61

Hani siz:

"Ey Mûsa, biz bir çeşit yiyeceğe sabredenleyiz; bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden; sebzesinden, acurundan, sarılmağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O da: "Şu daha hayırlı olanı daha aşağısı ile mi değiştirmek istiyorsunuz? Şehre inin; şüphesiz orada istedikleriniz vardır” dedi. Üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. İşte bunlar, isyan ettikleri ve aşırı gittikleri yüzündendir.

"Ey Mûsa: Biz bir çeşit yiyeceğe sabredenleyiz, demiştiniz": Bunu Tih sahrasında demişlerdi. Bir çeşit yemekten de kudret helvası ile bıldırcın etini kasdediyorlardı. Muhammed b. Kasım şöyle demiştir: Kudret helvası bıldırcın eti ile bıldırcın eti de kudret helvası ile yeniyordu, onun için bir çeşit yemek denilmiştir. Burada baki, cins ismi olup onunla sebzeleri kasdetmişlerdir. Ben şeyhim Ebû Mansur el-Lügavi’den şöyle okudum: Halk bakliyat denince hayvanların değil de özellikle insanların yediği yere yayılan ve çiğ yenen sebzeleri kasteder, ama öyle değildir; baki aslında yaş ot ve baharda bitip de hem insanların hem de hayvanların yediği şeylere denir. Bakaletil ardu ve ebkalet denir ki, ikisi de fasih lügattir, sebze bitmek manasınadır. İbtekaletil ibilü denir ki, deve yayıldı demektir. Ebunnecm, develeri anlatırken şöyle der:

İlk yaylımda Malik ile

Nehşel’in mızrakları arasında otladı.

Kıssâ’da da kafin kesri ve zammı ile iki lügat vardır, kesrelisi daha kalitelidir. Cumhûr öyle okumuştur. İbn Mes’ûd, Ebû Recâ’, Katâde, Talha b. Mûsarrif ve A’meş kafin zammesi ile okumuşlardır.

Ferrâ’ da: Kesre Hicazlıların, zamme de Temimliler ile bazı Esed oğullarının lügatidir, demiştir.

Füm üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Buğdaydır, bunu İbn Abbâs, Süddi - şeyhlerinden - Hasen ve Ebû Mâlik demişlerdir.

Ferrâ’ da: O eski bir lügattir, onu konuşanlar: Fevmu lena derler ki, bize ekmek yapın demektir, demiştir.

İkincisi: O sarımsaktır, Abdullah ile Übeyy’in kıraati budur. Ve sumiha kıraatini Ferrâ’ da tercih etmiş ve sebebini şöyle göstermiştir: O, benzerleriyle zikredilmiş, fe de se’den dönüşmüştür, nitekim Araplar kabir için cedes ve decef; tencerenin akına konan taş için esafi ve esasi; bir çeşit sakız için mağafir ve mağasir derler. Bu; Mücâhid, Rebi’ b. Enes, Mukâtil, Kisâi, Nadr b. Şümeyl ve İbn Kuteybe’nin görüşleridir.

Üçüncüsü: O hububattır, bunu da İbn Kuteybe ile Zeccâc demişlerdir.

"Daha aşağısını daha hayırlısı ile mi değiştirmek istiyorsunuz?": Burada geçen edna en aşağısı, hayr da en alası demektir, kudret helvası ile bıldırcın eti, aradığınız şeylerin en âlâsıdır, demek istiyor.

Şehre (Mısr) inin: Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu belli bir mısır (şehir) değil, rastgele bir şehirdir, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Katâde ve İbn Zeyd demişlerdir. Şehre inmelerinin istenmesi, aradıkları şeylerin şehirlerde bulunmasındandır.

İkincisi: Mısır denen şehir kastedilmiştir. Abdullah, Hasen, Talha b. Mûsarrif ve A'meş’in kıraatlerinde tenvinsiz olarak mısra, denmiştir. Ebû Salih de İbn Abbâs’tan rivayetle Fir’avn’in şehri demiştir. Ebû’l - Âliyye ile Dahhâk da bu görüştedirler, Ferrâ’ da bunu tercih etmiş ve delil olarak Abdullah’ın kıraatini göstermiştir. A'meş'e de bu sorulmuş: O şimdi Salih b. Ali’nin valilik ettiği şehirdir, demiştir. Mufaddal ed - Dabbi de: Ona mısır denmesi, doğu hududunun sonu, batı hududunun da başı olmasındandır, O ikisi arasında sınırdır. Mısır lügatte sınıra denir, Hecerliler antlaşmalarına: İştera fülanün eddare bimusuriha derler ki, evi hudutları ile satın aldı demektir. Şair Adiy de şöyle demiştir:

Güneşi sınır kıldı, bunda da gizlilik yoktur,

Gündüzle geceyi ayıran bir sınır.

İbn Fâris 'te birilerinden şöyle dediklerini hikaye etmiştir: Ona mısır denmesi insanların oraya niyet edip gitmelerindendir. Bu, masartüşşate gibidir ki, koyunu sağmak manasınadır. İnsanlar ona niyet eder giderler, oraya konduktan sonra da nedense bir daha ondan ayrılmak istemezler.

"Üzerlerine zillet damgası vuruldu": Yani bir daha onlardan ayrılmadı demektir.

Ferrâ’: Zillet ile zül aynı manayadır, demiştir.

Hasen de onun cizye olduğunu söylemiştir. Meskenet hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O fakirlik ve ihtiyaçtır, bunu Ebû’l - Âliyye, Süddi ve Ebû Ubeyd demişlerdir. Süddi’den de onun nefis fakirliği olduğu rivayet edilmiştir.

İkincisi: Baş eğmektir, bunu da Zeccâc demiştir.

Bâu: Döndüler demektir, zalike de gazaba râcîdir. Bunun onlardan ayrılmayan zillet, meskenet ve diğer şeylere râci olduğu da söylenmiştir.

"Peygamberleri (nebileri) öldürürler:” Nâfi nebiyyin, enbiya, nübuet ve bundan gelen maddeleri hemzeli okur. Ancak Ahzab’taki: "Peygamberin evlerine girmeyin” (Ahzab: 53) ile

"eğer kendini Peygambere bağışlarsa” (Ahzab: 50) âyetlerinde geçenleri hemzesiz okur. Burada neden hemzesiz okumayı tercih etmiştir, çünkü aynı cinsten iki meksur hemze arka arkaya gelmiştir. Diğer kurralar ise hiçbir yerdekini hemzeli okumazlar.

Zeccâc: Üstün kıraat hemzesiz olandır, demiştir. Nebi kelimesi de nebee ve enbe’den gelir ki, haber vermektir. Yükseklik manasına olan neba yen bu’d an gelmesi de câizdir, o zaman hemzesiz olarak yükseklik manasına fail vezninde olur. Abdullah da şöyle demiştir: İsrâil oğulları bir günde üç yüz peygamber öldürürler, sonra da akşam üzeri sebze pazarı kurarlardı.

Haksız yere: Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası, suçsuz yere demektir, bunu İbn Enbari söylemiştir.

İkincisi: Tekittir, meselâ şurada olduğu gibi:

"Ancak göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (Hac: 46)

Üçüncüsü: Zalimlikle öldürmelerinin sıfatıdır, Allahü teâlâ’nın:

"Rabbim, hak ile hüküm ver” (Enbiya: 112) âyetinde olduğu gibi, hükmü hak ile nitelenmiştir, bu O’nun haksız karar verdiğini göstermez.

"Onlar itida ederlerdi": Udvan aşırı zulüm demektir,

Zeccâc da: îtida: Her şeyde haddi aşmaktır, demiştir.

61 ﴿