilmiştir. İkrime ile Mücâhid onun sağ uyluk olduğunu söylemişlerdir.

Üçüncüsü: O kuyruktur, bunu da Leys, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Beşincisi: O kuyruk sokumudur, bu bedenin dayandığı ve ondan bittiği kemiktir, Said b. Cübeyr’den rivayet edilmiştir.

Altıncısı: O dildir, bunu da Dahhâk demiştir.

Sözde kısaltma vardır, takdiri şöyledir: Biz: Ona bir parçası ile vurun ki, dirilsin, dedik. Onlar da vurunca dirildi, ayağa kalkıp katilini haber verdi.

Katil hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Kardeşinin oğullarıdır, bunu Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Amcasının iki oğludur, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu iki görüş katilin birden çok olduğunu gösterir.

Üçüncüsü: Kardeşinin oğludur, bunu da Süddi - şeyhlerinden - ve Ubeyde demişlerdir.

Dördüncüsü: Kardeşidir, bunu da Abdurrahman b. Zeyd demiştir.

"İşte Allah ölüleri de böyle diriltir": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, Mûsa kavmine hitaptır.

İkincisi: Kureyş müşriklerinedir. Onlar öldükten sonra dirilmeyi inkâr edince, ehl-i kitaba uygun bir cevap verdi.

Ebû Ubeyde: Âyetleri, acayipleridir, demiştir.

74

Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı; artık onlar taş gibidir, hatta daha da katıdır, Çünkü taşlardan öylesi vardır ki, ondan nehirler fışkırır ve onlardan öyleleri de vardır ki, çatlar da ondan su çıkar. Yine onlardan öyleleri vardır ki, Allah korkusundan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduğunuz şeylerden gafil değildir.

"Sonra kalpleriniz katılaştı": İbrahim b. Seriyy şöyle demiştir: Kaset, lügatte kalınlaşmak, kurumak manasınadır. Kalbin katılaşması da ondaki yumuşaklığın, rahmetin ve huşuun gitmesidir. Kasi ile asi çok sert demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Kaset, aset, atet birdir, kurumak manasınadır.

Burada (za ile) işaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bütün İsrâil oğullarıdır.

İkincisi: Katildir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onu öldürenler, maktul katilin ismini verince: Vallahi biz öldürmedik, dediler.

Zalike’nin kâf'i hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Ölülerin diriltilmesine işarettir, o zaman hitap bütün İsrâil oğullarına olur.

İkincisi: Maktulün sözünedir, o zaman hitap katile olur, bu ikisini müfessirler demişlerdir.

Üçüncüsü: Âyetlerde geçen maymunlara ve domuzlara çevrilme, dağın kaldırılması, suyun fışkırması ve maktulün diriltilmesidir, bunu da Zeccâc demiştir.

"Ev” edatı hakkında da birtakım görüşler vardır, bunlar da ev kesayyibin’de geçenlerle aynıdır.

"Taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan nehirler fışkırır":

Mücâhid şöyle demiştir: Suyun fışkırdığı, çatlayıp da içinden su çıkan veya dağ başından yuvarlanan her taş bunu Allah’ın korkusundan yapar.

75

Size inanmalarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir grup Allah kelâmını dinler, sonra da onu kavramalarının ardından bilerek değiştirirlerdi.

"Size inanmalarını mı umuyorsunuz?":

Bu âyette muhatapların kimler olduğu hususunda üç görüş vardır:

Birincisi: O özellikle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’dir, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil demiştir.

İkincisi: Onlar mü'minlerdir, takdiri şöyledir: Peygamberinizi tasdik edeceklerini mi umuyorsunuz? Bunu da Ebû’l - Âliyye ile Katâde demiştir.

Üçüncüsü: Onlar ensardır, çünkü onlar Müslüman olunca Yahudilerin de Müslüman olmalarını istediler, çünkü sütkardeş idiler, bunu da Nakkaş demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Efetetmaunedeki elif haber alma elifidir, sanki onların imanından ümit kesmiş gibi olurlar.

Allah’ın kelâmını dinlemelerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Tevrat’ı okudular, sonra da onu değiştirdiler, bu Mücâhid, Süddi ve diğerlerinin görüşüdür. Bu durumda Allah'ın kelâmını dinlemeleri peygamberlerin tebliği ile değiştirmeleri de içindekileri bozmaları ile olur.

İkincisi: Onlar Mûsa’nın seçtiği yetmiş kişidir, Allah’ın kelâmını Tûr dağının yanında doğrudan dinlediler. Kavimlerine gelip: Mûsa bize şöyle şöyle dedi, sonunda da: Eğer sizi men ettiğim şeyleri terk etmeye gücünüz yetmezse elinizden geldiği kadarını yapın, dedi dediler. Bu da Mukâtil'in görüşüdür ki, doğru olan birincisidir. Bazı ilim adamlan bu görüşü şiddetle reddettiler, onlardan biri de Nevadirü'l - Usul kitabının sahibi Tirmizî’dir ki, şöyle demiştir: Allah ile özel olarak konuşan bir tek Mûsa’dır. O zaman diğerlerinden ne fark kalır? Tirmizî, bunları Kelbî’nin rivayet ettiği şeylerden saydı, o yalancı biri idi.

Kavramak da dinleyip anlamak manasınadır.

Bilerek: İfadesinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar onu değiştirdiklerini biliyorlardı.

İkincisi: Onlar onu değiştirmenin azabını biliyorlardı.

76

İman edenlerle karşılaştıkları zaman: Biz de iman ettik, derler. Kimileri kimileri ile baş başa kaldıkları zaman da:

"Allah’ın size açtıklarını Rabbinizin yanında aleyhinize delil olarak ileri sürmeleri için mi söylüyorsunuz? Aklınız ermiyor mu?” derler.

"İman edenlerle karşılaştıklan zaman": Bu âyet, bir grup Yahudi hakkında indi, bunlar Peygamber ve mü’minlerle karşılaştıkları zaman: Biz de iman ettik, derler, birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman da:

"Allah’ın size bildirdiklerini onlara mı söylüyorsunuz?” derlerdi. Bu; İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye, Mücâhid, Katâde, Atâ’ el - Horasani, İbn Zeyd ve Mukâtil'in görüşleridir.

"Allah’ın size açtıklarını": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Size verdiği hükümleri demektir. Açmak hüküm vermektir,

"Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında hüküm ver.” (A’raf: 89) âyeti de böyledir. Süddi, şeyhlerinden rivayetle şöyle demiştir: Yahudilerden birtakım insanlar iman etmişlerdi, bunlar ne için azaba duçar olduklarını mü’minlere anlatırlardı. Birbirlerine: Allah’ın size açtığı azabı onlara mı söylüyorsunuz? Sonra, biz Allah nazarında sizden daha sevgiliyiz, sizden daha kıymetliyiz, dediler.

İkincisi: Bunun manası, Allah’ın size öğrettiklerini demektir. İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye ve

Katâde şöyle demişlerdir: Allah’ın onlara açtığı şey, Tevrat’ta Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatları ile ilgili şeylerdir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Müslüman, Yahudi müttefiğine veya sütkardeşine rastlar, ona: "Siz kitabınızda Muhammed’i görüyor musunuz?” derdi. Onlar da: Evet, o, gerçek peygamberdir, derlerdi. Ka’b b. el - Eşref ve diğerleri bunu işittiler, Yahudilere gizlice:

"Allah’ın size açtıklarını yani Tevrat’ta Muhammed’le ilgili indirdiği şeyleri onlara mı anlatıyorsunuz? Onun peygamber olduğunu itiraf etmekle Rabbinizin katında sizinle tartışmalarını mı istiyorsunuz? Bunun aleyhinize bir delil olduğunu bilmiyor musunuz?” dediler.

"Rabbinizin katında": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Rabbinizin verdiği hükümde demektir, meselâ

"onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir” (Nûr: 13) âyetinde olduğu gibi.

İkincisi: Bundan kıyamet gününü kastetmiştir.

77

Allah’ın onların gizlediklerini ve açıkladıklarını bildiğini bilmiyorlar mı?

78

Onlardan kimileri ümmidir; bazı kuruntulardan başka kitabı bilmezler. Onlar yalnız zanda bulunurlar.

"Onlardan kimileri ümmidir": Yani Yahudilerden. Ümmi okuyup yazması olmayan demektir. Bunu Mücâhid demiştir.

Ona ümmi denilmesi hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Çünkü o yaratıldığı gibi kalmış yazı öğrenmemiştir, o cibilletinin üzerinde durmaktadır, bunu Zeccâc demiştir.

İkincisi: O anasına nispet edilmiştir, çünkü yazma erkeklerde idi, kadınlarda değildi. Şöyle de denilmiştir: Çünkü o anasından doğduğu gibi durmaktadır.

"Kitabı bilmezler":

Katâde: Onda olan şeyleri bilmezler, demiştir.

"Bazı kuruntulardan başka": Cumhûr buradaki emaniy kelimesini ye’nin şeddesi ile okurlar; Hasen ile Ebû Cafer de ye’yi şeddesiz okurlar.

"Bütün emanileri odur” (Bakara: 111);

"ne sizin ne de ehl-i kitabın emanisi değildir” (Nisa: 123);

"onun ümniyyesinde” (Hac: 52),

"sizi emaniler aldattı” (Hadid: 14) âyetlerinde emanihim kelimesinde ye şeddesiz ve he kesre iledir. Emaniyye’nin ye’” sîn

“ in fethalı olduğunda ise ihtilaf yoktur.

Bu Kelâmın manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar yalanlardır, demektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bazı emanilerden (kuruntulardan) başka: Ağızlarıyla söyledikleri bazı yalan sözden başka. Bu Mücâhid’in de görüşüdür, Ferrâ’’nın da tercihidir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bir Arap henüz sakalı çıkan oğluna:

"Ehaza şeyün reveytehu em şeyün temenneytehu demiştir ki, bu, rivayet ettiğin mi veya uydurduğun bir söz mü?” demiştir.

İkincisi: Emani okumak manasınadır, o zaman: Kitabı anlamazlar, sadece kendilerine okunanı dinlemekle yetinirler demek olur. Şair şöyle demiştir:

Allah’ın kitabını ilk gecede okudu,

Dâvud’un Zebur’unu da ağır ağır akudu.

Bu, Kisâi ile Zeccâc’ın görüşüdür.

Üçüncüsü: Onlar Allah’tan temenni ettikleri şeylerdir, bunu da Katâde demiştir.

"Onlar yalnız zanda bulunurlar":

Mukâtil: Yakin üzerinde değiller; reisleri yalan söylese de doğru söylese de ona tabi olurlar, demiştir.

79

Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onunla az bir paha almaları için, bu, Allah katındandır, diyenlere yazıklar olsun. Elleriyle yazdıkları şeyden dolayı onlara yazıklar olsun ve kazandıkları şeyden dolayı da onlara yazıklar olsun.

Bu âyet, Tevrat’ı değiştirip ve içindeki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatlarını kaldıran ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur. Bu İbn Abbâs, Katâde, İbn Zeyd ve Süfyan’ın görüşleridir. Yazıklar olsun diye tercüme edilen veyl kelimesine gelince, Ebû Said el - Hudri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Veyl; cehennemde bir deredir ki, ona kâfir yuvarlanır da yetmiş yıldan önce dibine varamaz. 6

Zeccâc da şöyle demiştir:

6 - Tirmizî, Tefsirü sûre 21, bab 1; Ahmed, Müsned, 3/75.

Veyl Arapların tehlikeye düşen herkes için dediği ve kullandığı bir kelimedir. Aslı lügatte azap ve helak manasınadır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Veyl'in manası azabın meşakkati demektir. Aslının: Vey lifülanin’den geldiği söylenir ki, filan üzüldü demektir. İki harf halinde çok kullanılınca lâm vava bitiştirilip bir kelime oldu. Sonra da fülanın başına bir lâm getirildi. Ferrâ’’nın tercihi budur. Burada kitap da Tevrat’tır. Eller kelimesi ise tekit için getirilmiştir. Az paha da: Fani dünyalıklardır.

Kazandıkları şeyler: Bu hususta da iki görüş vardır:

Birincisi: Yazdıklarına karşılık olarak aldıklarıdır.

İkincisi: Yaptıkları işlerin günahıdır.

80

Dediler ki: Bize ateş ancak sayılı günlerde dokunur. De ki: Allah katında bir söz mü aldınız? Ki, Allah asla sözünden caymaz. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?

Dediler ki: Bize ateş ancak sayılı günlerde dokunur: Bunlar Yahudilerdir. Bu günlerle ne kastettikleri hususunda da iki görüş vardır:

Birinci görüş: Onlar kırk günü kastetmişlerdir, bunu İbn Abbâs, İkrime, Ebû’l - Âliyye, Katâde ve Süddi demişlerdir.

Neden kırk olarak takdir ettiler? Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar şöyle dediler: Cehennemin iki ucu arasında kırk senelik yol vardır, biz de her yıllık mesafeyi bir günde katederiz, sonra da azap biter, cehennem de yok olur. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Onlar şöyle dediler: Rabbimiz bir hususta bizi azarladı; bize kırk gün azap edeceğine yemin etti. Sonra da bizi cennete koyacaktır. Bu nedenle bize ateş, yemini yerine gelsin diye ancak kırk gün dokunacaktır. Bu görüş Hasen ile Ebû’l -Âliyye'ye aittir.

Üçüncüsü: Bu sayı buzağıya taptıkları günlerin karşılığıdır, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkinci görüş: Bu sayılı günler yedidir, zira onlara göre dünyanın ömrü yedi b. yıldır, insanlar her bin sene için bir dünya günü azap görecekler, sonra azap kesilecek. Bunu da İbn Abbâs demiştir.

"De ki: Allah katından söz mü aldınız?": Yani Allah size ancak bu kadar azap edeceğine dair söz mü verdi?

81

Hayır, kim bir kötülük kazanır ve suçu onu kuşatırsa, işte onlar cehennemin dostlarıdır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

"Hayır, kim bir kötülük kazanır": Belâ (hayır), naam (evet) gibidir, ancak belâ olumsuza cevap, naam ise olumluya cevap içindir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bir adam arkadaşına: Maleke aleyye şeyün der de, ötekisi de, naam derse, onda bir şeyi olmadığını tasdik etmiş olur. Eğer belâ (hayır) derse, sözünü reddetmiş olur.

İbn Enbari şöyle demiştir: Neden belâ inkârda kullanılmıştır? Çünkü o inkârdan kabule dönmek içindir, o bel gibidir, bel ise inkârdan sonra gelir. Meselâ, makame ehuke, bel ebuke denir. Bir adam bir adama:

"Ela tekumu?” dese, o da belâ dese, kalkacağım demek olur. Bel’e elifin ilâve edilip de belâ denmesi üzerinde vakfın daha güzel olması içindir. Çünkü bel diye vakfederse, daha konuşacağı akla gelir, onun için mutahataptan bu kuruntuyu kaldırmak maksadıyla elif ilâve edilmiştir.

Belâ men kesebe seyyieten, bel men kesebe seyyieten manasınadır.

Zeccâc şöyle demiştir: Belâ, onların: Bize ateş ancak belli günlerde dokunur iddialarını ret içindir. Burada kötülük; İbn Abbâs, İkrime, Ebû Vâil, Ebû’l - Âliyye, Mücâhid, Katâde ve Mukâtil’e göre şirk manasınadır.

"Suçu onu kuşatırsa": Sararsa, çevrelerse demektir. Nâfi, cemi sigasıyla hatîâtuhu okumuştur.

İkrime de: Tevbe etmeden ölürse demiştir.

Ebû Vâil de: Hatîe şirkin sıfatıdır, demiştir.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Mana ya şöyle olur: Kötülüğü iyiliğini kuşatırsa, yani onu yok ederse, çünkü kuşatan kuşatılandan daha çoktur. O zaman şu âyetler gibi olur:

"Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatıcıdır” (Tevbe: 49);

"duvarları onları kuşattı.” (Kehf: 29) Yahutta kuşatmanın manası helak etti olur, meselâ

"meğer ki, kuşatılasınız (helak olasınız)” (Yûsuf: 66) âyetinde olduğu gibi.

82

İman edip iyi ameller işleyenler ise, işte onlar cennetin dostlarıdır. Onlar da orada ebedi kalacaklardır.

83

Hani İsrâil oğullarından:

"Allah’tan başkasına ibadet etmeyin; anaya babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik edin, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” diye kesin söz almıştık. Sonra içinizden pek azı hariç yüz çevirerek arka döndünüz.

Hani İsrâil oğullarından kesin söz almıştık: Bu kesin söz onlardan Tevrat’ta alınmıştır.

Lata büdune; Âsım, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, hitap sigası ile te îi okumuşlar; İbn Kesir, Hamze ve Kisâi de, onlardan haber manasına ye ile okumuşlardır.

"Anaya babaya iyilik": Yani babalarına ve atalarına hayır yapmalarını tavsiye ettik.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Araplar: Usiyke bihi hayren derler ki, manası, âmuruke en tefale bihi hayren (ona iyilik etmeni emrederim) demektir. Sonra

"en” atıldı, hayır kelimesi vasiyet ve emre bitişti. Şair de şöyle demiştir:

Dehma’ya şaştım, bizi şikayet ederken,

Dehma’nın babasından şaştım, bize vasiyet ederken,

Ona iyilik etmemizi, sanki biz ona haksızlık etmişiz!

Ana babaya iyilik, onlara itâat etmektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Elbiseni silkme, sonra onlara tozu gider. Hazret-i Âişe de şöyle demiştir: Babasına sert bakan ona isyan etmiştir. Urve de şöyle demiştir: Onların sevdiği hiçbir şeyi onlardan esirgeme!

Akrabalara: Yani onlara sıla-i rahim yapan diye vasiyet ettik.

Yetama (yetimler) kelimesi ise çoğul olup tekili yetimdir.

Esmaî şöyle demiştir: İnsanlarda yetim babası olmayandır, insanlardan başkasında ise anası olmayandır.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

Sa’leb şöyle dedi: Arapça’da yetm kelimesi teklik anlamındadır, çocuğa yetim denmesi de babasından ayrı kaldığı içindir. Bize şöyle bir şiir okudular:

Ey Fatıme, ben öleceğim, bunu iyi bil,

Telaş etme, bütün kadınlar yetimdir.

Şöyle demiştir: Bu beyitte yetim ve yeim şeklinde iki rivayet vardır. Ye ile yetim diyen, bütün kadınlar zayıftır, yalnızdır, demek istemiştir. Yeim rivayet eden de: Bütün kadınların kocalan ölür demek istemiştir. Ve şöyle demiştir: Bize İbnu’l-A’râbî şöyle bir beyt okudu:

Üç sevgi vardır: İlişki sevgisi,

Yağcılık sevgisi ve ölümüne sevgi.

Sa’leb diyor ki: Bize daha fazla söyle dedik, o da: Ev yetimdir, yani yalnızdır dedi. Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den şöyle okudum, dedi ki: Bir çocuk buluğ çağına varınca artık ona yetim denmez. Fi’lin çekimi şöyledir: Yetüme yeytümü yütrnen ve yetemen, yetimin çoğulu da yetama ve eytam gelir. Araplara göre her yalnız erkek yetim ve her yalnız kadın yetimedir. Demiştir ki: Yütm kelimesi aslında gaflet manasınadır, yetime böyle denmesi, iyiliğinden gafil kalınmasındandır. Kadın da evlenmediği sürece yetimedir, evlendiği zaman ona artık yetim denmez. Ondan yetimlik hiçbir zaman gitmez diyenler de olmuştur. Ebû Amr da şöyle demiştir: Yetm gecikmek manasınadır, yetim de bundan alınmıştır, çünkü ona iyilik gecikir. Miskinlere (yoksullara): Mesakin de miskinin çoğuludur, bu da sükundan alınmıştır, sanki fakirlik onu sükuna itmiştir.

"Kûlû lin-nâsi hüsnen": İbn Kesir, Ebû Amr, Nâfi, Âsım ve İbn Âmir ha’nın zammesi ve hafif olarak (sin'in sükunu ile) hüsnen; Hamze ile Kisâi de, hanın fethi ve ağır olarak (hareke ile) hasenen okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim hüsnen okursa, hasenen okumak da câizdir, meselâ buhl ve bahal, rüşd ve reşed gibi. Bu, isimlerde olduğu gibi sıfatlarda da gelmiştir, baksanıza, onlar: Urb ve arab derler. Hüsn’ün küfr, şükr ve şıığl gibi mas dar olması da câizdir. Muzafı hazfedilmiştir, sanki kulu lehu kavlen za husnin demiş gibi olur. Kim de hasenen okursa takdiri şöyle olur: Kulu linnasi kavlen hasenen, o zaman mevsuf hazfedilmiş olur.

Bununla kim muhatap olduğu hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar Yahudilerdir, bunu İbn Abbâs, İbn Cübeyr, İbn Cüreyc demiştir. Manası da: Peygamberin sıfatını tasdik ve beyan edin demek olur.

İkincisi: Onlar Muhammed ümmetidir. Ebû’l-Âliyye de: insanlara iyi konuşun demiştir. Muhammed b. Ali b. el - Hüseyn de: Onlarla size demelerim istediğiniz sözlerle konuşun, demiştir. Bir topluluk da şöyle demiştir: Bundan maksat kâfirleri İslâm’a davet ederken onlara toleranslı davranmaktır. Buna göre bu âyet, kılıç âyeti ile neshedilmiş olur.

"Sonra yüz çevirdiniz": Ancak içinizden pek azı hariç: Bunlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Tevrat’ı değiştirmeyen ilkleridir.

İkincisi: Onlar kendi zamanında Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman edenlerdir.

84

Hani kanlarınızı akıtmayın, kendinizi yurtlarınızdan çıkarmayın diye kesin söz almıştık. Sonra şahitlik edip durduğunuz halde bunu inkâr ettiniz.

"Hani kanlarınızı akıtmayın diye sizden kesin söz almıştık": Yani kiminiz kiminizin kanını akıtmasın, bazınız bazınızı yurdundan çıkarmasın diye.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Sonra o gün sözü ikrar ettiniz, bugün ise ona şahitlik ediyorsunuz. Buna göre ikrar, geçmişlerine yönelik, şahitlik de yerlerine geçeceklere yöneliktir. Sonra sizler o kişilersiniz ki, kendilerinizi öldürüyorsunuz: Yani bazınız bazınızı öldürüyor. Süddi, şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: Kurayzalılar Evslilerin müttefiği idi, Nadiyrler de Hazrec’in müttefıği idiler. Onlar Semir savaşında çarpışıyorlardı; Kurayza oğulları müttefikleri ile Nadiyr ve müttefiklerine karşı savaşırlardı. Nadiyrler de Kurayzalılara ve müttefiklerine karşı savaşırlardı. Onları mağlup eder, yurtlarını harap eder ve oradan çıkarırlardı. Bir adam her iki gruptan esir aldığı zaman, onun için mal toplar, fidyesini verirlerdi. Araplar da onları ayıplar ve:

"Onlarla nasıl savaşıyor ve fidyesini veriyorsunuz?” derlerdi. Onlar da: Biz fidye vermekle emrolunduk, onları öldürmek bize haram kılındı, derlerdi. Araplar da: "öyleyse onlarla niçin savaşıyorsunuz?” derlerdi, onlar da: Müttefiklerimizin hor olmalarından utanıyoruz, derlerdi. İşte Allahü teâlâ onları ayıpladı ve:

85

Sonra sizler o kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürüyor ve içinizden bir grubu onlara karşı günah ve düşmanlıkla tezahürat ederek yurtlarından çıkarıyorsunuz. Size esir olarak gelirlerse onlarla fidyeleşiyorsunuz. Halbuki onların çıkarılması size haram edilmiştir. Kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmına inanmıyor musunuz? İçinizden bunu yapanların cezası dünya hayatında rüsvaylıktan başkası değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine döndürülürler. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

"Sonra sizler öyle kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürüyor ve bir bölüğü yurtlarından çıkarıyorsunuz... Siz kitabın bir kısmına inanıyor ve bir kısmına inanmıyor musunuz?” dedi. Bir kısmına inanmaları esirlerin fidyelerini vermeleridir, inanmamaları da, birbirlerini öldürmeleridir.

"Tezaherûne": Âsım ile Kisâi: Tezaherune, Tahrim suresinde (âyet: 4): Tezahera şeklinde zı'yı şeddesiz; İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir de, zı’nın şeddesi ve elifle okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim zı’nın şeddesi ile tezzaherune okursa, teyi zıya idgam eder, çünkü mahreçleri yakındır, o nedenle idgamla hafiflemiş olur. Kim de şeddesiz olarak tazaherune okursa, ötekilerin idgam ettiği teyi atar, böylece hazfle hafiflemiş olur. İbn Kesir’in idgam ettiği te, işte o, Âsım’ın hazfettiği te'dir. Hasen ile Ebû Cafer’den de zının şeddesi ve elifsiz olarak tezzaherune okudukları rivayet edilmiştir. Tezahürat ise yardımlaşmaktır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bunun aslı zahr (sırt) dan gelir, sanki tazahürat biribirine sırt verme gibi olur, kuvvet kazanırlar, birbirlerine dayanırlar.

Mukâtil de: îsm günah manasına, udvan da zulümdür, demiştir.

"Size esir olarak gelirlerse onlarla fidyeleşirsiniz": Esir lâfzının aslı bağlamaktır. İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir üs ara, A’meş ile Hamze de esra okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar esiri üs ara, Necidliler de çoğunlukla esra olarak cemilerler. Beriki Arapçada daha kaliteli olandır. Çünkü şunun gibi olur: Cerih ve cerha, sari’ ve sar’a. Esmaî, Ebû Amr’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Üsara elleri bağlı olandır, esra ise ellerinde olmakla beraber bağlı olmayandır.

Zeccâc şöyle demiştir: Fa’lâ vezni insanların bedenen ve aklen maraz kaldıkları her şey için kullanılır, meselâ halik ve helkâ, nıarîd ve marda, ahmak ve hamka, sekran ve sekra derler. Kim üsara okursa cem’i cem etmiş olur: Esir - esra - üsara, der, son kelime cem’in cim’i olmuş olur.

"Tüfaduhum": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, tefduhum; Nâfi, Âsım ve Kisâi de elifle tüfaduhum okumuşlardır. Müfadat bir şey verip yerine başka bir şey almaktır.

"Kitabın bir kısmına mı inanıyorsunuz?": Bu, esirleri salıvermektir.

"Bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?": Bu da yurttan çıkarmak ve öldürmektir.

Mücâhid şöyle demiştir: Başkasının elindekinin fidyesini verir ve onu bizzat sen öldürürsün, demiştir.

Rüsvayliğin ne manaya geldiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Cizyedir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Kurayzalılamı öldürülüp Nadiyrlilerin sürülmesidir, bunu da Mukâtil demiştir.

86

İşte onlar o kimselerdir ki, ahirete karşılık dünya hayatım satın almışlardır. Artık onların azabı hafifletilmez ve onlara yardım da edilmez.

"işte onlar o kimselerdir ki, ahirete karşılık dünya hayatını satın almışlardır":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar Yahudilerdir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Onlar ahiretlerini dünya matahına satanlardır.

87

Yemin olsun ki, Mûsa’ya kitabı verdik ve ondan sonra peygamberleri birbirinin ardından gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da mucizeler verdik ve onu Ruhu’l - Kuds ile destekledik. Demek ne zaman size bir peygamber hoşunuza gitmeyen bir şey getirirse, kibirlenmek isteyeceksiniz. Kimilerini yalanladınız, kimilerini de öldürüyorsunuz.

"Mûsa’ya kitabı verdik": Maksat Tevrat'tır. Kaffeyna: Arkadan göndermek manasınadır. İbn Kuteybe, bunun kafa’dan geldiğini söylemiştir. Kafevtürrecüle denir ki, arkasından gittim demektir. Beyyinat ise açık mucizelerdir, meselâ gözsüzü ve alaca hastalığını iyi etmek gibi. Eyyednahü de: Takviye ettik, destekledik, demektir. Eyd kuvvet manasınadır.

Ruhu’l - Kuds üzerinde üç görüş vardır:

Birincisi: Cebrâil’dir, kuds temizlik manasınadır. Bu, İbn Abbâs, Katâde, Dahhâk, Süddi ve diğerlerinin görüşüdür. İbn Kesir: Dal’ın sükunu ile ruhul kuds okurdu.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Harekeli de sükun da iki güzel lügattir, meselâ: Unuk ve unk, tunub ve tunb denildiği gibi.

Onunla desteklenmesi hakkında da üç görüş vardır, bunları da Zeccâc söylemiştir:

Birincisi: Onunla desteklenmiştir ki, delilini ve din işlerini açığa çıkarsın.

İkincisi: Kendini öldürmek isteyen İsrâil oğullarını def etsin.

Üçüncüsü: Bütün hallerinde onunla desteklenmiştir.

İkincisi: O, okuyarak ölüleri dirilttiği isimdir, bunu Dahhâk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: İncil’dir, bunu İbn Zeyd demiştir:

88

Kalplerimiz perdelidir, dediler. Bilakis küfürleri yüzünden Allah onlara lânet etmiştir. Ne kadar da az iman ediyorlar.

"Kalplerimiz perdelidir (kulûbuna gulf), dediler": Cumhûr-ı kurra lâm’ın sükunu ile okudular, içlerinde Hasen’in de olduğu bir grup ile İbn Muhaysın da zammı ile okudular.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kim lâm’ın sükunu ile ğulf okursa manası, kılıflıdır, demektir. Sanki onlar kalplerimiz kapların içindedir demiş olurlar. Kim de “Lâm” ın zammı ile ğuluf okursa o da ğilafın çoğuludur, sanki, kalplerimiz ilimlerin kaplarıdır demiş olurlar. İlimlerin kapları olduğu halde neden anlamıyorlar? Birinciye göre ondan (Mûsa’nın sözünden) yüz çevirdiklerini kastediyorlar, sanki bir şey anlamıyoruz, diyorlar. İkinciye göre de, eğer sözün hak olsa idi onu kalplerimiz kabul ederdi, diyorlar.

Ne de az iman ediyorlar: Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlardan iman edenler azdır, bunu İbn Abbâs ile Katâde demişlerdir.

İkincisi:

Mana şöyledir: İnandıkları şey azdır. Ma’mer de şöyle demiştir: Ellerindeki şeylerin azına iman eder, çoğunu inkâr ederler.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Ne aza ne de çoğa iman ederler. Bunu da İbn Enbari demiştir. Ve şöyle demiştir: Bu, Arapların şu sözleri gibidir: Kallema raeytü misle hazerrecüli (bu adam gibisini az gördüm) derler ki, onun gibisini görmedim demektir.

Dördüncüsü: Az bir zaman iman ederler, meselâ şu âyette olduğu gibi: Mü’minlere indirilen şeylere gündüz boyu iman edin. (Al-i İmran: 72) Bunu da İbn Enbari demiştir.

Beşincisi:

Mana şöyledir: Onların imanları azdır, bunu da İbn Cerir Taberî zikretmiştir.

"Ma” edatı ise içine her şeyi alır, sonra arkasından bir şey zikredilerek geneli tahsis eder.

89

Onlara Allah katından yanlarındakini tasdik edici bir kitap geldiği zaman - ki, daha önce kâfirlere karşı fetih istiyorlardı - tanıdıkları şey onlara gelince, onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti kâfirlerin üzerine olsun.

"Onlara Allah katından bir kitap gelince": Yani Kur’ân, demektir. Fetih istemeleri de yardım istemeleridir. Yahudiler müşriklerle savaştıkları zaman Allah’ın nebisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ismi ile yardım isterlerdi.

90

Allah’ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini inkâr ederek kendilerini satmaları ne kötü bir şeydir. Böylece gazap üstüne gazaba çarpıldılar. Kâfirler için aşağılayıcı bir azap vardır.

"Kendilerini sattıkları şey ne kötüdür": Bi’se, bütün kötülükleri içine alan bir kelimedir, zıttı da ni’me’dir. Işterev satmak manasınadır. Ona karşılık aldıkları şey de az bir dünyalıktır.

Bağy kıskanmak manasınadır, Kelâmın manası da, Allah’ın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e indirdiklerini kıskandıkları için kâfir oldular demektir.

"Gazap üstüne gazaba çarpıldılar": Bunda beş görüş vardır:

Birincisi: İlk gazap buzağıya taptıkları içindir, İkincisi de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i inkârlarındandır. Bunu da Süddi, İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

İkincisi: Birincisi Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'i inkâr ettikleri içindir, İkincisi, Cebrâil’e düşmanlık ettikleri içindir.

Üçüncüsü: Birincisi:

"Allah’ın eli bağlıdır, dedikleri zaman” (Maide: 64),

İkincisi: Allah’ın nebisini yalanladıkları zaman. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Ferrâ’ da bunu tercih etmiştir.

Dördüncüsü: Birincisi İsa'yı ve İncil’i inkâr ettikleri için, İkincisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Kur’ân’ı inkâr ettikleri için. Bunu da Hasen, Şa’bî, İkrime, Ebû’l - Âliyye, Katâde ve Mukâtil demişlerdir.

Beşincisi: Birincisi Tevrat’ı değiştirdikleri için, İkincisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i inkâr ettikleri için. Mühin de aşağılayıcı demektir.

91

Onlara:

"Allah’ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman,

"biz, bize indirilene iman ederiz” derler; onun ötesindekini inkâr ederler. Halbuki o haktır ve yanlarındakini tasdik edicidir. De ki: Eğer mü’minler iseniz daha önce Allah’ın peygamberlerini niçin öldürdünüz?

"Onlara: Allah’ın indirdiğine iman edin denildiği zaman": Yani Kur’ân’a demektir. Onlar: Biz bize indirilene iman ederiz, derler: Yani Tevrat’a.

"Onun ötesindekini inkâr ederler": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ondan maadasını demektir, şu âyet de böyledir:

"Onun ötesindekini size helâl kıldı.” (Nisa: 24) Bunu Ferrâ’ ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Kendilerine indirilenden sonrasını, bunu da Zeccâc demiştir.

Halbuki o haktır: O zamiri ötesindekilere râcîdir.

Öyleyse Allah’ın peygamberlerini niçin öldürüyorsunuz? Bu,

"bize indirilene” cevaptır, öldürüyorsunuz: Öldürdünüz yerinde kullanılmıştır, gelecek zaman geçmiş zaman yerine konulmuştur, çünkü akıl ondan başkasına gitmez, bu hususta şu beyti delil getirdiler:

Hutay’a Rabbinin huzuruna çıkınca şahitlik etti:

Velid çok mazurdur, diye.

Şahitlik eder, demek istemiştir.

92

Yemin olsun ki, Mûsa size mucizelerle geldi, sonra onun ardından nefislerinize zulmederek buzağıyı ilâh edindiniz.

Yemin olsun ki, Mûsa size mucizelerle geldi: Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar Tevrat levhalarındaki helâl ve haramlardır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Dokuz mucizedir, bunu da Mukâtil demiştir.

Ba’dihi’deki “He” zamirinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Mûsa’ya râcîdir, manası: Onun dağa gitmesinin ardından demek olur, bunu da İbn Abbâs ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Gelmeye râcîdir, çünkü "size geldi” fı’li gelmeyi gösterir. Onların buzağıya ibadetlerinden bahsedilmesinde onların:

"Bize indirilene iman ederiz” sözlerini yalanlama vardır.

93

Bir vakitler sizden teminatlı söz almış ve Tûr’u tepenize kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin. Onlarsa: Dinledik, isyan ettik, dediler. İnkârları yüzünden kalplerine buzağıya tapma tutkusu sızdırıldı. De ki: Eğer mü’minler idiyseniz imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!

"Dinledik ve isyan ettik":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar dağa baktıkları zaman: Dinledik ve itâat ettik; kitaba baktıkları zaman da: Dinledik ve isyan ettik, derlerdi.

"Kalplerine buzağıya tapma sızdırıldı": Yani buzağıya tapma sevgisi sızdırıldı demektir, bu durumda sevgi olan muzaf hazfedilmiş ve muzafunileyh onun yerine geçirilmiştir, örneğin şu âyetlerde olduğu gibi:

"Hac bilinen aylardır” (Bakara: 197);

"hacılara su vermeyi şöyle mi saydınız?” (Tevbe: 19);

"Köye sor” (Yûsuf: 82);

"o zaman sana hayatın iki katını tattırırız” (İsra: 75), yani hayat azabının demektir.

"Kiliseler, havralar ve namazlar yıkılırdı” (Hac: 40), yani namaz kılınan evler;

"bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı” (Sebe’: 30), yani onlarda yapılan tuzaklar;

"meclisini çağırsın” (Alak: 17), yani meclis üyelerini demektir.

Şairin şu sözü de bu kabildendir:

Haber aldığıma göre senden sonra savaş ateşi yakılmış

Ve ey Küleyb, senden sonra meclis birbirine sövmüşler.

Yani meclistekiler demektir. Bir başkası da şöyle demiştir:

Ölümlerin en kötüsü ailesinin arasındaki ölüdür.

Yani, ölümlerin en kötüsü ailesi arasındaki ölünün ölmesidir demektir.

"De ki: îmanınızın size emrettiği şey ne kötüdür": Yani elçileri inkâr etmeniz, peygamberleri haksız yere öldürmeniz ve doğruyu gizlemeniz, demektir.

"Eğer mü’minler iseniz":

"İn” edatı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O inkâr manasınadır, o zaman mana şöyle olur: Siz Allah'a isyan etmek ve buzağıya tapmakla mü'minler değilsiniz.

İkincisi: în in şart edatı olup makabline muallak olmasıdır, o zaman da mana şöyle olur: Eğer mü’minler iseniz, size buzağıya tapmayı ve peygamberleri öldürmeyi emreden iman ne kötü imandır! Bu iki görüş İbn Enbari'ye aittir.

94

De ki: Eğer ahiret yurdu başkalarına değil de Allah katında sadece size has ise, eğer doğru kimseler iseniz, ölümü isteyin.

"De ki: Eğer ahiret yurdu size has ise": Yahudiler şöyle-iddia ederlerdi: Allahü teâlâ cenneti sadece İsrâil ve oğulları için yaratmıştır. İşte bu âyet bunun üzerine indi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in doğru olduğunu bildiklerinin delili ölümü istememeleridir. Onun doğruluğuna en büyük delil de onların ölümü Allahü teâlâ’nın:

"Onu asla temenni etmeyeceklerdir” sözü ile haber vermesi, onların da hiçbirinin bunu istememesidir. Ellerinin öne sürdüğü şey de: Peygamberleri öldürmeleri, onlara inanmamaları ve Tevrat’ı değiştirmeleridir.

95

Bunu önceden elleriyle gönderdikleri şey yüzünden asla temenni etmeyeceklerdir. Allah zâlimleri çok iyi bilmektedir.

96

Elbette onları hayata karşı insanların en hırslıları olarak bulursun. Müşriklerden de bazıları bin yıl yaşatılmasını ister. Halbuki ona o ömrün verilmesi onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah onların yaptıklarını görmektedir.

"Veletecidennehüm": Buradaki lâm kasem lâmıdır, nun ise tekittir.

Mana şöyledir: Yemin olsun ki, Yahudileri ölümü istemeye davet durumunda hayata karşı en hırslı ve müşriklerden de daha hırslı bulursun.

"Şirk koşanlar": Bunların kim oldukları hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Mecusilerdir, bunu İbn Abbâs, İbn Kuteybe ve Zeccâc, demişlerdir.

İkincisi: Arap müşrikleridir, bunu da Mukâtil demiştir.

"Yeveddü ahadühüm": Buradaki hüm zamiri hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Müşriklere râcîdir, bunu da Ferrâ’ demiştir.

İkincisi: Yahudilere râcîdir, bunu da Mukâtil demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Neden bin sene diye zikredildi? Çünkü o, Mecusilerin krallarına ettiği en uzun duadır, krala: Bin nevruz ve b. mehrican yaşa, diye dua ederlerdi.

"Ma hüve": Bunda da iki görüş vardır, bunları da Zeccâc demiştir:

Birincisi: O macerası anlatılan birilerine râcîdir, takdiri de şöyledir: O birileri bu ömrü yaşatılmakla kendini azaptan kurtaracak değildir.

İkincisi: Anlatılan yaşatılmaya râcîdir, o zaman da şöyle olur: Onun yaşatılması onu azaptan kurtaracak değildir Sonra da

"yaşatılması” onu açıklamıştır. Sanki şöyle demek olur: O adi şey onu azaptan kurtaracak değildir.

97

De ki: Kim Cebrâil’e düşman olursa, bunda şüphe yoktur ki, onu önündekini tasdik edici, yol gösterici ve mü’minlere müjdeci olarak senin kalbine Allah’ın izni ile o indirmiştir.

98

Kim Allah’a, meleklerine, Cebrâil’e ve Mikâil'e düşman olursa, bunda şüphe yoktur ki, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.

"De ki: Kim Cebrâil’e düşman olursa":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Yahudiler Peygamber’e gelip:

"Meleklerden sana kim geliyor?” dediler. O da: Cebrâil, dedi. Bunun üzerine: O savaş ve vuruşma emri getirir, o bizim düşmanmızdır, dediler. Bunun üzerine bu ve arkasındaki âyetler indi.

Cibrîl kelimesi üzerinde de on bir lügat vardır:

Birincisi: Cimin ve ranın kesri ile ve hemzesiz olarak Cibrîl’dir. Bu Hicazlıların lügatidir. İbn Âmir ile Ebû Amr böyle okumuşlardır. Varaka b. Nevfel de şöyle demiştir:

Mikâille beraber Cibrîl ona

Göğüsleri açacak inen vahiyler getirir.

İmran b. Hattan da şöyle demiştir:

Ruh Cibrîl onların arasındadır, onun dengi yoktur,

Cibrîl Allah katında güvenilir melektir.

Hassan b. Sabit de şöyle demiştir:

Allah'ın elçisi Cebril aramızdadır,

Ruhu’l - Küds’ün de dengi yoktur.

İkincisi: Cimin fethi, ranın kesri ile arkasından sakin ye ve hemzesiz olarak Cebril’dir, fa’lil veznindedir. Hasen Basri, İbn Kesir ve İbn Muhaysın böyle okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu benim hoşuma gitmiyor, çünkü Arapçada fa’lil vezni yoktur, Ama Hasen’in de bunu doğru bildiği için okuduğunu sanıyorum, çünkü o yabancı bir isimdir.

Üçüncüsü: Cimin ve ranın fethi, arkasından meksur hemze ile Cebreîl’dir, Cebreîl (ayın ile) veznenidedir. A'meş, Hamze ve Kisâi böyle okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu Temim, Kays ve Necidlilerin çoğunun lügatidir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bu lügatlerin en kalitelisidir. Cerir şöyle demiştir:

Haça taptılar, Muhammed’i, Cebreîl’i

Ve Mikâil’i adam akıllı yalanladılar.

Dördüncüsü: Cimin ve ranın fethi, ra ve “Lâm” ın arasında kesreli ve medsiz hemze ile Cebreil’dir, Cebreil (ayınla) veznindedir, bunu da Ebû Bekir, Âsım’dan rivayet etmiştir.

Beşincisi: Cimin fethi, hemzenin kesri ve şeddeli lâm ile Cebreill’dir, bu da Eban’ın Âsım ile Yahaya b. Ya’mur’den rivayet ettiği kıraattir.

Altıncısı: Meksur hemze, arkasından ya ve elif ile Cebrâil’dir.

Yedincisi: Eliften sonra iki ye ile yazılan, birinci ye kesre ile gelen Cebrayîl’dir.

Sekizincisi: Cimin fethi ve “Lâm” ın yerine nunla Cebrîn’dir.

Dokuzuncusu: Cimin ve nunun kesri ile Cibrîn’dir. Ferrâ’, bu, Esed oğullarının şivesidir, demiştir. Ben şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den, İbn Enbari’den rivayetle Cibrîl kelimesi üzerinde bu dokuz lügati okudum, hepsini anlattı.

İbn Enbari,

"er - Reddü alâ men Halefe Mushafe Osmane” kitabında şöyle demiştir:

(Onuncusu:) Cebrâil, cimin fethi, elifle meksur hemze ile ve arkasından ye'sizdir.

(Onbirincisi:) Cebreîn de cimin fethi, meksur hemze ile ve arkasından ye ve nun iledir.

Mikâil’e gelince onda da beş lügat vardır:

Birincisi: Mifal vezninde hemzesiz olarak Mîkal’dir, bu da Hicazlıların lügatidir. Ebû Amr ve Hafs da Âsım’dan rivayetle böyle okumuşlardır.

İkincisi: Hemzeden sonra sanki ye ile Mîkail’dir, bu da Temim ile Kays’in lügatidir. Necidlilerin çoğu da böyle okurlar. İbn Âmir, İbn Kesir, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım'dan rivayetle böyle okumuşlardır.

Üçüncüsü: Elifden sonra meksur hemze ile ye’siz olarak Mikâil’dir, Nâfi, İbn Şenbuz ve İbn Sabah hepsi Kunbul’dan naklen böyle okumuşlardır.

Dördüncüsü: Mîkeil (ayınla) vezninde Mîkeil’dir, İbn Muhaysın da böyle okumuştur.

Beşincisi: Hemze, eliften sonra ye ve nun ile Mikam’dir, İbn Enbari böyle demiştir. Kisâi de şöyle demiştir: Cibrîl ile Mikâil Arapların bilmediği iki isimdir, bunlar gelince onları Araplaştırdılar.

İbn Abbâs: Cibrîl ve Mikâil, Abdullah ve Abdurrahman gibidir, demiş "îl

"in Allah’ın adı, meleğin isminin da Ceb ve Mika olduğunu söylemiştir.

İkrime de: Cibrîl’in manası Abdullah, Mikâil’in manası da Ubeydullah’tır, demiştir. Cibrîl ve Mikâil meleklere dahildir, ancak şereflerinden dolayı isimleri tekrar edilmiştir.

"O iki cennette meyveler; hurma ve nar vardır” (Rahman: 68) âyetinde olduğu gibi. Neden: Allah kâfirlere düşmandır, demiş de, onlara düşmandır, dememiştir; onların bu düşmanlık sebebiyle kâfir olduklarını göstermek içindir.

99

Yemin olsun ki, sana apaçık âyetleri indirdik. Onları ancak fasıklar inkâr eder.

100

Demek ne zaman bir antlaşma yapacak olsalar, onu içlerinden bir grup kaldırıp atacak, öyle mi? Dahası var, onların çoğu iman etmezler.

"Eve küllema âhedu ahden": Vav atıf içindir, üzerine istifham hemzesi gelmiştir. İbn Abbâs ile

Mücâhid şöyle demişlerdir: Burada işaret edilenler Yahudilerdir. Yaptıkları antlaşmanın da onların,

"Allah’a yemin ederiz ki, eğer Muhammed çıkarsa ona mutlaka iman ederiz” sözleridir. Atâ’dan da, bunun Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile kendi aralarında yaptıkları ve bozdukları antlaşmalar olduğunu söylediği rivayet edilmiştir, meselâ Kurayza ve Nadiyi Yahudilerinin yaptıkları gibi. Nebeze'nin manası da atmaktır.

101

Onların Allah katından yanlarındakini tasdik edici bir peygamber geldiği zaman, kendilerine kitap verilenlerden bir grup, Allah’ın kitabını hiçbir şey bilmiyorlar gibi kaldırıp arkalarına attılar.

"Kendilerine kitap verilenlerden bir grup attı": Bunlar Yahudilerdir. Kitap da Tevrat'tır.

"Allah’ın kitabını” kavli üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân’dır.

İkincisi: Tevrat’tır, Çünkü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i inkâr edenler, Tevrat’ı da atmışlardır.

102

Şeytanların Süleyman’ın mülkü hakkında okudukları şeye tabi oldular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular. İnsanlara sihri, bir de Harut ile Marut adında iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hiç kimseye de:

"Biz ancak bir imtihanız; sakın kâfir olma!” demeden bir şey öğretmezlerdi. O ikisinden kan ile kocayı birbirinden ayıracak şeyleri öğreniyorlardı. Halbuki onlar o büyü ile Allah’ın izni olmadan kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine zarar verecek ve fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlar. Gerçekten şunu bildiler ki, onu satın alanın ahırette hiçbir nasibi yoktur. Nefislerini sattıkları şey ne kötüdür, ah bir bilselerdi!

Şeytanların okudukları şeylere tabi oldular: Bunun

iniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Yahudiler Peygamber’e Tevrat’lâ ilgili ne sorarlarsa onlara cevap verirdi, ona sihri sordular ve onunla tartıştılar, işte onun üzerine bu âyet indi, bunu Ebû’l - Âliyye demiştir.

İkincisi: Kur’ân’da Süleyman peygamberden bahsedilince Medine Yahudileri: Muhammed’den şaşırmıyor musunuz? Dâvud oğlu (Süleyman) ın peygamber olduğunu zannediyor, Allah’a yemin ederiz ki, o, ancak bir sihirbazdı, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi, bunu da İbn İshak demiştir.

Tetlu telet manasına, alâ da fi manasınadır, bunu Müberred demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir. Süleyman’ın mülkü hakkında kavli de: Süleyman’ın mülküne edilen vasiyet hakkında demektir.

Şeytanların Süleyman’ın mülkü üzerine okudukları şeylerin ne olduğu hakkında da altı görüş vardır:

Birincisi: Süleyman mülkünden çıkınca, şeytanlar sihri yazıp onu namaz kıldığı yerin altına gömdüler, ölünce de onu çıkardı ve: Süleyman mülküne bunlarla sahip oluyordu, dediler. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan aktarmıştır. Bu, Mukâtil’in de görüşüdür.

İkincisi: Vezir Asaf, Süleyman’ın emrettiği şeyleri yazar, onu tahtının altına gömerdi, Süleyman ölünce şeytanlar onu çıkardı, her iki satırın arasına bir sihir ve yalan yazdılar, Onu da Süleyman’a nisbet ettiler. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Şeytanlar Süleyman’ın ölümünden sonra sihri yazdılar, sonra da ona nisbet ettiler, bunu da İkrime demiştir.

Dördüncüsü: Şeytanlar sihri icat ettiler, Süleyman da onlardan aldı, insanlar öğrenmesinler diye onu tahtının altına gömdü. Ruhu kabzolunca şeytanlar onu çıkarıp insanlara öğrettiler ve: Süleyman’ın ilmi bu idi, dediler. Bunu da Katâde demiştir.

Beşincisi: Süleyman hayvanlardan söz aldı, artık bir hayvan bir insanı yakalarsa insan o sözü yerine getirmesini ister ve ondan kurtulurdu. Sihirbazlar da kafiye ve sihri geliştirdiler. Bunu Ebû Miclez demiştir.

Altıncısı: Şeytanlar Süleyman Peygamber zamanında kulak hırsızlığı eder ve meleklerden yeryüzünde olan ölüm, yağmur veya bir mesele gibi şeyleri dinlerlerdi. Kahinlere gelip haber verirlerdi. Kahinler de insanlara anlatırlardı. Onlar da onların dediği gibi bulurlardı. Nihayet kahinler onların güvenini kazanınca onlara yalan söylediler, her kelimenin yanına yetmiş kelime ilâve ettiler. İnsanlar da bu sözleri yazıp kitaplara geçirdiler. İsrâil oğulları arasında cinlerin gaybi bileceği durumu yayıldı, Süleyman da adam gönderip o kitapları bir sandığa hapsetti. Sonra da onları tahtının altına gömdü. Şeytanlardan hiçbiri ona yaklaşamazdı, yaklaşırsa da yanardı. Süleyman: Kimin şeytanlardan bahsettiğini duyarsam boynunu vururum, dedi. Süleyman ölünce bir şeytan İsrâil oğullarından bazı kimselere geldi, onlara kitapların yerini gösterdi ve: Süleyman halkı bu şeylerle zaptederdi dedi. Böylece halkın arasında Süleyman’ın sihirbaz olduğu yayıldı. İsrâil oğulları o kitapları aldılar. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gelince onunla bu konuda tartıştılar. Bu Süddi’nin görüşüdür.

Süleyman İbranice bir isimdir, Araplar bunu cahiliye döneminde kullanmışlardır. Nabiğa vezin zaruretinden dolayı Süleym demiştir:

Süleym de bütün hafif geniş zırhları dokudu.

Hatay’a da zorda kalınca, Sellam kılmış ve şöyle demiştir:

Onda mızraklar ve Sellam’ın dokuduğu geniş,

Muhkem zırhlar vardır.

Nabiğa ile ile Hutay’a, Süleyman’ın babası Dâvud’u kastetmişlerdir. Vezinleri tutmayınca onu Süleyman yapıp değiştirmişlerdir. Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den böyle okudum. Süleyman kâfir olmadı: Sözünde de sihirbazın kâfir olduğuna delil vardır, çünkü onlar Süleyman’ı sihre nisbet ettiler, küfre değil.

"Velâkinne’ş-şeyâtine keferu": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım nunun şeddesiyle "lakinne” ve nunun nasbi ile de "şeyatine” okumuşlardır. İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de "lakinne"nin nununu şeddesiz ve şeyatin’in nunu da merfu okumuşlardır.

Vema ünzile alel melekeyni: İbn Abbâs, Hasen, Said b. Cübeyr ve Zührî, “Lâm” ın kesresi ile

"melikeyni” okumuşlardır. Cumhûrun kıraati ise daha doğrudur.

"Ma” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: İlk ma’nın üzerine ma’tûftur, takdiri şöyle olur: Onlar şeytanların okuduklarına ve iki meleğe indirilene tabi oldular.

İkincisi: O sihr’in üzerine ma’tûftur, takdiri de şöyle olur: İnsanlara sihri öğretiyorlardı ve onlara iki meleğe indirileni öğretiyorlardı.

Eğer: "Sihir iki meleğe indirildi ise onu niçin zikretti?” denirse iki türlü cevap verilir, bunları da İbn Seriyyy demiştir:

Birincisi: Onlara sihrin ne olduğunu öğretiyorlardı ve ondan kaçınmalarını söylüyorlardı. Bunda da bir hikmet vardır, çünkü bir kimse: "Zina nedir?” diye sorsa, ona bunu bildirmek ve onun haram olduğunu öğretmek gerekir.

İkincisi: Allahü teâlâ’nın insanları iki melekle imtihan etmesi de câizdir. Artık kim öğrenmeyi kabul ederse kâfir olur, kim de onu kabul etmezse o mü’mindir, tıpkı Tâlut’un ırmağı ile imtihan etmesi gibi.

İki meleğe indirilen şey hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O sihirdir, bu İbn Mes’ûd, Hasen ve İbn Zeyd’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: O kan ile kocanın arasını açmaktır, sihir değildir. Mücâhid, Katâde ve İbn Abbâs’tan bu görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bu da sihirdendir.

İki Meleğin Kıssasına İşaret

Âlimler şöyle demişler: O iki melek yeryüzüne bir sebeple indirildiler, şöyle ki, ademoğullarının günahı çoğalınca melekler onlara beddua ettiler. Allahü teâlâ da: Eğer size de ademoğullarınki gibi şehvet ve şeytan indirilse idi siz de onlar gibi yapardınız, dedi. Onlar içlerinden şöyle geçirdiler: Eğer biz imtihan edilirsek kendimizi koruruz. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara, içinizden en üstün iki melek seçin diye vahyetti. Onlar da Harut ile Marut’u seçtiler. Bu, İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Âlimler o iki meleğin ne günah işlediğinde üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Zina ettiler, adam öldürdüler ve içki içtiler, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Haksız hüküm verdiler, bunu da Ubeydullah b. Utbe demiştir.

Üçüncüsü: Onlar sadece isyan ettiler. Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten şöyle nakledilmiştir: Zühre (Venüs gezegeni) güzel bir kadın idi, o iki meleğe bir dava getirdi, her ikisi de ondan murat almak istediler, birbirlerine bildirmediler. Gündüzün sonunda göğe çekilirlerdi. Zühre onlara: "Ne ile inip çıkıyorsunuz?” dedi. Onlar da: İsm-i Azamla dediler. O da: Onu bana öğretmedikçe size itâat etmem, dedi. Onlar da ona öğrettiler. O da göğe uçtu, Allah da onu yıldıza çevirdi.

Hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Zühre’ye lânet etmiş ve: O, iki meleği baştan çıkardı, demiştir. Ancak bu gibi şeyler akla uzaktır, bazıları bunu tevil etmiş ve şöyle demiştir: O (Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem) yıldızı görünce o kadım hatırlamıştır, yoksa kadın yıldız oldu demek değildir.

Âlimler onların nasıl azap çektikleri hususunda da ihtilaf etmişlerdir; İbn Mes’ûd’dan onların kıyamete kadar saçlarından asıldıkları rivayet edilmiştir.

Mücâhid de: Bir kuyu ateş ile dolduruldu, onlar da içine atıldılar, demiştir.

Babil kelimesi hakkında imam Halil'den tebelbülden geldiği söylenmiştir ki, onda halkın dili karışmıştır. Onun sınırı hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: O Küfe ve çevresidir, bunu İbn Mes’ûd demiştir.

İkincisi: O Nusaybin’den Re’sü’l-Ayn'e kadar devam eder.

Üçüncüsü: O düz yerde bir dağdır, bunu da Süddi demiştir.

"Innema nahnu fitnetün": Fitne imtihan ve deneme demektir.

"Allah’ın izni ile": Kaza ve takdiri ile demektir. Lekad alimu (gerçekten bildiler): Yahudilere işarettir. İşterahu, onu yani sihri seçti demektir. Lâm da yemin içindir. Halâk için de

Zeccâc: Hayırdan bol nasip demiştir.

"Lebi’se maşerev bihi enfüsehüm": Şerev satmak manasınadır. Keşke bilselerdi: Yani ondaki azabı.

Âlimler sihirbaza uygulanacak hüküm hakkında ihtilaf etmişlerdir; mezhebimizin imamı Ahmed radıyallahu anh, sihri ile öldürse de öldürmese de sihirbaz kâfir olur, demiştir. Tevbesi kabul edilir mi? Bunda da farklı iki rivayet vardır. İmam Şâfiî de şöyle demiştir: Sihirbaz sihri ile kâfir olmaz. Eğer sihri ile adam öldürür de, benim sihrim onun gibisini öldürür der ve bunu da kasten yaparsa kısas olarak öldürülür. İmam Ahmed'e göre ise Müslümanlara zarar vermedikçe öldürülmez. Verdiği sözü bozduğu için öldürülür, bunda erkek ve kadın birdir. Ebû Hanife de şöyle demiştir: Ehl-i kitap sihirbazlarının öldürülme hükmü de Müslümanların sihirbazlarının hükmü gibidir. Kadın sihirbaza gelince: Hapsedilir, öldürülmez.

103

Eğer onlar iman etseler ve Allah’tan korksalardı, Allah katındaki sevap daha hayırlı olurdu; eğer bilselerdi!

"Eğer onlar iman etselerdi": Bunlar yahudilerdir. Mesubet kelimesi de sevap demektir.

"Eğer bilselerdi":

Zeccâc: İlimleriyle bilselerdi, demiştir.

104

Ey iman edenler: "raina” demeyin; bize bak deyin ve dinleyin. Kâfirler için acıklı bir azap vardır.

"Lâ tekûlü râina": Cumhûr tenvinsiz; Hasen, A’meş ve İbn Muhaysın tenvirde okumuşlardır. Raina, tenvinsiz, raaytü’den, tenvinle de ruunetten gelir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Rainen tenvin ile ra'ıı ve munetten gelir ki, cahil ve ahmak olmayın demektir. Başkası da şöyle demiştir: Bir adam arkadaşını susturmak istediği zaman: Er’ini sem’ake derdi. Münafıklar da: Raina der ve sen er’an yani ahmak ve aptalsın demek isterlerdi. Unzurna da intezıma manasına, bizi bekle demektir.

Mücâhid de: Unzurna, bizi dinle manasınadır, demiştir.

İbn Zeyd de: Bizi sıkıştırma manasınadır demiştir.

105

Ne ehl-i kitaptan kâfir olanlar ne de müşrikler size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah çok büyük lütuf sahibidir.

Ehl-i kitaptan...:

İbn Abbâs: Bunlar Medine Yahudileri ve Necran Hınstiyanlandır, müşrikler de Mekke halkıdır, demiştir. Size indirilmesini: Yani Peygamberinize demektir. Rabbinizden bir hayır: Peygamberlik ve İslâm’ı murat etmiştir. Ebû Süleyman Dimeşki de: Hayırdan ilim, fıkıh ve hikmeti murat etmiştir, demiştir.

"Allah rahmetini dilediğine tahsis eder": Bu rahmet hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: peygamberliktir, bunu Ali b. Ebû Talib, Muhammed b. Ali b. Hüseyn, Mücâhid ve Zeccâc demişlerdir.

İkincisi: İslâm’dır, bunu da İbn Abbâs ile Mukâtil demişlerdir.

106

Eğer bir âyeti nesfa eder veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut benzerini getiririz. Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?

"Eğer bir âyeti nesh edersek":

İniş sebebi şöyledir: Yahudiler, kıble değiştirilince: Muhammed istediği zaman ashabına helâl ediyor ve istediği zaman da haram ediyor deyince bu âyet indi.

Zeccâc şöyle demiştir: Nesh lügatte bir şeyi iptal edip yerine başka bir şey getirmektir. Araplar: Nesehatiş şemsü ezzılle derler ki, güneş gölgeyi giderdi, kendi onun yerine geçti, demektir.

Bu nesihten murat edilen şey hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Lâfzı ve hükmü kaldırmaktır.

İkincisi: Âyeti başkasıyla değiştirmektir. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Birincisi Süddi’nin, İkincisi Mukâtil’in görüşüdür.

Üçüncüsü: Lâfzı bırakmakla beraber hükmü kaldırmaktır, bunu Mücâhid, İbn Mes’ûd’un arkadaşlarından rivayet etmiştir. Ebû’l - Âliyye de böyle demiştir. İbn Âmir de, nunun zammı ve “sîn” in kesri ile ma nünsih okumuştur.

Ebû Ali de: Mensuh bulduğumuz şey manasınadır, demiştir, meselâ ahmettü fülanen denir ki, onu övgüye layık buldum demektir. Onu mensuh bulması da onu nesh etmesiyle olur.

"Ev nünsiha": İbn Kesir ile Ebû Amr nunun fethi ve hemze ile nenseeha okumuşlardır, manası: Onu geciktirirsek olur.

Ebû Zeyd de şöyle demiştir: Nese’tül ibile anil havzı, fe ene enseüha denir ki, develeri havuzdan uzaklaştırmaktır. Alışverişte nesîe de bu kökten gelir.

Onu tehir etmenin manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onu tehir edip nesh etmememizdir, bunu Ferrâ’ demiştir.

İkincisi: Onu hiç indirmememizdir.

Üçüncüsü: Onu nesh etmekle amelden kaldırmamızdır. Bu ikisini Ebû Ali el - Farisi nakletmiştir. Sa’d b. Ebi Vakkas, meftuh te ve nun ile

"tenseha; Said b. Müseyyeb ile Dahhâk da tenin zammesi ile tünsiha okumuştur. Nâfi de birincisi mazmum, İkincisi sakin nun ile nünsiha okumuş, manasının da nisyandan onu sana unutturursak demek olur demiştir.

Ondan daha hayırlısını getiririz: İbn Abbâs, ondan daha yumuşağım ve halka ondan daha kolayını demiştir.

"Yahut aynısını": Yani sevap ve menfaatte, o zaman benzeri ile değişmesindeki hikmet deneme olur.

107

Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka ne bir veliniz ne de bir yardımcınız vardır.

"Elem ta’lem (bilmedin mi)": Lâfzı istifham ise de manası tesbit ve onaylamadır. Mülk de lügatte, tam güç ve sağlamlıktır. Allah kullarına dilediği şey ile hükmeder ve hükümlerinden de dilediğini değiştirir.

108

Yoksa siz daha önce Mûsa'nın sorguya çekildiği gibi Peygamberinizi de sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim imam küfürle değiştirirse, muhakkak doğru yoldan sapmıştır.

"Yoksa siz Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?":

Sebeb-i nüzulü hakkında beş görüş vardır:

Birincisi: Rafi b. Hureymele ile Vehb b. Zeyd, Resûlüllah’a: Bize gökten indireceğin ve bizim de okuyacağımız bir kitap getir, bize nehirler akıt ki, sana tabi olalım dediler, Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Kureyş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den Safa tepesini altın yapmasını istedi, o da: O sizin için inkâr ettiğiniz takdirde İsrâil oğullarının sofrası gibi olur, dedi, onlar da vazgeçtiler. Bunu da Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: Bir adam: Ya Resûlallah, keşke kefaretlerimiz İsrâil oğullarınki gibi olsa dedi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle dedi: Allah’ım, biz onu istemiyoruz, Allah’ın size verdiği İsrâil oğullarına verdiğinden daha hayırlıdır; onlar bir günah işledikleri zaman kapısının üzerinde kefareti ile yazılı bulurdu; eğer kefaretini yerine getirirse dünyada onun için rezillik, eğer yerine getirmezse, ahirette onun için rezillik olurdu. Binaenalayh Allah size İsrâil oğullarına verdiğinden daha hayırlısını vermiştir, dedi ve: Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’a istiğfar ederse, Allah'ın çok bağışlayıcı ve çok merhametli olduğunu görür. (Nisa: 110) Beş vakit namazlar, cumadan cumaya aralarında işlenenler için kefarettir, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Dördüncüsü: Abdullah b. Ebi Ümeyye el-Mahzumi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e bir bölük Kureyşli ile geldi: Ya Muhammed, Allah’a yemin ederim ki, Allah ile melekleri arka arkaya getirmedikçe sana iman etmem, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İbn Saib demiştir.

Beşincisi: Müşriklerden bir topluluk Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip: Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana iman etmeyiz. Bir başkası da: Bize Mekke'nin dağlarını yürütmedikçe sana iman etmeyiz. Abdullah b. Ebi Ümeyye de: Gökten bir kitap getirmedikçe ve içinde: Âlemlerin Rabbi Allah’tan İbn Ebi Ümeyye'ye: Bil ki, ben Muhammedi insanlara gönderdim, yazmadıkça sana asla iman etmem, dedi. Bir başkası da: Mûsa’nın Tevrat’ı getirdiği gibi hazır bir kitap getirsene, dedi; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Muhammed b. Kasım el - Enbari zikretmiştir.

Bu âyetle kimlerin muhatap oldukları hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Kureyş’tir, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid demiştir.

İkincisi: Yahudilerdir, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Bütün Araplardır, bunu da Ebû Süleyman ed - Dimeşki demiştir.

"em” edatı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bel (hayır), manasınadır, Araplar:

"Bende hakkın var mı yoksa sen zulümle bilinen biri misin?” derler ki, hayır sen zulümle bilinen birisin demek isterler. Şöyle bir delil getirmişlerdir:

Kuşluk ışığında güneş gibi doğdu,

Hayır, sen gözde ondan daha güzelsin.

Bunu da Zeccâc demiştir.

İkincisi: İstifham (soru) manasınadır. Eğer biri itiraz eder de:

"İstifham edatı olması için daha önce geçen istifhama dönük (mükerrer) olması lâzım gelir, daha önce geçen istifham nerede?” derse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Ondan önce istifham geçmiştir, o da: Bilmedin ki, Allah her şeye kadirdir, cümlesidir. Bunu Ferrâ’ demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: O,

"elem ta’lem'deki elife dönüktür. Eğer bu cevaba da itiraz edilir ve:

"Bu atıf nasıl câiz olur,

"elem ta’lem” lâfzı tekildir ve

"türidune” ise cemidir?” denilirse, buna da şöyle cevap verilir; Burada hitabın tekilden cem’e dönmesi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap edilen şeyin ümmetine de hitap edilmiş olmasındandır. İlk hitapta onunla iktifa edilmiş, ikinci hitapta da mana açığa çıkarılmıştır. Şu âyette de durum aynıdır:

"Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman iddetlerini nazar-ı itibara alarak boşayın.” (Talâk: 1) Bu cevabı İbn Enbari vermiştir.

İkincisi:

"Em

"in ikinci cevabı ise şöyledir: O istifham içindir, hiçbir şeye dönük değildir. Ferrâ şöyle demiştir: İstifham sözün ortasında geçerse, elif ve em ile başlanır. Eğer daha önce kelâm geçmezse ancak ya elifle ya da

"hel” ile olur.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"Em”

"hel” yerine kullanılır, ancak aralarında fark vardır:

"Hel” baştaki soru içindir, ortada ve ve sonda bulunmaz.

"Em” ise ortada bulunur, ancak söz başladıktan sonra gelir.

Burada Resul ise Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Mûsa’dan istenen de:

"Bize Allah’ı açıkça göster” (Nisa: 153) demeleridir.

Bunu Peygamberimizden istediler mi istemediler mi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: İstediler,

"Allah’ı ve melekleri arka arkaya getirmedikçe sana asla iman etmeyiz” (İsra: 92) dediler, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: İstekte çok ileri gittiler, o yüzden onlara bu âyetle cevap verildi: Belki siz Muhammed’den size Allah’ı açıkça göstermesini istersiniz, denildi. Bunu da Ebû Süleyman ed - Dımeşki demiştir.

Küfür inkâr manasınadır, iman da tasdik etmektir. Ebû’l - Âliyye: Mana, kim şiddeti bollukla değiştirmek isterse, demiştir. Sevaüssebil de orta yol demektir.

109

Ehl-i kitaptan çoğu hak onlar için meydana çıktıktan sonra sırf kendi kıskançlıkları yüzünden sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onları affedin ve kusurlarından vazgeçin. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

"Ehl-i kitaptan çoğu istediler": Âyetin sebeb-i nüzulü hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Huyey b. Ahtab ile Ebû Yasir insanları İslâm’dan çevirmek için çaba sarf ederlerdi. Onun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Ka’b b. Eşref Peygamber’i hicveder,.şiirleriyle Kureyş kâfirlerini ona kışkırtırdı, Medineli müşriklerle Yahudiler de yeni gelen Resûlüllah’a eziyet ederlerdi; bunun üzerine Peygamber onlardan vazgeçmekle emrolundu, âyet de bunun üzerine indi. Bunu da Abdullah b. Ka'b b. Malik demiştir.

Üçüncüsü: Bir grup Yahudi Huzeyfe ile Ammar’ı kendi dinlerine davet ettiler, bu âyet bunun üzerine indi, bunu da Mukâtil demiştir.

Vedde: Sevmek ve temenni etmektir. Ehl-i kitap da Yahudilerdir.

Zeccâc şöyle demiştir: Min indi enfüsihim, vedde kesirün’e bağlıdır, yoksa haseden kelimesine değil, zira insanın hasedi ancak kendi nefsinden olur. Mana: Kendi nefislerinden sizin küfrünüzü isterler, yoksa kendileri haklıdırlar demek değildir. Haset (kıskançlık) ise kıskanılan kimsedeki nimetin benzeri kıskanan kimseye gelmese de gitmesini istemektir. Gıptadan farklıdır, zira o, nimetin gıpta edilen kimseden gitmeden benzerini temenni etmektir. Bazıları hasedi şöyle tarif etmişlerdir: O iyilerdeki hallerinin güzelliğini bilmekten dolayı duyulan bir rahatsızlıktır. Faziletli kimsenin kıskanç olması mümkün değildir, zira faziletli kimse daima güzel şey yapar. Bazı hekimler de şöyle demişler: Herkesi razı etmek mümkündür, hasetçiyi ise asla, zira o, şendeki nimet gitmedikçe razı olmaz.

Esmaî şöyle demiştir: Bir bedeviden şöyle dediğini işittim: Hasetçiden daha çok mazluma benzeyen bir zalim görmedim; devamlı üzülür, nefsi kırık, aklı şaşkın ve yangısı tükenmez.

Allah’ın emri gelinceye kadar:

İbn Abbâs: Allah’ın emri Nadirlerde sürgün ve tehcir, Kurayzalarda da öldürme ve esir etme ile gelmiştir, demiştir.

İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye ve Katâde radıyallahu anhum hazretlerinden rivayete göre affetme ve kusurlarından vazgeçme:

"Ne Allah’a ne de ahiret gününe iman etmeyen, Allah ve Resûlünün haram ettiğini tanımayan kimselerle savaşın” (Tevbe: 29) âyetiyle neshedilmiştir. Ancak bir bölük müfessir ve fukaha bu görüşü kabul etmemişler, delil olarak da şöyle demişlerdir: Allah kusurları görmemeyi ve affetmeyi mutlak olarak emretmemiş, bir süreye kadar etmiştir. O süre dolduktan Sonra başka bir karar verilir. Bu gibi şeyler neshe girmez, bilakis birincisi süresi dolmakla sona erer, ötekisi ise başka bir hükme ihtiyaç duyar.

110

Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önden ne hayır gönderirseniz, onu Allah katında bulursunuz. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görmektedir.

"Bulursunuz": Sevabını bulursunuz demektir.

111

Cennete Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası asla girmez, dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru kimseler iseniz kanıtınızı getirin.

Cennete Yahudi ve Hıristiyanlardan başkası asla girmez dediler:

İbn Abbâs şöyle demiştir: Medine Yahudileri ile Necran Hıristiyanları Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında tartıştılar, Yahudiler: Hıristiyanlar hiçbir şey üzere değiller, cennete ancak Yahudiler girer, dediler ve İncil ile İsa’yı inkâr ettiler. Hıristiyanlar da: Yahudiler hiçbir şey üzere değiller, dediler ve Tevrat ile Mûsa’yı inkâr ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ: Bu onların kuruntularıdır, dedi.

Bil ki, bu kelâm kapalıdır, manası şöyle demektir: Yahudiler: Cennete ancak Yahudiler girecektir, dediler; Hıristiyanlar da: Cennete ancak Hıristiyanlar girecektir, dediler. Hûd, haid'in çoğulu olup Yahudiler demektir. Bu onların kuruntularıdır: Yani bu temenni ettikleri ve zan ile söyledikleri bir şeydir. İbn Abbâs ile Mücâhid böyle demişler. De ki: Kanıtınızı getirin: Yani eğer cennete ancak Yahudiler veya Hıristiyanlar girecek savınızda doğru iseniz delilinizi getirin. Sonra Allahü teâlâ durumun dedikleri gibi olmadığını beyan etti ve:

112

Hayır, kim ihsan mertebesine yükselerek kendini Allah’a teslim ederse, onun ecri Rabbi katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülecek de değiller.

Hayır kim yüzünü teslim ederse, dedi. Esleme ihlas göstermek manasınadır.

"Yüz” (kendi) kelimesi hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O dindir.

İkincisi: Ameldir.

İhsan mertebesine çıkmak: Yani amelinde demektir. Onun ecri Rabbi katındadır. Zeccâc, cennete girer demiştir.

113

Yahudiler:

"Hıristiyanlar hiçbir şey üzere değiller". Hıristiyanlar da:

"Yahudiler hiçbir şey üzere değiller” dediler. Halbuki onlar kitabı okuyorlar. İşte böyle, bilmeyenler de onlar gibi dediler. Allah ihtilaf ettikleri şey hususunda kıyamet gününde aralarında hükmedecektir.

"Onlar kitabı okurlar": Yani her biri inkâr ettiği şeyi tasdik eden kitabını okur, demektir, bunu Katâde ile Süddi demişlerdir.

"Bilmeyenler de öyle dediler":

Bunlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar Arap müşrikleridir, Muhammed ve ashabına: Siz hiçbir şey üzere değilsiniz, dediler. Bunu da Süddi, şeyhlerinden demiştir.

İkincisi: Onlar Yahudilerden önceki ümmetlerdir, meselâ Nûh, Hûd ve Salih kavimleri gibi. Bunu da Atâ’ demiştir.

"Allah kıyamet gününde aralarında karar verir":

Zeccâc şöyle demiştir: Aralarında kesin karar verir ve onlara kimlerin cennete gireceğini açıkça gösterir. Akillerdeki kararım ise onlara dünyada açık delillerle göstermiştir.

114

Allah’ın mescitlerinde isminin oralarda anılmasını men edenden ve harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Onlar için oralara korkarak girmekten başka bir şey yoktur. Onlar için dünyada rüsvaylık vardır ve onlar için ahirette de büyük bir azap vardır.

"Allah’ın mescitlerinde isminin anılmasını men edenler":

Kimler hakkında indiğinde iki görüş bildirerek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Rumlar hakkında inmiştir; bunlar Buhtunnassar Beyt-i Mukaddes’i harap ettiği zaman tezahürat gösterdiler, çünkü İsrâil oğulları Zekeriyya oğlu Yahya'yı öldürmüşlerdi. Buhtunassar orayı harap etti ve içine leş attı. Bunu İbn Abbâs ile diğerleri söylemiştir.

İkincisi: Bu âyet Hudeybiye seferinde Resûlüllah’ı Mekke’ye girmekten alıkoyan müşrikler baklanda inmiştir. Bunu da İbn Zeyd demiştir.

Mescitlerin harap olmasından ne kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onları yıkmaktır.

İkincisi: Oralarda Allah'ın zikrini men etmektir.

"Onlar için oralara korkarak girmekten başka bir şey yoktur": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu bundan sonraki hallerini haber vermektedir.

Süddi şöyle demiştir: Bu Rum Beytü’l - Mukaddes’e ancak boynunun vurulmasından veya cizye vermekten korkarak girer.

İkincisi: Bu, emir manasında bir haberdir, manası da şöyledir: Cihatta ciddiyet gösterin ki, kimse oralara korkmadan girmesin.

"Onlar için dünyada rüsvaylık vardır": Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Onların rüsvaylığı cizye vermeleridir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Kostantiniyye’nin (Istanbul)un fethidir, bunu da Süddi demiştir.

Üçüncüsü: O, Mescid-i Haram’dan kovulmalarıdır, artık ona hiçbir müşrik açıktan giremez. Bunu da İbn Zeyd demiştir.

115

Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah’ın rahmeti geniş, O her şeyi bilir.

"Doğu da batı da Allah’ındır": İnişi hakkında dört görüş vardır:

Birincisi: Ashap bir gazada karanlık bir gecede Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber idiler, kıbleyi bilemediler; her biri kendi kıblesine göre namaz kıldılar. Sabah olunca kıbleye isabet edemediklerini gördüler. Bunu Resûlüllah’a anlattılar, Allahü teâlâ da bu âyeti indirdi. Bunu Amir b. Rebia rivayet etmiştir.

İkincisi: Bu nafile namaz hakkında indi, bunu da İbn Ömer demiştir.

Üçüncüsü:

"Bana dua edin, kabul edeyim” (Ğafir: 60) âyeti inince:

"Hangi tarafa dönelim?” dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mücâhid demiştir.

Dördüncüsü: (Habeş Kralı) Necaşi öldüğü zaman, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem namazının kılınmasını emretti, onlar da: O kıbleye dönerek namaz kılmazdı, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Katâde demiştir.

"Allah’ın vechi/yüzü oradadır": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Sizin nerede olduğunuzu bildiği ilmi sizinledir, demektir. Bu İbn Abbâs ile Mukâtil’in görüşüdür.

İkincisi: Allah’ın kıblesi oradadır, bunu da İkrime ile Mukâtil demişlerdir. Geniştir: Zenginliği kulların ihtiyaçlarını, rızkı da bütün mahlukatım kaplamıştır, demektir. Genişlik Arap dilinde, zenginlik demektir.

Bu âyet içtihat ederek kıbleden başka tarafa namaz kılan, binek üzerinde namaz kılan ve korku halinde namaz kılan içindir. Bazıları bunun mensuh olduğuna kail olmuşlar ve şöyle demişlerdir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem namazında Beytü’l - Mukaddes’e döndü, sonra bu,

"nerede olursanız Kabe tarafına dönün” (Bakara: 144) âyetiyle neshedildi. Bu İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir. Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah da şöyle demiştir: Kur’ân’da namazın Beytü’l - Mukaddes’e dönülerek kılınacağına dair özel bir emir yoktur.

"Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır” âyeti Beytü’l - Mukaddes’e dönerek namaz kılma hakkında açık değildir, bilakis o, bütün yönlerin bu hususta eşit olduğunu göstermektedir. Bu sabit olunca Beytü’l - Mukaddes’e dönerek namaz kılmanın sünnetle vacip olduğu, sonra da Kur’ân’lâ neshedildiği meydana çıkar.

116

Allah çocuk edindi, dediler. O’nu tenzih ederiz. Bilakis göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Hepsi O’na itâat etmektedir.

"Allah çocuk edindi dediler": Kimler hakkında indiği hususunda dört görüşle ihtilaf ettiler:

Birincisi: Yahudiler hakkında inmiştir, çünkü onlar Üzeyr’i Allah’ın oğlu saydılar, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Necran Hıristiyanları hakkında inmiştir, çünkü onlar da: İsa Allah’ın oğludur, dediler. Bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Hıristiyanlarla Arap müşrikleri hakkında inmiştir, Çünkü Hıristiyanlar: İsa Allah’ın oğludur; Müşrikler de: Melekler Allah’ın kızlarıdır, dediler. Bunu İbrahim b. Seriyyy demiştir.

Dördüncüsü: O; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Arap müşrikleri hakkında inmiştir, bunu da Sa’lebî demiştir.

Kunût kelimesine gelince: Zeccâc o lügatte iki manaya gelir demiştir:

Birincisi: Ayakta durmaktır.

İkincisi: Tâattir. Lügatte ve kullanışta meşhur olan, kunutun ayakta dua manasına olduğudur.

Kânit: Allah’ın emrini ayakta tutan demektir ki, bütün tâatler için câizdir. Çünkü ayak üzerinde durmak olmasa da niyet üzerinde durmak muhakkaktır.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Ben kunûtun aslının ancak tâat olduğunu görüyorum, çünkü namaz hareketleri, ondaki kıyâm, dua ve diğer şeyler taatten ibarettir.

Müfessirlerin “kunût

“ tan ne kastedildiği hakkında üç görüşleri vardır:

Birincisi: O tâattir. Bunu İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Mücâhid ve Katâde demişlerdir.

İkincisi: O ibadeti ikrardır, bunu da İkrime ile Süddi demişlerdir.

Üçüncüsü: Kıyamdır, bunu da Hasen ile Rebi’ demişlerdir.

“Kıyam” hakkında da iki görüş vardır.

Birincisi: Kulluğa şahitlik etmek için ayakta durmaktır.

İkincisi: Kıyamet gününde O’nun huzurunda durmaktır. Eğer:

"Bu söz nasıl genel söylenmiştir, halbuki çokları

mutı’ “değildir?” denilirse, buna üç türlü cevap verilir:

Birincisi: Bunun zahiri genel görünüyorsa da manası özeldir. Mana: Tâat ehlinin hepsi O'nun divanında dururlar demek olur.

İkincisi: Kâfirlerin gölgesi sabah akşam Allah’a secde eder. Bu nedenle onlar da O’na itâat ederler.

Üçüncüsü: Bütün mahluklar Allah'ın eseri ve onlardaki geçerli hükmünden dolayı O’na mutidirler. Bu da Rabbin huzurunda zillet göstermelerine delildir. Bunu da İbn Enbari demiştir.

117

O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeye hükmettiği zaman, ona ancak,

"ol” der; o da oluverir.

"Bedîu’s-semâvâti": Bedî’ yaratıcı demektir. Daha önce olmayan bir şeyi inşa edene ebdea denir. Hattâbî şöyle demiştir: Bedî’, faîl veznide müfil manasınadır, anlamı da: Allah mahlukatı örneksiz yaratan demektir.

"Bir şeye hükmettiği zaman":

İbn Abbâs: Kaza irade manasınadır, demiştir.

Mukâtil de: İlminde bir şeye hüküm verdiği zaman, ona

"ol” der, o da oluverir, demiştir. Cumhûr (kurraların çoğunluğu) "feyekunu

"deki nunu cümle sonu olarak merfu okumuşlar,

Mana da şöyle olur: O da oluverir. İbn Âmir ise nunu mensûb okumuştur. Mekki b. Ebû Taüb de: Mensûb okunması (şarta) cevap olması mulahazasıyladır ki, uzak ihtimaldir, demiştir.

Arkadaşlarımız Kur’ân'ın kadim olduğuna "kün” sözü ile delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: Eğer "kün” mahluk olsa idi, onu yaratmak için de benzer bir şeye ihtiyaç duyulurdu ve bu sonsuza kadar gider ve teselsül meydana gelirdi ki, teselsül imkansızdır. Eğer:

"Bu, olmayana hitaptır” denirse, cevabı şöyledir: O tekvin hitabıdır, hemen kudretin tesirini gösterir. Muhatabın mevcut olması ise imkansızdır, çünkü o, hitap ile oldu. O nedenle önceden olması veya beraber olması imkansızdır. Şu önerme de bu sözün gerçekliğini ortaya koyar: Olacak bir şey ilimde tasavvur edilmiştir, bu da mevcuda benzer. O nedenle ona hitap etmek câiz olmuştur.

118

Bilmeyenler:

"Allah bizimle konuşsa, yahut bize bir âyet gelse” dediler. Onlardan öncekiler de böyle dediler. Kalpleri birbirine benzeşti. İyice anlayan bir kavme âyetleri açıkladık.

"Bilmeyenler:

"Allah bizimle konuşsa” dediler": Bunlar hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Hıristiyanlardır, bunu da Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: Arap müşrikleridir, bunu da Katâde ve Süddi de şeyhlerinden demiştir. "Levla” da hella manasınadır.

"Öncekiler": Bunlar hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Yahudilerdir, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir.

İkincisi: Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu da Süddi şeyhlerinden demiştir.

Üçüncüsü: Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir, bunu da Katâde demiştir.

"Kalpleri birbirine benzeşti": Yani küfür ve inkârda.

119

Gerçekten seni müjdeci ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Sen cehennem arkadaşlarından sorulmazsın.

"Gerçekten seni hak ile gönderdik": Bunun

iniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gün: "Keşke annemle babam ne yaptılar, bilseydim!” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: Eğer Allah Yahudilere azap indirse idi, iman ederlerdi, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mukâtil demiştir.

"Hak

"tan kastedilen şey üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O Kur’ân’dır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: İslâm’dır, bunu da İbn Keysan demiştir.

Üçüncüsü: Sadakattir.

"Ve-lâ tüs’elü an": Çoğunluk te’nin zammesi ile haber olarak okumuşlardır, manası: Sen onların yaptıklarından mesul değilsin, demektir. Nâfi ile Ya’kûb da te’nin fethası ve “Lâm” ın sükunu ile nehiy sigası ile okumuşlardır, manası: Onları sorma demek olur. Ebû’l - Hasen Ahfeş, bu kıraatin manasının şöyle olmasını da câiz görmüştür: Onlardan sorma, çünkü onlar büyük bir işin içindedirler. Bu da içinde bulundukları şeyin ciddiyetini gösterir.

Cahîm kelimesine gelince:

Ferrâ’ şöyle demiştir: Cahîm ateştir, kor üzerindeki kordur.

Ebû Ubeyde de: Cahîm şiddetli ve alevli ateştir, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Cahim şiddetli ve tutuşmuş ateştir. Fülanün cahamennare denir ki, ateşi şiddetlendirdi, kızdırdı demektir. Aslanın gözüne de ateş gibi yandığı için cahme denir. Harp ateşine yani şiddetli çarpışmaya da câhim denir. İbn Fâris de: Çok sıcak yere câhim derler, demiştir. Şair A’şa da şöyle demiştir:

Savaşa girmeden önce ona hazırlanırlar,

Savaş hazır olduğu sabah, ölüm de câhimdir.

Cehenneme de bunun için cahîm denilmiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Ahmed b. Ubeyd şöyle demiştir: Ateşe cahîm denmesi, çok alevlenmesindendir, Arapların cahamtünnare ahcemuha kavlinden gelir ki, ona çok yakıt attım demektir.

Şair İmran b. Hattan da şöyle demiştir:

Allah’a itâati hidayet, tersini de

Dalâlet olarak görür, sapıklar sıcak ateşe girerler.

120

Ne Yahudiler, ne de Hırıstiyanlar dinlerine tabi olmadıkça senden razı olmazlar. De ki: Gerçekten Allah’ın doğru yolu, doğru yolun ta kendisidir. Sana gelen ilimden sonra eğer onların keyiflerine tabi olursan, sana, Allah’tan ne bir veli, ne de bir yardımcı vardır.

"Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olurlar":

İniş sebebi hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Medine Yahudileri ile Necran Hıristiyanları Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kendi kıblelerine dönerek namaz kılmasını temenni ederlerdi, kıble Ka’be’ye çevrilince bundan ümitlerini kestiler. İşte âyet bunun üzerine indi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Onlar onu kendi dinlerine davet ettiler, bunun üzerine indi, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Onlar ondan banş ister ve eğer barışırsa kendilerine katılır umut ederlerdi, işte âyet bunun üzerine indi. Bü manayı da Zeccâc, demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Millet lügatte usul ve yol manasınadır.

İbn Abbâs: Burada Allah’ın doğru yolu İslâm’dır, demiştir.

Ona gelen ilim hakkında dört görüş vardır:

Birincisi: Kıbleye dönmektir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Allah’ın dininin İslâm olduğunun açıklanmasıdır.

Üçüncüsü: O Kur’ân’dır.

Dördüncüsü: Kavmin sapık olduğunu bilmektir.

"Sana Allah’tan bir veli yoktur", yani sana yardım edecek demektir.

"Yardımcı da yoktur": Seni O nun azabından koruyacak demektir.

121

Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu okuması gerektiği şekilde okurlar. İşte onlar ona iman ederler. Kim ona inanmazsa, işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir.

"Kendilerine kitap verdiklerimiz": Bu âyetin kimlerin hakkında indiğinde ihtilaf edilmiş, iki görüş ileri sürülmüştür:

Birincisi: Bu, iman eden Yahudiler hakkında inmiştir, bunu İbn Abbâs söylemiştir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mü’min ashab' hakkında inmiştir. Bunu da İkrime ile Katâde demişlerdir.

Kitap hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O Kur’ân’dır, bunu Katâde demiştir.

İkincisi: O Tevrat’tır, bunu da Mukâtil demiştir.

"Onu okuması gerektiği şekilde okurlar": Yani onunla hakkı ile amel ederler, bunu Mücâhid demiştir.

"Ülâike yü’minune bihi": Bihi’deki “He” zamiri hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Kitaba râcîdir.

İkincisi: Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir.

122

Ey İsrâil oğulları, size lütfettiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

123

O günden korkun ki, kimse kimseden hiçbir şey ödeyemez. Ondan bir fidye kabul olunmaz ve ona şefaat de fayda vermez. Onlara yardım da edilmez.

124

Bir vakitler Rabbin, İbrahim’i bazı kelimelerle denemiş; o da onları tamamlamıştı. Allah: Şüphesiz seni insanlara imam yapacağım, demişti. O da: Soyumdan da, dedi. O da: Ahdim zâlimlere ermez, dedi.

"Ve izibtela İbrahime rabbuhu bikelimatin

"e kadar olan kısmın açıklaması ise yukarıda geçmiştir. İbtila denemek demektir.

İbrahim kelimesinde de beş lügat vardır:

Birincisi: İbrahim’dir, en yaygın lügat bu dur.

İkincisi: İbrahum’dur.

Üçüncüsü: İbrahem’dir.

Dördüncüsü: İbrahim’dir, bunları Ferrâ’ demiştir.

Beşincisi: İbraham’dır.

Altıncısı: İbrehem’dir. Abdulmuttalib şöyle demiştir:

İbrehem’in sığındığı şeylere sığındım,

Kıbleye karşı, ayakta.

Yine şöyle demiştir:

Biz, Ka’be’sinde Allah’ın ailesiyiz,

Bu, İbrehem zamanından beri böyledir.

"Kelimeler” hususunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Onların beşi başta, beşi de bedendedir. Baştakiler: Tepeden saçı ikiye ayırmak, ağzı çalkalamak, burna su çekmek, bıyığı kırpmak ve misvak kullanmaktır. Bedendekiler de şunlardır: Tırnakları kesmek, etek tıraşı olmak, koltuk altı kıllarını yolmak, su ile taharet etmek ve sünnet olmak. Bunu Tâvûs, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar on tanedir, altısı insanda, dördü de hactaki işâretlerdedir. İnsandakiler şunlardır: Etek tıraşı olmak, koltuk altı kıllarını yolmak, tırnakları kesmek, bıyığı kırpmak, misvak kullanmak, cenabetten gusül etmek, Cuma günü gusül etmek. Hactakiler de şunlardır: Beytullah’ı tavaf etmek, Safa - Merve arasında sa’yetmek, şeytanları taşlamak ve ifada tavafını etmek. Bunu Haniş b. Abdullah, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar hac merasimleridir, bunu da Katâde, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Onu yıldız, güneş, ay, hicret, ateş, oğlunu boğazlama ve sünnet olma ile denedi. Bunu da Hasen Basri demiştir.

Beşincisi: Onlar Kur’ân’daki bütün istekleridir, meselâ:

"Rabbim, bu beldeyi emin kıl” (İbrahim: 35) demesi gibi. Bunu da Mukâtil demiştir. Kim: Bunlar yaptığı fiillerdir derse, onları tamamlamasının manası, onlarla amel etmesidir. Kim de: Onlar dualar ve isteklerdir, derse, onları tamamlamasanın manası, Allah onları kabul etti demektir.

Ebû Hanife’den mimin refi ile

"İbrahimü” ve "Rabbehu

"yu da benin nasbi ile okuduğu rivayet edilmiştir. Manası da şöyle olur: İbrahim, duasını kabul edecek mi ve onu dost edinip edinmeyecek mi diye Rabbini denedi?

"Zürriyetimden de": Zürriyet kelimesi üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O zer kökünden fu’liyyet veznindedir, çünkü Allah onun zürriyetini Âdem’in belinden küçük karıncalar (zer) gibi çıkarmıştır.

İkincisi: Onun aslı lü’lulet vezninde zürrurettir. Ancak şedde çoğalınca son ra yeye tebdil edildi, zürviyet oldu, sonra da vav yeye idgam edilerek zürriyet oldu. Bu ikisini Zeccâc demiş ve birincinin doğru olduğunu söylemiştir.

"Ahd (söz)": Bunun ne olduğunda da yedi görüş vardır:

Birincisi: imamlık (liderlik) tir, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid ile

Said b. Cübeyr de böyle demişlerdir.

İkincisi: Taattir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Rahmettir, bunu da Atâ’ ile İkrime demişlerdir.

Dördüncüsü: Dindir, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Beşincisi: Peygamberliktir, bunu da Süddi şeyhlerinden demiştir.

Altıncısı: Güvendir, bunu da Ebû Ubeyde demiştir.

Yedincisi: Sağlam sözdür, bunu da

İbn Kuteybe demiştir. En doğrusu birincisidir.

Zâlimlerden murat edilenler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar kâfirlerdir, bunu İbn Cübeyr demiştir.

İkincisi: Asilerdir, bunu da Atâ’ demiştir.

125

O zamanı hatırla ki, biz Beyt’i insanlar için toplantı ve emniyet yeri yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den namazgah edinin. İbrahim ile İsmail’e: Evim’i tavaf edenler, ibadet kasdi ile orada kalanlar, rukû’ edenler ve secde edenler için temizleyin, diye emir vermiştik.

"Beyti insanlar için toplantı yeri yapmıştık": Beyt burada Ka’be’dir. Elif lâm ahd (bilinen şey) veya cins içindir. Muhataplar cinsin kastedilmediğini bilince, bilinen şeye râci oldu.

Zeccâc şöyle demiştir: Mesab ve mesabe birdir, makam ve makame gibi.

İbn Kuteybe de: Mesabe dönecek yerdir, sübtü ilâ keza denir ki, oraya döndüm demektir. Sabe ileyhi cismuhu ba’edl illeti denir ki, hastalıktan sonra vücudu kendine tekrar döndü (toparlandı) demektir. Bundan da insanın ona arka arkaya dönüp gitmesi kastedilmiştir.

"Emniyet yeri":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bir kimse başka bir yerde bir olay işler de oraya sığınırsa, güvende olur. Ancak Mekkelilerin onunla alışveriş etmemesi, ona yiyecek ve içecek vermemeleri ve onu barındırmamaları, onunla konuşmamaları gerekir ki, çıksın. Çıktığı zaman da had cezası ne ise tatbik edilir.

Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Beytullah güvenle tavsif edilmişse de maksat haremin tamamıdır, meselâ:

"Ka’beye yetişen kurbanlık” (Maide: 95) âyetinde olduğu gibi ki, maksat haremin tamamıdır, çünkü ne Ka'be’de ne de Mescid-i Haram’da kurban kesilmez. Bu, hüküm yoluyladır, sadece haber tarzında değildir.

"Makam-ı İbrahim” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O haremin tamamıdır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Arafat, Müzdelife ve cemrelerdir, bunu da Atâ’ demiştir. Mücâhid'ten de bu iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir. İbn Abbâs, Atâ’ ve

Mücâhid’ten şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Haccın tamamı Makam-ı İbrahim’dir.

Üçüncüsü: Belli taştır, bunu da Said b. Cübeyr demiştir, birincisi daha doğrudur. Ömer b. Hattab da şöyle demiştir: Ya Resûlallah, Makam-ı İbrahim'i namazgah edinsek, dedim, bunun üzerine bu âyet indi.

İbrahim’in o taşın üzerinde durmasında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, oğlu İsmail’i aradı, bulamadı, gelini ona: İn, dedi, o ise kabul etmedi. Gelini: Müsaade et, başım yıkayayım, dedi ve ona bir taş getirdi, o da ayağını onun üzerine koydu. Bineğin üzerinde idi, başının bir tarafını yıkadı. Sonra onu kaldırdı, ayağı taşa gömülmüştü, onu öteki parçasının altına koydu ve yıkadı, öteki ayağı da taşa gömülmüştü. Allah da bunu onun sembolü yaptı. Bunu Süddi, İbn Mes’ûd ve İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

İkincisi: O Beytullah’ı yapmak için taşın üzerinde durdu, İsmail de ona taş uzatıyordu, bunu da Said b. Cübeyr demiştir.

Cumhûr, içlerinde İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi olmak üzere, hinin kesri ile emir şeklinde "vettehizu” okumuşlar; Nâfi ile İbn Âmir de, hinin fethası ile haber (fiil) kalıbında (vettahazu) şeklinde okumuşlardır. İbn Zeyd şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: "Nerede namaz kılmamı istersiniz?” dedi.

Hazret-i Ömer de: Makam da dedi, bunun üzerine,

"vettehizu min makamı İbrahime Mûsalla” âyeti indi. 7

Ebû Ali de şöyle demiştir: Hı’nın fethası kıraatinin gerekçesi onun muzafunileyhe (cealnaya) ma’tûf olmasıdır, sanki, onu namazgah edindikleri zamanı hatırla demiş gibi olur. Fetha kıraatini arkadan gelen haber "ve ahidna” kavli de destekler.

7 - Buhârî, Salat, bab, 32; Tefsirü Sureti’l - Bakara, bab, 9; Müslim, Fedailü’s - Sahabe, hadis no, 24; Ahmed, Müsned, 1/24,36.

"Ve ahidna ilâ İbrahime ve İsmaile": Yani o ikisine emir ve tavsiye ettik. İsmail, yabancı bir kelimedir, onda: İsmail ve İsmaîn şeklinde iki lügat vardır. Şöyle bir şiiri delil getirdiler:

Köyün genç kızları gelince:

Beyt’in Rabbine yemin ederiz ki, bu, Îsmaîn’dir, dediler.

"Beytimi temizleyin":

Katâde: Putlardan, şirkten ve yalan sözden demek istemiştir, demiştir.

Eğer:

"O zaman orada Beyt yoktu; onlara onu temizlemelerini emretmenin manası nedir?” denirse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Orada putlar vardı, onu çıkarmaları emrolundu, bunu İkrime demiştir.

İkincisi: Bunun manası, temizlenmiş olarak bina edin, demektir. Akifun, ikamet edenler demektir, akefe ya’kufü ve akefe ya'kifu ukufen denir ki, bir yerde ikamet etmek manasınadır. İtikaf da bundandır. İbn Abbâs, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allahü teâlâ her gece bu Beyt’in üzerine yüz yirmi rahmet indirir: Altmışı tavaf edenlere, kırkı namaz kılanlara ve yirmisi ona gözleriyle bakanlara. 8

8 - Taberani, Kebir; Beyhakî, Şuabu’l - İman; Heysemi, Mecku’z - Zevaid, 3/292.

126

Hani İbrahim: "Rabbim, burayı emin bir belde yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere mahsullerden rızık ver” demişti. Allah da: Kim kâfir olursa, onu kısa bir süre yararlandırırım, sonra da onu cehennem azabına zorlarım. Orası ne kötü yerdir, dedi.

"Hani İbrahim: Rabbim, burayı emin bir belde yap, demişti": Belde köylerin başıdır, balid de beldede ikamet edendir. Belde göğüs manasınadır. Vadaatinnakatü beldeteha denir ki, deve çöktü, göğsünü yere koydu demektir. Burada beldeden maksat Mekke’dir.

"Emnen” emniyetli demektir. Beldenin emniyetli olması mecazidir, maksat içindeki halkın emniyette olmasıdır.

Bu emniyetten kastedilen şey hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O adam öldürmekten emin olmasını istemiştir.

İkincisi: Deprem ve yere batmaktan.

Üçüncüsü: Kıtlık ve kuraklıktan.

Mücâhid şöyle demiştir: İbrahim: İman edenleri, dedi; aziz ve celil olan Allah da: Kâfir olanı da rızıklandıracağım, buyurdu.

"Fe-ümettiuhu": İbn Âmir, hafif olarak emtea’dan "fe-ümtiuhu” okumuştur. Diğerleri de metta'te kökünden şedde ile okumuşlardır. İmta’, yararlanacak şeyi vermektir, müt’a de hoşa giden bir şeyden zevk almaktır.

Ne ile yararlandıracak? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Güvenle.

İkincisi: Rızıkla. Zorlamak da bir şeye sığınmaya mecbur etmektir. Masîr de, işin varacağı son durumdur.

127

Bir vakit İbrahim Beyt’in temellerini İsmail ile yükseltiyordu. Ey Rabbimiz, bizden kabul et, şüphesiz sen çok iyi işiten, pek iyi bilensin, diye dua etmişlerdi.

"Bir vakit İbrahim Beytin temellerini İsmail ile yükseltiyordu": Kavaid, Beyt’in temelidir, tekili kaidedir. Kavaidünnisa tabirindekinin tekili ise kaid olup ihtiyar kadın manasınadır.

"Rabbimiz bizden kabul et": Yani, Rabbimiz, kabul et, dediler. Dediler kelimesi hazfedilmiştir, meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Melekler onların yanına her kapıdan girerler: Selamün aleyküm” (Ra’d: 25), yani derler. "Semi” sami’ manasınadır, ancak daha mübalağalıdır, çünkü faîl kalıbı mübalağa içindir.

Hattâbî de şöyle demiştir: İşitmek kabul ve icabet etmek manasınadır, meselâ Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü gibi:

"İşitilmeyen duadan sana sığınırım. 9 Yani kabul olunmayan demektir. Namaz kılanın: Semiallahu limen hamideh sözü de Allah hamdedenin hamdini kabul eder manasınadır. Şöyle bir şiir okudular:

9- Müslim, Zeyd b. Erkam’dan

Allah’a dua ettim, öyle ki,

Allah'ın dediğimi işitmeyeceğinden korktum.

Beytin Yapılmasına İşaret

Enes, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Melekler Âdem’den önce Beyt’i haccederlerdi. 10

10 - Suyuti, ed - Dürrü’l - Mensur.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Âdem yere indirilince Allahü teâlâ: Ey Âdem, git, benim için bir Ev yap, meleklerin Arş’ımın etrafında yaptığını gördüğün gibi etrafında tavaf et ve beni zikret, dedi. O da dönüp koştu, Beyt-i Haram'ın olduğu yere geldi, onu beş dağdan getirdiği malzemelerle yaptı: Lübnan, Tûr-ı Sina, Tûr-i Zeytun, Cudi ve Hira dağlarından. Âdem, Beyt’i ilk kuran ve onu tavaf eden oldu. Bu böyle devam etti, sonra Allah bir sel gönderdi, Beyt’in yeri silindi. Allah İbrahim ile İsmail’i gönderdi.

Ali b. Ebî Tâlib radıyallahu anh de şöyle demiştir: Allah, İbrahim'e Beyt’i yapmasını emredince telaşlandı, ne yapacağım bilemedi, Allah da onun üzerine bulut gibi bir şey gönderdi, içinde konuşan bir baş vardı: Ey İbrahim, gölgemi işaretle, dedi. İşaretleyince çekildi. Bir rivayette de: İbrahim Beyt’i her gün onun üzerinde bina ederdi. Hazret-i Ali diyor ki: İbrahim o gölgeliğin altında kazardı, temellerini çıkardı. Bir temeli otuz adam kımıldatamazdı. Hacer-i Esved’in olduğu yere gelince İsmail’e: Bana bir taş getir, dedi. O da taş aramaya gitti, Cebrâil Hacer-i Esved’i getirip yerine koydu. İsmail gelince:

"Bu taşı sana kim getirdi?” dedi. O da: Benim ve senin yapmamıza ihtiyacı olmayan biri getirdi, dedi.

İbn Abbâs, İbn Müseyyeb ve Ebû’l-Âliyye: İkisi bundan önce olan temelleri yükselttiler, dediler.

Süddi de şöyle demiştir: Allah ona Beyt’i yapmasını emredince, nereye yapacağını bilemedi. Allah ona bir rüzgar gönderdi, Kabe’nin etrafında sel gelmeden önce Beyt’in üzerine kurulduğu ilk temelin etrafını süpürdü.

128

Rabbimiz, bizi sana teslim olanlardan eyle. Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yerlerimizi göster ve Tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen Tevbeleri çok kabul eden, hakkıyle merhamet edensin.

"Rabbimiz, bizi sana teslim olanlar eyle":

Zeccâc: Müslim, işini Allah’a teslim eden ve tevazu gösteren kimsedir, demiştir.

"Menasik” ibadet yerleri demektir. Her ibadet edilen yer mensek ve mensiktir. Abit kimseye de nasik denilmesi bundandır. Aziz ve celil olan Allah için kesilip kurban edilen hayvana da nesike, denir. Sanki neskin aslı Allah için kurban etmek ve kesmektir.

"Bize menasiklerimizi göster": Kurban kesecek yerlerimizi demektir. Bir başkası da: Onlar bütün hac fiilleridir, demiştir. İbn Kesir, ranın cezmi ile

"erna",

"Rabbi erni” (A’raf: 143);

"ernellezeyni edallana” (Fussilet: 29) okumuştur. Nâfi, Hamze ve Kisâi de bütün bu yerlerde ranın kesresi ile

"erina” okumuşlardır. Ebû Bekir, Âsım’dan rivayetle İbn Âmir de böyle okumuşlar, ancak bir tek

"ernellezeyni"yi ranın sükunu ile okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar

"erina” okurlar, Arapların çoğu ise ranın cezmi ile okur ve

"erna menasikena” derler. Bazı güvenilir kimseler de böyle okumuşlardır. Bazıları şöyle bir beyti delil getirmişlerdir:

Süleyma: Bize un satın al (işter), dedi.

Satın al (işter), acele ile de becerikli bir hizmetçi bul.

Kisâi de bana şöyle bir beyt okudu:

Kim korkarsa (yettak), Allah onun iledir,

Allah’ın rızkı ona sabah akşam gelir.

Katâde de şöyle demiştir: Allah o ikisine ibadet yerlerini gösterdi: Arafat’ta vakfe yerini, ifada tavafım, şeytan taşlanacak yerleri, tavafı ve sa’yi. Ebû Miclez de şöyle demiştir: İbrahim, Beyt’i yapmayı bitirince ona Cebrâil geldi, ona tavafı gösterdi, sonra onu akabeye götürdü; ona şeytan göründü, Cebrâil yedi küçük taş aldı ve yedi tane de İbrahim'e verdi ve: At ve tekbir getir, dedi. Beraber attılar ve her attıkça da tekbir getirdiler, nihayet şeytan kayboldu. Sonra onu orta şeytan taşlama yerine getirdi, yine onlara şeytan göründü, Cebrâil yedi taş aldı, yedi çakıl da İbrahim’e verdi ve: At ve tekbir getir, dedi. Attılar ve her atışla tekbir getirdiler; şeytan kayboldu. Sonra onu en uzaktaki taşlama yerine götürdü, yine onlara şeytan göründü, Cebrâil yedi çakıl taşı aldı, yedi tane de İbrahim'e verdi ve ona: At ve tekbir getir, dedi. Birlikte attılar ve her atışla tekbir getirdiler, nihayet şeytan kayboldu. Sonra onu Mina’ya getirdi ve: Burada insanlar başlarını tıraş ederler, dedi. Sonra onu toplantı yerine getirdi: Burada da insanlar toplanır, dedi. Sonra onu Arafat’a götürdü: Earefte (bildin mi?” dedi, O da: Evet, dedi. İşte o nedenle oraya Arafat denildi.

129

Ey Rabbimiz, onlara içlerinden onlara âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir Peygamber gönder. Şüphesiz sen, izzet ve hikmet sahibisin.

"Rabbena veb’as fi-him resulen minhüm": Hüm zamiri hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Zürriyete râcîdir, bunu Mukâtil ile Ferrâ’ demişlerdir.

İkincisi:

"halkına rızık ver” dediği Mekke halkına râcîdir. Resul’den maksat da Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Ebû Ümame, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir:

"Ya Resûlallah, senin işin nasıl başladı?” dediler. O da: Ben İbrahim’in duası ve İsa’nın müjdesiyim. Annem kendisinden bir nûr çıktığını ve Şam’ın saraylarını aydınlattığını gördü, dedi. 11

11 - İmam Ahmed, Müsned, 4/127, 128; 5/262.

Kitap: Kur’ân, hikmet de sünnettir, bunu İbn Abbâs demiştir. Ondan hikmetin fıkıh, helâl ve haram, Kur’ân’ın öğütleri dediği de rivayet edilmiştir. Hikmete hikmet denilmesi, insanı cahillikten men ettiği içindir (hikmetin lügat manası gemdir. Mütercim).

"Yüzekkihim": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası onlardan zekât alır ve onları temizler demektir, bunu İbn Abbâs ile Ferrâ’ demişlerdir.

İkincisi: Onları şirk ve küfürden temizler, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Onları temizlenecekleri şeye davet eder, demektir.

"inneke entel aziz":

İz” , Arap dilinde üç manaya gelir:

Birincisi: Galip gelmek manasınadır. Men azze bezze derler ki: Galip gelen parsayı toplar demektir. Azze yeuzzu babından gelir,

"ve azzeni fil-hitab” (Sad: 29) beni lafta mağlup etti demektir.

İkincisi: Şiddet ve kuvvet manasınadır, azze yaazzü babından gelir.

Üçüncüsü: Onuruna düşkün olmak manasınadır, bu da azze yeizzü babından gelir Aziz kelimesi, ona hiçbir şey denk ve muâdil olmaz manasınadır.

130

Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Yemin olsunki biz onu dünyada seçmişizdir ve şüphesiz o, ahirette de iyi kimselerdendir.

"Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir?": Âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Abdullah b. Selam iki kardeşi oğulları Muhacir ile Seleme’yi İslâm’a davet etti, Seleme Müslüman oldu, Muhacir ise İslâm’dan yüz çevirdi. Bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Mukâtil demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir:

"Men” edatı lâfız itibarı ile istifham ise de manası tesbit ve azarlamadır. Mana şöyle olur: Kendini bilmeyenden başkası İbrahim’in dininden yüz çevirmez. Rağiptü fişşey, istemek manasına, rağibtü anhü ise yüz çevirmek manasınadır. İbrahim’in milleti ise dinidir.

"İlla men sefihe nefseh": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, ancak nefsini alçaltan demektir, bunu Ahfeş ile Yûnus demişlerdir. Yûnus; Bu nedenledir ki, nefse taaddi etmiş ve onu nasbetmiştir, demiştir. Ahfeş de, nefs kelimesinin mensûb olması harfi çerin düşmesinden dolayıdır, çünkü mana: İlla men sefihe fi nesihi demiştir.

Şair de şöyle demiştir:

Bizde çiğ et misafirler için pahalıdır,

Biz onu tencerede piştiği zaman ucuzlatırız.

İkincisi: Ancak nefsini helak eden demektir, bunu da Ebû Ubeyde demiştir.

Üçüncüsü: Ancak nefsi sefih olan yapar demektir, meselâ, filanca görüşünü aldattı denir. Bu, Ferrâ’ ile İbn Kuteybe'nin görüşüdür.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Fiil nefisten

"men” zamirine nakledildi, nefs de tefsire (temyize) benzetilmekle mensûb kılındı, meselâ, dıktü bilemri zeran denir ki: Bundan sıkıldım demektir,

"veştealerre’sü şeyben” (Meryem: 4) de böyledir.

Dördüncüsü: Kendini bilmeyen, onun üzerinde düşünmeyen demektir, bu da Zeccâc’ın tercih ettiği bir görüştür.

"Şüphesiz o ahirette elbette iyi kimselerdendir": Allah katında hali düzgün kimselerdendir demektir.

Zeccâc da: Ahirette salih olan, kazanandır, demiştir.

131

Çünkü Rabbi ona: Teslim ol, dedi. O da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, dedi.

"Rabbi ona teslim ol” demişti: Bu da onu seçtiği zaman olmuştu.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: O yıldızı, ayı ve güneşi gördüğü zaman Rabbi ona: Teslim ol, yani ihlaslı ol, demişti.

132

Bunları İbrahim, oğullarına tavsiye etti. Ya’kûb da: Ey oğullarım, şüphesiz, Allah bu dini sizin için seçti. Öyle ise ancak Müslümanlar olarak ölün, dedi.

"Ve-vessa": İbn Abbâs ile Medineliler elifle ve sad şeddesiz olarak

"evsa", diğerleri de elifle sad da şeddeli olarak "vessa” okumuşlardır. Bu da Mushafların farklı oluşundan kaynaklanmaktadır. Bize Kuşeyş haber verdi, bize İbn Hayyeveyh haber verdi, bize İbn Enbari haber verdi, bize Saleb haber verdi, bana Halef b. Hişam el - Bezzar yazı ile bildirdi ve şöyle dedi: Medine halkının mushafı ile Irak halkının mushafı on iki yerde farklıdır: Medine halkı "veevsa", İrak halkı ise "vevessa” yazdı; Medine halkı

"sariu ilâ mağfiretin nün rabbiküm", (Al-i İmran: 132) vavsız, Irak halkı "vesariu” yazdı; Medine halkı

"yekulülezine amenu” (Maide: 53), Irak halkı "veyekulu” yazdı; Medine halkı

"men yertedid” (Maide: 54), Irak halkı

"men yertedde” yazdı; Medine halkı

"ellezinettehazu mesciden” (Teube: 107), Irak halkı "vellezine” yazdı; Medine halkı

"hayran minhuma munkaleba” (Kehf: 36), Irak halkı

"minha” yazdı, Medine halkı  

"fetevekkel alel azizirrahim” (Şuara: 217) yazdı, Irak halkı "vetevekkel” yazdı; Medine halkı

"veen yuzhire filardıl fesad” (Ğafir: 26), Irak halkı

"ev en yuzhire” yazdı; Medine halkı ha mîm ayn sin kafta

"bima kesebet eydiküm"ü fesiz, Irak halkı "febima” yazdı; Medine halkı

"ma teştehihil enfüs” (Zuhruf: 71) he ile, Irak halkı

"mateştehi” yazdı; Medine halkı

"innallahel ğaniyyül hamid” (Hadid: 24), Irak halkı

"innallahe hüvel ğaniyyül hamid” yazdı; Medine halkı  

"fela yehafü ukbaha” (Şems: 15), Irak halkı "vela yehafü” yazdı.

Vessa, evsadan daha mübalağalıdır, çünkü onda defalarca yapılma manası vardır. Ondaki “He” zamiri de meseleye râcîdir. Bunu İkrime ile Zeccâc demişlerdir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Onun oğulları dörttür: İsmail, İshak, Medyen, Medain. Mukâtil’in dışındakiler de onların sekiz olduklarını söylemişlerdir.

"Müslüman olmadan ölmeyin": Maksat, İslâm'dan ayrılmayın; size ölüm geldiği zaman sizi onun üzerinde bulsun demektir.

133

Yoksa Yakub’a ölüm geldiği zaman orada hazır mı idiniz? Hani oğullarına: Benden sonra neye ibadet edeceksiniz, demişti? Onlar da: Senin İlâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan bir tek İlâha ibadet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur, demişlerdi.

134

Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Kazandıkları onlaradır, sizin kazandığınız da sizedir. Onların yaptıklarından sorulmazsınız.

135

Yahudi ve Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır, biz hanif olarak İbrahim’in dinindeyiz. O, müşriklerden değildi.

"Yahudi olun dediler": Manası şöyledir: Yahudiler, Yahudi olun, Hıristiyanlar da, Hıristiyan olun ki, hidayete eresiniz, dediler.

"Bel millete İbrahim’e hanifa": Bilakis biz İbrahim’in hanif halindeki dinine tabi oluruz demektir. Hanif üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, ibadete meyleden demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Hanif lügatte bir şeye meyleden manasınadır, recülün ahnef denir ki, ayak parmakları birbirine meyleden kimse demektir. Ahnef'in annesi de onu sektirirken şöyle demiştir:

Allah 'a yemin ederim ki, eğer ayağında eğrilik,

Zayıflığından dolayı da bacağında incelik olmasaydı,

Gençleriniz arasında onun gibisi olmazdı.

İkincisi: Doğru manasınadır, topala hanif denmesi de, sağlam olmasını istemektendir. Bu İbn Kuteybe’nin görüşüdür. Tefsirciler hanifi çeşitli sıfatlarla nitelemişlerdir; meselâ; ihlaslı gibi. İbn Saib de, hac edendir demiştir. Başkaları da tevhid edip hac eden, kurban kesen, sünnet olan ve Ka'be’ye dönen demişler.

136

Deyin: Biz Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a ve torunlarına indirilene; Mûsa’ya ve İsa’ya verilenlere ve peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmayız. Bizler O’na teslim olanlarız.

Esbât (torunlar) ise Yakub'un oğullarıdır, bunlar on iki erkek idiler.

Zeccâc şöyle demiştir: Esbât lügatte bir atadan gelen topluluğa denir. Sıbt lügatte dalları olan ağaçtır. Sıbt da bir şecereden gelenlerdir.

137

Eğer sizin O’na iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, doğru yolu bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar muhalefettedirler. Onlara karşı Allah sana yetecektir. O, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.

"Eğer iman ederlerse": Bunlar ehl-i kitaptır.

"Sizin O’na iman ettiğiniz gibi": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, sizin imanınız gibi demektir. Be tekit için getirilmiştir, meselâ:

"Ve hüzzî ileyki bi-ciz’ı’n-nahleti"(Meryem: 24)de olduğu gibi. Bunu Enbârî demiştir.

İkincisi: Burada mislden maksat kitaptır, takdiri şöyle olur: Eğer sizin kitabınıza iman ettiğiniz gibi onlar da kendi kitaplarına iman ederlerse, bunu da Ebû Muaz en - Nahvi demiştir.

Üçüncüsü: Burada misl sıladır (ulamadır, zaittir), mana: Sizin iman ettiğinize iman ederlerse, şeklinde olur.

"Leyse kemislihi şey’ün” (Şura: 11) âyeti de böyledir ki, O’nun gibi bir şey yoktur demektir.

Şöyle bir şiir gösterdiler:

Ey beni kınayan, beni kınamayı bırak,

Benim gibisi sizin gibileri kabul etmez.

Yani, ben sizi kabul etmem demek istiyor. Şikak ise zahmet ve düşmanlıktır. Fülanün kad şakka asal müslimine denir ki, imama tabi olanlardan ayrıldı demektir. Sanki başka bir şıkka düşmüştür.

"Onlara karşı Allah sana yetecektir.": Bu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yardım edileceğine dair garantidir.

138

Biz Allah’ın boyası ile boyanmışızdır. Boyası Allah'tan daha güzel olan kimdir? Bizler O’na ibadet edenleriz.

"Allah’ın boyası": Bunun

iniş sebebi şöyledir: Hıristiyanlar, birinin çocuğu olup da yedi günlük olduğu zaman onu bir suya batırırlardı ki, ona vaftiz derlerdi. Böylece onu temizlemek isterler ve: Bu, sünnetin yerine geçen bir temizliktir, derlerdi. Bunu yaptıkları zaman da: Gerçek Hıristiyan oldu, derlerdi. İşte âyet bunun üzerine indi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye, Mücâhid, Nehaî ve

İbn Zeyd: Allah’ın boyası, O’nun dinidir, demişler.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Sıbğatallah'ın mensûb okunması yukarıda geçen millete kelimesinin (millete İbrahim) üzerine affedilmesinden dolayıdır.

İbn Able de: Merfu olarak, "sıbğatullah” okumuştur ki, manası: Bu Allah’ın boyasıdır, demek olur.

"Milletü” İbrahime’yi de böyle okumuştur ki, manası: Bu, İbrahim’in milletidir demek olur.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Allah'ın boyası, sünnettir, ona boya denmesi, Hıristiyanların çocuklarını boya küpü gibi bir suya batınp bu onun için Müslümanların sünneti gibi bir temizliktir, demelerindendir. Bunun üzerine Cenab-ı Allah: Sıbğatallah dedi ki, Allah’ın boyasından ayrılmayın, yoksa Hıristiyanların evlatlarına yaptıkları boyadan değil dedi. Ondan da İbrahim milletini kastetti. Başkası da şöyle demiştir: Neden dine boya denmiştir, çünkü boyanın elbisede göründüğü gibi onun izi de insanın üzerinde görünür.

139

De ki: Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz? O, bizim de sizin de Rabbimizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Biz ona ihlas gösterenleriz.

"Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz?":

İbn Abbâs: Medine Yahudilerini ve Necran Hıristiyanlarını kastetmiştir, demiştir. Muhacce dinde tartışmaktır. Çünkü Yahudiler: Biz ilk kitap ehliyiz, dediler. Şöyle de denilmiştir: Yahudiler putlara tapanlara yardım ettiler, onlara: "Sizler muvahhit olduğunuzu iddia ediyorsunuz, biz de muvahhidiz, öyleyse niçin muvahhit olmayanlara arka çıktınız denildi?!

"Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir":

Müfessirlerin çoğu: Bu kelâmda bir nevi müsamaha var, sonra kılıç âyetiyle neshedilmiştir, demişler.

140

Yoksa:

"İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kûb ve torunları Yahudi yahut Hıristiyanlar idi mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Kendindeki bir şahitliği Allah’tan saklayandan daha zalim kimdir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

"Yoksa, İbrahim ile İsmail... şöyle mi diyorsunuz?” Âyetin sebebi nüzulü şöyledir: Medine Yahudileri ile Necran Hıristiyanları mü’minlere: Allah’ın peygamberleri biz İsrâil oğullarındandı, onlar da bizim dinimizde idiler, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Mukâtil demiştir. Âyetin manası şöyledir: Allah bize peygamberlerin dinini bildirdi, onu bizden daha iyi bilen yoktur.

İbn Kesir, Nâfi, Âsım - Ebû Bekir rivâyetinde - ve Ebû Amr ye ile Yahudilerden haber haber tarzında

"em yekulune” okumuşlardır.

İbn Âmir, Hamze ve Hafs da - Âsım’dan rivayetle - te ile

"tekulune” okumuşlardır, çünkü makabli muhataptır, o da

"etühaccunena” dır, arkasındaki de muhataptır, o da "kul eentüm a’lemü

"dür.

Gizledikleri şahitlik hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ onların yanında İbrahim ile onunla beraber adları geçenlerin Müslüman olduklarına şahitlik etti, onlarsa bunu gizlediler. Bunu Hasen Basri ile Zeyd b. Eslem demişlerdir.

İkincisi: Onlar İslâm’ı ve Muhammed’in Peygamber olup dininin de İslâm olduğunu gizlediler. Bunu da Ebû’l - Âliyye ile Katâde demişlerdir.

141

Onlar bir ümmetti, gelip geçmiştir. Kazandıkları onlaradır, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.

142

İnsanlardan beyinsizler:

"Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. Dilediğini doğru yola iletir.

"İnsanlardan beyinsizler diyecekler": Bunlar hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu Bera b. Azib, Mücâhid ve Said b. Cübeyr demişlerdir.

İkincisi: Onlar Mekke halkıdır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar münafıklardır, bunu da Süddi, İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan nakletmiştir. Hepsinin bunları demiş olmaları da mümkündür. Âyet, kıblenin değiştirilmesinden sonra inmiştir.

Süfeha: Cahiller demektir.

Ma-vellâhüm de onları kıblelerinden ne çevirdi demektir. Kıbleden de Beytü’l - Mukaddes’i kastediyor.

Âlimler; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Medine’ye geldikten sonra Beytü'l - Mukaddes’e dönerek ne kadar zaman namaz kıldığında altı görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: On altı veya on yedi aydır, bunu Bera b. Azîb demiştir.

İkincisi: On yedi aydır, bunu da İbn Abbâs demiştir.

Üçüncüsü: On üç aydır, bunu Muâz b. Cebel demiştir.

Dördüncüsü: Dokuz veya on aydır, bunu da Enes b. Malik demiştir.

Beşincisi: On altı aydır.

Altıncısı: On sekiz aydır. Bu iki görüş Katâde’den rivayet edilmiştir.

Beytü’l - Mukaddes’e yönelmesi kendi görüşü ile mi idi veya vahiy ile mi idi? Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: O, Allah’ın emri ve vahyi ile idi, bunu İbn Abbâs ve İbn Ciireyc demişlerdir.

İkincisi: O, kendi içtihadı ve görüşü ile idi, bunu da Hasen, Ebû’l - Âliyye, İkrime ve Rebi’ demişlerdir.

Katâde de şöyle demiştir: İnsanlar,

"doğu da batı da Allah’ındır” (Bakara: 115) kavli ile istedikleri tarafa dönerlerdi. Sonra onlara Beytü’l -Mukaddes’e dönmelerini emretti.

Beytü'l - Mukaddesi seçme sebebinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Ehl-i kitabın kalplerini kazanmak içindi, bunu bazı müfessirler demiştir.

İkincisi: Arapları alışık olmadıkları şey ile denemek içindi, bunu da Zeccâc demiştir.

143

Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, siz insanlara şahit olasınız; Resûlüllah da size şahit olsun. Üzerinde bulunduğun kıbleyi ancak Resûlüllah'a tabi olanı iki ökçesi üzerine dönenden bilmemiz için yaptık. Gerçi bu, elbette Allah’ın hidayet ettiklerinden başkasına büyük bir şeydir. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah insanları çok merhamet edendir ve çok merhamet edendir.

"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık": Sebeb-i nüzulü şöyledir:

 Yahudiler: Bizim kıblemiz peygamberlerin kıblesidir, biz insanlar arasında adil kimseleriz, dediler, âyet de bunun üzerine indi, bunu Mukâtil demiştir. Ümmet: Cemaat, vasat da adil demektir, bunu İbn Abbâs, Ebû Said, Mücâhid ve Katâde demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Vasat, adil ve hayırlı demektir.

"En ortancaları dedi” (Kalem: 28) âyetinde de böyledir ki, en adilleri ve hayırlıları demektir. Şair de şöyle demiştir:

Onlar orta kimselerdir, insanlar verdikleri karara razı olurlar,

Bir gece büyük belâ indiği zaman.

Bunun aslı şudur: Her şeyin ortası hayırlıdır. Aşırılık ve taksirat kınanmış şeylerdir. İbn Cerir Taberî de bunun orta halli iş yapmaktan geldiğini söylemiştir. Çünkü Müslümanlar Yahudiler gibi dinlerinde kusur işlemediler. Zira onlar peygamberleri öldürüp Allah’ın kitabını değiştirdiler. Hıristiyanlar gibi de aşırı gitmediler, çünkü onlar da İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ettiler.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Bu kelâmda atılmış kısımlar vardır, manası şöyledir: Ben sizin kıblenizi iki kıble arasında orta kıldım; zira Yahudiler batı tarafına dönerek namaz kılarlar, Hıristiyanlar ise doğu tarafına dönerek namaz kılarlar, siz ise ikisinin ortasındasınız.

"İnsanların üzerinde şahit olmanız için": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, ümmetlerine karşı peygamberlere şahitlik etmeniz içindir. Ebû Said el - Hudri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kıyamet gününde bir peygamber gelir, yanında bir adam vardır, bir peygamber gelir, yanında iki adam vardır. Bir peygamber de gelir, yanında çok adam vardır. Onlara:

"Bu Peygamber size tebliğ etti mi?” denir, onlar da, hayır, derler. Peygambere: "Sen onlara tebliğ ettin mi?” denir, o da: Evet, der. "Sana kim şahitlik edecek?” denir, o da: Muhammed ve ümmeti, der. O zaman peygamberlerin tebliğ ettiklerine dair şahitlik ederler. Onlara:

"Bunu nereden biliyorsunuz?” denir, onlar da: Bize peygamberimiz, elçilerin' mesajlarını ilettiğini haber verdi, biz de onu tasdik ettik, derler. İşte:

"İnsanlara şahitlik etmeniz için” âyetinin manası bu dur. 12 İkrime ile Katâde’nin de görüşü budur.

İkincisi: Bunun manası şöyledir: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e şahit olmanız için. Ümmetler de: Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusilerdir, bunu Mücâhid demiştir.

12 - Buhârî, İtisam, bab, 19; Enbiya, bab, 3; İbn Mâce, Zühd, bab, 34; Ahmed, Müsned, 3/32,58.

"Peygamberin de size şahit olması için": Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in şahit olması için.

Onlara ne ile şahitlik edecek? Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Amellerine, bunu İbn Abbâs, Ebû Said el - Hudri ve İbn Zeyd demişlerdir.

İkincisi: Mesajı onlara ilettiğine, bunu da Katâde ile Mukâtil demişlerdir.

Üçüncüsü: İmanlarına, bunu da Ebû’l-Âliyye demiştir. O zaman

"aleyküm” (aleyhinize), "leküm” (lehinize) manasına olur.

İkrime de şöyle demiştir: Bu ümmetten ancak peygamberi sorulur.

"Üzerinde bulunduğun kıbleyi kılmadık...": Bundan Beytü’l - Mukaddes’i irade buyuruyor.

"Ancak bilmemiz için": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Görmemiz için demektir.

İkincisi: Ayırmamız için, bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Onu gerçekleşmiş olarak bilmemiz için, çünkü onun ilmi kadimdir, bunu tefsircilerden bir grup demiştir. Bu da İbn Abbâs’ın,

"bilmemiz için” görüşüne râcîdir.

Dördüncüsü: Muhataplara râcîdir ki, mana: Sizin bilmeniz için demek olur, bunu da Ferrâ’ demiştir.

"İki ökçesi üzerine dönenden": Yani küfre dönenden, bunu İbn Zeyd ile Mukâtil demişlerdir.

"Gerçi bu büyük bir şeydir": Burada işaret edilen şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Ka’be’ye dönmektir; bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: O, ondan dönülmeden önce Beytü’l - Mukaddesin kıblesidir, bunu da Ebû’l - Âliyye ile Zeccâc demişlerdir.

"Allah imanınızı zayi edecek değildir":

Sebeb-i nüzulü: Müslümanlar:

"Ya Resûlallah, Beytü'l - Mukaddes’e dönerek namaz kılan kardeşlerimizin hali ne olacak?” dediler, Allahü teâlâ bunun üzerine:

"Allah imanınızı zayi edecek değildir” kısmını indirdi. 13

13 - İmam Ahmed ve Tirmizî, Tirmizî: Hasen sahih hadistir, demiştir.

"Leraufun": İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir ve Hafs - Âsım’dan rivayetle - Kur’ân’ın her yerinde, leraûf (ayınla) vezninde "leraûf” okumuşlardır. Münasebeti de şöyledir: Arap dilinde faûl vezni, faul vezninden daha çoktur; darûb ve şekûr babı, hazur ve yakuz babından daha geniştir. Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir, Âsım’dan rivayetle rauf (ayınla) vezninde "leraûf” okumuşlardır. Bunun Hicazlılarda daha çoğunlukta olduğu söylenmiştir. Cerir şöyle demiştir:

Müslümanların sende hakları olduğunu görürsün,

Şefkatli ve merhametli babanın yaptığı gibi.

Rauf merhametli manasınadır. Bu, Zeccâc’ın görüşüdür. Hattâbî de bazı ilim adamlarından rivayetle re’fetin rahmetten daha abartılı ve ondan daha ince olduğunu nakletmiştir. Re’fetin özel, rahmetin ise genel olduğu da söylenmiştir.

144

Yüzünü göğe çevirdiğini görüyoruz. Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık sen de yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden bir hak olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir.

"Yüzünü göğe çevirdiğini görüyoruz":

İniş sebebi şudur: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Kabe’ye dönmeyi istiyordu, bunu Bera, İbn Abbâs, İbn Müseyyeb, Ebû’l - Âliyye ve Katâde demişlerdir. Bazı müfessirler, bu âyetin "seyekulussüfehaü” âyetinden önce indiğini söylemişlerdir.

Âlimler, Peygamber’in Ka’be’yi Beytü’l - Mukaddes’e tercih etme sebebinde iki farklı görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, İbrahim aleyhisselam’ın kıblesi idi, bu İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

İkincisi: Yahudilere muhalefet etmek için, bunu da Mücâhid demiştir. Yüzünü çevirmesinin manası da sağa sola bakmasıdır. "fi” edatı da

"ilâ” manasınadır.

"Terdaha” seviyorsun, demektir. "Şatr” taraf manasınadır, bunda da ihtilaf yoktur. İbn Ömer şöyle demiştir: insanlar Küba mescidinde sabah namazını kılarken biri geldi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bu gece Kur’ân indirildi; Kıble’ye dönmesi emredildi, siz de ona dönün, dedi. Yüzleri Şam’a dönük idi, namazlarında döndüler. 14

14 - Buhârî, Salat, bab, 32; Ahad, bab, 1; Tefsirü sûre 12, bab, 16, 19, 20; Müslim, Mesacid, hadis no, 13; Ahmed, Müsned, 2/113.

Âlimler kıblenin ne zaman çevrildiği hakkında üç görüş üzerinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, öğle namazında Receb’in on beşinde Resûlüllah’ın Medine'ye gelişinden on yedi ay sonra çevrilmiştir. Bunu Bera b. Azib ile Makıl b. Yesar demişlerdir.

İkincisi: O, Şaban’ın beşinde Peygamberin Medine’ye gelişinden on sekiz ay sonra Salı günü çevrilmiştir. Bunu da Katâde demiştir.

Üçüncüsü: O, Cemaziyelahir’de çevrilmiştir, bunu da müfessir İbn Selame, İbrahim el - Harbi’den aktarmıştır.

"Kendilerine kitap verilenler” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Yahudilerdir, bunu Mukâtil demiştir.

İkincisi: Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu da Ebû Süleyman Dırneşki demiştir.

"Onun gerçek olduğunu bilirler": Bu da ona emredilen Ka’be’ye dönme emrine işaret etmektedir. Sonra da onları âyetin kalan kısmı ile bildikleri şeyi sakladıkları için tehdit etti.

Onun hak olduğunu nereden biliyorlardı? Bunda dört görüş vardır:

Birincisi: Onların kitaplarında da ona dönme emri vardı, bunu Ebû’l - Âliyye demiştir.

İkincisi: Mescid-i Haram’ın İbrahim’in kıblesi olduğunu biliyorlardı.

Üçüncüsü: Kitaplarında Muhammed’in doğru bir Peygamber olduğu ve hak dışı bir şey emretmeyeceği yazılı idi.

Dördüncüsü: Onlar neshin câiz olduğunu biliyorlardı.

145

Yemin olsun ki, kendilerine kitap verilenlere bütün mucizeleri getirsen, senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onların kimileri de kimilerinin kıblesine uyacak değildir. Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların heveslerine uyarsan, şüphesiz sen muhakkak zâlimlerdensin.

"Yemin olsun ki, kendilerine kitap verilenlere bütün mucizeleri getirsen":

Âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Medine Yahudileri ile Necran Hıristiyanları, Peygamber’e: Senden önceki Peygamberler gibi sen de bize mucizeler getir, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Mukâtil demiştir.

"Senin kıblene tabi olmazlar": Ka’be’yi kastediyor.

"Kimileri de kimilerinin kıblesine tabi olmazlar": Çünkü Yahudiler doğuda Beytü’l - Mukaddes’e doğru, Hıristiyanlar da doğuya doğru namaz kılarlar.

"Yemin olsun ki, eğer onların heveslerine uyarsan": Yani kıblelerine dönerek namaz kılarsan.

"Sana gelen ilimden sonra":

Mukâtil: ilimden açıklamayı kastetmiştir, demiştir.

146

Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanır gibi tanırlar. Muhakkak onlardan bir grup bildikleri halde hakkı gizlerler.

"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu tanırlar":

"Ya’rifûne

"deki zamir hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Kıbleye dönmesine râcîdir, bunu da Ebû’l - Âliyye, Katâde, Süddi ve Mukâtil demişlerdir. Bu, İbn Abbâs’tan da rivayet edilmiştir.

İkincisi: Ka’be’ye dönmedir, bunu da Süddi, Mukâtil ve diğerleri demişlerdir.

"Onu bilirler"de iki görüş vardır:

Birincisi: Onun hak olduğunu bilirler.

İkincisi: Ona muhalefet edene azabın olacağını bilirler.

147

Hak Rabbindendir; artık şüphe edenlerden olma.

"Hak Rabbindendir":

Zeccâc: Bu hak Rabbindendir, demiştir. Mümterin: Şüphe edenler demektir. Hitap ise geneldir.

148

Herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü vardır; öyleyse hayırlarda yarışın. Nerede olursanız Allah hepinizi getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

"Herkesin bir yönü vardır": Yönden maksat kıbledir, bunu İbn Abbâs ile diğerleri söylemiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Buna cihet de vichet de denir.

"Hüve” zamirinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ’ya râcîdir, o zaman mana şöyle olur: Allah’tır onları o istikamete döndüren, yani oraya dönmelerini emreden.

İkincisi: Dönene râcîdir, o zaman da mana şöyle olur: Odur kendisini o cihete döndüren, bu takdirde

"hüve” zamiri külle ait olmuş olur.

Üçüncüsü: Bey’te râcîdir,

Mücâhid: Her kavim Kabe’ye dönmekle emrolundu, demiştir. Cumhûr

"müvelliha” okur; İbn Âmir ile Velid b. Yakub da

"hüve müvellaha” okurlar. O zaman

"hüve” zamiri küll’e râci olur. Her iki kıraatin manası birbirine yakındır.

"Öyleyse hayırlarda yarışın": Koşuşun demektir.

Katâde de: Kıblenizi elden kaçırmayın demiştir.

"Nerede olursanız Allah hepinizi getirir". İbn Abbâs ve diğerleri: Bu kıyamette olacaktır, demişlerdir.

149

Hangi yerden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Şüphesiz O, Rabbinden gelen bir haktır. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.

150

Hangi yerden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Nerede olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki, insanların, içlerinde zulmedenlerden başkasının size karşı bir delili olmasın. Onlardan korkmayın, Ben’den korkun. Nimetimi size tamamlayayım ki, doğru yolu bulasınız.

"Hangi yerden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir": Bu, tekrar ve tekittir, ehl-i kitabın Müslümanların onların kıblelerine dönme beklentilerini kesip atmak içindir.

"İnsanların size karşı bir delili olmasın": İnsanlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar ehl-i kitaptır, bunu İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye, Katâde ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Arap müşrikleridir, bunu Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiştir. Kim birincisini derse, şöyle demek istemiş olur: Ehl-i kitabın delili şudur: Onlar Peygamber'e,

"Beyt-i Mukaddes kıblesini ne için terk ettin? Eğer sapıklık idiyse, sen onunla bir süre Allah'a ibadet ettin, eğer doğru idiyse, şimdi niçin terk ettin” demiş olurlar.

Katâde: Adam (Peygamber) atasının Ev’ini ve kavminin dinini özledi, dediler, demiştir. Kim de ikincisini derse, müşriklerin delili şöyle demeleri olur: Kıblenize döndü, yakında da dininize dönebilir.

Batıllarına delil denmesi, delil diye getirdikleri şeyi aynen anlatmasından dolayıdır, meselâ şu âyetler de böyledir:

"Onların kanıtları Rableri katında geçersizdir” (Şura: 16);

"kendilerindeki ilimle sevindiler". (Ğafir: 83)

"İçlerinde zulmedenlerden başkası":

Zeccâc: Bunun manası, kim açık bilgi karşısında delil getirmekle kendisine zulmederse, demiştir. Meselâ, birine karşı: Senin benim üzerimde zulümden başka bir şeyin yoktur, dersin ki, bana haksızlık etmekten başka bende hiçbir şeyin yoktur, ancak bana haksızlık ediyorsun, demektir.

"Onlardan korkmayın":

İbn Abbâs: Ka’be’ye dönmenizde;

"Ben'den korkun": Onu terk etmede demiştir.

151

Nitekim size içinizden âyetlerimizi okuyacak, sizi temizleyecek ve size kitabı ve hikmeti öğretecek; bilmediklerinizi de öğretecek bir Peygamber gönderdik.

"Nitekim size içinizden bir Peygamber gönderdiğimiz gibi":

Zeccâc şöyle demiştir: "Kema (nitekim) “edatının daha önce geçenlere cevap olması uygun değildir, en iyisi onun,

"beni anın” kavline bağlı olmasıdır. Bu mana Hazret-i Ali, İbn Abbâs, Mücâhid ve Mukâtil’den rivayet edilmiştir.

Âyet Arap müşriklerine hitap etmektedir.

"Sizi temizler": Bu hususta da üç görüş vardır, bunlar da yukarıda İbrahim aleyhisselam kıssasında geçmiştir.

"Kitap": Kur’ân’dır,

"hikmet” de, sünnettir.

152

Öyleyse beni zikredin (anın), ben de sizi anayım, bana şükredin; bana karşı nankörlük etmeyin.

"Beni zikredin": İbn Abbâs ile İbn Cübeyr: Beni itâatle zikredin, ben de bağışlamam ile sizi zikredeyim, demişlerdir.

İbrahim b. Seriyy de şöyle demiştir: Size risalet verdiğim için beni tevhid ve Peygamberimi tasdik ile zikredin. Eğer: "Gönderdiğim gibi” kavlinin cevabı, nasıl

"beni zikredin” olur. Çünkü

"beni zikredin” emirdir ve cezası da

"ben de sizi zikredeyim"dir?” denirse, cevap şöyledir: Mana, eğer beni zikrederseniz ben de sizi zikrederim şeklinde olur.

"Bana şükredin": Şükür, nimet vereni överek hakkını itiraf etmektir.

153

Ey iman edenler, sabırla, namazla Allah’tan yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.

"Ey iman edenler, sabırla, namazla Allah’tan yardım dileyin": Âyetin sebeb-i nüzulü şudur: Müşrikler: Muhammed, kıblemize döndüğü gibi dinimize de dönecektir, dediler, işte âyet bunun üzerine indi, bunu Katâde demiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Farzlan eda etmeye sabır ve namazı kılmakla ahireti istemeye Allah’tan yardım dileyin. Sabır; ondan ve namazdan nasıl yardım isteneceği hakkında açıklama da yukarıda geçmiştir.

154

Allah yolunda öldürülenler için "ölüler” demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz anlamazsınız.

"Allah yolunda öldürülenler için ölüler demeyin":

Sebeb-i nüzulü şöyledir: Onlar Bedir ve Uhut’ta öldürülenler için: Filanca Bedir’de öldü, filanca Uhut’ta öldü, dediler, bunun üzerine bu âyet indi, bunu İbn Abbâs demiştir.

"Emvatun” kelimesinin merfu olması, gizli mübteda zamiri iledir, yani hüm emvatun (onlar ölüdürler), demeyin, bunun benzerini Ferrâ’ da demiştir. Eğer:

"Biz onların ölü olduklarını görüyoruz, yasağın hikmeti nedir?

"denirse, cevap şöyledir: Onlar ölüdürler, ruhları cennete erişmez, diriler gibi Allah’ın ikramına nail olmazlar, demeyin; bilakis onlar diridirler, ruhları cennette dolaşan yeşil kuşların kursaklarındadır. 15 İşte onlar, her ne kadar ruhlarının çıkmış olması bakımından ölüler iseler de, bu cihetten diridirler. Bunu İbn Enbari demiştir. Eğer:

"Bütün mü’minler ölümlerinden sonra nimet görmeyecekler mi, neden özellikle şehitlerden bahsedildi?” denilirse, cevap şöyledir: Şehitler cennet taam ve yiyeceklerinden rızıklanmada diğerlerinden üstündürler, ötekiler daha az nimet görürler. Bunu da İbn Cerir Taberî demiştir.

15 - Müslim, Sahihinde mana olarak rivayet etmiştir

155

Sizi biraz korkudan, açlıktan; (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile kesinlikle sınayacağız. Sabredenleri müjdele.

"Sizi biraz korkudan, açlıktan; (biraz da) mallardan eksiltme ile sınayacağız":

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"min” edatı, bu sayılanlardan her birinin başında şey (biraz) gizli olduğunu gösterir, meselâ biraz korku, biraz açlık ve biraz da mal eksikliği demek gibi olur.

Bu âyette kimler kastedildiği hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar özellikle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabıdır, bunu Atâ’ demiştir.

İkincisi: Onlar Mekke halkıdır.

Üçüncüsü: Bu ahir zamanda olacaktır. Ka'b: öyle zaman gelecektir ki, hurma ağacı ancak bir adet meyve verecektir, demiştir.

Dördüncüsü: Âyet genel mana taşımaktadır.

Korkuya gelince: İbn Abbâs: O savaştaki paniktir, demiştir. Açlık da Mekke halkının çektiği yedi yıllık kıtlıktır. Mal eksikliği de onların mallarının gitmesidir. Can eksikliği de başlarına gelen ölüm ve öldürülmedir. Meyveleri de, daha önceki gibi bol çıkmamasıdır. Ebû Süleyman Dımeşki bazı ilim adamlarından hikaye ile şöyle demiştir: Açlık farz oruçtakidir, malların eksikliği de onlarda farz kılman zekât, hac vb. şeylerdir. Can eksikliği de savaşta şehit düşmedir. Meyveler de, onlarda farz kılınan sadakalardır.

"Sabredenleri müjdele": Bu belalara sabredenleri cennetle müjdele demektir.

Bil ki, başlarına gelecek bu şeyleri haber vermesindeki maksat, kendilerini sabra hazırlayıp böylece telaştan daha uzak olmalarıdır.

"Biz Allah’a aidiz” dediler: Maksat, biz, Allah’ın kullarıyız, bize istediğini yapar demektir.

"Şüphesiz biz Allah'a döneceğiz": Biz öldükten sonra dirilmeyi, amellerimizin mükafatını ve sabrımıza karşı sevap almayı ikrar ediyoruz, demektir.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Bu ümmete musibet anında öyle bir şey verilmiştir ki, kendilerinden öncekilere verilmemiştir:

156

Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman:

"Muhakkak biz Allah’a aidiz ve şüphesiz biz, O’na döneceğiz” derler.

"Onlara bir musibet geldiği zaman, şüphesiz biz Allah’a aidiz ve biz mutlaka Ona döneceğiz” derler. İşte onlara Rablerinden bağışlanmalar ve rahmet vardır". Eğer bunlar peygamberlere verilse idi, mutlaka Yakub’a verilirdi. Baksana,

"ey Yûsuf’a olan hasretim!” diye seslenmişti. (Yûsuf: 84)

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Araplar musibet kelimesini üç türlü söylerler: Musibet, mesabet ve mesubet. Kisâi de bir bedeviden: Cezallahu mesubeteke dediğini işittiğini anlatmıştır.

157

İşte onlara Rablerinden bağışlanmalar ve rahmet vardır ve işte onlar, doğru yolu bulanların ta kendileridir.

"İşte onlara Rablerinden bağışlanmalar vardır":

Said b. Cübeyr: Allah’tan salâvat, bağışlamadır, demiştir.

"İşte onlar doğru yolu bulanların ta kendileridir": Bunu da, inna lillâh diyerek O’na dönmekle bulurlar. Ömer b. Hattab da: İki denk ne güzeldir, ilavesi de ne güzeldir, demiştir: İşte onlara Rablerinden bağışlanmalar ve rahmet vardır ve işte onlar doğru yolu bulanların ta kendileridir. 16

16 - İki denk ile bağışlanma ile rahmeti, ilâve ile de hidâyeti kastetmiştir.

158

Safa ile Merve İlâhi işâretlerdendir. Binaenaleyh kim Beyt’i hacceder veyahut umre yaparsa, bu ikisini tavaf etmesinde ona günah yoktur. Kim kendiliğinden bir hayır işlerse, şüphesiz Allah karşılığını verir, yaptığını çok iyi bilir.

"Şüphesiz Safa ile Merve İlâhi işâretlerdendir":

Sebeb-i nüzulü hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Ensardan bazı kimseler cahiliyede Menat putunu tavaf ederlerdi - Menat Mekke - Medine arasında bir put idi - Ya Resûlallah, biz Menat’ı tazim için Safa ile Merve arasında sa’yederdik, onları tavaf etmemizde bize günah var mı?” dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Urve, Hazret-i Âişe’den rivayet etmiştir. 17

17 - İmam Ahmed ve Buhârî uzun olarak rivayet etmişlerdir.

İkincisi: Müslümanlar Safa - Merve arasında tavaf etmezlerdi, çünkü Safa’nın üzerinde putlar vardı, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Şa’bî de şöyle demiştir: Safa’nın üzerinde isaf, Merve’nin üzerinde de Naile adında putlar vardı. Cahiliye halkı o ikisinin arasında sa’yeder ve onlara elleriyle dokunurlardı. İslâm gelince onların arasında sa’yden men edildiler, bu âyet bunun üzerine indi.

Üçüncüsü: Ashap Peygamber’e:

"Bizler cahiliyede Safa - Merve arasında tavaf ederdik, Allahü teâlâ ise Beyt’i tavaf etmeyi buyurdu. O ikisini tavaf etmemede bize günah var mıdır?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Zührî, Ebû Bekir b. Abdurrahman ile bir grup ilim adamından rivayet etmiştir. İbrahim b. Seriyy de şöyle demiştir: Safa lügatte üzerinde bitki bitmeyen sert kayaya denir, o cemi’dir, tekili de safat ve safadır, hasat ve hasa gibi. Merve ise, yumuşak taştır. Bu iki yer İlâhi işâretlerdendir, yani Allah’a ibadet yerlerindendir. Şeair’in tekili de şeiredir. Şeair de vakfe veya sa’y veyahut kurban kesme gibi şeylerdir. Şeair, şaartü bişşey’iden gelir ki, bilmek manasınadır. Bu yüzden Allah’a ibadet edilmekle bilinen bu yerlere böyle denilmiştir.

Hac kelimesi de lügatte niyet edip bir yere gitmektir. O nedenle bir şeyi kastedip giden onu mamur etmiş sayılır. Cünah da günah manasınadır, sapmak ve dönmek manasından alınmıştır. Aslı kuşun cenahından gelir. Müslümanlar neden bu iki yer arasında tavaf etmekten kaçınmışlardır? Çünkü oralarda İslâm’dan önce putlar vardı, ama şimdi de kaçınılmasını gerektirmez. Bil ki, Allahü teâlâ, onları tavaf etmede günah yoktur ve kim onları tavaf ederse, Allah şükrünü kabul eder ve yaptığını pekiyi bilir, demiştir. Şükür Allah’a nisbet edilirse karşılık verir ve ona ikram eder demektir. Cumhûr te ile ve aynın nasbi ile

"tetavvaa” okumuştur. İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir bunlara dahildir. Hamze ile Kisâi de ye ile ve aynın Cezmi ile

"yettava” okumuşlardır. Arkadaki âyetlerde de aralarındaki okuyuş farkı aynıdır.

Safa - Merve arasındaki sa’y hususunda İmamımız Ahmed’den farklı rivâyetler vardır; Esrem, kim sa’yi terk ederse, haccı câiz olmaz diye nakletmiştir. Ebû Talih de: Onu kasten veya sehven terk etmede bir şey yoktur, ancak terki uygun değildir şeklinde rivayet etmiştir. Meymuni de, onun nafile olduğunu nakletmiştir.

159

Gerçekten indirdiğimiz apaçık âyetleri ve hidâyeti kitapta insanlara açıkladıktan sonra gizleyenlere, işte onlara Allah da lânet eder, lanetçiler de lânet ederler.

"Gerçekten indirdiğimiz açık âyetleri ve hidâyeti gizleyenler": Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, bunun Yahudilerin ileri gelenleri hakkında indiğini rivayet etmiştir. Onlar Tevrat’taki açık âyetleri ve hidâyeti gizlemişlerdi. Açık âyetler: Helâl, haram, hadler ve farzlardır; hidayet de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in na’t ve sıfatlarıdır.

"Onu insanlara açıklamamızdan sonra":

Mukâtil: İsrâil oğullarına, demiştir. Kitap için de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Tevrat'tır, bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: Tevrat ile İncil'dir, bunu da Katâde demiştir.

"İşte onlar": Bunları gizleyenlere işarettir.

"Allah onlara lânet eder":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Lânet lügatte kovmaktır, Allah İblis'e lânet etti, onu kovdu. Sonra bundan intikalle söze denildi. Şemmalı da bir şiir demiş ve bir suyu zikrederek şöyle demiştir:

Ondan kaya kuşlarını ürküttüm ve ondan uzaklaştırdım,

Kurtu da, kovgun bir adam gibi.

Lânet edenler hakkında dört görüş vardır:

Birincisi: Bunlardan maksat yerdeki haşarattır, bunu Bera, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.18

18 - İbn Mâce, senedinde Leys b. Selim vardır ki, zayıftır.

Mücâhid ve İkrime de bu görüştedirler.

Mücâhid şöyle demiştir: Onlar, bize yağmur onların yüzünden yağmadı der ve onlara lânet ederler.

İkincisi: Onlar mü’minlerdir, bunu Abdullah b. Mes’ud demiştir.

Üçüncüsü: Onlar meleklerle mü’minlerdir, bunu da Ebû’l - Âliyye ile Katâde demişlerdir.

Dördüncüsü: Onlar cinler, insanlar ve bütün hayvanlardır, bunu da Katâde demiştir.

Âyetten çıkan hükümler: Bu âyet din ilimlerini açıklamayı farz kılmaktır, bu ilimler de ister nas ile açıkça bilinsin veyahut onlardan çıkarılsın. Bu âyet aynı zamanda bunun için ücret almanın da câiz olmadığını göstermektedir. Çünkü yapması vacip olan bir şeye karşılık ücret almak câiz değildir. A’rec, Ebû Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Sizler: Ebû Hureyre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den çok hadis rivayet ediyor, diyorsunuz, Allah şahittir, yemin ederim ki, eğer Allah’ın kitabında şu âyet olmasaydı hiç kimseye asla bir şey söylemezdim dedi, sonra bu âyeti okudu: Şüphesiz indirdiğimiz şeyleri gizleyenler...19

19 - Buhârî, İlim, bab, 42; Vudu, bab, 24; Hars, bab. 21; Müslim, İman, hadis no, 229; İmam Malik, Muvatta', Kitabu't - Tabura, hadis no, 29.

160

Ancak Tevbe edenler, hallerini ıslah edenler ve gerçeği açıklayanlar müstesnadır ki, işte ben, onların Tevbelerini kabul ederim. Ben Tevbeleri çok kabul eden ve merhamet edenim.

"Ancak Tevbe edenler müstesnadır": İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Ancak Yahudilerden Tevbe edip iyi amel işleyenler ve Resûlüllah’ın kitaplarındaki sıfatlarını açıklayanlar müstesnadır.

Âyetten çıkan hükümler: Bazıları bundan önceki âyetin bu ayetteki istisna ile neshedildiğine kail olmuşlardır. Bu, nesih değildir, çünkü istisna lâfzın kapsadığı bazı şeyleri ayırmaktır. Bu ise neshi değil, tahsisi gerektirir. Bu tahkikat şunu gösterir ki, nasih ve mensuhdan ancak birini terk etmekle amel câiz olur, burada ise her ikisi ile amel etmek mümkündür.

161

Hakikat kâfir olup da kâfir olarak ölenlere, işte onlara Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti vardır.

"Hakikat kâfir olup da kâfir olarak ölenlere": Neden lânet için kâfir olarak ölmek şart kılındı? Çünkü ölmekle hüküm kesinleşir.

Eğer: "Nasıl bütün insanlar lânet eder, halbuki onun dininden olanlar lânet emezler?” denilirse, buna üç türlü cevap verilir:

Birincisi: Onlar ona ahirette lânet ederler. Allahü teâlâ:

"Sonra kıyamet gününde birbirinizi inkâr eder ve birbirinize lânet edersiniz” (Ankebut: 25) demiştir. Başka bir âyette de şöyle demiştir:

"Cehenneme ne zaman bir grup girerse, yoldaşına lânet eder". (A’raf: 38)

İkincisi: Burada insanlardan maksat mü’minlerdir. Bunu da İbn Mes’ûd, Katâde ve Mukâtil demişlerdir. O zaman, genel zikredilmiş ve özel kastedilmiş olur:

Üçüncüsü: Çoğunluğun laneti bütün insanların laneti sayılır, çunku ekser için hukm-i kül vardır.

162

Orada ebedi kalacaklar; azapları hafifletilmeyecek ve onlara bakılmayacak da.

"Halidine fiha":

Ha” zamiri hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, lânete râcîdir, bunu İbn Mes’ûd ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O, cehenneme râcîdir, zikri geçmese de bilindiği için ona râci olmuştur.

163

İlâhınız bir tek İlâh’tır. O’ndan başka İlâh yoktur. Rahman’dır, Rahîm’dir.

"İlâhınız bir tek İlâh'tır":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Kureyş kâfirleri: Ya Muhammed, bize Rabbini nitele ve tavsif et dediler bunun üzerine bu âyet ile İhlas suresi indi. İlâh da mabut manasınadır.

164

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında; gece ile gündüzün ardı ardınca gelmesinde, insanlara menfaat veren şeyle akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten bir su indirip de onunla ölü toprağı diriltip orada her türlü hayvanı yaymasında, rüzgarları evirip çevirmesinde ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutta akıllarını çalıştıran bir toplum için deliller vardır.

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında":

Âyetin sebeb-i nüzulü için üç görüş vardır:

Birincisi: Müşrikler, Peygamber’e: Bize Safa tepesini altın yap, eğer doğru isen, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Süddi, İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan hikaye etmiştir. İkincisi-: Onlar: Bize Rabbini nitele ve tavsif et, dedikleri zaman

"İlâhınız bir tek İlâh’tır” âyeti inince: Bize bunun işaretlerini göster, dediler; bunun üzerine "şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında...” âyeti indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: "Şüphesiz İlâh’ınız bir tek İlâh’tır” âyeti inince, Kureyş kâfirleri: Bütün insanlara bir tek İlâh nasıl yeter?” dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Atâ’ demiştir.

"Göklere” gelince: Onlar da Yaratanına delalet eder, çünkü onlar da direksiz durmaktadır. Onların az bir kısmında dahi Yaratıcısını gösteren açık işaretler vardır. Yer de görünen meyvelerinde, ovaların düzlüğünde, dağların dikilmesinde ve daha başka şeylerde böyledir.

"Gece ile gündüzün art arda gelmesinde": Bunların her biri yokken var olmuş, var olduktan sonra da yok olacaktır.

"Gemiler de (fülk) ": Bunun tekili ile çoğulu aynı lafızdadır. Yezidi ise: Tekili fülkedir, demiştir. Hem müzekker hem de müennestir.

Zeccâc şöyle demiştir: Fülk, gemiler demektir. Tekil de olur, çoğul da olur. Çünkü faal ile fuııl vezinlerinin cemileri birdir. Çoğu zaman aynı manaya gelirler, meselâ acem ve ucm, arap ve urb, felek ve fülk denildiği gibi. Felek tam veya kısmen yuvarlak olan şeye denir.

"Deniz": Bol suya denir.

"İnsanlara fayda veren şeyle": Geçinmeleri için gerekli şeylerde demektir.

"Gökten indirdiği suda": Yani yağmurda. Yağmur tek olarak iner, yerin ve havanın düzleri tek olduğu halde bitkileri, tatları, şekilleri farklıdır. Bunda: Bunu tabiat yapıyor diyenlere ret vardır, çünkü eğer öyle olsa idi, meydana gelen şeyler de aynı olurdu, zira birlikten ayrılık doğmaz. Allahü teâlâ bu manaya işaret ederek şöyle demiştir: Bir su ile sulandığı halde tatlarını birbirinden üstün kılıyoruz. (Ra'd: 4)

"Besse": Yaymak ve ayırmak demektir.

"Tasrifirriyah":

İbn Kesir beş yerde riyah şeklinde okumuştur: Burada, Hicr’de (Hicr: 22);

"erselnerriyaha levakıh"te (kehf: 45);

"tezruhurriyah” (Rum: 46); 46. âyette öyle değildir;

"ve tasrifirriyah". (Casiye: 4) Kur’ân'ın kalan kısmında ise errih şeklinde tekil olarak okumuştur.

Ebû Cafer de on beş yerde riyah okumuştur: Burada (konumuz olan âyette);

"yürsilirriyaha” (A’raf: 56);

"işteddet bihirriyah” (İbrahim: 18);

"Riyaha levakıh” (Hicr: 22) ve şuralarda: İsra, 19; Kehf, 45; Enbiya, 81; Furkan, 48; Neml, 63; Rum, 48 (ikinci yerde geçen); Sebe', 12; Sad, 36; Hamim ayn sin kaf, 33; Casiye, 5.

 Nâfi de onu izlemiş, ancak İsra ile Enbiya'da ondan ayrılmıştır.

Ebû Amr da Nâfi’i izlemiş, ancak o da iki yerde ondan ayrılmıştır: İbrahim ve ha mîm ayn sin kafta.

Ebû Amr’i de Âsım ile İbn Âmir izlemiştir.

Hamze de riyah kelimesini iki yerde, Furkan ile Rum’un ilk riyahını cemi' sigası ile okumuş, diğerlerini teldi olarak okumuştur.

Kisâi de Hamze gibi okumuş, ancak ondan fazla olarak Hicr'dekini de çoğul sigası ile okumuştur. Elif lâmsız olan yerlerde ise ihtilaf etmemişlerdir. Cemi sigası ile okuyan, bütün rüzgarların tevhide delalet etmede ve insanlara yararlı olmada bir olduğunu dikkate almış; tekil okuyan da cinsi kastetmiştir.

Rüzgarları evirip çevirmek de bir defa kuzeye, bir defa güneye, bir defada batıya, bir defa da sabaya, bir defa da azap ve rahmete dönmesidir.

"Emre hazır bulut": Bu da hor ve zelil demektir. Onda âyet (alâmet) olması dört cihetledir: ilk defa yaratılıp, sonra dağılması, desteksiz ve bağlantısız olarak yerle gök arasında durması ve Allahü teâlâ’nın istediği yere gönderilmesidir. Elbette âyetler vardır: Âyet, alâmet ve delil manasınadır. Bize İbn Safvan haber verip dedi, bize İbn Ebi’d - Dünya söyleyip dedi, bana Affan, Mübarek b. Fadale’den anlattı, dedi ki: Hasen’den şöyle dediğini işittim: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı şöyle derlerdi:

Merhametli Allah’a hamd olsun ki, eğer bu yaratılanları hareketsiz yaratsa idi, Allah hakkında şüphesi olanlar: Eğer bu mahlukatı Allah yaratsa idi, mutlaka onu değiştirirdi, derlerdi, işte Allahü teâlâ da bu gördüğünüz âyetleri (delilleri) getirdi. O, doğu ile batı arasını tıka basa dolduran bir ışık getirdi, ona insanların geçimini koydu, ona parlak bir kandil astı, sonra da o yaratığı giderip gece ile gündüzün arasını dolduran bir karanlık getirdi, ona da yıldızları koydu ve parlak bir ay koydu. Ve istediği zaman bir bina yaptı, içine yağmur, şimşek, gök gürültüsü, yıldırımlar ve daha istediği şeyler koydu. Dilediği zaman bunları götürür, dilediği zaman soğuğu getirir, insanları titretir, dilediği zaman onu götürür, insanlara nefes aldırmayan sıcağı getirir ki, insanlar bu mahlukatı yaratan ve onları bu gördüğünüz alâmetlerle değiştiren bir Rab vardır. Aynı şekilde istediği zaman da dünyayı götürür, ahireti getirir.

165

İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah’tan başka ortaklar/putları ilâh edinirler; onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler. Şâyet nefislerine zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu bilselerdi, (putları ilâh edinmezlerdi).

"insanlardan kimileri vardır ki, Allah’tan başka eşler edinirler": Eşler hakkında iki görüş vardır, bunlar da sûrenin başında geçmiştir.

"Onları Allah’ı sever gibi severler": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası şöyledir: O’nu iman edenlerin Allah’ı sevmesi gibi severler. Bu; İbn Abbâs, İkrime, Ebû’l - Âliyye, İbn Zeyd, Mukâtil ve Ferrâ’’nın görüşleridir.

İkincisi: O’nları Allah’ı sevdikleri gibi severler, yani sevgide putlar ile Allah’ı bir tutarlar. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür. Birinci görüş hiçbir şey değildir. Onun çürük olduğuna delil de:

"İman edenler Allah’ı daha çok severler” kavlidir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah’ı putperestlerin putlarını sevmelerinden daha çok severler.

"Velev yerallezîne zalemû": Ebû Amr, İbn Kesir, Âsım, Hamze ve Kisâi ye ile

"yera” okumuşlar, manası da: Ahiret azabını görselerdi bütün güç ve kuvvetin Allah’a ait olduğunu bilirlerdi, şeklindedir. Nâfi, İbn Âmir ve Yakub da, te ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben "velevtera” okumuşlardır. Ondan maksat da bütün insanlardır. Cevabı mahzuftur, takdiri şöyledir: Büyük bir olay görürdün. Nitekim: Filanı kırbaç altında görseydin... denir. Cevabı niçin hazfedilmiştir, çünkü mana onsuz da açıktır.

Ebû Ali şöyle demiştir: "Neden

"iza” demedi de

"iz” dedi, halbuki "iz” edatı mazi (geçmiş zaman) içindir? Çünkü durumu yakınlaştırmak istemiş, onun için de mazi misali getirmiştir.

"Lev"in cevabı niçin hazfedildi, çünkü bu, daha haşmetlidir. Zira akla her türlü tehdidi getirir. Ebû Cafer

"innel kuvvete lillâh” ve "innallahe” her ikisin de cümle başı olarak hemzenin kesri ile okumuştur. Sanki şöyle demiştir: Onların putlarını sevmelerini görmen seni üzmesin,

"çünkü bütün güç Allah'ındır.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Kuvvet, güç ve mukavemet demektir.

166

O zaman (küfür önderlerinin) arkasından gidenler, arkalarına düşüp uydukları kimseler, kendilerinden hızla uzaklaşmıştır. Hepsi o azabı görmüştür ve aralarındaki sebepler de kesilmiştir.

"Mine’l-lezîne’t-tebeû": Bunlar hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar liderler ve reislerdir, bunu İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye, Katâde, Mukâtil ve Zeccâc demişlerdir.

İkincisi: Onlar şeytanlardır, bunu da Süddi, demiştir.

"Azabı gördükleri zaman": Bu hepsini içine alır.

"Aralarındaki sebepler kesilmiştir": Buradaki be, an manasınadır, tıpkı  

"fes’el bihi habira"da olduğu gibi. (Furkan: 59)

Sebepler hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar sevgilerdir, İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde de benzer görüş beyan etmişlerdir.

İkincisi: Onlar amellerdir, bunu da Süddi, İbn Mes’ûd ve İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir, Bu aynı zamanda Ebû Salih ile İbn Zeyd’in görüşleridir de.

Üçüncüsü: Onlar akrabalardır, bunu da İbn Cüreyc, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Onun içine bu görüşlerin hepsi dahildir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bunlar dünyada aralarında ilişkileri sağlayan sebeplerdir. Onlara sebep denmesi şunun içindir, sebep lügatte ip demektir. Sonra maksada ulaştıran her şeye sebep denildi.

167

İzleyenler;

"bizim için bir dönüş olsa da onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak!” derler. Böylece Allah onlara amellerini pişmanlıklar olarak gösterir. Ve onlar cehennemden çıkacak değildirler.

"Kerre": Dünyaya dönüş demektir, bunu İbn Abbâs ve diğerleri demiştir.

"Onlardan uzaklaşsak": Liderlerden demek istiyorlar.

"Onlar da bizden uzaklaştıkları gibi": Yani ahirette.

"Böylece Allah onlara amellerini gösterir": Yani birbirlerinden uzaklaşmaları gibi Allah onlara amellerini pişmanlıklar olarak gösterir. Çünkü kâfirlere amelleri fayda vermez.

İbn Enbari şöyle demiştir: Onlar mü’minlerin amelleri ile mükafatlandırıldıklarını gördükleri zaman Allah onlara da çirkin amellerini pişmanlıklar olarak gösterir. Şöyle olması da câizdir: Böylece Allah onlara iyi amellerinin sevabını ve mükafatım gösterir. Bu durumda ceza hazfedilmiş ve ameller onun yerine geçirilmiştir.

İbn Paris de: Hasret, elden kaçan bir şeye duyulan özlemdir, demiştir. Başkası da: Hasret pişmanlığın en şiddetli şeklidir, demiştir.

168

Ey insanlar, yeryüzündekilerden helâl ve temiz olarak yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için açık bir düşmandır.

"Ey insanlar, yeryüzündekilerden helâl ve temiz olarak yiyin": Bu âyet; Sakif, Huzaa ve Amir b. Sasaa oğulları hakkında indi; bunlar bazı ekin ve hayvanları kendilerine haram etmiş; Bahire, Şaibe, Vasile ve Ham’ı da haram etmişlerdi. Bunu İbn Saib demiştir.

"Lâ tettebiû hutuvâti’ş-şeytân": İbn Kesir, İbn Abbâs, Kisâi ve Hafs -Âsım’dan rivayetle - tının zammesiyle "hutuvat” okumuşlardır. Nâfi, İbn Âmir, Ebû Bekir - Âsım’dan rivayetle - ve Hamze tının sükunuyla

"hutvat” okumuşlardır. Hasen ile Ebû’l - Cevza da hinin fethası ve tının sükunu ile elifsiz olarak

"hatvet” okumuşlardır. Ebû İmran el - Cuni de hinin ve zının zammesi, elifle okumuşlardır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Şeytanın hutuvatı yolu ve mesleğidir, hutvenin çoğuludur. Hutve de hinin zammesiyle adım, hinin fethası ile tek adım demektir. Onun adımlarını izlemeleri de Allah’ın helâl ettiği şeyleri haram, haram ettiği şeyleri de Helâl etmeleridir.

"Şüphesiz o sizin için açık bir düşmandır": Mübin açık demektir. Düşmanlığını Âdem ile aralarında geçen olayda açığa vurmuştur, denilmiştir.

169

O, size ancak kötülüğü ve hayasızlığı ve bilmediğiniz şeyleri Allah’a demenizi emreder.

"O, size ancak kötülüğü” emreder. Kötülük bütün günah ve çirkin şeyler demektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ona kötülük denmesi, akibetinin kötü olmasındandır. Açığa çıkarmanın kötü olmasından diyenler de olmuştur. "Fahşa” da fahaşeşşeye’den gelir ki, haddini aşmaktır.

Ondan ne kastedildiği hususunda da beş görüş vardır:

Birincisi: O, dünyada cezası olan bütün isyanlardır.

İkincisi: Ne şeriatte ne de sünnette bilinmeyen şey demektir.

Üçüncüsü: Cimriliktir, bu üç görüş, İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

Dördüncüsü: O zinadır, bunu da Süddi demiştir.

Beşincisi: Masiyetlerdir, bunu da Mukâtil demiştir.

"Ve bilmediğiniz şeyleri Allah’a demenizi emreder": Yani size haram etmediği şeyleri haram etti, demenizi emreder.

170

Onlara:

"Allah’ın indirdiğine tabi olun” denildiği zaman,

"hayır biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz” derler. Ya atalarının akılları bir şeye ermiyor ve doğru yolu bulmuyorlar idiyse!

"Onlara:

"Allah’ın indirdiğine tabi olun” denildiği zaman":

Kimler hakkında indiğinde üç görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onlar kendilerine,

"yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin” denilen kimseler hakkında indi. Buna göre

"hüm” zamiri onlara râci olur. Bu Mukâtil’in görüşüdür.

İkincisi: Yahudiler hakkında indi, bu yeni başlayan bir kıssadır. O zaman

"hüm” zamiri zikredilmeyen bir şeye râci olur. Bunu da İbn İshak, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Arap müşrikleri ve Kureyş kâfirleri hakkında inmiştir: o zaman

"hüm” zamiri

"insanlardan kimileri de Allah’tan başka eşler edinirler” kavline râci olur. Birinci görüşe göre, Allah’ın indirdiğinden maksat, helali helâl ve haramı haram bilmek olur. İkinci görüşe göre, İslâm’dır. Üçüncü görüşe göre de tevhid ve İslâm’dır.

"Elfeyna” da, bulduk manasınadır.

"Ya atalarının akılları bir şeye ermiyor idiyse!": Yani dinden olan bir şeye, onu bulamıyorlar idiyse de mi onların adımlarını ve iftiralarını izleyecekler?!

171

Kâfirlerin hali bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara haykıran o kimsenin hali gibidir. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Artık onlar anlamazlar.

"Kâfirlerin hali bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara haykıran o kimsenin hali gibidir":

Bu âyetin manasında üç görüş vardır:

Birincisi: Manası şöyledir: Kâfirlerin hali çobanın seslendiği davarlar gibidir. Bu Ferrâ’ ile Saleb'in görüşleridir, ikisi de şöyle demişlerdir: Önce halleri dedi, sonra da onları çobana benzetti, davardan bahsetmedi, buna göre mana şöyle olur: Kâfirlerin hali çobanın sesinden daha fazla bir şey anlamayan hayvanların hali gibidir. Eğer çoban onlara: Otlayın veya su için dese, kendilerine ne dediğini anlamazlar.

İşte kâfirler de Kur’ân'ın kendilerine getirdiği ve Resul’ün uyardığı şeylerde böyledir ki, onlar da anlamazlar. Çobana teşbih edilmişse de mana sürü ile ilgilidir. Bu, Arap kelâmında çok açıktır. Meselâ, fülanün yahafüke kehavfîl esedi derler ki, senden aslan korkusu gibi korkar demektir. Çünkü aslanın korkunç olduğu bilinen bir şeydir. Şair de şöyle demiştir:

Senin dediğin farzdır, tıpkı

Zinanın recmin farzı olması gibi.

Yani, recmin zinanın farzı olması gibi demek istiyor.

İkincisi: Manası şöyledir: Kâfirlerin hali ile bizim onlara öğüt verme halimiz, bağırıp çağıran çobanla davanna benzer. Bizim halimiz, kısaltmak maksadıyla atılmıştır, çünkü kelâmda ona delalet edecek şey vardır, bu da İbn Kuteybe ile Zeccâc’ın görüşleridir.

Üçüncüsü: Kâfirlerin putlarına dua etme hali bağırıp çağıran çobanın haline benzer, bu da İbn Zeyd'in görüşüdür. Bağırıp çağıran da çobandır. Naaka bilğanemi yenıku na’kan ve naikan ve naakanenen denir.

İbn Enbari de şöyle demiştir. Arap dilinde yaygın olan, naak maddesinin sadece koyuna seslenmede kullanılmasıdır. Bu durumda koyun sesi işitir, manayı anlamaz.

"Sağırlardır, dilsizlerdir": Neden onları sağırlık ve dilsizlikle niteledi? Çünkü onlar işittikleri şeyi kabul etmemede işitmeyen kimse gibidirler. Konuşma ve bakmada da aynı dürümdalar. Bu mananın izahı yukarıda geçmiştir.

173

Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasına kesileni haram etti. Kim darda kalır da saldırmaz ve haddi aşmazsa, ona günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"İnnema harreme aleykümül meytete":

Ebû Cafer Burada, Maide’de ve Nahl'de,

"beldeten meyyiteten"de (Kaf: 11) ve diğer yerlerde şedde ile okumuştur. Meyyite Arap dilinde boğazlanmadan canı çıkan hayvana denir. Şöyle denilmiştir: ölünün haram edilmesindeki hikmet, ölmekle içinde kalan kanın yiyene zarar vermesinden dolayıdır. Bazı hallerde boğazlanan hayvana da hükmen ölü, denir. Çünkü o da ölü hükmündedir, meselâ mürted kimsenin boğazladığı hayvan gibi.

Kana gelince, onun da haram edileni akıcı olanıdır, çünkü Allahü teâlâ. Ya da akıcı kan, demiştir. (En'am: 145)

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Boğazlandıktan sonra etin arasında ve damarlarda kalan kan ise mübahtır.

Domuz etine gelince: Maksat her tarafı haramdır, demektir. Sadece etinden bahsedilmesi, etinden daha çok istifade edildiği içindir.

Zeccâc şöyle demiştir: Hınzir (domuz), erkeğine de dişisine de denir.

"Allah’tan başkasına kesilen” (Bakara: 173): Üzerine Allah'ın adı anılmayan demektir. İhlali bilhac da böyledir ki, lebbeyk okumak için sesi yükseltmeye denir.

"Femeni’dturra": Yani kim darda kalırsa demektir. Ebû Cafer, nerede olursa olsun tının kesri ile "udtırre” okumuş, İbn Muhaysın da dadı tıya idgam etmiştir.

"Gayre bâgın":

Zeccâc şöyle demiştir: Bağy fesat aramaktır ki, beğal cürhu derler ki, aza bozulmaya yüz tuttu, demektir.

"Saldırmadan ve haddi aşmadan":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, idarecilere isyan etmeden ve tecavüz edip yol kesmeden demektir. Bu, Said b. Cübeyr ile Mücâhid’in görüşüdür.

İkincisi: Yemesinde ihtiyacının üzerine çıkmaması, başka yiyecek bir şey bulduğu zaman ille de haram edileni yemek istememesidir. Bu da Hasen, İkrime, Katâde ve Rebi’’in görüşleridir.

Üçüncüsü: Helâl saymadan ve darda kalmadan demektir. Bu da Said b. Cübeyr ile Mukâtil’in görüşleridir.

Dördüncüsü: Zevkinin ardına düşmeden ve doyuncaya kadar yemeden demektir, bunu da Süddi demiştir.

Âyetten çıkan hüküm: Ölü etinin mubah olması için zaruretin manası, yemediği takdirde canından veya bazı organlarından korkmaktır. İmam Ahmed radıyallahu anh’e sordular, darda kalan kimse ölü eti yemezse ne olur, dediler? Mesruk onun: Kim darda kalır da yemez ve ölürse, cehenneme girer, dediğini rivayet etmiştir. Yiyeceği şeyin miktarına gelince: Hanbel, ölmeyecek kadar, İbn Mansur da: Yetecek kadar yer, diye nakletmiştir. Birinciden anlaşılana göre, doyuncaya kadar yemesi câiz değildir. Bu; Ebû Hanife ile Şâfiî’nin de görüşleridir. İkinciden anlaşılana göre de doyuncaya kadar yemek câizdir, bu da İmam Malik'in görüşüdür.

174

Allah’ın kitaptan indirdiği şeyleri gizleyip de onunla az bir değeri satın alanlar var ya, işte onlar karınlarına ancak ateş tıkarlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.

"Allah’ın kitaptan indirdiği şeyleri gizleyenler":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet, Yahudiler hakkında indi, onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kitaplarındaki ismini gizleyip onu değiştirdiler. Az paha da: Arkalarına düşenlerden elde ettikleri dünyalıktır.

"İşte onlar karınlarına ancak ateş tıkarlar":

Zeccâc şöyle demiştir: Bunun manası şudur: Onu yiyenler onunla azap görürler, sanki onlar ateş yemiş gibi olurlar.

"Allah onlarla konuşmaz": Bu da Allahü teâlâ’nın kâfirlerle konuşmayacağına ve onları hesaba çekmeyeceğine delildir.

"Onları temize çıkarmaz": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onların amellerini temizlemez, bunu Mukâtil demiştir.

İkincisi: Onları övmez, bunu da Zeccâc demiştir.

Üçüncüsü: Onları küfürlerinin ve günahlarının kirinden temizlemez, bunu da İbn Cerir Taberî demiştir.

175

İşte onlar; doğru yola bedel sapıklığı ve bağışa bedel azabı satın almışlardır. Ateşe ne de dayanıklıdırlar!

"İşte onlar sapıklığı satın aldılar": Yani onu hidayete tercih ettiler, demektir.

"Ateşe ne de dayanıklıdırlar!": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, onları ateşe götürecek amele karşı ne de sabırlıdırlar, demektir. Bunu İkrime ile Rebi’ demişlerdir.

İkincisi: Ateşe karşı ne de cesurdurlar! Bunu da Hasen ile Mücâhid demişlerdir. Kisâi de şöyle bir şey anlatmıştır: Adamın biri bir bedeviye yalan söyledi, o da: Allah'a karşı ne sabırlısın, dedi, ne de cesursun demek istedi.

Üçüncüsü: Onları ateşte ne bıraktı demektir, meselâ: Filanı hapiste ne bıraktı, derler ki, onu orada ne alıykoydu, demektir. Bunu da Zeccâc demiştir.

Dördüncüsü: Mana şöyle demektir: Onları ateşe karşı sabırlı kılan nedir? Bunu da İbn Enbari demiştir.

"Ma” edatı üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O istifham içindir, takdiri: Onları sabırlı kılan nedir? Bunu Atâ’, Süddi, İbn Zeyd ve Ebû Bekir İbn Ayyaş demişlerdir.

İkincisi: O, taaccüp içindir, meselâ: Maahsene Zeyden, maa’leme Amren’de olduğu gibi.

İbn Enbari şöyle demiştir: Âyetin manası taaccüptür, Allah da mahluklarından taaccüp eder. O’nun taaccübü onların taaccübü gibi değildir.

176

Sebebi şu ki, Allah, kitabı hak olarak indirmiştir. Kitapta ihtilafa düşenler elbette derin bir ayrılık içindedirler.

"Sebebi şu ki, Allah kitabı hak ile indirdi": Bu, yukarıda geçen azap tehdidine işarettir, takdiri şöyledir: Bu azap, Allah’ın kitabı hak ile indirip kâfirlerin onu inkâr ederek onda ihtilafa düşmeleri sebebiyledir. "Kitap” üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O Tevrat’tır.

İkincisi: Kur’ân’dır.

"Hak"ta da iki görüş vardır:

Birincisi: O, adalettir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: O, batılın zıttıdır, bunu da Mukâtil demiştir.

"Kitapta ihtilafa düşenler": Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: O, Tevrat’tır. Sonra onda ihtilafları da üç çeşittir:

Birincisi: Yahudilerle Hıristiyanlar onda ihtilaf ettiler; Hıristiyanlar onda İsa’nın sıfatları olduğunu iddia ettiler, Yahudiler ise bunu inkâr ettiler.

İkincisi: Onlar Tevrat’ta Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in görülen sıfatlarında ihtilaf ettiler.

Üçüncüsü: Onlar ona sarılmada eski geçmiş atalarına muhalefet ettiler.

İkincisi: O Kur’ân’dır; kimisi şiirdir, dediler, kimisi ona bir insan öğretiyor, dediler.

"Şikak” da birbirlerine düşmanlıklarıdır.

"Uzak” kelimesinin manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onların bazısı bazılarına uzak bir ayrılık içindedirler, bunu Zeccâc demiştir.

İkincisi: O, hidâyetten uzaktır.

177

Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Ancak iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere iman edenin; sevdiği halde akrabalara, yetimlere, yoksullara, dilenenlere ve kölelere mal verenin; namaz kılanın, zekât verenin, söz verdikleri zaman sözlerim yerine getirenlerin; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşta sabredenlerin iyiliğidir. İşte sadıklar onlardır ve işte takvaya erenler onlardır.

"Yüzlerinizi doğuya batıya çevirmeniz iyilik değildir":

Katâde şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre, bir adam,

"iyiliği” sordu, bu âyet bunun üzerine indi. Resûlüllah da onu çağırdı ve ona okudu.

Bununla muhatap olanlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Müslümanlardır.

İkincisi: Ehl-i kitaplardır.

Birinci görüşe göre manası: Bütün iyilik namazda değildir; ancak iyilik bu âyette zikri geçenlerdedir. Bu mana İbn Abbâs, Mücâhid, Atâ’, Dahhâk ve Süfyan’dan rivayet edilmiştir.

İkinci görüşe göre, manası: İyilik Yahudilerin batıya dönerek, Hıristiyanların doğuya dönerek kıldıkları namaz değildir; asıl iyilik bu âyette zikredilenlerdir. Bu da Katâde, Rebi’, Avf el - A’rabi ve Mukâtil’in görüşleridir.

Hamze ile Hafs - Âsım’dan rivayetle - ranın nasbi ile "leysel birre” okumuşlardır. Diğerleri ise zammı ile okumuşlardır.

Ebû Ali: Her ikisi de güzeldir; çünkü her iki isim, yani leyse’nin ismi ile haberi, marifedir; ikisi de marife olunca birinin isim, diğerinin haber olması eşittir, nitekim nekire olmalarında da durum eşittir.

İyilikten ne kastedildiği hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: İmandır.

İkincisi: Takvadır.

Üçüncüsü: Allah’a yaklaştıran ameldir.

"Ancak iyilik Allah'a iman edendir": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, ancak iyilik, Allah’a iman edenin iyiliğidir.

İkincisi: Ancak iyilik sahibi, Allah’a iman edendir, bu ikisini de Zeccâc anlatmıştır. Nafi’ ile İbn Âmir, lâkinin nununu şeddesiz ve el birrü de merfu olarak, "lâkinil birrü” okumuşlardır. Özellikle ahiret gününün zikredilmesi, putlara tapanların öldükten sonra dirilmeye inanmamalarından dolayıdır.

Kitaptan ne kastedildiğine dair de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Kur’ân’dır.

İkincisi: O, kitaplar manasınadır; buna Yahudiler de girer, çünkü onlar bazı peygamberlere inanmazlar ve Kur’ân’ı reddederler.

"Ve atel male alâ hubbihi":

Hubbihi'deki

“he” zamiri hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, mala râcîdir.

İkincisi: Vermeye râcîdir. Hasen Basri bunu okuduğu zaman: Farz olan zekât dışındakiler, derdi.

"Akrabalara": Maksat, verenin akrabalarıdır. Yetim ve miskinlerin manasını da bu sûrenin seksen üçüncü âyetinin başında şerh etmiştik.

"Yolculara": Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: O misafirdir, bunu Said b. Cübeyr, Dahhâk, Mukâtil, Ferrâ’, İbn Kuteybe ve Zeccâc demişlerdir.

İkincisi: Yolcu olarak yanından geçendir, bunu da Rebi’ b. Enes demiştir. Mücâhid ile Katede’den de iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

İmam Ahmed’den de: O, başka yere gitmek isteyen ve yolda kalan kimsedir, dediği rivayet edilmiştir. İbn Cerir Taberî’nin, Ebû Süleyman Dımeşki’nin ve kadı Ebû Ya’lâ’nın tercihleri de budur. Şu inceleme de bunun doğru olduğunu göstermektedir: Sebil yol, oğlu da o yoldan gidendir. Onun muhtaç olarak uğradığı kimselerde hakkı vardır. Belki de ilk görüşün sahipleri buna işaret etmişlerdir. Çünkü o yolcu olunca, o konaklamamış misafirdir.

Üçüncü görüş: O sefere çıkmak isteyen fakat harcırah bulamayan kimsedir, bunu da Maverdi ve diğerleri imam Şâfiî’den aktarmışlardır.

"Kölelere": Yani köle azat etmeğe, demektir. Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar taksitlerini ödemede zorluk çeken azat belgesi almış kölelerdir, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu, Ali b. Ebû Talib, Hasen, İbn Zeyd ve Şâfiî’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Onlar bu hisseyi alıp da azat edilen kölelerdir, bunu da Malik b. Enes, Ebû Ubeyd ve Ebû Sevr demişlerdir. İmam Ahmed’den de her iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

"Be’sa": Fakirlik, darra da hastalıktır. Hinelbe’s de savaştır, bunu Dahhâk demiştir.

"İşte sadıklar onlardır":

Ebû’l - Âliyye şöyle demiştir: Bunlar imanı dilleriyle söylediler ve onu amelleriyle gerçekleştirdiler.

178

Ey iman edenler, maktuller hakkında size kısas yazıldı: Hüre hür, köleye köle, dişiye dişi. Kim kardeşi tarafından cüz’i bir şey affedilirse, örfe uymak ve ona güzelce ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra tecavüz ederse, onun için çok acıklı bir azap vardır.

"Ey iman edenler, size kısas yazıldı": Şeyban, Katâde’den şöyle rivayet etmiştir: Cahiliye halkında-tecavüz ve şeytana uyma vardı. Bir kabile kalabalık ve güçlü olur da kölelerini başkalarının kölesi öldürürse: Biz ona karşı ancak hür öldürürüz, der ve ötekilere karşı gurur duyarlardı. Başkalarından bir kadın onların bir kadınını öldürürse: Biz ona karşılık ancak bir erkek öldürürüz, derlerdi, işte âyet bunun üzerine indi.

"Yazıldı” kelimesinin manası, farz kılındı demektir, bunu da İbn Abbâs ile başkaları demiştir. Kısas: Bir fiile misli ile karşılık vermektir, kassal esere (iz sürmek)ten gelir. Eğer: "Nasıl farz olur, halbuki veli kısas ile af arasında muhayyerdir?” denilirse, buna şöyle cevap verilir: O, veli için katile farzdır, yoksa velilin üzerine değil.

"Kim kardeşi tarafından cüz’i bir şey affedilirse": Yani kardeşinin kanı tarafından, daha açıkçası, öldürmeyi terk eder ve onun yerine diyete razı olursa, demektir. "Kardeşinden” kavli de katilin İslâm’dan çıkmadığını gösterir.

Örfe uymak": Yani örfe uyması, diyeti zorlamadan kibarca istemesi,

"ona güzelce ödemek” de, diyet istenenin cimrilik edip savsaklamaması gerekir, demektir.

"Bu Rabbinizden bir hafifletmedir":

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Allah’ın Tevrat halkına emri, taammüden adam öldürenin öldürülmesi, affedilmemesi ve ondan diyet alınmaması şeklinde idi. Allah ümmet-i Muhammed'e izin verdi, taammüden öldürülenin velisi, isterse katili öldürür, isterse diyeti alır.

"Kim tecavüz ederse": Yani haksızlık eder de diyet aldıktan sonra katili öldürürse demektir.

"Onun için acıklı bir azap vardır":

Katâde şöyle demiştir: Öldürülür ve diyeti kabul edilmez.

Bazı müfessirler bu ayetteki hitap delilinin mensuh olduğuna kail olmuşlardır, çünkü:

"Hüre hür” deyince, köleye karşılık hürün öldürülmemesi gerekti. Aynı şekilde:

"Dişiye dişi” deyince de dişiye karşılık erkeğin öldürülmemesi hitap açısından meydana çıktı. Bu ise:

"Biz onlara kısası, cana can şeklinde yazdık” âyeti ile neshedilmiştir. Şeyhimiz Ali b. Abdullah ise şöyle demiştir: Bu, fakihlere göre nesih değildir, çünkü fakihler: Hitap delili, ancak ona muarız ve ondan daha kuvvetli bir delil olmadıkça kanıttır, demişlerdir.

179

Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Kötülüklerden korunasınız diye (bunlar açıklanıyor).

"Kısasta sizin için hayat vardır":

Zeccâc şöyle demiştir: Bir adam, öldürdüğü takdirde öldürüleceğini bilirse, öldürmekten vazgeçer. Bu da hem öldürmek istediği kimse hem de kendi nefsi için hayat olur. Çünkü o, kısas için vazgeçmiştir. Şair de bu manayı almış ve şöyle demiştir:

Benden Ebû Mâlik'e elden bir mektup gönderin,

İtapta, kavimler arasında hayat vardır.

Yani birbirlerine itap ederlerse, itap konusu meseleyi düzeltmiş olurlar.

"Elbab": Akıllar demektir. Neden hitap genel olduğu halde özelikle onlara hitap edilmiştir? Çünkü hitaptan istifade edecek olan onlardır, zira onlar onun emrini tutar, yasağından kaçarlar.

"Belki korunursunuz":

İbn Abbâs: Belki kan dökmekten korunursunuz, demiştir.

İbn Zeyd de: Belki sen onu öldürüp de ona karşı kendinin de öldürülmesinden korunursun, demiştir.

İbn Mansur, Ahmed’den şöyle dediğini nakletmiştir: Bir adam bir adamı sopa ile öldürür veya onu boğar ve başını taş ile yararsa, öldürdüğü şekilde öldürülür. Bundan da çıkan zahir mana şudur: Kısas kılıçtan başka bir şeyle olur ve öldürdüğü aletin benzeri ile olur. Bu; İmam Malik ile Şâfiî’nin görüşüdür. Harb de ondan: Odunla öldürürse kılıçla öldürülür dediğini nakletmiştir. Ebû Talib de: Onu boğarsa, kılıçla öldürülür, diye nakletmiştir. Bunun da zahir manası şudur: Kısas ancak kılıç ile olur. Ebû Hanife rahmetullahi aleyhin görüşü de budur.

180

Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır/mal bırakmış ise ana babaya ve akrabalara meşru surette vasiyet etmek takva sahipleri üzerine bir hak olarak yazıldı.

"Birinize ölüm geldiği zaman yazıldı":

Zeccâc şöyle demiştir: Mana: Ve size yazıldı demektir. Ancak söz uzadığı için atıfa gerek duyulmamış ve ondan vav manası anlaşılmıştır. Maksat: Birinize ölüm anında vasiyet etmek yazıldı demek değildir. Çünkü o, o anda meşguldür, asıl mana: Vasiyete gücünüz yeterken vasiyet etmek size yazıldı, demektir. O zaman adam: Ben öldüğüm zaman filana şu kadar bıraktım, der. Burada

"hayır” ise, bir grup müfessire göre maldır.

Bu vasiyetin geçerli olacağı malın miktarı üzerinde de altı görüş vardır:

Birincisi: Bin dirhem ve üstüdür. Bu Hazret-i Ali ile Katâde’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Yedi yüz dirhem ve üzeridir, bunu da Tâvûs, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Altmış dirhem ve üzeridir, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O, ailenin nafakasından artan çok maldır. Hazret-i Âişe, kendisine, vasiyet etmek istiyorum diye soran bir adama:

"Malın ne kadar?” dedi. O da: Üç b. dirhem deyince: 'Ailen ne kadar?” dedi. O da: Dört kişi, dedi. Hazret-i Âişe de: Bu azdır, onu ailene bırak, dedi.

Beşincisi: O beş yüz ilâ b. dirhemdir, bunu da İbrahim Nehaî demiştir.

Altıncısı: O az da olabilir, çok da olabilir, bunu da Ma’mer, Zührî’den rivayet etmiştir. Ma’ruf ise, içinde haksızlık olmayan şey demektir.

Hüküm: Vasiyet mendûb mu idi, yoksa vacip mi idi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O mendûb idi.

İkincisi: O farz idi, bu daha doğrudur, çünkü Allahü teâlâ: Yazıldı, demiştir ki, manası, farz kılındı, demektir.

Bu âyet ise miras âyeti ile neshedilmiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Onu

"erkekler için ebeveynin ve akrabaların bıraktıklarından hisse vardır” (Nisa: 7) âyeti neshetmiştir. Âlimler ebeveyn ile mirasçı olan akrabalara vasiyetin neshedildiğinde müttefik, mirasçı olmayan akrabalar hususunda da farklıdırlar: Onlara vasiyet vacip mi? Bunda da iki görüş vardır: En doğrusu kimseye vacip olmamasıdır.

181

Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, onun günahı sadece onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah hakkıyle işitici ve hakkıyle bilendir.

"Onu kim değiştirirse":

Zeccâc şöyle demiştir: Kim vasiyet emrini işittikten sonra değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenin üzerinedir; ne vasiyet edenin ne de kendisine vasiyet edilenin üzerine değil.

"Şüphesiz Allah işitendir": Vasiyet edenin dediğini;

"bilendir": Kendisine vasiyet edilenin ne yaptığını.

182

Kim vasiyet edenin haksızlığa meylinden veyahut günah işlemesinden korkar da onların aralarını bulursa, ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.

"Femen hafe min musin": İbn Kesir, Nâfi', Ebû Amr, İbn Âmir ve Hafs da -Âsım’dan rivayetle- vavın sükunu ile

"mûsin"; Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de - Âsım’dan rivayetle - vavın fethası ve sadın şeddesi ile

"muvassin” okumuşlardır.

Burada korkudan ne murat edildiğine dair de iki görüş vardır:

Birincisi: O, ilimdir.

İkincisi: O, korkunun ta kendisidir. Birinciye göre haksızlık gerçekleşmiş olur, İkinciye göre de gerçeklemesinden korkulmuş olur. "Cenef” haktan sapmak demektir.

Zeccâc da: Cenef meyi, ismen de günaha kasdetmektir, demiştir.

İbn Abbâs da: Cenef hata, isim de kasıt demiştir.

Ebû Süleyman Dımeşki de: Cenef haktan çıkmaktır. Bazen hata yapana da kasıtlı yapana da böyle denir. Ancak müfessirler cenefi hata yapanla, ismi de kasıtlı yapanla ilişkilendirmişlerdir.

Bu âyeti yorumlamada iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası şudur: Bir kimse ölmek üzere olan, vasiyetinde israf eden veya bir hakta kusur eden bir adamın yanında olursa, ona doğruyu emretsin. Bu, Mücâhid'in görüşüdür. İkincisi de şudur: Kim haksız vasiyette bulunur, velisi onun vasiyetini reddeder veya Müslümanların lideri onu Allah'ın kitabına vehayut Peygamberin sünnetine çevirirse, ona günah yoktur. Bu da Katâde’nin görüşüdür.

"Aralarını bulursa": Yani kendilerine vasiyet edilenlerin aralarını bulursa demektir. Onların zikri geçmemiştir, ancak vasiyet eden zikredilince hitaptan orada kendisine vasiyet edilenin de olduğu anlaşılır.

Ferrâ’ şöyle bir şiir okumuştur:

Bilmiyorum, ben bir yere niyet ettiğim zaman Hayrı mı isterim, bana hangisi yaklaşır?:

Benim istediğim hayır mı Yoksa beni isteyen şer mi?

Birinci beyitte yalnız hayırdan bahsedince şerri kapalı geçmiştir. Çünkü ondan anlaşılmaktadır.

183

Ey iman edenler, oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı. Kötülüklerden korunasınız diye (bunlar açıklanıyor).

"Ey iman edenler, oruç size yazıldı": Oruç (siyam) lügatte genel olarak eylemsizliktir. Meselâ, sametilhaylü denir ki, at yürümedi, demektir. Sametirrihu denir ki, rüzgar esmedi demektir. Şeriatte oruç ise, niyetli olarak yemekten, içmekten ve cinsi münasebette bulunmaktan çekinmektir.

Bizden öncekiler hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar ehl-i kitaptır. Bunu Atâ’ el - Horasani, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid de bu görüştedir.

İkincisi: Onlar Hıristiyanlardır, bunu da Şa’bî ile Rebi’ demişlerdir.

Üçüncüsü: Onlar milletlerin hepsidir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

"Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi": Bu benzetme de iki görüş vardır:

Birincisi: Benzeme orucun hüküm ve sıfatındadır, sayısında değildir.

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Onlara oruç şöyle yazılmıştı: Onlardan biri yemeğini yemeden uyursa, ertesi güne kadar yemesi haram olurdu. Oruç gecesi de kadınlar onlara haram idi. Oruçları böyle idi. Ama size bunlar müsaade edildi. Buna göre âyet:

"Oruç gecesi kadınlara yaklaşmak size helâl kılındı” (Bakara: 187) âyetiyle neshedilmiştir. Bu, ehli- kitabın orucu ile Müslümanların orucunu birbirinden ayırdı.

İkincisi: Benzeme günlerin sayısındadır, sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu ümmete her aydan üç gün oruç tutmak farz kılındı, bu, onlardan öncekilere de farz idi. Atıyye, İbn Abbâs’tan nakille:

"Sizden öncekilere yazıldığı gibi” kavli üzerinde şöyle demiştir: Her aydan üç gün idi, sonra ramazan orucu ile neshedildi. Ma’mer de Katâde’den şöyle nakletmiştir. Allah insanlara ramazandan önce her aydan üç gün farz etmişti. Buna göre âyet,

"Ramazan ayı Kur’ân'ın indirildiği aydır” âyetiyle neshedilmiş olur.

İkincisi: Bizden öncekilere de aynen ramazan orucu farz kılındı.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Hıristiyanlar bir gün öne aldılar, bir gün de sona bıraktılar, sonra da: On gün öne alalım, on gün sonraya bırakalım, dediler. Süddi de şeyhlerinden naklederek şöyle demiştir: Hıristiyanlara ramazan orucu zor geldi, yaz ve kış yer değiştiriyordu, bunu görünce toplandılar, onu yazla kış arasında bahara bıraktılar ve: Yirmi gün ilâve edip günahımıza kefaret kılalım, dediler. Buna göre âyet muhkem olur, neshedilmemiş olur.

"Belki korunursunuz": Çünkü oruç takvaya ulaşmak için vesiledir, zira o insanları heves ettikleri birçok günahlardan alıkoyan Bunu, orucun yasaklarından korunursunuz diye açıklayanlar da olmuştur.

184

Oruç sayılı günlerdir. Sizden kim hasta olur veyahut yolculukta bulunursa, diğer günlerde sayısınca oruç tutar. Ona zor dayananlara bir yoksul doyumu fidye vardır. Kim gönlünden gelerek bir hayır yaparsa bu, kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

"Eyyamen ma’dûda":

Zeccâc şöyle demiştir:

"Eyyamen” zarf olarak mensûb olmuştur, sanki: Oruç size bu belli günlerde farz kılındı demiş gibi olur. Onun âmili de "sıyam"dır. Sanki mana: Size belli günlerde oruç tutmak yazıldı demiş gibi olur.

Bu günler hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunlar her aydan üç gündür.

İkincisi: O her aydan üç gün ile Aşure günüdür.

Üçüncüsü: O ramazan ayıdır, en doğrusu da budur. Buna göre âyet muhkem olur. Ondan önceki iki görüşe göre de mensuh olur.

"İçinizden kim hasta olur veya yolculukta bulursa, diğer günlerde sayısınca oruç tutar":

Bunda şöyle saklı bir ifade vardır: Yani böyle olur da oruç tutmazsa, sayısınca oruç tutar, demektir.

Âyetin hükmü: Hastalık ve yolculuk mutlak değildir, çünkü hastaya oruç tutması zarar vermezse, oruç tutmaması câiz değildir. Bu merhamet ancak oruç tutmakla hastalığın artmasına bağlıdır. Ulemalar şunda ittifak etmişlerdir ki, yolculuk miktarı bellidir, onun takdirinde ihtilaf etmişlerdir. İmam Ahmed, Malik, ve Şâfiî: On altı fersah yani iki gündür demişler; Ebû Hanife ile arkadaşları: En azı yirmi dört fersah yani üç gündür, demişler. Evzai ise: Sekiz fersah yani bir günlük yoldur, demiştir. Sefer’in sefrden geldiği söylenmiştir açığa çıkarıp keşfetmektir. Esferetil mer’etü an vechiha denir ki, kadın yüzünü açtı demektir. Esferes subhu da, sabah aydınlanmak manasınadır. O nedenle uzak yere çıkmaya da sefer denmiştir, çünkü yolcunun ahlakını ortaya çıkarır.

"Ona zor dayananlara bir yoksul doyumu fidye vardır":

İbn Mes’ûd, Mu’âz b. Cebel, İbn Ömer, İbn Abbâs, Seleme b. Ekva’, Alkame, Zührî ve diğerlerinden şöyle dedikleri nakledilmiştir: İlk zamanlarda isteyen oruç tutar, isteyen tutmaz, fidye verirdi, her gün için bir yoksul doyururdu. Sonunda "kim ramazanda hazır olursa oruç tutsun” âyeti indi. Buna göre Kelâmın manası şöyle olur: Ona gücü yetip de oruç tutmayanlar fidye verirler. Sonra bu âyet neshedildi.

İkrime’den: Bunun gebe ve emzikli kadınlar hakkında indi, dediği rivayet edilmiştir. Ebû Bekir es - Sıddik ile İbn Abbâs, yenin zammesi, tının fethası ve vavın şeddesi ile "ve alellezine yutavvekunehu” okumuşlar.

İbn Abbâs da: O Yaşlı erkek ve kadınlardır, demiştir.

"Fidyetün taâmü miskin":

İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi, tenvinli olarak "fidyetün",

"tamu miskin"i de tekil olarak okumuşlardır.

Nâfi ile İbn Âmir de, tenvinsiz, cer ile

"taami” ve cemi sigasıyla

"mesakin” okumuşlardır.

Ebû Ali, ilk okuyuşun manası şöyledir demiştir: Bunlardan her biri bir yoksulu doyurur. Meselâ

"Onlara seksen değnek vurun” (Nûr: 4) âyeti de böyledir ki: Her birine seksener değnek vurun demektir.

Ebû Zeyd de şöyle demiştir: Eteynel Emire fekesana hulleten ve a’tana küllena mieten, denir ki, Emire geldik, her birimize bir, yüz elbise verdi, yani her birimize o kadar verdi, demektir. Ama kim de fidyeyi taama izafe ederek okursa, bazı baza izafe etmiş gibi olur, çünkü o, fidye edilen şeye taam demiş, sonra da fidyeyi fidye ve diğer şeyi kaplayacak taama izafe etmiştir. Bu da, hatemu hadid izafesine benzer ki, demir yüzük demektir.

"Kim gönülden gelerek bir hayır yaparsa":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Kim iki yoksul doyurursa, demektir.

Bunu da İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir.

İkincisi: Gönülden gelmek, birkaç yoksulu doyurmaktır, bunu da Tâvûs demiştir.

Üçüncüsü: Bu, yoksulun bir günlük yiyeceğinden fazla vermektir, bu da Mücâhid ten rivayet edilmiştir. Enes b. Malik de yaşlanınca böyle yapmıştır.

"Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır": Bu, daha önce âyetin başında seleften hikaye ederek dediğimiz sağlıklı ve mukim olup da oruç tutmakla fidye vermek arasında muhayyer olanlar hakkındadır; yoksa hastalar, yolcular, gebe ve emzikli kadınlar hakkında değildir. Çünkü oruç tutmamak bunlar hakkında oruç tutmaktan daha faziletlidir. Kendilerini telef etme riskine atmaktan men edilmişlerdir. Bu da âyetin mensuh olduğunu söyleyenlerin tezini destekler.

185

O ramazan ayıdır ki, Kur’ân insanları irşat için ve hak ile batılı ayırmanın açık delilleri olarak onda indirilmiştir. Kim içinizden o aya erişirse, orucunu tutsun. Kim de hasta veya seferde bulunursa, diğer günlerde sayısınca oruç tutar. Allah size kolaylık istiyor, size zorluk istemiyor. (Bunu istemesi) sayıyı tamamlamanız ve sizi ilettiği şeye karşı Allah’ı yüceltmeniz içindir ki, şükredesiniz diye.

"Şehru ramadâne":

Ahfeş şöyle demiştir: Şehrü ramazan merfu olarak eyyamı tefsir eder, sanki: Sayılı günler demiş, onu da: Onlar ramazan ayıdır demiş gibi olur.

Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Mücâhid nasb ile "şehre ramazane” okumuş, sanırım iğra yoluyla: Ramazan ayını kaçırmayın, onu oruç tutun demek istemiştir. Tıpkı

"millete ebiküm” ve "sıbğatallah” âyetlerinde olduğu gibi. Ben de derim ki: Nasb ile okuyanlar şunlardır: Muaviye, Hasen, Zeyd b. Ali, İkrime, Yahya b. Yamer.

İbn Fâris şöyle demiştir: Ramz güneşin sıcaklığından kızmış taşa denir. Ramazan ayı denilmesi de taşların kızmasındandır, çünkü onlar ayların isimlerini eski lügatlerden çevirirken onlara içinde bulundukları zamanın (mevsimin) adlarını vermişlerdir. Ramazan da taşların kızdığı mevsime rastlamıştır. Cemisi de ramazanat, ermizâ ve ermiza şeklindedir.

"Kur’ân onda indirilmiştir": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân onda toptan indirildi, bu da Kadir gecesinde dünya göğünden Beytü’l - İzzete indirildi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Manası şöyledir: Kur’ân onda orucun farz olduğunu bildirmek için indirildi, bu da Mücâhid ile Dahhâk’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Bunun manası şöyledir: Kur’ân ramazanda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e indirilmeye başladı. Bunu da İbn İshak ile Ebû Süleyman Dımeşki demişlerdir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Furkan dinde şüphe ve sapıklıktan çıkaran şey demektir.

"Kim içinizden o aya erişirse": Yani kim yolcu değil de mukim olursa, demektir. Eğer:

"Bu âyette hastalık ile yolculuğun tekrar zikredilmesinin faydası nedir? Bu daha önce geçmişti?” denilirse, şöyle cevap verilir: Çünkü geçen âyette mensuh vardı, burada tekrar etti ki, mensuba yakın olmasın.

"Allah size kolaylık istiyor":

İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve Dahhâk: Kolaylık yolculukta oruç tutmaktır, zorluk da onda oruç tutmaktır, demişlerdir. Ömer b. Abdülaziz de şöyle demiştir: Yolculukta oruç tutmak veya tutmamaktan hangisi sana kolay gelirse, onu yap.

"Veli-tükmilül ıddete":

İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi: kâfin sükunu ile hafif olarak "velitükmilu” okumuşlardır. Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle mimin şeddesi ile okumuştur. Bu, vessa ve evsa gibidir.

İbn Abbâs: Oruç tutmadığınız sayıyı tamamlamanız için, demiştir. Bazıları da şöyle demişler: Bundan maksat, size farz olandan fazlasını yapmayın, demektir, nitekim Hıristiyanlar öyle yapmışlardı. Onların yaptıkları gibi başka aylara taşımayın.

"Ve sizi ilettiği şeye karşı Allah’ı tekbîr etmeniz içindir":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Şevval ayının hilalini gördükleri zaman ta bayramdan ayrılıncaya kadar tekbir getirmek Allah’ın Müslümanlar üzerinde hakkıdır.

Eğer: "Velitükmilül iddete ve li-tükebbirullahe"de vav niçin gelmiştir, orada atfedilecek şey yoktur?” denilirse, cevabı şöyledir: Bu vav, kendisinden sonraki lamı hazfedilen “Lâm” ın üzerine atfetmiştir,

Mana şöyledir: Allah sizi mutlu etmek ve sayıyı tamamlamanız için size kolaylık, istiyor. Böylece ilk lâm manası açık olduğu için hazfedilmiştir. Bunu da İbn Enbari demiştir.

Âyetin hükmü: Ramazan bayramı gecesi, kurban bayramı gecesi ve Mûsallaya çıktıkları zaman sesli tekbir getirmek sünnettir. Bayram günü tekbirin ne zaman kesileceğine dair İmam Ahmed radıyallahu anh’ten farklı iki rivayet vardır: Hanbel ondan: İmam hutbeyi bitirdikten sonra keser dediğini; Esrem de: Mûsallaya geldiği zaman keser dediğini nakletmiştir.

Kadı Ebû Ya’lâ da: Mûsallaya gelip de imam hutbeye çıktığı zaman keser, demiştir.

186

Kullarım sana Ben’i sorarlarsa, şüphesiz Ben yakınımdır. Dua edenin dua ettiği zaman duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da bana icabet etsinler ve bana iman etsinler, belki onlar doğruyu bulurlar.

"Kullarım sana Ben’i sorarlarsa":

İniş sebebi hakkında beş görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e bir bedevi geldi: "Rabbimiz yakın mıdır, ona fısıldayalım, yoksa uzak mıdır, seslenelim?” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi, bunu Salt b. Hakim, babasından ve dedesinden rivayet etmiştir.

İkincisi: Medine Yahudileri:

"Ya Muhammed, Rabbimiz duamızı nasıl işitiyor, halbuki sen bizimle göğün arasında beş yüz yıllık mesafe olduğunu söylüyorsun?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar: Ya Resûlallah, Allah’ın en çok sevdiği saati bilseydik onda dua ederdik, dediler; bu âyet bunun üzerine indi. Bunu da Atâ’ demiştir.

Dördüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı, ona:

"Allah nerededir?” dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Hasen demiştir.

Beşincisi: İlk oruçta Müslümanlara uyuduktan sonra yemek ve cimâ etmek haram kılınınca; içlerinden bir adam uyuduktan sonra yemek yedi, bir adam da uyuduktan sonra cimâ etti; yaptıklarının Tevbesinin nasıl olacağını sordular. Bunun üzerine bu âyet indi.

Bunu Mukâtil demiştir. Kelâmın manası şöyledir: Sana benden sorarlarsa, onlara benim yakın olduğumu bildir.

"İcabet ederim"in manası hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: İşitirim, demektir. Bunu Ferrâ’ ile İbn Kasım demişlerdir.

İkincisi: O icabetten gelir, "felyestecibu” da, bana icabet etsinler demek olur. Şair şöyle demiştir:

Bir duacı: Ey çağrıya cevap veren diye dua etti,

O zaman ona icabet eden olmadı.

İstecabe kullandığı halde ecabe manasını kastetmiştir. Bu Ebû Ubeyde, İbn Kuteybe ve Zeccâc’ın görüşleridir.

"Belki doğruyu bulurlar": Ebû’l-Âliyye: Hidayete ererler, demiştir.

Âyetin hükmü: Eğer biri: Bu âyet Allahü teâlâ’nın dua edenlerin duasına icabet edeceğini gösteriyor, halbuki çoklarına icabet etmediği görülüyor?” derse; cevap şöyledir:

Ebû Said, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Herhangi bir Müslüman Allah’a bir dua ederse, içinde sıla-i rahme ters bir şey veya günah olmazsa, muüaka Allah ona şu üç şeyden birini verir: Ya duasını hemen kabul eder, ya onun için ahirette azık olarak saklar, ya da ondan benzer bir kötülüğü def eder.

Başka bir cevap da şöyledir:

Dua kabul edilmesi için bazı şartlara bağlıdır, bunların aslı da Allah’a itâat etmektir. Biri de helâl yemektir. Eğer haram yerse duası kabul olunmaz. Kalp huzuru da bunlardan biridir, bir hadiste şöyle denilmiştir: Allah gafil kalp ile yapılan duayı kabul etmez.

Başka bir cevap: Dua eden duasına icabette çıkarının olduğuna inanır, aslında öyle olmayabilir, onun esas isteğine cevap verilir, o da çıkarının olmasıdır. Çıkarı geri bırakılma veya reddedilme de olabilir.

187

Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için libastır, siz de onlar için libassınız. Allah kendi nefislerinize hiyanet ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın size yazdığını arayın. Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da orucu geceye kadar tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmişken onlara (kadınlara) yaklaşmayın. Böylece Allah âyetlerini insanlara açıklamaktadır; belki korunurlar.

"Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı":

Bu âyetin

iniş sebebi şudur: Ashap zamanında bir adam yemeden ve cimâ etmeden önce uyursa, bunlar ona haram olurdu. Ensardan bir ihtiyar oruçlu iken ailesine geldi ve akşam yemeğimi getirin, dedi. Onlar da: Isıtıp getirelim, dediler. Adam başını yere koyup uyudu. Yemeği getirdiler: Ben uyumuştum, dedi. Gece sabaha kadar açlıktan kıvranarak dönüp durdu. Sabah olunca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip haber verdi. Hazret-i Ömer b. Hattab da kalktı: Ya Resûlallah, ben bu gece ailemi istedim, o da: Ben uyumuştum, dedi. Ben onun nazlandığını zannettim ve ona temas ettim, o da uyumuş olduğunu bildirdi, dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Ömer b. Hattab hakkında

"oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı” kavlini indirdi. Ensari hakkında da:

"Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyin, için” kavlini indirdi. Bu, bir grup müfessirin görüşüdür.

Bu adamın ismi üzerinde de dört görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Kays b. Sırmadır, bunu Bera demiştir.

İkincisi: Sırma b. Enes’tir, bunu Kasım b. Muhammed demiştir. Abdurrahman b. Ebi Leyla da: Sırma b. Malik, demiştir.

Üçüncüsü: Damre b. Enes'tir.

Dördüncüsü: Ebû Kays b. Ömer'dir. Son iki görüşü Ebû Bekir el - Hatip demiştir. "Refes"e gelince: İbn Ömer, İbn Abbâs, Mücâhid, Atâ’, Hasen, İbn Cübeyr ve diğerleri; cimâdır, demişler.

"Onlar sizin için libas, siz de onlar için libassınız":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Libas, huzur, demektir, meselâ

"geceyi sizin için libas kıldı” (Furkan: 47) âyetinde de böyledir ki, dinlenme yeri demektir. Bu da İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Mücâhid ve Katâde’nin görüşleridir.

İkincisi: Onlar libas gibidirler, çünkü karı kocadan her biri derisini ötekisinin derisine libas gibi dokundurur. Onların çıplak olarak birleşmelerine kinaye yoluyla libas denilmiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Araplar kadına, libas ve etek, derler. Şair Nabiğa el - Ca’di de şöyle demiştir:

Yatak arkadaşı gerdanını kırdığı zaman,

Katlanır ve ona (erkeğe) libas olur.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Duyun, benden Ebû Hafs’a elçi gönderin:

Senin gibi güvenilir kardeşe, eteğim feda olsun.

Etekle karısını kastetmiştir.

"Allah kendi nefislerinize hiyanet ettiğinizi bildi":

İbn Kuteybe: Size haram kılmanı irtikâp etmekle kendinize hiyanet ettiğinizi, demiştir.

İbn Abbâs da: Bununla Ömer'in yaptığını kastetmiştir, çünkü o, ailesine yaklaşmış, gusül edince kendini kınamaya ve ağlamaya başlamıştı, demiştir.

"Felâne başiruhünne": Esas mübaşaret deriyi deriye dokundurmak demektir.

İbn Abbâs da: Burada mübaşeretten cimaı murat etmiştir, demiştir.

"Allah’ın size yazdığını arayın": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O çocuktur, bunu İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid ve diğerleri demişlerdir. Bazı ilim adamları da: Bazen yaklaşma cimasız da olduğundan onlara çocuk istemek için cimaı da mubah kıldı ve:

"Allah’ın size yazdığını arayın” dedi, bundan da çocuğu kastetti.

İkincisi: Onlar için yazılan şey, izindir. Bu da Katâde ile İbn Zeyd'in görüşüdür.

Üçüncüsü: O Kadir gecesidir, bunu da Ebû’l - Cevza, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O Kur’ân’dır. Buna göre Kelâmın manası: Kur’ân’a tabi olun; size mubah kılınan ve yapmanız emredilen şey, işte aranan o dur. Bu da Zeccâc’ın tercihidir.

"Beyaz iplik siyah iplikten belli oluncaya kadar yiyin, için": Adiy b. Hatim şöyle demiştir: Bu âyet inince biri beyaz ve biri siyah olmak üzere iki yular aldım, onları yastığımın altına koydum; gece kalkıp onlara bakıyor, siyahı beyazdan ayıramıyordum. Sabah olunca Resûlüllah’a koştum, ona durumu anlattım; güldü ve: Senin yastığın genişmiş; o sadece gündüzün beyazlığa ile gecenin siyahlığıdır, dedi. 22

22 - İmam Ahmed, Müsned, 4/377.

Sehl b. Muaz da şöyle demiştir:

"Beyaz iplik siyah iplikten belli oluncaya kadar” âyeti inmiş,

"şafağın” ifadesi inmemişti; bazı adamlar ayaklarına siyah ve beyaz iplik bağladı, renkleri belli oluncaya kadar yemeğe ve içmeğe devam ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ:

"şafağın” açıklamasını indirdi. O zaman bundan gece ile gündüz kastedildiğini anladılar.

Âyetin hükmü: Şafakta şüphe ettiği zaman sahur yemeyi bırakır mı, yoksa bırakmaz mı? İmam Ahmed’in sözünden anlaşıldığına göre sahur yemeyi bırakmaz, şafağın doğduğu belli oluncaya kadar yer. İmam Malik de şöyle demiştir: Şafağın doğduğunda şüphe ettiği zaman yemesini mekruh görürüm, eğer yerse ona kaza gerekir. İmam Şâfiî de: Ona bir şey lâzım gelmez, demiştir.

"Mescitlerde itikaf ederken kadınlara yaklaşmayın":

Bu yaklaşmada iki görüş vardır:

Birincisi: Cimâ etmektir, bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: O, cimadan aşağı dokunma ve öpme gibi şeylerdir, bunu da İbn Zeyd demiştir.

Katâde de şöyle demiştir: Bir adam itikafta iken çıkar, karısı ile buluşur ve isterse ona dokunurdu, Allah bu hususta onlara öğüt verdi.

İtikafın hükmü: İtikaf lügatte eğleşmektir, fülanün mutekifun alâ hâza ve akifün denir. Bu mendup bir fiildir, ancak insan adak ederse vacip olur. İtikaf ancak cemaatle namaz kılınan camide olur. Kadın için cemaat şartı aranmaz, çünkü cemaat ona vacip değildir. İtikaf oruçsuz câiz olur mu? Bu hususta İmam Ahmed’ten iki görüş vardır.

"Bunlar Allah’ın hudududur": İbn Abbâs, yani dokunma huduttur, ona yaklaşmayın, manasınadır, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Hudud Allah’ın muhalefet etmeyi men ettiği şeydir, onu geçmek câiz değildir. Haddin aslı men etmektir. Evin hududu denir ki, başkalarının giremeyeceği sınır demektir. Haddad da perdedar ve kapıcıya denir. Bir şeye yaklaştırmayan her şeye haddad denir.

Şair A’şa da şöyle demiştir:

Kalktık, henüz horozumuz ötmemişti,

Onu bekleyen bir tepeye gittik.

Yani o tepeye başkalarını yaklaştırmayan biri vardı, demek istemiştir. Ehaddetil mer’etü alâ zevcihe denir ki, kadın ölen kocasına yas tuttu, ziynetlerini kesip attı demektir. Ahdettünnazara ilâ fülanin de denir ki, birine sürekli bakıp başkalarına bakmamaktır. Demire hadid denmesi de düşmanları yaklaştırmadığı içindir.

"İşte böyle Allah açıklar": Yani bu yaptığı açıklama gibi demektir.

188

Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin; insanlardan bir kısmının mallarını günahla yemek için bilip dururken onları hakimlere aktarmayın.

"Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin":

Âyetin

iniş sebebi şudur: İmruulkays İbn Âmir ile Abdan b. el - Hadrami bir toprak parçası için tartıştılar. Abdan davacı idi, delili da yoktu. İmruulkays yemin etmek istedi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona:

"Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az pahaya satanlar” (Al- i İmran: 77) âyetini okudu. O da yemin etmek istemedi ve davadan vazgeçti. Bu âyet bunun üzerine indi. Bu bir grup müfessirin görüşüdür; Said b. Müseyyeb de içlerindedir.

Âyetin manası şöyledir: Bazınız bazınızın mallarını yemesin. Tıpkı "kendi nefislerinizi öldürmeyin âyeti gibi.

Kâdı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Bâtıll iki türlüdür:

Birincisi: Onu sahibinden rızası olmadan almaktır, meselâ çalmak, gasbetmek ve hiyanet etmek gibi.

İkincisi: Onu gönül hoşluğu olmadan almaktır, meselâ kumar, şarkı söylemek ve içki bedeli gibi.

Zeccâc da: Bâtıll zulümdür, demiştir.

"Tüdlû"nun aslı edleytüddelve’den gelir ki, kovayı dolması için kuyuya sarkıtmaktır. Delevtüha da, kovayı çıkardım demektir. Edla fülanün bihuccitihi de, delilini ortaya sürüp savım sağlamlaştırmaktır. Buna göre Kelâmın manası: İleri sürdüğün delilin gereğini yapar, emanete hiyanet edersiniz, batınınızda (aslında) ise delilin aleyhinize olduğunu bilirsiniz.

"Biha"daki zamirin mercii hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, mallara râcîdir, sanki: Bazı malları hakimlere rüşvet vermeyin, demek gibi olur.

İkincisi: O, davaya râcîdir. Eğer: Neden yeme (eki) iki kere zikredilip "vela te’külu", "lite’külu” denildi, denirse, cevap şöyledir: Birinci lâfız bâtılla yaklaştırıldı. İkincisi de günaha; böylece daha çok mana kazanmak için onu tekrar etti. Bunu da İbn Enbari demiştir.

189

Sana hilalleri sorarlar; de ki: Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir. Evlere arkalarından gelmek iyilik değildir, Ancak iyilik sakınan kimsenin iyiliğidir. Evlere kapılarından gelin. Allah'tan korkun ki, kurtulasınız.

"Sana hilalleri sorarlar": Bu âyetin, başından "velhac” kelimesine kadar

iniş sebebi şöyledir: Ashaptan iki kimse:

"Ya Resûlallah, neden hilal ince görünür, sonra artar ve dolar, nihayet yuvarlak ve dümdüz olur. Sonra da azalır, incelir, eski halini alır?” dediler. Bunun üzerine:

"Sana hilalleri sorarlar; de ki: Onlar insanlar ve hac için zaman ölçüleridir” âyeti indi Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. 23

23 - Buhârî, Tefsirü sûre, 2, 30.

"Evlere arkalarından gelmek iyilik değildir...": Bu da başka bir sebebi gösterir, o da şudur: Onlar Ka'be'yi haccedip de Medine'ye gel-dikleri zaman evlere kapıdan girmezler, evlere arkadan gelirlerdi Bir adam bunu unutup kapıdan girdi, bunun üzerine:

"Evlere arkadan gelmek iyilik değildir” kısmı indi Bu da Bera b. Azib'in görüşüdür. 23

Evlere niçin kapılardan girmedikleri hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar bunu ihram için yaparlardı. Bunu İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye, Nafaaî, Katâde ve Kays en - Nehşeli demişlerdir.

İkincisi: Cahiliye halkından biri bir şey yapmak ister de bir engel çıkarsa, dediği şey oluncaya kadar evine kapısından girmezdi, bunu da Hasen demiştir.

Dördüncüsü: Medine halkı bayramdan döndükleri zaman bunu yaparlardı. Bunu da Osman b. Atâ’ babasından rivayet etmiştir.

Tefsirine gelince: Peygamberimize hilallerin büyüyüp küçülmesinin hikmetini sordular, o da bunun insanların oruç, hac vs. gibi ihtiyaçlarını görmeleri için olduğunu haber verdi.

"Ehille” hilalin çoğuludur. Kaç güne kadar hilal denir? Bunda Arapların dört görüşü vardır:

Birincisi: Ona iki gecelik iken hilal denir.

İkincisi: Üç gecelik iken hilal denir, sonra ay, denir.

Üçüncüsü: Engellenip kısa adımlarla yavaş yavaş yürümesine kadar, denir.

Dördüncüsü: Işığı ile gecenin karanlığını götürdüğü sürece denir. Bu görüşleri İbn Seriyy nakletmiştir. Hilal kelimesi de, istehellessabiyyü’den gelir ki, çocuk doğarken ses çıkarmak manasınadır. Ehellel kavmu bilhacci de derler ki, hacılar hilali gördükleri zaman seslendiler demektir. Çünkü hilal görüldüğü zaman insanlar ona seslenirler.

"Ancak iyilik sakınan kimsedir” kavli de

"ancak iyilik Allah’a iman edendir” âyeti gibidir ki, bunun da açıklaması yukarıda geçmiştir. Kurralar buyut vb. kelimelerde ihtilaf ettiler; İbn Kesir, İbn Âmir ve Kisâi, buyutu benin kesresi, uyunu aynin kesresi ve ğuyubı ğaynin kesresi ile okudular.

Nâfi’den buyutu benin zammesi, uyunu aynin zammesi, ğuyubu ğaynin zammesi, cuyubu cimin zammesi ve şuyuhu şinin zammesi ile okuduğu rivayet edilmiştir. Kalun da ondan buyut'u benin kesresi ile okuduğunu rivayet etmiştir.

Ebû Cafer de beş kelimeyi de ilk harflerinin zammesi ile okumuş, Hamze de bunların hepsini kesre ile okumuş ve Âsım'dan ayrılmıştır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kim buyutu zapıme ile okursa, esas cemi sigasına göre okumuştur, meselâ beyt buyut, kalb kulub, fels fulus gibi. Kim de yeyi kesre ile okursa, ba’dan sonraki ye için okumuştur. Bu da Baralılarca kötü bir lügattir, çünkü Arap dilinde fenin kesresi ile fiul kalıbı yoktur. Ben Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den şöyle dediğini işittim: Eğer bir cemi fuul vezninde olur, ikinci harf de ye olursa, onda zamme de kesre de câizdir. Buyut, biyut; şuyuh, şiyuh; kuyud ve kıyud diyebilirsin.

190

Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah aşırı gidenleri sevmez.

"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın": Sebeb-i nüzulü şöyledir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Beytullah’tan men edilip kurbanım Hudeybiye’de kesip de ertesi sene gelmek üzere müşriklerle anlaşınca, döndü. Ertesi sene hazırlığını yapınca ashap Kureyş’in sözünde durmamasından ve onları men edip onlarla savaşmasından korktular. Ashap ise haram ayda savaşmak istemediler; işte bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

"Vela ta’tedu": Zulmetmeyin, buradaki zulümden ne kastedildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, kadınları ve çocukları öldürmektir, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir.

İkincisi: Bunun manası: Sizinle savaşmayanlarla savaşmayın, demektir. Bunu da Said b. Cübeyr, Ebû’l-Âliyye ve İbn Zeyd demişlerdir.

Üçüncüsü: O, yasak edildikleri şeyi yapmaktır, bunu da Hasen demiştir.

Dördüncüsü: Haram ayda savaş başlatmaktır, bunu da Mukâtil demiştir.

Âlimler bu âyetin mensuh olup olmaması hususunda iki görüş üzerinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, mensuhtur, bu görüşün sahipleri bunun mensuh kısmında da iki görüşle ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, baş tarafıdır ki,

"Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaş edin” kısmıdır. Bu da savaşın çarpışan kâfirler hakkında mubah olup savaşmayanlar hakkında mubah olmadığını gerektirir. Bu da:

"Onları nerede bulursanız öldürün” âyeti ile mensuhtur.

İkincisi: Mensuh olan

"tecavüz etmeyin” kısmıdır. Bunların da tecavüz etmeyin üzerinde iki görüşleri vardır:

Birincisi: O, savaşmayanı öldürmektir.

İkincisi: Müşriklere savaş açmaktır. Bu da kılıç âyetiyle mensuhtur.

İkincisi: O, muhkemdir, manası da onlara göre: Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşındır. Bunlar da kendilerini savaşa hazırlayanlardır. Ama rahipler, pir-i faniler, kötürümler, gözsüzler ve deliler gibi kendilerini savaşa hazırlamayanlarla savaşılmaz. Bu da baki bir hükümdür, mensuh değildir.

Âlimler savaşı serbest bırakan ilk âyet hakkında iki görüş halinde ihtilal etmişlerdir:

Birincisi: O

"zulme uğrayarak öldürülenlere izin verildi” (Hac: 39) âyetidir. Bunu Ebû Bekir es - Sıddik, İbn Abbâs, Said b. Cübeyr ve Zührî demişlerdir.

İkincisi: O bu ayettir:

"Allah yolunda savaşın” âyetidir. Bunu da Ebû’l-Âliyye ile İbn Zeyd demişlerdir.

191

Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden onları da çıkarın. Fitne adam öldürmekten beterdir. Mescid-i Haram yanında sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.

"Onları nerede yakalarsanız öldürün": Sekiftümuhüm, bulursanız demektir. Sekiftuhu denir ki, onu buldum demektir.

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir:

"Onları nerede bulursanız öldürün” âyeti müşrikler için geneldir. Ancak Mekke’de olanlar istisna edilmişlerdir ki, ondan çıkarılmaları buyurulmuştur. Bundan da savaşanlar müstesnadır ki, onların da öldürülmeleri emredilmiştir. Buna da:

"Onlar sizinle Mescid-i Haram’da savaşmadıkça onlarla savaşmayın” âyetinin akışı delalet etmektedir. Onlar Müslümanlara Mekke’de eziyet etmiş, onları çıkmak durumunda bırakmışlardı.

Fitneye gelince, o hususta da iki görüş vardır:

Birincisi: O şirktir, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer, Katâde ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O mü’minin tekrar putlara tapmaya dönmesidir. Bunu da Mücâhid demiştir. O zaman Kelâmın manası birinci görüşe göre: O kavmin şirki sizin onları Harem’de öldürmenizden daha büyüktür şeklinde olur. İkinciye göre de: Mü’minin dönüp putlara tapması kendisi için haklı olarak öldürülmesinden daha çetin bir şeydir şeklinde olur.

"Vela tükâtiluhum": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım: "Vela tükatiluhum indelmescidil harami hatta yukatilukum fih fein katelukum faktüluhum” şeklinde okumuşlar; Hamze, Kisâi ve Halef de: "Vela taktüluhüm hatta yaktuluküm fein kateluküm” şeklinde hepsini elifsiz okumuşlardır. Hepsi "faktüluhüm” kelimesini böyle okumada ittifak etmişlerdir. Elifle okuyan "ve katiluhüm hatta latekune fitnetün"ü delil getirmiş, elifsiz okuyan da "faktuluhüm"ü delil getirmiştir.

Âlimler:

"Onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla Mescid-i Haram’ın yanında savaşmayın” âyetinin mensuh olup olmaması hakkında ihtilaf etmişlerdir: Bir grup fukaha onun muhkem olduğuna ve orada ancak savaşanlarla savaşılacağına kani olmuşlardır. Bunu da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sahih hadisi göstermektedir: O, Mekke'nin fethinde hutbe irat etti ve şöyle dedi:

Ey insanlar, Allah göklerle yeri yarattığı gün Mekke’yi haram etti, benden önce hiçbir kimseye helâl etmedi. Benden sonra da kimseye helâl etmeyecektir. Bana da ancak gündüz bir saat helâl edildi. Sonra da kıyamet gününe kadar haram edildi (Sıhah sahipleri İbn Abbâs'tan rivayet etmişlerdir). Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, o saatte kendisine özel olarak helâl kılındığım, yoksa neshedilmediğini açıklamıştır. Böylece Harem’de savaşmanın mahzuru sabit olmuştur. Ancak oradakiler savaş açarlarsa, onları defetmek için onlarla savaşılır. Bu da sürekli bir şeydir, hüküm mensuh değildir.

Katâde de:

"Müşrikleri nerede bulursanız öldürün” (Tevbe: 5) âyetini delil getirerek mensuh olduğuna ve her halükârda hil ve harem’de öldürülmeleri emredildiğine kail olmuştur.

Rebi’ b. Enes ile

İbn Zeyd de:  

"Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın” kavli ile mensuh olduğunu söylemiştir.

Mukâtil de:

"Onları nerede bulursanız öldürün” (Bakara: 191) âyetiyle mensuh olduğunu iddia etmiştir. Birinci görüş daha doğrudur.

"Eğer sizinle savaşırlarsa onları öldürün” âyetinde de

Mukâtil: Onlarla savaşın, demiştir.

192

Eğer savaşa son verirlerse, şüphesiz Allah gafûrdur, rahimdir.

"Eğer son verirlerse": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Eğer şirklerine ve sizinle savaşmaya son verirlerse, demektir.

İkincisi: Küfürlerine son verirlerse, demektir.

Üçüncüsü: Küfürlerine değil de sizinle savaşmaya son verirlerse, demektir. İlk iki görüşe göre âyet muhkem olur,

"şüphesiz Allah gafurdur"un manası da: Şirk ve cürümlerini bağışlayandır, şeklinde olur. Son görüşe göre de,

"gafur rahimdir"’in iki manası olur:

Birincisi: Sizin için gafurdur, çünkü sizden onlarla savaşma mükellefiyetini düşürdü.

İkincisi: Bunun manası: Size onları bağışlayıp merhamet etmenizi emreder, demektir. Buna göre âyet, kılıç âyetiyle neshedilmiş olur.

193

Fitne kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer son verirlerse, zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.

"Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın":

İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid, Katâde ve diğerleri: Burada fitne şirktir, demişlerdir.

"Din, Allah’ın oluncaya kadar":

İbn Abbâs: Tevhid O'na has oluncaya kadar, demiştir. Udvan da: Zulümdür, burada da ondan ceza (karşılık) kastedilmiştir. Karşılığa udvan denilmesi, misliyle mukabeleden dolayıdır; meselâ: "Femeni’teda aleyküm fa’tedu aleyhi” âyetinde olduğu gibi. Burada zâlimler de: Müşriklerdir. Bunu İkrime, Katâde ve diğerleri demişlerdir.

İçlerinde Katâde’nin de bulunduğu bir bölük müfessir:

"Eğer son verirlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur” âyetinin kılıç âyetiyle mensuh olduğunu söylemişlerdir. Bu da ancak Kelâmın manası:

"Eğer dinlerinde kalmakla beraber sizinle savaşmaya son verirlerse” şeklinde olursa doğru olur. Ama: Bunun manası:

"Dinlerine son verirlerse” olursa, âyet muhkemdir.

194

Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah takva sahipleri ile beraberdir.

"Haram ay haram aya karşılıktır": Bu âyet bir sebeple inmiştir; bunda da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabı zilkade ayında umre niyetiyle çıktılar, yanlarında da kurbanları vardı. Müşrikler ise onları çevirdiler; Allah’ın Nebisi geri dönüp gelecek sene gelmek üzere onlarla banş yaptı. Mekke’de üç gün kalacak, oraya sİlâhla girmeyecek, giderken Mekkelilerden hiçbir kimseyi çıkarmayacaktı. Ertesi sene olunca o ve ashabı geldiler, Mekke’ye girdiler. Müşrikler ona karşı övündüler, çünkü Hudeybiye günü onu geri çevirmişlerdi. Allah da onlardan kısasını (rövanşını) aldı ve onu o geri çevirdikleri haram ayda Mekke’ye girdirdi, bunun üzerine:

"Haram ay haram aya karşılıktır, hürmetler karşılıklıdır” dedi.

İbn Abbâs, Mücâhid, Atâ’, Ebû’l - Âliyye ve diğerleri bu kanaate varmışlardır.

İkincisi: Arap müşrikleri, Peygamber aleyhisselam’a: Haram ayda bizimle savaşmaktan men mi edildin?” dediler, o da: Evet, dedi. Kendisini haram ayda gevşetip onunla o ayda savaşmak istediler. Bu âyet onun üzerine indi, şöyle demek istiyor: Eğer haram ayda sizden bir şeyi helâl etmek isterlerse, siz de onlardan aynısını helâl sayın. Bu; Hasen’in görüşüdür, İbrahim b. Seriyy ile Zeccâc da bunu tercih etmişlerdir.

Birinci görüşün sahipleri ise, âyetin manası şöyledir, derler: İçinde hareme girdiğiniz haram ayı geçen sene sizi içeri sokmadıkları haram aya karşılıktır.

"Hürmetler karşılıklıdır": Sizi zilkade ayında hareme sokmadıkları gibi ben de sizin için rövanşını aldım.

Zeccâc ise şöyle demiştir: Haram ay: Yani haram ayda savaşmak, haram ay iledir; böylece Allahü teâlâ onlara bu haram şeylerin Müslümanlara ancak kısas (misilleme) ile câiz olacağını bildirdi, sonra da bunu kılıç âyeti ile neshetti. Şöyle de denilmiştir: Hürmetlerin çoğul yapılması; haram ayı, haram şehri ve ihram hürmetini kastetmesindendir.

"Kim size saldırırsa siz de ona saldırın":

İbn Abbâs: Kim sizinle haremde savaşırsa siz de onunla savaşın, demiştir. Saldırıya mukabele etmek neden saldırı sayılmıştır? Çünkü iki fiil şeklen birbirine benzemektedir; gerçi biri taat, diğeri masiyettir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Araplar: O bana zulmetti, ben de ona zulmettim; filan bana cahillik etti, ben de ona cahillik ettim, derler. Bu mananın izahı sûrenin başında geçmiştir.

"Allah’tan korkun":

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Allah’tan korkun, haremde onlara önce siz savaş açmayın.

195

Allah yolunda harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin; şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.

"Allah yolunda harcayın": Bu âyet bir sebeple inmiştir; bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Mekke’ye gitmek için hazırlık yapınca, bazı bedeviler:

"Ya Resûlallah, biz ne ile hazırlık yapacağız; ne azığımız vardır ne de malımız?” dediler. İşte bunun üzerine indi, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Ensar Allah yolunda harcar ve sadaka ederlerdi, bir sene kıtlık oldu, bunu yapamadılar. İşte âyet bunun üzerine indi, bunu Ebû Cebire b. Dahhâk demiştir. Sebil: Lügatte yol demektir. Bu kelimenin cihatta kullanılması, onun din bağı üzerine savaşılan bir yol olmasındandır. Tehlike de, helak manasınadır: Helekerrectilü helaken ve hülken ve tehlüketen, denir.

Müberrid şöyle demiştir: Ey di, nefisler manasınadır, parça bütün yerine kullanılmıştır.

Burada tehlikeden ne kastedildiği hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: O, Allah yolunda harcamayı terk etmektir, bunu Huzeyfe, İbn Abbâs, Hasen, İbn Cübeyr, İkrime, Mücâhid, Katâde ve Dahhâk demişlerdir.

İkincisi: O, malla meşgul olarak oturup savaşmamaktır, bunu da Ebû Eyyub el - Ensari demiştir.

Üçüncüsü: O, Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir, bunu da Bera, Numan b. Beşir ve Ubeyde, demişlerdir.

Dördüncüsü: O, Allah'ın azabıdır. Bunu da Ebû Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

"İyilik edin": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Güzel infak edin, demektir. Bu da ilk görüş sahiplerinin fikirleridir.

İkincisi: Allah hakkında hüsn-i zanda bulunun, demektir. Bunu da İkrime ile Süfyan demişlerdir. Bu da tehlikenin ümit kesmek manasına olduğunu söyleyenlerin fikrine dayanır.

Üçüncüsü: Bunun manası: Farzları eda edin, demektir. Bunu da Süfyan, Ebû İshak’tan rivayet etmiştir.

196

Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer engellenirseniz kolayınıza gelen kurbanı yollayın. Kurban, yerine erişinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden kim hasta veya başından rahatsız olursa, ona oruçtan, yahut sadakadan veyahut kurbandan fidye vardır. Emin olduğunuz vakit kim hacca kadar umre ile faydalanırsa, kolayına gelen kurbandan kesmek vaciptir. Kim de bunu bulamazsa hacta üç, döndüğü zaman da yedi gün oruç tutar. Bunlar tam on gündür. Bu, ailesi Mescid-i Haram’da ikamet etmeyen içindir. Allah’tan korkıyı. Bilin ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.

"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın":

İbn Fâris şöyle demiştir: Hac lügatte bir yere gitmeyi hedef almaktır. Hacta umre, aslında ziyaret demektir. Saleb şöyle demiştir: Hac hanın fethası ile mastardır, kesresi ile de isimdir. Ve şöyle demiştir: Bazen Ferrâ’ ikisinin de iyi lügat olduğunu söylerdi.

İbn Enbari de umre üzerinde iki görüş beyan etmiştir:

Birincisi: Ziyaret manasınadır.

İkincisi: Niyet edip bir yere gitmektir.

Onu tamamlama üzerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Onun, tamamlamanın manası, ayrı ayrı yapmaktır; meselâ umreyi hac aylarının dışında yapmak gibi. Bunu Ömer b. Hattata, Has en ve Atâ’ demişlerdir.

İkincisi: Bir kimsenin umre için hemen evinden ayrılırken ihrama girmesidir. Bunu da Ali b. Ebû Talib, Tâvûs ve İbn Cübeyr, demişlerdir.

Üçüncüsü: Birine başladığı zaman onu tamamlamadan fesh etmez. Bunu da İbn Abbâs demiştir.

Dördüncüsü: O, Allah'ın ikisinde emrettikleri şeyleri yerine getirmektir, bunu da Mücâhid demiştir. Kurraların çoğunluğu umreyi mef’ul olarak mensûb okumuşlar, Esmaî de Nâfi’den, Kazaz da Ebû Amr’den, Kisâi de Ebû Cafer'den naklen merfu okumuşlardır.

İbn Mes’ûd, Ebû Rezin, Hasen ve Şa’bî’nin kıraati de böyledir. Cumhûrun okuyuşu onun vacip olduğunu gösterir. Umrenin vacip olduğunu söyleyenlerin bazıları şunlardır:

Hazret-i Ali, İbn Ömer, İbn Abbâs, Hasen, İbn Sîrin, Atâ’, Tâvûs, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Ahmed ve Şâfiî.

İbn Mes’ûd, Cabir, Şa’bî, İbrahim, Ebû Hanife ve İmam Malikten de onun sünnet ve nafile olduğu rivayet edilmiştir.

"Eğer engellenirseniz":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Ahsarahul maradu veladüvvü denir ki, hastalık ve düşman onu seferden engelledi, demektir. Bu âyet de bundandır. Iiasarahul adüvvü de düşman zorlamak demektir. Zeccâc da, engellenen kimseye husıra fehüve mahsur denildiğini söylemiştir.

Ulemanın ihsar (engellenme) konusunda iki görüşü vardır:

Birincisi: Onun ancak düşman ile olup hastalık ile olmayacağıdır. Bu İbn Ömer, İbn Abbâs, Enes, Malik, Şâfiî ve Ahrned’in görüşleridir. "Feiza emintüm” kavli de bunu gösterir.

İkincisi: Onun hastalık veya düşman veyahut bir mazeret dolayısıyla olacağıdır; bu da Atâ’, Mücâhid, Katâde ve Ebû Hanife'nin görüşleridir. Bu kelâmda kısaltma vardır,

Mana şöyledir: Eğer engellenir de haccı ve umreyi tamamlayamazsanız, gücünüzün yettiği kurbanı gönderin.

"Başından hastalığı olan” da böyledir ki: Tıraş olursa, fidye verir, demektir.

"Hedy", Beytullah’a hediye edilen kurbandır. Aslı şeddeli olarak hediyy’dir, sonra tahfif edilmiştir. Bunu

İbn Kuteybe demiştir. Hasen ile Mücâhid şedde ile okumuşlardır.

"Kolayına gelen kurban” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O koyundur, bunu Elazreti Ali, İbn Abbâs, Hasen, Atâ’, İbn Cübeyr, İbrahim, Katâde ve Dahhâk demişlerdir.

İkincisi: Kolayına gelen deve ve sığırdır, başkası değildir. Bunu da İbn Ömer, Hazret-i Âişe ve Kasım demişlerdir.

Üçüncüsü: O, gücünün yettiğidir. Bunu da Tâvûs, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Hasen ile Katâde’den de: En yükseği deve, ortası sığır, en düşüğü koyundur, dedikleri rivayet edilmiştir. İmam Ahmed de: Hedy üç sınıftan, deve, sığır ve koyundan olur, demiştir. Ebû Hanife rahmetullahi aleyh, Malik ve Şâfiî rahmetullahi aleyhimalar da bu görüştedirler,

"Hatta yebluğal hedyü mehılleh":

İbn Kuteybe: Mehıl kurban kesilen yerdir, demiştir. Halle yehillü’den gelir.

Mehıl hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O haremdir, bunu İbn Mes’ûd, Hasen, Atâ’, Tâvûs, Mücâhid, İbn Sîrin, Sevri ve Ebû Hanife demişlerdir.

İkincisi: O, engellendiği yerdir ki, kurbanım orada keser ve ihramdan çıkar. Bunu da İmam Malik, Şâfiî ve Ahmed demişlerdir.

"Sizden kim hasta olur veya başından bir rahatsızlığı olursa bir fidye verir":

Bu da bir sebeple inmiştir, şöyle ki, Ka'b b. Ucre’nin başına bitler üşüştü, öyle ki, yüzünde yürümeye başladılar. Âyet bunun üzerine indi. O da: Özellikle benim hakkımda indi, derdi. 24

24 - Buhârî, Müslim ve diğerleri, Ka'b b. Ucre radıyallahu anh'ten rivayet etmişlerdir.

Âyetin hükmü: Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah şöyle demiştir:

"Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin” sözü, başı tıraş etmenin haram olduğunu gösterdi, ister onda bir rahatsızlık olsun ister olmasın, nihayet:

"Sizden kim hasta olur veya başından rahatsız bulunursa, bir fidye verirsin” kısmı indi. Bu da rahatsızlık olduğu zaman fidye vererek başı tıraş etmenin mubah olduğunu gösterdi. Bu da önceki haramlığı neshetti.

Âyetin manası şudur: Sizden yani ihramlılardan - ister engelli olsun ister olmasın - kim hasta olur veya ihramın yasak ettiği bir şeyi giymeye mecbur kalır veyahut başından bir rahatsızlığı olur da tıraş olursa, ona oruç fidyesi vardır.

Oruç hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, üç gündür, Ka'b b. Ucre radıyallahu anh hadisinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den böyle rivayet edilmiştir. 25

25 - İmam Ahmed, Müsned, 4/242; Buhârî ve Müslim,

Bu, cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: O, on günlük oruçtur. Hasen, İkrime ve Nâfi’den rivayet edilmiştir.

Sadaka hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, altı yoksulu doyurmadır, Ka’b b. Ucre hadisinde rivayet edilmiştir.

Bu, aynı zamanda, oruç üç gündür diyenlerin görüşüdür.

İkincisi: O, on yoksulu doyurmadır, bu da on günlük orucu vacip kılanların görüşüdür. Nüsük de koyun kesmektir, nesektü lillahi denir ki, O’nun için kurban kestim, demektir. Nüsük’te de iki lügat vardır: Nunun ve “sîn” in zammı, ki, cumhûr böyle okumuştur. Nunun ve “sîn” in sükunu, ki, bu da Hasen'in kıraatidir.

"Emin olduğunuz zaman": Yani düşmandan, çünkü hastalığın ne zaman dönüp geleceğinden emin olunmaz. Alkame ve diğerleri:

Korku ve hastalıktan emin olduğunuz zaman, demişlerdir. "Kim hacca kadar umreden faydalanırsa": Bunun manası: Kim hac aylarında işe umre ile başlar ve o senenin haccını bu şekilde bitirirse, ona gücünün yettiği bir kurban gerekir, demektir. Bu; İbn Ömer, İbn Müseyyeb, Atâ’ ve Dahhâk’ın görüşleridir. Güç yeten kurban hakkında ise yukarıda söz geçmiştir.

"Kim bunu bulamazsa hacta üç gün oruç tutar":

Hasen şöyle demiştir: Bu; terviyeden bir gün öncesi ile terviye ve arefe günleridir.

Bu Atâ’, Şa’bî, Ebû’l - Âliyye, İbn Cübeyr, Tâvûs ve İbrahim’in görüşleridir, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten nakledilmiştir.

Hasen ile Atâ’’dan da: Hangi ayda isterse onları oruç tutar, dedikleri de rivayet edilmiştir.

Tâvûs, Mücâhid ve Atâ’’dan da: Hac aylarının hangisinde isterse onları tutar, dedikleri rivayet edilmiştir. İbn Ömer’den de: İhrama girmesinden arefe gününe kadar dediği rivayet edilmiştir.

Âyetin hükmü: Eğer kurbanlık bulamaz da kurban gününden önce üç gün oruç tutmazsa, ne yapar?

Ömer b. Hattab, İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Tâvûs ve İbrahim: Kurbandan başkası olmaz, oruç tutamaz demişlerdir.

İbn Ömer ile Hazret-i Âişe de: Mina günlerinde oruç tutar, demişlerdir. Bunu Salih, İmam Ahmed’den rivayet etmiştir. Bu İmam Malik’in de görüşüdür.

Diğerleri ise teşrik günlerinde oruç tutamayacağına, ancak onlardan sonra tutacağına kani olmuşlardır. Bu da Hazret-i Ali’den rivayet edilmiştir. Bunu Mervezi, İmam Ahmed’den de rivayet etmiştir. İmam Şâfiî’nin de görüşü budur.

Eğer üç günlük oruca başladıktan sonra kurban bulursa, orucu kesmesi lâzım gelmez. Bu; İmam Malik ile Şâfiî’nin görüşüdür.

Ebû Hanife ise: Orucu durdurması lâzım gelir, kurban keser, demiştir.

Atâ’ da: Eğer iki gün oruç tuttuktan sonra kurban bulursa, kurban keser. Eğer üç gün tuttuktan sonra bulursa yedi gün oruç tutsun, ona kurban gerekmez, demiştir.

"Hac"ta sözünün de iki manası vardır:

Birincisi: Hac aylarında demektir.

İkincisi: Hacca ihram zamanında demektir.

"Döndüğü zaman yedi gün oruç tutar” kavli üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Memleketlerinize döndüğünüz zaman demektir. Bunu İbn Abbâs, Hasen, Ebû’l Âliyye, Şa’bî ve Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Haccınızdan döndüğünüz zaman, demektir. Bu da Atâ’, Said b. Cübeyr, Ebû Hanife ve Malik’in sözleridir.

Esrem şöyle demiştir: Ebû Ubeydullah’a, yani Ahmed b. Hanbel’e:

"Yedi gün orucu memleketine döndüğünde ne zaman tutar; yolda mı yoksa ailesinde mi?” dedim. O da: Bunların hepsi hakkında görüşler vardır, dedi. Ebû Abdullah'a:

"Bunları ayrı tutarsa?” dediler; o da buna müsaade etti.

"Bunlar tam on gündür": Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: O kurban yerine geçmede tamdır. İbn Abbâs ile Hasen bu manaya kail olmuşlardır.

Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Biri tam sevap kazanmada üç günün kurban yerine geçebileceğini düşünebilirdi; onun için Allahü teâlâ bize ancak tam on günün onun yerine geçeceğini bildirdi.

İkincisi: Vav bazen

"ev” yerine geçer, meselâ:  

"Fenkihu matabe leküm minennisai mesna ve sülase ve ruba” âyetinde olduğu gibi. İşte burada da Allahü teâlâ seçme ihtimalini

"İşte bunlar tam ondur” demekle ortadan kaldırmıştır. Zeccâc bu manaya kail olmuştur.

Üçüncüsü: Bu tekit içindir. Şair Ferazdak şöyle demiştir:

Üç artı iki, beştir;

Altıncısı da benim keskin koku alma duyumdur.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Kinde topluluğuna, kaçtıkları zaman:

Nerede olduklarını sorsaydıp, nerede?

Bir başkası da şöyle demiştik:

Onun nice nimetleri vardı;

Nice nice nice!

Kur’ân ise Arapların dili ile inmiştir. O da tekit için bir şeyi tekrar eder.

Dördüncüsü: Bunun manası: İşte o, fazilette tam ondur, her ne kadar hacta üç ve daha sonra da yedi ise de. Maksat yedinin üçten daha geri olduğu kimsenin aklına gelmemesidir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

Beşincisi: O lafzan haber, mana itibarı ile ise emirdir; takdiri: Bunlar ondur, onu tamamlayınız, demektir.

"Bu, ailesi Mescid-i Haram'da ikamet etmeyen içindir":

Burada işaret edilen hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, hacca kadar umreden yararlanmaktır.

İkincisi: O ibadet ve oruçların karşılığıdır. Bu manaya göre "limen

"deki lâm,

“alâ” manasınadır. Mescid-i Haram'da ikamet edenlere gelince: İbn Abbâs, Tâvûs ve

Mücâhid: Onlar harem halkıdır, demişlerdir.

Atâ’ da: Evi mikat sınırları içinde olanlar, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Âyetin manası şudur: Bu farz, garipler (yabancılar) içindir. Maksat kendisi olduğu halde ailesinden bahsedümesi ise, insanın genellikle ailesinin oturduğu yerde oturmasındandır.

197

Hac belli aylardır. Kim bunlarda haccı kendine farz kılarsa, hacta kadına yaklaşmak, günah işlemek ve tartışmak yoktur. Hayırdan ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin; şüphesiz azığın hayırlısı takvadır. Ey saf akıl sahipleri, benden korkun.

"Hac belli aylardır": Hac kelimesinde iki lügat vardır: Hanın fethası Hicaz halkının lügatidir, cumhûr da böyle okumuştur. Kesri de Temim veya Necid lügatidir, Hasen de böyle okumuştur.

Sibeveyh de şöyle demiştir: Hacce haccen denir ki, zekere zikren gibidir. Hicce dediklerinde yıl manasını kastederler.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Mana: Hac vakti bu aylar demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bunun manası: Hac ayları bilmen aylardır.

Hac ayları üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar şevval, zilkade ve zilhicce ayından da on gündür. Bunu İbn Mes’ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, İbn Zübeyr, Hasen, İbn Sîrin, Atâ’, Şa’bî, Tâvûs, Nehaî, Katâde, Mekhûl, Dahhâk, Süddi, Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Şâfiî radıyallahu anhum, demişlerdir.

İkincisi: Onlar şevval, zilkade ve zilhicce aylarıdır. Bu da Yine İbn Ömer, Atâ’, Tâvûs, Mücâhid, Zührî, Rebi’ ve Malik b. Enes’ten rivayet edilmiştir.

İbn Cerir Taberî de şöyle demiştir: Bunlar, bu aylar umre ayları değildir, sadece hac aylarıdır demek istememişlerdir. Gerçi hac işleri, Mina ibadetleri bitmekle sona ermiştir. Onlar umreyi bu ayların dışında yapmayı müstehap görürlerdi.

İbn Sîrin de şöyle demiştir: İlim adamlarından hiçbiri hac ayları dışındaki umrenin hac aylarındaki umreden daha faziletli olduğunda tereddüt etmemiştir.

Neden:

"Hac ayları” dedi, halbuki onlar, iki ay ile bir de öteki ayın birkaç günüdür? Bunu Arapların adetlerine göre demiştir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Araplar: Bugün iki gündür onu görmedim, derler ki, bir günle bir de bir günün bazı kısımlarını kastederler. Sen de: Seni bu sene ziyaret ettim, sana bugün geldim, dersin. Halbuki o hareket belli bir zaman dilimi içinde gerçekleşmişti.

İbn Enbari de bu hususta iki görüş zikretmiştir:

Birincisi: Araplar tesniye için cemi sigası kullanırlar, meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Onlar dediklerinden müberradır". (Nûr: 26) Aslında Hazret-i Âişe ile Safvan’ı kasdetmiştir. Şu âyet de öyledir:

"Biz onların kararlarına şahit olduk". (Enbiya: 78) Burada ise Dâvud ile Süleyman’ı kasdetmiştir.

İkincisi: Araplar uzun vakit söyler, kısa vakti kastederler; meselâ; İbn Zübeyr hac günlerinde öldürüldü, derler ki, aslında daha kısa zamanda öldürülmüştür.

Âyetin hükmü: Âlimler hac aylarından önce ihrama giren kimse hakkında da ihtilaf etmişlerdir: Atâ’, Tâvûs, Mücâhid ve Şâfiî: Câiz olmaz demişler ve:

"Hac belli aylardır” kavlinden haccın ancak bu aylarda gerçekleşeceği kararma varmışlardır. Ebû Hanife, Malik, Sevri, Leys b. Sa’d ve Ahmed b. Hanbel de: Bu aylardan önce ihram sahih olur, demişlerdir. Buna göre:

"Hac belli aylardır” kavli de: Haccın büyük kısmı bu aylardır, demek olur. Tıpkı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in:

"Hac arefedir” demesi gibi. 26

26 - imam Ahmed, Müsned; Sünen sahipleri, Hakim, Beyhakî; hepsi Abdurrahman b. Yamur ed - Deylemi radıyallahu anh'ten rivayet etmişlerdir.

"Kim bunlarda haccı kendine farz ederse": İbn Mes’ûd: Bu, hacca niyet edip ihrama girmektir, demiştir. Tâvûs ile

Atâ’ da: Bu, lebbeyk okumaktır, demişlerdir. Hazret-i Ali, İbn Ömer, Mücâhid, Şa’bî ve diğerlerinden de: Devesine işaret vurduğu zaman olur, dedikleri rivayet edilmiştir. Bu da hacca niyet ederek işaret vurma manasına alınmıştır. İmam Ahmed radıyallahu anh de, Esrem rivâyetinde: İhram niyetledir, demiştir. Ona:

"Telbiyesiz ihrama girmiş olur mu?” dediler; o da: İhrama karar verdiği zaman evet, demiştir. Bu da İmam Malik ile Şâfiî'nin görüşleridir.

Ebû Hanife ise: İhrama girmek; ya telbiye okumak ya da kurbanı işaretleyip sürmekle câiz olur, demiştir.

"Fela refese": İbn Kesir, Ebû Artır ve Ebû Cafer, zamme ve tenvinle: Fela refesün vela füsukun” okumuşlardır; Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, tenvinsiz olarak okumuşlardır. Ebû Cafer dışında hiç kimse "vela cidale"yi merfu okumamıştır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Fetha ile okuyanların delili, bunun kastedilen manaya çok sıkı bağlı olmasıdır. Çünkü fetha ile okuyan, bütün kötülük ve fısk hareketlerini reddetmiştir, "lâ reybe fih” kavlinde olduğu gibi. Merfu ve tenvinii okuyunca da yasak bunlardan biri için olur. Cidale’nin lamını niçin meftuh okumuşlardır; bütün cinsi içine alsın diye. Ondan önceki iki isim için de durum aynıdır. Merfu okuyanların delili de, sözün akışından bütün kötülüklerin yasak olduğunun anlaşılmasıdır. Bazen bir lâfız tekil olur, manası ise çoğul olur.

"Refes” üzerinde üç görüş vardır:

Birincisi: O cimâdır, bunu İbn Ömer, Hasen, İkrime, Mücâhid, Katâde ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: o, cimâ ile ondan aşağı olan temas gibi şeylerdir. Bu da yine İbn Ömer, İbn Abbâs, Amr b. Dinar ve diğerlerinden rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O boş sözdür, bunu da Ebû Abdurrahman Yezidi demiştir.

"Füsuk” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, sövüşmedir, bunu İbn Ömer, İbn Abbâs, İbrahim ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O birbirine lâkap takmaktır, meselâ din kardeşine, ey fasık, ey zalim, demek gibi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, çeşitli günahlardır, bunu da Hasen, Atâ’, Tâvûs, Mücâhid, Katâde ve diğerleri demiştir. Bizim de tercihimiz budur. Çünkü günahlar hepsini içine alır. Bir de fasık, taatten masiyete çıkan demektir.

"Ve-lâ cidâle fil-hac": Cidal tartışma demektir.

Bu durumda Kelâmın manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Manası: Kimse kimse ile tartışmasın; tartışma onu öfkeye ve hacca yakışmayan şeyi yapmaya sürükler, demek olur. Bu manaya İbn Ömer, İbn Abbâs, Tâvûs, Atâ’, İkrime, Nehaî, Katâde, Zührî, Dahhâk ve diğerleri kani olmuşlar.

İkincisi: Bunun manası: Hacta şüphe ve tartışma yoktur, çünkü o doğru bir şeydir, vakti bellidir, yerinden oynatılmamıştır.

Mücâhid şöyle demiştir: Zilhiccede iki yılın haccını ederlerdi, muharremde de iki yılın haccını ederlerdi. Sonra da saferde de iki yılın haccını ettiler. Her sene her ayda iki yılın haccını ederlerdi. Nihayet Ebû Bekir'in Peygamber sallallahu aleyhi ve selleminkinden önce iki yılın son haccı zilkadeye, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ertesi sene yaptığı hac da zilhicceye denk geldi. Nitekim Efendimiz bu durumu veda haccında şöyle dile getirmişti: Şüphesiz zaman döndü, Allahü teâlâ'nın göklerle yeri yarattığı zamandaki konumuna geldi. 27

27 - Buhârî, Tefsirü sûre 9, bab, 8; Bed'ü'l Halk, bab, 2; Mağazi, bab, 77; Adahi, bab, 5; Tevhid, bab, 24; Müslim, Kasame, hadis no, 29; Ebû Dâvud, Menasik, bab, 67; İmam Ahmed, Müsned, 5/37, 73.

Şeyhlerinden rivayet eden Süddi ile Kasım b. Muhammed bu manaya kail olmuşlardır.

"Azık hazırlayın, şüphesiz azığın hayırlısı takvadır":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Yemen halkı haccederlerdi, yanlarına azık almazlardı: Bizler mütevekkiliz der ve insanlardan dilenirlerdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ:

"Azık edinin, şüphesiz azığın hayırlısı takvadır” kavlini indirdi.

Zeccâc şöyle demiştir: İnsanlara azık edinmeleri ve azığın hayırlısının da takva olduğunu bilmeleri emredildi.

198

Hacta Rabbinizden bir lütuf istemenizde size günah yoktur. Arafat’tan sökün ettiğiniz zaman Allah’ı Meş’ar-i Haram’ın yanında zikredin. Sizi hidayet ettiği gibi O’nu zikredin. Şüphesiz bundan önce gerçek sapıklardan idiniz.

"Rabbinizden bir lütuf istemenizde size günah yoktur":

İbn Abbâs şöyle demiştir: İnşanlar hac mevsiminde alışverişten ve ticaretten korkarlar ve: Zikir günleridir, derlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Ibtiğa, istemek demektir. Burada fadl da ticaret ve kazançla rızk aramaktır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Efattüm, itilmek ve atılmak manasınadır.

Zeccâc da: Kalabalıkla itilmektir, demiştir. Efadal kavmü fılhadis denir ki, konuşmaya daldılar, ileri geri çok şey konuştular, demektir.

O bölgeye

"Arafat” denilmesi hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ Cebrâil’i İbrahim'e gönderdi, ona haccettirdi. Arafat'a gelince: Kad arafte:

"Bildin mi?” dedi. O nedenle Arafat denildi. Bunu Hazret-i Ali demiştir.

İkincisi: Arafat denilmesi, Âdem ile Havva’nın orada buluşup tanışmalarındandır. Bunu da Dahhâk demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Meş’ar alâmet demektir, çünkü namaz onun yanındadır. Makam, Beyt ve dua haccın alâmetlerindendir. O Müzdelife’dir. O toplantı yeridir, ona bu iki isim de denir. İbn Ömer ile

Mücâhid de: Meş’ar-i Haram Müzdelife’nin tamamıdır, demiştir.

"Sizi hidayet ettiği gibi O’nu zikredin": Yani hidâyetinize karşılık olarak, demektir.

Eğer: "Zikri tekrar etmenin faydası nedir?” denilirse?”

Buna dört türlü cevap verilir:

Birincisi: Emirde mübalağa için onu tekrar etmiştir.

İkincisi: ikinci zikre, birinci zikre bitiştirilmeyen (yeni bir) şey bitiştirilmiş; o nedenle tekrarı güzel olmuştur:

Mana şöyledir: O’nu tevhidi ile zikredin, hidâyetiyle zikretmeniz gibi.

Üçüncüsü: Devam için onu tekrar etmiştir, mana şöyle olur: O’nu zikirden sonra tekrar zikredin. Bu görüşleri Muhammed b. Kasım en - Nahvi demiştir.

Dördüncüsü:

"Allah’ı Meş’ar-i Haram’ın yanında zikredin” sözünden maksat Müzdelife'de birleştirilerek kılınan akşamla yatsı namazlarıdır.

"Sizi hidayet ettiği gibi” kavlindeki zikirden maksat da Müzdelile sabahında toplu halde edilen zikirdir. Bunu da Kadı Ebû Ya’lâ nakletmiştir.

"Şüphesiz bundan önce sapıklardan idiniz":

Ha” zamirinin mercii hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: İslâm'a râcîdir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Hidayete râcîdir, bunu da Mukâtil ile Zeccâc demişlerdir.

Üçüncüsü: Kur’ân’a râcîdir, bunu da Süfyan Sevri demiştir.

199

Sonra insanların sökün ettiği yerden sökün edin. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Sonra insanların sökün ettiği yerden sökün edin": Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Kureyşliler ve onların dininden olanlar - ki, bunlara humus denirdi - Arafe akşamında Müzdelife’de vakfeye durur ve: Biz Beytullah’ın sakinleriyiz, derlerdi. Arapların kalanları ile halk ise Arafat’ta vakfeye dururlardı; işte âyet bunun üzerine indi.

Zeccâc şöyle demiştir: Onlara humus denmesi dinlerindeki şiddetten dolayıdır. Hamaset, her şeyde şiddet göstermektir (fanatiklik).

Burada insanlardan kimin kastedildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar humusun dışındaki bütün Araplardır. Hazret-i Âişe hadisi de bunu göstermektedir. Urve, Mücâhid ve Katâde de bu görüştedirler.

İkincisi: Buradaki insanlarla murat edilen İbrahim aleyhisselam’dır, bunu da Dahhâk b. Müzahim demiştir.

Üçüncüsü: İnsanlardan murat, Âdem’dir, bunu da Zührî demiştir. Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Nehik ve Muvarrık el - îcli, ye ile

"enasiy” okumuşlardır.

Dördüncüsü: Onlar Yemen ve Rebia halkıdır. Çünkü onlar Arafat’tan sökün ederlerdi, bunu da Mukâtil demiştir.

Bununla muhatap olanlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Kureyş'e hitaptır, bunu cumhûr, demiştir.

İkincisi: O, bütün Müslümanlara hitaptır. Bu da yukarıda geçen insanlardan Hazret-i Âdem veya Hazret-i İbrahim kastedilmiştir, diyenlerin görüşüne uyar. Buradaki ifada lâfzın zahirinden anlaşılan ifadadır ki, kurban sabahı Müzdelife’den yapılan ifadadır. Ancak müfessirlerin çoğunluğu bunun Arafat’tan olan ifada olduğunu söylerler. Kelâmın zahiri ise buna müsaade etmez. Nasıl:

"Arafat’tan ifada ettiğiniz zaman” sonra Arafat'tan ifade edin, denir? Tefsircilerin dediğinin yorumu ise şöyledir: Bunda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Sonra insanların sökün ettiği yerden siz de sökün edin, Arafat’tan sökün ettiğiniz zaman da Allah’ı zikredin.

Gafûr, aziz ve celil olan Allah’ın isimlerindendir. Gafertüşşey’e denir ki, bir şeyi kapattım demektir. Sanki gafur da kulunu rahmetiyle örten veya kullarının günahların, örten demektir. Caftır bağışlaması bol olan demektir çünkü mef ül kalıbı çoklukta mübalağa içindir, meselâ sabur, darub ve ekul gibi.

200

Hac ibadetini bitirdiğiniz zaman Allah'ı zikredin, tıpkı atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha çok zikredin. İnsanlardan kimileri, "Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur.

201

Onlardan kimi de: Rabbimiz, bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru” der.

"Hac ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman Allah’ı zikredin":

Bunun sebeb-i nüzulü için üç görüş vardır:

Birincisi: Cahiliye halkı hac mevsiminde toplandıkları zaman atalarının günlerini ve cahiliyedeki soylarını zikrederlerdi, işte âyet bunun üzerine indi. Bu mana Hasen, Atâ’ ve Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

İkincisi: Araplar konuştukları veya kelâm ettikleri zaman: Babanın başı için şöyle oldu, böyle oldu, derlerdi; işte âyet bunun üzerine indi.

Üçüncüsü: Onlar hac ibadetlerini bitirdikleri zaman adam Mina’da kalır ve: Allah’ım, benim babamın kâsesi, yemek tabağı büyüktü, malı çoktu, bana da onunki gibi ver, der ve Allah’ı zikretmez, sadece babasını zikreder, ona dünyalık verilmesini isterdi, işte âyet bunun üzerine indi. Bu da Süddi’nin görüşüdür.

Menasik: İbadet yapılan şeyler demektir, bundan ne murat edildiği hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, hac fiillerinin hepsidir, bunu Hasen demiştir.

İkincisi: O kan akıtmaktır, bunu da Mücâhid demiştir.

Babalarını zikretmelerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Onları ikrar etmeleridir.

İkincisi: Onlarla yemin etmeleridir.

Üçüncüsü: babalarının onlara iyilik etmeleridir. Çünkü onları zikreder ve Allah’ın onlara ihsanını unuturlardı.

Dördüncüsü: O çocukların babalarını zikretmesidir, çünkü ilk defa konuşmaya başladıkları zaman onların ismini söylerler. Bu mana Atâ’ ile Dahhâk’tan rivayet edilmiştir.

"Ev” edatı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O,

"bel” manasınadır.

İkincisi: Vav manasınadır. Halâk ise daha önce geçmiştir.

Dünya iyiliği hakkında da yedi görüş vardır:

Birincisi: O, iyi kadındır, bunu Hazret-i Ali demiştir.

İkincisi: O ibadettir, bunu Süfyan b. Hüseyn, Hasen’den rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O ilim ve ibadettir, bunu Hişam, Hasen’den rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Maldır, bunu da Ebû Vâil , Süddi ve İbn Zeyd demişlerdir.

Beşincisi: Afiyettir, bunu Katâde demiştir.

Altıncısı: Bol rızktır, bunu da Mukâtil, demiştir.

Yedincisi: Nimettir, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

Ahiret iyiliği hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O huriliyndir, bunu Hazret! Ali radıyallahu anh, demiştir.

İkincisi: Cennettir, onu Hasen, Süddi ve Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: Af ve afiyettir, bu da Hasen ile Sevri’den rivayet edilmiştir.

202

İşte onların kazandıklarından nasibi vardır. Allah’ın hesabı çok hızlıdır.

"Onların kazandıklarından nasibi vardır":

Zeccâc şöyle demiştir: Bunun manası: Onların duaları kabuldür, demektir, çünkü onların buradaki kazançları duadır. Bu âyet bir öncekine bağlıdır, ancak bunun ötekisinden farklı bir sebeple indiği rivayet edilmiştir. Dahhâk, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Bir adam:

"Ya Resûlallah, babam öldü, haccetmedi, onun yerine haccedeyim mi?” dedi. O da:

"Babanın borcu olsaydı da onu sen ödeseydin, olmaz mıydı?” dedi. O da: Olurdu, dedi. Efendimiz de: Allah’ın borcu daha çok ödenmelidir, dedi. 28

28 - Bedel haca ile ilgili hadisler, sağlam yollarla Hazret-i Ali, İbn Abbâs ve Abdullah b. Zübeyr radıyallahu anhum tarafından rivayet edilmiştir.

Hesabın çabuk görülmesi hakkında da beş görüş vardır:

Birincisi: Onun azlığıdır, bunu İbn Abbâsi demiştir.

İkincisi: Gelmesinin yakın olmasıdır, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Hesaba çekilenin lehinde ve aleyhinde neler olduğunu bildiği için onu hesaba çekmesi çabuk olmuştur.

Dördüncüsü:

Mana şöyledir: Allah’ın karşılık vermesi çabuktur. Bu görüşü ve bir öncekini Zeccâc demiştir.

Beşincisi: O, acizler gibi fikir yürütmeye ve düşünüp taşınmaya muhtaç değildir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

203

Allah’ı sayılı günlerde zikredin. Kim iki günde acele ederse, ona günah yoktur. Kim de geri kalırsa, Allah’tan korkan için ona da günah yoktur. Bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.

"Allah'ı sayılı günlerde zikredin": Bu zikir için de iki görüş beyan edilmiştir:

Birincisi: O çpmrelerde, namazların arkasında ve diğer hac vakitlerinde edilen zikirdir.

İkincisi: O farz namazların arkasından getirilen tekbirdir.

Bu görüşün sahipleri tekbire ne zaman başlayıp ne zaman keseceği hususunda da altı görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Arefe günü sabah namazından başlar, son teşrik günü ikindi namazının sonuna kadar devam eder. Bunu Hazret-i Ali, Ebû Yûsuf ve Muhammed demişlerdir.

İkincisi: Arefe günü sabah namazından başlar, kurban günü ikindi namazına kadar devam eder. Bunu da İbn Mes’ûd ile Ebû Hanife demişlerdir.

Üçüncüsü: Kurban günü öğle namazından başlar, son teşrik gününe kadar devam eder. Bunu da İbn Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Abbâs ve Atâ’ demişlerdir.

Dördüncüsü: Kurban günü öğle namazından başlar, Mina’dan Mekke’ye intikal ettikleri günün öğle namazına kadar devam eder. Bu da Teşrik günlerinin ikincisidir, bunu da Hasen demiştir.

Beşincisi: Kurban günü öğle namazından başlar, son teşrik gününe kadar devam eder, bunu da Malik b. Enes demiştir. Şâfiî’nin iki görüşünden biri de budur.

Altıncısı: Kurban günü akşam namazından başlar, son teşrik gününün sabah namazına kadar devam eder. Bu da Şâfiî’nin görüşüdür.

İmamımız Ahmed’in görüşü de şöyledir: Eğer ihramlı değilse yirmi üç vaktin arkasından tekbir getirir; başı Arefe gününün sabah namazıdır, sonu da teşrik günlerinin son günüdür. Eğer ihramlı ise on yedi namazın arkasından tekbir getirir; başı kurban gününün öğle vaktidir, sonu da son teşrik günlerinin ikindi vaktidir.

Bu tekbir, cemaatle kılınan farz namazlara mı hastır yoksa değil midir? Bunda da İmam Ahmed’ten iki görüş vardır:

Birincisi: Cemaatle kılana hastır. Ebû Hanife rahmetullahi aleyfı’in görüşü de böyledir.

İkincisi: Farza hastır, ister ki, onu tek başına kılsın. Bu da Şâfiî’in görüşüdür.

Sayılı günler hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar teşrik günleridir, bunu İbn Ömer, İbn Abbâs, Hasen, Atâ’, Mücâhid, Katâde ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O kurban günü ile arkasındaki iki gündür, bu da Hazret-i Ali ve İbn Ömer’den rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O zilhiccenin on günleridir, bunu da Said b. Cübeyr ile Nehaî demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir:

"Sayılı” tabiri genellikle adedi az olan şey için kullanılır, meselâ birkaç dirhem, birkaç güvercin gibi.

"Kim iki günde acele ederse": Yani kim Mina günlerinin ikincisinde yapılan ilk intikali acele ederse, ona günah yoktur, kim ikinci intikali geciktirirse ki, o da Mina günlerinin üçüncüsüdür, ona da günah yoktur.

Eğer: "Günahtan ancak acele eden korkar, geciktirene ne oluyor, onun yaptığı daha faziletlidir?” denilirse, buna dört türlü cevap verilir:

Birincisi: Mana şöyle demektir: Acele edene günah yoktur, geciktiren de sevap kazanır. Bu durumda ona günah yoktur denilmesi, ilk lâfzı aynen tekrar etmesindendir, meselâ,  

"femeni’tedâ aleyküm fa’tedû aleyhi” âyetinde olduğu gibi.

İkincisi:

Mana şöyledir: Geciktirene verilen ruhsatı terk ettiği için günah yoktur.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Acele edenin de geciktirenin de haclarından önceki günahları bağışlanmıştır.

Dördüncüsü:

Mana şöyledir: Acele edenin de geciktirenin de günahının atılması, takva şartı iledir.

"Kim korunursa": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Av avlamaktan çekinirse, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Haccında günahlardan çekinirse, bunu da Katâde demiştir.

İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Allah’ın mağfireti ancak baççında Allah’tan korkan içindir.

Üçüncüsü: Kalan ömründe Allah’tan korkarsa, bunu Ebû’l - Âliyye ile İbrahim, demişlerdir.

204

İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatına ait sözü senin hoşuna gider ve en yaman düşman olduğu halde kalbindekine Allah’ı şahit getirir.

"İnsanlardan öyleleri vardır dünya hayatına ait sözü senin hoşuna gider":

Bu âyetin kimler hakkında indiğinde üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Bu Ahnes b. Şurayk hakkında inmiştir. Kendisi yumuşak sözlü, kalbi kâfir idi, Peygamber’e güzel görünür ve onu sevdiğine dair yemin ederdi. Dinine uyardı, içinde ise başkasını gizlerdi. Bu İbn Abbâs, Süddi ve Mukâtil’in sözüdür.

İkincisi: O münafıklık edip dilleriyle kalplerinde olmayanı söyleyen münafıklar hakkında indi. Bu da Hasen, Katâde ve İbn Zeyd’in görüşüdür.

Üçüncüsü: O Reci askerî birliği hakkında inmiştir, şöyle ki: Kureyş kâfirleri Medine’de bulunan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e heyet gönderdiler, biz Müslüman olduk, bize ashabından dinimizi öğretecek birkaç kişi gönder, dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Hubeyb b. Âdiy, Mersed el - Ğanevi, Halid b. Bükeyr, Abdullah b. Tarık ve Zeyd b. Desine’yi gönderdi. Başlarına da Âsım b. Sabit’i kumandan tayin etti. Onlar Mekke tarafına yürüdüler, Mekke - Medine arasında bir yere indiler, yanlarında hurma vardı, ondan yediler. Oradan yaşlı bir kadın geçti, çekirdekleri gördü, kavmine dönüp, bu yoldan Yesribliler geçmiş dedi. Onlardan yetmiş kişi atlarına binip onları kuşattılar. Onlarla savaştılar. Mer’sed’i, Halid’i ve İbn Tarık’ı öldürdüler.

Âsım ise sadakını (ok kılıfını) boşalttı, içinde yedi ok vardı, her ok ile onların büyüklerinden birini öldürdü. Sonra da: Allah'ım, ben gündüzün başında senin dinini korudum, sen de gündüzün sonunda etimi koru, dedi. Sonra etrafını sarıp onu öldürdüler. Başını kesip Sülafe b. Sa’d denilen kadına satmak istediler. Âsım onun ailesinden birini öldürmüştü. O da: Eğer kafasını elime geçirirsem, kafatasında şarap içeceğim, diye yemin etmişti.

Allahü teâlâ eşek arıları gönderdi, onlar da onu korudular. Ona bir şey yapamadılar. Bırakın, akşam arılar gider, o zaman onu alırız, dediler. Bir bulut geldi, bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Allahü teâlâ sel gönderdi, o da onu sürükleyip götürdü.

Hubeyb ile Zeyd’i esir aldılar, Hubeyb’i öldürmeleri için Haris b. Amir oğulları satın aldılar, çünkü o, babalarını öldürmüştü. Onu öldürmek için çıkarınca: Bırakın beni, iki rekat namaz kılayım, dedi. Sonra da: Eğer Hubeyb ölümden korktu demeyecek olsaydınız daha çok kılardım, dedi. Ve şöyle bir şiir söyledi:

Müslüman olarak öldürüldükten sonra,

Hangi yanımın üzerine öleceğimi hiç düşünmem,

Bu da Allah yolundadır, eğer O dilerse,

Darmadağın olan cesedimi mübarek eyler.

Onu diri olarak astılar, o da: Allah’ım, sen bilirsin ki, etrafımda selamımı Resûlüne ulaştıracak kimse yoktur, dedi. İçlerinden Ebû Sirvaa denen bir adam geldi, elinde mızrağı vardı, onu Hubeyb’in önüne dikti, Hubeyb ona: Allah’tan kork, dedi. Bu da onun taşkınlığım artırmaktan başka bir işe yaramadı.

Zeyd'e gelince, onu da Safvan b. Ümeyye satın aldı, onu babasına karşılık öldürmek istiyordu. Safvan onu öldürmek için ilerleyince, Süfyan b. Harb geldi:

"Ey Zeyd, Allah için söyle, ister misin, Muhammed senin yerinde olaydı da, sen de ailenin arasında olaydın?” dedi. O da: Allah’a yemin ederim ki, değil Muhammed’in yerimde olmasını istemek, ben ailemin arasında otururken onun ayağına bir diken bile batmasını istemezdim, dedi. Sonra öldürüldü. Haber Peygamber’e ulaştı:

"Kim Hubeyb’in cesedini darağacından alıp gelir, onun için cennet vardır?” dedi.

Zübeyr de: Ben ve arkadaşım Mikdad, dedi. Çıktılar, geceleri yürüdüler, gündüzleri saklandılar, sonunda o yere vardılar. Dar ağacının etrafında sarhoş kırk müşrik olduğunu gördüler. O ise terü taze duruyordu, kırk gün sonra bile hiç bozulmamıştı.

Zübeyr onu atma yükledi, onlardan yetmiş kişi arkasına düştü. Zübeyr Hubeyb’i bıraktı, onu yer yuttu.

Zübeyr:

"Ey Kureyş topluluğu, bize karşı ne de cesursunuz!” dedi, sonra da başındaki sarığı kaldırdı ve: Ben Zübeyr b. el - Avvam’ım, annem de Safiyye bint Abdülmuttalip’tir. Arkadaşım da Mikdat’tır. Yavrularını müdafaa eden iki aslanız. Eğer isterseniz sizinle mücadele ederiz. Eğer isterseniz sizinle dövüşürüz. İsterseniz çeker gidersiniz, dedi. Onlar da çekildiler.

O ikisi Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler, Cebrâil yanında idi: Ya Muhammed, melekler ashabından bu ikiyle iftihar ediyor, dedi.

Bazı münafıklar Hubeyb ve arkadaşları için: Yazık şu maktullere, ne evlerinde oturdular ne de sahiplerinin mesajını ilettiler, dediler. Allahü teâlâ Zübeyr, Mikdad, Hubeyb, arkadaşları ve münafıklar hakkında bu âyeti ve bundan sonraki üç âyeti indirdi. Bu hadis uzun olarak İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

"Kalbindekine Allah’ı şahit getirir": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O şöyle der: Allah şahitlik eder ki, dilimin konuştuğu şey, kalbimdekinin aynısıdır.

İkincisi: O şöyle der: Allah'ım, bu sözde bana şahitlik et. İbn Mes’ûd, sin ve te ziyade ederek: "ve yesteşhidullahe” okumuştur. Hasen, Talha b. Mûsarrif, İbn Muhaysın ve İbn Ebi Able de: Yenin fethası ve

"Allahu"nun refi ile

"yeşhedullahu” okumuştur.

"Ve hüve eleddül hısam": Hisam, hasmın çoğuludur. Hasm, hisam ve huşum, denir.

Zeccâc: Eled, şiddetli husumet edendir, demiştir. Ledideyil unuk’tan gelir ki, boynun iki yanıdır, manası da: Hasmı hangi taraftan gelse onu mağlup eder, demektir.

205

İş başına geçtiği zaman orada fesat çıkarmak; ekini ve nesli helak etmek için yeryüzünde koşar. Allah bozgunculuğu sevmez.

"Ve iza tevella": Bunda dört görüş vardır.

Birincisi: Kızmak manasınadır, bu da İbn Abbâs ile İbn Cüreyc’ten rivayet edilmiştir.

İkincisi: Dediği sözden dönmektir, bunu da Hasen demiştir.

Üçüncüsü: VelÂyetten gelir ki, vali (idareci) olduğu zaman, demektir. Bunu da Mücâhid ile Dahhâk demişlerdir.

Dördüncüsü: Bedenen çekip gitmek manasınadır, bunu da Mukâtil ile

İbn Kuteybe demişlerdir.

"Sea"nın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Çalışmak manasınadır, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir.

İkincisi: Ayakla koşmak manasınadır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

Fesat çıkarmak üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Küfürdür.

İkincisi: Zulümdür. Hars ekin, nesi de her türlü hayvan neslidir. Bu İbn Abbâs, İkrime ve diğerlerinin sözüdür. Zeccâc, bir topluluktan, harsin kadınlar, neslin de çocuklar olduğunu aktarmış ve: Bu hoş olmayan bir görüş değildir, demiştir. Çünkü kadına hars (ekin) denir.

Onun ekini ve nesli helak etmesinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O onları öldürmek, yakmak ve ifsat etmekle helak etmektir ki, bunu çokları demiştir.

İkincisi: O zulüm ettiği zaman zulmü yağmurun kesilmesine sebep olur; böylece ekini ve nesli helak eder. Bunu da Mücâhid demiştir ki, bu, başa geçme manasınadır diyenlerin görüşüne uygun düşer.

Üçüncüsü: Onu helak etmesi helake götüren sapıklık iledir, bunu da bazı müfessirler hikaye etmişlerdir.

"Allah fesadı sevmez":

İbn Abbâs: Günahlara razı olmaz manasınadır, demiştir.

Mu’tezile bu âyeti görüşlerine delil getirmişler; arkadaşlarımız ise ona çeşitli cevaplar vermişlerdir:

Birincisi: O, onu din olarak sevmez, şeriat olarak onu istemez, demektir. Ama varlık olarak irade etmez demek değildir.

İkincisi: Onu kâfirler için değil de mü’minler için sevmez.

Üçüncüsü: İrade etmemek, sevmemek manasınadır, çünkü insan bazen acı bir şeyi yer ve yaranın geç iyileşmesini ister, ama bunlardan hiçbirini sevmez. Makul şeylerde irade ile sevmek arasındaki fark meydana çıkınca, onların bu ikisinin eşit oldukları iddiası bâtıll olur. Bu da itimat edilecek bir cevaptır.

"Kulları için küfre razı olmaz” (Zümer: 7) âyetinin manası da böyledir.

206

Ona:

"Allah'tan kork” denildiği zaman izzet-i nefs onu günah işlemeye götürür. Cehennem ona yeter. O ne kötüdür!

"Ahazethü’l-ızzetü":

İbn Abbâs: Onu gayret tutar, demiştir. Bu manada şöyle bir şiir getirmişlerdir:

Cahilliğindan dolayı onu gayret tuttu;

İçi sıkılmış gibi öfkeyle dönüp gitti.

Sözün manası şöyle olur: Gayret onu günah işlemeye götürür.

"Cehennem” kelimesi hakkında da iki görüş vardır, bunları İbn Enbari demiştir:

Birincisi: O yabancı bir kelimedir, o yüzden gayri munsarif olup cer ve tenvin almaz.

İkincisi: O Arapça bir isimdir, cer ve tenvin almaması tenis ve tariften dolayıdır. Ru’be şöyle demiştir: Rekiyye cehennem derler ki, derin kuyu demektir. Şair A'şa da şöyle demiştir:

Ben dostum Mishal’i çağırdım, onlar ise,

O adi ve kınanmış genç erkeğe cehennemi çağırdılar.

Burada gayri munsarif olması, onun yabancı olup sonradan Arapçalaşmış olduğunu gösterir.

Kelâmın (cehennem) manası hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Cehennem ona günahının karşılığı olarak yeter.

İkincisi: Cehennem ona izzetine karşılık zillet olarak yeter.

Mihâd da yatak manasınadır, mehettü lifülanin denir ki, ona yatak hazırladım, demektir. Çocuğun mehd’i (beşiği) de buradan gelir.

207

İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah rızası için nefsini satın alır. Allah kullarına çok merhametlidir.

"İnsanlardan öyleleri vardır ki, nefsini satın alır":

Bu âyetin kimler hakkında indiğinde beş görüş halinde ihtilaf ettiler:

Birincisi: O, emr-i bil-marüf ve nehy-i anil-münker hakkında inmiştir, bu da Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ali radıyallahu anhumanın görüşleridir.

İkincisi: O Zübeyr ile Mikdat hakkında inmiştir, onlar gidip Hubeyb’i darağacmdan indirmişlerdi. Kıssayı yukarıda anlatmış bulunuyoruz. Bu da İbn Abbâs ile Dahhâk’ın görüşleridir.

Üçüncüsü: O Suheyb-i Rumi hakkında nazil olmuştur, onun kıssasında ihtilaf edilmiştir. Rivayete göre o, hicret ederek Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi, Kureyş’ten birkaç kişi onu takip ettiler; o da atından inip ok kabını boşalttı ve: Benim en iyi ok atıcı olduğumu bilirsiniz; Allah’a yemin ederim ki, bana kim yaklaşırsa, ona bir ok atarım. Sonra da kırılıncaya kadar size kılıcımla vururum. Eğer isterseniz size malımın yerini söylerim, dedi. Onlar da: Bize malının yerini söyle, seni serbest bırakalım, dediler. O da onlarla anlaştı. Bunun üzerine bu âyet indi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onu görünce:

"Ey Ebû Yahya, ticaretin kâr etti” dedi ve ona Kur’ân okudu, ou, Said b. Müseyyeb ’in görüşüdür.

Ebû Salih de İbn Abbâs'tan rivayet ederek benzerini anlatmış ve şöyle demiştir: Onu karşılayıp ona inen âyetin müjdesini veren Ebû Bekir es - Sıddik’tir.

Mukâtil de şöyle demiştir: O, müşriklere, ben yaşlı bir ihtiyarım, benim sizinle veya size karşı olmam size bir zarar vermez, benim sizde komşuluk hakkım vardır, bineğimden başka malımı alın, beni dinimle baş başa bırakın, dedi. Namazdan ve hicretten alıkoymamalarını şart koştu, o da Allah’ın dilediği kadar kaldı, sonra bineğine binip Medine’ye muhacir olarak geldi. Ebû Bekir onu karşılayıp müjdeledi ve bu âyet senin hakkında indi, dedi.

İkrime de: Bu âyet Suheyb ile Ebû Zer el - Gifari hakkında inmiştir, demiştir. Suheyb’i ailesi yakaladı, mal vererek canını kurtardı. Ebû Zer’i de ailesi yakaladı, o da onlardan kurtularak Medine’ye muhacir olarak geldi.

Dördüncüsü: Bu, Allah yolunda cihad edenler hakkında indi, bunu da Hasen, İbn Zeyd ve diğerleri demiştir.

Beşincisi: O Allah’ın dini için savaşıp sonunda galip gelen ensar ve muhacirler hakkında inmiştir. Bu da Katâde’nin görüşüdür.

"Yeşri” kelimesi zıt manalar taşıyan kelimelerdendir: Şera denir, sattı ve satın aldı manasına kullanılır.

Âyet Suheyb hakkında indi diyenlere göre: Satın alan manasına olur. Diğerlerinin görüşlerine göre: Sattı manasına olur.

208

Ey iman edenler, hep birden barışa girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin için açık bir düşmandır.

"Ey iman edenler, hep birden barışa girin":

Bunun kimler hakkında indiğinde üç görüş halinde ihtilaf ettiler:

Birincisi: O Müslüman olan ehl-i kitap hakkında inmiştir. Onlar İslâm’a girdikten sonra Cumartesi tatilinden, et yemekten ve ehl-i kitabın kaçındığı şeylerden çekinirlerdi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmeyen ve İslâm’a girmeleri emredilen ehl-i kitap hakkında inmiştir. Bu da yine İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Dahhâk de böyle demiştir.

Üçüncüsü: O Müslümanlar hakkında inmiştir, onlara İslâm’ın bütün şer’i emirlerine girmeleri emredilmiştir. Bunu da Mücâhid ile Katâde demişlerdir.

"Silm” kelimesinde de üç lügat vardır: “sîn” in kesri ve “Lâm” ın sükunu ile silm;

Ebû Amr ile İbn Âmir, Bakara’da böyle okumuşlar;

Enfal ile Muhammed suresinde “sîn” in fethi ile (selm) okumuşlar. İbn Kesir, Nâfi ve Kisâi de üç yerde böyle okumuşlardır. “Lâm” ın ve “sîn” in fethası ile "selem” de vardır ki, bunu da A’meş özel olarak Bakara’da okumuştur.

"Silm"in manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: İslâm’dır, bunu İbn Abbâs, İkrime, Katâde, Dahhâk, Süddi, İbn Kuteybe, Zeccâc ve diğerleri demiştir.

İkincisi: O taat manasınadır, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Bu aynı zaman da Ebû’l - Âliyye ile Rebi’’in de görüşüdür.

Zeccâc: Şöyle demiştir: "Kâffeten” toptan manasınadır, ma yeküffüşşey’e fiahiri, sonunda bir şeyden çeviren manasından türemiştir. Bu itibarla gömleğin kenar kıvrımına da küffetül kamis denir. Her uzun şeyin kenarına küfe denir. Yuvarlak şeye de kiff denir, meselâ kefftül mizan, terazi kefesi demektir. Şöyle denilmiştir: Elbisenin kenarına küff denilmesi sökülüp dağılmasını önlediği içindir. Aslında kef, men etmek manasınadır. Elin taraûna da kef denilmesi, onunla bedenin diğer kısımlarının önlenmesindendir. Küffe basaruhu da gözü görmemektir.

"Kâffeten” silme mi râcîdir yoksa barışa girenlere mi râcîdir? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O barışa râcîdir, takdiri şöyledir: İslâm’ın şer’i emirlerinin hepsine girin. Bu da âyetin inişinde söylediğimiz ilk görüşe uygundur.

İkincisi: O barışa girenlere râcîdir, takdiri de şöyle olur:

Hepiniz İslâm’a girin. Bu da ikinci görüşe uygundur.

Üçüncü görüşe göre de üç ihtimal vardır:

Birincisi: Dilleriyle iman eden mü'minlere kalpleriyle de iman etmeleri için emir olur.

İkincisi: Mü'minlere İslâm’ın bütün şer'i emirlerine girme için buyruk olur.

Üçüncüsü: Onlara bunun üzerinde sebat etmeleri için emir olur. Meselâ:

"Ey iman edenler, iman edin” (Nisa: 136) âyetinde olduğu gibi.

209

Eğer size açık deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki, Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

Şeytanın adımları da isyanlardır, bunun da açıklaması yukarıda geçmiştir.

"Beyyinat” ise açık delillerdir.

İbn Cüreyc de: Bunların İslâm ve Kur’ân olduğunu söylemiştir.

210

Allah’ın, onlara bulutun gölgesinde meleklerle beraber gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? İşler Allah’a döndürülür.

"Yenzurûn” da bekliyorlar, demektir.

"Allah’ın gelmesi": Seleften bir cemaat, bu gibi konularda konuşmak istemezlerdi. Kadı Ebû Ya’lâ, İmam Ahmed’ten: Bunun Allah’ın kudret ve emri olduğunu nakletmiş ve bunu:

"Yahut Rabbinin emrinin gelmesi” (En’am: 158) âyetiyle beyan etmiştir, demiştir.

"Fi-zulelin mine’l-ğamâmi": Gölgelerle gelmesi demektir. Zulel, zullenin çoğuludur. Gamam da içinde su olmayan buluttur. Dahhâk: Bulut parçasının içinde, demiştir.

Melekler ne zaman gelecektir? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O kıyamet günündedir, bu cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Ölüm anındadır, bunu da Katâde demiştir. Hasen cer ile

"elmelaiketi” okumuştur. "Kudıyel emr” de işin bitirilmesidir.

"Ve ilellâhi türce’ul-ümûr": İşler Allah’a döndürülür, demektir.

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım, tenin zammesiyle

"türceu” okumuşlar; İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de fethasiyle okumuşlardır.

Eğer:

"İşler başkasında mı idi ki, Allah’a döndürülsün?” denilirse, buna dört türlü cevap verilir:

Birincisi: Bundan maksat, halka amellerinin sevap ve azabını göreceklerini bildirmektir, bunu Zeccâc demiştir.

İkincisi: Bir kavim O'ndan başkasına ibadet edip fiillerini ötekisine nisbet edip de kıyamet gününde perde açılınca, başkasına nisbet ettiklerini O'na döndürürler.

Üçüncüsü: Araplar: Falandan bana kötü bir şey döndü, derler ki, ilk defa da olsa da böyle derler. Şair de şöyle demiştir:

Eğer günler bana bir defa iyilik ederse,

Onlara da günahlar döner.

Bu ikisini İbn Enbari demiştir. Lebid'in şu sözü de buna benzer:

Kişi kayan yıldıza ve ışığına benzer;

Göklerde parladıktan sonra kül olur.

Yani küle döner demiştir, yoksa kül idi, demek istememiştir. Ümeyye b. Salt da şöyle demiştir:

Bu menkıbeler iki kab sütün

Suyla karıştırılıp da idrar olmaları değildir.

Yani idrara dönmesi değildir.

Dördüncüsü: İşler yaratılmadan önce O’da olup da sonra onları icat edip de bazılarını insanlara verince, onlar helak olduktan sonra kendisine dönmüştür.

Eğer: En ye’tiyehumullahu” da Allahü teâlâ’nın ismi geçtiği halde neden yeniden ismi zikredilmiştir?” denildiği halde

"ileyhi türceul ümûr” demedi, bundaki hikmet nedir?” denilirse, buna şöyle cevap verilir: İsminin tekrar edilmesi daha haşmetli ve daha büyüktür. Araplar büyük bir şey zikrettikleri zaman onu tekrar ederler. Şöyle bir beyit vardır:

Ben ölümü hiçbir şeyin geçeceğini görmüyorum,

Ölüm zenginin de fakirin de hayatını zehir etmiştir.

Ölümü içlerindeki haşmetinden dolayı tekrar etmişlerdir, bunu da Zeccâc demiştir.

211

İsrâil oğullarına: Kendilerine ne kadar açık âyetler verdiğimizi sor. Kim Allah’ın nimetlerini o nimet kendine geldikten sonra değiştirirse, şüphesiz Allah’ın azabı şiddetlidir.

"İsrâil oğullarına sor": Hitap Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’edir, mana ise hem ona hem de mü’minleredir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar hemzesiz olarak "sel” derler. Bazı Temimliler hemze ile

"is’el” derler. Bazıları da hemzesiz olarak elifle

"is’el” derler.

Birincisi en garib olanıdır. Kur’ân da o şekilde gelmiştir.

Onlara sormaktan ne kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Nimetleri ikrar ettirip hatırlatmaktır.

İkincisi: Şükrü terk ettikleri için azarlamaktır.

"Âyetin beyyinetin": Açık mucizelerdir, meselâ asa, bulut, kudret helvası, bıldırcın eti ve bahr/deniz gibi.

Allah’ın nimetlerinden de iki şey kastedilmiştir:

Birincisi: Onlar zikrettiğimiz açık mucizelerdir, bunu Katâde demiştir.

İkincisi: O Peygamberin durumunu gösteren Allah'ın delilleridir, bunu da Zeccâc demiştir.

Onu değiştirme hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Onu inkâr etmektir, bunu Ebû’l - Âliyye ile Katâde demişlerdir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Tevrat’taki sıfatlarıdır. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

Üçüncüsü: Allah'ın delillerini zırva tevillerle hükümsüz kılmaktır.

212

İman etmeyenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay ederler. Takvaya erenler kıyamet gününde onların üzerindedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

"İman etmeyenlere dünya hayatı süslü gösterildi":

Bunun inişi hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O Ebû Cehil ve arkadaştan hakkında inmiştir. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Yahudi Âlimleri hakkında inmiştir, bunu da Atâ’ demiştir.

Üçüncüsü: Münafıklardan Abdullah b. Übey ile arkadaşları hakkında inmiştir. Bunu da Mukâtil demiştir. Neden "züyyine

"de müzekker lâfız kullanmak câiz olmuştur? Çünkü hayat kelimesinin dişiliği gerçek değildir, zira hayatla geçim (ayş) aynı manayadır.

Bu süslü gösterme kime nisbet edilmiştir, bunda iki görüş vardır:

Birincisi: O, Allah’a nisbet edilmiştir (O Allah’tır). Übey b. Ka’b, Hasen, Mücâhid, İbn Muhaysın ve İbn Ebi Able, zenin ve yenin fethası ile "zeyyene” okumuşlardır ki, manası: Onu kendilerine Allah süsledi, demek olur.

İkincisi: O şeytana nisbet edilir, bu da Hasen’den rivayet edilmiştir. Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah şöyle demiştir: Allah’ın süslemesi, doğal olarak insanların içine koymasıdır. Çünkü O, sevilen şeyin sevgisini nefse süslü gelen bir suretten dolayı tabiatların içine koymuştu. Bu da Allah’ın işidir. Şeytanın süslemesi ise insanın süslü olduğu için nefsine davet eden şeyden gafletini kaldırarak onu hatırlatmasıdır. Böyle olunca Allahü teâlâ yaratma ile süsler, şeytan ise hatırlatma ile süsler.

Kâfirlerin mü’minlerle alay etmelerinin sebebi nedir? Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar onlarla fakirliği için alay ederler.

İkincisi: Ahireti tasdik ettikleri için alay ederler.

Üçüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e uydukları için alay ederler. Şöyle de denilmiştir: Onlar alay yollu onların hak üzerinde olduğunu ima ederlerdi.

"Onların üzerindedirler

"in manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Bu aslında böyledir; çünkü mü’minler illiyyindedir, kâfirler ise siccindedir.

İkincisi: Mü'minlerin delilleri kâfirlerin şüphelerinin üzerindedir, onlar yardıma mazhardırlar.

Üçüncüsü: Cennette mü'minlerin nimetleri kâfirlerin dünyadaki nimetlerinden üstündür.

"Allah dilediğine hesapsız rızık verir": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O dilediğine dar olmayan bol rızık verir.

İkincisi: Dilediğine ahirette hesap sormaksızın rızık verir.

213

İnsanlar bir tek ümmet idi de Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. Onlarla beraber kitabı hak olarak indirdi ki, insanlar arasında ihtilaf ettikleri şeyde karar versin. Onda ancak kendilerine kitap verilenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilaf ettiler. Allah iman edenleri ihtilaf ettikleri hakta izni ile gerçeğe ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola iletir.

"İnsanlar bir tek ümmet idi":

Buradaki insanlardan kimler kastedildiğinde üç görüş vardır:

Birincisi: Bütün ademoğullarıdır.

İkincisi: Yalnız Âdem’dir, bunu da Mücâhid demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu yorum câizdir, çünkü Araplar çoğulu tekil şeklinde söylerler. Âyetin manası: Âdem tek dine sahip idi, evlatları onun arkasından ihtilafa düştüler.

Üçüncüsü: Âdem ve evlatları hak üzerinde idiler, Kabil Habil’i öldürdüğü zaman ihtilaf ettiler. Bunu da İbn Enbari demiştir.

Burada ümmet, hedefleri bir olan tek sınıftır.

Bu hedef konusunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O İslâm’dır, bunu Übey b. Ka’b, Katâde, Süddi ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Küfürdür, bunu da Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Bu ne zaman idi? Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: O zürriyeti Âdem’e arz olunduğu ve kulluğu ikrar ettikleri zaman idi. Bunu Übey b. Ka'b demiştir.

İkincisi: Onlar İbrahim zamanında kâfir idiler. Bunu da İbn Abbâs demiştir.

Üçüncüsü: Âdem’le Nûh arasında, bunu da Katâde demiştir.

Dördüncüsü: Gemiye bindikleri zaman, hak üzerinde idiler, bunu da Mukâtil demiştir.

Beşincisi: Âdem zamanında, bunu da İbn Enbari, demiştir.

Allah peygamberleri (cennetle) müjdeci, (cehennemle de) uyarıcı olarak gönderdi. Bu cumhûrun görüşüdür.

Seleften bazıları da şöyle demişler: Ya Muhammed, sana iman edenleri müjdeleyici, seni inkâr edenleri de korkutucu olarak gönderdi.

"Onlarla beraber kitabı hak ile indirdi ki, insanlar arasında hükmetsin": Kitap cins ismidir, meselâ insanların ellerindeki dirhem çoğaldı sözündeki dirhem gibi. Bazıları da, bunun Tevrat olduğunu söylemişlerdir.

Burada haktan irade edilen şey üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O doğruluk ve adalet manasınadır.

İkincisi: ihtilaf ettikleri şeyde verilen karardır,

"insanlar arasında hüküm versin diye":

Hüküm veren üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O Allahü teâlâ hazretleridir.

İkincisi: O üzerine kitap indirilen Peygamber’dir.

Üçüncüsü: Kitaptır, meselâ

"bu kitabimizdir, size hakkı konuşur” (Casiye: 29) âyetinde olduğu gibi.

Ebû Cafer: Yenin zammesi ve kâfin fethasi ile "li-yuhkeme” okumuştur.

Mücâhid de: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap olarak "li-tahküme” okumuştur.

"Üzerinde ihtilaf ettikleri şeyde": Yani dinde.

"Vemahtelefe fihi"deki “He” zamiri hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir. Bunu İbn Mes’ûd demiştir.

İkincisi: Dine râcîdir, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Kitaba râcîdir, bunu da Ebû Süleyman Dimeşkî, demiştir. "Utuhu"daki “He” zamiri ise ihtilafsız olarak kitaba râcîdir.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Bağyen” mef’ûl-i leh olarak mensûb okunmuştur.

Mana da şöyle olur: İhtilafa ancak kıskançlık için düştüler, çünkü onlar kitaplarında işin hakikatini biliyorlardı.

Ferrâ’ da ihtilaflarında iki ihtimal vardır demiştir:

Birincisi: Birbirlerinin kitabını inkâr etmeleridir.

İkincisi: Değiştirdikleri şeyleri değiştirmeleridir.

"Allah iman edenleri ihtilaf ettikleri hakta gerçeğe ulaştırdı": Yani ihtilaf ettikleri şeyi bilmeleri veya ihtilaf ettikleri şeyi düzeltmeleri için.

İhtilaf ettikleri şeyde de altı görüş vardır:

Birincisi: O Cuma günüdür, Yahudiler onu Cumartesi yaptılar, Hıristiyanlar da Pazar günü yaptılar. Buhârî ile Müslim, Sahihlerinde Ebû Hureyre hadisinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Bizler son ümmet isek de kıyamet gününde öndeyiz; ancak onlara bizden önce kitap verilmiş, bize de onlardan sonra verilmiştir. İşte onlara farz kılınan günleri, onda ihtilaf ettiler; Allah da onu bize bildirdi; bugün (Cuma) bizimdir, yarın Yahudilerindir, ertesi gün de Hıristiyanlarındır. 29

İkincisi: O namazdır; onlardan kimileri doğuya dönerek kılarlar, kimileri de batıya dönerek kılarlar.

Üçüncüsü: O, İbrahim’dir; Yahudiler, İbrahim Yahudi idi, dediler. Hıristiyanlar da: O Hıristiyan idi, dediler.

Dördüncüsü: O, İsa’dır, Yahudiler onu, gayri meşru saydılar, Hıristiyanlar da onu İlâhlaştırdılar.

Beşincisi: O kitaplardır; bir kısmına iman ettiler, bir kısmım da inkâr ettiler.

Altıncısı: O dindir, en doğrusu da budur, çünkü bütün görüşler onun içine dahildir.

29 - Hadis müttefekunaleyhtir, onu Müslim bu lafızla Cuma kitabında rivayet etmiştir, hadis no, 19.

"O'nun izniyle":

Zeccâc: O’nun ilminin izniyle, demiştir. Başkası da: Emriyle demiştir. Bazıları da: Tevfiki ile demişlerdir.

214

Yoksa sizler sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara sıkıntılar ve hastalıklar dokundu, öyle sarsıldılar ki, nihayet peygamberleri ve onunla beraber iman edenler:

"Allah’ın yardımı ne zaman?” dediler. Bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.

"Cennete gireceğinizi mi zannettiniz?":

Bunun iniş sebebi için üç görüş vardır:

Birincisi: Sahabiler Ahzap savaşında belâya çattılar ve mahsur kaldılar, bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Süddi, şeyhlerinden nakletmiştir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabı Medine’ye gelince, çok sıkıntı çektiler, bu âyet onun üzerine indi, bunu da Atâ’ demiştir.

Üçüncüsü: Münafıklar kâfirlere: Eğer Muhammed Peygamber olsaydı, başınıza bu ölüm gelmezdi, dediler. Onlar da: Bizden öldürülenler cennete gire., diye cevap verdiler. Onlar da: "Neden kendinizi bâtıll şeylerle oyalıyorsunuz?” dediler, bu âyet bunun üzerine indi. Bunu da Mukâtil demiş ve bunun Uhut savaşında indiğini iddia etmiştir.

"Emhasibtüm": Zannettiniz mi manasınadır.

Zeccâc da:

"Em” bel manasınadır, demiştir. Biz de

"em"in manasını yukarıda yeteri kadar izah ettik. Mesel: Sıfat ve hal manasınadır. "Zülzilu” korkutulup eziyet veren şeyle sarsılmaktır. Asıl zelzele lügatte; Zelleşşey’ü an mekanihi’den gelir, bir şeyi yerinden kaydırmak manasınadır. Zelzeltuhu dersen, o kaydırmayı tekrar ettiğini söylemiş olursun. Tekrar edilen fi'lin ilk harfi de tekrar edilir, meselâ: Ekalle fülanün eşşey’e an mekanihi, denir ki, bir şeyi yerinden uzaklaştırmaktır. Bunu defalarca tekrar etmişse, kalkalahu denir. Buna göre âyetin manası: Onlar defalarca korku ile sarsıldılar demek olur. Bunu İbn Abbâs demiştir.

"Be’sa", şiddet ve sıkıntı demektir. Darra da: Belâ ve hastalıktır. Ümmetine günderilen her peygamber:

"Allah’ın yardımı (nasr/nusreti) ne zaman?” dedi. Nasr, feth iledir.

Cumhûr "yekûle"nin “lâm” ını feth üzere okumuş, Nâfi de zam ile okumuştur.

Tefsir: Âyetin manası şöyledir: Belâ ve sıkıntı ümmetleri o noktaya getirdi ki, belanın şiddetinden dolayı yardımın geç kaldığını zannettiler. Bu da cennet yolunun sadece belâya sabırdan geçtiğini göstermektedir.

Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem dünyadan göçünceye kadar arpa ekmeğinden üç gün arka arkaya doymadı. 30

30 - Buhârî, Rikak, bab, 17; Et’ime, bab, 23; Müslim, Zühd, hadis no, 21; Tirmizî, Zühd, bab, 38; Ahmed, Müsned, 6/42,156,255 ve 277.

Huzeyfe de şöyle demiştir: Gözümün neşe ile en çok parladığı gün, ailemin ihtiyaçtan şikayet ettiği gündür. "Neden?” dediler, o da şöyle dedi: Ben Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini işittim: Baba nasıl çocuğu için hayrı beklerse, Allah da mü’min için belayı öyle bekler. Hasta sahipleri hastayı nasıl yemekten perhiz ederlerse, Allah da mü’mini dünyadan öyle perhiz eder. 31

31 - Hakim, Müstedrek, 4/314

Bize Ebû Bekir Sufi haber verdi, bize Ebû Said b. Ebi Sadık haber verdi, dedi, bize Ebû Abdullah eş - Şirazi haber verdi, Ebû’ttayyib b. Ferhan’dan şöyle dediğini işittim: Cüneyd, Seriy es - Sakati'nin yanına girdi, o anda şöyle diyordu:

Yanına girmek istemedim, ta ki,

Kendimi hor köle yerine koydum,

Kirlerine karşı göz kapaklarımı yumdum,

Nefsimi de dedikodudan çektim.

215

Sana Allah yolunda neyi harcayacaklarını sorarlar. De ki: Hayırdan ne harcarsanız ana babalar, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Şüphesiz Allah onu çok iyi bilmektedir.

"Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını sorarlar":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, Amr b. Cumuh el - Ensari hakkında inmiştir. Onun çok malı vardı.

"Ya Resûlallah, ne sadaka edeceğiz? Kimlere harcayacağız?” dedi. Bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Bir adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e: Benim bir dinarım var, dedi; o da: Onu kendine harca, dedi. Adam. Benim iki dinarım var, dedi; o da: Onları ailene harca, dedi. Adam: Benim üç dinarım var, dedi, o da: Onları hizmetçine harca, dedi. Adam: Benim dört dinarım var, dedi, o da: Onları ebeveynine harca, dedi. Adam: Benim beş dinarım var, dedi, o da: Onları akrabalarına harca, dedi. Adam: Benim altı dinarım var, dedi; o da: Onları Allah yoluna harca, en güzeli budur, dedi. İşte bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Mâ-zâ” lügatte iki kısımdır:

Birincisi: "Za"nın ellezi manasına olup

"yünfikun” da onun sılası olmasıdır. Buna göre mana: Sana harcadıkları şeyin ne olduğunu sorarlar, olur.

İkincisi:

"Ma ile “za” bir isim olur, o zaman da mana şöyle olur: Sana hangi şeyi harcayacaklarını sorarlar. Sanki: Onlar: Kimlere ikram edelim, ne şekilde harcayacağız demiş, olurlar. Çünkü onlar neyi harcayacaklarını biliyorlardı. Allahü teâlâ da ihsan edileceklerin en faziletlisi ana baba ile akrabalardır, demiş olur. Hayır: Maldır. Bunu İbn Abbâs ile diğerleri demiştir. Ve: Ana baba içindir’in manası, ana baba üzerinedir, olur demiştir.

Hüküm: Tefsir Âlimlerinin çoğunluğu bu âyetin mensuh olduğu üzerindedirler. Hasen Basri ise muhkem olduğuna kail olmuştur.

İbn Zeyd de: Bu, nafileler içindir, demiştir ki, âyetin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü zahiri, bunun mendup olduğunu göstermektedir. Bunun mensuh olduğunu söylemek doğru değildir, meğer ki, bu sayılanlara harcamayı vacip kılmıştır, denilsin.

216

Savaş size yazıldı; oysa o, hoşunuza gitmiyor. Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki, sevdiğiniz bir şey sizin için şerlidir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.

"Savaş size yazıldı":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allahü teâlâ Müslümanlara cihadı yazınca onlara zor geldi ve ondan hoşlanmadılar, bunun üzerine bu âyet indi.

"Kütibe": cumhûra göre, farz kılındı manasınadır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kerihtüşşey’e ekrehuhu kerhen ve kürhen, ve keraheten ve karahiyeten, denir. Allah’ın kitabındaki bütün kerh maddesinde fetih câizdir. Ancak Ebû Ubeyd insanların bu ayetteki lâfzın kürh olduğunda icmaı vardır, demiştir. Savaştan hoşlanmamaları da nefislere zor gelmesindendir, yoksa onların Allah’ın farzından hoşlanmamaları değildir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Kürh de kerh de lügattir, nahivciler zorlanmadığın şeye kürh, zorlandığın şeye de kerh denildiğine kani olmuşlardır.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Kerhin manası: Zorlama ve bastırmadır, kürhün manası da meşakkattir. Bunun bir benzeri de cühd ile cehttir. Bazıları da bu ikisinin bir olduğunu söylerler. Uzmüşşey', o şeyin en büyüğüdür, azmuşşey ise o şeyin kendisidir. Urdüşşey: Bir şeyin yanlarından biridir, ardı ise eni demektir. Eki ekelenin masdarıdır, ükl ise yiyecek şeydir.

Ebû Ali de: Bu ikisi de lügattir; tıpkı fakr ile fukr, da’f ile du’f; deff ile diiff, şehd ile şühd gibi, demiştir.

"Olur ki, hoşlanmadığınız şey": İbn Abbâs, yani cihad demiştir.

"O sizin için hayırdır": Fetih ve ganimet veya şehitliktir.

"Olur ki, sevdiğiniz şey": Bu da savaşa gitmemektir.

"O sizin için şerdir": Fetih yapamazsınız, ganimet ve şehitlik elde edemezsiniz.

"Allah bilir": Yani cihadın hayırlı olduğunu.

"Siz bilemezsiniz": Ona gitmediğiniz zaman.

Hüküm: Âlimler ve bu ayetteki nasih ve mensuh kısımlar üzerinde üç görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Bu muhkemdir, müşrikleri affetmeyi neshetmiştir.

İkincisi: O mensuhtur. Çünkü o cihadı herkese vacip kılmıştır; halbu ki, o:

"Mü’minler toptan cihada gidecek değildir” (Tevbe: 122) kavli ile neshedilmiştir.

Üçüncüsü: O bir yönden nasih ve bir yönden de mensuhtur.

Ve şöyle demişlerdir: Savaşın üç derecesi vardır:

Birincisi: Savaş men edilmiştir, meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Kendilerine: Ellerinizi savaştan çekin, denenleri gördün mü?". (Nisa: 77)

İkincisi: Herkese savaşın emredilmesi; meselâ:

"Hafif ve ağır olarak savaşa katılın” (Tevbe: 41) gibi. Bu âyet de böyledir.

Üçüncüsü: Savaşın farz-i kifaye olmasıdır, meselâ:

"Mü'minlerin hepsi savaşa, gidecek değildir” (Tevbe: 122) âyeti gibi. O zaman bundan nasih olanı, yasaktan sonra savaşı vacip kılan tarafıdır, mensuh olanı da savaşı herkese vacip kılmasıdır.

217

Sana haram aylarda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük günahtır. İnsanları Allah’ın yolundan men etmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyüktür. Fitne katilden daha büyüktür. Eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve ahirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar cehennem arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

"Sana haram ayda savaşmayı sorarlar": Cündeb b. Abdullah rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bir askeri birlik gönderdi, başlarına da Ebû Ubeyde’yi komutan tayin etti. Emredildiği yöne gitmek üzere dönünce, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in hasretine dayanamayarak ağladı, onun yerine Abdullah b. Cahş’i gönderdi. Ona bir mektup yazdı ve, falan mevkie varmadan onu okumamasını emretti ve: Arkadaşlarından hiçbirini seninle beraber yürümeğe zorlama, dedi. O mevkie varınca mektubu okudu ve: Inna lillâh, dedi ve: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in emri baş göz üstüne, dedi ve onlara haberi bildirdi, onlara mektubu okudu. Arkadaşlarından ikisi döndü, kalanları devam ettiler. İbn Hadrami’ye gelip onu öldürdüler. O günün recepten mi veyahut cemaziyelahirden mi olduğunu bilemediler. Müşrikler Müslümanlara: Haram ayda adam öldürdünüz, dediler, onlar da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bazı Müslümanları Ellerine bir şey geçtiyse de onlar için sevap yoktur, dediler. Bunun üzerine de:

"Şüphesiz iman edenler, hicret edenler... Allah merhametlidir.” (Bakara: 218) âyeti indi.

Zührî şöyle demiştir: İbn Hadrami’nin adı Amr’dir, onu öldürenin adı da Abdullah b. Vakıd el - Leysi’dir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı o geceyi cemaziyelahirden sayıyorlardı, halbuki o recebin ilk günü idi.

Atıyye, İbn Abbâs’tan onun şu iki hususta indiğini rivayet etmiştir:

Birincisi: Bu anlatılandır.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem fetih günü Mekke’ye haram ayda girdi, Müşrikler de haram ayda savaş yapmasını kınadılar.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e soranlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Ona Müslümanları hatamı ettiler yoksa isabet mi ettiler diye sordular. Bunu İbn Abbs, İkrime ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Onlar müşriklerdir, bunu müslümanları ayıplamak için sordular, bunu da Hasen, Urve ve Mücâhid demişlerdir.

Haram ay, recep ayıdır, ona sağır ay derlerdi, çünkü ona tazimden dolayı onda sİlâh sesi duyulmazdı.

"Onda savaşmaktan": Sana onda savaşmayı sorarlar, demektir.

"De ki: Onda savaşmak büyüktür": İbn Mes’ûd: Helâl değildir, demiştir.

Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Cahiliye insanları bu aylarda savaşın haram olduğuna inanırlardı, Allahü teâlâ da bu âyette onlara haramlığın devam ettiğini bildirdi.

Âlimler; haram aylarda savaşın haramlığında: O baki midir, yoksa nesh mi edildi diye ihtilaf ettiler. Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O bakidir,

İbn Cüreyc şöyle demiştir:

Atâ’: Şimdi insanlar için ne haremde ne de haram aylarda savaşmaları câiz değildir, ancak kendileriyle savaşılması veya işgale uğramaları durumu hariçtir ki, o, neshedilmemiştir, demiştir.

İkincisi: O neshedilmiştir, Said b. Müseyyeb ve Süleyman b. Yesar şöyle demişlerdir: Haram ayda savaşmak câizdir. Bu âyet:

"Müşrikleri nerede bulursanız öldürün” (Tevbe: 5) ve:

"Ne Allah’a ne de ahiret gününe inanmayanlarla savaşın” (Tevbe: 19) âyetiyle neshedilmiştir. Bu, merkezlerdeki Âlimlerin görüşleridir.

"Ve saddün an sebilillâhi": Bu, müpteda olarak merfudur, bunların haberi de:

"Ekberu indellah"tır.

Burada Allah yolundan ne murat edildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O hactır, çünkü onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i Mekke'ye sokmamışlardı. Bunu İbn Abbâs ve Süddi de şeyhlerinden demiştir.

İkincisi: O İslâm’dır, bunu da Mukâtil demiştir.

"Küfrün bihi” buradaki zamirin mercii hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O Allah’a râcîdir, bunu Süddi şeyhlerinden, Katâde, Mukâtil ve

İbn Kuteybe demişlerdir.

İkincisi: O, yola râcîdir, bunu da İbn Abbâs demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

"Mescidilharam"ın cerri "sebilillah"a uyum sağlamak içindir. Sanki şöyle demiş olur: Allah yolundan ve Mescid-i Haram’dan çevirmek.

"Halkını oradan çıkarmak": Müşrikler Resûlüllah ile ashabına eziyet edince, onları Mekke’den çıkmak zorunda bıraktılar; sanki kendileri çıkarmış gibi oldular. Allah Te alâ da onlara bu fiillerin bütün kâfirleri öldürmekten daha büyük olduğunu bildirdi.

"Fitne": Burada şirk manasladır; bunu İbn Ömer, İbn Abbâs, Mücâhid, İbn Cübeyr, Katâde ve büyük bir grup demiştir. Kur’ân’da fitne birçok manaya kullanılmıştır. Ben bunları

"En - Nazair” kitabında bahsettim.

"Devamlı uğraşırlar": Yani kâfirler;

"sizinle savaşırlar": Yani siz Müslümanlarla.

"Habitat": Bâtıll oldu manasınadır.

218

Hakikat iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetim umarlar. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Hakikat iman edenler, hicret edenler":

Bunun iniş sebebi için iki görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân Abdullah b. Cahş’in arkadaşlarına İbn Hadrami’yi öldürme izni ile inince, bazı Müslümanlar: Onların sevaplan yoktur, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Biz de bunu

"sana haram aydan sorarlar” âyetinin iniş sebebinde Cündeb b. Abdullah’tan naklen anlatmıştık.

İkincisi: Bu müsaade inince, kalkıp:

"Ya Resûlallah, biz gaza yapıp da mücahitler gibi sevap umabilir miyiz?” dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs demiştir ve:

"Hicret ettiler": Yani Mekke’den Medine'ye,

"cihad ettiler": Allah’a itâat hususunda İbn Hadrami ve adamları ile.

"Allah’ın rahmeti": Bağışlaması ve cenneti, demektir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Araplarda hicret; Vatandan, aile ve evlattan ayrılmaktır. Mühacirlerin manası da: Evlatlarını ve ailelerini terk edenler, demektir. Âyette mef’ûlün yeri bilindiği için düşürülmüştür.

Şa’bî şöyle demiştir: İslâm’da ilk açılan sancak Abdullah b. Cahş’in sancağıdır, İslâm’da ilk paylaştırılan ganimet de onun ganimetidir.

219

Sana içkiden ve kumardan sorarlar; de ki: Onlarda büyük günah ve insanlar için yararlar vardır. Günahları ise yararlarından daha büyüktür. Sana, neyi harcayacaklarından sorarlar; de ki: ihtiyaç fazlasını. İşte Allah âyetlerini size böyle açıklar ki, düşünesiniz diye.  

"Sana içkiden ve kumardan sorarlar":

İniş sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Ömer b. Hattab: Allah’ım, bize içki hakkında yeterli bilgi ver, dedi; bunun üzerine bu âyet indi. 32

32 - İmam Ahmed, Müsned, 1/53.

İkincisi: Ensardan bir bölük Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e geldiler, içlerinde de Ömer ile Muaz da vardı: Bize içki hakkında fetva var; o aklı giderici malı soyucudur, dediler; bunun üzerine bu âyet indi.

İçkiye hamr denmesi hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Ona hamr denilmesi, aklı bürüdüğü içindir.

İkincisi: Ona hamr denmesi aklı örttüğü içindir.

Üçüncüsü: O tahammur eder, mayalanır. Bu görüşleri Muhammed b. Kasım demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Hamr lügatte aklı örten şeydir, dahale fülanün fi himarinnas denir ki, insanların içinde kayboldu, demektir. Himarulmer’eti de kadının başörtüsüdür, çünkü başı kapatır.

Burada içki, üzerinde icma edilen şeydir, onun görevini yapan her şey de ona kıyas edilerek o da içkidir denir ve haramlıkla onun yerine konulur. Çünkü Âlimler bütün kumarların haram olduğunda icma etmişlerdir; meysir ise onların arasından zikredilmiştir. Hepsi de meysire kıyas edilmiştir. Meysir ise sadece devede kumar olur. Meysir için İbn Abbâs, İbn Ömer, Hasen, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Katâde ve diğerleri, o, kumardır, demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Yesertü denir ki, ok ile kumar oynamaktır. Ok ile kumar oynayana: Yasir, yasirun, yüsr ve eysar, denir.

Servet sahipleri kışın şiddetli ve zor zamanlarda deve keser, onu parçalara ayırır, sonra da üzerinde oklarla kumar oynarlardı. Biri üttüğü (galip geldiği) zaman bunu ihtiyaç sahiplerine ve yoksullara verirdi. İşte Allahü teâlâ’nın bahsettiği yarar budur. Bunu yapmakla övünür; bunu yapmayana kötü söyler ve bu kumarı oynamayanı kınarlardı.

"Kul fihima ismün kebir": Kurraların çoğu be ile (kebir), Hamze ile Kisâi de se ile (kesir) okumuşlardır.

İçkinin günahı hakkında da yç görüş vardır:

Birincisi: Onu içmek dine eksiklik getirir. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: İçki içtiği zaman sarhoş olur ve insanları rahatsız eder. Bunu da Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O düşmanlıktır, nefrettir ve iyiyi kötüyü ayıran aklı pusturmaktır, bunu da Zeccâc demiştir.

Kumarın günahı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, insanı Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkor, insanların arasına düşmanlık sokar.

İkincisi: O, haksızlığa ve hakka mani olmaya davet eder. Bunu da Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiştir. Hepsinin kastedilmesi de câizdir.

İçkinin yararları ise iki türlü düşünülebilir:

Birincisi: Onun satışındaki kârdır.

İkincisi: Bedenlerin yararlanmasıdır. (Modern tıbbın ispat ettiği gibi içkide hiçbir yarar yoktur. Muhakkik.)

Kumarın yararlarına gelince: Kişinin yorulmadan mal kazanmasıdır.

"Onların günahları yararlarından daha çoktur":

Bunda da iki görüş vardır: Bunun manası şudur:

Birincisi: Onların haram kılındıktan sonraki günahı haram kılınmadan öncekinden daha büyüktür. Bunu Said b. Cübeyr, Dahhâk ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Onların haram edilmeden önceki günahları yine haram edilmeden önceki günahından daha büyüktür. Çünkü onların sebebiyle meydana gelen günah, onların yararlarından daha büyüktür. Bu da yine Said b. Cübeyr’den nakledilmiştir.

İçki hangi gerekçe ile mubah idi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ’nın:

"Hurma meyvelerinden ve üzümlerden içki edinirsiniz” (Nahl: 67) âyetiyle. Bunu İbn Cübeyr demiştir.

İkincisi: Eski şeraitlerle, Müslümanlar da bunu onaylamışlardı, sonradan haram edildi.

Ulema, bu âyetin içkinin haram edilmesinde tesirinin olup olmadığında iki görüş beyan ederek ihtilaf ettiler?

Birincisi: Bu âyet, onun haram olmasını değil de kötülenmesini iktiza eder, bunu Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiştir. Said b. Cübeyr, Mücâhid, Katâde ve Mukâtil de böyle demişlerdir. Bu fikre göre bu âyet mensuh olur.

İkincisi: Bunun haramlıkla da tesiri vardır, şöyle ki, Allahü teâlâ onda büyük günah olduğunu haber verdi, günahın ise hepsi:

"Günah ve tecavüz” (A’raf: 33) âyetiyle haramdır. Bu da bir grup ulemanın görüşüdür. Bunu Zeccâc hikaye etmiş. Kadı Ebû Ya’lâ da bunu açıkladığımız gerekçeden dolayı tercih etmiştir. Bazı Âlimler de bunun doğruluğunu şöyle diyerek ispatlamışlardır: Allahü teâlâ:

"De ki: O ikisinde büyük günah ve insanlar için yararlar vardır” deyince, iki durum eşit oldu.

"Onların günahları yararlarından daha büyüktür” deyince de, günah tarafı ağır bastı ve yarar günah tarafında gömülü kaldı. Hüküm de onu içine gömen galip tarafa döndü, böylece mahzurlu tarafı galip geldi.

Kumara gelince, onda da içkide söylenen şeyler söylenir; eğer: Bu âyet onun haramlığını gösterir dersek, kumarın hükmü de haram olur. Eğer: Bu âyet onun mekruh olduğunu gösterir, dersek en doğru görüş şöyle olur: Maide suresindeki âyet kumarın haram olduğunu açıkça öngörmüştür.

"Sana ne harcayacaklarını sorarlar":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunu soran, Amr b. Cemuh idi, İbn Kutevbe de şöyle demiştir: Buradaki nafakadan maksat sadaka ile ikramdır.

"Kulil afv": Ebû Amr vav’ın refi ile

"elafvu” okumuştur, diğerleri de nasbi ile

"elafve” okumuşlardır. Ebi Ali şöyle demiştir:

"Maza": Nash mahallindedir, onun cevabı olan afve de nasb iledir. Tıpkı: Maza enfakte’nin cevabında: Dirhemen dersin ki, bir dirhem harcadım, demektir. İşte afv’in mensûb okunmasının izahı budur. Kim de merfu okursa, "za"yı ellezi gibi sayar ve

"maza"yı tek ismi kabul etmez. Bu durumda: Biri: Maza enzele rabbüküm deyince, mellezi enzele rabbüküm demiş gibi olur, bunun cevabı da "Kur’ânun” olur.

Zeccâc şöyle demiştir: Afv lügatte çokluk ve fazlalık manasınadır ki: Kad afei kavmu denir ki, nüfus arttı, demektir. Afv, külfetsiz olarak meydana gelene denir.

İbn Kuteybe: Afv kolay şeydir. Huz ma afake, sana kolay yoldan, zorlanmadan ve meşakkatsiz olarak geleni al, demektir.

Müfessirler afv’den ne murat edildiği hususunda da beş görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: O, kişinin ve ailesinin ihtiyacından artan şeydir, bunu Mukassim, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Az olsun çok olsun, gönlün razı olduğu şeydir, bunu da Aüye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O israfla cimrilik arasında orta yoldur. Bunu Hasen, Atâ’ ve Said b. Cübeyr demişlerdir.

Dördüncüsü: O, farz olan sadakadır, bunu da Mücâhid demiştir.

Beşincisi: O miktarı belli olmayan şeydir, afal eserü sözünden gelir ki, iz, gizlenmek ve silinmek demektir. Bunu da şeyhimiz bir bölük müfessirden hikaye etmiştir.

Ulema bu ayetteki nasih ve mensuh üzerinde de konuşmuştur: Süddi, şeyhlerinden bunların zekatla neshedildiğini rivayet etmiş, diğerleri ise kabul etmemişlerdir. Bu hususta en kesin söz şudur: Biz, ne zaman: Bu âyetle onlara fazla malı sadaka etmek farz kılındı dersek, veya: bu âyet zekattan önce bir sadakayı farz kıldı, dersek, âyet zekât âyetiyle mensuh olur. Ne'zaman da: Bu, farz olan zekattan veya mendup sadakadan ibarettir, dersek, o zaman da muhkemdir.

"Allah böylece açıklar":

Zeccâc şöyle demiştir: Onun, cemaate hitap ettiği halde (tekil olarak) "kezalik” demesi, burada cemaatin "kabil” manasına olmasındandır. Sanki: "Kezalike ya eyyühel kabil” demiş gibi olur. Kâfin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap olması da câizdir. Sanki: İşte böyle, ey O Peygamber, demiş gibi olur. Çünkü ona hitap ümmetine de hitap demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: "kazalikekdeki kâf, açıklanan infaka işarettir. Sanki: Size infakta anlattığı gibi âyetleri de açıklar demek olur. "Kezalike"nin makabline işaret olmaması da câizdir, o zaman manası: Böylece, demek olur. Bunu da İbn Abbâs demiştir.

"ki, düşünmeniz (ve doğruyu bulmanız) için": Aralarındaki üstünlüğü anlar, o ikisinden baki olan için amel edersiniz.

220

Dünya ve âhiret (işlelerin)de (hakkınızda en iyi olanı alın ve ona göre hareket edin.) Bir de sana yetimlerden sorarlar. De ki: Onları ıslah etmek daha hayırlıdır. Eğer kendileri ile karışırsanız, sizin kardeşlerinizdir. Allah, ıslah edenle bozguncuyu bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak gâliptir, hikmet sahibidir.

"Sana yetimlerden sorarlar":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ:

"Yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın” (İsra: 34) âyeti ile

"onlar ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yerler” (Nisa: 9) âyeti inince, yanında yetim olanlar gitti, onun yiyeceğini kendi yiyeceğinden, içeceğini de kendi içeceğinden ayırdı. Kendi yiyeceğinden bir şeyler kaldırıp onun yemesine veya bozulmasına kadar sakladı, bu da onlara ağır gelmeye başladı. Bunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e anlattılar; bunun üzerine bu âyet indi. Bu; İbn Abbâs, Atâ’, Said b. Cübeyr, Katâde ve Mukâtil’in görüşleridir.

İkincisi: Araplar yetim hususunda çok sert davranır, onunla beraber tabağından yemez ve ondan bir hizmet istemezlerdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e, onlara karışmalarını sordular, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Süddi, şeyhlerinden nakletmiştir. Bu aynı zamanda Dahhâk'in de görüşüdür.

Bunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e soranlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu soran Sabit b. Rifaa el - Ensari'dir, bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Abdullah b. Ravaha’dır. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

"De ki: Onları ıslah etmek daha hayırlıdır":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bunun manası: Mallarını çalıştırmak ve velisinin onları yemekten çekinmesi daha hayırlıdır, demektir.

"Eğer onlarla karışırsanız sizin kardeşlerinizdir": Yani onlar sizin kardeşlerinizdir, onların bu husustaki hükmü kardeşlerinizin hükmü gibidir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Karışmak: Onun senin sütünden içmesi, senin de onun sütünden içmendir, onun senin tabağından yemesi, senin de onun tabağından yemendir.

"Allah bozanı/ifsad edeni iyileştirenden ayırdeder": Yani yetim malını kasten yemek isteyenle ancak onun ıslahını düşüneni bilir, demektir.

"Allah dileseydi sizi zora sokardı":

İbn Abbâs: Zora sokar ve sizi sıkıştırırdı, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Anet’in aslı zorluk çıkarmaktır. Araplar: Fülanün yeteannetü fülanen ve yunituhu derler ki, birine zorluk çıkarmak ve onu ödemede sıkıntı çekeceği şeye zorlamaktır. Sonra bu manadan helak manasına geçti. Bu madde,

Arapların: Ekemetün anut sözünden gelir ki, çıkılması zor dik yokuş demektir. Sonra bu lâfız bütün zorluklar için kullanıldı.

221

Müşrik kadınlarla iman edinceye kadar evlenmeyin. Mü’min bir cariye müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri hoşunuza gitse de iman edinceye kadar evlendirmeyin. Onlar cehenneme çağırırlar; Allah ise kendi izni ile cennete ve bağışa çağırır. Belki düşünürler diye insanlara âyetlerini açıklar.

"Müşrik kadınlarla iman edinceye kadar evlenmeyin":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Mersed b. Ebi Mersed denen bir adamı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem oradaki tutsak Müslümanları çıkarmak için Mekke’ye gönderdi. Oraya gelince Anak adında ve eskiden tanıştığı bir kadın onun geldiğini işitti. O ise Müslüman olunca ondan yüz çevirmişti. Kadın ona geldi:

"Ey Mersed, yazıklar olsun sana, benimle buluşmayacak mısın?” dedi. O da: İslâm seninle benim; aramıza girdi, ancak istersen ve Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e döndüğüm zaman ondan izin ister, seninle evlenirim, dedi. Kadın da:

"Benden hoşlanmıyor musun?” dedi ve feryadı bastı. İnsanlar onu fena şekilde dövdüler, sonra serbest bıraktılar. O da Mekke’deki işini bitirince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e döndü: O kadınla evlenmesinin helâl olup olmayacağını sordu. Onun üzerine bu âyet indi. Bu, İbn Abbâs’ın görüşüdür. Mukâtil, bu kişinin Ebû Mersed el - Ganevi olduğunu söylemiştir.

İkincisi: Abdullah b. Revaha’nın siyahi bir cariyesi vardı, bir gün ona kızdı ve onu tokatladı, sonra da bundan rahatsızlık duydu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip durumu anlattı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:

"O cariye nedir?” dedi. O da: Ya Resûlallah, oruç tutar, namaz kılar, güzelce abdest alır ve eşhedü enlâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah diye kelime-i şahadet getirir, dedi. O da: Ey Abdullah, o mü’minedir, dedi. O da: Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, onu azat edeceğim ve onunla evleneceğim., dedi ve bunu da yaptı. Bazı Müslümanlar ise onu kınadılar ve: Bir cariyeyi nikahladı, dediler. Onlar soylarını dikkate alarak müşrik kadınlarla evlenmeye rağbet ederlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiştir. Bazı müfessirler de An ak ile Ebû Mersed hadisesinin

"müşrik kadınlarla iman edinceye kadar onlarla evlenmeyin” kavlinin inmesine, İbn Revaha kıssasının da,

"mü’min bir cariye bir müşrike kadından daha hayırlıdır” kavlinin inmesine sebep olduğunu söylemişlerdir.

Âyetin tefsirine gelince: Mufaddal şöyle demiştir: Aslında nikah, cimâ manasınadır, sonra çok kullanıldı, nikah akdine denildi. Allahü teâlâ ise müşrik kadınları akit manasında da cimâ manasında nikahlamayı haram etti.

"Müşrik kadınlar” hakkında da iki görüş vardır.

Birincisi: O, kitabileri de diğerlerini de içine alır, bu çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: O putperestlere hastır, bu da Said b. Cübeyr, Nehaî ve Katâde’nin görüşüdür.

"Eme’ den ne murat edildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: O mülk altındaki cariyedir, bu da çoğunluğun görüşüdür. Bu takdirde mana şöyle olur: Mü’min bir cariye hür bir müşrik kadından daha hayırlıdır.

İkincisi: O, köle sınıfından olmasa da kadın demektir, nitekim hür kadına da: Hazihi emetullah, denir. Birincisi daha doğrudur.

"Hoşunuza gitse de": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Cemal ve güzelliği ile demektir.

İkincisi: Soyu ve sopu ile demektir.

Âlimler bu ayetteki nasih ve mensuh kısımlar hakkında ihtilaf etmişlerdir: Müşrikler putperestlerdir diyenler, onun muhkem olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşü destekleyen bazıları da: Yahudilerle Hıristiyanlar, Peygamberimizin peygamberliğini inkâr etseler de Allah'a şirk koşanlardan değildir, demişlerdir.

Bu görüş ise iki açıdan bozuktur:

Birincisi: Onlar gerçek müşriklerdir, çünkü: Üzeyr Allah’ın oğludur, Mesih de Allah'ın oğludur, dediler.

İkincisi: Onların Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i inkâr etmeleri, onun getirdiği şeyler Allah katından değildir manasına gelir. Bunu da Allah’tan başkasına nispet etmek şirktir.

Bunun bütün müşrikler için genel olduğunu söyleyenlerin de bu hususta iki görüşleri vardır:

Birincisi: Onun bazı hükümleri:

"Sizden önce kendilerine kitap verilenler” kavli ile neshedilmiştir. (Maide: 6) Ehl-i kitap olmayanlar hakkındaki hüküm ise sabit kalmıştır.

İkincisi: O nasih de mensuh da değildir, bilakis bütün müşrike kadınlar için geneldir. Onu kâfir kadının mubah olmasından çıkaran şey ise

"sizden önce kendilerine kitap verilenler” (Maide: 6) kavlidir. Bu da umumu tahsistir, nesih değildir. Fukahanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Bu mana bir grup ashaptan da rivayet edilmiştir; Hazret-i Osman, Talha, Huzeyfe, Cabir ve İbn Abbâs da onlardandır.

"Müşrik erkekleri evlendirmeyin": Yani onları iman edinceye kadar Müslüman kadınla evlendirmeyin, demektir.

"Mü’min bir köle... hoşunuza gitse de” kavli üzerindeki görüşler, âyetin başındaki görüşler gibidir.

"Vallahu yed’u ilel cenneti velmağfireti biiznihi":

Cumhûr

"elmağfiretihi"yi cer ile okumuş; Hasen ile Kazzaz da Ebû Amr’dan rivayetle ref ile okumuşlardır.

222

Sana hayızdan sorarlar: De ki: O eziyettir. Bu sebeple hayızda kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman onlara Allah'ın size emrettiği yerden gelin. Şüphesiz Allah çok Tevbe edenleri sever ve iyice temizlenenleri sever.

"Sana hayızdan sorarlar": Sabit, Enes’ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yahudiler onlardan kadın hayız olunca onunla yemez, içmez ve evlerde onlarla cimâ etmezlerdi. Bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e soruldu, bunun üzerine bu âyet indi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onlara cimâ dışında her şeyi yapmalarını buyurdu. 34

34 - Müslim, Hayz, hadis no, 16; Ahmed, Müsned, 3/132, 133.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Ensar’dan İbn Dahdaha adında bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi: "Kadınlar hayız oldukları zaman onlara nasıl yapacağız?” diye sordu. Bunun üzerine bu âyet indi. Mehîd kelimesi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, hayzın ismidir.

Zeccâc şöyle demiştir: Hâdatil mer’etü tehidu haydan ve mahadan ve mehidan denir.

İbn Kuteybe de: Mehîd, hayzdır, demiştir.

İkincisi: O hayz yerinin ismidir, meselâ makîl’in kaylule yeri ve mebitin beytute yeri olduğu gibi.

Kadı Ebû Ya’lâ da: İmam Ahmed’in sözünden anlaşılan da budur, demiştir. Birinci görüşün sahipleri, sözün içinde görüşlerini destekleyecek şeyin olduğunu söylerler, o da onun eza ile nitelenmesidir. Bu da yerinin değil, hayzın izahıdır.

İkinci görüşün sahipleri de şöyle derler:

Mehidin yerin sıfatı olup sonra ona yakın ve komşu bir şeyle sıfatlanması da imkansız değildir, meselâ akika gibi ki, o, aslında çocuğun saçının ismidir, çocuk için kesilen hayvana da mecazen akika denilmiştir. Raviye de devenin ismidir, devenin taşıdığı çifte tuluma da mecazen raviye denilmiştir. Eza ise cimâ edenin hissettiği necaset ve kötü kokudur. Şöyle de denilmiştir: Hayızlı kadınla cimâ etmek çok acı verir.

"Hayızda kadınlardan uzak durun": Bundan maksat ferçten cimaden uzak durmaktır, çünkü mahid kanın kendisidir yahut fercin kendisidir.

"Onlara yaklaşmayın": Yani cimalarına yaklaşmayın, bu da

"kadınlardan uzak durun” ifadesinin tekitidir.

"Hatta yethurne": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hafs da Âsım’dan rivayetle şeddesiz olarak

"hatta yethurne"; Hamze, Kisâi, Halef, Ebû Bekir de, Âsım’dan rivayetle tının ve henin fethası ve şeddesi ile

"yattahherne” okumuşlardır.

İbn Kuteybe de: Yethurne, kanın kesilmesidir demiştir. Tahuretil mer’etü ve taharet denir ki, kadın, su ile gusül etmese de temizliği gördü demektir. Şedde ile

"yettaherne” okuyanlar, su ile gustil etmeyi, demek isterler. Aslı yetatahhernedir ki, te tıya idgam edilmiştir. İbn Abbâs ile

Mücâhid: Yethurne, kandan temizlenme, yetahherne de su ile gusül etmedir, demişler.

"Onlara gelin": Bu, yasağın kalkmasıdır, vücup için değildir.

"Allah’ın emrettiği yerden": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Temizlik tarafından gelin, hayız tarafından değil, demektir, bunu İbn Abbâs, Ebû Rezin, Katâde, Süddi ve diğerleri demiştir.

İkincisi: Bunun manası: Onlara yaklaşmayınız diye emrettiği yerden gelin demektir, o da hayız mahallidir, bunu Mücâhid demiştir. Bu görüşü destekleyenler şöyle demişlerdir: Allah’ın emrettiği yerden demesinin manası, men ettiği yer demektir, zira men etmek de yasaklanan şeyi terk etme emridir. Burada

"min” "fi” manasınadır,

"iza nudiye lissalati min yevmil cumuati” (Cuma: 9) âyetinde olduğu gibi.

Üçüncüsü: Onlara helâl evlilik yolundan gelin, zina yolundan değil. Bunu da İbn Hanefiyye, demiştir.

Dördüncüsü: Bunun manası şöyledir: Onlara kadına yaklaşılması helâl olan cihetlerden gelin; oruçlu veya itikaflı veyahut ihramlı olmaları gibi durumlarında değil. Bunu da Zeccâc ile İbn Keysan demiştir.

"Allah tevbe edenleri sever": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Günahlardan Tevbe edenleri. Bunu Atâ’, Mücâhid ve diğerleri demiştir.

İkincisi: Hayızlı kadınlara gelmekten Tevbe edenleri. Bunu da bazı müfessirler, zikretmiştir.

"Allah temizlenenleri sever": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Günahlardan temizlenenleri, bunu Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Ebû’l - Âliyye demişlerdir.

İkincisi: Su ile temizlenenleri, bunu da Atâ’ demiştir.

Üçüncüsü: Kadınlara makatlarından gelmekten temizlenenleri sever. Bu da Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

Fıkıh: Hayzın en azı, İmam Ahmed’ten gelen iki rivâyetin

birinde bir gün ve bir gecedir.

İkincisi: Bir gündür.

Ebû Hanife ise: En azı üç gündür, demiştir. İmam Malik ile Dâvud da: En azı için sınır yoktur, en çoğu için de İmam Ahmed’ten iki rivayet vardır:

Birincisi: On beş gündür, bu da Malik ile Şâfiî’nin kavilleridir.

İkincisi: On yedi gündür. Ebû Hanife de: En çoğu on gündür, demiştir.

Hayız on şeye engel olur: Namaz kılmak ve namazın vacip olması, oruç tutmak, vacip olması değil, mescitte oturmak, itikaf, tavaf, Kur’ân okumak, mushafı taşımak, ferçten cimâ dışında istifade etmek ve talâk niyetinin gerçekleşmesi.

223

Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza nasıl isterseniz gelin. Kendiniz için ameller gönderin. Allah’tan korkun. Bilin ki, siz O’na kavuşacaksınız. İnananları müjdele.

"Kadınlarınız sizin tarlanızdır":

Bunun iniş sebebinde üç görüş vardır:

Birincisi: Yahudiler kadına yalnız ön tarafından gelme dışında bir şey kabul etmediler ve bu pozisyonun dışında gelenleri ayıpladılar, işte âyet bunun üzerine indi. Bu; Cabir, Hasen ve Katâde’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Kureyş’ten bir kabile Mekke’den kadınlarla evlenir, onlardan ön ve arka pozisyonlarda zevk alırlardı. Medine’ye gelince ensar kadınlarıyla evlendiler, aynı şeyi yapmaya kalktılar, onlar da bunu kabul etmediler. Durum Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e intikal etti, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Ömer b. Hattab, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi, helak oldum, bu gece semerimi ters çevirdim, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi.

Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.35

35 - imam Ahmed, Müsned, 1/297.

Ekin: tarla demektir, bununla cimadan kinaye edilmiştir, kadınlara ekin denilmiştir. Çünkü onlar evlatların ekildiği tarla gibidir.

Eğer: "Nisa çoğuldur, neden

“hurus” denilmedi?” denilirse, buna üç türlü cevap verilir; bunları İbn Kasım el - Enbari demiştir:

Birincisi: Harsin cemi yerinde kullanılan mastar olmasındandır, o nedenle tekil kullanılmıştır, meselâ Araplar ihvetüke savmun, ve evladüke fıtrim, der ki, saimun ve muftirun, demek isterler. Böylece mastar tekil olarak cemi lâfzın yerine kullanılmış olur.

İkincisi: Maksat:

“Hurus” un lekümdür; cemi yerine tekil kullanılmıştır. Nitekim şair şöyle demiştir:

Külü fi nisfı batniküm teişu

(yarı karın yiyin rahat yaşarsınız)

Yani karınlarınızın yanlarını doldurun, demek istemiştir.

Üçüncüsü: Harsin tekil kullanılması, kadınların ekine benzetilmiş olup aynı cinsten olmamasındandır. Mana: Kadınlarınız ekinleriniz gibidir, demektir.

"Nasıl isterseniz": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Mana: Bu, keyfinize bağlıdır, demektir. Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Mana: Nasıl isterseniz, ister ön pozisyondan, ister arka pozisyondan, her hal ü kârda ferçten gelmek şartı ile. Bu, İbn Abbâs, Mücâhid, Atıyye, Süddi, İbn Kuteybe ve diğerlerinin görüşüdür.

İkincisi: O, azil (doğum kontrolü) hakkında inmiştir, bunu da Said b. Müseyyeb demiştir. O zaman mana şöyle olur: İsterseniz azil yaparsınız, isterseniz yapmazsınız.

İkincisi: İsterseniz, ne zaman isterseniz demektir, bu da İbn Hanefiyye ile Dahhâk’in görüşüdür. İbn Abbâs’tan da aynısı rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Bu, istediğiniz yerden, demektir. Bu da İbn Ömer ile Malik b. Enes'ten hikaye edilmiştir.

Bu da birkaç yönden bozuktur:

Birincisi: Salim b. Abdullah, Nâfi’in İbn Ömer’den böyle konuştuğunu işitince, o kul yalan söylemiş, Abdullah sadece: Onlara arka pozisyondan önden gelin, dedi, demiştir. Malik’in arkadaşları ise, bunun Malik’ten sahih olduğunu kabul etmezler.

İkincisi: Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kadınlara arkalarından gelenler mel’undur.36

Üçüncüsü: Âyet,

"ekin tarlanıza gelin” demekle çocuk mahalline dikkat çekmiştir. Ekin yeri de çocuk yeridir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Allahü teâlâ açıkça ekin vurgusu yapınca, bitki de ekinle olup da çocuk da bitkiye benzetilince, cimam çocuk olmayacak yerden yapılması câiz değildir.

Dördüncüsü: Hayızlıya yaklaşılmasının haram olması (kadına) eziyetten dolayıdır; eziyet ise o mahalden hiç ayrılmaz.

"Nefisleriniz için önden gönderin": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Nefisleriniz için iyi amel takdim edin, demektir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Cimâ anında besmele çekiniz, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Kendiniz için çocuk arayın, bunu da Mukâtil, demiştir.

Dördüncüsü: Allah’a itâat etmeğe ve emrine tabi olmaya öncelik tanıyın. Bunu da Zeccâc, demiştir.

224

Yeminlerinizden dolayı Allah’ı iyilik etmenize, fenalıktan sakınmanıza ve insanların arasını bulmanıza engel yapmayın. Allah hakkıyle işiten, hakkıyîe bilendir.

"Allah’ı yeminlerinizden dolayı engel yapmayın":

Bunun iniş sebebinde dört görüş vardır:

Birincisi: O, Abdullah b. Ravaha hakkında inmiştir. Onunla damadı arasında bir şey oldu, Abdullah onun yanına girmemeye ve onunla konuşmamaya yemin etti. Hep: Allah’a yemin ettim, benim için yeminimi yerine getirmekten başka bir şey helâl değildir, derdi. Âyet bunun üzerine indi. Bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Bir adam, sıla-i rahim yapmamaya ve insanların arasını düzeltmemeye yemin ederdi, âyet bunun üzerine indi. Bunu da Rebi’ b. Enes demiştir.

Üçüncüsü: O, Ebû Bekir’in, Mistah’a iyilik etmeyeceğine dair yemin etmesi üzerine indi. Bunu da İbn Cüreyc demiştir.

Dördüncüsü: Ebû Bekir, oğlu Abdurrahman Müslüman oluncaya kadar onu görmeye gitmeyeceğine yemin etti. Bunu da iki Mukâtil, yani İbn Hayyan ile İbn Süleyman demişlerdir.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

Mana şöyledir: Allah’ı yeminlerinizin önüne çıkan bir şey yapmayın. Ebû Ubeyd de: Yeminlerinizin önüne dikmeyin, sanki her şeyde O’nu öne çıkarıyor ve O’na yemin ediyor olmayınız, demiştir.

Âyetin manası üzerinde üç görüş vardır:

Birincisi: İyilik yapmamaya, günahtan sakınmamaya ve insanları barıştırmamaya yemin etmeyin. Bu; İbn Abbâs, Mücâhid, Atâ’, İbn Cübeyr, İbrahim, Dahhâk, Katâde, Süddi, Mukâtil, Ferrâ’, İbn Kuteybe, Zeccâc ve diğerlerinin görüşleridir.

İkincisi: Manası şöyledir: Mahlukundan korkmak ve onlara iyilik etmek, aralarını yalanla düzeltmek için Allah adına yalan yere yemin etmeyin. Bu manayı Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bunun manası: Doğru olsanız da, arabulsanız da Allah adına çokça yemin etmeyin. Zira çok yemin etmek Allah’a karşı bir nevi cürettir. Bu da İbn Zeyd’in görüşüdür.

225

Allah sizi boş yere yapılan yeminlerinizden sorumlu tutmaz; ancak kalplerinizin kazandığı (azmettiği) şeylerden (yeminlerden) sorumlu tutar.

"Allah sizi boş yere yapılan yeminlerinizden sorumlu tutmaz":

Zeccâc şöyle demiştir: Lağv Arapça’da atılan ve üzerine hiçbir şey terettüp etmeyen nesneye denir, önem verilmeyen şeye lağv denilir.

İbn Fâris şöyle demiştir: Bu kelime diyet ve diğer konularda önem verilmeyen deve yavruları ve diğer şeylere denir, babı leğa yelğu olup birinci baptır. Lağiye bilemr de denir ki, bir şeyi diline dolamaktır. Lügat kelimesinin de bundan türediği söylenmiştir ki, kelimelerin telaffuz edilmesindendir.

Burada lağvden ne kastedildiği hususunda beş görüş vardır:

Birincisi: Bir şeye yemin ettiği gibi zannedip de sonra öyle olmadığı meydana çıkmaktır. Ebû Hureyre, İbn Abbâs, Hasen, Atâ’, Şa’bî, İbn Cübeyr, Mücâhid, Katâde, Süddi - şeyhlerinden - Malik ve Mukâtil bu manaya kail olmuşlardır.

İkincisi: O: Hayır vallahi, evet vallahi gibi iradesiz olarak yemin etmektir. Bu da Hazret-i Âişe, Tâvûs, Urve, Nehaî ve Şâfiî’nin görüşleridir. Bu görüşün sahipleri

"ancak Allah sizi kalplerinizin kazandığı şeyle sorumlu tutar” kavlini delil getirmişlerdir. Kalbin kazandığı da bir şeye bağlanıp kasdetmesidir. Bu iki görüş İmam Ahmed’ten nakledilmiştir. Oğlu Abdullah ondan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bana göre lağv, bir şeye böyle yemin etmektir, ona da kefaret yoktur. Bir adam kalbini bağlamadan yemin eder ki, ona kefaret yoktur.

Üçüncüsü: O, bir adamın öfkeli iken ettiği yemindir, bunu da Tâvûs, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O, bir adamın günaha ettiği yemindir ki, yeminini bozsun ve kefaretini versin, ona günah yoktur. Bunu da Said b. Cübeyr demiştir.

Beşincisi: Bir adamın bir şeye yemin edip de sonra da onu unutmasıdır, bunu da Nehaî demiştir. Bunların hepsinin en doğrusu Hazret-i Âişe’nin görüşüdür. Hanbel de şöyle demiştir: İmam Ahmed’e, lağv nedir diye soruldu, o da şöyle dedi: Bir adam yemin eder: Hayır vallahi, evet vallahi der, aklına yemin etmeyi getirmez, eğer yemin etmeye niyet ederse, ona kefaret lâzım gelir.

"Ancak sizi kalplerinizin kazandığı şey ile sorumlu tutar. Allah gafurdur, halimdir".

Mücâhid: Kalplerinizi bağladığınız şeylerden sorumlu tutar, demiştir.

"Halim": Affeden, kızarak zıvanadan çıkıp da telaş etmeyen, bir cahilin cahilliği kendisini hafif davranmaya sürüklemeyen, bununla beraber ceza verme gücü olan kimsedir. Ebû Süleyman el - Hattâbî şöyle demiştir: Ceza vermeye gücü yetmeyen müsamahalı kimseye halim denmez. Ancak halim, gücü yettiği halde paniğe kapılmayarak acele ile ceza vermeyene denir. Bir şair bu manaya birkaç beyit söylemiş ve şöyle demiştir:

Bazı kimseler asil de olsalar şerefe nail olamazlar,

Aziz oldukları halde bazılarına zillet göstermedikçe,

Onlara kötü konuşulur, yüzleri ışıldar,

Affederler, ancak ziletten değil, izzetlerinden ederler.

Çekimi de şöyledir: Halümerrecülü yahlumu hulumen, lâm mazide de muzaride de mazmumdur. “Lâm” ın mazide fethası, muzaride ve mastarda da zammı ile haleme finnevmi yahlumu hulmen ise, kötü rüya görmek manasınadır.

Yeminler geçmişe ve geleceğe dönük olarak iki kısımdır: Mazi de iki kısımdır: Haram yemindir ki, bu yalan yemindir. Bu da: Allah'a yemin ederim ki, şunu yaptım, der, aslında yapmamıştır.

Mubah yemindir ki, bu da yapmadığım dediği şeyde doğru olmasıdır.

Geleceğe dönük olan da beş kısımdır:

Birincisi: Kalbini bağlayarak tâat olan bir şeye yemin etmektir. Onun üzerinde durmak taattır, onu bozmak ise masiyettir. Meselâ: Vallahi beş vakit namaz kılacağım, ramazan orucunu tutacağım yahut içki içmeyeceğim demek gibi.

İkincisi: Ma’siyet olan bir şeye kalbini bağlayarak yemin etmektir ki, bunun üzerinde durmak günah, bozmak ise sevaptır. Bu da tam birincinin tersidir.

Üçüncüsü: Tâat olan bir şeye kalbini bağlayarak yemin etmektir ki, bunun da üzerinde durmak sevap, bozmak mekruhtur, meselâ nafile ibadetler yapacağına dair yemin etmek gibi.

Dördüncüsü: Mekruh bir şeye kalbini bağlayarak yemin etmek, bunun da üzerinde durmak mekruhtur, bozmak ise tâattir. Bu da bir öncekinin tersidir.

Beşincisi: Mubah yemin etmektir ki, üzerinde durmak da mubahtır, bozmak da mubahtır, meselâ: İçinde insanlara haksızlık edilen şehre girmeyeceğim, korkulu yola gitmeyeceğim vs. gibi.

226

Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay bekleme vardır. Eğer zevcelerine geri dönerlerse, şüphesiz Allah pek yarlıgayıcı ve çok merhametlidir.

"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Cahiliye halkından bir adam karısından bir şey ister de o da vermek istemezse, ona bir sene iki sene ve üç sene yaklaşmamaya yemin ederdi; onu ne dul ne de kocalı olarak bırakırdı. İslâm gelince Allahü teâlâ bunu dört ayla sınırladı, Allah bu âyeti indirdi.

Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: îlâ cahiliye halkının zararlı bir adeti idi, adam karısını istemezdi, başkasıyla evlenmesini de içine sığdıramazdı, ona hiçbir zaman yaklaşmayacağına yemin ederdi. Allahü teâlâ erkeğin karısından ayrı kalacağı süreyi bildiği için bunu dört ay yaptı ve bu âyeti indirdi.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Yu’lune: Yemin edenler demektir. Aleytü ıııin imreeti, uli ilaen denir ki, onunla cimâ etmeyeceğine yemin etmektir. İsim: Elye’dir.

Zeccâc da şöyle demiştir: İla için: Aleytü ilaen ve eliyyeten ve ülüveten ve elveten ve ilveten denir. En az kullanılan kesr (ileveten)dir. Küseyyir şöyle demiştir:

Az yemin eder, yeminini tutar,

Ağzından bir yemin (eliyye) çıkarsa, onu yerine getirir.

İbn Enbari, bir dilciden, buradaki

"min"in "fi” veya “alâ” manasına olduğunu anlatmıştır. O zaman mana: Kadınları ile cimâ etmemeye yemin edenler şeklinde olur. Cimâ kaldırılmış, kadınlar onun yerine konulmuştur, tıpkı Allahü teâlâ’nın:

"Bize peygamberlerinle vaad ettiğin şeyi ver” (Al-i İmran: 194) kavli gibi ki, peygamberlerinin dili ile demektir. Ayetteki kelâmda da atmalar vardır, takdiri: Kadınlarından ayrı kalmaya niyet edenler, demektir. Terabbus da. Beklemektir.

Bir adam karısına dört aydan daha fazla dokunmayacağına yemin etmedikçe ilâ etmiş olmaz. Dört ay veya daha eksik yemin ederse, îla etmiş olmaz.

Bu; imam Malik, Ahmed ve Şâfiî’nin görüşleridir. "Fau” dönmektir, manası da: Cimaa dönerlerse, olur.

Bunu da Hazret-i Ali, İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Mesruk ve Şa’bî demişlerdir. "îla” edenin cimaa engel bir özrü olursa: Ne zaman gücüm yeterse onunla cimâ ederim der. Bu da onun için dönme olur. Ne zaman gücü yeter de dönmezse, boşaması emredilir, eğer boşamazsa, hakim onun adına boşar.

"Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir": Hazret-i Ali ile

İbn Abbâs: Yeminin günahını bağışlayıcıdır, demişlerdir.

227

Eğer kadınlarını boşamaya karar verirlerse, şüphesiz Allah hakkı ile işitendir ve her şeyi bilendir.

"Eğer boşamaya karar verirlerse": Yani onu gerçekleştirirlerse, demektir.

Talâka karar verme hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Dört ay geçince dönmesi gerekir, yahutta boşar.

Bu da Hazret-i Ömer, Osman, Ali, İbn Ömer, Sehl b. Sa’d, Hazret-i Âişe, Tâvûs, Mücâhid, Hakem ve Ebû Salih’ten rivayet edilmiştir. Bunu Ebû Salih, on iki ashaptan nakletmiştir. Bu İmam Malik, Ahmed ve Şâfiî'nin de görüşleridir.

İkincisi: Dönmez de dört ay geçerse, böylece talâk kelimesini telaffuz etmese de boşanır.

Bu görüş sahipleri talâk türünün ne olacağı hakkında da iki farklı görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Bain talâktır; Hazret-i Osman, İbn Ömer, Zeyd b. Sabit ve Kabise b. Züeyb’ten rivayet edilmiştir.

İkincisi: Ric’î talâktır, bu da Said b. Müseyyeb , Ebû Bekir b. Abdurrahman ve İbn Şübrüme’den rivayet edilmiştir.

"Şüphesiz Allah işitendir, bilendir": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onun talakını işitir ve niyetini bilir.

İkincisi: Yeminini işitir ve onu bilir.

228

Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç temizlenme / hayız süresi beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer kocaları barışmak isterlerse, bu hususta onları geri almaya daha haklıdırlar. Kadınların meşru surette vazifeleri kadar hakları da vardır. Erkeklerin onların üzerinde daha üstün bir derecesi vardır. Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

"Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç temizlenme / hayız süresi beklerler":

İniş sebebi şöyledir: Bir kadın boşanır da kocasına dönmek isterse, duruma göre: Ben hamileyim, ben hamile değilim, derdi. Eğer hamile olur da kocasına dönmek istemezse: Ben hamile değilim, derdi ki, kocası ona dönemesin. İslâm gelince bu halleri devam etti, bunun üzerine Allahü teâlâ:

"Ey O Peygamber, kadınları boşadığınız zaman iddetlerini nazar-ı itibara alarak boşayın ve iddeti sayın” dedi. (Talâk: 1) Sonra da:

"Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç ay beklerler” âyeti indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Âyetin tefsiri: Talâk salıvermektir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bu, Arapların: Atlaktünnakate, fetalukat kavlinden gelir ki, bağlı deveyi salıvermektir. Kadının durumu da buna benzetilmiştir, çünkü o da bazı sebeplerle erkeğe bağlıdır. Bu sebepler onu bağlamış gibi olur. Onu koparınca da onu kesmiş gibi olur. Talukatül mer’etü ve tullikat denir ki, boşamak manasınadır. Bir başkası da şöyle demiştir: Talâk, etlaktüşşey’e min yedi’den gelir ki, elimdeki şeyi bıraktım demektir. Ancak onlar bu iki kelimeyi çok kullanınca, aralarında bir ayrım yaptılar, tatliki sadece kadın boşamada kullandılar.

Kuru’ ise: Bundan kadının temizlik halleri de hayz halleri de kastedilir. Akraetil mer’etü denir ki, kadın hayız oldu demektir, Akreet de denir ki, temizlendi demektir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

Yalancı hayız gören kadın akra günlerinde evde oturur demiştir, hayız günleri demek istemiştir. Şair A’meş de şöyle demiştir:

Sen her sene bir gazveyi hedefliyorsun,

En uzak seferlere ciddi kararlar veriyorsun.

Mal bırakan ve kabileye şan getiren sefer

Kadınlarının temizlik günlerini dikkate almayarak.

Burada kuru’ kullanmıştır ki, temizlik günlerini kastetmiştir. Çünkü o gazi sefere çıkınca kadınlarının temizlik günlerini gözden çıkarmış oluy or.

Dilciler kuru’ kelimesinin aslı üzerinde iki farklı görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Onun aslı vakittir, meselâ: Racaa fülanün lukurihi denir ki, her zamanki döndüğü vakitte döndü, demektir. Recaa likarihi de aynı manayadır. Şair Hüzeli şöyle demiştir:

Şelil oğullarının yurdunu hiç sevmedim,

Hele mevsimlik rüzgarları (kari’) estiği zaman.

Bu itibarla hayz da temizlik de belli zamanlarda gelir. Bu, İbn Kuteybe’nin görüşüdür,

İkincişi: Onun asıl manası toplamaktır, Kare’tül Kur’ân'e denir ki, Kur’ân kelimelerini baştan sona topladım, demektir. Kur’ da kanın bedende toplanmasıdır. Bu da ancak temizlik halinde olur. Rahimde toplanması da câizdir ki, her iki kelâm da güzeldir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür.

Fakihler akra’ kelimesi üzerinde iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O hayzdır. Bu; Hazret-i Ömer, Ali, İbn Mes’ûd, Ebû Mûsa, Ubade b. Samit, Ebudderda, İkrime, Dahhâk, Süddi, Süfyan Sevri, Evzai, Hasen b. Salih, Ebû Hanife ve arkadaşlarından rivayet edilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel radıyallahu anh de şöyle demiştir: Ben kuru’un temizlik manasına olduğunu söylerdim, şimdi ise hayz manasına olduğunu söylüyorum.

İkincisi: O temizliktir. Bu da Zeyd b. Sabit, İbn Ömer, Hazret-i Âişe, Zührî, Eban b. Osman, Malik b. Enes ve Şâfiî'nin görüşleridir. İmam Ahmed'de buna taraftardır.

"Boşanan kadınlar beklerler": Bu haber şeklinde ise de emir manasınadır (beklesinler demektir). Tıpkı

"Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler” (Bakara: 233) âyetinde olduğu gibi. Bazen emir lâfzı haber manasında gelir, meselâ:

"Rahman onu uzattıkça uzatsın” (Meryem: 75) âyetinde olduğu gibi ki, uzatır, demektir. Buradaki boşanmış kadınlardan maksat, buluğa ermiş, duhul görmüş ve hamile olmayan kadınlardır.

"Onlar için Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri helâl değildir":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O gebeliktir, bunu da Hazret-i Ömer, İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Mukâtil, İbn Kuteybe ve Zeccâc, demiştir.

İkincisi: O hayzdır, bunu da İkrime, Atıyye, Nehaî ve Zührî demişlerdir.

Üçüncüsü: Gebelik ve hayzdır, bunu da İbn Ömer ile İbn Zeyd demişlerdir.

"Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa": Bu, tehdit ve tekit sadedinde kullanılmıştır.

Zeccâc şöyle demiştir: Bu, bir adama: Eğer mü’min isen haksızlık etme demeye benzer.

Bu tehdide maruz kalmalarının sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Kocanın dönüşten hak ettiği şey için, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Çocuğu babasından başkasına nisbet ettiği için. Bunu da Katâde demiştir. Şöyle de denilmiştir: Kadın kocasına dönmek isterse, temizlendiği halde, ben lıayızlıyım, derdi. İstemezse, gusül edinceye kadar hayzmı gizlerdi.

"Bu’ûleh": Kocalar manasınadır, "zâlike” de iddete işarettir. Bunu Mücâhid, Nehaî, Katâde ve diğerleri demiştir. Âyette şuna delil vardır ki, lâfzın sonunun hususi olması başının umumi olmasına mani değildir ve tahsisi de icap etmez. Çünkü

"boşanmış kadınlar” beklerler ifadesi, kesin ve rici şekilde boşanmış kadınlar için umumidir;

"kocaları onlara dönmeye daha haklıdırlar” kavli de ric’i boşanmış kadınlar için tahsistir.

"Eğer düzeltmek isterlerse": Şöyle denilmiştir: Bir adam karısına zarar vermek istediği zaman onu bir defa boşar ve terk ederdi. İddetinin bitimi yaklaştığı vakit de ona ric’at ederdi, sonra da onu bir süre daha terk ederdi. Sonra da onu boşardı. İşte bu yasak edildi. Âyetin zahiri, ancak iddetini gereğinden fazla uzatmayan ve karısına zarar vermek istemeyenlerin bu hakka sahip olduklarını gösterir. Ancak

"Onlar zarar vermek ve onlara tecavüz etmek için” kavli, zarar vermek kastetse de bu ric’atin sahih olduğunu göstermektedir. Çünkü ricat zarar vermek maksadıyla yapıldığı zaman sahih olmasa idi, yaptığı hareketten dolayı haksız olmazdı.

"Kadınların meşru surette vazifeleri kadar hakları da vardır": Bu da iyi geçim ve tatlı sohbettir. Rivayete göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e kadının kocası üzerindeki hakkı soruldu şöyle dedi: Yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, yüzüne tokat vurmamak, çirkin olduğunu söylememek ve evin dışında yalnız bırakmamak. 37

37 - Ebû. Dâvud, Nikah, bab, 41; Ahmed, Müsned, 4/447: 5/4, 5.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Nasıl kadınımın bana süslenmesini istersem, bu Âyetten dolayı benim de onun için süslenmemi isterim.

"Erkeklerin onların üzerinde bir dereceleri vardır":

İbn Abbâs: Mehir vermeleri ve nafakalarını temin etmeleridir, demiştir.

Mücâhid de: Cihad ve miras ile demiştir. Ebû Mâlik de: Onu boşar, o ise bir şey yapamaz, demiştir.

Zeccâc da: Kocasının ondan istifade ettiği gibi o da kocasından istifa eder, nafaka vermesi dolayısıyla da ona karşı üstünlüğü vardır. Ebû Hureyre de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Eğer bir kimsenin başka bir kimseye secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini buyururdum. 38

Said b. Müseyyeb ’in kızı da: Siz amirlerinizle nasıl konuşursanız biz de kocalarımızla öyle konuşurduk, demiştir.

Âlimler, bu âyetlerde mensuh var mı, yok mu diye ihtilaf etmişler, bunun için de iki görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Bunlarda mensuh, vardır. Hangileri mensuhtur, bunda ihtilaf etmişlerdir: Bir grup: Mensuh

"boşanan kadınlar kendi başlarına üç ay beklerler” kavlidir, demişler ve her boşanan kadının üç kum’ beklemesi vacip idi, sonra hamile kadının hükmü

"Gebelerin iddeti de doğumlarını yapmakla sona erer” (Talâk: 4) kavliyle neshedildi, dediler. Duhuldan önce boşananın hükmü de:

"Mü’min kadınları nikahlayıp da onlara el sürmeden boşadığınız zaman onlar için sayacağınız bir iddet yoktur” (Talâk: 1) âyetiyle neshedildi. Bu da İbn Abbâs, Dahhâk ve diğerlerinden rivayet edilmiştir. Bir grup da: Başı muhkem, sonu ise:

"Kocaları onlara dönmede en çok haklıdırlar” kavli ile neshedilmiştir, dediler ve: Bir adam karısını boşarsa ona dönecekler içinde en haklı olan o idi, talâk da ister üç olsun isterse daha az olsun, dediler. Bu da.

"Eğer onu boşarsa, başka kocaya varmadıkça ona helâl olmaz” kavli ile neshedildi.

İkincisi: Âyet muhkemdir, başı umumidir, iddet hususunda gelen âyetler ise o genelliği tahsis etmiştir, bu da nesih değildir, demişlerdir. Ric’at hususuna gelince:

"Kocaları onlara dönmek için en haklıdırlar” kavlinin manasının, iddette ve üç bekleme süresi bitmeden olduğunu yukarıda demiştik. Bu da doğru bir görüştür.

229

Boşama iki defadır: Ondan sonrası ya iyilikle tutmak yahut güzellikle salıvermektir. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helâl değildir; meğer ki, karı koca Allah’ın sınırlarını ayakta tutmaktan korkalar. Eğer Allah’ın sınırlarını ayakta tutmaktan korkarsanız, kadının verdiği fidyede onlara günah yoktur. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır; onları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.

"Boşama iki defadır ":

İniş sebebi şöyledir: Adam karısını boşar, sonra da ona dönerdi, bunun bir sınırı yoktu. Ensardan bir adam, karısına: Allah’a yemin ederim ki, seni ne evde barındırırım ne de benden kurtulursun, dedi. Karısı.

"Bu nasıl olur?” dedi. O da: Seni boşarım, iddetin biteceği zaman da sana dönerim, dedi. Kadın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e gidip bunu şikayet etti. Bunun üzerine bu âyet indi. Boşayan ve boşamayan herkes de bunu yenilik olarak kabul ettiler. Bunu Hişam bir Urve, babasından rivayet etmiştir.

Tefsirine gelince:

"Boşama iki defadır": kavlinde iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, sünnete uygun boşamayı ve her temizlikte bir boşama olmasını açıklamaktadır. Bunu İbn Abbâs ile Mücâhid demişlerdir.

İkincisi: Bu ric'i talakı beyan etmektedir, bunu da Urve, Katâde, İbn Kuteybe, Zeccâc ve diğerleri demişlerdir.

"İyilikle tutmak": Bunun manası şöyledir: Onları iyilikle tutmak size vaciptir, bu da kadını tutmada yerine getirilmesi gereken hak olarak bilinendir. Atâ’, Mücâhid, Dahhâk ve

Süddi şöyle demişlerdir:

"İyilikle tutmak

"tan maksat, ikinci kez dönmektir.

"Yahut güzellikle salıvermektir” kavli hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bundan maksat, üçüncü boşamadır, bunu da Atâ’, Mücâhid ve Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: O kadının iddeti bitinceye kadar ona dönmemektir.

Bunu da Dahhâk ile Süddi demişlerdir. Kadı Ebû Ya’lâ Muhammed b. Hüseyn b.

Ferrâ’ da: Doğru görüş budur, demiştir. Çünkü âyetin arkasında:

"Eğer onu boşarsa başka kocaya varmadıkça ona helâl olmaz” denilmiştir ki, bundan maksat, şüphesiz üçüncü boşamadır. O zaman

"yahut güzelce salıvermek” ifadesini, iddeti bitinceye kadar kadını hali üzere bırakmak vaciptir şeklinde anlamak gerekir. Çünkü eğer üçüncüye hamledilirse,

"eğer onu boşarsa” sözünü dördüncüye hamletmek vacip olur ki, bu, câiz değildir.

Boşama dört kısımdır: Vacip, mendup, haram ve mekruh. Vacip olan, îla edenin, süreyi bekleyip de dönmediği takdirde vereceği talâk ile eşlerin anlaşamamaları durumunda hakemlerin öngörecekleri boşamadır. Mendup olan da: Eşlerin anlaşamadıkları ve aralarındaki geçimsizliğin şiddetlenmesi durumunda günahtan kurtulmaları için verilen talâktır. Elaram talâk da: Duhul edilen hayızlmın ve temizin de temizlenmeden önce cimada verilen talâktır. Mekruh olan da: Her ikisinin de halleri iyi olup karşılıklı olarak haklarını yerine getirdikleri durumda verilen talâktır.

"Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helâl değildir": Bu da Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında inmiştir; eşi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi: Allah’a yemin ederim ki, Sabit’i ne dininde ne ahlakında beğenmediğim bir şeyi yoktur, ancak İslâm’da iken küfre dönmek istemiyorum; nefret ettiğim için ona dayanamıyorum, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ona:

"Aldığın bahçeyi ona geri verir misin?” dedi. O da: Peki, dedi. Peygamberimiz de Sabit’e, onu almasını ve daha fazla bir şey istememesini emretti. 39 Hadisi İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Zevcesinin adı hususunda ihtilaf etmişlerdir;

İbn Abbâs: Cemile demiş, Yahya b. Ebû Kesir de: Cemile bint Abdullah b. Übey b. Selul olduğunu söylemiştir.

Mukâtil de: Künyesinin Ümmü Habibe bint Abdullah b. Übey olduğunu bildirmiştir. Başkaları da: O, Abdullah b. Übey’in kız kardeşi Cemile’dir, demişler.

Yahya b. Said de Amre’den iki rivayet nakletmiştir:

Birincisi: O Habibe bint Sehl’dir.

İkincisi: Sehle bint Elabib’tir.

39 - Buhârî, Talâk, bab, 12; İbn Mâce, Talâk, bab, 22; Nesâî, Talâk, bab 34.

Bu hul', İslâm’da ilk vuku bulan olaydır. Ayetteki korku: Bilmek manasınadır. Ebû Ubeyd de:

"Eğer korkarlarsa"yı, kesin bilirlerse manasına almıştır. Hududun manasını ise yukarıda anlatmıştık.

Âyetin manası şudur: Kadın kocasını sevmediği için Allah'a isyan etmekten korkar, kocası da ona itâat etmediği için ona saldırmaktan korkarsa, kadın istediği takdirde kocanın ondan fidye alması câizdir. Bu,

"yehafa"nın yesini cumhûr kıraati üzere fetha ile okumaya göredir.

Hasen, Mücâhid, Ebû Cafer, Hamze ve A’meş de, yenin zamması ile

"yuhafa” okumuşlardır.

"Eğer korkarsanız":

Katâde: Bu, idarecilere hitaptır, demiştir.

"Onlara günah yoktur": Kadına verdiği fidyede, erkeğe de aldığı şeyde, çünkü o, hakkının karşılığıdır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Her ne kadar cemi sigası ile gelmişse de bundan yalnız kocanın kastedilmesi de câizdir, meselâ:

"Onlardan inci ve mercan çıkar” (Rahman: 22) denilmiştir, aslında birinden çıkar. Şu âyet de öyledir:

"Balıklarını unuttular” (Kehf: 61), aslında biri (Hazret-i Mûsa) unutmuştu.

Kocanın karısına verdiğinden daha çok alması câiz midir? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Câizdir, bunu Hazret-i Ömer b. Hattab, Osman, Ali, İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid, Nehaî, Dahhâk, Malik ve Şâfiî, demişlerdir.

İkincisi: Câiz değildir, bunu da Said b. Müseyyeb , Atâ’, Şa’bî, Tâvûs, İbn Cübeyr, Zührî ve Ahmed b. Hanbel, demişlerdir. Hazret-i Ali ile Hasen Basri’den de nakledilmiştir.

Yetkili olmadan câiz olur mu? Hazret-i Ömer, Osman, Ali, İbn Ömer, Tâvûs, Şureyh ve Zührî, câiz olur, demişlerdir, ulemanın çoğunluğu da bu görüştedirler. Hasen, İbn Sîrin ve

Katâde de: Yetkili olmadan câiz olmaz, demişlerdir.

230

Eğer kocası onu boşarsa, kadın ondan başka bir ere nikahlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer yeni kocası onu boşarsa, karı koca Allah’ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse, birbirlerine dönmelerinde günah yoktur. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır; bunları bilen bir topluma açıklıyor.

"Eğer kocası onu boşarsa, kadın ondan başka bir ere nikahlanmadıkça ona helâl olmaz":

Mukâtil, bu âyetin Temime bint Vehb b. Atik en - Nadiri ile kocası Rifaa b. Abdurrahman el - Kurazi hakkında indiğini söylemiştir. Mukâtil’den başka biri de: Onun Âişe bint Abdurrahman b. Atik olduğunu söylemiştir ki, o, amcası oğlu Rifaa b. Vehb b. Atik’in nikahında idi ve onu üç talakla boşamıştı. O da ondan sonra Abdurrahman b. Zübeyr ile evlendi, sonra da onu boşadı. Kadın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi:

"Ben Rifaa’nın yanında idim, beni boşadı, hem de kesin olarak boşadı, ben de ondan sonra Abdurrahman b. Zübeyr ile evlendim. O da bana el sürmeden beni boşadı, amcam oğluna döneyim mi?” dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem gülümsedi ve: Rifaa'ya dönmek mi istiyorsun? Hayır, sen onun balçağını, o da senin balçağım tatmadıkça olmaz, dedi. 40

40 - Hadisi aynı mana ile Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvud hariç Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir.

"Eğer onu boşarsa": Yani kocası onu iki kere boşarsa; İbn Abbâs, Mücâhid ve

Katâde de: Üçüncü kez boşarsa demişlerdir. Bil ki, Allahü teâlâ bu âyette hul’un hükmü üzerinde kelâm ettikten sonra talâk hakkındaki sözü tamamlamaya dönmüştür.

"Eğer onu boşarsa": Yani ikinci kez,

"onlara günah yoktur": Yani kadın ile ilk kocasına.

"Eğer Allah’ın hududunu ayakta tutacaklarını zannederlerse": Tâvûs: Allah’ın her birine iyi geçim ve tatlı sohbet gibi farz ettiği şeyleri, demiştir.

"Tilke hududullahi yübeyyinüha": Cumhûr bunu ye, Hasen, Mücâhid ve Mufaddal b. Âsım da nun ile okumuşlardır.

"Bilen bir toplum için":

Zeccâc: Allah'ın emrinin hak olduğunu bilen için, demiştir.

231

Kadınları boşarsınız da iddetlerini bitirirlerse, onları ya iyilikle tutun yahutta iyilikle salıverin. Onlara zarar vermek ve onları çiğnemek için onları tutmayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah’ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah’ın size olan nimetini ve size onunla öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah’tan korkun. Bilin ki, Allah her şeyi pekiyi bilmektedir.

"Kadınları boşarsınız da iddetlerini bitirirlerse”

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bir adam karısını boşar, sonra da iddeti bitmeden ona dönerdi, sonra ona zarar vermek ve onun evlenmesini engellemek için bunu yine yapardı. İşte âyet bunun üzerine indi. Burada ecel; iddet zamanıdır. Burada bitirmek de iddetin sonuna yaklaşmaktır, gerçekten bitirmek değildir. Meselâ şehre yaklaştığın zaman da şehre yetiştim, girdiğin zaman da şehre yetiştim, dersin. Ulemanın bu yetişmesi yaklaşma manasına almaları, iddet bittikten sonra dönüşün olmamasından dolayıdır.

"Onları iyilikle tutun": İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid ve

Katâde: Bundan maksat iddet bitmeden önceki dönüştür, demişlerdir.

"Onları iyilikle salıverin": Bu da iddet bitinceye kadar kadını terk etmektir. Tutmada iyilik: Kadının haklarını yerine getirmektir. Salıvermede de iyilik: Tekrar tekrar dönmekle iddetini uzatarak ona zarar vermemektir. Zaten

"onlara zarar vermek ve onları ezmek için onları tutmayın” kavlinin manası budur. Bunu Hasen, Mücâhid, Katâde ve diğerleri demiştir.

Dahhâk da: Kadın fidye versin diye bu zararı yaparlardı, demiştir.

"Kim bunu yaparsa": Yani bu tecavüzü,

"kendine haksızlık etmiştir": Günah irtikap etmekle.

"Allah’ın âyetlerini alaya almayın": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Adam, karısını boşar veya karısına döner veya kölesini azat eder: Ben oynuyordum (şaka ediyordum), derdi. Bu; Hazret-i Ömer, Ebudderda ve Hasen’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: O dönmek ve talakla kadının iddetini uzatarak ona zarar vermektir. Bunu da Mesruk ile Mukâtil demişlerdir.

"Allah’ın size olan nimetini ve size onunla öğüt vermek için indirdiği kitabı hikmeti hatırlayın":

İbn Abbâs: Onun size İslâm’ı ihsan etmesini unutmayın, demiştir. Kitap: Kur’ân’dır; hikmet de fıkıhtır.

"Allah'tan korkun": Birbirinize zarar vermekten.

"Bilin ki, Allah her şeyi bilir": Onu da başkasını da bilir.

232

Kadınları boşarsınız da onlar da iddetlerini bitirirlerse, aralarında meşru bir surette rızalaştıkları takdirde kocalarına nikahlanmalarını engellemeyin. Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa, ona bu öğüt veriliyor. Bu sizin için daha erdemli ve daha temizdir. Allah bilir, sizse bilemezsiniz.

"Kadınları boşarsınız da onlar da iddetlerini bitirirlerse, onların evlenmelerini engellemeyin":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Hasen’in rivâyetine göre Makıl b. Yesar, kız kardeşini Müslümanlardan bir erkekle evlendirdi. Onun yanında kısmet olduğu kadar kaldı. Onu bir talakla boşadı, sonra da onu terk etti, iddet de bitti. Onu istemek için en haklısı o idi. Onu diğer isteyenlerle beraber istedi. Kadın ona dönmeye razı oldu. Adam gitti onu Makıl’dan istedi. Makıl kızdı: Onu sana ikram etmiştim, sense onu boşadın!? Allah’a yemin ederim ki, en son döneceği sensin, dedi.

Hasen diyor ki: Allahü teâlâ o erkeğin karısına, o kadının da kocasına ihtiyacını bildi ve bu âyet indi. Ma’kıl da bunu işitti: Rabbimin emri baş göz üstüne, dedi adamı çağırıp kızkardeşini onunla yeniden evlendirdi ve: Seninle evlendiriyor ve onu sana ikram ediyorum, dedi.

Hafız Abdülgani, Kelbî'den o kadının isminin Cimile bint Yesar olduğunu nakletmiştir.

İkincisi: Cabir b. Abdullah'ın bir amcası kızı vardı, kocası onu bir talakla boşadı, iddeti de bitti. Sonra kocası ona dönmek istedi, Cabir kabul etmedi ve: "Sen amcamızın kızını boşadın, sonra da onu ikinci kez nikah etmek istiyorsun!?” dedi. Kadın da kocasını istiyordu, ona razı olmuştu. Bunun üzerine bu âyet indi.

Süddi şöyle demiştir: Bu âyette sürenin sona ermesi: İddetin bitmesidir, önceki âyette ise öyle değildir. Şâfiî radıyallahu anh de şöyle demiştir: İki Kelâmın farklı oluşu, sürelerin sona ermesinin de farklılığım gerekli kılmıştır.

"Onlara engel olmayın": Velilere hitaptır. İbn Abbâs, İbn Cübeyr, İbn Kuteybe ve diğerleri: Bunun manası: Onları alıkoymayın, demektir, demişler. Araplar, zor problemlere mudalat, derler. Daun udal da çaresiz hastalıktır. Evs b. Hacer şöyle demiştir:

Senin esas dostun arkasını döndüğü zaman seni kınayan,

Yanına geldiği zaman da seni memnun eden değildir.

Asıl dostun odur ki, uzakta iken ondan emin olursan,

Yanında iken de çetin problemlerini halleder.

Leyla el - Ahyeliyye de şöyle demiştir:

Haccac hasta (ölü) bir toprağa indiği zaman

Onun en ağır hastalığını araştırıp tedavi eder;

Ondaki çaresiz hastalığa çare bulur;

O mızrağını havada salladığı zaman o toprağı sular (suya kandırır).

Zeccâc da şöyle demiştir: Aslında adi, Arapların: Adaleti’d-Decacetü sözlerinden gelir ki, yumurta tavuğun karnında yapışıp kalarak çıkmamasıdır. Adaletinnakatü de öyledir ki, o da: Devenin yavrusu yapışıp karnından çıkmamasıdır.

"Kendi aralarında meşru surette rızalaştıkları takdirde":

Süddi ile İbn Kuteybe şöyle demişler: Bunun manası: Eşler sağlam nikahla rızalaştıkları takdirde, demektir.

Şâfiî de: Kadının velisiz evlenme hakkının olmadığını en açık gösteren bu ayettir, demiştir.

"Bununla öğüt veriliyor": Bu, velinin kadım evlenmekten men etmesine işarettir.

Zeccâc şöyle demiştir: Cemaate hitap ettiği halde "zaliküm” diyeceği yerde "zalike” demesi, cemaat lâfzının da tekil lâfzı ile bir olmasındandır, mana: Ey o topluluk demektir.

"Bu sizin için daha erdemlidir": Yani kadınları kocalarına döndürmek, onları ayırmaktan daha faziletlidir.

"Ve daha temizdir": Kalplerinize şüphenin girmesinden, zira eski muhabbet sebebiyle uygunsuz şekilde buluşabilirler.

"Allah bilir, siz bilemezsiniz": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası şöyledir: Eşlerin birbirlerine karşı olan sevgilerini bilir. Bunu İbn Abbâs ile Dahhâk demişlerdir.

İkincisi: Er veya geç menfaatlerinizi bilir. Bunu da diğerleriyle beraber Zeccâc demiştir.

233

Kim emzirmeyi tamamlamak isterse, anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği çocuk sahibi olan babanın üzerinedir. Hiçbir kimse gücünün üstünde sorumlu tutulmaz. Bir anne çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın, çocuk sahibi baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın. Mirasçıya da bunun gibisi vardır. Eğer ikisi rızalaşarak ve müşavere ederek çocuğu sütten kesmek isterlerse, onlara günah yoktur. Eğer çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz verdiğiniz ücreti meşru surette teslim ettiğiniz takdirde size günah yoktur. Allah’tan korkun. Bilin ki, Allah yaptıklarınızı görmektedir.

"Anneler çocuklarını emzirirler": Bunun lâfzı haber şeklinde ise de manası emirdir (emzirsinler), meselâ

"boşanmış kadınlar kendi başlarına üç hayız / temizlik süresi beklerler” (Bakara: 228) âyetinde olduğu gibi.

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Bu emrin babalara dönük olması emzirtme işinin onların üzerine olup annelere olmamasındandır. Delili de şu âyetlerdir:

"Annelerin geçimi çocuk sahibinin üzerinedir",

"annelere ücretlerini verin". (Nisa: 24) Eğer anneye vacip olsa idi ücreti hak edemezdi.

Bu, bütün anneler için genel midir? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, boşanmış kadınlara özeldir. Bunu Said b. Cübeyr, Mücâhid, Dahhâk, Süddi, Mukâtil ve diğerleri demiştir.

İkincisi: O, zevceler ve boşanmışlar için geneldir. Bunun içindir ki, Biz: Anne ister kocanın yanında olsun, ister boşanmış olsun çocuğunu emzirme ücretini isteyebilir, deriz. Bunu Kadı Ebû Ya’lâ, Ebû Süleyman Dımeşki ve diğerleri demişlerdir.

"Havi” sene, yıl demektir.

"Tam iki yıl": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu tekit için gelmiştir, meselâ:

"Bu, tam on gündür” (Bakara: 196) âyetinde olduğu gibi.

İkincisi:

"İki yıl” deyip de daha azını kastetmek câiz olunca, örneğin:

"Kim iki günde acele ederse ona günah yoktur” (Bakara: 203) âyetinde olduğu gibi, halbuki onun bir gün ile bir günün de bir kısmı olduğu bilinmektedir; nitekim Araplar: Falam iki gündür görmedim, derler ki, maksatları bir gün, bir de günün bir kısmı demektir, işte onun için tam iki yıl dedi ki, daha azının câiz olmadığı meydana çıksın. Bu da Zeccâc ile Ferrâ’’nın görüşleridir.

Nasih ve mensuh Âlimleri, âyetin bu kadarı hakkında ihtilaf ettiler: Bazıları: Muhkemdir, ondan maksat da emzirme süresini açıklamaktır, demişlerdir. Ona bazı hükümler de taalluk eder, meselâ tam emzirmek, iki yıl içinde emzirme masrafım babanın zorunlu olarak vermesi, hakimin buna zorlaması; emişme ile haramlığın iki yıl içinde sabit olup bundan fazlasında sabit olmaması gibi. Katâde ile Rebi’ b. Enes’ten de, bunun:

"Eğer eşler rızalaşarak çocuğu sütten kesmek isterlerse” âyetiyle mensuh olduğunu söylemişlerdir. Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah ise şöyle demiştir: Bu uzak bir ihtimaldir, çünkü Allahü teâlâ âyetin başında:

"Kim emzirmeyi tamamlamak isterse” demiş, İkincisine de:

"eğer rızalaşarak çocuğu sütten kesmek isterlerse” demiş, iki irade arasında serbest bırakmıştır. Bu da tamamlamak için takdir edilen süre ile çelişmez.

"Emzirmeyi tamamlamak isteyen için": Yani iki yılla takdir edilmesi, emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir.

Mücâhid iki te ile ve merfu olarak

"en tütemmerradaatü” okumuştur. Bu Haleb’inin de Abdülvaris’ten ettiği rivayettir. Tam kaydı iki yıldan sonra emişme hükmünün olmayacağına dikkat çekmektedir. Kurraların çoğu, radaate’de rayı fetha ile okurlar; Talha b. Mûsarrif, İbn Ebi Able ve Ebû Recâ’ kesri ile (ridaa) okurlar.

Zeccâc şöyle demiştir: Radaa ranın fethi ve kesri ile câizdir, fethi daha çoktur. Ma hamelehu alâ zalike illellü'mü verradaah (bunu başka değil, adiliğinden ve sütü bozuk olduğu için yapmıştır) kavlinde ise yalnız fetha iledir.

"Çocuk sahibi” ise babadır,

"kadınların yiyim ve giyimleri", yani emziren kadınlar demek istiyor.

"Meşru bir surette": Bu da görevin kişinin zenginlik ve fakirliğine göre olmasına işarettir. Çünkü fakiri kaldıramayacağı şeye ve zengini ona dokunmayacak şeye zorlamak meşru ve akılkârı değildir. Âyette olayların hükmünü belirlerken görüş beyan etmek için içtihadın câiz olduğuna da delil vardır, çünkü nafakayı meşru surette takdir etmek ancak iyi düşünmekle olur. Adet icabı muteber olan budur.

"Hiçbir nefis gücünün üstünde sorumlu tutulmaz": Yani takat getiremeyeceği şeye zorlanmaz.

"Latüdarre validetün bivelediha":

İbn Kesir, Ebû Amr ve Eban da Âsım’dan rivayetle ranın zammesi ile "latüdarru” okumuşlardır.

Nâfi, Âsım, Hamze ve Kisâi de nasbi ile okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Merfu okuyan, makablinin merfu olmasını dikkate almıştır ki, o da "latükelleftT’dur, ses uyumundan dolayı öyle okumuştur. Mensûb okuyanlar da onu emir sigası kabul etmiş, rayı da makablindeki elife uydurmak için meftuh okumuştur.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Manası: Latüdarir’dir, ra raya idgam edilmiştir. Said b. Müseyyeb de: Boşanan kadın çocuğunu atarak zevceyi zarara sokmasın, demiştir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Kadın da çocuğun babasına zarar vermek için onu emzirmekten kaçınmasın. Baba da anneyi üzmek için annenin emzirmesine mani olmasın. Atâ’, Katâde, Zührî, Süfyan, Süddi ve diğerleri de: Anne başka kadınların aldığı ücrete razı olursa, çocuğu emzirmede en çok hak sahibi kendisi olur, demişlerdir. Ebû Cafer de, rayı şeddesiz ve sakin olarak "latudar” okumuştur.

"Mirasçıya da aynısı vardır": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, doğan çocuğun mirasçısıdır, bu da Atâ’, Mücâhid, Said b. Cübeyr, İbn Ebi Leyla, Katâde, Süddi, Hasen b. Salih, Mukâtil ve diğerlerinin görüşüdür. Bu görüşün sahipleri de farklı fikir beyan ettiler: Kimileri: O doğan çocuğun kim olursa olsun asabeden mirasçılarıdır, dediler. Bu da Hazret-i Ömer, Atâ’, Hasen, Mücâhid, İbrahim ve Süfyan’dan rivayet edilmiştir. Kimileri de: Erkeklerden olsun, kadınlardan olsun çocuğun tüm mirasçılarıdır, dediler. Bu da İbn Ebi Leyla, Katâde, Hasen b. Salih, İshak ve Ahmed b. Hanbel’den rivayet edilmiştir. Diğerleri de: O çocuğun yakın mirasçılarıdır, demişlerdir. Bu da Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve Muhammed'den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Burada mirasçıdaki maksat, babanın mirasçısıdır, bu da Hasen ile Süddi’den rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Maksat birinin ölümünden sonra ebeveynden hayatta kalanın mirasçısıdır, bu da Süfyan’dan rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O bizzat çocuğun kendisidir, nafaka da onun üzerinedir. Eğer bir şeyi yoksa asabesinin üzerinedir. Bunu da Dahhâk ile Kabisa b. Züeyb demişlerdir. Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah da: Bu görüş, mirasçıdan maksat çocuğun mirasçısıdır diyenlerin görüşüne aykırı değildir; çünkü nafaka verilecek kimsenin fakirliği sabit olursa nafaka varisin üzerine vacip olur.

"Aynısı vardır": Bunun 'üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Bu, emzirme ücreti ile nafakaya işarettir. Bunu Hazret-i Ömer, Zeyd b. Sabit, Hasen, Atâ’, Mücâhid, İbrahim, Katâde, Kabisa b. Züeyb ve Süddi demişlerdir,

İbn Kuteybe de tercih etmiştir.

İkincisi: Zarar verme yasağına işarettir, bu da İbn Abbâs, Şa’bî ve Zührî’den rivayet edilmiştir. Zeccâc da bunu beğenmiştir.

Üçüncüsü: Bunların hepsine işarettir, bu da Said b. Cübeyr, Mücâhid, Mukâtil ve Ebû Süleyman Dımeşki'den rivayet edilmiş, kadı Ebû Ya’lâ da bunu tercih etmiştir. Bunun makabline ma’tûf olması da buna şahitlik eder. Orada nafaka ile giyimin çocuk sahibinin üzerine olduğu ve zarar vermemesi gerektiği sabit olmuştu.

"Bunun gibi” sözünün de çocuk sahibinin üzerindeki bütün şeylere işaret ediyor olması da vacip olur.

"Fein erada fisalen an taradın": Fisal, çocuğu sütten kesmektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Fasaltüssabiyye min ümmihi denir ki, çocuğu sütten kesmektir. Sütten kesilen deve potuğuna da fasil denir, çünkü annesinden ayrılmıştır. Aslında fasl, ayırmaktır.

Mücâhid şöyle demiştir: iki yıl tamamlanmadan önce istişare edilir de anne çocuğu sütten kesmek ister, baba kabul etmezse, annenin buna hakkı yoktur. Eğer baba ister de anne istemezse, onun da buna hakkı yoktur. Bu, ikisinin rızalaşmasından ve istişaresinden meydana gelmedikçe olmaz. Rıza ve müşavere de: Ne kendi nefislerine ne de çocuklarına kötülük etmemeleridir.

"Ve in erettüm en testerdıu evladeküm":

Zeccâc: Lievladiküm manasınadır, demiştir.

Mukâtil de: Anne diğer kadınların razı olduğu ücrete razı olmazsa, babanın çocuğu için başka emzirici aramasında bir sakınca yoktur, demiştir.

"Verdiğinizi meşru surette verirseniz": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ey babalar, annelere emzirme ücretlerini onlar çekinmeden önce verdiğiniz zaman, demektir ki, bunu Mücâhid ile Süddi demişlerdir.

İkincisi: Sütanneye ücretini meşru surette verdiğiniz zaman demektir, bunu da Said b. Cübeyr ile Mukâtil demişlerdir, İbn Kesir, medsiz olarak

"ma eteytüm” okumuş; Ebû Ali de bunu şöyle yorumlamıştır: Burada

"ma eteytüm nakdehu ev sevkahu” takdir edilmiş, muzaf atılarak muzafunileyh onun yerine geçirilmiştir. Sanki:

"Maeteytumuhu” demiş, sonra da sıladan zamiri atmış gibi olur, meselâ eteytü cemilen (iyi bir iş yaptım) deyip de faaltuhu kastetmek gibi olur.

234

İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına dört ay on gün iddet beklerler. İddetlerinî bitirdikleri zaman onların meşru surette yaptıklarında size günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

"içinizden ölenler": Yani ölümle ruhları kabz olunanlar demektir. Mufaddal, Âsım’dan rivayetle iki yerde de yenin fethi ile

"yeteveffevne” okumuştur.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu, sayıyı tamamlamak, bir şeyi eksiz olarak almaktır. Meselâ teveffeytuhu ve istevfeytuhu denir, tıpkı teyekkantüi habere vesteykatuhu (haberi kesin aldım) denildiği gibi. Aslı böyledir, sonra bu, ölüm için kullanılıp vefat ve teveffi denildi.

"Yeterabbesne": Beklerler, demektir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: "Ve aşra” deyip de aşreten dememesi şunun içindir; çünkü Araplar gecelerin ve gündüzlerin sayısı tam belli olmadığı zaman onu geceden sayarlar, hatta; Sumna aşren min şehriramazane, derler. Bu da günleri de geceden saymalarındandır. Sayı ile birlikte açıklamasını da zikrederlerse, eğer müennes ise he’siz, müzekker ise he’li söylerler, tıpkı

"sahhereha aleyhim seb’a leyalin ve semaniyete eyyamin husuman” (Hakka: 7) âyetinde olduğu gibi.

Eğer:

"Bu on sayısının ilâve edilmesinde ne hikmet var?” denilirse, cevabı şöyledir: O, ruh üfürülmekle hamileliği tam olarak meydana çıkarmak içindir. Bunu da Said b. Müseyyeb , Ebû’l-Âliyye demişlerdir. Buna da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak rivayet edilen şu hadis şahitlik eder: Şüphesiz biriniz anasının karnında kırk gün meni olarak yaratılır, sonra o kadar da kan pıhtısı olur, sonra o kadar da bir çiğnem et olur. Sonra ona melek gönderilir; ona ruh üfler. 42

42 - Buhârî, Bed'ü'l - Halk, bab, 6; Ahadisü'l - Enbiya, bab, 1; Kader, bab, 82; Tevhid, bab, 28; Müslim, Kader, hadis no, 1.

Bu âyet, kendinden birkaç âyet sonra geleni neshetmektedir, o da şudur:

"Sizden ölüp de dul eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler". (Bakara: 240) Çünkü o âyet bir sene iddet beklemeyi vacip kılıyordu. Orada konu ile ilgili şeyleri zikredeceğiz, inşaallah. Tefsirini yapmakta olduğumuz ayete gelince,

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunu da:

"Hamilelerin iddeti doğum yapmakla sona erer” (Talâk: 4) âyeti neshetmiştir. Doğrusu o geneldir, tahsis edilmiştir. Çünkü zahiri kocası ölen kadının dört ay on gün iddet beklemesini gerektirmektedir, o da ister hamile olsun isterse hamile olmasın. Ancak Allahü teâlâ’nın bu âyeti hamileri tahsis etmiştir. O da hür olan gebelere hastır. Zira cariyenin iddeti iki ay beş gündür. Bundan da onun tahsis edilmiş bir umum olduğu meydana çıkar.

"İddetlerini bitirdikleri zaman": Yani iddetleri sona erdiği zaman demektir.

"Size günah yoktur":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Erkeklere bundan sonra onların evlenmelerinde günah yoktur, demektir.

İkincisi: Kadınlar süslenip de evlendikleri takdirde onları kötülememede erkeklere günah yoktur, demektir. Ebû Süleyman Dımeşki de: Bu, kadının velilerine hitaptır, demiştir.

"Kendi başlarına meşru surette yaptıklarında":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu süslenme ve evlenme özlemidir. Bunu da Dahhâk ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: O evlenmedir, bunu da Zührî ile Süddi demişlerdir.

"Habîr” ise Allahü teâlâ’nın isimlerindendir, manası da her şeyin gerçeğini bilir, hakikatinden haberdar, demektir. Habîr mahlukların sıfatı olarak da ancak bir çeşit bilgide kullanılır ki, o da akıl için çok açık olan değil de içtihatla varılan ilimdir. Allah’ın ilmi ise kapalı ve ince olanla açık ve zahir olanda birdir.

235

Kadınları çıtlatarak (üstü kapalı) şekilde istemenizde yahut içinizde saklamanızda size günah yoktur. Allah onları anacağınızı bildi. Ancak uygun bir söz söylemeniz dışında onlarla gizlice va’atleşmeyin. Farz olan iddet süresine varıncaya kadar nikah akdetmeye karar vermeyin. Bilin ki, Allah sizin içinizdekini biliyor; O’ndan sakının. Ve bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, yumuşaktır.

"Kadınları üstü kapalı şekilde istemenizde size günah yoktur": Bu iddet bekleyen kadınla evlenmek isteyene hitaptır. Ta’riz: Çok açmadan ima ve işaret etmek, dokundurmaktır. Bu da kelâmda geçmeyen şeye işaretle olur. Hıtbe, ha’nın kesri ile evlenmek istemek, dünür düşmektir. Hutbe ise kalabalık huzurunda konuşmak, hutbe irat etmektir. Bunun mektup gibi başı ve sonu olur.

İbn Abbâs şöyle demiştir: İma etmek: Ben evlenmek istiyorum, demekle olur.

Mücâhid de: Sen güzelsin, hoş bir cemalin vardır, senin sonun hayırlıdır gibi sözlerle olur, demiştir.

"Ev eknentüm fi enfüsiküm":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bunda iki lügat vardır: Kenentüş şey’e ve eknentuhu, gibi. Sa’leb de: Eknentüşşey’e denir ki, bir şeyi içinde gizlemektir. Kenentuhu ise bir şeyi örtmektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Eknentüşşey’e denir ki, bir şeyi kapattım, demektir. Bu âyet de ondan gelir. Kenentuhu, onu sakladım demektir,

"sanki huriler saklı yumurtalardır” (Saffat: 49) âyeti de bundandır. Bazıları da: Kenentuhu ile eknentuhu aynı manayadır, demişlerdir.

"Allah onları hatırlayacağınızı (zikredeceğinizi) bildi":

Mücâhid: Onları içinizde zikredeceğinizi, demiştir.

"Ancak onlarla sirren (gizlice) vaatleşmeyin": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Burada sirren nikah manasınadır, bunu İbn Abbâs demiş ve îmruulkays’in şu beytini okumuştur:

Duyun, Besbase kadın bugün benim yaşlandığımı

Ve benim gibilerinin sir (nikah) yapamayacağını iddia etti.

Bir rivayette de: Eğlenceye şahit olamayacağımı iddia etti, denilmiştir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Biz burada Allahü teâlâ’nın kinaye yollu konuştuğunu görüyoruz, meselâ

"yahut birinizin ayakyolundan gelmesi gibi” âyetinde olduğu, gibi. (Nisa: 43) Zeccâc da Ebû Ubeyde’den sirrin haram yolla cimâ manasına olduğunu söylemiş ve şu şi’ri şahit getirmiştir:

Onlara komşu kadım ile sir (gizli ilişki) yapmak haramdır,

Onların komşuları tabağın tepesinden yer

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Nikaha istiare yolu ile sir denilmiştir. Çünkü nikah (cimâ) gizli olur. Buna göre mana: O kadınlarla evlenme va’dleşmesinde bulunmayın, onlar iddette iken bunu açıkça konuşmayın, demek olur.

"Ancak uygun bir söz söylemeniz başka": Onlara cimâ ve nikah gibi söz etmezsiniz.

İkincisi: Gizli vaatleşmedir, meselâ ona: Ben seni seviyorum, benden başkasıyla evlenmeyeceğine bana söz ver gibi. Bunlar da İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Sir’den maksat zinadır. Bunu da Hasen, Cabir b. Zeyd, Ebû Miclez, İbrahim, Katâde ve Dahhâk demişlerdir.

Dördüncüsü:

Mana şöyledir: Onları iddetlerinde gizlice nikahlamayın, iddeti bittiği zaman ona açıklarsınız. Bunu da İbn Zeyd demiştir.

"Uygun söz"de de iki görüş vardır:

Birincisi: O ima etmektir, bunu da İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Atâ’, Kasım b. Muhammed, Şa’bî, Mücâhid, İbrahim, Katâde ve Süddi demişlerdir.

İkincisi: O kadının velisine onda gözü olduğunu bildirmektir, bu da Ubeyde’nin görüşüdür.

"Nikah akdetmeye karar vermeyin":

Zeccâc şöyle demiştir: "Lâ tazimu alâ ukdetinnikahi” akıcılık için

“alâ” hazfedilmiştir. Nitekim Araplar: Darebe Zeydün ezzahre velbatne derler ki, manası: Alazzahi velbatni (sırtına ve karnına vurdu), demektir.

"Hatta yebluğal kitabu eceleh": Yani kitabın farzı süresine varıncaya kadar demektir. Kitabın farz manasına olması da câizdir, meselâ

"kütibe aleykümüs sıyamü” (Bakara: 183) âyetinde olduğu gibi. O zaman mana: Farz süresine varınca demek olur. İbn Abbâs, Mücâhid, Şa’bî, Katâde ve

Süddi de: Kitap süresine varınca, yani iddet bitince, demişlerdir.

"Bilin ki, Allah nefislerinizdekini bilir":

İbn Abbâs: Nefislerinizdeki vefayı bilir; O’nun emrine muhalefet etmekten sakının, demiştir. Halîm’in ise manası yukarıda geçmiştir.

236

Kadınları onlara dokunmadan yahut onlara bir mehir belirlemeden boşamanızda size günah yoktur. Onları örfe uygun bir şekilde faydalandırın; zengin olanlar kudretince, darda olanlar da kudretince. Bu, iyilerin üzerine bir haktır.

"Kadınları onlara dokunmadan boşamanızda size günah yoktur":

İbn Kesir, Nâfi, Âsım, İbn Âmir ve Ebû Amr nerede olursa olsun elifsiz ve tenin fethası ile

"temessuhünne” okumuşlardır; Hamze, Kisâi ve Halef de, burada iki yerde ve üçüncü olarak Ahzap’ta elifle tenin zammesiyle okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Faale ve feale kalıpları birbirinin yerine kullanılır; meselâ târektünna’le ve âkabtüllıssa, dersin.

Süleyman b. Mukâtil şöyle demiştir:

Bu âyet, Hanife oğullarından bir kadınla evlenen, ona mehir kesmeyen ve onu el sürmeden boşayan bir ensari hakkında indi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Ona müt’a (faydalı bir şey) verdin mi?” dedi. O da: Hayır, deyince: Takkeni de olsa bir şey ver, dedi. Âyetin manası ise şöyledir: Onlara dokunmayıp mehir kesmedikçe. Bazen

"ev” "ve” yerine kullanılır. Meselâ:

"Vela tu ti’ minhüm asimen ev kefura” (Dehr: 24) âyetinde olduğu gibi.

"Mess” nikahtır, fariza da mehirdir. Âyet, mehir kesmeden nikah kıymanın câiz olduğuna delildir.

"Metti’ûhünne": Onlara zenginlik ve fakirliğinize göre mallarınızdan yararlanacak bir şey verin. Metâ: Faydalanacak şeydir.

"Alel mûsii kaderuhu ve alel muktiri kaderuh":

İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr her ikisinde de daim sükunu ile "kadruhu” okumuşlar. İbn Âmir, Hamze ve

Kisâi de: Her ikisini de harekeli şekilde "kaderahu” okumuşlardır. Âsım’dan da böyle iki şekilde okuduğu rivayet edilmiştir.

Bu müt’a vacip midir yoksa müstehap mıdır? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Vaciptir. Bu görüşün sahipleri, hangi boşanmış kadına vaciptir, diye de üç görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O bütün boşanmış kadınlara vaciptir. Bu Hazret-i Ali, Hasen, Ebû’l - Âliyye ve Zührî'den rivayet edilmiştir.

İkincisi: O, her boşanan kadın için vaciptir, ancak mehir kesilip de el sürmeden boşanan kadın bunun dışındadır ki, ona da kesilen mehrin yarısı vaciptir. Bu İbn Ömer, Kasım b. Muhammed, Şureyh ve İbrahim’den rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O mehri belirtilmeyen ve duhul da edilmeyen boşanan kadın için vaciptir. Eğer duhul edilmişse, ona müt'a yoktur, onun için mehri- misl (emsal mehir) vardır. Bu Evzai, Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Müt’a müstehaptır, hiç kimseye vacip değildir, ister kadının mehrini belirtsin, ister belirtmesin, ister duhul etsin, ister etmesin. Bu da Malik, Leys b. Sa’d, Hakem ve İbn Ebi Leyla’nın görüşüdür. Âlimler müt’anin miktarı hakkında da ihtilaf etmişlerdir; İbn Abbâs, Said b. Müseyyeb : En yükseği hizmetçi, en düşüğü de içinde namaz kılması câiz olan giysidir, demişlerdir.

Hammad ile Ebû Hanife’den, onun mehri- mislin yarısı kadar olduğu rivayet edilmiştir. Şâfiî ile İmam Ahmed’den de: Kişinin zenginlik ve fakirliğine bağlıdır, demiştir ki, hakimin içtihadına bırakılır. İmam Ahmed’den: Müt’a, içinde namaz kılmak câiz olan şeydir ki, o da gömlekle başörtüsünden ibarettir, dediği rivayet edilmiştir.

"Örfe uygun olarak faydalandırın": Bu da imkana göre, demektir. Hak da vacip manasınadır. İyilik edenler ve infak edenler ise tekit için zikredilmiştir.

237

Onları kendilerine dokunmadan ve bir mehir tesbit etmiş olarak boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısını verin; meğer onlar afvede veyahut nikah bağı elinde olan kimse afvede. Afvetmeniz takvaya daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü unutmayın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görmektedir.

"Onları dokunmadan boşarsanız": Yani cimâ etmeden önce, demektir.

"Ve kad faradtüm lehünne": Üstlendiğiniz şeyi onlar için vacip kılarak, ki, bu da mehirdir.

"Meğer ki, kadınlar afvede": Kadının afvetmesi mehirdeki hakkından vazgeçmesidir.

Nikah bağı elinde olanda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, kocadır, bu da Hazret-i Ali, İbn Abbâs, Cübeyr b. Mut’im, İbn Müseyyeb, İbn Cübeyr, Mücâhid, Şiireyh, Gabir b. Zeyd, Dahhâk, Muhammed b. Ka’b el - Kurazi, Rebi’ b. Enes, İbn Şübriime, Şâfiî ve Ahmed radıyallahu anhuma ve daha başkalarının görüşleridir.

İkincisi: O velidir, bu da İbn Abbâs, Hasen, Alkam, Tâvûs, Şa’bî, İbrahim ve diğerlerinin görüşüdür.

Üçüncüsü: O bakire kızın babasıdır, bu da İbn Abbâs, Zührî, Süddi ve diğerlerinden rivayet edilmiştir. Birinci görüşe göre, kocanın affetmesi, mehri tam vermesidir. İkinciye göre, velinin affetmesi, kadın kabul etmediği takdirde hakkına dokunmamaktır, bu da İbn Abbâs ile Ebû’ş - Şa’sa’dan rivayet edilmiştir. Üçüncüye göre, kadınların affetmesi dullara, erkeğin affetmesi de bakirenin babasına has olur. Bunu da Zührî demiştir. Birincisi en doğru olanıdır. Çünkü nikah bağı velinin elinden çıkmış kocanın eline geçmiştir. Af ise ancak insanın sahip olduğu şeye denir, velinin affı ise sahip olmadığı bir şeyi affetmektir.

"Aranızdaki üstünlüğü unutmayın": Üstünlük de insanın başkasının malını değil de kendi malını hibe etmesidir.

"Affetmeniz takvaya daha yakındır": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, karı kocaya birlikte hitaptır. İbn Abbâs ile Mukâtil’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: O, yalnız kocaya hitaptır, bunu da Şa’bî demiştir. O, ye ile "ve en yafüve” şeklinde okurdu.

"Aranızdaki üstünlüğü unutmayın": Bu, eşlere hitaptır.

Mücâhid: O da erkeğin mehri tam vermesi, kadının da yarısını terk etmesidir, demiştir.

238

Namazları ve orta namazı muhafaza edin. Huşu ile Allah’ın divanına durun.

"Namazları muhafaza edin": Muhafaza etmek, onlara gayret ve devam etmektir. Salâvat elif lâm ile bilinen namazı çağrıştırır, maksat beş vakit namazdır.

"Orta namazı":

Zeccâc: Bu vav tahsis edici olarak gelince, tahsis ettiği şeyin faziletini gösterir, demiştir, meselâ:

"Ve Cibrile ve Mikale” (Bakara: 98) âyetinde olduğu gibi. Said b. Müseyyeb de: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı orta namazda şöyle idi, dedi ve parmaklarını birbirine geçirdi.

Sonra bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: O, ikindi namazıdır. Müslim, fert hadislerinde Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten rivayetle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: O Ahzab savaşında: Bizi orta namazdan, ikindi namazından alıkoydular, Allah onların mezarlarını ve evlerini ateşle doldursun” demiştir. 43

43 - Buhârî, Cihad, bab, 98; Mağazi, bab, 29; Müslim, Mesacid, hadis no, 202, 206; Ahmed, Müsned, 1/79, 81, 113, 126, 135, 146, 150, 152, 404, 456; Nesâî, Salat, bab, 14; İbn Mâce, Salat, bab, 6

İbn Mes’ûd, Semüre ve Hazret-i Âişe Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den onun ikindi namazı olduğunu rivayet etmişlerdir. 44

44 - İmam Ahmed, Müsned, 1/122; Tirmizî, Cami.

Müslim, fert hadislerinde Bera b. Azib’ten şöyle rivayet etmiştir: "Namazları, orta namazı ve ikindi namazını muhafaza edin âyeti indi, biz de onu Allah’ın dilediği süre kadar okuduk, sonra Allahü teâlâ onu neshetti:

"Namazları ve orta namazı muhafaza edin” âyeti indi. Bu da Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh, İbn Mes’ûd, Übey Ebû Eyyub, İbn Ömer - bir rivâyetinde - Semüre b. Cündeb, Ebû Hureyre, İbn Abbâs - Atıyye rivâyetinde - Ebû Said el - Hudri, Hazret-i Âişe - bir rivayette - Elafsa, Hasen, Said b. Müseyyeb , Said b. Cübeyr, Atâ’ - bir rivayette - Tâvûs, Dahhâk, Nehaî, Ubeyd b. Umeyr, Zir b. Hubeyş, Katâde, Ebû Hanife, Mukâtil ve diğerlerinin görüşüdür. Arkadaşlarımızın mezhebi de böyledir.

İkincisi: O sabah namazıdır, bu da Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali - bir rivayette - Ebû Mûsa, Muaz, Cabir b. Abdullah, Ebû Umame, İbn Ömer - Mücâhid rivâyetinde - Zeyd b. Eslem, İbn Abbâs - Ebû Recâ’ el - Utar idi rivâyetinde -fİkrime, Cabir b. Zeyd, Enes b. Malik, Atâ’, İkrime, Tâvûs - oğlunun rivâyetinde - Abdullah b. Şedda, Mücâhid, Malik ve Şâfiî’den rivayet edilmiştir.

Ebû’l - Âliyye şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı ile birlikte sabah namazını kıldım, onlara

"Orta namaz hangisidir?” dedim. Onlar da: Az önce kıldığın namazdır, dediler.

Üçüncüsü: O öğle namazıdır, bu da İbn Ömer, Zeyd b. Sabit, Üsame b. Zeyd, Ebû Said el - Hudri ve bir rivayette Hazret-i Âişe’den rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O akşam namazıdır, bu da İbn Abbâs ile Kabisa b. Züeyb’ten rivayet edilmiştir. Beşincisi. O yatsı namazıdır, bunu da Ali b. Ahmed en -Neysaburi,

"Tefsir"inde zikretmiştir.

Ortadan da ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O yer itibarı ile namazların ortasıdır.

İkincisi: Miktar bakımından ortasıdır.

Üçüncüsü: Fazilet bakımından ortasıdır. Her şeyin ortası hayırlı ve dengelidir.

"Sizi orta bir ümmet kıldık” (Bakara: 143) âyeti de böyledir. Eğer biz, o fazilet bakımından üstündür dersek, her mezhep kendi görüşünün öyle olduğunu iddia eder. Eğer: O, miktar bakımından üstündür, dersek, o akşam namazıdır, çünkü farzların en azı iki, en çoğu da dört rekattır. Eğer: O yer itibarı ile ortadır, dersek, o ikindidir diyenlerin: Gündüz ondan önce iki namaz vardır, gece de ondan sonra iki namaz vardır, orta namaz odur deme hakları vardır. Kim de: Sabah namazıdır, derse,

İkrime: O, gece ile gündüzün ortasındadır, demiştir.

İbn Enbari de: O gece ile gündüzün ortasıdır, demiştir. Ebû’l - Abbas'tan yani Sa’leb’ten şöyle dediğim işittim: Araplara göre gündüzün başı güneşin doğmasıdır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Buna göre sabah namazı gece namazmdandır. Diyor ki: Başkaları da şöyle demişler: Hayır, o gündüz namazmdandır, çünkü onun ilk vakti oruç vaktinin ilkidir. Diyor ki: Bizce doğrusu şöyle demektir: Katışıksız gecenin sonu şafağın sökmesidir. Katışıksız gündüzün başı da güneşin doğmasıdır. Şafağın sökmesi ile güneşin doğması arasındaki şeye gündüz demek de gece demek de câizdir, çünkü onda karanlık da aydınlık da vardır. Bu her iki görüşü de doğrulayan bir görüştür,

İbn Enbari şöyle demiştir: Kim, orta namaz ikindidir derse, gündüzün ortasıdır demiş olur. Kim de akşam derse, ilk farz olan namazın öğle olduğunu, dolayısıyla akşamın da orta olduğunu söylemiş olur. Kim de: Yatsıdır, derse, kısaltılmayan iki namazın ortasıdır demiş olur.

"Allah’ın divanına huşu ile durun": Burada durup kıyam etmekten maksat, namazda kıyam etmektir. Kunutun manasını da yukarıda açıklamıştık. Burada ondan ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, taattir, bunu da İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid, İbn Cübeyr, Şa’bî, Tâvûs, Dafıhak, Katâde ve diğerleri demiştir.

Üçüncüsü: O, namazda uzun kıyama durmaktır. İbn Ömer, Rebi’ b. Enes ve Atâ’’dan da bu iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O namazda dilini tutup konuşmamaktır. Zeyd b. Erkam şöyle demiştir: Biz namazda konuşurduk, nihayet:

"Allah’ın divanında huşu ile durun” âyeti indi, biz de konuşmamakla emrolunduk. 45

45 - Buhârî, el - Amel fissalat. Bab, 2; Tefsirü Suretil Bakara, bab, 43; Müslim, Mesacid, hadis no, 35; Tirmizî. Mevakit, bab, 180; Tefsirü Suretil Bakara, bab, 33; Ahmed, Müsned, 4/368.

239

Eğer korkarsanız namazı yaya yahut binekli iken kılın. Emin olduğunuz zaman

“bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi” Allah’ı zikredin.

"Eğer korkarsanız yaya/yürüyerek kılın": Yani düşmandan korkarsanız, yaya kılın. Buradaki rical, râcil’in cem’idir, rükban da râkib’in cem’idir. Bu da namaz işinin ciddi olduğunu gösterir. Çünkü her hâl u kârda kılınmasını emretmiştir. Bu âyetin Nisa suresindekinden sonra indiği de söylenmiştir. Çünkü Allahü teâlâ:

"Onların arasında olup da onlara namazı kıldırdığın zaman” (Nisa: 102) âyetinde onlara korku namazını anlatmış, sonra bu:

"Eğer korkarsanız” âyeti inmiştir, yani ondan daha çok korkarsanız, birbirinize kılıç çalarken namazı nasıl kılabilirseniz öyle kılın, demiştir.

Eğer:

"Bu âyet ile İbn Abbâs’ın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den Hendek savaşında öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını güneşin kızıllığı kaybolduktan sonra kıldı, hadisini nasıl cem edersiniz?” denilirse, cevap şöyledir: Ebû Said el - Hudri, bunun:

"Eğer korkarsanız yaya veyahut binekli kılın” âyetinden önce indiğini rivayet etmiştir. Allahü teâlâ Hendek savaşında yapılan şeyin mensuh olduğunu beyan etmiştir.

"Emin olduğunuz zaman Allah’ı zikredin": Bu zikirde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, namazdır, takdiri şöyledir: Emin olduğunuz zaman kıldığınız gibi kılın.

İkincisi: O, Allah’a hamd ü sena etmektir.

240

İçinizden ölüp de geriye eşler bırakanlar, eşleri için evlerinden çıkarılmayarak yılına kadar faydalanmalarını tavsiye etsinler. Eğer çıkarlarsa onların meşru şeylerden kendi başlarına yaptıklarında size günah yoktur. Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

"Sizden ölüp de geriye eşler bırakanlar": İbn Hayyan, bu âyetin Taif halkından Hakim b. el - Haris adında bir adam hakkında indiğini rivayet etmiştir. O, yanında ana babası, karısı ve evlatları olarak Medine’ye hicret etti, yolda öldü. Durum Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e iletildi, bunun üzerine bu âyet indi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de mirasından ana babasına ve evlatlarına verdi, karısına bir şey vermedi, ancak onlara adamın terekesinden bir sene nafakasını vermelerini emretti.

"Vasiyyeten li-ezvâcihim": Ebû Amr, Hamze, İbn Âmir nasb ile

"vasiyyeten"; İbn Kesir, Nâfi ve Kisâi de ref ile "vasiyyetün” okudular. Âsım’dan her iki kıraat rivayet edilmiştir.

Ebû Ali şöyle demiştir: Mensûb okuyanlar fiil takdir etmişler, liyusu vasiyyeten demişler; merfu okuyanlar da iki şey düşünmüşlerdir:

Birincisi: Vasiyet mübteda, ezvacihim de haber kabul edilir.

İkincisi: Vasiyet mübteda haberi de mukadder aleylıimdir. Bundan (ölenden) maksat, ölüme yaklaşan demektir, zira ölene ne emir verilir, ne de bir şeyden men edilir.

"Yılına kadar faydalanmalarını": Yani o kadınların bir yıl nafakasını verin, onları evlerinden çıkarmayın. Bundan maksat; bir yıllık nafaka, giyim ve meskendir.

"Eğer çıkarlarsa": Yani kendi istekleriyle

"size günah yoktur", yani ölünün velilerine.

"Kendi başlarına yaptıkları meşru şeylerde": Bu da evlenme istemeleridir.

Erkeklerden kaldırılan günah nedir? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, kadınlar iddetleri bitmeden çıktıkları takdirde nafakalarını kesmektir.

İkincisi: Çıkmalarına mani olmamaktır, zira bir sene beklemeleri onlara vacip değildi, bu hususta serbest idiler.

Tefsir Âlimleri şöyle demişler: Cahiliye halkından biri öldüğü zaman karısı evde bir sene beklerdi. Ona adamın mirasından nafaka verilirdi. Sene tamam olunca, evinden çıkardı. Yanında bir deve kığı olurdu, onu bir köpeğe atar ve böylece iddetinden çıkardı. Kığıyı atmasının manası: Kocamın ölümünden sonra orada kalmam, benim için şu kığıdan daha değersizdir, demekti. Sonra İslâm geldi, bir yıl beklemelerini bu âyetle onayladı. Sonra bu da Kur’ân'ın nazmına göre daha önce yazılan âyetle neshedildi. O da şudur: İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşleri, kendi başlarına dört ay on gün iddet beklerler.

Kadına vasiyet edilmesi emri, ona verilen mirasla neshedildi.

241

Boşanan kadınlar için usulü dairesinde yararlanma vardır. Bu, müttakilerin üzerine bir haktır.

"Boşanan kadınlar için usulü dairesinde nafakadan yararlanma vardır": Müt’a denen bu yararlanma üzerinde daha önce yeteri kadar söz etmiştik.

242

Allah âyetlerini size böyle açıklar ki, aklınızı çalıştırasınız diye.

"Allah âyetleri size böyle açıklar": Yani daha önce geçen hükümleri açıkladığı gibi.

"Aklınızı çalıştırasınız diye size âyetlerini açıklar": Size açıkladıklarını kullanmakla size akıllı sıfatını vermiştir. Aklın semeresi de doğru şeyleri kullanmaktır, baksanıza, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Allah ancak bilmeden (cahillikle) kötülük yapanların Tevbelerini kabul eder.” (Nisa: 17) Onlara cahil denilmesi, nefsi arzularını hak olduğunu bildikleri şeye tercih etmelerindendir.

243

Binlerce oldukları halde ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: "ölün” dedi; sonra da onları diriltti. Şüphesiz Allah ipsanlara karşı lütuf sahibidir; fakat insanların çoğu bilmezler.

"Yurtlarından çıkanları görmedin mi?": Bunun manası: Bilmedin mi, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bu, hayret tarzında söylenmiştir, meselâ: "Falanın yaptığına bakmıyor musun?” denir.

"Binlerce oldukları halde": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, koalisyon kurarak demektir, bunu İbn Zeyd demiştir.

İkincisi: Ondan b. sayısı kastedilmiştir. Ulema da bu görüştedirler.

Sayıları hakkında da yedi ayrı görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: Onlar dört bin idiler.

İkincisi: Onlar kırki bin idiler. Bu iki görüş İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Doksan b. idiler, bunu da Atâ’ b. Ebi Rebah, demiştir.

Dördüncüsü: Yedi b. idiler, bunu da Ebû Salih, demiştir.

Beşincisi: Otuz b. idiler, bunu da Ebû Mâlik, demiştir.

Altıncısı: Otuz küsur b. idiler, bunu da Süddi, demiştir.

Yedincisi: Sekiz b. idiler, bunu da Mukâtil, demiştir.

Ölümden kaçmalarının manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Taundan kaçtılar, onlara taun (veba) hastalığı gelmişti, bunu Hasen ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Onlara cihad etmeleri emredilmişti, onlarsa ondan kaçmışlardı, bunu da İkrime ile Dahhâk demişlerdir. İbn Abbâs’tan da bu iki görüşün benzeri nakledilmiştir.

Kıssalarına İşaret

Husayn b. Abdurrahman, Hilal b. Yesaf'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: İsrâil oğullarından bir ümmet, içlerinde bir hastalık görüldüğü zaman zenginleri ülke dışına çıkar, fakirleri de orada kalırlardı. Kalanlar öldüler, çıkanlar da kurtuldular. Eşrafları: Biz de onlar gibi kalırsak biz de ölürüz, dediler.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Biz de onlar gibi sefer etsek, biz de kurtuluruz, dediler. Bir sene hep beraber çıkmaya karar verdiler. Hareket ettiler, hepsi de öldüler. Kuru kemik oldular. Ev halkları onları evlerinden ve yollarından süpürdüler. Onlara peygamberlerden biri uğradı: Ya Rabbi, istesen onları diriltirsin, sana ibadet ederler ve sana ibadet edecek evlat doğururlar. Ülkeni imar ederler, dedi. Allahü teâlâ da:

"Bunu yapmamı ister misin?” dedi. O da: Evet, dedi. Kendisine: Şu kelimeleri söyle, denildi. O da söyledi, kemiklere baktı, kümeden çıkıp birbirlerine yaklaşıyorlardı. Sonra ona: Şöyle de, dediler. O da dedi, kemiklere baktı, onların et ve sinirle giydirildiğini gördü. Sonra ona: Şu kelimeyi söyle dediler, onlara baktı, oturmuş Allah’ı tesbih ve takdis ettiklerini gördü. Allah onlar hakkında bu âyeti indirdi. Bu hadis, ölü olarak kaldıkları sürenin uzun olduğunu gösterir. Bazı hadislerde ise yedi veya sekiz gün ölü olarak kaldıkları bildirilmiştir.

Onlar için dua eden peygamber hakkında da iki görüş vardır.

Birincisi: O Hazkıl’dır.

İkincisi: O Şem’un’dur. Eğer: "Nasıl iki defa öldürüldüler, halbuki Allahü teâlâ:

"Ancak ilk ölüm vardır” (Duhan: 56) demiştir?” denilirse, cevap şöyledir: Onların ceza olarak ölmeleri ömürlerini bitirmemişti. Sanki:

"Rüyada ölmüş gibi idiler". (Zümer: 42) Şöyle de denilmiştir: Onların diriltilmesi peygamberlerinin mucizesinden idi. Peygamberlerin mucizeleri de nadir şeylerdir, onlara kıyas olunmaz. Bu durumda:

"Ancak ilk ölüm vardır” kavli, mucizelerden ve nadirattan olmayan durumlar içindir. Bu kıssada Yahudilerin aleyhine delil vardır; çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara görmedikleri ve doğru olduğunu bildikleri bir şeyi haber vermiştir. Ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenlere de delil vardır, onlara da dünyada ölüleri diriltmeyi göstermiştir. Bütün bunları İbn Enbari zikretmiştir.

"Şüphesiz Allah insanlara karşı lütuf sahibidir": Allahü teâlâ onlara lütufta bulunduğunu zikretmekle onların diğer insanlardan üstün olduklarına, fakat az şükrettiklerine dikkat çekmiştir.

244

Allah yolunda savaşın. Bilin ki, şüphesiz Allah hakkıyle işiticı, kemaliyle bilicidir.

"Allah yolunda savaşın":

Muhatapların kimler olduğu hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Allah’ın öldürdüğü, sonra da dirilttiği kimselerdir, bunu Dahhâk, demiştir.

İkincisi: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetine hitaptır, manası da: Ötekilerin kaçtığı gibi sizler de ölümden kaçmayın, kaçmak size fayda vermez, demektir.

"Bilin ki, Allah işiticidir” sözlerinizi,

"bilicidir” kalplerinizin içinde saklı olanları.

245

Kimdir o ki, Allah’a güzel bir ödünç versin de Allah da onu kendisi için birçok katlasın. Allah daraltır ve genişletir. Ancak O’na döndürüleceksiniz. '

"Kimdir o ki, Allah’a güzel bir ödünç (karz) versin":

Zeccâc şöyle demiştir: Aslında karz bir kimsenin karşılığım görmek için verdiği veya yaptığı şeydir. Bunun da lügatte aslı kesmektir, mikraz (makas) da ondan alınmıştır. Akraztuhu’nun manası: Bana karşılığını vermesi için ona bir şey kesip verdim demektir.

Eğer: "Sadakaya karz demenin münasebeti nedir?” denirse, cevap üç türlüdür:

Birincisi: Çünkü bu karzın da karşılığı vardır.

İkincisi: Çünkü ödenmesi kıyamet gününe bırakılmıştır.

Üçüncüsü: Sevabım pekiştirmek için, çünkü ne zaman karz (ödünç) olursa mutlaka karşılığı olur. Yahudiler ise bunu anlamadılar:

"Allah bizden ödünç mü istiyor?” dediler. Müslümanlar ise Allah'ın va’dine güvendiler ve onu yerine getirmeye koştular.

İbn Mes’ûd şöyle anlatmıştır: Bu âyet inince Ebuddehdah:

"Allah bizden ödünç mü istiyor?” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de: Evet, dedi. O da:

"Bana elini ver, ben hurma bahçemi Rabbime ödünç verdim, dedi. 45

45 - Heysemi, Mecmau'z - Zevaid, 6/321; 9/324.

Bahçesinde de altı yüz hurma ağacı vardı. Sonra bahçeye geldi, karısına: Ey Dehdah’ın annesi, bahçeden çık, ben onu Rabbime ödünç verdim, dedi. Hadisin bir varyantı da şöyledir: Çocuklarının yanına gitti, ağızlarındaki hurmaları çıkardı, eteklerindekini de silkeledi. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: "Cennette Ebuddehdah için nice büyük salkımlar vardır!” dedi.

Güzel ödüncün manası hakkında da altı görüş vardır:

Birincisi: Allah için ihlaslı yapılandır, bunu Dahhâk demiştir.

İkincisi: Gönül hoşluğu ile verilendir, bunu da Mukâtil demiştir.

Üçüncüsü: Helâl olmaktır, bunu İbn Mübarek demiştir.

Dördüncüsü: Sevabını Allah'tan ummaktır.

Beşincisi: Arkasından eziyet edip başa kakalamaktır.

Altıncısı: En iyi mallarından olmaktır.

"Feyudaifehu lehu": Ebû Amr fe merfu olarak elifle "feyudaifehu

"okumuştur. Kur’ân'ın her tarafında bu kelimeyi böyle okumuş, ancak Ahzab suresindeki

"yudif leha dıfeyn” okumuştur. Nâfi, Hamze ve Kisâi de bütün bunları fenin refi ve elifle okumuşlardır. İbn Kesir ise Kur’ân'ın her yerinde fenin refi ve elifsiz olarak okumuştur. İbn Âmir de Kur’ân'ın her yerinde şeddeli olarak elifsiz "feyuda’ifehu” okumuş, Âsım da Kur’ân'ın her tarafında fenin mensûb oluşunda ona katılmış, ancak elifle (feyudaifehu” okumuştur.

Ebû Ali şöyle demiştir: “Ref “ in iki gerekçesi vardır:

Birincisi: Sıla cümlesi olan yukridu’nun üzerine atfedilmesidir.

İkincisi: Yeni cümle başı olmasıdır. Mensûb okuyanlar da manayı dikkate almışlardır, çünkü mana,

"eyekunu karzun?” şeklindedir, "feyudaifehu’yu da onun üzerine atfeder. Daafe ile Da’afe’nin manası birdir: Bir şeyi iki veya daha çok kat artırmaktır.

Çok çok artırmada da iki görüş vardır:

Birincisi: Sayısı belirsiz demektir, bunu İbn Abbâs ile Süddi demişlerdir. Ebû Osman en - Nehdi de Ebû Hureyre’den: Şüphesiz Allah bir tek iyiliği iki milyon kez katlar demiş ve bu âyeti okumuştur. Sonra da Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den

"Allah iyiliği iki milyon defa katlar” dediğini işittim, demiştir.

İkincisi: Onun miktarı bellidir, çünkü her dirhem yedi yüz kattır. Nitekim ondan sonraki âyette zikredilmiştir. Bunu İbn Zeyd demiştir.

"Allahu yakbidu ve yebsut": İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, sin ile

"yebsütu” ve "bestah” okumuşlardır, Nâfi ise bu ikisini sad ile okumuştur.

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Dilediğinin rızkını daraltır, dilediğininkini de bollaştırır, demektir, bunu İbn Abbâs, Hasen ve İbn Zeyd demişlerdir.

İkincisi: Dilediğinin elini kendi yolunda harcamaktan tutar, engel olur ve dilediğinin de elini harcamada açar demektir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki ile diğerleri demiştir.

246

Mûsa’dan sonra İsrâil oğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, peygamberlerine:

"Bize bir Kral gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O da: "Size savaş yazılırsa, savaşmamanız sizden beklenir mi?” demişti. Onlar da: "Neden Allah yolunda savaşmayalım ki, yurtlarımızdan ve oğullarımızdan çıkarılmışızdır” dediler. Savaş onlara yazılınca, içlerinden azı müstesna olmak üzere ondan yüz çevirdilet Allah o zâlimleri çok iyi bilmektedir.

"Elemtere ilel melei min beni İsrâîle":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Mele': Kur’ân’ın her yerinde içinde kadın bulunmayan erkekler topluluğu için denilmiştir. Kavm, nefer ve raht kelimeleri de öyledir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mele’: İleri gelenler ve fikir sahibi olanlardır. Onlara mele’ denilmesi, ihtiyaç duyulan şeylerle dolu olmalarındandır.

Peygamberleri hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, Şemvü’dir, bunu İbn Abbâs ile Vehb demişlerdir.

İkincisi: O, Yuşa b. Nun’dur, bunu da Katâde demiştir.

Üçüncüsü: Noktasız sin ile Sem’un denilen bir peygamberdir, annesi ona bu ismi vermişti. Çünkü kendisine bir oğlan çocuğu vermesi için Allah’a dua etti, duası kabul olundu, o da ona bu ismi verdi. Bu Süddi’nin görüşüdür.

Bir kral istemelerinin sebebi de düşmanlarının onları mağlup etmesidir.

"Nukatil": Cumhûr nun ve cezimle böyle okumuştur. İbn Ebi Able de ye ile merfu

"yukatilü” okumuştur. Zamiri de Krala râcîdir.

"Hel aseytüm": Cumhûr “sîn” in fethesi ile okumuştur. Nâfi de burada “sîn” in fethası ile okumuş; Muhammed suresindekinde ise iki lügat vardır.

"Eğer size savaş yazılırsa": Yani farz kılınırsa demektir.

"Belki savaşmazsınız": Yani korkaklık edersiniz, demektir.

"Yurtlarımızdan çıkarılmış bulunuyoruz": Yani bazımız çıkarılmıştır, onlar da esir edilip ezilenlerdir. Lâfzın zahiri umumidir, manası ise hususidir.

"Eğer yüz çevirirlerse": Yani cihattan.

"Pek azları müstesna": Bunlar da ırmağı geçenlerdir. Bunlar az sonra anlatılacaktır.

247

Peygamberleri onlara:

"Allah size Tâlut’u Kral gönderdi” dedi. Onlar da:

"O üzerimize nasıl kral olur ki, biz krallığa ondan daha layıkız. Hem ona bolca mal da verilmiş değildir” dediler. Peygamberleri onlara: "Şüphesiz Allah onu size seçti ve ona ilimde ve vücutta bir üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah’ın rahmeti geniş, her şeyi bilendir” dedi.

"Peygamberleri onlara,

"Allah size Tâlut’u kral olarak gönderdi", dedi": Tefsirciler şöyle anlatmışlardır: İsrâil oğullarının peygamberi Allah’tan kendilerine bir kral göndermesini istedi; kendisine bir asa ile içinde yağ bulunan bir boynuz verildi ve ona: Size kral olacak arkadaşınızın boyu bu asa uzunluğundadır. Sana ne zaman bir adam gelir de bu yağı koklarsa, o kraldır. Onun başına yağ sür ve onu İsrâil oğullarına kral yap, denildi. Herkes kendini o asa ilç ölçtü, kimse o boyda çıkmadı.

İkrime şöyle demiştir: Tâlut saka idi, merkebinin üzerinde su dağıtırdı. Merkebi kayboldu, onu aramaya çıktı.

Vehb de şöyle demiştir: Hayır o, deri işleyen bir tabaktı. Babasının merkepleri kayboldu, bir adamı ile beraber onları aramaya gönderdi. Onlar Peygamber Şemvü’in evine uğradılar; yitiklerini sormak için içeri girdiler. Tâlut yağı kokladı; Şemvil de kalkıp Tâlut'un boyunu asa ile ölçtü. Tam o boyda idi. Ona yağ sürdü, sonra ona: Sen İsrâil oğullarının kralısın, dedi. Tâlut da: Bilmez misin, benim kabilem İsrâil oğulları kabilelerinin en düşüğüdür, evim de onların evlerinin en bayağısıdır, dedi. O da: Evet, dedi. Tâlut da:

"İşareti nedir?” dedi. O da: İşareti şudur ki, döndüğün zaman baban eşeklerini bulmuş olacaktır, dedi ve dediği gibi de oldu.

Zeccâc şöyle demiştir: Tâlut, Câlut ve Dâvud gayri munsariflerdir, çünkü onlar yabancı isimlerdir ve marifedirler. Onlar da tarif ile ucmelik birleşmiştir.

"Mülk onun nasıl olur?” kavlinin manası: O hangi nedenle bize kral olur, demektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Böyle demeleri şunun içindi; çünkü İsrâil oğulları iki büyük kabileye ayrılmıştı; birinde peygamberlik, diğerinde krallık vardı. O ise hiçbirinden değildi.

Katâde şöyle demiştir: Peygamberlik Lavi oğullarında, krallık da Yahuda oğullarında idi.

"Ona bol mal verilmemiştir": Yani kral olacak kadar mülke sahip değildir.

"Kale innallahe’stafahu aleyküm": İstafahu: Seçti manasınadır, safvet’ten ifteala veznindedir. Besta, genişlik manasınadır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: O: Besattüşşey’e kavlinden gelir ki, dürülü bir şeyi açmak ve yaymaktır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Tâlut İsrâil oğulları içinde savaş tekniğini en bilen kimseydi, Boyu poşu ile de erişilmez biriydi.

Bu, krallıktan önce de mi böyle idi, yoksa kral olduktan sonra mı oldu? Bunda daıki görüş vardır:

Birincisi: Krallıktan önce de öyle idi, bunu Vehb ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Kral olduktan sonra oldu, bunu da İbn Zeyd demiştir. Vücudunun iri olmasından maksat, kuvvet üstünlüğüdür, çünkü vücut ne kadar iri olursa, kuvvet de o kadar fazla olur. Vâs’i ise, zengin demektir.

248

Peygamberleri onlara: Onun krallığının alâmeti size tabut’un gelmesidir ki, onun içinde Rabbinizden bir sükûnet ve Mûsa hanedanının, Harun ailesinin bıraktığı şeylerden bir kalıntı vardır. Onu melekler taşıyacaktır. Şüphesiz bunda eğer mü’min kimseler iseniz sizin için bir ibret vardır, dedi.

"Ve kale lehüm inne ayete mülkihi": Âyet: Alâmet manasınadır, buna göre manası: Allah’ın onu kral yapmasının alâmeti

"size tabutun gelmesidir", bu söz mecazdır, çünkü tabut getirilir; gelmez.

"İş azmettiği zaman” kavli de böyledir. Bu gibi şeylerin câiz olması, karışık olmamasındandır. Nitekim bunu:,

"Ticaretleri kâr etmedi” (Bakara: 16) âyetinde açıklamıştık.

İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan şöyle rivayet edilmiştir: Onlar peygamberlerine: Eğer doğru isen bize onun kral olacağına dair bir işaret göster, dediler. O da onlara bunu dedi.

Vehb de şöyle demiştir: Onları serbest bıraktı ve:

"Hangi işareti istiyorsunuz?” dedi. Onlar da Tabut bize geri gelsin, dediler.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Tabut şimşir ağacından idi, üzerinde altın kaplama vardı. Peygamberler savaşa gittikleri zaman yanlarında götürür, önlerine kor ve onunla yardım isterlerdi. Onda sekine vardı.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Üçe iki arşın boyutunda idi.

Mukâtil de şöyle demiştir: İsrâil oğulları tefrikaya düşüp de peygamberlere isyan edince, Allah onlara düşmanlarını Mûsallat etti ve onları yendiler.

Sekine hakkında da yedi görüş vardır:

Birincisi: O uğultulu bir rüzgardır, insan yüzü gibi yüzü vardır. Bunu Ebû’l - Ahvas, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten rivayet etmiştir.

İkincisi: O kedi büyüklüğünde bir hayvandır, ışık saçan gözleri vardır, iki ordu karşılaştığı zaman elini çıkarır, onlara bakardı. Ordu da korkusundan yenilirdi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Mücâhid de: Sekinenin kedi gibi bir başı ve iki kanadı vardır, demiştir.

Üçüncüsü: O cennetten gelen bir tastır, onda peygamberlerin kalpleri yıkanırdı. Bunu Ebû Mâlik, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O Allah’ın konuşan bir ruhudur, bir şeyde ihtilafa düştükleri zaman onlara konuşur ve onlara istedikleri şeyi açıklardı. Bunu da Abdüssamed b. Makıl, Vehb b. Münebbih'ten rivayet etmiştir.

Beşincisi: Sekînet onların bildikleri âyetlerdir, onda huzur bulurlardı. Bunu İbn Cüreyc, Atâ’ b. Ebi Rebah'tan rivayet etmiştir.

Zeccâc da bu görüşü kabul etmiş ve: Sekine sükundan gelir, manası da: Size geldiği zaman içinde huzur bulacağınız şey var, demektir.

Altıncısı: Burada sekînetin manası, vakardır. Bunu da Ma’mer, Katâde’den rivayet etmiştir.

Yedincisi: Sekinet rahmet demektir, bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir.

"Kalıntı” hakkında da dokuz görüş vardır:

Birincisi: O Mûsa attığı zaman Tevrat levhalarının kırıntıları ile asasıdır. Bunu İbn Abbâs, Katâde ve Süddi demişlerdir.

İkincisi: O levhaların kırıntılarıdır, bunu da İkrime demiş ve asadan bahsetmemiştir. Şöyle de denilmiştir: Mûsa’nın tabutu alması onda levha kırıntılarını saklamak içindi.

Üçüncüsü: O, Mûsa'nın asası ile sekinettir, bunu da Vehb demiştir.

Dördüncüsü: Mûsa’nın asası, Harun’un asası, elbiseleri, Tevrat’tan iki levha ve kudret helvasıdır. Bunu da Ebû Salih demiştir.

Beşincisi: Kalıntı; ilim ve Tevrat’tır. Bunu da Mücâhid ile Atâ’ b. Ebi Rebah demişlerdir.

Altıncısı: O; levha kırıkları, altın bir tas içinde bir ölçek kudret helvası, Mûsa’nın asası ve sarığıdır. Bunu Mukâtil, demiştir.

Yedincisi: O bir ölçek kudret helvası ile levha kırıklarıdır. Bunu da Sevri, bazı Âlimlerden nakletmiştir.

Sekizincisi: O Mûsa’nın asası ile ayakkabısıdır, bunu da Sevri bazı ilim adamlarından aktarmıştır.

Dokuzuncusu: Kalıntıdan maksat, Allah yolunda cihattır, onlara bu emredilmişti. Bunu da Dahhâk demiştir.

Mûsa hanedanından ve Harun ailesinden maksat da Mûsa ile Harun’dur. Ebû Ubeyde şu beyiti delil getirmiştir:

Dostlar öldükten sonra hiçbir ölüye ağlama:

Ali, Abbas ve Ebû Bekir ailesi.

Maksat Ebû Bekir’in kendisidir.

"Tahmiluhul melâiketü": Cumhûr-ı kurra, te ile

"tahmilühu” okumuş; Hasen, Mücâhid ve A’meş de ya ile

"yahmiluhu” okumuşlardır.

Meleklerin onu taşıyıp kendilerine getirdiği mahal hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O İsrâil oğullarından çıktığı andan itibaren onu melekler yerle gök arasında taşırlardı, bunu Hasen, demiştir.

İkincisi: O yeryüzünde idi.

O nerede idi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O Amalikalıların elinde idi, onu yere gömmüşlerdi.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Tabut’u Câlut’un adamları alıp onu çöplüklerine gömdüler. Basur hastalığına yakalanıp helak oldular. Sonra onu başka bir şehir halkı aldı, onların da başı beladan kurtulmadı, onlar da helak oldular. Sonra onu başkaları alıp aynı şekilde helak oldular. Böylece beş şehir helak oldu. Onu çıkarıp iki sığıra yüklediler, onu İsrâil oğullarına doğru çevirdiler, melekler de onları sürdü.

İkincisi: O Tih çölünde idi. Onu orada Yuşa b. Nun bırakmıştı, melekler getirinceye kadar yerini bilemediler, bunu da Katâde demiştir.

Meleklerin onu nasıl getirdiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu bizzat kendileri getirdiler.

Vehb şöyle demiştir: Peygamberlerine: Bize geleceği vakti tayin et, dediler. O da: Sabah vakti, gelir, dedi. O gece uyumadılar, melekler de onu şafakla beraber getirdiler. Onu yerle gök arasında taşıyan meleklerin hışırtısını işittiler.

İkincisi: Onu melekler iki öküzün çektiği bir araba ile getirdiler, bunu da Vehb demiştir. Birinci görüşe göre mana: Melekler onu nakleder, taşırlar demektir. İkinciye göre de mana şöyle olur: Melekler onu taşımaya sebep olurlar.

Zeccâc şöyle demiştir: Lügat itibarı ile taşımasına sebep olduğun şeyi, taşıdım demek câizdir.

"Şüphesiz bunda sizin için bir âyet vardır": Yani Tâlut’un krallığını gösteren bir alâmet vardır, demektir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Tabut onlara gelince krallığını kabul ettiler ve çıkmak için hazırlandılar. Hemen ona itâate koştular ve onunla beraber çıktılar. İşte Allahü teâlâ’nın şu âyeti bunu anlatmaktadır:

249

Tâlut ordusu ile ayrılınca: "Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla sulayacaktır. Binaenaleyh kim ondan içerse, benden değildir. Kim ondan tatmazsa, o bendendir; ancak eliyle bir avuç alanlar hariç dedi. Derken pek azı hariç ondan içtiler. Onu kendisi ve onunla beraber iman edenler geçince,

"bugün bizim Câlut’a ve ordusuna dayanacak gücümüz yoktur” dediler. Allah’a kavuşacaklarını düşünenler ise. "Nice az bir topluluk Allah’ın izni ile çok topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir” dediler.

"Tâlut ordusu ile ayrılınca": Yani çıkıp da görününce, demektir.

Kendisiyle beraber çıkanların sayısında da üç görüş vardır:

Birincisi: Yetmiş b. kişi idiler, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Seksen b. kişi idiler, bunu da İkrime ile Süddi, demişlerdir.

Üçüncüsü: Yüz b. kişi idiler, bunu da Mukâtil demiştir. Dedi: Şiddetli bir sıcakta yürüdüler, Allah onları bir nehirle ibtila etti, ibtila imtihan etmektir.

Nehir kelimesinde iki lügat vardır:

Birincisi: Henin harekesiyledir ki, cumhûrun kıraatidir.

İkincisi: Henin sükunu iledir ki, Hasen ile Mücâhid öyle okumuşlardır.

Bu nehir hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Filistin nehridir, bunu İbn Abbâs ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Ürdün’le Filistin arasında bir nehirdir, bunu da İkrime, Katâde ve Rebi’ b. Enes, demişlerdir.

Denenmelerindeki hikmet de Tâlut'un onlardan savaşmak niyetinde olanlarla olmayanları bilmesidir.

"Benden değildir": Yani benim arkadaşlarımdan.

"İlla meniğterefe ğurfeten biyedih": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, ğaynin fethasiyle "ğarfeten” okumuşlardır. İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi de zammesiyle "ğurfeten” okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir: Ğayni meftuh okuyanlar, eliyle bir defa almayı, mazmum okuyanlar da el dolusu almayı kastetmişlerdir.

Mukâtil de: Ğurfe o kadar idi ki, ondan adam, hayvanı ve hizmetçileri içer, kırbasını da doldururdu, demiştir. Bazı müfessirler de: Ondan el avucunu değil de kırba veya testi veya benzeri ile bir defa almayı kastetmiştir, demişlerdir.

Ancak bir avuç içen azınlığın sayısında da iki görüş halinde ihtilaf edilmiştir:

Birincisi: Onlar dört b. kişi idiler, bunu İkrime ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Üç yüz on üç kişi idiler, doğrusu da bu dur. Çünkü rivayete göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Bedir savaşında ashabına: Siz Câlut’lâ karşılaştığı zaman Tâlut’un arkadaşları kadarsınız, demiştir. O gün üç yüz on üç kişi idiler.

"Bizim gücümüz yoktur": Takatimiz yoktur, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Etaktüşşey’e itakaten ve takaten ve tavkan denir, eta’tuhu itaeten ve taaten ve tav’an dediğin gibi.

Bu sözü söyleyenler hakkında da üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onlar bir avuçtan daha çok içenlerdir, çünkü onlar çekip gittiler, savaşa katılmadılar. Şüpheci ve münafık kimseler idiler. Bunu İbn Abbâs ile Süddi, demiştir.

İkincisi: onlar basiretleri kıt olan mü’minlerdir, bunu da Hasan, Katâde ve İbn Zeyd demişlerdir.

Üçüncüsü: O, kendisiyle beraber nehri geçenlerin sözüdür. Bunu da az olduklarını gördükleri zaman demişlerdir. Zeccâc’ın tercihi de budur.

"Zannedenler dediler ki,": Bu zan hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, yakîn manasınadır, bunu Süddi ve diğerleri demiştir.

İkincisi: O tereddüt manasına olan zandır. Çünkü o kavim, sayılarının azlığından dolayı öldürüleceklerini ve Allah'ın huzuruna çıkacaklarını vehmetmişlerdi, bunu da Zeccâc ve diğerleri demişlerdir.

Bu zannı ileri sürenlerin sayıları hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar üç yüz on üç kişi idiler, dönenlere: Nice az topluluk vardır ki, çok topluluğa galip gelmişlerdir, dediler. Bunu Süddi, demiştir.

İkincisi: Onlar azim ve fazilet sahibi üç yüz on üç kişi idiler. "Fiet": Fırka ve grup manasınadır,

Zeccâc şöyle demiştir: Onlara fiet denmesi, feevtü re’sehu bilasa ve feeytuhu kavlinden gelir ki, başım sopa ile yardım demektir.

"Allah’ın izniyle": Hasen Basri: Yardımıyla, demiştir.

"Allah sabredenlerle beraberdir": Yardım ve desteği ile onlarla beraberdir.

250

Câlut ve arkadaşlarına karşı çıkınca: "Rabbimiz, üzerimize sabır aktar ve ayaklarımızı kaydırma. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” dediler.

Ve lemma berezu : Beraz yere çıkınca, o görünen ve düz yer, demektir.

"Efriğ": Dök, aktar demektir.

"Ayaklarımıza sebat ver": Yani ayaklarımıza sebat vermek için kalplerimizi kuvvetlendir, demektir. Ayaklar ancak kalpler kuvvetli olduğu zaman sebat eder.

Mukâtil: Câlut ve askerleri putlara tapardı, demiştir.

251

Derken Allah'ın izni ile onları yendiler. Davut, Câlut’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi. Dilediğinden ona öğretti. Allah kimilerini kimileri ile önlemese idi, yeryüzü elbette bozulurdu. Fakat Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.

"Fehezemûhüm": Onları, kırdılar, püskürttüler, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Aslında hezm bir şeyi kırmak ve üst üste katlamaktır. Sekaün münhezimün ve mühezzemün denir ki, kurumuş ve katlanmış su kırbası demektir. Kasabun münhezimün de kırılmış ve parçalanmış kamıştır. Araplar: Hezemtü alâ Zeydin derler ki, ona doğru döndüm, demektir.

Şair de şöyle demiştir:

Ey Malik’in kızı, sana döndüm,

Sen de bana nimetinle cömertlik ve ihsan et.

Semi’tü hezmererra’di denir ki: Çatlayarak ses çıkaran gök gürültüsünü işittim, demektir.

Dâvud, Allah'ın peygamberi ve Süleyman’ın babasıdır. Yabancı bir isimdir. Şöyle denilmiştir: Dâvud’un kardeşleri Tâlut’un yanında idiler, Dâvud onlara bakmaya gitti, taşlar ona: Beni al, beni al, diye seslendi. O da onları aldı, Tâlut’a geldi: "Câlut’u öldürürsem bana ne verirsin?” dedi. O da: Mülkümün üçte birini veririm ve kızımı sana nikahlarım, dedi. O da Câlut’u öldürdü.

"Allah ona mülk verdi": Yani Dâvud’a Tâlut’un mülkünü verdi. Burada

"hikmetten” ne kastedildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: O peygamberliktir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Zebur’dur, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Ona dilediği şeylerden öğretti": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Zırh yapmaktır.

İkincisi: Zebur’dur.

Üçüncüsü: Kuşdilidir.

"Velevla defullahinnase ba’daham biba’dın": Cumhûr, burada ve Hac suresinde elifsiz olarak

"defullahi” okumuştur. Nâfi, Yakub ve Eban da her iki yerde elifle “velevla difau” okumuşlardır.

Ebû Ali: Her iki mana da birbirine yakındır, demiştir. Şair de şöyle demiştir:

Onları savunmaya hırs gösterdim,

Bir de baktım ki, ölüm geldi, defedilmiyor.

Kelâmın manası hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onun manası: Eğer Allah kendine itâat edenleri kendine isyan edenlere karşı müdafaa etmeseydi, demek olur. Meselâ Tâlut’tan ayrılanları ona itâat edenlerle def etmesi gibi. Eğer böyle olmasa idi asiler derhal azap ile helak olurlardı. Bunu Mücâhid demiştir.

İkincisi: Manası şöyledir: Eğer Allah Müslümanlar sayesinde müşrikleri def etmese idi, müşrikler yeryüzüne hakim olurlar, Müslümanları öldürürler ve mescitleri yıkarlardı. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Yeryüzü bozulurdu” kelâmının manası da: Halkı helak olurdu, demektir.

252

Bunlar Allah’ın âyetleridir? onları sana hak olarak okuyoruz. Ve şüphesiz sen gönderilen elçilerdensin.

"Bunlar Allah’ın âyetleridir; onları sana okuyoruz": Yani sana öncekilerin haberlerini aktarıyoruz.

"Ve sen şüphesiz elçilerdensin": Senin hükmün de onların hükmü gibidir; binaenaleyh seni kim tasdik ederse, onun yolu öncekileri tasdik edenin yolu gibidir, sana asi olanların yolu da onlara asi olanların yolu gibidir.

253

İşte o elçilerin kimilerini kimilerine üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya mucizeler verdik ve onu Ruhu’l - Kuds ile destekledik. Allah dileseydi onların ardından kendilerine açık deliller gelenler birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler; onlardan kimileri iman etti, kimileri de inkâr etti. Eğer Allah dilese idi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapar.

"Onlardan kimileri ile Allah konuştu": Yani Mûsa aleyhisselam ile. Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Nehik ve İbn Semeyfa, kelleme’yi lâm şeddesiz ve elifle "kaleme” ve Allah ismini de mensûb olarak okumuşlardır.

"Kimilerini derecelerle yükseltti": Bundan kim kastedildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Dereceleri yükseltilen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Çünkü o, bütün insanlara gönderilmiştir. Diğerleri ise özel olarak kendi ümmetine gönderilmiştir. Bu Mücâhid’in görüşüdür.

İkincisi: Allah kimilerini verdiği şeylerle üstün kılmıştır. Bu da Mukâtil’in görüşüdür.

İbn Cerir Taberî şöyle demiştir:

"Derecat": derece’nin çoğuludur, o da mertebe demektir. Bunun da aslı merdivenin ayak ve basamaklarıdır, sonra mevki ve mertebelerin yükselmesinde kullanılmıştır.

"Beyyinat” ile "Ruhu’l - Kuds"ün tefsiri de yukarıda geçmiştir.

"Eğer Allah dileseydi onların ardından birbirlerini öldürmezlerdi": Yani peygamberlerin ardından.

Katâde: Mûsa ile İsa aleyhimesselamların ardından, demiştir. Mukâtil de ikisinin arasında b. peygamber vardır, demiştir.

"Fakat ayrılığa düştüler": Yani ümmetler.

254

Ey iman edenler, onda ne alışveriş ne dostluk ne de şefaatin olmadığı gün gelmeden önce size rızık ettiklerimizden Allah yolunda harcayın. Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir.

"Ey iman edenler, size rızık ettiklerimizden Allah yolunda harcayın": Bu âyet, sadakalara ve hayır yollarına infak etmeye teşvik etmektedir. Hasen de: Farz olan zekâtı irade etmiştir, demiştir.

"O gün gelmeden": Yani kıyamet günü.

"Lâ bey’un": İbn Kesir ile Ebû Amr: "Labey’a fihi vela hullete vela şefaate” şeklinde nasb ile tenvinsiz olarak okumuşlardır. İbrahim suresindeki "lâ bey’a fih", Tûr suresindeki "lalağve fiha vela te’sime"yi de böyle okumuşlardır. Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, bütün bunları merfu olarak tenvinle okumuşlardır.

İbn Abbâs: Onda fidye yoktur, demiştir. Alışveriş denilmesi onda karşılık ve bedel alma olmasındandır. Hülle: Dostluk demektir. O günde bu şeylerin olmaması, kâfirlere nispetledir, çünkü bunlar onlara fayda vermez. Bunun içindir ki: Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir, demiştir.

255

Allah öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Gerçek hayat sahibidir, her şeyi ayakta tutandır. Onu ne uyuklama ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmadan O’nun yanında kim şefaat edebilir? O kulların önlerindekini ve arkalarındakini bilir. O’nun dilediğinden başka O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları korumak O’na ağır gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.

"Allah öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur, hay ve kayyumdur": Müslim, Sahih’inde şöyle rivayet etmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Übey b. Ka’b’e:

"Ey Münzir’in babası, Allah’ın kitabında en büyük âyet hangisidir?” dedi. O da: Allahü lâilâhe illâ hüvel hayyül kayyum, dedi. Übey diyor ki: Efendimiz göğsüme vurdu ve: Ey Münzir’in babası, ilmin mübarek olsun!” dedi. 46

46 - Müslim, Müsafirin, hadis no, 258; Ebû Dâvud, Vitr, bab, 17; Ahmed, Müsned, 5/142.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Kayyum: Varlık sıfatıyla nitelenmesi doğru olduğu için yerinden ayrılmayan demektir. Öyle ki, onun herhangi bir şekilde değişmesi câiz değildir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kayyum: Mahlukatın işlerini idare eden demektir.

Hattâbî de şöyle demiştir: Kayyum: Daima var olup zeval bulmayandır. "Feyul” veznindedir, kıyam kökünden gelmektedir. Bir şeyin üzerinde titizlikle durmak için sıfattır. Her şeyi koruyana denir. Kum bişşey de: Bir şeyi koruyup ıslah etmektir. "Kayyum"da üç lügat vardı: Kayyum, cumhûr böyle okumuştur. Kayam: Ömer b. Hattab, İbn Mes’ûd, İbn Ebi Able, A’meş böyle okumuşlar. Kayyim: Ebû Rezin ile Alkame de böyle okumuşlardır.

İbn Enbari de: İbn Mes’ûd’un mushafında da böyle yazılıdır, demiştir. Ve şöyle demiştir: Kayyum’un aslı kayvumdur; vav ile birleşip de önceki sakin olunca şeddeli ye’ye dönüştüler. Kayyam’ın aslı da kavvammdır,

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar fa’al veznini fey’al’a çevirirler; meselâ savvağ yerine sayyağ derler. "Sine” ise uyuklama manasınadır, vesnan da o kökten gelir, uyuklayan demektir. İbn Rakka’ şöyle demiştir:

Sanki ona kadınlar arasında

Ceylan gözünü ödünç vermiştir.

Uykusuzluk canına kastetmiş, gözlerini kapatmıştır.

Gözlerinde uyuklama vardır, fakat uyumuyor.

"Lehu mafissemavati vema filard": Bazı Âlimler şöyle demişler: Çoğul sigasıyle aradin dememesi, daha önce semavat geçmesindendir, O nedenle tekrar cemi kullanılmamıştır, "Ve cealezzulumati vennur” da öyledir, çoğul sigasıyle envar, dememiştir.

"O'nun izni olmadan O’nun yanında kim şefaat edebilir?": Bu, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın diye putlara tapıyoruz, diyenlere reddiyedir. (Zümer: 3)

"Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir": Kelâmın zahirinden bunun bütün mahlukat için genel olduğu anlaşılır. Mukâtil ise: Bunlardan maksat meleklerdir, demiştir.

"önlerindekinden ve arkalarındakinden” ne kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Önlerindeki ahiret işleridir, arkalarındaki de dünya işleridir. Bu da İbn Abbâs ile Katâde’deö' rivayet edilmiştir.

İkincisi: önlerindeki dünyadır, arkalarındaki de ahirettir. Bunu da Süddi şeyhlerinden, Mücâhid, İbn Cüreyc ve Hakem b. Uteybe demişlerdir.

Üçüncüsü: önlerindeki yaratılmalarından önce olanlar, arkalarındaki de yaratıldıkdan sonra olanlardır. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Bir şey kavrayamazlar": Leys şöyle demiştir: Bir şeyi ele geçiren veya en ilerisini bilene: Onu kavradı, denir. Burada ilimden maksat, malumat, yani bilinen şeylerdir.

"Kürsüsü kaplamıştır": Yani taşır ve takat getirir. Kürsüden ne murat edildiğinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O yedi kat göklerin üstünde ve Arş’in altında bir kürsüdür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: Yedi kat gökler, kürsüye nispetle çöle atılmış küçük bir halka gibidir, demiştir. Bu, Atâ’ rivâyetinde İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: Kürsüden maksat Allahü teâlâ’nın ilmidir. Bunu da İbn Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Kürsü Arş’tir, bunu da Hasen demiştir.

"Vela yeuduhu": O'na ağır gelmez, demektir. Âdehuşşeyü yeuduhu eveden ve iyaden, denir ki, ağır gelmektir. Bu İbn Abbâs, Katâde ve bir grup müfessirin görüşüdür.

"Aliyy": Yüce ve ezici demektir. "Fail", "fâil” manasındadır. Hattâbî şöyle demiştir: Bunun alâ yalu fehüve alin’den gelmesi de câizdir.

"Er - Rahman alel arşisteva” (Taha: 5) âyetinde olduğu gibi. O zaman şeref ve asalet yüceliğinden olur. Çekimi de: Aliye ya’lâ alaen şeklinde olur.

"Azim"in manası da:

Azamet ve celal sahibi demektir. Allahü teâlâ hakkında azimlik, şanının yüceliğine ve kadrinin büyüklüğüne dönüktür. Yoksa cisimlerdeki irilik manasına değildir.

256

Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık kim tağutu ikrar ederse, kopması olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyle işiten, kemaliyle bilendir.

"Dinde zorlama yoktur": Sebeb-i nüzulü için dört görüş vardır:

Birincisi: Ensar kadınının cahiliye devrinde çocuğu yaşamadığı zaman ant içer: Eğer yaşarsa onu Yahudi edeceğim, derdi. Yahudi Nadiyr oğulları Medine’den sürülünce, onların arasında ensar çocukları da vardı. Ensar:

"Ya Resûlallah, çocuklarımız ne olacak?” dediler, Bunun üzerine bu âyet indi. Bu İbn Abbâs’ın görüşüdür.

Şa’bî de şöyle demiştir: Ensar: Allah’a yemin ederiz ki, çocuklarımızı İslâm’a zorlayacağız. Biz onları ondan daha üstün din olduğunu bilmediğimiz için Yahudi dinine sokmuştuk, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gönderilmeden önce ensardan bir adamın iki çocuğu Hıristiyan oldular. Sonra da Medine’ye geldiler. Babaları onları takip etti ve: Allah’a yemin ederim ki, Müslüman olmadıkça sizi bırakmam, dedi. Onlar da kabul etmediler. Hep birlikte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e başvurdular. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu da Mesruk’un görüşüdür.

Üçüncüsü: Bazı çocuklar Yahudilerde sütanneye verilmişlerdi, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Nadiyr oğullarını sürünce onlar: Allah’a yemin ederiz ki, biz de onlarla beraber gideriz ve onların dinine gireriz, dediler. Aileleri bunları men etti ve onları İslâm’a girmeleri için zorladı. Bunun üzerine bu âyet indi.

Dördüncüsü: Ensardan bir adamın Subeyh adında bir kölesi vardı, onu İslâm’a girmesi için zorladı, bunun üzerine bu âyet indi. Bu iki görüş Mücâhid'ten nakledilmiştir.

Nasih ve mensuh Âlimleri âyetin bu kadarı hakkında ihtilaf etmişlerdir; bazıları onun muhkem ve umumi olup tahsis edildiğine kani olmuşlardır. Çünkü ehl-i kitap bundan tahsis edilmiştir; zira onlar İslâm’a girmeleri için zorlanmazlar, bilakis İslâm’lâ cizye verme arasında serbest bırakılırlar. Bu mana İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde’den rivayet edilmiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Âyetin manası şöyledir: Din, zorlanarak, kalbinin razı olmadığı ve vicdanının kabul etmediği din değildir. Asıl din kalbinin bağlandığı dindir. Bir grup da bunun mensuh olduğuna kani olmuş ve bu âyetin savaş emri getiren Âyetten önce indiğini söylemişlerdir. Bunlara göre bu âyet, kılıç âyetiyle mensuh olur. Bu Dahhâk, Süddi ve İbn Zeyd’in görüşleridir. Burada dinden maksat, İslâm dinidir. Rüşd de haktır, ğay ise bâtılldır. Onun iman ile küfür olduğu da söylenmiştir. Tağut ise tuğyandan alınmıştır ki, haddi aşmak demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Tağut tekil, cemi, müzekker ve müennes olarak kullanılır. Allahü teâlâ:

"Onların dostları tağuttur” ve

"Tağuta tapmaktan kaçınanlar” (Zümer: 17) buyurmuştur.

Burada tağuttan ne kastedildiğine dair beş görüş vardır;

Birincisi: O şeytandır; bunu da Hazret-i Ömer, İbn Abbâs, Mücâhid, Şa’bî, Süddi ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O kâhindir, bunu da Said b. Cübeyr ile Ebû’l - Âliyye demişlerdir.

Üçüncüsü: O sihirbazdır, bunü da Muhammed b. Sîrin, demiştir.

Dördüncüsü: O putlardır, bunu da Yezidi ile Zeccâc demişlerdir.

Beşincisi: O ehl-i kitabın azgınlarıdır. Bunu da Zeccâc, demiştir.

"En sağlam kulpa yapışmıştır": Bu iman için misaldir, ona yapışan, sağlam kulpa yapışana benzetilmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Kelâmın manası: Nefsi için sağlam bir düğüm çalmıştır, demek olur. İnfisam ise bir şey ayrılmadan kırılmaktır.

257

Allah iman edenlerin yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin ise dostları tağuttur; onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennem arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.

"Allah iman edenlerin dostudur": İşlerini görür, onlara doğru yolu gösterir, onlara yardım eder, destek olur. Zulümat: Sapıklık; nûr da: Doğru yoldur. Tağut ise şeytanlardır. Bu İbn Abbâs, İlerime ve diğerlerinin görüşüdür.

Mukâtil de: Kâfirlerin Yahudiler, tağutun da Ka’b b. Eşref olduğunu söylemiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Burada tağut tekildir, çoğul manasınadır, bu da sözde çoğul olduğunu gösteren şey olduğu zaman dilde câizdir. Şair şöyle demiştir:

Orada terk edilmiş develerin leşleri vardır, kemikleri ise.

Kaval gibi olmuştur, derisinden ise irin akmaktadır.

Derilerinden demek istemiştir. Eğer:

"Mü’minler ne zaman karanlıkta, kâfirler de ne zaman nurda idiler?” denilirse, buna üç türlü cevap verilir:

Birincisi: Allah’ın mü’minleri sapıklık yerlerinden koruması, onları küfrün karanlığından çıkarmaktır. Kâfirlerin yakınlarının da onları doğru yoldan saptıran batılı süslemeleri de onları doğru yoldan çıkarmaktır. Burada

"çıkarmak” istiare ile kullanılmıştır. Bazen bir şeyi yapmayana, ondan çıktı, denir, ister ki, daha önce ona girmiş olmasın. Allahü teâlâ şöyle demiştir:

"Ben Allah’a iman etmeyen kavmin dinini terk ettim” (Yûsuf: 37);

"İçinizden kimileri hayatın en rezil çağına döndürülür (bunar)". (Nahl: 70) Bunun şahitleri

"İşler yalnız Allah’a döndürülür” (Bakara: 210) âyetinde geçmişti.

İkincisi: Ehl-i kitabın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gönderilmeden önce iman etmeleri onlar için nurdur, meydana çıktıktan sonra da onu inkâr etmeleri, karanlıklara çıkmadır.

Üçüncüsü: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in mucizeleri açığa çıkınca ona muhalefet eden, bildiği nûrdan çıkmış olur, ona katılan da cehalet karanlıklarından ilim nuruna çıkmış olur.

258

Allah kendisine mülk vermesi dolayısıyla Rabbisi hususunda İbrahim’le tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim,

"benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti. O da:

"Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim: "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir; sen de onu batıdan getir” dedi de o kâfir şaşırıp kaldı. Allah zâlimler topluluğuna hidayet etmez.

"Rabbi hususunda İbrahim'le tartışanı görmedin mi?”

"Görmedin mi"nin manası yukarıda geçti.

Hâcce": Tartışmak manasınadır, o da bir grup müfessire göre Nemrut’tur.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Yeryüzüne, doğusuyla batısıyla iki mü’min, iki de kâfir sahip oldu. Mü’minler; Süleyman b. Dâvud ile Zülkarneyn’dir. Kâfirler de Nemrut ile Buhtunassar'dır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Âyetin manası: Allah kendisine mülk verip de nefsini ve mülkünü beğendiği için İbrahim'le tartışan kimse, demektir.

"Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve öldürür, demişti": Bazıları şöyle demişler: Bu, gizli ve geçmiş bir sorunun cevabıdır, takdiri şöyledir: Ona: "Rabbin kim?” dedi. O da: Benim Rabbim öldürür ve diriltir, dedi. Nemrut da: Ben de öldürür ve diriltirim, dedi.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ben dilediğimi bırakır, dilediğimi de öldürürüm, dedi. Eğer:

"İbrahim neden başka bir delile geçti, ilk savını neden terk etti?” denilirse, cevap şöyledir: İbrahim tartışırken onun anlayışının kıt olduğunu gördü, o nedenle sözüne benzer kelime ile cevap verdi ve iki fi'ün farklı olduğunu unuttu, başka bir delile geçti. Maksadı hasmını pusturmak idi, yoksa ilk görüşünü desteklemekten aciz kalmamıştı.

"Kâfir şaşırıp kaldı": Delil getiremez oldu, şaşırdı. Ebû Rezin el - Ukayli ile İbn Semeyfa, benin ve henin fethi ile: Febehete okumuşlardır. Ebû’l - Cevza, Yahya b. Yamur ve Ebû Hayve de, benin fethi ve henin zammı ile "febühite” okumuşlardır. Kisâi de şöyle demiştir: Araplardan henin kesri ve zammı ile bühite ve behüte diyenler olmuştur.

"Allah zâlimler topluluğuna hidayet etmez":

Mukâtil: Akıllarına delil getirmez, demiş ve bununla Nemrud'u kastetmiştir.

259

Yahut o kimse gibisini görmedin mi ki, çatıları üzerine çökmüş bir kasabaya uğradı;

"Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Allah da onu yüz sene öldürdü, sonra da diriltti. Ona: "Ne kadar eğlendin?” dedi. O da:

"Bir gün yahut bir kısmı” dedi. Allah:

"Hayır, yüz sene ölü kaldın; yiyeceğine ve içeceğine bak; bozulmamış. Eşeğine de bak; seni insanlara ibret yapmak istiyoruz. Kemiklere bak; onları nasıl birleştiriyor, sonra da onlara et giydiriyoruz” dedi. Durum kendisi için belli olunca:

"Artık biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir” dedi.

"Yahut kasabaya uğrayan kimse gibisini?":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu, kendisinden önceki sözün üzerine ma’tûftur, manası şöyledir: İbrahim’le tartışanı gördün mü? Yahut o kente uğrayanı gördün mü? Kasabadan neresi kastedildiğine dair iki görüş vardır:

Birincisi: O Beytü’l - Mukaddes'tir, onu Butunassar harap etmişti. Bunu Vehb, Katâde ve Rebi’ b. Enes demişlerdir.

İkincisi: O binlerce kişinin ölüm korkusu ile çıktığı kenttir, bunu da İbn Zeyd demiştir. Oradan geçen hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, Üzeyr’dir, bunu Ali b. Ebû Talip, Ebû’l - Âliyye, İkrime, Said b. Cübeyr, Neaciye b. Ka’b, Katâde, Dahhâk, Süddi ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O Ermiya’dır, bunu da Vehb, Mücâhid, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, demişlerdir.

Üçüncüsü: O öldükten sonra dirilmede şüphesi olan bir kâfir idi. Bu da yine Mücâhid’ten nakledilmiştir. Haviye, boş ve ıssız demektir, bunu Zeccâc, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Haviye: Harap demektir. Uruş da: Çatılardır. Bunun aslı şudur: önce çatılar çöker, sonra da duvarlar onun üzerine düşer.

"Allah bunu nereden diriltir, dedi?": Yani nasıl diriltir, dedi. Eğer: Bu adam bir peygamber idi dersek, bu, ölülerin nasıl diriltildiğini görmek isteyen ve bunu gözünde büyüten kimsenin sözüdür ki, Allah’ın kudretini tazim ediyordur. Eğer: Bu, kâfir bir kimsenin sözü idi, dersek, bu da şüphe eden bir kimsenin sözüdür. Birincisi daha doğrudur.

"Allah da onu yüz sene öldürdü, sonra da onu diriltti":

Onun Kıssasına İşaret

Naciye b. Ka’b, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah’ın nebisi Uzeyr kendi şehrinden çıktı, o genç bir adam idi. Bir kente uğradı, o çatıları üzerine çökmüştü:

"Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltir?” dedi. Allah da onu yüz sene öldürdü, sonra da onu diriltti. Allah’ın ondan ilk dirilttiği gözleri idi, kemiklerine bakmağa başladı; birbirine ekleniyordu. Sonra et giydirildi, ona ruh üfürüldü.

Hasen şöyle demiştir: Allah onun ruhunu gündüzün ilk vaktinde kabzetti, yüz sene sonra da gündüzün son vaktinde diriltti.

Mukâtil şöyle demiştir: Gökten:

"Ne kadar kaldın?” diye bir ses geldi, o da: Bir gün, dedi, sonra güneşin daha batmadığını görünce, yahut günün bir kısmı, dedi. Bu da o kimsenin Uzeyr olduğunu gösterir.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Ermiya Mısır toprağında ikamet etti, Allah ona İlya toprağına geçmesini vahyetti, o da merkebine bindi, yanına bir sepet üzüm ve incir aldı. Yanında da yeni bir su kırbası vardı, içi su dolu idi. Beytü’l - Mukaddes’in karaltısını, çevresindeki kasabaları ve mescitleri görünce, öyle bir harabe gördü ki, tarif edilmez. Beytü’l - Mukaddes’in ulu bir dağ gibi harabesini görünce:

"Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Sonra orada bir yere konakladı. Merkebini bağladı ve su kırbasını astı. Allah ona bir uyku verdi. Ruhunu yüz sene aldı. Yetmiş yıl geçince, Allah Fürs krallarından büyük birine bir melek gönderdi, Melek ona: Allah sana kavminle gidip Beytü’l - Mukaddes’i, İlya’yı ve toprağını eski haline dönünceye kadar tamir etmeni buyuruyor, dedi. Kıral da: Bana üç gün süre ver, bu iş için hazırlanayım, gerekli malzemeleri temin edeyim, dedi. Ona üç gün süre verdi, o da üç yüz ustabaşı hazırladı. Her bir ustabaşıya b. işçi ile gerekli malzemeleri verdi. Ustabaşılar yanlarında üç yüz b. işçi ile oraya yürüdüler. Allahü teâlâ da Ermiya’nın gözlerine hayat verdi, cesedinin diğer kısımları ölü idi. Şehir tamir edilirken ona baktı. Otuz sene geçince, Allah ona ruhunu iade etti. O da yiyeceğine ve içeceğine baktı, bozulmamıştı; merkebine baktı, bağladığı günkü gibi duruyordu, yememiş, içmemişti. Merkebin boynundaki ipe baktı, değişmemişti, yepyeniydi. Halbuki üzerinden yüz senenin rüzgarı, yüz senenin soğuğu ve yüz senenin sıcağı geçmişti. Değişmemiş ve hiçbir şeyi eksilmemişti. Ermiya’nın vücudu ise yıpranmaktan incelmişti. Allah ona yeniden et verdi, Kemiklerini dizdi, o da buna bakıyordu. Allah ona: Yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış; merkebine de bak, seni insanlara ibret kılmak istiyoruz. Kemiklere bak, onları nasıl terkip edecek, sonra da onlara et giydireceğiz, dedi. Durum meydana çıkınca: Biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi. Mukâtil, bu olayın İsa aleyhisselam'ın göğe çekilmesinden sonra vuku bulduğunu iddia etmiştir.

"Kem lebiste": İbn Kesir, Nâfi ve Âsım, Kur’ân'ın her yerinde te ayn olarak "lebiste” ve "libistüm” okumuşlardır. Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, idgam ile "lebitte” okumuşlardır.

Ebû Ali el - Farisi şöyle demiştir: Kim ayn okur da idgam etmezse, harflerin mahreçlerinin ayrı olduğunu dikkate alır, çünkü zı, zal ve se bir yerden; tı, te ve dal da bir yerden çıkar. Mahreçler ve yerler ayrı olunca idgam edilmez. İdgam eden de onları misleyn kabul eder, çünkü her iki harf de dilin ucundan ve ön dişlerin köklerinden çıkmada, fısıltılı olmada birdirler. Aralarındaki fark azdır, onları misleyn kabul eder. Yiyeceğine ve içeceğine gelince,

Vehb: Bir sepet içinde üzüm ve incirden ibaretti. Bir de su kırbası vardı, demiştir.

Süddi de şöyle demiştir: Yanında incir ve üzüm vardı. İçeceği de üzüm şırası idi. İncir ile üzüm ekşimemiş, şıra da mayalanmamıştı.

"Lem yetesenneh": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir; vasi halinde heyi isbat ederek

"yetesenneh", ma ağna anni maliyeh", "sultaniyeh” ve

"mahiyeh” şeklinde okumuşlardır. Hamze ise vasi halinde onları atardı. Kisâi de iki yerde hazf te ona uymuştur:

"yetesenneh” ve "iktedih". Hepsi he üzerinde durur. "Kitabiyeh” ve

"hisabiyeh"in vaslda da vakıfta da he ile olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. "Lemyetesenneh"in manasında İbn Abbâs, Hasen, Katâde ve diğerleri: Bozulmamıştır, demişler.

İbn Kuteybe de: Üzerinden senelerin geçmesine rağmen bozulmamıştır, demiştir. Lâfız sene’den alınmıştır: Sanehetin nahletü denir ki, hurma bir sene ürün verdi, bir sene vermedi, demektir.

"Merkebine bak": Mukâtil ona bak, kemikleri kaval gibi olmuş, organları ayrılmıştır, Allahü teâlâ onu yeniden yarattı, demiştir.

"Velirıecaleke ayeten linnasi": Lâm gizli bir fi'le mütealliktir, takdiri şöyledir: Fealna bike zalike linüriyeke kudretena ve linecaleke ayeten Ikınası: Yani seni kudretimize bir işaret kılmak istiyoruz, demektir. Mana açık olduğu için fiil gizlenmiştir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: O, kırk yaşında öldü, oğlu ise yirmi yaşında idi. Sonra Allah onu kırk yaşında diriltti, oğlu ise yüz yirmi yaşında idi. Sonra o dönüp Beytü'l - Makdis’teki kavmine geldi, onlara: Ben Üzeyr’im, dedi. Onlar da: Bize babalarımız Üzeyr’in Babil toprağında öldüğünü anlattılar, dediler. O da: Size Tevrat’ınızı yenilemek için beni Allah gönderdi, dedi. Tevrat yok olmuştu, içlerinde onu okuyan kimse yoktu. O da Tevrat’ı onlara yazdırdı.

"Kemiklere bak": Bunun kendi kemikleri olduğu söylenmiştir. Merkebinin kemikleridir, diyenler de olmuştur. Her ikisidir, diyenler de vardır.

"Keyfe nünşizüha": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, ilk nunun zammesi, “sîn” in kesri ve ranın zammesi ile "nünşirüha” okumuşlardır. Manası da: Onları diriltiyoruz, demektir. Enşezallahülmeyyite denir ki, Allah ölüleri kaldırdı, demektir. Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, nunun ve zenin zammı ile "nünşizüha” okumuşlardır ki, yükseklik manasına gelen neşz’dendir. Mana: Onları diriltmek için birbirinin yanına kaldırıyoruz, demektir. A’meş ise, nunun fethi ve şinin ref’i ile ze ile "nenşüzüha” okumuşlardır. Hasen ile Eban da Âsım'dan rivayetle, nunun ve ranın fethi ile "nenşürüha” okumuşlardır ki, bu dürülü bir şeyi açmaktır, sanki ölüm onu dürmüş, diriltme de onu açmıştır.

"Ona belli olunca": ölülerin diriltilmesi onun için meydana çıkınca, demektir.

"A’lemü": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, hemze-i katı’lâ mîm mazmum olarak,

"a’lemü” okumuşlardır.

Mana da: Gayb olarak bildiğimi şimdi gözümle görerek bildim, demektir. Hamze ile Kisâi de hemze-i vasi ve mimin sükunu ile emir şeklinde

"i’lem” okumuşlardır. Arkasından inne de cümle başı olmak üzere meksur okunur. Kelâmın zahirine göre bu Allah’ın emridir.

Ebû Ali ise: Kendi nefsini başkasının yerine koymuş ve ona emrederek hitap etmiştir, demiştir. Cu’fi de Ebû Bekir’den rivayetle:

"A’lim” okumuştur ki, başkalarına bildir, demektir.

260

Hani İbrahim: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” demişti de, O da:

"İman etmedin mi?” demişti. İbrahim:

"Hayır (inandım) ancak kalbim yatışsın diye istedim” demişti. Rabbi: "Öyleyse dört kuş yakala; onları kendine çevir, sonra da her dağın üzerine onlardan bir parça bırak, daha sonra onları çağır; sana koşarak geleceklerdir. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

"Hani İbrahim: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” demişti":

İniş sebebi için dört görüş vardır:

Birincisi: O bir leş gördü, hayvanlar ve canavarlar onu parçalamıştı, bunun üzerine o soruyu sordu. Bu İbn Abbâs, Hasen, Katâde, Dahhâk, Atâ’ el - Horasani, İbn Cüreyc ve Mukâtil’in görüşleridir.

Bu ölü ne idi? Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O ölü bir adam idi, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: O bir merkep leşi idi, bunu da İbn Cüreyc ile Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: O ölü bir balık idi, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

İkincisi: Allah’ın onu dost edindiği müjdesini alınca müjdenin doğruluğunu öğrenmek için bu soruyu sordu, bunu Süddi, İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Said b. Cübeyr’den de bu müjdeyi alınca:

"Bunun işareti nedir?” dedi. O da: Allah’ın duanı kabul etmesi, istemenle ölüleri diriltmesidir, dedi; o da bunun üzerine bu soruyu sordu.

Üçüncüsü: Bu soruyu içindeki vesveseler gitsin diye sordu, bu da Atâ’ b. Ebi Rebah’ın görüşüdür.

Dördüncüsü: Nemrut onunla ölülerin diriltilmesi hususunda tartışınca Allah’ın haber verdiği şeyi görmek için bunu istedi. Bu da Muhammed b. İshak’ın görüşüdür.

"îman etmedin mi?": Yani benim ölüleri dirilteceğime iman etmemiş miydin? İbn Cübeyr de:

"Dostluğa güvenmedin mi?” demiştir.

"Belâ velakin liyatmeinne kalbi": Lâm gizli bir fi’le mütealliktir, takdiri de: Velakin seeltüke liyatmeinne kalbi, ev erini liyatmainne kalbi, demektir.

Sonra manada da üç görüş vardır:

Birincisi: Sana dua ettiğim zaman bana icabet edeceğini çok iyi biliyorum, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kalbimdeki yakîn artsın diye, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Hasen de şöyle demiştir: İbrahim buna yakinen inanıyordu, ancak duymak görmek gibi değildi.

Üçüncüsü: Kalbim dostluğa inansın, diye.

Dördüncüsü: O, ölülerin diriltileceğine kalbi ile inamyordu, görerek kalbi mutmain olsun istedi. Bunu da

İbn Kuteybe demiştir. Başkası da şöyle demiştir: Nefsi bunu görmeğe hevesleniyordu, bir şeyi isteyen de onu elde etmek için telaş eder. Şüphe üzerine sormadığını,

"ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” deyip de, "ölüleri diriltir misin?” dememesi de bunu gösterir.

"Dört kuş al": Aldığı bu dört kuşta da yedi görüş vardır:

Birincisi: Onlar güvercin, horoz, turna ve tavus idi, Bunu Abdullah b. Hübeyre, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar tavus, horoz, sint tavuğu ve kaz idi. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Başka bir varyantta da sint tavuğunun yerine reel gösterilmiştir ki, devekuşu yavrusu, demektir.

Üçüncüsü: Onlar, büyük yortudan önceki Pazar bayramında kestikleri kuşlardır, O gün için Allah’a sundukları en kıymetli şeyler bunlardı. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Onlar tavus, kartal, karga ve horoz idi.

Bu da İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

Beşincisi: Onlar horoz, tavus, karga ve güvercin idi. Bunu da İkrime, Mücâhid, Atâ’, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd demişlerdir.

Altıncısı: Onlar horoz, karga, ördek ve tavus idi. Bunu da Leys, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Yedincisi: Onlar horoz, ördek, karga ve güvercin idiler. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Atâ’ da şöyle demiştir: Allah ona bir ördek, bir siyah karga, ak güvercin ve çil horoz almasını vahyetti.

"Fesurhünne ileyke": Cumhûr, şadın zammı ile okumuştur ki, mana: onları sana çevir, demektir. Surtüşşey’e fensara, denir ki, bir şeyi eğdirdim, o da eğildi, demektir. Şöyle bir şahit getirmişlerdir:

Allah bilir ki, biz onları ararken,

Ayrılık gününde komşularımıza meylettik.

Kelâmın manası: Onları yanında biriktir, demektir.

"Sonra onlardan her dağın başına bir parça koy": Burada, onları parçala fili takdir edilmiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Parçala fi’li takdir edilmiş,

"onlardan her dağa bir parça koy” kavli ile yetinilmiştir. Çünkü onu hatırlatmaktadır. Bu da şunun gibidir: Şu kumaşı al, yanındaki her bayrağa ondan bir parça koy, maksat: Onu kes ve bunu yap, demektir. Ebû Cafer, Hamze, Halef, Mufaddal, Âsım’dan rivayetle şadın kesresiyle "fesırhünne ileyke” okumuştur. Yezidi de: Bu ikisi birdir, demiştir.

İbn Kuteybe de: Kesre ile zamme lügattir, demiştir.

Ferrâ’ da: Arapların çoğu şadın zammesi ile okurlar. Kisâi bana bazı Süleym oğullarından sırtuhu, feene esiruhu dediklerini işittiğini söyledi. İbn Abbâs, Vehb, Ebû Mâlik, Ebû’l - Esved ed - Düeli ve Süddi’den, meksurunun manasının, onları kes olduğu rivayet edilmiştir. Ebû Ubeyde’den de, zam ile olanının manasının, onları topla, kesr ile olanının manasının da, onları parçala olduğu rivayet edilmiştir.

"Sonra onlardan her dağın üzerine bir parça koy":

Zeccâc bunun manası: Onların her birinden her dağın başına birer parça koy, demektir, demiştir. Avf de Hasen’den: Onları boğazla, tüylerini yol, sonra onları parçala, sonra onları birbirine karıştır, sonra onları dört parçaya ayır, her dağın başına bir parça koy, dediğini rivayet etmiştir. İbrahim bunları yaptı, geri çekilip onları çağırdı, her biri kendi parçasına koştu, sonunda eskisi gibi sapasağlam birer kuş oldular. Sonra ona koşarak geldiler.

Katâde şöyle demiştir: Başlarını elinde tuttu, kemik kemiğin, tüy tüyün ve parça parçanın yanına gelmeğe başladı. O da bunu görüyordu. Sonra onları çağırdı, ayaklarıyla koşarak geldiler, o da her kuşa kendi başını attı.

Kuşları taksim ettiği dağların sayısında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onları dört dağa taksim etti. Bunu İbn Abbâs, Hasen ve Katâde, demişlerdir.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Onları dünyanın dört bucağına böldü, sanki dört tarafa gibi.

İkincisi: Onları yedi dağa taksim etti, bunu da İbn Cüreyc ve Süddi, demişlerdir.

"Sümmeduhünne ye'tineke sa'ya":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Adven: Ayağı ile koşarak gelmeğe denir. Kuş uçtuğu zaman ise: Saa (koştu) denilmez.

"Bil ki, Allah azizdir": Yani yanına yaklaşılmaz. İdare ettiği şeyde de

"hakim"dir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Bu kıssa İbrahim aleyhisselam Şamda iken henüz çocuğu olmadan ve üzerine suhuflar inmeden başından geçmiştir. O sırada kendisi yetmiş beş yaşında idi.

261

Mallarını Allah yolunda harcayanların hali yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan tohumun hali gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın rahmeti geniştir, her şeyi bilendir.

"Mallarını Allah yolunda harcayanların hali": Bize Sa’leb’den anlatıldığına göre, temsil nafaka içindir, adamlar için değildir. Ancak Araplar mana anlaşıldığı takdirde bazı kelimeleri atarlar, meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Kalplerine buzağı sızdırıldı", burada sevgi kelimesi atılmıştır. Çünkü mana bellidir. Burada da durum aynıdır. Mallarını infak edenlerin hali demek istemiştir. Şu âyet de öyledir:

"Cimrilik edenler Allah'ın kendilerine lütfünden verdiğini kendileri için hayır zannetmesinler". (Al-i İmran: 18) Maksat, cimrilerin cimriliğini demektir. Burada cimriliği sözü atılmıştır.

"Allah yolu” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O cihattır.

İkincisi: O bütün hayır kapılarıdır. Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Âyet,

"ey iman edenler, size rızk ettiklerimizden infak edin” âyetinin üzerine atfedilmiştir. Allahü teâlâ bu temsille Allah yolundaki harcamanın yedi yüz kat katlanacağını bildirmiştir.

Şa’bî de şöyle demiştir: Bir adamın kendine ve aile halkına harcadığı, yedi yüz kat katlanır.

İbn Zeyd de şöyle demiştir:

"Allah dilediğine artırır": Yedi yüz kattan fazla verir.

262

Mallarını Allah yolunda harcayıp da sonra o harcadıklarının arkasından haşa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükafatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de.

"Mallarını Allah yolunda harcayanlar": İbn Saib ile

Mukâtil şöyle demişlerdir: Bu âyet; Osman b. Affan’ın Tebuk gazasında orduya yardım etmesi, Medine’deki Rume kuyusunu satın alıp Müslümanlara vakfetmesi ile Abdurrahman b. Avf’in de malının yarısı olan dört b. dirhemi sadaka etmesi üzerine inmiştir.

"Menn” (başa kakma) hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Fakirin başına kakıp: Sana iyilik ettim, seni fakirlikten kurtardım, gibi sözler etmektir. Bu cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Sadaka verdiği için Allah'a karşı böbürlenmektir, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Eğer:

"Allah onları men etmedikleri için nasıl övüyor, halbuki kendini Mennan olmakla nitelemiştir?” denilirse, cevap şöyledir: Menne fülanün alâ fülanin denir ki, birine nimet verip ihsan etmektir. Kendisi övülen durumdadır. Şair de şöyle demiştir:

Ey kadın, bize selamla ikram (men) et,

Senin sözün yakut ve dizili incidir.

Burada men ile nimet vermek kastedilmiştir. Kötü olanı ise, birine verdiğini gözünde büyütüp onunla iftihar etmektir. Şair de bu hususta şöyle demiştir:

Az bir ikram ettin, sonra hemen başa kaktın,

Başa kakarak ettiğin ikram azdır.

Bunu Ebû’l - Enbarî demiştir. Eziyet etmeğe gelince bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, fakirin yüzüne karşı: "Sen fakirlikten asla kurtulamazsın, başıma belâ mı kesildin, bana senden rahatlık yok mu?” demek gibi sözler söylemektir.

İkincisi: Fakire ettiği iyiliği fakirin duymasını istemediği kimseye söylemektir. Böyle her iki söz de fakiri rahatsız eder, bunlar ihlasla sadaka verenlerin sıfatından değildir. Bize anlatıldığına göre Hassan b. Ebû Sinan bir köleyi ailesiyle birlikte satın alır ve kendini onlara tanıtmaz, kim olduğunu bildirmezdi.

263

Güzel bir söz ve ayıp örtme, arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir, çok yumuşaktır.

"Güzel söz": Fakire: Allah bol rızık versin demek gibi sözler söylemektir. Ayıp örtme de: Müslümanın fakirlik ve ihtiyacını kimseye söylememektir. Bundan, eğer fakir reddedildiği zaman fazla konuşursa, ona kızmamak olduğu da söylenmiştir.

"Güzel söz arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır": Bunun açıklaması da yukarıda geçmiştir.

264

Ey iman edenler, malım insanlara gösteriş için harcayan ve Allah’a ve ahiret gününe inanmayan gibi sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Bunun hali, üzerinde toprak bulunan ve şiddetli yağmurun değip de katı taş halinde bıraktığı kaypak kayanın hali gibidir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah kâfirler topluluğuna hidayet etmez.

"Sadakalarınızı boşa çıkarmayın": Yani sevabını iptal etmeyin, demektir. Nitekim Allah’a iman etmeyen gösterişçi kimsenin, yani münafığın da sadakasının sevabı yoktur.

"Onun hali": Yani sadakasının hali

"safvan gibidir":

İbn Kuteybe: Safvan taş, "vabil” şiddetli yağmur, sald de düzdür, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Safvan düz kayadır, safa da öyledir. Saleb de: Sald, temizdir, demiştir. İbn Abbâs ile Katâde'den:

"Onu taş halinde bıraktı” demenin, üzerinde bir şey kalmadı demek olduğu rivayet edilmiştir. Bu, Allahü teâlâ’nın gösteriş için hayır edenlere verdiği bir misaldir, kıyamet gününde bunun hiçbir sevabını göremeyecektir.

265

Mallarını Allah rızasını elde etmek ve imanı kalplerine yerleştirmek için harcayanların hali, tepelik bir yerde bulunan ve kendisine bol yağmur değip de meyvesini iki kat veren bir bahçenin hali gibidir. Eğer ona bol yağmur düşmezse bir çisinti değmiştir. Allah yaptıklarınızı pekiyi görmektedir.

"Mallarını Allah rızası için harcayanların hali": Yani O’nun rızasını elde etmek için harcayanların hali, demektir.

"îmanı kalplerine yerleştirme” hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kesin inanarak ve tasdik ederek Allah yolunda harcamaktır, bu da Şa’bî, Katâde, Süddi ve diğerlerinin görüşüdür.

İkincisi: Doğru harcama yerlerini tespit etmek için çaba göstermektir, onlar harcayacakları yere iyi bakarlar. Bu da Hasen, Mücâhidve Ebû Salih'in görüşüdür.

"Kemeseli cennetin": Cennet bahçe demektir. Mücâhid ile Âsım el - Cuhderi, ha ile

"habbetin” okumuşlardır. "Rebve” de, yüksek yer demektir. İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi ranın zammesi ile "rübve” okumuşlardır. Âsım ile İbn Âmir de, ranın fethası ile "rebvetin” okumuşlardır. Hasen ile A’meş de, ranın kesresiyle okumuşlardır. İbn Abbâs ile Ebû Rezin de, bir elif ziyadesi ve ranın fethası ile "rehavetin” okumuşlardır. Übey b. Ka’b ile Âsım el - Cuhderi de böyle okumuşlar, ancak onlar rayı zammelemişlerdir. Mü’minun suresindeki ihtilafları da böyledir.

Zeccâc şöyle demiştir: Rebve, ribve, rübve ve rebave, yüksek yere denir. Eğer yüksek yerin suyu olursa, ovadan daha çok ürün verir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Yükselen ve artan her şeye reba, denir, alışverişteki riba (faiz) de bundandır.

"Feâtet üküleha": İbn Kesir ile Nâfi ükleha okumuşlardır, ükl Kur’ân'ın neresinde gelirse kâfin sükunu iledir.

Ebû Amr da müennese muzaf olan yerlerde onlara katılmıştır, meselâ "ükleha” gibi. Ama "ükülehu” gibi müzekkere muzaf olursa veyahut "ükülin hamtm"de olduğu gibi muzaf olmazsa, Ebû Amr zammeli okumuştur.

Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de bunların hepsini harekeli okumuşlardır. Ükül, meyve demektir.

"Dı’feyn” de iki kat demektir.

"Tali” de zayıf yağmurdur, bunu İbn Kuteybe, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: O sürekli, damlaları ufak neredeyse kanallardan akmayan yağmura denir.

Sa’leb şöyle demiştir: Bu, gelecek zaman şeklinde ise de aslında geçmiş zaman içindir, manası: Eğer ona yağmur değmediyse çiğ değmiştir. Bu misalin manası da şöyledir: Bu bahçenin sahibi, hiç hüsrana uğramaz; eğer ona çiğ değerse, güzel olur, eğer bol yağmur değerse, kat kat verir. Mü’minin ihlaslı harcaması da böyledir. Basîr de Allahü teâlâ’nın isimlerindendir, manası: Çok iyi gören demektir. Bu, fail vezninde ise de müfil manasınadır, elimin mü’lim manasına olduğu gibi.

266

Sizden biriniz ister mi ki, hurmalardan ve üzümlerden altlarından ırmaklar akan, içinde her türlü meyvelerin bulunduğu bir bahçesi olsun da başına ihtiyarlık çöksün ve zayıf çocukları da bulunsun. Onu da içinde ateş bulunan bir kasırga vursun; o da yansın (bunu) ister mi? Allah belki düşünürsünüz diye size âyetlerini böyle açıklar.

"Eyeveddü ahadüküm": Bu âyet, Allahü teâlâ’nın: "Latübtilu sadakatiküm” âyetine bağlıdır,

"eyeveddü": Sever mi, demektir. Hurma ve bağlardan bahsedilmesi, bu ikisinin en nefis bahçelerden olmasındandır. Özelikle ihtiyardan bahsetmesi de küçük çocuklarına yeniden bir şeyler kazanma şansını kaybetmesindendir.

"Onun zayıf çocukları olsun": Zürriyet zayıf olursa onlara daha çok şefkat gösterilir ve daha çok merhamet edilir.

"Ona değdi": Yani bahçeye isabet etti,

"i’sar": Şiddetli esen, göğe direk gibi duman kaldıran rüzgardır ki, hortum, demektir.

Şair de şöyle demiştir:

Eğer sen rüzgar isen, fırtınayla karşılaşırsın.

Yani daha sert mukabele görürsün (rüzgar eken fırtına biçer).

Eğer: Neden "feesabeha” dedi de "feyusuibuha?” demedi? Böyle: Eyeveddü en yusibe malen, fedaa, deyip, feyediu kastetmek câiz olur mu?” denilerse, cevap şöyledir: Bu "vedittü” fi’li için câizdir; çünkü Araplar ondan sonra bazen

"en", bazen de "lev” kullanır ve: Vedittiü lev zephebte anna ve vedittü en tezhebe anna (başımdan gitmeni isterim) derler.

Bu âyet, bir misaldir, Allahü teâlâ bunu çok ihtiyaç duyulduğu anda nimetin kaybolup hasret çekilmesine örnek vermiştir.

Bununla kimi kastettiği hususunda üç görüş vardır:

Birincisi: O ahir ömründe defterini kötülükle kapatan kimseye misaldir, bunu İbn Abbâs demiştir:

İkincisi: O ölünceye kadar Allahü teâlâ’ya itâatte kusur eden kimse için misaldir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: O hayır işlerinde riya eden kimsenin misalidir. O en çok ihtiyaç duyduğu anda eline bir şey geçmez. Bunu da Süddi, demiştir.

267

Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın güzellerinden Allah yolunda harcayın. Ondan göz yummadan almayacağınız kötüsünü harcamaya kalkışmayın. Bilin ki, Allah zengindir, övgüye layıktır.

"Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden harcayın":

İniş sebebi için iki görüş vardır:

Birincisi: Ensar hurma kestikleri zaman, bir adam ondan bir şeyler getirir ve onu mescide asardı. Ondan da fakir muhacirler yerlerdi. Hayra pek rağbet etmeyen bazıları da adi hurma getirir ve onu asarlardı. Bu âyet bunun üzerine indi. Bu, Bera b. Azib'in görüşüdür.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem fitreyi emretti, bir adam adi hurma getirdi, bunun üzerine bu âyet indi, bu da Cabir b. Abdullah’ın görüşüdür.

Bu nafakanın ne olduğu hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O farz olan sadakadır, bunu Ubeyd es - Selmani ve diğerleri demişler.

İkincisi: O nafile sadakadır.

Temizden de ne murat edildiği hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O kaliteli ve enfes olanıdır, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Helâl olanıdır, bunu da Ebû Ma’kıl ve diğerleri demiştir.

"Vela teyemmemu": Kastetmeyin, yeltenmeyin, demektir. Teyemmüm lügatte, kastetmektir. Şair Meymun b. Kays el - A’şa şöyle demiştir:

Kays’e niyet ettim, onun önünde ise

Nice engebeli ve uzak çöller vardır.

"Habis” kelimesi üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O adi şeydir, bunu çoğunluk demiştir.

Âyetin iniş sebebi de bunu göstermektedir.

İkincisi: O haramdır, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

"Onu göz yummadan almazdınız":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Birinde alacak hakkınız olsa idi, o da onu öyle şeyle ödese idi, bazı hakkınızdan vazgeçmeden onu almazdınız.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bunun aslı bir kimsenin hoşlanmadığı bir şey gördüğü zaman göz yumup onu hoş karşılamasıdır. Bu nedenle toleransa da göz yumma denilmiştir. İnsanların satıcıya: Hoşgör, demeleri de bundandır ki, orasını görme, demektir. Başkası da şöyle demiştir: Bir adam hoşlanmayacağı bir şey gördüğü zaman gözlerini kapatır, onu görmek istemez, işte her şeyde vazgeçmeye ve tolerans göstermeye de göz yumma denilmiştir.

"Bilin ki, Allah zengindir":

Zeccâc şöyle demiştir: Size sadaka vermenizi ihtiyacından emretmemiş, ancak sizi denemek istemiştir. O bundan dolayı övgüye layıktır. Kad ganiye Zeydün denir ki, zenginleşip bir şeye muhtaç olmamaktır. Ğaniyel kavmu da: İnsanı zengin edecek bir yere inmektir. İndikleri o yere de, mağna denir. Ğavani ise güzel kadınlardır. Onlara böyle denilmesi, güzellikleri ile zengin olmalarındandır.

"Hamîd"e gelince: Hattâbî o hususta şöyle demiştir: O, övülendir, fail, mef’ûl manasına kullanılmıştır.

268

Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri emreder. Allah ise kendisinden bağışlama ve lütuf va’deder. Allah'ın rahmeti geniş, ilmi sonsuzdur.

"Şeytan sizi fakirlikle korkutur":

Zeccâc şöyle demiştir: Vaattuhu eiduhu va’den va’deten mevideten ve mev’uden. Fakr ve fukr da denir. Kelâmın manası şöyledir: Şeytan sizi adi şeyleri sadaka etmeye sürükler, iyisini vermekle sizi fakirlikle korkutur. Yeidükümül fakra: Yeidüküm bilfakri demektir, be harfi atılmıştır. Şair de şöyle demiştir:

Sana hayrı emrettim, sana ne emrediliyorsa onu yap,

Ben seni mal mülk sahibi olarak bıraktım.

"Çirkin şeyler” üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Cimriliktir.

İkincisi: Günahlardır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allah sizin çirkin şeylerinizi bağışlamayı ve bol rızk vermeyi va'deder.

269

Allah hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiş demektir. Ancak saf akıl sahipleri düşünürler.

"Hikmeti dilediğine verir": Hikmetten ne kastedildiği hususunda da on bir görüş vardır:

Birincisi: O Kur’ân’dır, bunu İbn Mes’ûd, Mücâhid, Dahhâk, Mukâtil ve diğerleri, demiştir.

İkincisi: Kur’ân'ın nasih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, önce ve sonra inenini vb. şeyleri bilmektir. Bunu da Ali b. Ebû Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Peygamberliktir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Kur’ân’ı anlamaktır, bunu da Ebû’l - Âliyye, Katâde ve İbrahim, demişlerdir.

Beşincisi: İlim ve fıkıhtır, bunu da Leys, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Altıncısı: İsabetli sözdür, bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Yedincisi: Allah’ın dininde takva sahibi olmaktır, bunu da Hasen, demiştir.

Sekizincisi: Allah korkusudur, bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir.

Dokuzuncusu: Dinde akıl çalıştırmaktır, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Onuncusu: Anlayıştır, bunu da Şerik, demiştir.

On Birincisi: İlim ile amel etmektir. Bir adam kendinde bu ikisini bulundurmadıkça ona hekim, denmez, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

"Ve men yü’tel hikmete": Ya’kûb tanın kesri ile

"yü’ti” okumuş ve üzerinde he ile durmuştur, manası da: Allah kime hikmet verirse, demektir. İbn Mes’ûd’un teden sonra he ile okuması da böyledir.

"Ve ma yezzekkerü":

Zeccâc şöyle demiştir: Kur’ân âyetlerinin anlattığı şeyleri ancak akıl sahipleri düşünürler.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: "Ülu” zu (sahip) manasınadır, "ülu"nun tekili de "zu

"dur, "Ülat"ın tekili de "zat"tır.

270

Nafakadan ne harcadıysanız veyahut sadakadan neyi adadınızsa, şüphesiz Allah onu bilir. Zâlimler için yardımcılar yoktur.

"Yahut adaktan neyi adarsanız": Adak (nezr): İnsanın kendine vacip kıldığı şeydir. Bazen mutlak, bazen de şartlı olur.

"Şüphesiz Allah onu bilir":

Mücâhid: Onu tespit eder, demiştir:

Zeccâc da: Onun karşılığım verir, demiştir.

Burada zâlimlerden kimlerin kastedildiğine dair iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar müşriklerdir, bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Onlar başa kakarak, eziyet ederek ve gösteriş yaparak hayır işleyenler ve günah yerlere adak edenlerdir. Bunu da Ebû Süleyman Dimeşki, demiştir. Yardımcılar: Koruyucular demektir ki, bunun da manası: Onları Allah’ın azabında koruyacak kimsecikler yoktur, demektir.

271

Eğer sadakaları açıktan verirseniz o ne güzeldir! Eğer onları gizler de fakirlere verirseniz o, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızı yarlığar. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

"Sadakaları açıktan verirseniz, o ne güzeldir!":

İbn Saib şöyle demiştir:

"Ne infak ederseniz” kavli inince, ashap:

"Ya Resûlallah, gizli sadaka mı daha faziletlidir yoksa açık sadaka mı?” diye sordular; bunun üzerine bu âyet indi.

Zeccâc şöyle demiştir: Bedeşşey’ü yebdu, bir şey görünmek manasınadır. Ebdeytuhu da, onu açığa çıkardım, demektir. Ve beda li bed'ün ise: Fikir değiştirdim, demektir.

"Feniimmahi": "Nime"de dört lügat vardır: Nunun ve aynin fethiyle "naam", âlem gibi; nunun kesriyle,

"ni’me"; nunun fethi ve aynın sukunu ile "na'me"; nunun kesri ve aynın sükunu ile "ni’me".

"Feniimmahi": Nâfi, -Verş kıraati dışında -, Ebû Amr, Âsım - Ebû Bekir kıraatinde - ve Mufaddal "nunun kesri ve aynın sükunu ile "ni’ma” okumuşlardır. İbn Kesir, Âsım - Hafs rivâyetinde - Nâfi de Verş rivâyetinde ve Ya’kûb nunun ve aynın kesriyle okumuşlardır. İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, nunun fethi ile "feneimma” okumuşlardır. Hepsi mimi şeddeli okumuşlardır. Nisa suresindeki ihtilafları da böyledir.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Ma” şey manasınadır, yani o ne güzel şeydir, demek olur.

Ebû Ali de: Onu açıktan vermek ne güzel şeydir, demiştir.

"O sizin için daha hayırlıdır": Yani onu gizlemek. Âlimler şunda ittifak etmişlerdir ki, nafile sadakayı gizlemek, onu açıklamaktan daha faziletlidir.

Farz sadakada ise iki görüş vardır:

Birincisi: Onu açıklamak daha faziletlidir. Bunu İbn Abbâs ve diğerleri demişlerdir. Kadı Ebû Ya’lâ da bunu tercih etmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında zekâtı gizli vermek daha güzeldi. Ama bugün insanlar kötü düşünüyorlar; onun için onu açık vermek daha güzeldir.

İkincisi: Onu gizli vermek daha faziletlidir, bunu Hasen, Katâde ve Yezid b. Ebi Habib demişlerdir, ilk görüşün sahipleri ayetteki sadakaları farza, "vein tuhfuha"dakini de nafileye hamletmişlerdir. Gizli sadakanın faziletli olması iki sebepten dolayıdır:

Birincisi: Verenle ilgilidir ki, o da riyadan uzak, ihlasa yakın olması ve açık vermede nefsin etkilenmesinden yüz çevirmesidir.

İkincisi: Verilenle ilgilidir ki, o da halini gizlemekle mahcup olmamasıdır. Çünkü açık verilirse kalbi kırılır.

"Ve yükeffirü anküm min seyyiatiküm": İbn Kesir, Ebû Amr, Ebû Bekir - Âsım'dan rivayetle - nun ve merfu olarak "nükeffirü anke” okumuşlardır.

Mana da: Biz seni bağışlarız, demek olur. Yeni söz başı olması da câizdir. Nâfi ile Kisâi de, nun ile ranın da Cezmi ile "nükeffir” okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: bu, sözü "fehüve hayrün leküm"ün üzerine atfetmek düşüncesiyledir. Zira "fehüve hayran leküm” kavli, cezm mahallindedir. Baksanıza, bir kimse: Ve in tuhfuha yekunu azame liecriküm, deseydi, meczum okurdu.

"Levla ahherteni ilâ ecelin karibin feetesaddeka” (Münafikun: 10) kavli de böyledir.

"Ekün” kavlini "feessaddeka"nın mahalline hamletmiştir.

İbn Âmir de ye ve merfu olarak

"yükeffirü” okumuştur. Hafs da Âsım’dan rivayetle zamiri Allahü teâlâ’ya göndermiştir. Eban da Âsım'dan rivayet ederek merfu te ve meftuh fe ve sakin ra ile

"tükeffer” okumuştur.

"Min seyyiatiküm":

"Min” üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Zaittir.

İkincisi: Ba'z manasınadır. Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Bundaki hikmet de kulların korku ve endişe içinde olmalarıdır.

272

Onları hidayete erdirmek senin üzerine değildir. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. Hayırdan ne harcarsanız kendiniz içindir. Zaten ancak Allah rızasını kazanmak için harcarsınız. Hayırdan ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.

"Onları hidayete erdirmek senin üzerine değildir":

Sebeb-i nüzulü hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Müslümanlar müşrik akrabalarına sadaka vermek istemediler; âyet bunun üzerine indi. Bu cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Ancak kendi dininizden olanlara sadaka verin” dedi; âyet bunun üzerine indi. Bunu Said b. Cübeyr demiştir. Ayetteki hayır lâfzı ile mal kastedilmiştir. Bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir. "Kendiniz içindir": Yani sevabı size aittir, demektir.

"Zaten ancak Allah rızası için harcarsınız":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu mü’minlere hastır, Allah onlara niyetlerini bildirdi; niyetlerinin doğru olduğunu bildirince de onlara bunun karşılığını göreceklerini de bildirdi.

"Size eksiksiz ödenir": Yani ecir ve mükafatını göreceksiniz, demektir. Âyetin manası şudur: Onları hidayete erdirmek senin üzerine değildir ki, onlara sadaka vermeyesiniz de İslâm’a girsinler. Eğer onlara sadaka verirseniz sevabını alırsınız. Âyet nafile sadakalar hakkındadır, denilmiştir. Zira kafire farz olan sadakadan hiçbir şey vermek câiz değildir.

273

(Sadakalar) Allah yolunda mahsur kalan ve yeryüzünde ticaret için dolaşmaya güçleri yetmeyen fakirler içindir. Bilmeyen onları onurlu davranışlarından dolayı zengin kimseler sanır. Sen onları simalarından tanırsın. İnsanlardan yüzsüzlük ederek istemezler. Hayırdan ne harcarsanız, şüphesiz Allah onu pekiyi bilmektedir.

"Sadakalar Allah yolunda mahsur kalanlar içindir": Onları sadaka ve nafakalara teşvik edince, onlara en iyi sadaka verilecek kimseleri de gösterdi. İhsarın açıklaması

"eğer mahsur kalırsanız” (Bakara: 196) âyetinde geçti. Mahsur olanlar hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar Suffe’de yaşayanlardır, onlar kendilerini Allah’a ibadet etmeye vermişlerdi. Hiçbir şeyleri yoktu. Bunu İbn Abbâs ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: Fakir muhacirlerdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar kendilerini savaşa adayan kimselerdir, mal kazanmaya güçleri yoktu, bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile yaralanıp da kötürüm olanlardır. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Kisâi de bunu tercih etmiş ve: Onlar hastalıktan mahsur kalmışlardı. Eğer başka bir şeyden olsa idi,

"husiru” derdi. İhsar korku veya hastalıktan, hasr da bu ikisinden başka bir şeyden dolayı engellenmektir.

"Allah yolu” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O cihattır.

İkincisi: Taattir.

"Yeryüzünde dolaşma” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O cihattır, fakirliklerinden dolayı ona imkanları yoktu. Bu, İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

İkincisi: Kazanç sağlamaktır, bunu da Katâde, demiştir.

"Onları engelleyen şey” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O fakirliktir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Hastalıklarıdır, bunu da İbn Cübeyr ve İbn Zeyd, demişlerdir.

Üçüncüsü: Cihadı bırakmamalarıdır, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Yahsebühümül cahilü": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Kisâi bunu Kur’ân'ın her yerinde

"yahsibühüm” ve "yahsibenne” okumuşlardır. İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Ebû Cafer de hepsini “sîn” in fethasiyle okumuşlardır.

Ebû Ali Şöyle demiştir: “sîn” in fethası kıyasa daha uygundur, çünkü mazi "faile” (hasibe) vezninde olursa, muzari de

"yefalü” olur, meselâ, ferika yefrâku, şeribe yeşrebü gibi. Kesr de kulağa hoş geldiği için güzeldir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Burada aklın zıttı olan cahillik kastedilmemiş, ancak denemenin zıttı olan cahillik (toyluk) kastedilmiştir. Sanki: Hallerini bilmeyenler, onları denemeyenler onları zengin zannederler, denilmiştir. Taaffüf ise: İstememektir. Affe anişşey’i ve taaffefe, denir.

"Sima": Bir şeyin kendisiyle bilindiği işarettir, aslı sime’dir.

Simalarından ne kastedildiği hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Kibarlıklarıdır, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Tevazularıdır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Fakirliğin onların üzerindeki izidir. Bunu Süddi ile Rebi’ b. Enes, demişlerdir. Bu da bir şeye hüküm verirken işaretin önemli olduğunu gösterir.

İmamımız Ahmed şöyle demiştir: Dar-ı harpte bulunan ve durumu bilinmeyen kimse hakkında: Simasına bakılır; eğer üzerinde sünnetsizlik gibi kâfir siması bulunursa, onlardan olduğuna karar verilir; Müslümanların kabristanına defnedilmez ve üzerine namaz kılınmaz. Eğer üzerinde müslümanların siması varsa, onlardan olduğuna karar verilir.

"İlhaf": Israr ve yüzsüzlük etmektir.

İbn Kuteybe: Elhafe filmes’emleti, denir ki: Yüzsüzlük ederek dilencilik etmektir, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Elhafe’nin manası, her yönden istemektir, lihaf (yorgan) da bundan gelir, çünkü insanı sarar, kaplar. Eğer:

"Onlar ısrar etmeden isterler miydi?” denilirse, cevap şöyledir: Hayır, Kelâmın manası şöyledir: Onlar istemezlerdi ki, ısrar etmiş olsalardı. Şair A’şa da şöyle demiştir:

Yorgunluk ve ağrıdan bacağını oğuşturmaz,

Açlıktan da midesi kazınmaz (safrası kalkmaz).

Manası: Bacağında yorgunluk ve ağrı yoktur ki, onu oğuştursun, demektir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Şu söz de öyledir: Bunun gibisini pek az gördüm, dersin, aslında ona benzer hiç kimse görmemişsindir. Onlar insanlardan ne ısrarla isterler ne de ısrar etmeden isterler. Zeccâc, İbn Enbari ve diğerleri de bu görüşü kabul etmişlerdir.

274

Mallarını gece gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar için Rableri katında ecirler vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülecek de değiller.

"Mallarını gece gündüz, gizli ve açık harcayanlar":

Âyetin kimler hakkında indiğinde üç görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Allah yolunda at besleyenler hakkında inmiştir, bunu Haniş es - San’ani, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ebudderda, Ebû Ümame, Mekhûl, Evzai ve diğerleri de bu görüştedirler.

İkincisi: Hazret-i Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh hakkında inmiştir; onun dört dirhemi vardı; birini gece, birini gündüz, birini gizli ve birini de açık olarak infak etmişti. Bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid, İbn Saib ve Mukâtil de aynı görüştedirler.

Üçüncüsü: O Hazret-i Ali ile Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Ali, suffe halkına geceleyin bir yük hurma, Abdurrahman b. Avf de gündüz çok miktarda dinar göndermişti. Dahhâk, bunu İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

275

Faiz yiyenler kabirlerinden ancak dokunarak şeytan çarpmış kimselerin kalkmaları gibi kalkarlar. Bu, onların:

"Alışveriş de ancak faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helâl ve faizi haram etmiştir. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de buna son verirse, geçmişi onundur ve işi Allah’a kalmıştır. Kim de tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

"Ellezine ye’külünerriba": Riba (faiz) lügatte artmak manasınadır, rebve ve rabiye (tepe) ve erba fülanün alâ fülanin denir ki, falancadan artıktır, demektir. Bu tehdit, yiyene de, onunla muamele edene şamildir, sadece yiyenden bahsedilmesi, en büyük kitle o olduğu içindir. Sahih hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: Allah faiz yiyene de yedirene de, şahitlerine de katiplerine de lânet etsin, demiştir.

"Kalkmazlar":

İbn Kuteybe: Kıyamet günüde kabirlerinden kalkmazlar, demiştir.

"Mess": Deliliktir, recülün memsus da: Delidir. İnsanlar kabirlerinden çıktıkları zaman Allahü teâlâ’nın,

"o gün mezarlardan hızla çıkarlar” (Maaric: 43) dediği süratle koşarlar, ancak faiz yiyenler kalkamazlar, yere düşerler. Çünkü Allahü teâlâ yedikleri faizi kıyamet gününde karınlarında artırmış ve onları yerlerinden kalkamaz hale getirmiştir. Bu nedenle koşamazlar. Said b. Müseyyeb de: Bu, dünyada helâl sayıp da faiz yiyenlerin kıyamet günündeki alâmetidir, demiştir.

"Zalike": Bu, yani anlatılan bu azapları,

"alışveriş de faiz gibidir, demelerindendir". Anlatıldığına göre Sakif Arapları faizle çok muamele ederlerdi, onlar: Faiz de alışveriş gibidir, demişlerdir.'

"Femen caehu mevizetün min rabbihi":

Zeccâc şöyle demiştir: Hakiki olmayan her müennese müzekker muamelesi etmek câizdir, meselâ vaaz ile mevize aynı manayadır.

"Geçmişi onundur": Yani geçmişte yediği faiz, demektir.

"Ve emruhu ilallah": Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: “He” zamiri faiz yiyene râcîdir, takdiri de şöyledir: Allah dilerse onu korur, dilerse yapmaz. Bunu Said b. Cübeyr ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O faize râcîdir, manası: Allah dilediğini ondan bağışlar, dilediğine de ondan dolayı azap eder. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

"Kim dönerse": İbn Cübeyr: Kim helâl sayarak ve:

"Alışveriş de faiz gibidir” diyerek tekrar dönerse, demektir.

276

Allah faizi mahveder ve sadakaları artırır, Allah hiçbir azılı kâfiri ve çok günahkarı sevmez.

"Allah faizi mahveder": Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onun mahvolmasının manası, azalması ve eriyip yok olmasıdır. Muhakuşşehr de hilalin küçülüp ışığının azalmasıdır. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş,

Said b. Cübeyr de böyle demiştir.

İkincisi: Ondan verilen sadaka gibi şeylerin bâtıll olmasıdır. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

"Sadakaları artırır": İbn Cübeyr: Onları katlar, demiştir. "Keffar” da kendisini küfre götürecek şeyleri çok yapan kimsedir. Esim de durmadan günah işleyen ve üzerinde ısrar eden kimsedir.

277

Şüphesiz iman edip iyi şeyler işleyenler, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler için Rableri katında ecirler vardır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de.

278

Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve eğer mü’minler idiyseniz faizden kalanı bırakın.

"Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve eğer mü’minler idiyseniz faizden kalanı bırakın".

İnişi hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: O, Sakif kabilesinden Amr b. Umeyr b. Avf ve Mahzum oğullarından da Muğire oğulları hakkında indi. Muğire oğulları Sakiflilerden faiz alırlardı. Allahü teâlâ faizi iptal edince, Sakifliler Mahzum oğullarından alacaklarını istediler. Bunun üzerine bu ve arkasındaki âyet indi. Bu İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: O Osman b. Affan ile Abbas hakkında indi, onlar hurma üzerine faizli para vermişlerdi. Hurma kesim zamanı gelince, hurma sahibi:

"Eğer haklarınızı alırsanız, bana ve aileme yetecek kadar kalmaz, yarısını alsanız da faizi katlasak?” dedi. Onlar da öyle yaptılar. Süre dolunca, fazlasını istediler. Bu durum Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e intikal etti, onları bundan men etti, bunun üzerine bu âyet indi. Bu; Atâ’ ile İkrime’nin görüşüdür.

Üçüncüsü: Bu Abbas ile Halid b. Velit hakkında indi, bunlar cahiliye döneminde ortak idiler. İslâm geldiğinde bunların faize verilmiş büyük miktarda malları vardı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Bilin ki, cahiliyedeki bütün faizler kaldırılmıştır; ilk kaldırdığım faiz de Abbas’ın faizidir"40 dedi. Bu da Süddi’nin görüşüdür.

İbn Abbâs, İkrime ve

Dahhâk şöyle demişlerdir: Neden:  

"Faizden kalanı bırakın” dedi. Çünkü bütün faiz terk edilmiş ancak Sakif in faizi kalmıştı. Bazıları da: Âyet, İslâm’dan önce faize mal verip bir kısmını küfründe alan, sonra da Müslüman olan kimse hakkında inmiştir; onun kalanı terk edip ve geçeni affetmesi gerekiyordu, demişlerdir. Ama İslâm’dan sonra faiz verip almaya gelince, aldığı iade edilir, kalan da düşer.

279

Eğer öyle yapmazsanız, Allah ve Resul’ii ile savaşa girdiğinizi bilin. Eğer Tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir; haksızlık da etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.

"Fein lem tef'alu": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir hemzenin sükunu ve zalın fethası ile "fe’zenu” okumuşlardır. Hamze ile Ebû Bekir de: Zalın kesresi ve elifle: "Feâzinu” okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir: Kısaca "fe’zenu” okuyanlar, iyi bilin manasını vermişler; uzun hemze ve meksur zal ile okuyanlar da, manasının: Bilin ki, kim faizi terk etmezse o Allah’a savaş açmıştır, demek istemiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Faiz yiyene kıyamet gününde: Sİlâhını al, savaşa hazırlan, denir.

"Eğer Tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir; zulüm de etmezsiniz, zulme de uğramazsınız": Yani ödünç verdiğiniz mal sizindir, zulüm etmezsiniz, yani ondan daha çoğunu almazsınız, zulme de uğramazsınız, yani ondan daha az da almazsınız. Cumhûr, ilk tenin fethası ile

"tazlimun” ve ikinci tenin zammesi ile "tuzlemun” okurlar. Mufaddal da Âsım’dan ilkinin zammesini ve ikincisinin de fethasını rivayet etmiştir.

280

Eğer borçlu darlık içinde ise bolluğa kadar mühlet verin. Borcu bağışlamanız, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.

"Eğer borçlu darlık içinde ise": İbn Saib ile

Mukâtil şöyle demişlerdir:

"Kalan faizi bırakın” kavli inince, Amr b. Umeyr oğulları, Muğire oğullarına: Sermayemizi getirin, biz de sizden faiz almayalım, dediler. Muğire oğulları da ellerinin dar olduğundan şikayet ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi. Usre fakir ve darlık, demektir. Cumhûr sini sakin okur, Ebû Cafer ise burada ve "saatil usreti"inde zamme ile okur. Cumhûr "meysere"yi “sîn” in fethasıyla okumuştur. Nâfi ise zammesiyle okumuş, Zeyd de Ya’kûb ’tan rivayetle “sîn” in zammesiyle okumuştur. Ancak o bir fark gösterip rayı meksur okumuş, teyi heye çevirmiş ve sonuna da ye ilâve etmiştir (meysirihi).

Zeccâc şöyle demiştir:

"İn kane"nin manası: Eğer böyle bir şey vaki olursa, demektir. Nazire de süre vermek manasınadır. Böylece onlara, eğer verecektiler darda iseler sermayeyi almada süre vermelerini emretti ve sadaka olarak vermenin üstünlüğünü bildirdi.

"Ve en tesaddaku": Kurraların çoğu şadı şeddeli okumuş; Âsım ise onu şeddesiz, dalı şeddeli okumuş, İbn Ebi Able de zalı zammeli okumuş ve onun sıdk, doğruluktan geldiğini söylemiştir.

281

O günden korkun ki, onda Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra da her nefse kazandığı tastamam verilir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.

"Vetteku yevmen türcaune fihi ilallahi": Ebû Amr teyi mefîuh (terciun” okumuş, diğerleri ise zamme ile türcaun okumuşlardır. İbn Abbâs, Ebû Said el - Hudri, Said b. Cübeyr, Atiye, Mukâtil ve diğerleri: Bu âyet Kur’ân’dan en son inen ayettir, demişlerdir.

İbn Abbâs: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, bundan seksen bir gün sonra vefat etti, demiştir.

İbn Cüreyc de: Dokuz gün sonra vefat etti, demiştir. Mukâtil ise: Yedi gün sonra, demiştir.

"Sonra her nefse kazandığı tastamam verilir": Yani kazandığının karşılığı tastamam verilir, demektir.

282

Ey iman edenler, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı onu doğru yazsın. Katip onu Allah’ın ona bildirdiği gibi yazmaktan çekinmesin. Üzerinde hak olan borçlu da yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun. Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan beyinsiz yahut zayıf olur veyahut yazdırmaya gücü yetmezse, velisi onu doğru olarak yazdırsın. Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, beğeneceğiniz şahitlerden bir erkek, iki kadın tutun. Kadınlardan biri unutursa biri diğerine hatırlatır. Şahitler çağrıldıkları zaman kaçınmasın. Borç az olsun çok olsun süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakındır. Ancak peşin bir ticaret olup da aranızda döndürmeniz hariç. O zaman onu yazmamakta size bir günah yoktur. Alışveriş ettiğiniz zaman şahit tutun. Ne katip ne de şahit zarara uğratılmasın. Eğer bunu yaparsanız bu, kendinize bir kötülüktür. Allah’tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyle bilendir.

"Ya eyyühellezine amenu iza tedayentüm":

Zeccâc şöyle demiştir: Dayentürrecüle, veresiye alışveriş edip ondan borç almak ve ona borç vermektir.

Şair de şöyle demiştir:

Erva ile borca alışveriş yaptım;

Bir hısımını savsakladı, bir kısmını da ödedi.

Mana şöyledir: Kiminizin kimi üzerinde belli bir süreye kadar borcu olursa, onu yazın. Allahü teâlâ borcu yazmayı ve şahit tutmayı malları korumak ve insanları haksızlıktan men etmek için buyurdu. Çünkü bir kimse aldığını şahitli ispatlı yazarsa, vermemek için daha az tamah eder.

İbn Abbâs: Bu âyet özellikle barış içinde inmiştir. Eğer:

"Tedayentüm” lâfzı yettiği halde yeniden

"bideynin” demesinin ne faydası vardır?” denilirse, cevabı şöyledir:

"Tadâyentüm” lâfzı iki manaya gelir:

Birincisi: Alışveriş yapmak, ödünç vermektir.

İkincisi: Fi’lin karşılığını görmektir. Birincisi için daim fethasıyla

"deyn", denir, İkincisi için ise daim kesresiyle

"din” denir. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Din gününün ne zaman olduğunu sorarlar". (Zariyat: 12) Yani amellerin karşılığı alınacak gün, demektir.

Şöyle bir delil getirmişlerdir:

... Onlar bizi cezalandırdıkları gibi

Biz de onları cezalandırdık.

Bu durumda

"bideynin” kavli, "tedayentüm"den neyin irade edildiğini göstermiş oluyor. Bunu İbn Enbari demiştir.

“Adi”: Hak demektir.

Katâde şöyle demiştir: Hakkı bırakma, batılı fazla yapma.

"Vela ye’be katibün": Yani katip Allah’ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, demektir.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın ona yazmayı öğrettiği gibi demektir.

Şa’bî de: Yazı yazmak cihad gibi farz-ı kifayedir, demiştir.

İkincisi: Allah’ın ona öğrettiği hakkı, demektir, bunu da Zeccâc demiştir.

"Üzerinde hak olan da yazdırsın":

Said b. Cübeyr: Aranan yani verecekti demektir. Demek istiyor ki: Alacaklının kendi üzerindeki hakkını katibe yazdırsın.

"Lâ yebhas minhü şey’en": Ondan hiçbir şey eksik etmesin. Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi şöyle demiştir: Emleltü, ümillü, emleltü ümli denir, bunların ikisi de vardır. Emleytü imladan gelir, emleltü ise melel ve milaldan gelir. Çünkü yazdıran katibe uzun uzadıya anlatır ve onu usandırır.

"Üzerinde hak olan kimse sefih olursa":

Burada sefihten ne murat edildiği hususunda dört görüş vardır:

Birincisi: O malı bilmeyen ve yazdırmayı bilmeyendir. Bunu Mücâhid ile İbn Cübeyr, demişlerdir.

İkincisi: O çocuk ve kadındır, bunu da Hasen, demiştir.

Üçüncüsü: Küçük çocuktur, bunu da Dahhâk ile Süddi, demişlerdir.

Dördüncüsü: O, saçıp savurandır, bunu da Kadı Ebû Ya’lâ, demiştir.

 Zayıftan ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O aciz, dilsiz ve aptaldır, bunu İbn Abbâs ve İbn Cübeyr, demiştir.

İkincisi: O ahmaktır, bund Süddi ile Mücâhid, demişlerdir.

Üçüncüsü: O çocuktur, bunu da Kadı Ebû Ya'lâ, demiştir.

"Yahut yazdırmağa gücü yetmezse":

İbn Abbâs: Meramım ifade edemediği için, demiştir.

İbn Cübeyr de: Üzerinde vermesi gereken şeyi yazdırmayı bilmeyendir, demiştir.

Kadı Ebû Ya’lâ da: O delidir, demiştir.

"Felyümlil veliyyuhu": “He” zamirinin mercii hakkında da iki görüş vardır: Birincisi. O hakka râcîdir, takdiri şöyledir: Hakkın velisi (sahibi) yazdırsın. Bu İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Rebi’ b. Enes ve Mukâtil’in görüşüdür. Bunu İbn Kuteybe, demiştir.

İkincisi: O üzerinde hak olana, yani verecekliye râcîdir. Bu da Dahhâk ile İbn Zeyd’in görüşüdür. Zeccâc da bunu tercih edip ilk iki görüşü ayıplamış ve:

"Davacının sözü nasıl kabul edilir? Onun yazıya ve şahide ne ihtiyacı vadır?” demiştir. Yine Kadı Ebû Ya’lâ bunu tercih etmiştir. Adl ise, insaflı olmaktır.

"Erkeklerinizden": Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Yani hürlerden, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Ehl-i İslâm’dan, yani Müslümanlardan, bu da Zeccâc ile Kadı Ebû Ya’lâ’nın tercihidir. Âyetin başında mü’minlere hitap etmesi de bunu gösterir.

"Eğer iki erkek olmazsa": Şahitler iki erkek olmazsa, demek istiyor.

"Bir erkek ve iki kadın": Eğer iki erkek bulunmazsa, demek isteniyor.

"Beğendiğiniz şahitlerden":

İbn Abbâs: Faziletli ve dindar kimselerden, demiştir.

"Biri unutursa diğeri ona hatırlatır":

Zeccâc şöyle demiştir: Halil, Sibeveyh ve ilimlerine güvenilir diğer nahiv Âlimleri, bunun manası şöyledir, demişlerdir: Biri diğerine hatırlatması için iki kadın tutun". Hamze, hemzenin kesri ile

"in tedılle” okumuştur. Burada dalâlet unutmak manasınadır. Dunu İbn Abbâs, Dahhâk, Süddi, Rebi’, Mukâtil, Ebû Ubeyde ve İbn Kuteybe, demişlerdir. "Fetüzekkire” kavline gelince: İbn Kesir ile Ebû Amr şeddesiz ve rayı mensûb okumuşlardır. Hamze de merfu olarak ve kâfin şeddesi ile okumuştur. Diğerleri de nasp ve kâfin şeddesiyle okumuşlardır.

Kim şedde ile okursa, unutma anında hatırlamayı kastetmiştir.

Şeddesiz okuyanda iki görüş vardır:

Birincisi: O da şeddeli manasınadır, bu da cumhûrun görüşüdür. Bunu Dahhâk, Rebi’ b. Enes ve Süddi, demişlerdir. İki okuyuşun da manası birdir.

İkincisi: O, ikisinin şahitliği bir erkeğin şahitliği gibi sayılır, demektir. Bu da Süfyan b. Uyeyne’nin görüşüdür. Esmaî de Ebû Amr’dan benzerini nakletmiştir. Kadı Ebû Ya’lâ da bunu beğenmiştir. Bir cemaat de bunu reddetmiştir ki,

İbn Kuteybe de içlerindedir.

Ebû Ali şöyle demiştir: İbn Uyeyne’nin görüşü sağlam değildir, çünkü kadınlar ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar yanlarında bir erkek olmazsa şahitlikleri câiz olmaz. Bir de burada dalal, unutmak manasınadır. Bu nedenle ona denk bir şey söylenmelidir ki, o da hatırlatmaktır.

"Şahitler davet edildikleri zaman kaçınmasın":

Katâde şöyle demiştir: Bir adam içi insan dolu obayı dolaşır, onları şahitliğe çağırırdı da içlerinden bir tanesi kabul etmezdi. Âyet bunun üzerine indi. Bu davet neye idi?

Birincisi: Şahitliği üstlenmeye ve onu yazıya geçirmeye. Bunu İbn Abbâs, Atıyye, Katâde ve Rebi’ demişlerdir.

İkincisi: Üstlendikleri şahitliği hakim huzurunda eda etmeye, bunu da Said b. Cübeyr, Tâvûs, Mücâhid, İkrime ve Atâ’, Şa’bî, Ebû Miclez, Dahhâk ve İbn Zeyd, demişlerdir. Bunu el-Meymuni, Ahmed b. Hanbel’den rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Şahitliği üslenip onu yerine getirmeye, bu İbn Abbâs ile Hasen’den rivayet edilmiş, Zeccâc da bunu beğenmiştir.

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Bir kimseye şahitlik ancak kendinden başkası bulunmadığı takdirde lâzım gelir. Ama onu bir grup üstlenmişse, ona şahsen lâzım gelmez, şahitliği üstlenmek de böyledir. Çünkü o cihad gibi farz-ı kifayedir. Bütün insanların ondan kaçınmaları câiz değildir.

"Vela tes’emu": Yani uzun olsun kısa olsun süresine kadar yazılması adet olan şeyi yazmaktan bıkıp usanmayın, demektir.

"Zaliküm eksatü indallah": Bu, sizin için daha uygun bir şeydir.

"Ve akvamü lişşehadeti": Şahitlik için daha sağlamdır, zira yazı bütün şahitlere şahit oldukları şeyin hepsini hatırlatır.

"Ve edna": Daha yakındır,

"enla tertabu": Şüphe etmemenize.

"İlla en tekune": Meğerki mallar ola,

"ticareten” bir ticaret. Âsım nasp ile ticareten okumuştur ki, manası da mallar hazır (peşin) ticaret ise demek olur ki, o da tarafların üstlerine düşeni derhal yerine getirmeleri ve vadesiz alışveriş yapmaları demektir. O zaman genişlik için yazmamak mübahtır. Ta ki, insanlar yiyecek ve içecek alışverişlerinde sıkılmasınlar.

"Alışveriş ettiğiniz zaman şahit tutun": Şahit tutmak adet olan şeylerde şahit tutmak menduptur.

Bu âyet; borcu yazıya geçirme ve alışveriş ve borçlanmada şahitlik yapma emrini içermektedir. Âlimler bu emrin vacip mi yoksa mübah mı olduğunda ihtilaf etmişlerdir; cumhûr bu emrin mendup ve müstehap olduğunu bildirmiştir. Buna göre bu muhkemdir. Bir bölük de yazmanın ve şahit tutmanın vacip olduğunu söylemişlerdir, İbn Ömer, Ebû Mûsa, İbn Sîrin, Atâ’, Dahhâk, Ebû Kılabe, Hakem ve İbn Zeyd bu görüştedirler. Sonra bunlar da bu hükmün geçerli mi yoksa mensuh mu olduğuhda ihtilaf etmişlerdir. Çokları bu hükmün muhkem olup mensuh olmadığına kani olmuşlardır. Bir grup da onun:

"Eğer kiminiz kiminize güvenirse, kendisine güvenilen emanetini yerine getirsin” kavli ile mensuh olduğunu söylemişlerdir.

"Vela yudarre katibün vela şehid":

Ebû Cafer "yudarre"nin rasını şeddesiz ve sükun ile (yudarir) okumuştur.

Bu kelâmın manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onun manası: Meşgul iken çağrılıp da zarara uğratılmasın, demektir. Bu İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Süddi, Rebi’ b. Enes, Ferrâ’ ve Mukâtil’in görüşleridir.

Rebi’ de şöyle demiştir: Birileri katibe gelir: Benim için yaz, derdi. O da: Meşgulüm, dediği halde yakasını bırakmaz ve: Sen yazmakla memursun, der; ona zarar verirdi. Başkasını bulduğu halde onu bırakmazdı. Şahide de aynısını yapardı. Bunun üzerine:

"Ne katip ne de şahit zarara sokulmasın” kısmı indi.

İkincisi: Bunun manası şöyledir: Katibin yazdığı kimseye zarar vermemesinin manası, kendisine yazdırılandan başkasını yazması, şahidin zarar vermemesinin manası da, şahit olmadığı şeye şahitlik etmesidir.

Bu; Hasen, Tâvûs, Katâde ve İbn Zeyd’in görüşleridir. İbn Kuteybe ile Zeccâc da bunu tercih etmişlerdir. Zeccâc bunun doğruluğuna:

"Eğer böyle yapmazsanız bu sizin için bir kötülüktür” kavlini delil getirmiş ve: Meşgul bir katibi yazmaya veya şahidi şahitliğe çağırana fasık denmez. Ancak yazıyı değiştirene veya yalancı şahitlik edene fasık denir.

Üçüncüsü: Zarar vermenin manası: Katibin katiplikten, şahidin de şahitlikten kaçınmasıdır. Bu da Atâ’ ile arkadaşlarının görüşüdür.

"Eğer yaparsanız": Yani zarar verirseniz, demektir.

283

Eğer yolculukta olur da katip bulamazsanız, o zaman alınmış rehinler yeter. Eğer birbirinizden emin olursanız, kendisine güvenilen emanetini yerine getirsin ve Rabbi olan Allah’tan korksun. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, onun kalbi günahkardır. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.

"Eğer yolculukta olursanız": özellikle yolculuktan bahsedilmesi, genellikle onda katibin ve şahidin bulunmamasındandır. Kelâmın maksadı şöyledir: Eğer yazı ve şahitle işi sağlama alamazsanız, o zaman rehin alın.

"Ferihanün": İbn Kesir, Ebû Amr ve Abdülvaris ranın ve henin zammesiyle elifsiz olarak "ferühünün” okumuşlardır. Abdülvaris ile bir grup, heyi sakin okumuşlardır. Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi ranın kesresi ve henin fethası ve elifle "firihanün” okumuşlardır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Kim "ferihanün” okursa, rehnin çoğulunu kastetmiştir. Kim de "ferühünün” okursa, rihanı cem etmiş ve cemin cemini kastetmiştir.

"Rehin alın": Bu da rehnin devreye girmesi için almanın şart olduğunu gösterir. Rehin de taşınır olursa alınır. Eğer ev ve arazi gibi gayri menkul olursa, onu almak, rehin alana boş olarak teslim etmektir.

"Eğer kiminiz kiminizden emin olursa": Yani alacaklı vereceklinin emin olduğuna güvenir de malı ona katipsiz, şahitsiz ve rehinsiz teslim ederse,

"kendisine güvenilen", ki, o da borçludur,

"emanetini yerine getirsin ve Rabbi olan Allah’tan korusun": Yani kendisine güvenene hiyanet etmekten.

"Onun kalbi günahkardır": Süddi, şeyhlerinden rivayetle: Onun kalbi fisk u facurdur, demiştir. Ebû Ya'lâ da: "Neden kalbi günahkardır?” denilmiştir; çünkü günahlar ancak kalp o şeye bağlanırsa meydana gelir. Şahitliği gizlemek de onu yerine teslim etmemeye niyet etmektir.

284

Göklerde ve yerde ne varsa Allah'a aittir. Eğer içinizdekini açıklar veya gizlerseniz, Allah sizi ondan hesaba çeker. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.

"Eğer içinizdekini açıklar veya gizlerseniz Allah sizi ondan hesaba çeker": Içtekini açıklamak, kulun sakladığı şeyle amel edip veya konuşmasıdır. Bu da kulun hesaba çekilmesine sebeptir.

Ama içinde sakladığı şeye gelince, ulema bu âyette gizlenen şeyden ne kastedildiği hususunda iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O bütün gizlenenler için geneldir, bu da çoğunluğun görüşüdür. Sorumlu olmak için bu hükmün geçerli mi veya mensuh mu olduğunda da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O

"Allah kimseye kaldıramayacağı şeyi teklif etmez” (Bakara: 286) âyetiyle mensuhtur. Bu da İbn Mes’ûd, Ebû Hureyre, bir rivayette İbn Abbâs, Hasen, Şa’bî, İbn Sîrin, Said b. Cübeyr, Katâde, Atâ’ el - Horasani, Süddi, İbn Zeyd ve Mukâtil’in görüşleridir.

İkincisi: O sorumluluk bakımından muhkemdir; dilediğini sorumlu tutar, dilediğini bağışlar. Bu da İbn Ömer ile Hasen’den rivayet edilmiştir. Ebû Süleyman Dımeşki ile Kadı Ebû Ya’lâ da bunu tercih etmişlerdir. İbn Ebi Talha da

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bu âyet neshedilmemiştir, ancak Allahü teâlâ mahlukatı topladığı zaman onlara şöyle diyecektir: Ben size içinizde saklayıp da meleklerimi dahi haberdar etmediğim şeyleri haber vereceğim. Mü’minlere onları haber verir ve onların içlerinden geçenleri bağışlar. O da Allahü teâlâ’nın

"Allah sizi onlardan hesaba çeker” kavlidir. Allah onları size haber verir. Şirk ve şüphe ehline gelince, onlara da gizledikleri yalanlamayı haber verir. Bu da:

"Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder” kavlidir. Çoğunluk "feyağfirün"ün rasını ve

"yuazzibü"nün basını sakin okur; İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi bunlardandır. Cezm okumaları da makablindeki

"yuhasibküm” kavline mutabık olması içindir. Ebû Cafer, İbn Âmir, Âsım ve Ya’kûb da, ikisinde de ranın ve banın ref'i ile okumuşlardır. Onlar da yeni cümle başı yapmışlardır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bazıları burada Allahü teâlâ’nın hesaba çekmesini, Allahü teâlâ’nın kıyamet gününde kulun dünyada iken kalbinden geçenlerden haberdar olmasıdır. Bilsin ki, ona hiçbir şeyden azap etmemiştir. Diyor ki: Bizim tercihimiz âyetin muhkem olmasıdır. Çünkü nesh ancak emir ve nehiyde olur.

Hazret-i Âişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Senin açıkladıklarına gelince, Allah seni ondan hesaba çeker. Gizlediklerine gelince, o da dünyada peşin olarak cezasını çektiğin şeylerdir.

İkinci görüş: O bir çeşit gizli şeylere has bir durumdur, bu görüş sahiplerinin de iki fikri vardır:

Birincisi: O, şahitliği gizlemektir, bunu İbn Abbâs - bir rivayette - İkrime ve Şa’bî, demişlerdir.

İkincisi: O şüphe ve kesin inançtır, bunu da mücahit, demiştir. Bu anlatılana göre âyet muhkemdir.

285

O Peygamber, Rabbinden kendine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.

"O'nun peygamberlerinden hiçbirisi arasında ayrım yapmayız. İşittik ve İtâat ettik. Bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz! Dönüş ancak sanadır” dediler.

"Peygamber Rabbinden kendine indirilene iman etti": Buhârî ile Müslim, Sahihlerinde, Ebû Mes’ud el - Bedri’nin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

"Bakara suresinin sonunda iki âyet vardır ki, kim onları gece okursa, ona yeterler". Ebû Bekir en - Nakkaş da şöyle demiştir: Bunun manası şöyledir: Ona gece namazı yerine yeterler. Bu iki âyetin şu sebeple indiği söylenmiştir: Alâ, babasından Ebû Hureyre’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allahü teâlâ:

"İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi ondan hesaba çeker” âyeti inince bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına zor geldi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip önünde diz çöktüler ve: Allah sana bu âyeti indirdi, bizim ise ona gücümüz yetmez, dediler. O da: Sizden önceki iki kitap sahiplerinin dediği,

"işittik ve isyan ettik” demek mi istiyorsunuz?

"İşittik ve itâat ettik, Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır” deyiniz, dedi. Onlar da bunu deyip de dilleri iyice alışınca, Allahü teâlâ arkasından

"âmener-resûlü” âyetini indirdi.

Zeccâc şöyle demiştir: Bu sûreyi içindeki kıssa ve hükümlerle zikredince onu Peygamberin ve ölü’minlerin tasdiki ile bitirdi. İbn Abbâs, "ve kitabihi” okumuş ve kitap kütüpten daha kapsamlıdır, demiştir. Böylece kelimenin cins ismi olduğunu hatırlatmıştır, meselâ halkın elinde dirhem çoğaldı sözündeki dirhem gibi.

Hamze, Kisâi ve Halef de İbn Abbâs’ın bu okuyuşuna katılmışlardır. Tahrim suresinde de böyle okumuşlardır.

İbn Kesir, Nâfi, Âsım - Ebû Bekir rivâyetinde - ve İbn Âmir burada "kütübihi” şeklinde çoğul okumuşlar, Tahrim suresinde ise tekil şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr da her iki yerde de cemi sigasıyla oklımuştur.

"Lâ nüferriku beyne ahadin mirrüsülih": Ebû Amr rüsl kelimesini “sîn” in sükunu ile "rüslina” ve rüsliküm” okumuş, bunun dışındakileri harekeli okumuştur. Ondan

"alâ rüsilike"de ise sakin ve harekeli olmak üzere iki nakil vardır. Diğerleri Kur’ân’daki bütün bu tip kelimeleri harekeli okumuşlardır.

"Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız": Yani Ehl-i kitabın yaptığı gibi kimilerine iman eder, kimilerine etmeyiz, demeyiz. Ya’kûb ranın fethası ve ye ile

"yefraku” okumuştur.

"Gufraneke": Yani bağışlamanı dileriz, demektir. Masir de, dönecek yerdir.

286

Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı hayır lehine, işlediği şer de aleyhinedir. Ey Rabbimiz, eğer unutur yahut hata edersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen Mevla’mızsın bizim. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.

"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemez": Burada vüs’ güç ve takat demektir. Bunu İbn Abbâs demiştir. Manası da şöyle demektir: Allah ona gücünün yetmediği şeyi yüklemez, çünkü bu muhaldir, meselâ kötürüme koşmayı, köre görmeyi teklif etmek gibi. Ama alet olmadığından değil de mükellef birine imkansız bir şeyi teklif etmesi câizdir; meselâ ilm-i ezelisinde iman etmeyeceğini bildiği bir kafire imanı teklif etmesi gibi. Bu âyet, birinci görüşe göredir. Bizim dediğimize delil de âyetin siyakında,

"Rabbimiz, bize takat getiremeyeceğimiz şeyi yükleme” demesidir. Eğer güç yetmeyecek şeyi teklif etmek mümkün olmasa idi, bu istek anlâmsız olurdu. Kaldı ki, Allahü teâlâ Nebisine bir kavme dua etmesini buyurmuştu; onlar hakkında da:

"Eğer onları hidayete davet etsen ebediyen hidâyeti bulamazlar” (Kehf: 57) demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Âyetin manası şöyledir: Bize yapması ağır gelen şeyi yükleme, her ne kadar ona zorla ve istemeyerek katlanır isek de. Araplara anlayacakları şekilde hitap etti. Çünkü onlardan bir adam, sevmediği birine: Sana bakmaya dayanamıyorum, der; aslında dayanmaktadır, ancak ona ağır gelmektedir. Şu âyet de öyledir:

"Onu dinlemeye dayanamazlardı.” (Hûd: 20)

"Kazandığı onadır":

İbn Abbâs: Yaptığı taat onadır;

"kazandığı şer de onun aleyhinedir": Yani masiyet, günah, demektir. Ebû Bekir en-Nakkaş şöyle demiştir: "Leha” demesi hayra delildir,

"aleyha” demesi de şerre delildir. Bazıları da şu görüşü ileri sürmüşlerdir: "kesebet (kazandığı) bir veya birkaç kere olana,

"iktesebet” (kazandığı) da bir şey yaptıktan sonra tekrar yapılana denir. Bu kişi bazılarına göre de aynı manayadır, meselâ:  

"Femehhilil kafirine emhilhüm Rüveyda” âyetinde olduğu gibi. (Tarık: 17)

"Rabbimiz, bizi sorumlu tutma": Bu, böyle dememiz için Allah’tan bir talimattır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Burada nisyandan maksat, kasten terk etmektir. Zira gaflet manasına gelen unutma zaten aftır. Buradaki hata da kasıt manasındadır, yoksa yanılmak manasına değildir. Meselâ: O hata etti, denir ki, kasten yaptı demektir, nitekim gafletle yaptığı zaman da böyle denir.

"İsr” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Sözdür, bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Dahhâk ve Süddi demişlerdir.

İkincisi: Ağırlıktır, yani İsrâil oğullarına ağır şeyler yüklediğin gibi bize de onları yükleme demektir. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

"Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme":

Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Zor ve çetin amellerdir, bunu Dahhâk, Süddi, İbn Zeyd ve cumhûr, demiştir.

İkincisi: Sevgidir, bunu da Sevri, Mansur’dan, o da İbrahim’den rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: cinsel istektir, bunu da Mekhûl, demiştir.

Dördüncüsü: İçten geçen şeyler, vesveselerdir.

Beşincisi: Cehennem azabıdır.

"Sen Mevlâmızsın": Yani velimizsin,

"bize yardım et": Bize destek ver. Muaz bu sûreyi bitirdiği zaman: Amin, derdi.

0 ﴿