3-AL-İ İMRAN SÛRESİ

200 ayettir.

Tefsirciler bunun Medine’de indiğini söylemişlerdir. Baş tarafından bir kısmı ise (Hıristiyan) Necran heyeti hakkında inmiştir. Onlar Medine’ye altmış kişilik binekli olarak geldiler, içlerinde Akıp ile Seyyid de vardı. Onunla İsa hakkında tartıştılar:

"Eğer Allah'ın oğlu değilse, babası kimdir?” dediler. Al-i İmran’ın başından seksen küsur kadar âyet onların hakkında indi.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Elif. Lâm. Mîm.

2

O öyle Allah’tır ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Hay ve kayyumdur.

3

Kitabı sana kendinden öncekileri tasdik edici olarak hak ile indirdi ve Tevrat’ı ve İncil’i de indirdi.

"Kitabı sana indirdi": Yani Kur’ân’ı.

"Hak ile": Yani adalede.

"Önündekileri tasdik edici olarak": Yani önceki kitapları. Kur’ân için "nezzele", Tevrat ve İncil için

"enzele” demesi, onların her birinin bir seferde, Kur’ân'ın ise birçok seferlerde inmesindendir.

İbn Kuteybe Tevrat'ı: Veriyezzende yeri’den getirir ki, çakmak ateş çıkarmak manasınadır. Evreytu da aynı manayadır. Onun ışık olduğunu demek ister. Yine

İbn Kuteybe: Onda başka lügatler de vardır: Veriyet bike zinadı denir ki, (çakmağım seninle ateş aldı demektir). İncil de: Neceltüşşey’eden gelir ki, çıkardım, demektir. Adamın evladına da necl'i denir. Sanki ondan çıkmadır. Kabbehallahu nacileyhi denir ki, ana babasına bedduadır. Kuyudan damlayan suya da neci denir. Kad inter celel vadi de, dereden su sızarak çıktı, demektir. İncil ise bu kökten itil veznindedir; sanki Allah onunla silinen ve yok olan hakkı açığa çıkardı, demektir. Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi de: İncil yabancı bir kelimedir, Arapçalaşmıştır, demiştir. Bazıları da eğer Arapça ise, neci kökünden gelir ki, suyun yeryüzüne çıkıp yayılması manasınadır. Neceltüşşey’e de bir şeyi çıkanp ortaya koymaktır. İncil de kendisiyle ilim ve hikmetler çıkarılan kitaptır. Onun neciden Ifîl vezninde olduğu söylenmiştir ki, asıl demektir. İncil de ilim ve hikmetlerin aslıdır.

4

Daha önce; insanlar için hidayet olarak; Furkan’ı indirmişti. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için pek çetin azap vardır. Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir.

Burada Furkan için de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Kur’ân’dır, bunu Katâde ve Cumhûr demişlerdir.

Ebû Ubeyde de: Kur’ân'a Furkan denmesi, hak ile batılı, mü’min ile kâfiri ayırdığı içindir, demiştir.

İkincisi: O, İsa hakkında ihtilafa düşenler arasında hak ile batılı ayırandır.

Süddi şöyle demiştir: Âyette takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Allah Tevratı, İncil’i ve Kuran'ı indirdi, onda hidayet vardır.

"Allah’ın âyetlerini inkâr edenler":

İbn Abbâs: Hıristiyan Necran heyetini kastediyor ki, Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettiler, demiştir. İntikam ise aşırı ceza vermedir.

5

Şüphe yok ki, ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.

"Şüphe yok ki, ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz": Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Bu, içlerinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e tuzak kuran Necran heyetine imadır (göndermedir). Rahimlerde şekil verilmesinden bahsedilmesi de İsa aleyhisselam’ın durumuna dikkat çekmek içindir.

6

Size rahimlerde istediği gibi şekil veren O’dur. O'ndan başka İlâh yoktur. Mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

7

Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bazı âyetler muhkemdir ki, onlar kitabın anasıdır, diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne aramak ve teviline gitmek için onun müteşabihlerine tabi olurlar. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde kökleşenler:

"Ona inandık; hepsi Rabbimizie katındandır” derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.

"Ondan bazı âyetler muhkemdir":

Muhkem sağlam ve açıktır. Bundan kastedilen şey hususunda da sekiz görüş vardır:

Birincisi: O nasihtir, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Katâde, Süddi ve diğerleri demiştir.

İkincisi: O helâl ve haramdır, İbn Abbâs ile Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O, Âlimlerin tevilini bildikleri şeydir, bu da Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O neshe - dilmeyendir, bunu da Dahhâk, demiştir.

Beşincisi: O lâfızları tekrar edilmeyendir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Altıncısı: Kendi başına müstakil olup açıklamaya ihtiyaç duymayan şeydir, bunu da Kadı Ebû Ya’lâ, İmam Ahmed’ten nakletmiştir. Şâfiî ile İbn Enbari de: Tevilinde ancak bir veçhe (yoruma) ihtimali olandır, demişlerdir.

Yedincisi: O, huruf-ı mukattaa dışında Kur’ân’ın tamamıdır.

Sekizincisi: O; emir ve nehiy, vaat ve tehdit, helâl ve haramdır. Bunu ve bir öncekini Kadı Ebû Ya’lâ demiştir.

"Kitabın anası": Aslı demektir. İbn Abbâs ile İbn Cübeyr şöyle demişlerdir: Sanki: Onlar hükümleriyle amel edilen kitabın aslı ve helâl ile haramın toplandığı noktalardır, demek istiyor.

Müteşabih üzerinde de yedi görüş vardır:

Birincisi: O, mensuhtur, bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs. Katâde, Süddi ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O, ulemanın bilmelerine imkan olmayan şeydir, meselâ kıyametin kopması gibi. Bu, Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Onlar; elif, lâm, mîm vs. gibi huruf-ı mukataalardır, bunu da İbn Abbâs demiştir.

Dördüncüsü: Manası karışık şeylerdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Beşincisi: O lâfızları tekrar edilendir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Altıncısı: Birkaç yoruma ihtimali olan şeylerdir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Muhkem, birkaç tevile ihtimali olmayan, aklı başında birine kapalı gelmeyen şeydir. Müteşabih de birçok tevili olan şeydir.

Yedincisi: Kıssalar ve misallerdir, bunu Kadı Ebû Ya’lâ demiştir.

Eğer: "Kur’ân’dan maksat açıklık ve hidayet iken muteşabihi indirmenin ne faydası vardır?” denilirse, buna dört türlü cevap verilir:

Birincisi: Arap dili iki kısım olduğu için: Biri, işitene kapalı gelmeyen ve zahirinden başka bir şeye ihtimali olmayan;

İkincisi: Mecaz, kinayeler, işaretler, referanslar olduğundan ve bu ikinci bölüm de Araplara tatlı geldiğinden, bu da kelâmlarında harika sayıldığından; Allah Te alâ da Kur’ân'ı bu iki bölüm üzerine indirmiştir ki, benzerini getirmekten aciz kalsınlar. Sanki onlara: Bu iki bölümden hangisiyle olursa olsun benzerini getirin, diye meydan okumuştur. Eğer hepsi muhkem ve açık inse idi: Bize daha tatlı gelen şeyle inseydi, ya derlerdi. Bir sözde ne kadar işaret veya kinaye veya ima veya benzetme olursa, o kadar fasih ve o kadar dikkat çekici olur. Şair İmruulkays şöyle demiştir:

Gözlerin ancak kırık ve ezik kalbime

İki ok atmak için ağladı.

Şair, bakışı teşbih yoluyla oka benzetmiştir. Bu da şi’ri işiten ve okuyana daha tatlı gelir, şi’rin belagatini artırır. Yine İmruulkays şöyle demiştir:

Bana bir ok attı; ayrılırken,

Kalbime isabet etti, bense intikamını alamadım

(sevgilinin bakışını oka benzetmiş ve sevgisi karşılıksız kalmıştır).

Yine şöyle demiştir:

Ona beliyle gerinip de eteklerinin karanlığı çökerek

Göğsü ile üzerime yüklenince dedim ki,...

Şair teşbih yoluyla gecenin beli, eteği ve göğsü olduğunu söylemiştir, Böylece şi’ri daha güzel olmuştur. Bir başkası da şöyle demiştir:

Kestaneyi iki aşçısı çok iyi yapmış;

Onu tencerede tam öldürmemiştir.

İki aşçıdan maksat, teşbih yoluyla gece ile gündüzdür.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Her şafak vakti Haşim’e ağlar;

Dalların üzerinde güvercinlerin ağladığı gibi.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Şaştım ona, nasıl güzel şarkı söylüyor diye;

Konuşmak için ağzını açmadığı halde.

İstiare yoluyla ona şarkı ve ağız nispet etmiştir.

İkincisi: Allahü teâlâ onu kullarını denemek için indirmiştir ki, mü’min orada dursun da onu bir bilene havale etsin; böylece sevabı büyük olsun; münafık da ondan şüphe etsin, içine kuşku girsin; böylece azabı hak etsin, tıpkı onları Tâlut'un ırmağı ile denemesi gibi.

Üçüncüsü: Allahü teâlâ ilim adamlarını müteşabihi muhkeme havale etmekle denemek istemiştir. Böylece onun üzerindeki düşünceleri artar, onu araştırma ilgileri kesintiye uğramaz. Bu yorgunluktan dolayı da sevap kazanırlar, tıpkı diğer ibadetlerden sevap kazandıkları gibi. Eğer Kur’ân'ın tamamı muhkem olsa idi, onda bilenle bilmeyen bir olur, alimin başkasından üstünlüğü olmaz ve düşünce fonksiyonları ölürdü. Halbuki düşünce ve çare ancak anlama ihtiyacı duyulduğu zaman gerçekleşir. Hekimler şöyle demişlerdir: Zenginliğin kusuru ahmaklık getirmesi, fakirliğin üstünlüğü de çare aratmasıdır. Çünkü muhtaç olduğu zaman çare arar.

Dördüncüsü: Her sanat erbabı ilimlerinde kapalı şeyler ve ince meseleler koyarlar ki, öğrettikleri kimseleri denesinler, onları cevap bulmaya alıştırsınlar. Zira onların kapalı şeye güçleri yeterse, açığa daha çok yeter. Bu da Âlimlerce güzel olduğundan Allahü teâlâ’nın indirdiği müteşabihin de bu türden olması güzel olmuştur. Bu cevaplar, İbn Kuteybe ile İbn Enbari’nin görüşlerinden çıkarılmıştır.

"Kalplerinde eğrilik olanlar": Eğrilik hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O şüphedir, bunu Mücâhid ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Bu, meyildir, bunu da Ebû Mâlik, demiştir, İbn Abbâs’tan da bu iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir. Bunun doğru yoldan sapmak olduğu da söylenmiştir.

Bunların kimler olduğu hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar, Haricilerdir, bunu Hasen Basri, demiştir.

İkincisi: Münafıklardır, bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

Üçüncüsü: Necran’ın Hıristiyan heyetidir.

Dördüncüsü: Yahudilerdir, onlar ebcet hesabı ile bu ümmetin süresini bilmek istemişlerdir, bunu İbn Sâib demiştir.

"Onlar müteşabih olan şeye tabi olurlar":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar muhkemi müteşabihe, müteşabihi de muhkeme havale eder ve karıştırırlar.

Süddi de şöyle demiştir:

"Bu ayete ne oluyor ki, onunla şöyle şöyle amel edildiği halde sonra neshediliyor?” derler.

Burada fitneden ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, inkârdır, bunu Süddi, Rebi’, Mukâtil ve İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: Şüphelerdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Arayı bozmaktır, bunu da Zeccâc, demiştir.

Tevil hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O tefsirdir.

İkincisi: Beklenen sonuçtur. Rasih ise sabit ve sağlam şeydir. Resaha yersahu rusuhan denir.

Râsihler (derin ilim adamları) onun tevilini bilirler mi yoksa bilmezler mi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu bilmezler, burası söz başıdır. Tâvûs, İbn Abbâs'tan (yekulurrasihune fililmi amenna bih) okuduğunu rivayet etmiştir. Bu manaya İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b, İbn Abbâs, Katâde, Ömer b. Abdülaziz, Ferrâ’, Ebû Ubeyde, Sa’leb, İbn Enbari ve cumhûr kail olmuşlardır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Abdullah b. Mes’ud kıraati:

"İn te’viluhu illâ in de İlâh, verrasihune fililmi) şeklindedir; Übey ile İbn Abbâs kıraati de: "Ve yekulurrasihune fililmi” İlimlerde kökleşenler şöyle derler: Allahü teâlâ kitabında bazı şeyler indirmiştir, bunların ilmini kendine saklamıştır. Tıpkı:

"Onun ilmi ancak Allah katındadır” (A’raf: 187);

"bunların arasında daha birçok nesiller” (Furkan: 38) âyetlerinde olduğu gibi. Böylece Allahü teâlâ kapalıyı indirmiştir ki, ona mü’min iman etsin de mutlu olsun; kâfir de onu inkâr etsin de bedbaht olsun.

İkincisi: Onlar bilirler ve onlar ifadesi istisnaya dahildir. Mücâhid, İbn Abbâs’tan: Ben onun tevilini bilenlerdenim, dediğini rivayet etmiştir. Bu da Mücâhid ile Rebi’’in görüşüdür.

İbn Kuteybe ile Ebû Süleyman Dımeşki de bunu tercih etmişlerdir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bu görüşü Mücâhid’ten İbn Ebi Necih rivayet etmiştir; onun Mücâhid’ten ettiği tefsir rivâyeti sahih değildir.

8

Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize kendi katından bir rahmet ver. Şüphesiz Sen, bağışı en çok olansın.

"Ey Rabbimiz, kalplerimizi eğriltme": Yani: Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi hidâyetten saptırma, derler. Ebû Abdurrahman es - Sülemi, İbn Ya'mur ve Cahduri, tenin fethi ve banın zammı ile "lateziğ” ve "kulubuna” okumuşlardır. Ledünke: Katından demektir. Vehhab da: Beklemeden bol bol ihsan eden manasınadır. Mahluklar ise bir hastaya şifa veremez, bir kısıra çocuk veremezler, Allahü teâlâ ise bunların hepsini karşılıksız vermeye kadirdir.

9

Ey Rabbimiz, şüphesiz insanları vukuundan önce şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözünden caymaz.

10

Şüphesiz kâfirleri ne malları ne de evlatları Allah’ın yanında hiçbir şeyden asla kurtaramaz. İşte onlar cehennemin yakıtıdır.

"Len tuğniye anhum emvaluhum": Yani onları müdafaa edip savunamaz; zira mal sahibini dünyada müdafaa eder, evlat da öyle. Ahirette ise kafire ne malı ne de evladı fayda vermez.

"Allah’tan": Yani azabından, demektir.

11

Onların gidişi tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar âyetlerimizi inkâr etmişlerdi de Allah da onları günahları yüzünden yakalamıştı. Allah’ın cezası çok şiddetlidir.

"Kede'bi al-i Fir’avn'e": De’b üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi: O adet demektir; manası da: Fir'avn hanedanının adeti gibi demek olur, yani Yahudiler kendilerinden öncekilerin küfrü gibi küfrettiler. Bunu İbn Kuteybe, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: "Kede'bi

"deki kâf, gizli bir fi’le mütealliktir, sanki şöyle demiş gibi olur: Yahudiler Fir’avn hanedanının küfrü gibi küfrettiler (inanmadılar).

İkincisi: Gayrettir, manası da şöyledir: Onların gayretleri ötekilerin gayretleri, onların Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı yardımlaşmaları Fir’avn hanedanının Mûsa aleyhisselam’a karşı yardımlaşmaları gibidir. Bunu da Zeccâc, demiştir.

12

Kâfirlere de ki:

"Yakında mağlup olacak ve cehenneme sürüleceksiniz". O, ne kötü yataktır!

"Kul lillezine keferu setuğlebune ve tuhşerune": İbn Kesir, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir te ile "setuğlebune” ve ye ile

"yerevnehüm” okumuş; Nâfi de üçüncü te ile okumuş; Hamze de onları ye ile okumuştur. Sebeb-i nüzulü için üç görüş vardır:

Birincisi: Medine Yahudileri Bedir savaşını görünce: İslâm’a girmeye niyetlendiler ve; Bu, kitabımızda gördüğümüz peygamberdir, bunun sancağı geri dönmez, dediler. Sonra da birbirlerine: Acele etmeyin, başka bir savaşını da görelim, dediler, Uhut savaşı olunca şüphelendiler ve: Bu o değildir, dediler; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile yaptıkları antlaşmayı bozdular. Ka’b b. Eşref altmış atlı ile Mekkelilere gitti: Sizinle söz birliği edelim, dediler. İşte bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Bu Bedir savaşından önce Kureyşliler hakkında indi, Allah ona va’dettiğini Bedir savaşında gerçekleştirdi. Bu da İbn Abbâs ile Dahhâk’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Ebû Süfyan Bedir savaşından sonra kavminden bir bölük insanla Resûlüllah’ın karşısına çıkmak üzere toplandılar, âyet bunun üzerine indi. Bunu İbn Saib, demiştir.

13

Karşılaşan iki toplulukta sizin için ibret vardı: Bir topluluk Allah yolunda savaşıyor; diğeri ise kafirdi. Onları iki kat görüyorlardı. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır.

"Karşılaşan iki toplulukta sizin için bir ibret vardır": Muhataplar hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar mü'minlerdir, bu da İbn Mes’ûd ile Hasen'den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Kâfirlerdir; bu durumda makabline ma’tûf olur. Bu da İbn Abbâs’ın daha önce zikrettiğimiz kavline uyar.

Üçüncüsü: Onlar Yahudilerdir, bunu da Ferrâ’, İbn Enbari ve İbn Cerir, demişlerdir.

Eğer: Neden "kad kane leküm” dedi de,

"kad kanet leküm” demedi?” denirse, buna iki şekilde cevap verilir:

Birincisi: Hakiki müennes olmayanı müzekker saymak câizdir.

İkincisi: O beyan manasına alınmıştır; manası da: Sizin için açıklama vardır, olur. O nedenle mana cihetine gidilmiş, lâfız terk edilmiştir. Şöyle bir delil getirdiler:

İçinizden birinin aldattığı adam,

Benden ve senden sonra dünyada mutlaka aldanmıştır.

"Âyet” ve "fiet” kelimelerinin de manası yukarıda geçmişti. Açıklamasını yapmadığım bütün zor şeyleri yukarıda bulabilirsin. İki topluluktan maksat da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Bedir günündeki Kureyş müşrikleridir. Bunu da Katâde ile bir cemaat demiştir.

"Onları iki kat göçüyorlardı": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onları üç misli görüyorlardı, demektir, bunu da Ferrâ’ demiş ve şöyle delil getirmiştir: Yanımda b. dinar var, iki misline daha ihtiyacım var, desen, sen üç b. dinara muhtaçsın demektir.

İkincisi: Bunun manası: Onları ve ve misillerini görüyorlar, demektir.

Zeccâc da: Doğrusu budur, demiştir.

"Re’yel ayn": Baş gözü ile demektir.

İbn Cerir şöyle demiştir: Bu, raeytuhu fi’linin mastarı olarak gelmiştir: Raeytuhu re’yen ve rü’yeten, denir. Gören topluhık hakkında da üç görüş ileri sürerek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: "Kad kane leküm ayetün” kavlinde anlattığımızdır. Eğer: Gören topluluk Müslümanlardır dersek, bunun izahı şöyle olur: Müşriklerin sayısı Müslümanların birkaç katı idi. Onları oldukları gibi gördüler, sonra da Allah onlara yardım etti. Eğer: Onlar Yahudilerdir dersek, aynı olur. Eğer onlar müşriklerdir dersek, Müslümanların onların gözlerine çok gösterilmesi, zafer sebeplerindendir.

Nâfi, te ile:

"Terevnehüm” okumuştur. İbn Enbari de hitabın Yahudilere dönük olduğunu söylemiştir.

Ferrâ’ da ye ile

"yerevnehüm” okuyarak fi’lin Yahudilere ait olduğunu söylemiştir. "Kad kane leküm ayettin” demekle onlara (mü’minlere) hitap etmişse de böyledir. Çünkü Araplar hitaptan gaibe ve gaipten hitaba geçerler. Biz de bunu Fatiha’da ve diğer yerlerde izah ettik. Eğer: nasıl

"müşrikler Müslümanları çok gördüler, Müslümanlar da müşrikleri çok gördüler, halbuki Allahü teâlâ:

"Hani karşılaştığınız zaman size onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde az gösteriyordu” (Enfal: 44) diyerek iki topluluğun da birbirlerini az görmede eşit olduklarını beyan etmiştir?” denilirse, cevap şöyledir: Onları bir pozisyonda çok gördüler, bir pozisyonda da az gördüler. Eğer: Gören topluluk Müslümanlardı, dersek izahı şöyledir: Onlar müşriklerin sayısını savaş başlarken olduğu gibi gördüler, sonra Allah müşrikleri onların gözlerinde azalttı ki, onlara karşı cesaret bulsunlar. Bu sebeple Allah onlara yardım etti.

İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Biz müşriklere baktık, onları bizim birkaç katımız gördük, sonra onlara baktık, bizden bir adam dahi fazla olmadıklarını gördük.

Başka bir rivayette de şöyle demiştir: Gözümüze az göründüler, öyle ki, yanımdaki bir adama:

"Onlar yetmiş kişi varlar mı?” dedim. O da: Yüz kişi varlar, dedi. Onlardan birini esir ettik, ona: "Kaç kişisiniz?” dedim, o da: Bin, dedi.

Eğer: Gören topluluk müşriklerdi, dersek, izahı şöyle olur: Onlar bir durumda Müslümanları az gördüler, bu nedenle onlara saldırdılar. Onları bir durumda da çok gördüler, bu da bozulmalarına sebep oldu. Nakledildiğine göre müşrikler o gün esir edilince, Müslümanlara: "Kaç kişi idiniz?” dediler, onlar da: Üç yüz on üç, dediler. Müşrikler de: Biz sizi bizim birkaç katımız görüyorduk, dediler.

"Allah destekler": Yani takviye eder, demektir.

"Şüphesiz bunda vardır": İşaret edilen şeyde iki görüş vardır:

Birincisi: yardıma râcîdir.

İkincisi: Orduyu iki misli görmelerine râcîdir. İbret: Yakine götüren ve ilme ulaştıran delalettir. O da uburdan gelir ki, sanki o geçilen bir yoldur, onunla maksada ulaşılır. Şöyle de denilmiştir: İbret, cahillik menzilinden ilim menziline geçilen işarettir. Ebsar da: Akıllar ve basiretler, demektir.

14

Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı istek insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının faydasıdır. Varılacak yerin güzeli Allah'ın yanındadır.

"Züyyine linnasi hubbüşşehevati": Ebû Rezin el - Ukayli, Ebû Recâ’ el - Utaridi, Mücâhid ve İbn Muhaysın zenin fethasiyle "zeyyene” ve benin nasbi ile

"hubbe” okumuşlardır. Süslemenin açıklaması da Bakara suresinde geçmişti. Kanatir: Kantarın çoğuludur. İbn Düreyd: Ondakinun asli değildir, onun Arapçalaşmış olduğunu sanıyorum, demiştir. Âlimler, onun sınırlı mı sınırsız mı olduğunda ihtilaf etmişlerdir? Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: O sınırlıdır; sonra bunda da on bir görüş vardır:

Birincisi: O b. iki yüz okkadır, bunu Übey b. Ka’b, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Muaz b. Cebal, İbn Ömer, Âsım b. Ebinnücud ve bir rivayette de Hasen de böyle demişlerdir.

İkincisi: O on iki b. okkadır, bunu da Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Ebû Hureyre’den iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir. Yine Ebû Hureyre’den onun on iki okka olduğu rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O b. iki yüz dinardır, bunu da Hasen demiş ve onu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O on iki b. dirhem veya b. dinardır, bunu İbn Ebi alha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Hasen ile Dahhâk’tan da bunun ve bir öncekinin benzeri rivayet edilmiştir.

Beşincisi: O yetmiş b. dinardır, bu da İbn Ömer ile Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

Altıncısı: Seksen b. dirhem veya yüz rıtıl altındır, bu da Said b. Müseyyeb ile Katâde’den rivayet edilmiştir.

Yedincisi: O yedi b. dinardır, bunu da Atâ’, demiştir.

Sekizincisi: O sekiz b. miskaldır, bunu da Süddi, demiştir.

Dokuzuncusu: O b. miskal altın veya gümüştür, bunu da Kelbî, demiştir.

Onuncusu: O bir öküz derisi dolusu altındır, bunu da Ebû Nadre ile Ebû Ubeyde, demişlerdir.

On Birincisi: Bir rıtıl altın veya gümüştür, bunu da İbn Enbari nakletmiştir.

İkinci görüş: Kantarın belli bir miktarı yoktur. Rebi’ b. Enes: Kantar üst üste yığılmış çok maldır, demiştir. Ebû Ubeyde'den, Araplarca kantarın belli bir miktarı yoktur, dediği rivayet edilmiştir. İbn Cerir Taberî’nin tercihi de budur.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bazı dilciler: Kantarın sağlam istif edilmiş mal olduğunu söylemişlerdir.

“Kantar” tabiri hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Kat kat edilmiştir,

İbn Abbâs: Üç kantar veya dokuz kantardır, demiştir. Ferrâ’’nın görüşü de böyledir.

İkincisi: O tekmil edilmiş manasınadır, meselâ bedrün mübeddere, elfün müellefe denildiği gibi. Bu İbn Kuteybe’nin görüşüdür.

Üçüncüsü: Darb edilip dinar ve dirhem haline getirilmiş, demektir, bunu da Süddi, demiştir.

"Müsevveme” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Otlayan atlar demektir, bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Said b. Cübeyr, bir rivayette Mücâhid, Dahhâk, Süddi, Rebi’ ve Mukâtil, demişlerdir. Sametil haylü ve hiye saimetün denir ki, atlar otladı demektir. Esemtüha ve müsametün ve sevvemtüha, otlayan atlar demektir. Başka yerdeki müsevveme ise savaşta işaretlenen, yani kendisine alâmet vurulan at manasınadır.

İkincisi: İşaretli demektir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Katâde de böyle demiş ve Zeccâc da onu tercih etmiştir. Hasen'den de iki görüşün benzeri nakledilmiştir.

Alâmetli kelimesinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Farklı renkle alâmet vurulmuştur, bu Katâde’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Dağ vurulmuştur, bu da Müerric’ten rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Alacalı demektir, bunu da İbn Keysan, demiştir.

Üçüncü görüş: O güzel demektir, bunu da İkrime ile Mücâhid, demişlerdir.

"En’am” ise deve, sığır ve koyundur. Tekili neâmdir, bu cemidir, lâfzından tekili yoktur.

Meâb ise dönecek yer, demektir. Bu şeyler bazen iyi niyetle bulundurulur ve kul ondan sevap kazanır. Ancak onlarda ve onlara kötü niyet eşlik ettiği zaman kınanır.

15

De ki: Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’tan korkanlar için Rableri katında altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklardır. Onlar için tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görmektedir.

"De ki: Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi?": İbn Saib, Ebû Bekir b. Hafs’tan rivâyetinde şöyle demiştir:

"İnsanlara bu zevkler hoş gösterildi” âyeti inince Hazret-i Ömer:

"Ya Rabbi, şimdi de onları süsledin” dedi. Bunun üzerine:

"Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi?” âyeti nazil oldu. Âyetin yorumu şöyledir: O, kendi katındakilerin dünyadaki sevilen şeylerden daha hayırlı olduğunu haber verdi ki, sevdikleri şeyleri umdukları şeyler için terk etsinler.

Rıdvan’a gelince: Âsım Kur’ân'ın her tarafında ranın zammesiyle rudvan okumuştur, ancak Hafs ile Eban’ın ondan rivâyetleri müstesnadır. Yahya ile Uleymi de,

"menittebea rıdvanehu

"yu istisna etmişlerdir. Diğerleri ise ranın kesresi ile okumuşlardır. Kesre Kureyş’in lehçesidir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Radıytüşşey'e erdahu rıdan ve merdaten ve rıdvanan ve rudvanen, denir.

"Allah kullarını hakkıyla görmektedir": Kendi yanındakileri dünya zevklerine tercih edenleri bilir; onlara amellerinin karşılığını verir.

16

O Allah’tan korkanlar:

"Ey Rabbimiz, şüphesiz biz iman ettik; sen de günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru” diyenlerdir.

17

Sabredenler, doğrular, Allah’a itâatte boyun eğenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde istiğfar edenlerdir.

"Sabredenler": Yani Allahü teâlâ’ya taata ve haramlarından kaçınmaya sabredenler.

"Doğrular": İtikatlarında ve sözlerinde doğrular.

"Kânitin": Allah’a itâat edenler manasınadır,

"İnfak edenler": Hayır yollarına harcayanlar. İbn Kuteybe, nafakadan sadaka kastedilmiştir, demiştir.

İstiğfarlarının manasında da iki görüş vardır.

Birincisi: Bilinen dille istiğfardır, bunu İbn Mes’ûd, Hasen ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O namazdır, bunu da Mücâhid, Katâde, Dahhâk, Mukâtil ve diğerleri demişlerdir. Buna göre, namaza istiğfar denmesi, onunla mağfiret istemelerindendir. Sehere gelince:

İbrahim b. Seriyy şöyle demiştir: Seher, şafaktan önceki vakittir, bu da gecenin gitmeye yüz tutmasından şafağın sökmesine kadar geçen süredir. Allahü teâlâ onları bu taatlerle niteledi, sonra da onları şiddetli korkularından dolayı istiğfar edenler diye sıfatladı.

18

Allah; adaleti ayakta tutarak kendinden başka İlâh olmadığına, melekler ve ilim sahipleri de şahitlik etti. O’ndan başka İlâh yoktur. Mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

"Allah kendinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti": Âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Şam hahamlarından iki tanesi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler, Medine’yi görünce, biri arkadaşına: Bu şehir ahir zamanda çıkacak Peygamberin şehrine ne kadar da çok benziyor, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in huzuruna girince: Onu sıfatı ile tanıdılar ve: "Sen Muhammed misin?” dediler. O da: Evet, dedi. Onlar da:

"Ahmed misin?” dediler; o da. Evet, dedi. Onlar: Senden bir şahitlik soracağız, eğer onu bize haber verirsen sana inanır ve seni tasdik ederiz, dediler. O da: Bana sorun, dedi. Onlar da: Bize Allah’ın kitabındaki en büyük şahitliği haber, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Onlar da Müslüman oldular. Bunu İbn Saib ve diğerleri, demiştir. Başkası da şöyle demiştir: Bu âyet, Necran Hıristiyanlarının İsa aleyhisselam hakkında dediklerine reddiyedir. Onların haberi de sûrenin başında geçmiştir.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Ka’be’nin çevresinde üç yüz altmış put vardı. Her Arap kabilesinin bir veya iki putu vardı. Bu âyet inince putlar secdeye kapandılar.

"Allah’ın şahitlik etmesi” hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O karar ve hüküm verdi manasınadır, bunu Mücâhid, Ferrâ’ ve Ebû Ubeyde, demişlerdir.

İkincisi: Açıkladı manasınadır, bunu Sa’leb ile Zeccâc demişlerdir. İbn Keysan da: Allah acayip tedbiri ve mahlukatı üzerindeki hikmetli işleriyle kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti, demiştir.

Bir bedeviye:

"Allah’ın varlığının delili nedir?” dediler, o da şöyle dedi: "Kığı deveye delalet eder, ayak izleri yolcuya delalet eder, bu kadar güzellikteki çatı ve bu kesafetteki yer merkezi, bir Yaratıcının olduğuna delalet etmez mi?” dedi. İbn Mes’ûd, Übey b. Ka'b, İbn Semeyfa ve Âsım el-Cuhderi, şinin zammı, henin ve dalın fethası ve merfu hemze-i memdude ile "şühedaü” ve Allah isminin kesri ile okumuşlardır.

"Kâimen bil-kıst": Adaleti ayakta tutarak demektir.

Cafer-i Sadık da şöyle demiştir: "Lailâhe illâ hu"’nun iki defa tekrar edilmesi şunun içindir: Birincisi vasıf ve Tevhidtir, İkincisi resim ve talimdir, yani O'ndan başka ilâh yoktur, deyiniz, buyurmaktadır.

19

Allah katında gerçek dîn İslâm’dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilafa düştü. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz Allah’ın hesabı çabuktur.

"Inneddine indallahil İslâm": Cumhûr, Kisâi hariç, hemzenin kesri ile

"inne” okumuşlardır. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû Rezin, Ebû’l - Âliyye ve Katâde’nin kıraati de böyledir. Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Yahudiler Yahudilikten daha faziletli din yoktur, Hıristiyanlar da Hıristiyanlıktan daha faziletli din yoktur diye iddia edince bu âyet indi.

Zeccâc şöyle demiştir: Din; mahlukatın Allah’a ibadet ettiği, onu yerine getirmeleri ve adetleri olmasını emrettiği ve onlara ona göre karşılık verdiği şeyin adıdır. Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah da şöyle demiştir: Din; kulun Allah için sarıldığı şeydir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: İslâm, silm'e yani itâat ve mütabaate girmedir. İstislam da öyledir. Selime fülanün liemrike vestesleme ve esleme denir, tıpkı eşterrecülü, adam kışa girdi; Erbaa, adam bahara girdi denildiği gibi.

Kendilerine kitap verilenler hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu Rebi’ demiştir.

İkincisi: Onlar Hıristiyanlardır, bunu da Muhammed b. Cafer b. Zübeyr, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu da İbn Saib, demiştir. Şöyle denilmiştir: Burada kitap cins ismidir, kitaplar manasınadır.

İhtilaf ettikleri şey hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Dinleridir.

İkincisi: İsa aleyhisselam’ın durumudur.

Üçüncüsü: Doğru olduğunu bildikleri İslâm dinidir.

Dördüncüsü: Sıfatını bildikleri Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğidir.

"Ancak kendilerine ilim geldikten sonra": Yani üzerinde ihtilaf ettikleri şeyin açıklaması.

"Kıskançlıktan dolayı": Manası şöyledir: Kıskançlıktan dolayı ihtilaf ettiler, delil aramak için değil. Hesabın çabuk olmasını da Bakara suresinde anlatmış bulunuyoruz.

20

Eğer seninle tartışırlarsa, de ki:

"Ben bana tabi olanlarla beraber kendimi Allah’a teslim ettim". Kendilerine kitap verilenlere ve ümmilere:

"Müslüman oldunuz mu?” de. Eğer Müslüman olurlarsa, doğru yolu bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, sana ancak tebliğ etmek düşer. Allah kullarını hakkıyle görendir.

"Fe in haccuke": Eğer seninle tartışır ve hasımlık ederlerse.

Mukâtil: Yahudileri; İbn Cerir de İsa hakkında Necran Hıristiyanlarını kastetmiştir, demiştir. Bu ikiden başkaları da: Yahudilerle Hıristiyanlardır, demişlerdir.

"Kendimi/ yüzümü Allah’a teslim ettim":

Ferrâ’: Manası, amelimi ihlasla yaptım demektir, demiştir.

Zeccâc da: İbadetimle Allah’ı kasdettim, demiştir.

"Ve menittebani": Medineliler ve Basralılar vakıfta değil de vasılda yeyi ispat etmiş (ye üzerine durmuş)lardır. İbn Şünbuz, Kunbul’dan bunu nakletmiştir. İbn Şünbuz ve Ya’kûb yenin üzerine vakfetmişlerdir.

Zeccâc şöyle demiştir: Bence en güzeli Kur’ân’daki imlaya tabi olmaktır. "Vemenittebani", "velein ahharteni", "Rabbi ekremen” ve "Rabbi ehahen” gibi yenin hazfedildiği yerler iki kısımdır:

Birincisi: Nunla olandır ki, eğer âyet başı ise dilciler yeyi hazfetmeyi câiz görmüşlerdir. Onlar âyet sonlarına fasıla ismini verirler. Bunu şiirde de câiz görmüşlerdir. Şair A’şa şöyle demiştir:

Nice yüzü ekşi, kalbi öfkeli vardır ki,

Ona intisap ettiğim zaman hoşlanmazlar,

Ölüm korkusu ile ülkeyi dolaşmam,

Beni ölümden korur mu?

Ama âyet sonu veya kafiye olmazsa, çoğunluk yeyi ispat eder, düşürmezler. Düşürülmesi de güzeldir, hele nunla olursa. Çünkü

"ittebeani"nin aslı

"ittebeai"dir. Aynın fethasını kurtarmak için nun ilâve edilmiştir. Nunla beraber kesre, yenin yerine geçer. Ama nun olmazsa, meselâ ğulami ve sahibi gibi, en iyisi yeyi atmamaktır. Atmak da az olmakla beraber nun olmadığı zaman câizdir, hâza ğulami, kad cae ğulamî, gibi. Ğulami de yenin fethası da sükunu da câizdir. Çünkü kesre onu gösterir.

"Kendilerine kitap verilenlere, de ki,": Yahudilerle Hıristiyanları kastediyor.

"Ümmilere de": Bunlar Arap müşrikleridir. Bu ismin açıklaması Bakara suresinde geçmiştir.

"Müslüman oldunuz mu?”

Ferrâ’: Bu sorudur, emir manasınadır, demiştir, tıpkı:

"Son verdiniz mi?” kavlinde olduğu gibi. (Maide: 91)

Nasih ve mensuh Âlimleri bu âyette ihtilaf etmişlerdir; bir grup onun muhkem olduğuna ve bundan maksadın da onu sevmeyenin yanında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in nefsini teskin etmek olduğuna kail olmuşlardır. Çünkü durmadan onların iman etmelerini istiyor, icabet etmemelerinden acı duyuyordu. Bir grup da bundan maksadın tebliğle yetinme olduğuna kail olmuşlardır ki, bu da kılıç âyetiyle neshedilmiştir.

21

Şüphesiz Allah’ın âyetlerini inkâr edip de Peygamberleri haksız yere öldürenleri ve adaleti emreden insanları öldürenleri, onları acıklı bir azapla müjdele.

"Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr edenler": Bununla Yahudilerle Hıristiyanlar kastedilmiştir.

İbn Abbâs: Allah’ın âyetlerinden maksat Muhammed ile Kur’ân’dır, demiştir. Peygamberleri öldürmelerinin açıklaması da Bakara suresinde geçmiştir. Kist: Adalet demektir. Cumhûr

"yaktülunellezine ye’murune biüastı” okurlar, Hamze ise elifle

"yukatilune” okur. Ebû Ubeyde b. Cerrah, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

İsrâil oğulları günün başında bir saatte kırk üç peygamber öldürdü. Bunun üzerine İsrâil oğullarından on iki adam kalktı; onları öldürenlere emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münker görevinde bulundular; gündüzün sonunda onların da hepsi öldürüldü. İşte Allah'ın, kitabında bahsettiği ve haklarında âyet indirdiği onlardır. Neden bu kötü geçmişle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanındakiler kınandı? Çünkü onlara sahip çıktılar ve yaptıklarından razı oldular.

"Onları müjdele": Onlara haber ver manasınadır. Bunun şerhi de Bakara suresinde geçmiştir. Habitat ise, bâtıll oldu, boşa gitti, demektir.

22

İşte onların amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. Onlar için yardımcılar da yoktur.

23

Kendilerine kitaptan bir nasip verilenleri görmedin mi; bunlar aralarında hüküm vermesi için Allah’ın kitabına davet ediliyorlar da sonra içlerinden bir grup yüz çeviriyorlar.

"Kendilerine kitaptan bir nasip verilenleri görmedin mi?": Bunun

iniş sebebi için dört görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dershanede oturan bir Yahudi cemaatinin yanına girdi, onları Allah’a davet etti; içlerinden iki adam kalktı: "Sen kimin dinindensin?” dediler. O da: İbrahim dininden, dedi. Onlar da: O Yahudi idi, dediler. O da: öyleyse Tevrat’ı getirin, dedi; kabul etmediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Said b. Cübeyr, demiştir.

İkincisi: Yahudilerden bir erkekle bir kadın zina ettiler, önemlerinden dolayı onları recmetmek istemediler. Belki müsaade eder diye durumlarını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e götürdüler. O da onların recmedilmelerine hükmetti. Onlar da: Ya Muhammed, bize haksızlık ettin, bizde recim yoktur, dediler. O da: Tevrat’a başvuralım, dedi. İbn Soriya geldi, Tevrat’tan okudu. Recm âyetinin üzerine gelince eliyle orayı kapattı ve arkasını okudu. İbn Selam: Orayı atladı, dedi. Sonra kalkıp kendisi okudu. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de o iki Yahudinin recmedilmelerini emretti. Yahudiler buna kızdılar, âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Yahudileri İslâm’a davet etti, Numan b. Ebi Evfa: Gel, seninle hahamlara başvuralım, dedi. O da: Hayır, Allah’ın kitabına müracaat edelim, dedi. O da: Hayır, hahamlara edelim, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Süddi, demiştir.

Dördüncüsü: Bu bir bölük Yahudi hakkında indi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onları İslâm’a davet etti ve Tevrat’ı getirin, onda benim peygamber olduğum yazılıdır, dedi. Onlar da kabul etmediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mukâtil b. Süleyman, demiştir.

Açıklama: Onlara verilen nasip Tevrat’tan öğrendikleri ilimdir. Davet edildikleri kitap hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O Tevrat’tır, bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Çoğunluğun görüşü de budur.

İkincisi: O Kur’ân’dır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu da Hasen ile Katâde’nin görüşüdür.

Aralarında kitabın vermesi istenen hükümde de dört görüş vardır:

Birincisi: İbrahim'in dinidir.

İkincisi: Zina cezasıdır. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: İslâm dininin doğruluğudur, bunu da Süddi, demiştir.

Dördüncüsü: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin gerçekliğidir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Eğer:

"Tevelli yüz çevirmektir, tekrar i’râzı kullanmasının ne faydası vardır?” denilirse, buna dört türlü cevap verilir:

Birincisi: O tekittir.

İkincisi:

Mana şöyledir: Onlar davetçiden yüz çevirir, onun davet ettiği şeyden yan çizerler.

Üçüncüsü: Bedenleri ile yan çizerler, kalpleri ile haktan yüz çevirirler, demektir.

Dördüncüsü: Yüz çevirenler Âlimleridir, yan çizenler de onlara uyanlardır, bunu da İbn Enbari, demiştir.

24

Bunun sebebi de şudur: Çünkü onlar: "Cehennem ateşi bize ancak sayılı günler dokunacaktır” demişlerdir. Uydurdukları şeyler onları dinleri hakkında aldatmıştır.

"Çünkü onlar şöyle dediler": Yani onları yüz çevirip yan çizmeye iten şey: Bize cehennem ateşi ancak sayılı günler dokunur, demeleridir. Biz de bunu Bakara suresinde zikrettik.

"Yefterun: Uyduruyorlar, demektir.

Uydurdukları şey hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O: Bize ateş ancak sayılı günlerde dokunur, demeleridir, bunu Mücâhid ile Zeccâc, demişlerdir.

İkincisi: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, demeleridir, bunu da Katâde ile Mukâtil, demişlerdir.

25

Onları vukû’unda şüphe olmayan ve herkese kazancı eksiksiz olarak ödenecek günde onları topladığı zaman nasıl olacak? Onlara haksızlık da edilmeyecektir.

"Onları topladığımız zaman nasıl olacak?": Manası şöyledir: Onları topladığımız zaman halleri nasıl olacak?

"Bir gün için": Yani ceza günü için veya hesap günü için, "Lâm’ın "fi” manasında olduğu da söylenmiştir.

26

De ki:

"Allah’ım, ey mülkün sahibi, sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden çeker alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.

"De ki: Allah’ım, ey mülkün sahibi":

İniş sebebi hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Mekke’yi fethedip de ümmetine İran ile Roma’nın mülklerini va’dedince, münafıklarla Yahudiler: Heyhat, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs ile Enes b. Malik, demişlerdir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Rabbinden ümmetine İran ile Roma’nın mülklerini vermesini istedi, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Katâde nakletmiştir.

Üçüncüsü: Yahudiler: Allah’a yemin ederiz ki, biz peygamberliği İsrâil oğullarından başkalarına taşıyan bir adama itâat etmeyiz, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

Açıklama (tefsir):

Zeccâc şöyle demiştir: İmam Halil, Sibeveyh ve ilimlerine güvenilen bütün gramer Âlimleri şöyle demişlerdir:

"Allahümme", ya Allah, demektir. Şeddeli mîm, yanın yerine getirilmiştir. Çünkü onlar bir kelimede ye ile bu mimi bulamadılar. Aziz ve celil olan Allah’ın isminin mîm zikredilmediği zaman

"ya” ile kullanıldığını gördüler, bundan da kelimenin sonundaki mimin kelimenin başındaki

"ya” yerinde olduğunu anladılar. Sonundaki zamme de müfred manada ismin zammesidir. Ebû Süleyman Hattâbî şöyle demiştir:

"Mülkün sahibi"nin manası: Mülk elinde olup onu dilediğine veren, demektir. Mülklerin sahibi olabileceğini de söylemiştir. Manasının: Hiçbir iddiacının iddia edemeyeceği günde mülkün mirasçısı olma ihtimali de vardır, meselâ:

"O gün mülk Hak olan Rahman’ındır” (Furkan: 26) kavlinde olduğu gibi.

"Mülkü dilediğine verirsin": Bu mülkte de iki görüş vardır:

Birincisi: O peygamberliktir, bunu İbn Cübeyr ile Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: O mal, köle ve torunlardır, bunu da Zeccâc demiştir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Mülkü dilediğine verirsin, yani Muhammed’e ve ümmetine; mülkü dilediğinden çeker alırsın, yani İranlılarla Romalılardan.

"Dilediğini aziz edersin": Muhammed ve ümmetini.

"Dilediğini hor edersin": Yani İran ile Roma’yı.

Bu izzet ve zillet ne ile olur? Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O zaferle izzettir, kahırla zillettir.

İkincisi: Zenginlikle izzettir, fakirlikle zillettir.

Üçüncüsü: Taatle izzettir, masiyetle zillettir.

"Hayır senin elindedir":

İbn Abbâs: Zafer ve ganimet, demiştir. Manasının şöyle olduğu da söylenmiştir: Hayır ve şer senin elindedir; biri ile yetinilmiştir; çünkü istenen odur.

27

Geceyi gündüze, gündüzü de geceye sokarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğine hesapsız rızık verirsin.

"Geceyi gündüze sokarsın": Yani bundan eksilttiğini ötekinin içine girdirirsin. İbn Abbâs ile

Mücâhid şöyle demişlerdir: Birinden eksileni ötekisinin içerisine sokar.

Zeccâc da şöyle demiştir: Veleceşşey’ü yelicü vülucen ve velcen ve velceten.

"Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın": İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir ve Ebû Bekr, Âsım'dan rivayetle "ve tuhricül hayye minel meyti ve tuhrucül meyte minelhayyi” okumuşlardır.

"Libeledin meytin” (A'raf: 57);

"evemen kane meyten” (En’am: 122);

"ve in yekûn meyteten” (En’am: 139),

"elardul meyteh” (Yasin: 33) hepsi şeddesizdir. Nâfi, Hamze ve

Kisâi de: "ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayyi", "libeledin meyyitin",

"ilâ beledin meyyitin” okumuşlardır. Hamze ile Kisâi bunların dışındakileri şeddesiz okumuşlardır. Nâfi de:

"evemenkane meyyiten",

"elardul meyyitetü",

"velahme ehihi meyyiten” (Hucurat: 12) şeddeli okumuş, Kur’ân’daki diğer yerleri gerçek ölü olmadıkça şeddesiz okumuştur.

Ebû Ali şöyle demiştir: Esas olan şeddeli olmaktır, şeddesizde bile şedde hazfedilmiştir, ölsün ölmesin bu bapta kullanım aynıdır. Şu beyiti delil getirmişlerdir:

Nice kaynak vardır ki, onda ölü kargalar (meyt) vardır:

Ben ondan topluluğu suavardım ve ondan su taşıdım.

Burada meyt gerçek ölüdür. Bir başkası da şöyle demiştir:

Ölüp de rahat eden ölü (meyt) değildir,

Asıl ölü dirilerin ölüsüdür.

Gerçek ölüyü şeddesiz, ölmeyeni ise şeddeli okumuştur. "inneke meyyitün ve innehüm meyyitim” (Zümer: 30) kavli de böyledir.

Sonra âyetin manasında üç görüş vardır:

Birincisi: İnsanı ölü meniden diri olarak çıkarmak ve meniyi de insandan çıkarmaktır. Aynı şekilde civcivi yumurtadan ve yumurtayı kuştan çıkarmaktır. Bu; İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Mücâhid, İbn Cübeyr ve cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: O imanla diri olan mü'mini küfürle ölü olan kafirden çıkarmak, küfürle ölü kâfiri de imanla diri olan mü'minden çıkarmaktır. Bunun bir benzerini de Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu Hasen ile Atâ’’nın da görüşüdür.

Üçüncüsü: O canlı başağı ölü taneden ve canlı hurmayı ölü çekirdekten, ölü çekirdeği de canlı hurmadan çıkarmaktır. Bunu da Süddi, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: O taze bitkiyi ölü taneden ve ölü taneyi canlı ve büyüyen bitkiden çıkarır.

"Hesapsız": Kısmadan demektir, geniş harcayan için: Filan hesapsız harcıyor, denir. Sanki harcadığını harcama saymaz.

28

İnananlar mü minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah katında hiçbir değeri yoktur. Meğer ki, onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır.

"Mü’minler kâfirleri dost edinmesinler":

Sebeb-i nüzulü için dört görüş vardır:

Birincisi: Ubade b. Samifin Yahudi müttefikleri vardı, Hendek savaşında: Ya Rasulallah, benimle beraber beş yüz Yahudi vardır, onlardan düşmana karşı yardım almak istiyorum, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Bu; Abdullah b. Übey ve münafık arkadaşları hakkında inmiştir; Yahudilerin tarafını tutarlar, onlara haber getirir ve Peygambere galip gelmelerini umarlardı. Bunun üzerine Allah müminleri bu gibi işlerden men etti. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Yahudilerden bir grup Ensarı dinlerinden çıkarmak için onlara sokulurlardı, Müslümanlardan bazıları onları bundan men ettiler ve: Bu Yahudilerden sakının, dediler, onlar da kabul etmediler. İşte âyet bunun üzerine indi. Bu İbn Abbâs’tan da rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O Hatıb b. Ebi Beltaa ve diğerleri hakkında inmiştir. Onlar Mekke kâfirlerine dostluk gösterirlerdi. Allahü teâlâ onları bundan men etti. Bu da Mukâtil İbn Süleyman ile Mukâtil İbn Hayyan’ın görüşleridir.

Tefsir:

Zeccâc şöyle demiştir:

"Mü’minleri bırakıp": Yani mü’min, mü'min olmayanı veli edinmesin, daha açıkçası: Velâyeti mü’minlerin yerinden daha aşağı bir yerdçn almasın, demektir. Bu mekan ile misal verilerek söylenen bir sözdür, meselâ: Zeyd senden aşağıdadır, dersin, bundan mekanı kastetmezsin, ancak sen şerefi mekanın yüksekliği, düşüklüğü de mekanın alçaklığı gibi kabul edersin.

"Allah kaünda hiçbir değeri yoktur": Yani Allah ondan uzaktır, demektir.

"illâ en tetteku minhüm tükah": Ya’kûb ile Mufaddal -Âsım’dan rivayetle- tenin fethası ve elifsiz olarak

"takiyye” okumuşlardır.

Mücâhid de: Dünyada onların yüzüne gülmektir, demiştir. Ebû’l - Âliyye de: Sakınmak (takiyye) davranışla değil, dille olur, demiştir.

Takiyye, bir izindir, farz değildir, imam Ahmed’e:

"Tepene kılıç kaldırsalar yine doğruyu söyler misin?” dediler. O da:

"Alim takiyye ile cahil de bilgisizlikle cevap verirse, hakkı kim açığa çıkaracak?” dedi.

Bu manayı Nahl suresinde:

“Ancak zor altında kalan hariçtir” (Nahl: 106) âyetinde açıklayacağız, inşallah.

29

Deki: göğüslerinizdekini gizleseniz de yahut onu açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerdeki ve yerdeki şeyleri de bilir. Allah her şeye kadirdir.

"De ki: Göğüslerinizdeki şeyleri gizleseniz de yahut onu açıklasanız da":

İbn Abbâs: Kâfirleri dost edinmeyin, demiştir.

30

Hatırlayın o günü ki, o gün her nefis, yaptığı hayrı hazır bulacak. Yaptığı kötülükle de kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek. Allah sizi kendisinden sakındırır. Allah kullarını pek merhamet edendir.

"Yevme tecidü küllü nefsin ma amilet min hayrin muhdara":

Zeccâc şöyle demiştir:

"Yevme” kelimesi "ve yuhazzirükümullah” kavli ile mensûb olmuştur, o günde demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Masir’e müteallik olması da câizdir, takdiri şöyle olur: Dönüş Allah’adır, herkes amelini bulduğu gün. Gizli bir fi’le müteallik olması da câizdir, takdiri şöyle olur: Herkesin amelini bulacağı günü hatırla.

Amelin nasıl bulunacağı hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu kitapta yazılı olarak bulacaktır.

İkincisi: Karşılığını bulacaktır. Emed, sürenin sonu yani gaye demektir. Şair Tırmah da şöyle demiştir:

Her canlı ömrü için hazırlanan şeyi tamamlayacak,

Ölecek ve sürenin sonuna varacaktır.

Maksat, ecelinin sonuna, demektir.

31

De ki:

"Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin":

Sebeb-i nüzulü için dört görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Kureyşlilerin yanına gitti, onlarsa putlarını dikmiş onlara secde ediyorlardı: Ey Kureyş topluluğu, atanız İbrahim’in dinine muhalefet ettiniz, dedi. Onlar da: Ya Muhammed, biz onlara Allah’ı sevdiğimiz ve bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapıyoruz, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Yahudiler: Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onu onlara sundu, onlarsa kabul etmediler. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bazı insanlar: Biz Rabbimizi çok seviyoruz, dediler; Allahü teâlâ da kendini sevme için bir işaret koymak istedi ve bu âyeti indirdi. Bunu Hasen ile İbn Cüreyc, demişlerdir.

Dördüncüsü: Necran Hıristiyanları: Biz bunu İsa’ya Allah'ı sevdiğimiz için diyoruz, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn İshak, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr’den nakletmiş, Ebû Süleyman Dımeşki de bunu tercih etmiştir.

32

De ki:

"Allah’a ve Resul’üne itâat edin". Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.

"De ki: Allah’a ve Resul’üne itâat edin":

İniş sebebi için üç görüş vardır:

Birincisi: Abdullah b. Übey, arkadaşlarına: Muhammed kendisine itâati Allah’a itâat gibi sayıyor ve bize Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu, İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Yahudileri İslâm’a davet etti, onlar da: Bizler Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz, biz Allah’ı senin bizi davet ettiğin şeyden daha çok severiz, dediler. Bunun üzerine:

"Eğer Allah’ı seviyorsanız” âyeti ile bu âyet indi. Bu Mukâtil’in görüşüdür.

Üçüncüsü: Bu Necran Hınstiyanları hakkında inmiştir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

33

Allah; Âdem’i, Nûh’u, İbrahim hanedanını ve İmran ailesini âlemlerin üzerine seçti.

"Allah Âdem’i seçti":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Yahudiler: Biz İbrahim, İshak ve Yakub'un oğullarıyız, biz onların dini üzereyiz, dediler.

Zeccâc şöyle demiştir: Istafa’nın lügatte manası: Onları seçti, onları halkının safı kıldı, demektir. Bu, gözle görülen bir şeyle temsildir. Zira Araplar bilinen bir şeyi görünen bir şeyle temsil ederler. Dinleyici de o bilinen şeyi işittiği zaman gözü ile görmüş gibi olur. Biz de saf bir şeyi bulanıklıktan arınmış olarak görürüz. Allah’ın seçkin kulları da böyledir. Safvet kelimesi üzerinde de üç lügat vardır: Safvet, sıfvet ve sufvet. Âdem kelimesine gelince. O Arapça’dır, onun türevini de Bakara suresinde anlatmıştık. Nûh kelimesine gelince: O Yabancıdır, Arapçalaşmıştır. Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Nûh’un adı Seken’dir.

Ona Nûh denmesi ağladığı içindir. Ağlaması hakkında da beş görüş vardır:

Birincisi: O kendi nefsine ağlardı, bunu Yezid er - Rakkaşi, demiştir.

İkincisi: O ailesinin ve kavminin isyanlarına ağlardı.

Üçüncüsü: Çocuğu hakkında Rabbine müracaat etmişti.

Dördüncüsü: Kavminin helaki için beddua ettiği için ağlardı.

Beşincisi: O, cüzamlı bir köpeğe rastladı: Defol, ey çirkin hayvan, dedi. Allah da ona:

"Ey Nûh, beni mi ayıpladın yoksa köpeği mi?” diye vahyetti.

İbrahim hanedanı hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, kendi dininden olanlardır, bunu İbn Abbâs ile Hasen Basri, demişlerdir.

İkincisi: Onlar; İsmail, İshak, Ya’kûb ve Esbat’ın nesilleridir.

Üçüncüsü: İbrahim hanedanından maksat, İbrahim’in kendisidir, meselâ:

"Mûsa ailesinin ve Harun ailesinin terk ettiği şeylerden bir kalıntı” (Bakara: 248) âyetinde olduğu gibi. Bunu da bazı tefsirciler demişlerdir.

İmran hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, Meryem’in babasıdır, bunu Hasen ile Vehb, demişlerdir.

İkincisi: O; Mûsa ile Harun’un babasıdır, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Onun âl'i” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, İsa aleyhisselam’dır. Bunu Hasen Basri, demiştir.

İkincisi: Onun al’i Mûsa ile Harun’dur, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Al’inden maksat bizzat kendisidir, bunu da bazı müfessirler demişlerdir. Neden özellikle bunlar zikredildi? Çünkü bütün peygamberler onların neslindendir.

Bu adı geçenleri seçmesinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Maksat, dinlerini diğer dinlerin üzerine çıkarmasıdır. Bunu İbn Abbâs demiş ve Ferrâ’ ile Dımeşki de tercih etmişlerdir.

İkincisi: Onları peygamberlikle seçmiştir, bunu da Hasen, Mücâhid ve Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: Onları zamanı halklarının yaptıkları işlerden üstün iş yapmaları ile seçmiştir. "Âlemlerden maksat da, kendi zamanlarının âlemleridir, nitekim bunu Bakara suresinde zikretmiştik.

34

Bunlar birbirinden gelme zürriyettir. Allah hakkıyle işitici, kemaliyle bilicidir.

"Zürriyyeten ba’duha min ba’d":

Zeccâc şöyle demiştir:

Zürriyeten’in nasbi bedel olmasından dolayıdır, mana: Birbirinden olan zürriyeti seçti demek olur.

İbn Enbari şöyle demiştir: "Neden ba’duha?

"dedi. Çünkü zürriyet lâfzı müennestir. Eğer,

"ba’duhum” dese idi, zürriyetin manasını dikkate almış olurdu.

Bu birbirinden olmada da iki görüş vardır:

Birincisi: Yardımlaşma ve dinde birbirindendirler, nesilleşmede değil. Bu mana İbn Abbâs ile Katâde’nin görüşlerinden çıkarılmıştır.

İkincisi: O art arda gelmededir, çünkü onların hepsi Âdem zürriyetidir, sonra Nûh zürriyetidir, sonra da İbrahim zürriyetidir. Bunu da bazı tefsirciler demişlerdir. Ebû Bekir en- Nakkaş şöyle demiştir:

"Birbirinden gelme zürriyet

"in manası: Oğullar babalar için zürriyettir, babalar da oğullar için zihniyettir. Meselâ:

"Zürriyetlerini dolu gemide taşıdık” (Yasin: 41) âyetinde olduğu gibi. Böylece babaları oğulların zürriyeti, kılmıştır. Bunun câiz olması da şundandır; çünkü zürriyet "zereallahulhalka” (Allah mahlukatı yarattı) kavlinden alınmadır; çocuk baba için zürriyet sayılmıştır, çünkü ondan gelmedir. Babaya da oğul için zürriyettir demek de câizdir, çünkü oğlu ondan gelmiştir. Böylece fiil her iki yönden birbirine bağlıdır.

"Onları Allah’ı sever gibi severler” (Bakara: 165) âyeti de böyledir. Burada sevgi Allah’a izafe edilmiştir, mana: Mü’minin Allah’ı sevmesi gibi demektir. Şu da öyledir:

"Sevgisine rağmen yemek yedirirler” (Dehr: 8), burada sevgiyi yemeğe izafe etmiştir.

35

Hani İmran’ın karısı: "Rabbim, karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım; Benden kabul buyur. Şüphesiz sen hakkıyle işiten ve kemaliyle bilensin” demişti.

"îz kâleti’mraetü Imrâne":

"İz” hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O zaittir, Ebû Ubeyde ile İbn Kuteybe bunu tercih etmişlerdir.

İkincisi: O asildir, zait değildir, bunda da üç görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: İmran’ın karısının şöyle dediği zamanı hatırla, bunu da Müberrid ile Ahfeş, demişlerdir.

İkincisi:

"İz kâlet"in âmili istifanın manasıdır; anlam şöyle olur: Allah İmran ailesini seçti, İmran’ın karısı şöyle dediği zaman; onları seçti, melekler: Ey Meryem, dediği zaman. Bu da Zeccâc'ın tercihidir.

Üçüncüsü: O "semiun"a bağlıdır, takdiri: Allah işiticidir, İmran’ın karısı şöyle dediği zaman, olur. Bu da İbn Cerir Taberî’nin tercihidir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Imran’ın karısının adı Hanne’dir, o da Meryem’in annesidir. Bu, Matan oğlu İmran’dır, Mûsa’nın babası İmran değildir. Bu Meryem de Mûsa’nın kardeşi Meryem değildir. Mûsa ile İsa arasında b. sekiz yüz sene vardır.

Muharrer: Azatlı demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: A’taktül ğulame ve harrertuhu denir ki, ikisi de eşittir. İmran’ın karısı şöyle demek istemiştir: Kamundakini dünyaya tapmaktan azatlı olarak sana adadım ki, yalnız sana ibadet etsin.

Zeccâc şöyle demiştir: Atâ’larının adaklarına itâat etmek çocuklarına farzdı; bir adam mabede hizmet etmesi için çocuğunu adardı. İbn İshak şöyle demiştir: Annesinin bu adağı etmesindeki sebep yaşlanıncaya kadar çocuğunun olmaması idi. Bir gün, yavrusunu yemleyen bir kuş gördü; kendisine de bir evlat vermesi için dua etti ve: Allah’ım, eğer bana bir evlat nasip edersen onu Beytülmukaddes’e adarım, dedi. Ve Meryem’e hamile kaldı. İmran öldü, o hamile idi.

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Böyle bir adak, bizim şeriatimizde de doğrudur, çünkü bir insan doğacak çocuğunu Allah’a ibadete ve taate, ona Kur’ân, fıkıh ve din ilimleri öğretmeye adak etse, sahihtir.

36

Onu doğurunca, "Rabbim, onu dişi olarak doğurdum!” dedi. Oysa Allah onun ne doğurduğunu pekiyi biliyordu.

"Erkek kız gibi değildir. Gerçek ben onun ismini Meryem koydum. Onu ve soyunu Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytandan sana ısmarlarım” dedi.

"Vallahu a’lami bima vadaat": İbn Âmir, Âsım - Hafs hariç - ve Ya’kûb aynın sükunu ve tenin zammı ile

"bima vada’tü” okumuşlar; kalanlar ise aynın fethi ve tenin cezmi ile (vadaat) okumuşlardır,

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Tenin cezmi ve aynın fethi ile okuyan kelâmda takdim ve tehir düşünmüştür; takdiri şöyle olur: Ben onu dişi olarak doğurdum, erkek de dişi gibi değildir, Allah ise onun ne doğurduğunu çok iyi bilir. Tenin zammı ile okuyan ise, Meryem’in annesinin sözünü devam ettirmiş olur.

"Erkek dişi gibi değildir": Bu kadının özür cümlesidir, manası şöyledir: Dişi erkeğin mescide yapacağı hizmeti ve onda ikamet gibi şeyi tam yapamaz, çünkü hayz ve nifas gibi halleri vardır.

Süddi şöyle demiştir: O, karnındakinin oğlan olduğunu zannediyordu, kız olarak doğurunca, özür diledi. Meryem ismi Arapça değildir. Recim’de iki görüş vardır: Birisi: Mel’undur, bunu Katâde, demiştir.

İkincisi: Mercum (taşlanmış) demektir; katil maktul manasına olduğu gibi. Bunu Ebû Ubeyde demiştir. Buna göre ona racîm denmesi, yıldızlarla taşlanmış olduğu içindir.

37

Bunun üzerine Rabbi de onu iyi bir rıza ile kabul buyurdu. Ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü. Zekeriyya’yı da ona bakmaya memur etti. Zekeriyya ne zaman onun yanına mihraba girse, yanında bir rızık bulurdu.

"Ey Meryem, bu sana nereden?” derdi. O da:

"O, Allah katındandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir” derdi.

"Fe tekabbeleha rabbuha bi kabûlin hasenin":

Mücâhid, “Lâm” ın sükunu ve rabbenin besinin nasbi ile "fetekabbilha” ve benin kesri ve tenin sükunu ile dua manasına "veenbitha” okumuştur.

Zeccâc da şöyle demiştir: Arapçada aslolduğu üzere, "fetekabbeleha bitekabbulin hasenin” denilmesidir. Ancak "kabul” da kabileha kabulen, kabiltüşşey'e kabulen’e hamledilmiştir. Razı olmak manasına kubulen de câizdir.

"Ve enbeteha nebaten hasenen": Yani onu güzelce yetiştirdi demektir. Nabaten de enbeteden gelmemiştir, mana ise nebete nebaten hasenen demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"Enbete” "nebete"ye delalet ettiği için fiil manaya hamledilmiş, sanki ve enbeteha, fenebetet hiye nebaten hasenen denmiştir.

Şair İmruulkays de şöyle demiştir:

Güzel konulara geçtik, ince ince konuştuk,

Kendimi eğittim, o zaman bütün zorluklar kolaylaştı.

Burada eyye riyadatin demek istemiştir, çünkü rudtu ezleltü manasını akla getirdiği için o manaya verilmiştir.

Müfessirler güzel bitki hususunda da iki görüş ileri sürmüşlerdir:

Birincisi: O iyi yetişmedir.

İbn Abbâs: O, Yani Meryem, bir günde bir çocuğun bir yılda geliştiği kadar gelişirdi, demiştir.

İkincisi: Hataları terk etmesidir.

Katâde şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre o, insan oğlunun aksine, hiç günah işlemezdi.

"Ve keffeleha": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, fenin fethası ile şeddesiz olarak kefeleha” okumuşlardır. Zekeriyyâu da merfu ve medlidir. Ebû Bekir de Âsım’dan fenin şeddesini ve Zekeriyyae’nin nasbim rivayet etmiştir. O Ebû Bekir rivâyetinde Kur’ân’ın her yerinde Zekeriyyay’ı med ederdi. Hafs da Âsım’dan fenin şeddesini ve Zekeriyya’yı da Kur’ân’ın her yerinde kısa okuduğunu rivayet etmiştir. Hamze ile Kisâi de "ve keffeleha” diye şeddeli ve Zekeriyye’yi de Kur’ân’ın her yerinde medsiz okurlardı.

 Zekeriyya’ya gelince: Onda üç lügat vardır: Hicazlılar. Haza Zekeriyya kad cae diyerek maksur ve Zekeriyâ diye de memdud okurlar. Necidliler ise: Zekeriy der ve cer ile okurlar, elifi de atarlar. Ben şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den şöyle dediğini okudum: Zekariyya Arapça değildir, Zekeriyy, med ile Zekeriyâ, kasr ile Zekeriyya, denir. Başkaları da şeddesiz olarak Zekeriy, derler. Kim med ile Zekeriyyâ derse, tesniyesinde Zekeriyyavani der, cem'inde de Zekeriyyavune der. Kim de kasr ile Zekeriyya, derse, tesniyesinde Zekeriyyani, der, tıpkı medeniyyani dediği gibi. Kim de şeddesiz olarak Zekeriy derse, tesniyesinde Zekeriyani, cem’inde de: Zekerune der ve yeyi atar.

Zekeriya'nın Meryem'e Bakmasına İşaret

Süddi şöyle demiştir: Annesi onu beze sararak götürdü, onlar ise gelen çocuk üzerinde kur’a çekerlerdi. Zekeriyya o gün için peygamberleri idi: Onu almaya en haklı benim, çünkü kız kardeşi benim yanımdadır, dedi. Onlarsa kabul etmediler, Ürdün nehrine çıktılar, yazı yazdıkları kâlemlerini suya attılar. Kâlemler yürüdü, Zekeriyya’nın kalemi sabit kaldı, o da onun bakımını üstlendi.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Onlar yirmi yedi kişi idiler: Kâlemlerimizi atalım, dediler, kimin kalemi akmaz da suyun üzerine çıkarsa Meryem’in bakımını o üstlensin, dediler. Zekeriyya’nın kalemi suyun üzerine çıktı. Buna göre Zekeriyya onları kaleminin suyun üzerine çıkması ile yenmiş oldu. Süddi’nin görüşüne göre ise akmayıp suyun üzerinde durması ile yendi.

Mukâtil şöyle demiştir: Zekeriyya Meryem’in üzerine kapıları kapatırdı, anahtarı da yanına alırdı, onu kimseye güvenemezdi. Adet olduğu zaman onu yanındaki kız kardeşinin ve Yahya’nın annesinin yanına götürürdü. Temizlenince de onu Beytülmukaddes’e geri getirirdi. Çoklan onu çocukluğunda kur’a ile üstlendiği görüşündedir. Bazıları da onu çocukken kur’asız olarak aldı, derler, çünkü annesi ölmüştü ve teyzesi Zekeriyya’nın yanında idi. Meryem buluğa erince onu annesinin adağından dolayı kiliseye soktular. Kur’a ise bundan bir müddet sonra oldu. Çünkü kıtlık başlamıştı. Muhammed b. İshak da şöyle demiştir: Kıtlık başlayıncaya kadar onu Zekeriyya aldı, sonra Zekeriyya elinin darlığından İsrâil oğullarına şikayet etti, onlar da, biz de öyleyiz, dediler. Onu itmeye başladılar, nihayet kur’a çektiler. Kur’a marangoz Cüreyc'e çıktı, o da fakir idi. Meryem’e az bir yiyecek getirirdi, o da çoğalırdı. Zekeriyya içeri girdi: "Cüreyc’in getirdiği bu kadar değildi, bunlar sana nereden?” dedi. O da: O, Allah katından, dedi. Doğrusu çoğunluğun görüşüdür. Toplumda herkes onu almak istediler, çünkü efendileri ve imamları İmran’ın kızı idi. Katâde ve diğerleri böyle demişlerdir. Zekeriyya Meryem’i çocukluğundan itibaren kur’a ile aldı.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Mihrap, meclisin üstü, baş tarafıdır, en şerefli yeridir. Mescitte de öyledir.

Esmaî de şöyle demiştir: Burada mihrap oda manasınadır.

Zeccâc da: Mihrap lügatte, yüce ve şerefli yerdir, demiştir. Şair de şöyle demiştir:

O kadın mihrap sahibidir,

Ona geldiğim zaman ona merdivensiz çıkamam.

"Onun yanında bir rızk buldu":

İbn Abbâs: Cennet meyveleri, demiştir. Kışın yaz meyvelerini, yazın da kış meyvelerini bulurdu. Bu da cemaatin görüşüdür.

"Bu sana nereden": Bu sana nereden geliyor? Rebi’ b. Enes şöyle demiştir: Zekeriyya dışan çıktığı zaman Meryem’in üzerine yedi kapı kapatırdı, içeri girdiği zaman yanında bir rızık bulurdu.

Hasen Basri de şöyle demiştir: Meryem hiç meme emmedi, rızkı ona cennetten gelirdi. Zekeriyya da:

"Bu sana nereden?” derdi. O da: Allah katındandır, derdi. O küçükken konuştu. Mukâtil ise Zekeriyya’nın Meryem için bir sütanne tuttuğunu iddia etmiştir. İbn İshak’tan naklettiğimize göre Zekeriyya’nın ona:

"Bu sana nereden?” demesi, yanındaki şeyi çok görmesindendir. Cumhûrun görüşü daha doğrudur. Hesap da lügatte: Az vermek ve darlıktır.

38

Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: "Rabbim, bana kendi katından tertemiz bir zürriyet ver. Şüphesiz sen duayı hakkıyle işitensin” dedi.

"Orada Zekeriyya Rabbine dua etti":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Zekeriyya Allah’ın Meryem’e bu'zamansız rızık verme mucizesini görünce yaşlılığına rağmen çocuk istedi,

"minledünke” kendi katından, demektir. Zürriyet de cemi için de tekil için de denir. Burada ondan maksat tekildir.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Tayyibeten” demesi, zürriyetin müennes olmasındandır. Tayyibeten maksat da temiz ve salih, demektir. Semi’ ise sâmi’ (işitici) manasınadır. Duayı kabul edendir de denilmiştir.

39

O mihrapta divan durmuş dua ederken melekler ona: "Şüphesiz Allah, sana kendinden bir kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hakim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler” diye seslendi.

"Fenadethül melaiketü": İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir, te ile fenadethü; Hamze ile Kisâi de imaleli elifle fenadahu okumuşlardır.

Ebû Ali: Bu

"Vekale nisvetün” (Yûsuf: 20) kavli gibidir, demiştir. Hazret-i Ali, İbn Mes’ûd ve İbn Abbâs, elifle "fenadahu” okumuşlardır. Meleklerde de iki görüş vardır:

Birincisi: O yalnız Cebrâildir, bunu Suddî ile Mukâtil, demişlerdir. İzahı da şöyledir: Araplar tekili çoğul lafızla ifade ederler, meselâ: Rekibtüssüfene (gemilere bindim) ve: Semi’tü hâza minennas (bunu insanlardan işittim) derler.

İkincisi: O meleklerden bir bölüktür, bu da içlerinde İbn Cerir Taberî’nin olduğu bir grubun görüşüdür.

Mihrâb hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O mescittir.

İkincisi: O mescidin kıblesidir.

Namaz mihrabına mihrâb denmesinde üç görüş vardır:

Birincisi: İmam orada tek başına durup insanlardan uzaklaşmasındandır. Fülanün harbün lifülanin denir ki, aralarında nefret ve uzaklık vardır, demektir. Bunu da İbn Enbari, babasından, o da Ahmed b. Ubeyd’den rivayet etmiştir.

İkincisi: Mihrab lügatte mekanların en şereflisine denir. Mescidin de en şerefli yeri imamın durduğu yerdir.

Üçüncüsü: O harpten gelir, çünkü namaz kılan, şeytanla harb eder.

"Ennallahe yübeşirüke biyahya": Çokları: "fenadethül melaiketü biennallahe” manasına hemzenin fethi ile okumuşlardır. Bi hazfedilince fiil ona bitişmiş ve onu nasbetmiştir.

İbn Âmir ile Hamze de kesr ile

"inne” okumuş ve kavi maddesini gizlemişlerdir. Takdiri: Fenadethü, fekalet: Innallahe yübeşşirüke.

İbn Kesir ile Ebû Amr da yenin zammesi, benin fethası ve Kür’an’ın her yerinde şedde ile yübeşşirüke okumuşlardır. Ancak ha mîm ayn sin kaf ta

"yübeşşirullahu ibadehu” (Şura: 23) kavlini yenin fethası ve şinin zafrımesi ile şeddesiz

"yebşürü” okumuşlardır.

Nâfi, İbn Âmir ve Âsım da Kur’ân'ın her yerinde şedde ile okumuşlardır. Hamze de Kur’ân’ın her yerinde tahfifle (şeddesiz) okumuştur. Ancak

"febime tübeşşirun” (Hicr: 54) hariç.

Kisâi de beş yerde hafif olarak (şeddesiz) okumuştur: Al-i İmran Zekeriyya kıssasında, Meryem kıssasında, Beni İsrâil suresinde (İsra’da), Kehf’te ve ha mîm ayn sin kaf’ta.

Zeccâc şöyle demiştir: Yübeşşiruke’de üç lügat vardır:

Birincisi: Benin fethası ve şinin şeddesiyle yübeşşirüke.

İkincisi: Benin sükunu ve şinin zammesiyle

"yebşürüke".

Üçüncüsü: Yenin zammesi ve benin sükunu ile

"yübşirüke". Yenin zammesiyle yübeşşirüke ile yübşirükenin manası: Müjdelemek demektir. Yebşürekenin manası ise seni sevindirir ve neşelendirir, demektir. Beşertürrecüle ebşümhu denir ki, onu sevindirdim, demektir. Beşire yebşerü ise sevinmek manasınadır.

Ahfeş ile Kisâi şu beyti şahit getirmişlerdir:

Gözleri yüksekte olanlarla karşılaştığın zaman,

Elleri tozlu ve kıraç yerlerde,

Onlara yardım et ve sevinçlerine katıl,

Dar bir yere inerlerse sen de in.

Burada beşire yebşerü babı kullanılmıştır ki, sevinmek manasınadır. Bütün bunların aslı şudur: insan sevindiği zaman yüzünün cildi genişler. Yelkani bibişrin denir ki, beni güler yüzle karşıladı, yüzünü buruşturmadı, demektir.

Ona Yahya isminin verilmesinde de beş görüş vardır:

Birincisi: Çünkü Allah onun sayesinde kısır annesine hayat vermiştir, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Çünkü Allahü teâlâ onun kalbine imanla hayat vermiştir.

Üçüncüsü: Çünkü ona ihtiyar bir erkekle yaşlı bir kadın arasında hayat vermiştir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Dördüncüsü: O, kendisine verilen ilim ve hikmetle hayat bulmuştur, bunu da Zeccâc demiştir.

Beşincisi: Çünkü Allah onu taatle ihya etmiştir, hiç isyan etmedi ve aklına bile getirmedi, bunu da Hasen b. Fadl demiştir.

"Kelime” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O İsa aleyhisselam’dır, ona kelime denilmesi, "kün” (ol) kelimesinden meydana gelmesindendir. Bu; İbn Abbâs, Hasen Basri, Mücâhid, Katâde, Süddi ve Mukâtil’in görüşleridir. Şöyle denilmiştir: Yahya, İsa'dan altı ay büyük idi. Yahya, İsa göğe kaldırılmadan önce öldürüldü.

İkincisi: Kelime Allah’ın kitabı ve âyetleridir, bu da Ebû Ubeyde ile diğerlerinin görüşüdür. Bunun izahı da şöyledir: Araplar; Filan bana bir kelime okudu, derler ki, bir kaside, demek isterler.

Seyyid’in manasında da sekiz görüş vardır:

Birincisi: O, Rabbinin nazarında kıymetli demektir, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: O halim ve takva sahibi demektir, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Dahhâk da böyle demiştir.

Üçüncüsü: O hikmet sahibidir, bunu da Hasen, Said b. Cübeyr, İkrime, Atâ’, Ebû’ş - Şa’sa, Rebi’ ve Mukâtil, demişlerdir.

Dördüncüsü: O fıkıhçı ve alim demektir, bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir.

Beşincisi: Takva sahibi demektir. Bunu da Salim, İbn Cübeyr’den rivayet etmiştir.

Altıncısı: O güzel huyludur, bunu da Ebû Ravk, Dahhâk’tan rivayet etmiştir.

Yedincisi: O şereflidir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Sekizincisi: O, hayırda kavminden üstün olandır, bunu da Zeccâc, demiştir.

İbn Enbari de: Burada seyyid reis ve hayırda imamdır, demiştir.

Hasûra gelince,

İbn Kuteybe şöyle demiştir: O kadınlara gelemeyen kimsedir. O feuldur, mef’ûl manasınadır, sanki o kadınlara karşı tutuklu ve mahpustur. Hasrın aslı hapsolmaktır. Feful vezninde olanlardan bazıları da rekub merkub manasınadır, halub mahlup, hayup de mehib manasınadır.

Kadınlara niçin gelemediği hakkında da müfessirler dört görüşle ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onda kadınlara gelecek alet yoktu. Abdullah b. Amr b. As, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bütün insanoğulları kıyamette günahla gelirler, ancak Zekeriyya oğlu Yahya bundan müstesnadır.

Ravi diyor ki: Sonra Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem eğildi yerden bir küçük çöp aldı, sonra da: işte Yahya’nınki ancak bu çöp kadar idi. Bunun için Allah ona seyyid ve hasur demiştir, dedi. Said b. Müseyyeb de: Onunki hurma çekirdeği kadardı, demiştir.

İkincisi: Onun suyu gelmezdi, bunu da İbn Abbâs ile Dahhâk demişlerdir.

Üçüncüsü: O kadınlara karşı şehvet duymazdı, bunu da Hasen, Katâde ve Süddi, demişlerdir.

Dördüncüsü: O nefsini şehvetlerden men ederdi, bunu da Maverdi, demiştir.

"İyilerden bir peygamber":

İbn Enbari: Bunun manası: Allah katında halleri iyi olanlardan, demiştir.

40

O da şöyle dedi: "Rabbim, benim nasıl bir çocuğum olabilir ki, bana ihtiyarlık gelmiş, karım da kısırdır!". O da: "öyledir, fakat Allah dilediğini yapar” dedi.

"Rabbim, benim nasıl bir çocuğum olur?": Yani bu nasıl olabilir, dedi.

Şair Kümeyt de şöyle demiştir:

Bu coşku sana nereden ve nasıl geldi?

Ulema, içlerinde Hasen Basri, İbn Enbari ve İbn Keysan olduğu halde şöyle demişler: O sanki: Benim çocuğum hangi cihetten olur? Zevcemin kısırlığının gitmesi ve gençliğimin geri gelmesiyle mi? Yoksa biz bu halde iken mi gelir? Sanki bu, öğrenmek için bir soru idi, yoksa şüphe üzerine değildi.

Zeccâc şöyle demiştir: Ğulam beyyinül ğulumiyye, ve beyyinül ğulamiyye, ve beyyinül ğulume, denir. Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lüğavi de şöyle demiştir: Ğulam gülmeden fual veznindedir, şiddetli evlenme isteği duymaktır, yani delikanlılıktır. Ortayaşlıya da ğulam (ihtiyar delikanlı) denir: Leyla Ahyeliyye: Haccac’ı methederken şöyle demiştir:

Öyle bir ğulam (delikanlıdır) ki, mızrağını havada salladığı ona su içirir.

Sanki ortayaşlıya ğulam demeleri, bir zaman delikanlı olmasındandır. Çocuğa da ğulam demeleri, hayra yorarak, ileride delikanlı olacaktır, demektir. Şöyle de denilmiştir: Ğulam bıyığı yeni biten gence denir.

Şair şöyle demiştir:

Delikanlı oğlanlar ve kızlar onun için önem teşkil etmezler.

"Yaşlılık bana yetişti": Yani ben yaşlılığa yetiştim, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Yetiştiğin her şey de sana yetişmiştir. O günki yaşı hakkında ise altı görüş vardır:

Birincisi: O yüz yirmi yaşında idi, karısı da doksan sekiz yaşında idi. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O yetmiş küsur yaşında idi, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: O yetmiş beş yaşında idi, bunu da Mukâtil, demiştir.

Dördüncüsü: O yetmiş yaşında idi, bunu da Fudayl b. Gazvan nakletmiştir.

Beşincisi: Altmış beş yaşında idi.

Altıncısı: Altmış yaşında idi.

Neden: Akır, dedi de akira, demedi? Çünkü bu sıfatta aslolan müennestir, bunda müzekker iğreti gibidir. Tâlık ve hâyız sıfatları da böyledir (bunlar kadınlara hastır, tekrar tenis edilmez). Bu, Ferrâ’’nın görüşüdür.

41

Zekeriyya: "Rabbim, bana bir nişan ver” dedi. O da: "Nişanın sade bir işaretten başka insanlarla üç gün konuşamamandır. Rabbini çok zikret ve sabah akşam O’nu tesbih et” dedi.

"Rabbim, bana bir nişan ver": Yani karımın hamile olduğuna dair bana bir alâmet ver.

Bir alâmet istemesinde iki görüş vardır:

Birincisi: Ona şeytan geldi: Bu işittiğin şeytanın sesidir, eğer Allah’ın vahyi olsa idi, onu sana vahyederdi, sana başka şeyleri vahyettiği gibi, dedi; o da bir işaret istedi. Bunu Süddi şeyhlerinden demiştir.

İkincisi: Gebeliğin olduğuna dair işaret istemesi hemen şükretmek ve derhal sevinmek içindir. Zira hamilelik hemen baştan bilinmez. Allah da hamileliğin işareti olarak dilinin üç gün tutulmasını işaret kıldı. "Remz"e gelince.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Remz dudaklar, kaşlar ve gözlerle olur. En çok dudaklarla olur (dudak okumak).

İbn Abbâs da şöyle demiştir: İnsanlara eliyle işaret ederek konuşmaya başladı. Sadece insanlarla konuşmaktan men edilmiş, Allah’ın zikrinden men edilmemişti. İbn Zeyd şöyle demiştir: Allah’ı zikrederdi, insanlara ise işaret ederdi. Atâ’ b. Saib de şöyle demiştir: Bir arıza olmadığı halde dili tutuldu. Âlimlerin çoğu gebeliğe bir işaret olmak üzere dilinin tutulduğunu söylerler. Katâde ile Rebi’ b. Enes ise: Melekler ona sözlü olarak müjde verdikten sonra nişan istediği için ceza olarak dili tutulmuştur, demişlerdir.

"Tesbih et":

Mukâtil: Namaz kıl, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Tesbihimi bitirdim denir ki, namazımı bitirdim, demektir. Namaza tesbih denmesi şunun içindir, çünkü tesbih Allah’ı tazim etmek ve O’nu kötülüklerden uzak kılmaktır. Namazda ise bunların hepsi vardır.

"Aşiy": Güneşin zevalinden gündüzün sonuna kadar olan vakte denir. "îbkar” da: Şafağın sökmesinden kuşluk vaktine kadar olan vakte denir. Şair şöyle demiştir:

Ne kuşluğun soğuğunda gölgeye dayanabilirsin (ibkar),

Ne de öğleden sonra gölgenin tadını alırsın (aşiy).

Zeccâc şöyle demiştir: Ehkererrecülü yübkirü ibkaren ve bekkere yübekkirü tebkiren ve bekere yebkürü, bütün bunlar bir şeye erkenden başlamak manasınadır.

42

Hani melekler:

"Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz etti ve seni dünya kadınlarının üzerine mümtaz kıldı” demişti.

"Hani melekler: Ey Meryem, Allah seni seçti, demişti": Bir bölük müfessir şöyle demişlerdir: Meleklerden maksat yalnız Cebrâil’dir. Seçmenin manası da yukarıda geçmiştir.

Burada temizlemekten ne kastedildiğine dair dört görüş vardır:

Birincisi: O, hayızdan temizlemedir, bunu İbn Abbâs demiştir.

Süddi de: Meryem’in hayız görmediğini söylemiştir. Bazıları da: Hayız ve nifastan temizlemektir, demişler.

İkincisi: Erkeklerin dokunmasından temizlemektir. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Küfür ve inkârdan, bunu Hasen ile Mücâhid, demişlerdir.

Dördüncüsü: Fuhuş ve günahtan, bunu da Mukâtil, demiştir.

Seçmenin ikinci kez tekrar edilmesinde de dört görüş vardır:

Birincisi: O, birincinin tekididir.

İkincisi: Birincisi ibadet içindir, İkincisi İsa aleyhisselam’ın doğumu içindir.

Üçüncüsü: İlk seçme belirsiz bir üstünlüktür, geneldir, içine bütün saliha kadınlar girer. Dünya kadınlarına üstün kılındığım bildirmek için seçme tekrar edilmiştir.

Dördüncüsü: İlk seçme genel söylenince ikincisi ile sadece kadınlara karşı seçilip erkeklere karşı seçilmediği vurgulanmıştır. İbn Abbâs, Hasen ve

İbn Cüreyc: Allah onu zamanının kadınlarına üstün kılmıştır, demişler.

İbn Enbari de: Bu çoğunluğun görüşüdür, demiştir.

43

Ey Meryem, huşu ile Rabbinin divanına dur, secde et ve rukû’ edenlerle beraber rukû’ et!"

"Ey Meryem, huşu ile Rabbinin divanına dur":

Kunût” un açıklaması Bakara suresinde geçmiştir.

 Burada ne kastedildiği hususunda dört görüş vardır:

Birincisi: O ibadettir, bunu Hasen Basri, demiştir.

İkincisi: Namazda kıyamda uzun durmaktır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Taattir, bunu da Katâde, Süddi ve İbn Zeyd demişlerdir.

Dördüncüsü: İhlastır, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Secdenin rukû’dan önce zikredilmesinde dört görüş vardır:

Birincisi: Vav tertip iktiza etmez, sadece toplar, binaenaleyh rukû’ öncedir. Bunu Zeccâc ile diğerleri, demişlerdir.

İkincisi: Mana: Bir durumda secde et, bir durumda da rukû’ et, demektir, ikisini bir rekatta birleştir demek değildir. Sanki hayır işlemeye teşvik edilmiştir.

Üçüncüsü: Kelâmda takdim ve tehir vardır, mana: Rukû’ et, secde et, demektir, üpkı:

"şüphesiz ben seni öldürecek ve bana yükselteceğim” (Al-i İmran: 55) kavlinde olduğu gibi. Bu ikisini İbn Enbari, demiştir.

Dördüncüsü: Onların şeriatinde öyleydi, secde rukudan önce idi, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

Mukâtil de: Bunun manası şöyledir demiştir: Beytülmukaddes’in namaz kılan kurcalarıyla beraber rukû’ et.

Mücâhid de: O kadar secde etti ki, her tarafını yara kapladı, demiştir.

44

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlardan,

"Meryem’i kim himayesine alacak?” diye (kur'a çekmek için) kâlemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar çekişirlerken de yanlarında değildin.

"Bunlar gayb haberlerindendir": "Zalike” yukarıda geçen Zekeriyya, Yahya, İsa ve Meryeıfr kıssalarına işarettir. Enba haberler, demektir. Gayb de: Sana görünmeyen şeylerdir. Vahiy: Delil olarak kullandığın söz veya yazı veya işaret veyahut mektup gibi şeylerdir. Bunu İbn Kuteybe, demiştir. Kur’ânda vahiy birkaç anlama gelir; bunları

"El - Vücuh ve’n - Nezair” adlı kitabımızda zarif bir şekilde bulabilirsin.

"Kâlemler” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Yazı malzemesidir, bunu İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve Süddi demişlerdir.

İkincisi: Sopalardır, bunu da Rebi’' b. Enes demiştir.

Üçüncüsü: Fal oklarıdır, İbn Kuteybe bunu tercih etmiştir. Aynı şekilde

Zeccâc da şöyle demiştir: Bunlar üzerinde işaretler olan fal oklarıdır, bunu kur’a çekiminde kullanırlardı. Oka kalem denmesi, yontulmasındandır, bir şeyden parça parça koparıyorsan onu taklim etmiş, kesmişsindir, Yazı kalemi de bundandır, çünkü o da defalarca yontulur (kamış ve kurşun kalem gibi). Tırnak kesmeye de kallemtü ezfari, denir.

"Hangileri Meryem’i himayesine alacak": Meryem’i kim tekeffül edecek ve ona bakacak diye kâlemlerini atıyorlardı. "Ledeyhim” Yanlarında demektir. Himayelerinin açıklaması da az önce geçmiştir.

45

Hani melekler şöyle demişlerdi; Ey Meryem, Allah seni kendinden bir kelime olan Mesih ve Meryem oğlu İsa adında, dünya ve ahirette şanı yüce ve Allah’a yakınlardan biri ile müjdeliyor.

Burada

"kelimeden” ne kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’nın

"ol” emridir, o da oldu. Bunu İbn Abbâs ile Katâde demişlerdir.

İkincisi: O, Meleklerin Meryem’i İsa ile müjdelemesidir, bunu da Ebû Süleyman nakletmiştir.

Üçüncüsü:

Kelime İsa’nın adıdır, ona kelime denilmesi, Allah’ın kelimesinden olmasındandır.

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Çünkü Allah’ın kelimesiyle hidayete erildiği gibi onunla da hidayete erilir.

Ona Mesih denilmesinde de altı görüş vardır:

Birincisi: Onun ayağının altında çukurluk yoktu (düztaban idi). Bunu Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O ne zaman elini bir hastaya sürerse, mutlaka iyileşirdi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O bereketle sıvazlanmıştı, bunu da Hasen ile Said, demişlerdir.

Dördüncüsü: Mesihin manası sıddik, demektir, bunu Mücâhid ile İbrahim Nehaî, demişler ve bunu Yezidi de zikretmiştir. Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Bunun manası, Allah onu sıvazladı ve onu günahlardan temizledi, demektir.

Beşincisi: O yeri mesheder, yani gezerek katederdi, bunu da Sa’leb, demiştir. Açıklaması, çok seyahat ederdi, demektir.

Altıncısı: O anasının karnından yağ sürülmüş olarak çıktı, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiş ve İbn Kasım nakletmiştir.

Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Mesih’in Arap dilinde iki manası vardır:

Birincisi: Mesih Deccal’dır ki, onun memsuh, yani bir gözünün silme olmasındandır.

İkincisi: Mesih İsa’dır, Aslı İbranca’da şin ile

"Meşiha"dır. Araplar onu dillerine alınca şini sine çevirdiler, meselâ Mûsa, dedikleri gibi, onun da aslı Muşa idi.

İbn Enbari şöyle demiştir: Onun lakabı ile başlanıp Mesih Meryem oğlu İsa denilmesi, Mesih’in İsa’dan daha meşhur olmasındandır. Çünkü bu isimde az kimse vardır, karışıklık olmaz. İsa adında ise çok insan vardır, meşhur olduğu için önce o söylenmiştir. Baksanıza, Halifelerin lakapları isimlerinden daha meşhurdur.

Anasına nispet edilip Meryem oğlu İsa denilmesi ise inançsız Hıristiyanların ona dedikleri şeyi bertaraf etmek içindir, çünkü O’nu Allah’a nisbet edip Allah’ın oğludur, dediler.

"Vecih": İbn Zeyd şöyle demiştir: Vecih, Arap dilinde: Sevilen makbul kimsedir.

İbn Kuteybe de: Vecih, itibarlı ve şanlıdır, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kadr ve marifet sahiplerinin yanında derecesi yüksek olandır. Vecüherrecülü yevcühü vecahaten denir, filanın halkın nazarında cahı vardır denir ki, itibarlıdır demektir.

"Allah’a yakınlardan":

Katâde: Kıyamet gününde Allah katında yakın olanlardan, demiştir.

46

O, beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlarla konuşur ve o, salihlerdendir, dediği zaman da (sen yanlarında değildin).

"Mehd": Çocuğun beşiğidir, temhid kökünden gelir ki, yatak hazırlamaktır. O durumda insanlarla konuşması hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Annesini atılan iftiradan temize çıkarmak içindir.

İkincisi: Peygamberliğini gösteren mucizesini gerçekleştirmek içindir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Beşiğinde bir saat konuştu, sonra konuşma dönemine gelinceye kadar konuşmadı.

"Kehlen” (yetişkin):

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allahü teâlâ onu otuz yaşında peygamber gönderdi, otuz ay da peygamberlik etti. Sonra Allah onu göğe kaldırdı.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Otuz yaşının başında ona vahiy geldi, otuz ay da peygamberlik etti, sonra Allah onu göğe kaldırdı.

İbn Enbari de şöyle demiştir: İsa aleyhisselam otuzunu geçmişti, onu geçen kehl sınırına girmiş olur. Kehl Araplarda otuzu geçen kimsedir. Ona kehl denmesi kuvvetini toplayıp gençliği kemale erdiği içindir. Kad iktehelennebatü denir ki, ot yükselip boy salmaktır.

İbn Fâris de şöyle demiştir: Kehl saçı ağaran kimseye denir.

Eğer: Ergin/yetişkin bir kimse zaten konuşur, denirse, buna üç türlü cevap verilir:

Birincisi: Bu söz uzun yaşayacağına yani erişkin olacağına dair bir müjde yerinde söylenmiştir.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "kehlen", yani bu, gökten indikten sonra olacaktır.

İkincisi: Onlara şunu haber vermiştir ki, zaman ona tesir edecek ve günler onu halden hale geçirecektir. Eğer ilâh olsa idi, bu değişikliği yaşamazdı. Bunu İbn Cerir Taberî, demiştir.

Üçüncüsü: Kehlden maksat halim selim kimsedir, bunu da Mücâhid, demiştir.

47

Meryem: "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olur?” dedi. Rabbi de: Öyledir; Allah dilediğini yapar. Bir şeye hükmettiği zaman sadece ona:

"Ol” der; o da oluverir.

"Rabbim, nasıl bir çocuğum olur?": Böyle demesinin iki sebebi vardır:

Birincisi: Bunu şaşırdığı için ve soru mahiyetinde dedi, şüphe ve inkâr için demedi. Bunu da Zekeriyya kıssasında anlatmıştık. Cumhûr da bu görüştedir.

İkincisi: Ona hitap eden Cebrâil idi, onu kendisine kötülük etmek isteyen bir insan olarak zannetmişti, onun için:

"Eğer sen iyi bir kimse isen senden Rahman’a sığınırım” demişti. (Meryem: 189) Ona müjde verince sözünün doğruluğundan emin olmamıştı, çünkü onun melek olduğunu bilmiyordu. Bunun için:

"Çocuğum nasıl olur?"dedi. Bunu İbn Enbari, demiştir.

"Bana bir beşer dokunmadı": Yani bana koca yaklaşmadı. Mes cimâ manasınadır, bunu İbn Fâris, demiştir. İnsanlara beşer denilmesi görünmelerinden dolayıdır. Beşere insanın derisi, cildidir. Ebşeretil ardu da yerden bitki çıkmak manasınadır, beşşertül edime de derinin kılını almak demektir. Tebaşirssubh da sabahın erkenden görünen ışıklandır. Cebrâil:

"Allah böyle yapar” dedi, yani sebeple de yapar, sebepsiz de yapar, demektir. Âyetin kalan kısmı ise Bakara’da tefsir edilmiştir.

48

Allah ona kitabı hikmeti, Tevratı ve İncili öğretecektir.

"Veyuallimuhul kitabe": Çoklan nunla "venuallimuhu” okumuşlardır. Nâfi ile Âsım da ye ile okumuşlar ve onu

"yübeşşiriüke” kavlinin üzerine atfetmişlerdir.

Kitap üzerinde de iki görüş vardır.

Birincisi: O peygamberlerin kitapları ve ilimleridir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Yazı yazmaktır, bunu da İbn Cüreyc ile Mukâtil, demişlerdir.

İbn Abbâs da: Hikmet fıkıh ve peygamberlerin hükümleridir, demiştir.

49

Allah onu İsrâil oğullarına Resul gönderecek. Onlara şöyle diyecek: Size Rabbinizden şöyle bir mucize getirdim: Şüphesiz ben, size çamurdan kuş suretinde bir şey yaparım; ona üflerim; o da Allah'ın izni ile kuş olur. Yine Allah’ın izni ile anadan doğma körü ve baras hastasını iyi ederim. Ve Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz bunda, eğer inanan kimseler iseniz sizin için elbette bir ibret vardır.

"Resulen":

Zeccâc şöyle demiştir: Mansûb okunmasının iki izahı vardır:

Birincisi: nec’aluhu resulen, demektir. Benim tercihim ise: Veyükellimünnase resulen, demektir.

"Enni ahluku": Çoğunluk feth ile

"enni” okumuş ve onu âyet kelimesinden bedel yapmıştır, sanki kadci’tüküm bienni ahluku leküm, demiş gibi olur. Nâfi ise kesr ile

"inni” okumuştur.

Ebû Ali de şöyle demiştir: İki yoruma da ihtimali vardır:

Birincisi: Cümle başı olmasıdır.

İkincisi: Âyeti, inni ahluku (usavvirü ve ukaddirü) kavli ile tefsir etmiş olur.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bir çamur aldı, ondan bir yarasa şekli yaptı ve ona üfürdü, baktılar ki, uçuyor. Yarasadan başka bir şey yapmadığı söylenmiştir. İsrâil oğullarının ondan bunu istedikleri de söylenmiştir. Çünkü yarasa acaip yaratılışlı bir kuştur. Ebû Said el - Hudri’den rivayet edildiğine göre onlara: "Ne istiyorsunuz?” dedi. Onlar da: Yarasa, dediler. Ondan yaratılması en zor kuşu istediler, çünkü o tüysüz uçar.

Vehb de şöyle demiştir: Yaptığı şey insanlar ona baktığı sürece uçardı, gözlerinden kaybolunca ölür yere düşerdi. Maksat halkın yaptığı ile Halık’ın yaptığının ayrılması idi. Çoğunluk "feyekune tayren” okumuşlardır. Nâfi ise burada ve Maide suresinde tairen okumuştur.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Cumhûrun delili Cenab-ı Allah’ın "keheyetit tayri” kavlidir, orada: Keheyetit tairi, dememiştir. Nâfi kıraatinin izahı da şöyledir: O: Üfürdüğüm veya heykelini yaptığım şey kuş olur, demek istemiştir.

"Ekmeh"te ise dört görüş vardır:

Birincisi: O kör olarak doğandır, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan, Said de Katâde’den rivayet etmiştir. Yezidi, İbn Kuteybe ve Zeccâc da böyle demişlerdir.

İkincisi: O amadır, bunu İbn Cüreyc, İbn Abbâs’tan, Ma’mer de Katâde’den rivayet etmiştir. Hasen ile Süddi de böyle demişlerdir. Zeccâc da Halil'den, ekmeh’in âmâ doğduğunu, gözlü doğup da sonradan kör olduğunu nakletmiştir.

Üçüncüsü: O gözü iyi görmeyendir, bunu da İkrime demiştir.

Dördüncüsü: O gündüz görüp gece görmeyendir, bunu da Mücâhid ile Dahhâk, demişlerdir.

Abras ise derisinde parlaklık, beyazlık olandır. İsa aleyhisselam zamanında tıp ilmi ileri idi, onlara o türden mucize gösterdi. Ancak tıpta gözsüzü ve abraşı iyi etmek yoktu. Bu da onun doğruluğuna delildi.

Vehb de şöyle demiştir: Bazen Hazret-i İsanın başına bir günde elli bin hasta toplanırdı, onları sadece dua ile tedavi ederdi.

Müfessirler onun dört ölüyü dirilttiğini söylemişlerdir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: O dördün hepsi yaşadılar, çoluk çocukları oldu, ancak Sam b. Nûh yaşamadı.

"Size yediklerinizi haber veririm":

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: İsa aleyhisselam onlara yediklerini haber verirdi ve çocuğa:

"Ey delikanlı, ailen sana şöyle şöyle yiyecek hazırladı, ondan bana da yedirir misin?” derdi.

Mücâhid de: Size dün akşam yediklerinizi ve ondan ne sakladığınızı haber veririm, demiştir.

Müfessirler böyle derler, ancak

Katâde: Size gökten inen sofradan ne yediklerinizi ve ondan ne sakladıklarınızı haber veririm, demiştir. Onlara o sofradan yemelerini ve ondan bir şey saklamamalarını söylerdi. Ona hiyanet edince domuza çevrildiler.

50

Önümdeki Tevrat’ı tasdik etmek ve size haram edilen bazı şeyleri sizin için helâl etmek üzere geldim. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, öyleyse Allah’tan korkun ve bana itâat edin.

"Ve Mûsaddikan lima beyne yedeyye":

Zeccâc: Mûsaddikan hal olmak üzere mensûb olmuştur: Tasdik edici olarak geldim, demektir.

"Size haram edilen bazı şeyleri de helâl etmek için":

Katâde şöyle demiştir: Mûsa deveyi, içyağını ve bazı kuşları haram etmişti; İsa da onları helâl etti.

"Size bir mucize getirdim": Onunla benim doğruluğumu bileceğiniz mucizeler getirdim. Neden tekil olarak âyet denilmiştir? Çünkü hepsi aynı cinstendir.

51

Şüphesiz Allah benim de Rabblm sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.

"Rabbinizden": Yani Rabbinizin katından, demektir.

52

İsa onlardan hissedince,

"Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havâriler:

"Allah’ın yardımcıları bizleriz; biz Allah’a iman ettik. Bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol” dediler.

"İsa hissedince": Yani bilince, demektir. Şeyhimiz Ebû Mansur el-Lügavi şöyle demiştir: Ahsestü bişşey’i, ve hasestuhu, denir. İnsanların bilinen şeyler için

"mahsusat” demeleri hatadır; doğrusu

"muhassaf’tır. Mahsusat ise öldürülmüş kimselerdir. Hassehu, onu öldürdü, demektir. Ensar ise yardımcılardır,

"ilâ", "maa” manasınadır, bir cemaat bu görüştedir.

"Maa” yerinde ilâ’nın hoş düşmesi, ilâ’nın gaye manasını içermesinden, maa’nin de iki şeyi birleştirmesindendir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Mananın: Allah'ın emrini açıklamada yardımcılarım kimlerdir, demek de câizdir.

Havârilerden yardım istemesinde de ihtilaf etmişlerdir;

Mücâhid: Kavmi onu inkâr edip de onu öldürmek istedikleri zaman havârilerden yardım istedi, demiştir. Başkası da şöyle demiştir: Onu inkâr edip de onu kentlerinden çıkarınca havârilerden yardım istedi. Şöyle de denilmiştir: Hakkı ayakta tutmak ve delili ortaya çıkarmak için onlardan yardım istedi. Cumhûr yenin şeddesi ile havariyyun okumuştur; el - Cuni, Cuhderi ve Ebû Hayve de yeyi şeddesiz olarak havariyun, okumuşlardır.

Havârilerin manasında ise altı görüş vardır:

Birincisi: Onlar gözde ve seçkin kimselerdir.

İbn Abbâs: İsa’nın seçkin dostları demiştir.

Ferrâ’ da: Onlar İsa’nın gözdeleridir, demiştir.

Zeccâc da: Havâriler lügatte ihlaslı ve her türlü kusurdan arınmış kimselerdir. Kaliteli buğday ununa da bu nedenle huvvari denilmiştir, çünkü unun özü ve halis kısmıdır. Mahir dilciler de şöyle demişlerdir: Havâriler, tasdik ve yardımlarında samimi ve ihlaslı kişilerdir. Aynün havra da beyazı çok fazla beyaz, karası da çok fazla kara göze denir. Gözleri bu nitelikte olmayan kadına havra, denmez.

İkincisi: Onlar beyaz giysililerdir, Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan, onlara bu ismin verilmesinin beyaz giymelerinden olduğunu nakletmiştir.

Üçüncüsü: Onlar kasar idiler, onlara bu adın verilmesi çamaşırları beyazlattıkları içindir. Dahhâk ile

Mukâtil de: Havâriler kasar idiler, demişler. Yezidi de: Kasarlara havâri denmesi elbiseleri beyazlattıkları içindir. Una da huvvari denmesi beyazlığındandır. Aynün havra da, gözbebeğinin etrafı beyaz olan gözdür.

Dördüncüsü: Havâriler, mücahitler, demektir. Şöyle bir delil getirmişlerdir:

Biz öyle insanlarız ki, başımız miğferi doldurur,

Bizler sürünerek ilerleyen savaşçılarız (havârileriz).

Düşmanla karşılaştığımız gün kafataslarımız kalkanlarımızda,

Ölüme koşarken de ayaklarımız dolaşmaz.

Beşincisi: Havâriler avcılardır.

Altıncısı: Havâriler krallardır.

Bu üç görüşü İbn Enbari nakletmiştir.

İbn Abbâs: Havâriler on iki kişi idiler, demiştir.

Sanatları hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar balık avlarlardı, bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar çamaşır yıkarlardı, bunu da Dahhâk ile Ebû Ertat, demiştir.

53

Ey Rabbimiz, indirdiğine iman ettik ve o elçiye tabi olduk: Sen de bizleri şahitlerle beraber yaz, dediler.

"Rabbimiz, indirdiğine iman ettik": Bu, havârilerin sözüdür. İndirilen İncil, elçi de İsa’dır.

Şâhitlerle kimlerin kastedildiği hususunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile ümmetidir. Çünkü onlar peygamberlere görevlerini tebliğ ettiler diye şahitlik edeceklerdir. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar kendilerinden önce iman eden mü’minlerdir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar peygamberlerdir, çünkü her peygamber ümmetinin şahididir, bunu da Atâ’, demiştir.

Dördüncüsü: Şahitler doğru kimselerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Beşincisi: Onlar peygamberleri tasdik etmekle şahitlik edenlerdir. Âyetin manası: Tasdik ettik ve itiraf ettik, bizi de bizim ii’limizi yapanlarla beraber yaz, demektir. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür.

54

Yahudiler tuzak kurdular; Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.

"Ve mekeru ve mekerallah": Halkın tuzak kurması kötülük ve aldatmadır, Allah’ınki ise karşılık vermedir. Ona tuzak denilmesi karşılık olmasındandır, meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Allah onlarla alay ediyor". (Bakara: 15)

"Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır": Çünkü onun tuzağı yapılan kötülüğün karşılığıdır ve mü’minlere yardımdır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onların tuzağı şudur: Yahudiler İsa’yı öldürmek isteyince, bir kulübeye girdi; içlerinden bir adam da girdi; İsa’ya benzetildi ve İsa göğe kaldırıldı. Adam çıkınca onu İsa zannedip öldürdüler.

55

O zaman Allah şöyle demişti:

"Ey İsa, şüphesiz seni öldürecek, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni kâfirlerden temizleyecek ve sana tabi olanları kıyamet gününe kadar seni inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra da dönüşünüz bana olacak; ben de ihtilaf ettiğiniz şeyde aranızda hüküm vereceğim.

"O zaman Allah şöyle demişti: Ey İsa, seni öldürecek":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Teveffi, sayıyı tamamlamaktan gelir: Teveffeytü vestevfeytü denir, tıpkı teyakkantül habere vesteykantuhu gibi. Sonra ölüm için vefat denildi. Ebû Ubeyde şu beyti delil getirmiştir:

Edred oğulları hiç kimseden değillerdir;

Kays’ten de değillerdir, Eseften de değillerdir:

Kureyş bile onların sayısına yetişemez.

Vefa tamamlamak demektir.

Bu teveffide de iki görüş vardır:

Birincisi: O göğe kaldırmadır.

İkincisi: Ölümdür. Birinci görüşe göre Kelâmın nazmı tamam olur, takdim ve tehire ihtiyaç kalmaz. "Seni teveffi edeceğim’in mariası da seni yerden tam olarak ve Yahudiler sana bir kötülük yapmadan alacağım, olur. Bu Hasen, İbn Cüreyc ve İbn Kuteybe’nin görüşüdür. Ferrâ’ da bunu tercih etmiştir. Bu yorumun şahidi de Cenab-ı Allah’ın:

"Felemma teveffeyteni künte enterrakibe aleyhim” (Maide: 117) kavli olur. Yani seni öldürmeden göğe kaldırdığım zaman, demektir. Çünkü nimeti o göğe kaldırıldıktan sonra değiştirdiler; ölümünden sonra değil. İkinci görüşe göre âyette takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Ben seni kendime kaldırıp kâfirlerden temizleyeceğim ve ondan sonra da seni öldüreceğim. Bu da Ferrâ’, Zeccâc ve diğerlerinin görüşüdür, öldüreceğini bildirmedeki fayda; göğe kaldırmanın onu ölümden kurtaramayacağını ona bildirmek olur.

Said b. Müseyyeb de şöyle demiştir: İsa, otuz üç yaşında göğe kaldırıldı.

Mukâtil de şöyle demiştir: Ramazanda Kadir gecesi Beytülmukaddes’ten göğe kaldırıldı. Annesi Meryem’in onu göğe kaldırılmasından sonra altı yıl daha yaşadığı söylenmiştir. Annesinin onun kaldırılmasından önce öldüğü de denilmiştir.

"Seni kâfirlerden temizleyeceğim":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu onların arasından kaldırmıştır.

İkincisi: Onu öldürülmekten men etmiştir.

Ona tabi olanlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar ümmet-i Muhammed’in Müslümanlarıdır, çünkü onun peygamberliğini ve onun ruhullah olup O’nun kelimesi olduğunu tasdik ettiler. Bu da Katâde, Rebi’ ve İbn Saib'in görüşüdür.

İkincisi: Onlar Hıristiyanlardır; onlar Yahudilerin üstündedir, Yahudiler zelil ve eziktirler, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

"İhtilaf ettikleri şeyde": Yani dinde, demektir.

56

Kâfirlere gelince, ben onlara dünyada da ahirette de şiddetle azap edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

"Kâfirlere gelince": Bunların Yahudilerle Hıristiyanlar olduğu söylenmiştir. Dünyada azapları kılıç ve cizye iledir, ahirette de ateş iledir.

57

İman edip iyi amel işleyenlere gelince, Allah onlara mükafatlarını tastamam ödeyecektir. Allah zâlimleri sevmez.

"Fe yüveffîhim ucûrehüm": Çoğunluk nunla okumuşlardır. Hasen, Katâde, Hafs da Âsım’dan rivayetle ye ile "fe yüveffîhim” okumuş ve

"iz kalellahu ya İsa” kavlinin üzerine atfetmişlerdir.

58

Bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu zikirden okuyoruz.

"Bunları sana okuyoruz": Yani macerası geçen kıssaları,

"âyetlerden", elçiliğinin doğruluğunu gösteren delillerden, çünkü bunlar bir ümminin bilemeyeceği haberlerdir.

"Ve hikmetli zikirden":

İbn Abbâs:

O Kur’ân’dır, demiştir. Zeccâc da manası şöyledir, demiştir: Telif ve nazmında, ondan faydaların açığa çıkmasında hikmetli, demektir.

59

Şüphesiz İsa’nın hali, Allah katında Âdem’in hali gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra da ona:

"Ol” dedi, o da oluverdi.

"Şüphesiz İsa’nın hali, Allah katında Âdem’in hali gibidir": Tefsirciler şöyle dediler: Bu âyetin

iniş sebebi Necranlı Hıristiyan heyetinin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile İsa hakkında tartışmalarıdır. Bunu da sûrenin başında anlatmış bulunuyoruz. İsa’nın Âdem’e benzemesi, her ikisinin de babasız meydana gelmesinden dolayıdır.

"Onu topraktan yarattı": Yani Âdem’i,

Sa’leb şöyle demiştir: Bu, Âdem’in durumunun tefsiridir, (pramerdeki) hal değildir.

"Sonra ona dedi": Yani Âdem’e. İsa’ya da diyenler olmuştur.

"Ol” o da oluverdi: Burada muzari kullanılmış mazi kastedilmiştir, tıpkı şurada olduğu gibi: "Vettebeû ma tetluşşeyatinu", yani

"telet", demektir.

60

Hak Rabbindendir; artık sen de şüphecilerden olma.

"El - Hakku min rabbike":

Zeccâc şöyle demiştir: Hak mahzuf mübtedanın haberi olarak merfudur, mana: Ellezi enbe’tüke bihi fi kıssati ademe elhakku min rabbik.

"Sen de şüphecilerden olma": Yani tereddüt edenlerden, Peygambere hitap halka hitaptır, çünkü o şüphe etmedi.

61

Kim sana ilim geldikten sonra bu hususta seninle tartışırsa, de ki: "Geliniz; oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra da dua ve niyaz edelim de Allah’ın lanetini yalancıların üzerine kılalım.

"Femen hacceke fihi": Fîhi’deki “He” zamirinin mercii hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: İsa’ya râcîdir.

İkincisi: Hakka râcîdir. İlim de: Açıklama ve izahtır.

"Fekul tealev":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Tealev, alevtü’den gelmektedir. Erkek ve kadın iki kişi için: Tealeya, çok kadınlar için de: Tealeyne, denir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Aslı uluvden gelmektedir. Sonra Araplar onu çok kullanınca, onlara göre

"helümme” gibi oldu. Sonra da mecaz yolu ile yüksekte duran adama: Teale: Yani in, dediler. Aslı yukarı çıkmadır.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Oğullarımız kelimesinden Fatıme, Hasen ve Hüseyn kastedilmiştir. Müslim, Sahih’inde Sa’d b. Ebi Vakkas hadisinde şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bu:

"Tealev ned’u ebnaena ve ebnaeküm” âyeti inince, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Ali, Fatıme, Hasan ve Hüseyn’i çağırdı:

"Allah’ım, bunlar benim ehl-i beytimdir, dedi.

"Kendilerimizi": Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Hazret-i Ali b. Ebû Talib kastedilmiştir. Şa’bî şöyle demiştir: Araplar, amcaoğlu için, kendim tabirini kullanır.

İkincisi: Kardeşlerini kastetmiştir, bunu İbn Kuteybe, demiştir.

Üçüncüsü: Dininden olanları kastetmiştir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

Dördüncüsü: Zevcelerini kastetmiştir.

Beşincisi: Yakın akrabaları kastetmiştir. Bu ikisini Ali b. Ahmed en - Neysaburi demiştir.

İbtihal’e gelince,

İbn Kuteybe şöyle demiştir: O, lânetleşmeye çağırmaktır. Aleyhi behletullah ve behletuhu, Allah’ın laneti onun üzerine olsun, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: İbtihal lügatte, duada ileri gitmektir, aslı lânet etmektir. Behelehullah, Allah ona lânet etsin, demektir. Peygamberimiz delil getirdikten sonra lânetleşme ile emrolundu: Cabir b. Abdullah şöyle demiştir: Necran heyeti geldi, içlerinde Seyyid ile Akıb da vardı... Peygamberimiz onları lânetleşmeye çağırdı. Onlar da yarın görüşelim, dediler. Sabah olunca Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Ali, Fatıme, Hasan ve Hüseyn’in ellerinden tuttu, sonra o ikisine haber gönderdi. Onlarsa gelmek istemediler, haraç vermeyi kabul ettiler. Peygamberimiz de:

Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer bunu yapsalardı, vadileri ateşle dolardı, dedi.

62

Şüphesiz bu, gerçek kıssadır, Allah’tan başka hiçbir İlâh yoktur. Gerçekten Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

"Vema min İlâhin illallah":

Zeccâc şöyle demiştir: Burada

"min” edatı tekit ve müşriklerin iddia ettikleri bütün İlâhların boş olduğuna delil olmak için gelmiştir.

63

Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları hakkıyle bilendir.

"Eğer yüz çevirirlerse": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Lânetleşmeden yüz çevirirlerse,' bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği açıklamadan, bunu da Zeccâc demiştir.

Üçüncüsü: Allah’ın birliğini ve O’nun eş ve evlattan münezzeh olduğunu ikrardan. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

Bozgunculuk hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O masiyet olan şeyleri yapmaktır, bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi: İnkar etmektir, bunu da Dımeşki, demiştir.

64

De ki: Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz kimimizi Allah’tan başka İlâhlar edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, "şahit olun ki, muhakkak bizler Müslümanlarız” deyin.

"De ki: Ey kitap ehli": Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu Katâde, İbn Cüreyc ve Rebi’ b. Enes, demişlerdir.

İkincisi: İsa hakkında tartışan Necran heyetidir, bunu da Süddi ile Mukâtil demişlerdir.

Üçüncüsü: Her iki kitap ehlidirler, bunu da Hasen, demiştir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet keşiş ve rahipler hakkında indi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onu Habeşistan’da bulunan Cafer ve arkadaşlarına gönderdi. Cafer onu okudu, Necaşi ile Habeşlilerin ileri gelenleri oturuyorlardı.

"Kelime"ye gelince:

Müfessirler onun: Lailâhe illallah olduğunu söylemişlerdir.

Eğer:

"Bunlar birkaç kelimedir, neden tekil olarak kelime, dedi denilirse?", buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Kelime, kelimelerin yerine kullanılır. Dilciler: Kelime: İçinde uzun da olsa bir kıssanın açıklaması bulunan kelâmdır, demişlerdir. Araplar: Züheyr bir kelimesinde dedi ki, derler, kasidesinde, demek isterler.

Hansa da şöyle demiştir:

Öyle kafiyedir ki, mızrağın ucu gibi keskindir;

Bunlar kalır, söyleyeni gider.

Yezbül dağının zirvesini biçer,

O ise dağkeçilerine evlik eder.

Onu Amr'ın oğluna söyledin ve kolay söyledin.

İnsanlar ise onun gibisini söylemediler.

Bütün kasideye, kafiye demiştir. Kafiye genellikle beytin son kelimesinde olur. Ona kafiye denilmesi, kelimenin beyte tabi olup sonunda bulunmasındandır. Kafiye, Arapların: Kafevtü fülanen sözünden alınmıştır ki, onu takip ettim, demektir. Zeccâc ve diğerleri de bu cevabı benimsemişlerdir.

İkincisi: Kelimeden, kelimeler kastedilmiştir, kelimeler diyecekken kelime demekle yetinilmiştir. Nitekim Alkame b. Abde de şöyle demiştir:

Orada sıska develerin leşleri vardır, kemikleri ise

Kaval gibi olmuştur, derisi de lime limedir.

Derileri demek istemiştir. Çoğul yerine tekille yetinmiştir. Bunu ve öncekini İbn Enbari demiştir.

"Sevaün beynena ve beyneküm":

Zeccâc: Adil söz, demiştir. Bu istivaüşşey’den gelir, adil bir şey için: Sevâ’, sivâ' ve süvâ’, denir.

Züheyr b. Ebi Sülma da şöyle demiştir:

Bana bir plan gösterin ki, içinde haksızlık olmasın,

Aramızda eşitliği temin etsin, içinde adalet (seva) olsun.

Eğer adaleti terk ederseniz benimle sizin aranızda,

Ey Hısn oğulları, birliktelik yoktur.

"Enla na’büde illallah” kavli, "kelime

"den bedel olmak üzere mahallen mecrurdur. Mana: Gelin Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, demektir.

"En

"in mahallen merfu olması da câizdir, sanki biri:

"Melkelime?”

"o söz nedir?” demiş; ona da: Hiye ella na’büde illallah

"o da Allah’tan başkasına tapmamaktır” denilmiştir.

"Kimimiz kimimizi Allah’tan başka Tannlar edinmesin":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, kiminin kimine secde etmesidir, bunu İkrime, demiştir.

İkincisi: Allah’a isyan konusunda kimimiz kimimize itâat etmesin, bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

Üçüncüsü: Allah'tan başkasını Rab edinmeyelim, demektir. Nitekim Hıristiyanlar Mesih için öyle demişlerdir, bunu da Mukâtil ile Zeccâc, demişlerdir.

65

Ey kitap ehli, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz; halbuki Tevrat ve İncil ancak ondan sonra indirilmiştir. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?

"Ey kitap ehli, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz?” İbn Abbâs, Hasen ve

Süddi şöyle demişlerdir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında Necran Hıristiyanları ile Yahudi hahamları toplandılar; berikiler: İbrahim başka değil, ancak Yahudi idi, dediler, ötekiler de: Hayır, Hıristiyan idi, dediler, bunun üzerine bu âyet indi.

66

İşte sizler onlarsınız ki, bilginiz olduğu şeyde tartıştınız. Bilginiz olmayan şeyde ise niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, oysa siz bilmezsiniz.

"Haentüm": İbn Kesir: heantüm gibi

"heentüm” okumuş; soru hemzesini he"ye çevirmiştir, eentüm, demek istemiştir. Nâfi ile Ebû Amr da, med ile istifham şeklinde hemzesiz olarak,

"hâentüm” okumuşlardır. Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, medli ve hemzeli olarak,

"hâentüm” okumuşlardır.

"Haulâi” ve "ulâî"nin meddinde ise ihtilaf etmemişlerdir.

"Bilginiz olduğu şeyde":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O görüp müşahede ettikleri şeydir, bunu Katâde, demiştir.

İkincisi: Yapmaları ve yapmamaları emredilen şeylerdir. Bunu da Süddi, demiştir. Bilgileri olmayan şey ise İbrahim aleyhisselam’ın durumudur. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: İbrahim ile Mûsa’nın arasında beş yüz yetmiş beş sene vardı. Mûsa ile İsa'nın arasında b. altı yüz otuz iki yıl vardı. İbn İshak da şöyle demiştir: İbrahim ile Mûsa’nın arasında beş yüz altmış beş yıl; Mûsa ile İsa’nın arasında da b. dokuz yüz yirmi beş yıl vardı. Hanif’in manası da Bakara suresinde geçmiştir.

67

İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan idi. Ancak dosdoğru bir Müslüman idi. Müşriklerden değildi.

68

Şüphesiz insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona tabi olanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah mü’minlerin yardımcısıdır.

"Şüphesiz insanların İbrahim’e en yakın olanı":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Yahudilerin başları Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Sen de biliyorsun ki, biz İbrahim dinine senden daha evlayız ve o Yahudi idi. Sen ise bizi kıskanıyorsun, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Manası şöyledir: İnsanların İbrahim dinine en yakın olanı dininde ona tabi olandır. Bu Peygamber de onun dinindedir. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Amr b. As, Necaşi’yi kızdırıp Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabının üzerine kışkırtmak istedi. Necaşi’ye: Bunlar İsa’ya sövüyorlar, dedi. Necaşi de: "Sizin büyüğünüz İsa hakkında ne diyor?” dedi. Onlar da: O Allah’ın kulu ve ruhudur, Meryem’e attığı kelimesidir, diyor, dediler. Necaşi misvakinden göze girecek kadar küçük bir parça aldı ve: Allah’a yemin ederim ki, sizin arkadaşınızın dediği bizim dediğimizden bunun kadar farklı değildir, dedi. Sonra da: Müjde, bugün İbrahim in partisine sıkıntı yoktur, dedi. Amr b. As da:

"İbrahim’in partisi kimdir?” dedi. O da: İşte şu bölük ile arkadaşlarıdır, dedi. Allahü teâlâ onların çekiştikleri gün bu âyeti indirdi. Bu, Abdurrahman b. Ğanem’in görüşüdür.

69

Kitap ehlinden bir grup sizi saptırabilmek istedi. Onlar ancak kendilerini saptırırlar? fakat bunun farkında değiller.

"Kitap ehlinden bir grup sizi saptırabilmek istedi": Âyetin sebeb- i nüzulü şöyledir: Yahudiler Muaz b. Cebel ile Ammar b. Yasir'e: Dininizi bıraktınız, Muhammed’in dinine geçtiniz, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs, demiştir. Tâife (grup): Bir din, bir görüş, bir mezhep vs. üzerinde birleşen topluluktur.

Bu tâife hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: ânlar Yahudilerdir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

Dalâl (sapıklık): Şaşkınlıktır, burada onun üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O haktan bâtılla geçmektir, bu da İbn Abbâs ve Mukâtil’in görüşüdür.

İkincisi: Helak etmektir.

"Ve iza dalelna filardı” (Secde: 10) da bundandır. Bunu İbn Cerir ile Dımeşki, demişlerdir.

"Bunun farkında değiller": Bunun üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın onların halini mü’minlere göstereceğini bilmezler.

İkincisi: Kendilerini saptırdıklarını bilmezler.

70

Ey kitap ehli, şahit olup dururken Allah’ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?

"Allah’ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?” Katâde, Muhammed ile İslâm’ı kastetmiştir, demiştir.

"Şahit olup dururken": Muhammed’in gönderileceğine kitabınızda şahit oluyor, sonra da onu inkâr ediyorsunuz.

71

Ey kitap ehli, niçin hakkı batılla karıştırıyorsunuz; bildiğiniz halde hakkı niçin gizliyorsunuz?

"Lime telbisunel hakka bilbatili": Yezidi, manası: Niçin hakkı batılla karıştırıyorsunuz, demiştir.

İbn Fâris de şöyle demiştir: Lebs: İşin karışmasıdır. Vefilemri lebsetün denir ki, iş açık değildir, demektir.

Hak ve bâtıll konusunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Hak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bazı işlerini kabul etmeleri, bâtıll da bazı işlerini gizlemeleridir.

İkincisi: Hak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e sabahleyin iman etmeleri, bâtıll da akşam üzeri inkâr etmeleridir. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Hak Tevrat, bâtıll da elleriyle yazdıklarıdır, bunu da Hasen ile İbn Zeyd, demişlerdir.

Dördüncüsü: Hak İslâm, bâtıll da Yahudilik ile Hıristiyanlıktır, bunu da Katâde, demiştir.

"Hakkı gizliyorsunuz?”

Katâde: İslâm’ı gizlediler ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'i gizlediler, demiştir.

72

Kitap ehlinden bir grup dedi ki: İman edenlere indirilene gündüzün başlarında îman edin; sonunda da inkâr edin. Belki (dinlerinden) dönerler.

"Kitap ehlinden bir grup dedi ki,":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Yahudilerden bir bölük: Muhammed’in ashabı ile gündüzün başında karşılaştığınız zaman iman edin, sonu olduğu zaman da siz kendi namazınızı kılın, belki: Bunlar kitap ehlidir, onlar bizden daha iyi bilirler, derler de dinlerinden dönerler, dediler. Bunu Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Hasen ile

Süddi de şöyle demişler: Yahudilerden on iki hamam anlaştılar; birbirlerine: Muhammed’in dinine gündüzün başında iman edin, sonunda da inkâr edin ve: Biz kitaplarımıza baktık, Âlimlerimizle istişare ettik, Muhammed’in o beklenen peygamber olmadığını gördük, deyin. O zaman ashabı dinlerinden şüphe ederler ve: Onlar kitap ehlidir, onlar bizden daha iyi bilerler, derler de dinlerinden dönerler, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Cumhûr da bu manaya kail olmuştur.

İkincisi: Allahü teâlâ Nebisini öğle namazı sırasında Ka’be’ye çevirdi, Yahudilerden bir topluluk: "îman edenlere indirilene gündüzün başında iman edin. Sabahleyin dönerek kıldığı namaza iman edin, gündüzün sonunda kıldığı namazı inkâr edin, belki sizin kıblenize dönerler, dediler. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid, Katâde, Zeccâc ve diğerleri de: Vechennehar: Gündüzün başı, demişlerdir. Zeccâc delil olarak şu beyti getirmiştir:

Kim Malik’in ölümüne sevinmiş ise,

Gündüzün başında kadınlarımıza gelsin;

Onların başları açık ona ağıt yaktıklarını,

Seher yeri ağarmadan buna başladıklarını görür.

73

Dininize tabi olandan başkasına iman etmeyin. De ki: Gerçek doğru yol, Allah’ın doğru yoludur. "Size verilenin bir benzeri hiç kimseye verilmiş olduğuna, yahut onların Rabbiniz katında size karşı deliller getireceklerine inanmayın". De ki: Gerçek lütuf ve inayet Allah’ın elindedir. Dilediğine verir. Allah rahmeti bol olandır, her şeyi hakkıyla bilendir.

"Dininize tabi olandan başkasına iman etmeyin": Âlimler bu âyeti yorumlamada dört ayrı fikir beyan etmişlerdir:

Birincisi: Bunun manası şöyledir: Ancak dininize tabi olanı tasdik edin, bir kimseye size verilen ilim, denizin yarılması, kudret helvası, bıldırcın eti vs. gibi şeylerin verileceğini tasdik etmeyin. Rabbinizin katında sizinle tartışacaklarını tasdik etmeyin; çünkü sizin dininiz onlarınkinden daha sağlamdır. O zaman bütün bunlar, Yahudilerin sözlerinden olur. "Limen

"deki lâm da sıla olur ve:

"De ki: Gerçek doğru yol Allah’ın doğru yoludur” kavli de ikisi arasında ara cümle olur. Mücâhid ile Ahfeş’in dediklerinden bu anlaşılmaktadır.

İkincisi: Yahudilerin sözü:

"Dininize tabi olan” kısmında biter, kalan da Allahü teâlâ’nın sözünden olur. Araya onların sözü girmez. Takdiri de şöyle olur: Ya Muhammed, de ki: Doğru yol Allah’ın doğru yoludur, ey ümmet-i Muhammed, kimseye size verilenin benzeri verilmemiştir, ancak Yahudiler batılla sizinle mücadele ederler ve: Biz sizden üstünüz, derler. Bu da Hasen ile Said b. Cübeyr'in dediklerinden anlaşılmaktadır.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Ey yü’ta” "en lâ yü’ta” manasınadır.

Üçüncüsü: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Dininize tabi olmayan hiç kimseye size verilenin bir benzerinin verileceğine inanmayın. Bu durumda

"en” akılda olduğu halde tehir edilmiş olur. Nitekim Araplarda da böyle şey vardır. Lâm da tekit yoluyla girmiştir,

"asa en yekune redife leküm” (Neml: 72) kavlinde olduğu gibi. Yani redifeküm, demektir.

Şair de şöyle demiştir:

Ben dosta dostluk için hile yapmam (ahdeu lilhalili),

Ta ki, o bana hile yapmadıkça.

Ma küntü ahdaul halile, demek istemiştir.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Dünyayı kınıyorlar (yezummune liddünya), ama onu sağıyorlar,

Arada da sağıyorlar, fazla küçük memede bile süt bırakmıyorlar.

Yezummuneddünya demek istiyor, bunu İbn Enbari, demiştir.

Dördüncüsü: Lâm zait değildir,

Mana şöyledir: Peygamberi tasdikte ne kullanırsanız onu sadece Yahudiler için yapın, çünkü bunu müşriklere derseniz, onu tasdik etmelerine yardım etmiş olursunuz. Bunu da Zeccâc demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Muhammed ve asabı haklıdır, demeyin, ancak bunu dininize tabi olanlara deyin, sonra hakka karşı inat ettiğinizi anlarlar da Rabbinizin huzurunda sizinle tartışırlar. Buna göre Kelâmın manası şöyle olur: Dininize tabi olandan başkasına size verilenin benzerinin verileceğini ikrar etmeyin. Bu manayı Nahivci Ebû Talib Mekki zikretmiştir.

İbn Kesir iki hemze ile een yü’ta okumuştur; birincisi hafif, İkincisi de istifham olmak üzere yumuşak; eentüm a’lemü emillah gibi.

Ebû Ali şöyle demiştir: Bunun izahı şöyledir:

"En” mübteda olarak mahallen marfudur, haberi de yusaddikune bihi yahut ev yaterifune bihi, yahut ev yezkurunanehu liğayriküm'dür.

"En"in mahallen mensûb olarak mananın şöyle olması da câizdir:

"Bir kimseye size verilenin mislinin verildiğini herkese yayıyor musunuz veyahut zikrediyor musunuz?”

"Allah’ın size açtığını onlara mı söylüyorsunuz?” (Bakara: 76) âyeti de öyledir.

A’meş ile Talha b. Mûsarrif hemzenin kesri ile in yü’ta okumuştur, mana da, ma yü’ta (verilmez) olur.

"Rabbinizin yanında sizinle tartışmalarını mı istiyorsunuz?” kavli üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası şöyledir: Rabbinizin katında sizinle tartışacaklarını tasdik etmeyin, çünkü onların kanıtları yoktur. Bunu Katâde, demiştir.

İkincisi: Bunun manası şöyledir: Kendini Allah’a adama tarzında Rabbinizin katında sizinle tartışana kadar, meselâ: Kıyamet kopana kadar onunla görüşmeyecektir, denildiği gibi. Bunu da Kisâi, demiştir.

"De ki: Lütuf Allah’ın elindedir":

İbn Abbâs: Peygamberlik, kitap ve hidayet, demiştir.

"Onu dilediğine verir": Yoksa ey Yahudiler, sizin dediğiniz gibi sizden başkasına vermez, değildir.

74

Rahmetini dilediğine özgü lalar. Allah büyük lütuf sahibidir.

"Rahmetini dilediğine özgü kılar": Rahmet hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: O, İslâm’dır, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Peygamberliktir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Kur’ân ve İslâm’dır, bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

75

Kitap ehlinden öyle kimse vardır ki, eğer ona bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana tastamam öder. Onlardan öylesi de vardır ki, eğer ona bir altın emanet etsen, ancak başına dikilip durduğun sürece sana öder. Zira onlar: "Ümmilere karşı bize bir yol yok” dediler. Onlar bilerek Allah’a karşı yalan söylüyorlar.

"Kitap ehlinden öyle kimse vardır ki,":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bir adam Abdullah b. Selam’a b. iki yüz okka altın emanet etti; o da onu ödedi. Allah bu âyetle onu methetti. Bir adam, Finhas b. Azura’ya bir dinar emanet etti, o da ona hiyanet etti.

Ehl-i kitap: Yahudilerdir. Kantar hakkında da yukarıda söz geçmiştir.

"Bikmtarin"deki be’nin “alâ” manasına olduğu da söylenmiştir.

"Dinar"a gelince: Ben Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den şöyle okudum: Dinar Farsça’dır, Arapçalaşmıştır, aslı dinnardır. O da her ne kadar Arapça ise de Araplar dinardan başkasını bilmezler. O da Arapça gibi olmuştur. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ onu kitabında zikretmiştir. Çünkü onlara bildikleri şeyle hitap eder. Ondan fiil türetmiş ve: Recülün müdenner (altını çok adam), birzevnün müdenner (yuvarlak alaca nakışlı beygir) demişler. Eğer: "Neden içlerinde hain de var, emin de var, denilmiş; halbuki başkalarında da böyleleri vardır?” denilirse, cevap şöyledir: Onlar Müslümanlara hiyanet etmeyi helâl sayarak bunu yaparlar. Allahü teâlâ:

"Ümmiler hakkında bize günah yoktur” diyerek onlara karşı Müslümanları uyarmıştır.

Mukâtil de şöyle demiştir: Emanet onların Müslüman olanlarındadır, hiyanet de Müslüman olmayanlarındadır. Şöyle de denilmiştir; Emaneti yerine teslim edenler Hıristiyanlardır, etmeyenler de Yahudilerdir.

"İlla ma dümte aleyhi kaima":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar: Dümte, dümtüm, mütte, müttüm, derler; Temimliler de, kesr ile mitte, mitti, derler. Her ikisi de yef'ıüu babında birleşir, yedumu ve yemutu, derler. Tepesinde dikili durma hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O istemedir, bunu Mücâhid, İbn Kuteybe ve Zeccâc demişlerdir.

İbn Kuteybe de mana şöyledir, demiştir: Almak ve istemek için tepesine dikilmedikçe. Bunun aslı şudur: Bir şeyi isteyen ayağa kalkar ve bir şeyler yapar. Terk eden ise oturur, bir şey yapmaz. Şair A’şa şöyle demiştir:

Kavmine rağmen ayağa kalkar,

Dilediğini affeder, dilediğini de cezalandırır.

Yani kalkar, kan davası güder, oturup kalmaz demek istiyor. Allahü teâlâ şöyle demiştir:

"Onlar bir değiller; ehl-i kitaptan bir cemaat vardır ki, ayaktadır” (Al-i İmran: 113), yani amel etmektedir, bırakmış değildir. Ve Allahü teâlâ şöyle demiştir:

"Her nefsin üzerinde yaptığı ile ayakta duran, öteki gibi midir?". (Ra’d: 33) Yani kazandığını onun için alan, demektir.

İkincisi: Bu gerçekten ayakta durmaktır, takdiri şöyledir: Ancak tepesine dikildiğin sürece emaneti itiraf eder; gider de geri gelirsen, inkâr eder. Bunu Süddi, demiştir.

"Zalike": İşte bu hiyanet, demektir. Sebil de günah ve sorumluluktur. Bunun bir benzeri de:

"İyilik edenlere sorumluluk (sebil) yoktur” (Tevbe: 91) kavlidir.

Katâde şöyle demiştir: Yahudilerin, Müslümanların mallarını helâl sayması, onlara göre ehl-i kitap olmamalarındandır.

"Allah’a karşı yalan söylerler":

Süddi şöyle demiştir: Allah bize Arapların mallarını helâl kıldı, derler.

"Bilirler": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın Tevrat’ta ödemeyi ve emaneti yerine getirmeyi indirdiğini bilirler.

İkincisi: Yalan olduğunu bildikleri halde yalan söylerler.

76

Hayır, kim sözünü yerine getirir ve sakınırsa, şüphesiz Allah sakınanları sever.

"Hayır": Allah onların:

"Ümmilerde bize günah yoktur” sözlerini

"hayır” ile reddetti,

Zeccâc şöyle demiştir: Bence söz burada bitti, sonra da:

"Kim sözünü yerine getirirse” diye yeni söze başladı. Söze: Hayır, kim sözünü yerine getirirse” diye başlaması da câizdir. Ahd, Tevrat'ta Allah’ın onlardan aldığı sözdür.

"Ahdihi"nin “He” zamirinde ise iki görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’ya râcîdir.

İkincisi: Sözünü yerine getirene râcîdir.

77

Şüphesiz onlar ki, Allah’ın sözünü ve yeminlerini az bir pahaya satıyorlar, işte onların ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz ve onları temizlemez. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.

"Şüphesiz onlar ki, Allah’ın sözünü ve yeminlerini az bir pahaya satıyorlar": Sebeb-i nüzulü için üç görüş vardır:

Birincisi: Eş'as b. Kays, bir arazi için bir Yahudi ile mahkemelik oldu. Yahudi inkâr etti, Eş'as de onu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e götürdü, Efendimiz ona:

"İspatın var mı?” dedi. O da: Hayır, dedi. Yahudiye de:

"Yemin eder misin?” dedi. Bunun üzerine Eş’as: Yemin ederse malımı götürür, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.

İkincisi: O, Yahudiler hakkında indi, Allah Tevrat’ta onlardan Peygamberin sıfatlarını açıklayacaklarına dair söz aldı, onlar ise inkâr edip ayak takımlarından aldıkları dünyalık yüzünden muhalefet ettiler. Bu İkrime ile Mukâtil’in sözüdür.

Üçüncüsü: Bir adam eşyasını gündüzün ilk saatlerinde pazara getirdi, gündüzün sonu olunca da, onu satışa arz etti; sabahleyin onu şu fiyata satmadığına, eğer akşam olmasa idi o fiyata satmayacağına yemin etti; âyet bunun üzerine indi. Bu da Şa’bî ile Mücâhid’in görüşüdür. Birinci ve üçüncü görüşlere göre ahd: Taate sarılmak, masiyeti terk etmektir. İkinci görüşe göre ise Yahudilerden Tevrat'ta aldığı sözdür. Yemin: ant içmektir. Eğer: O Yahudiler hakkında indi, dersek, o, Yahudiler ve kâfirler hakkındadır. Çünkü Allah kıyamet günüde onlarla asla konuşmaz. Eğer: O asiler hakkındadır, dersek, İbn Abbâs’tan: Allah onlarla hoş kelâm ile konuşmaz, dediği rivayet edilmiştir.

"Onlara bakmaz"ın manası da: Onlara gazap ettiği için onlara şefkat ve merhamet etmez, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Fülanün layanzuru ilâ fülanin vela yükellimuhu, denir ki, manası: Ona kızgındır, demektir.

"Onları temizlemez": Onları küfür ve günahlarının kirinden temizlemez.

78

Onlardan bir grup vardır ki, bazı şeyleri kitaptan olmadığı halde kitaptan sanmanız için dillerini kitapla eğip bükerler.

"Bu, Allah katındandır” der. Halbuki o, Allah katından değildir. Onlar bilerek Allah’a karşı yalan söylerler.

"Onlardan bir grup": Kimler hakkında indiğinde iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Yahudiler hakkında inmiştir, bunu Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Yahudilerle Hıristiyanlar hakkında inmiştir. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

"Ve inne": Tekit edatıdır, "leferikan"daki lâm da tekidi tekit içindir ve zaittir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir:

"Dillerini eğip bükerler” sözünün manası: Onu tahrif ederek ve ilaveler yaparak değiştirirler, demektir.

"Elsine": Lisanın çoğuludur. Ebû Amr: Lisan müzekker de müennes de olur; müzekker eden onu elsine ile çoğul yapar, müennes yapan da onu elsün ile çoğul yapar.

Ferrâ’ da şöyle demiştir:

Aynen lisan kelimesini Araplardan yalnız müzekker olarak işittik. Araplar: Sebeka min fülanin kelâmün derler ki, ağzından bir söz kaçtı, der ve onu müzekker kılarlar.

İbn el - A’rabi şöyle bir şiir getirmiştir:

Dilin tatlıdır, nefsin cimridir,

Malın da dostuna nispetle Ülker yıldızının yanındadır.

Sa’leb de şöyle bir şiir aktarmıştır:

Dilimden kaçana pişman oldum;

Keşke onu çuvalın içinde saklasa idim.

Kâne mini sözü lisanın kelâm olduğunu göstermektir.

Sa’leb yine şöyle bir beyit getirmiştir:

Amir oğullarının dili geldi;

Bütün dedikleri kabul edilmez şeylerdir.

Burada da lisanı müennes kılmıştır, çünkü kelime ve mektubu kasdetmiştir.

79

Allah bir beşere kitap, hikmet ve peygamberlik versin de, sonra da insanlara,

"Allahı bırakıp bana kullar olun” desin, ona yakışmaz. Ancak o: "Kitabı öğretmeniz ve onun dersini alıp vermenizle Rabbani olun” der.

"Bir beşere yakışmaz":

İniş sebebi için üç görüş vardır:

Birincisi: Yahudilerin reislerinden bir topluluk:

"Ya Muhammed, seni Rab edinmemizi mi istiyorsun?” dediler. O da: Allah korusun, beni böyle bir şeyle göndermedi, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bir adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Sana secde edelim mi?” dedi. O da: Hayır, Allah'tan başka kimseye secde edilmesi yaraşmaz, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Hasen Basri, demiştir.

Üçüncüsü: Bu, Necran Hıristiyanları İsa’ya taptıkları zaman indi, bunu da Dahhâk ile Mukâtil, demişlerdir.

"Beşer” ile kimlerin kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Kitap da Kur’ân'dır. Bunu İbn Abbâs ile Atâ’, demişlerdir.

İkincisi: İsa’dır, kitap da İncil’dir. Bunu Dahhâk ile Mukâtil, demişlerdir. Hüküm de: Fıkıh ve ilimdir, bunu da Katâde ve diğerleri, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Âyetin manası: Bir adamda peygamberlik ile insanlara:

"Allah’tan başka bana kul olun” demesi yaraşmaz. Çünkü Allah yalanı sevmez.

"Ancak olun": Yani onlara: Olun, der. Der ifadesi anlaşıldığı için atılmıştır.

Rabbaniyyun’a gelince: Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onlar insanları hikmetle besleyen ve onunla büyüten kimselerdir.

İbn Abbâs ile İbn Cübeyr de: Onlar öğretmenlerdir, demiştir. Katâde ile

Atâ’ da: Onlar fakihler, Âlimler ve hekimlerdir, demişlerdir.

İbn Kuteybe de: Onun tekili Rabbanidir, onlar öğreten Âlimlerdir, demiştir. Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Arapça olmadığını sanıyorum, o ya İbranice ya da Süryanice’dir. Şöyle ki, Ebû Ubeyde Arapların Rabbani’yi bilmediklerini söylemiştir.

Ebû Ubeyd de: Onu ancak fakihler ve ilim adamları bilirler, demiştir. Ve şöyle demiştir: Kitapları bilen bir alimden şöyle dediğini işittim: Onlar helâl ile haramı, emir ile yasağı bilen Âlimlerdir.

İbn Enbari de bazı dilcilerden şöyle dediklerini hikaye etmiştir: Rabbani, Rabbe mensup demektir. Çünkü ilim, onunla Allah’a itâat edilen şeydir. Elif nun mübalağa için başına gelmiştir. Nitekim: Recülün lihyani, derler ki, sakalı büyük adam, demektir.

"Bima küntüm tuallimunel kitabe":

İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr: Aynın sükunu ve “Lâm” ın nasbi ile ta’lemune okumuş; Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, şeddeli olarak tuallimune okumuşlardır. Hepsi

"tedrusune"yi şeddesiz okumuşlardır.

İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû Rezin, Said b. Cübeyr, Talha b. Mûsarrif ve Ebû Hayve, tenin zammı ve şedde ile tüderrisune okumuşlardır.

Diraset: Okumaktır.

Zeccâc şöyle demiştir: Kelâmın manası şöyledir: öğretmede tarzınız ve niyetiniz Âlimlerin ve hekimlerin tarzı olsun. Çünkü alim ancak ilmi ile amel ederse bu ismi hak eder.

80

Size melekleri ve peygamberleri İlâhlar edinmenizi emretmez. Hiç siz Müslüman olduktan sonra size küfre dönmenizi emredir mi?

"Vela ye’müreküm en": İbn Âmir, Hamze, Halef, Ya’kûb ve Âsım - kendinden yapılan bazı rivâyetlerde- Abdülvaris -Ebû Amr’dan- Yezidi, kendi tercihi ile ranın fethası, kalanlar da ranın zammı ile okumuşlardır. Kim mensûb okursa mana:

"Bir beşerin size şöyle emretmesi yaraşmaz şeklinde olur. Merfu okuyan da yukarısı ile alakasını keser, onu yeni cümle başı yapar. İbn Cüreye: Muhammed size şöyle emretmez, demiştir.

81

Bir zamanlar Allah peygamberlerden: Yemin olsun ki, size kitap ve hikmet verdim, sonra da size yanmızdakini tasdik edici bir peygamber geldiği zaman ona mutlaka iman edeceğinize ve ona yardım edeceğinize dair sağlam söz almıştı.

"Bunu kabul ettiniz ve üzerinize bu ağır yükümü aldınız mı?” dedi. Onlar da :

"İkrar ettik” dediler. O da: Şahit olun; ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” dedi.

"Ve iz ehazallahu misakannebiyyine":

Zeccâc şöyle demiştir:

"İz” mahallen mensubtur. Mana: Kıssalarında Allah’ın söz aldığı vakti hatırla, demek olur.

İbn Abbâs: Misak, sözdür, demiştir. Onlardan aldığı söz üzerinde de iki görüş vardı:

Birincisi: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i tasdik etmektir. Bu; Hazret-i Ali, İbn Abbâs, Katâde ve Süddi’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: O peygamberlerden ilk gelenlerin son gelenlerin getirdiği şeye iman edeceğine dair aldığı sözdür. Bunu da Tâvûs, demiştir.

Mücâhid ile

Rebi’ b. Enes de şöyle demişlerdir: Bu âyet katiplerin hatasıdır, doğrusu İbn Mes’ûd’un: "Ve iz ehazallahu misakallezine utul kitabe” okuyuşudur.

Rebi’ buna: "Sümme caeküm Resûlün” kavlini delil getirmiştir. Bazı ilim adamları da şöyle demişlerdir: Aslında söz peygamberlerden ve ümmetlerinden alındı, peygamberleri zikredince ümmetlere gerek kalmadı. Çünkü üstlerden söz alınması astlardan da alındığım gösterir. Bu da

İbn Abbâs ile Zeccâc’ın dediklerinden çıkarılan manadır.

Âlimler "lema"nın lamında ihtilaf etmişlerdir; çoğu lamı meftuh ve şeddesiz okumuşlardır. Hamze de öyle okumuştur, ancak o, lamı meksur okumuştur. Said b. Cübeyr de mimi şeddeli okumuştur.

İbn Cübeyr kıraatinin manası: Size verdiğim zaman, demektir. Ferrâ’ da Hamze kıraatinde şöyle demiştir: Verdiği şeyden söz almak istemiş, sonra da

"ona mutlaka iman edeceksiniz” kavlini söz alma saymıştır. Yine

Ferrâ’ şöyle demiştir: Lamı mensûb okuyan, onu zait kabul eder. Ma burada şart ve ceza edatıdır.

Mana da: Eğer size verirsem ve size ne zaman kitap ve hikmetten bir şey verirsem, demek olur.

İbn Enbari de şöyle demiştir: "Lema ateytüküm"deki lâm, şeddeli veya meksur okuyanların kıraatine göre söz almanın cevabıdır, diyor ki, çünkü söz alma yemindir. Şeddesiz okuyanın kıraatine göre de manası: Kasemdir, kasemin cevabı da "letü’minünne bihi"deki lamdır. Peygamberleri gaip sigasıyla zikrettikten sonra niçin muhatap sigasıyia

"ateytüküm” dedi? Çünkü kelâmda söz ve hikaye manası vardır, onlara hitap ederek: Lema ateytüküm, dedi. Nâfi de nun ve elifle

"ateynaküm” okumuştur.

"Sonra size bir peygamber gelirse": Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle demiştir: Allah ne zaman bir peygamber göndermiş ise ondan, eğer o hayatta iken Muhammed gönderilirse mutlaka ona iman ve yardım edeceğine dair söz almıştır. Bir başkası da şöyle demiştir: Peygamberlerden söz almak, birbirlerini tasdik etmektir. Isr burada bir cemaate göre söz manasınadır.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir. Aslında ısr, ağırlık demektir. Söze de ısr denilmesi onun da bir engelleme, ağırlık ve zorlama olmasındandır. Hepsi "ısri"nin hemzesini meksur okumuşlardır. Ebû Bekir, Âsım’dan mazmum okuduğunu rivayet etmiştir. Ebû Ali de zam da bir lügate benzer, demiştir.

"Şahit olun dedi":

İbn Fâris şöyle demiştir: Şahitlik: Müşahede edilen şeyi haber vermektir. Bu hitabın kimlere olduğuna dair iki görüş vardır:

Birincisi: O, Peygamberleredir. Sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Ümmetlerinize şahit olun, demektir, bunu Hazret-i Ali b. Ebû Talib, demiştir.

İkincisi: Kendinize şahit olun, demektir, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: O meleklere hitaptır, bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir. Buna göre daha önce zikri geçmeyen birine hitap edilmiş olur.

82

Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.

83

Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar. Halbuki göklerde ve yerde kim varsa ister istemez O’na teslim olmuştur. Yalnız O’na döndürülecekler.

"Efeğayra dinillahi yebğun": Ebû Amr, yeyi meftuh, "ve ileyhi turceun"un tesini de mazmum okumuştur. Diğerleri de her iki kelimeyi de ye ile okumuşlardır. Hafs, Âsım’dan

"yebğune” ve

"yerciune"yi ye ile okumuş, Ya’kûb da aslına bakarak yeyi meftuh ve cimi meksur okumuştur.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Her iki kitap ehli tartıştılar: Her fırka İbrahim’in dinine kendinin daha layık olduğunu iddia ettiler, bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Her iki fırka da İbrahim’in dininden uzaktırlar” dedi. Buna kızdılar ve: Allah’a yemin ederiz ki, senin hükmüne razı olmayız ve dinini tutmayız, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Allah’ın dininden maksat Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in dinidir.

"Velehu esleme": İtâat etti, boyun eğdi, demektir.

"Tav’an ve kerha": Tav’: Kolayca itâat etmek, kerh de: Zorla ve gönlü istemeyerek itâat etmektir. İster istemez üzerinde de altı görüş vardır:

Birincisi: Kalu belada herkesten ister istemez söz alınmıştır, bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan, A’meş de Mücâhid’ten rivayet etmiştir. Süddi de böyle demiştir.

İkincisi: Mü'min isteyerek secde eder, kâfir de istemese de gölgesi secde eder. Bu İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Bunu İbn Ebi Necih ile Leys, Mücâhid’ten rivayet etmişlerdir.

Üçüncüsü: Hepsi O’nun Halik olduğunu ikrar ettiler, bazıları şirk koşsalar da. Bunu ikrar etmeleri şirk koşmalarında aleyhlerine delildir. Bu Ebû’l - Âliyye’nin görüşüdür. Bunu Mansur, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Mü’min isteyerek Müslüman oldu, kâfir de kılıç korkusu ile Müslüman oldu, bu da Hasen Basri’nin görüşüdür.

Beşincisi: Mü’min isteyerek itâat etti, kâfir de Allah'ın azabını gördüğü zaman Müslüman oldu, o vakitte ona fayda vermedi. Bu da Katâde’nin görüşüdür.

Altıncısı: Hepsinin Müslüman olması, cibilliyetlerindeki geçerli emirden dolayrdır, hiç kimse cibilliyetindeki şeyden kaçamaz ve onu değiştiremez. Bu Zeccâc'ın görüşüdür. Şa’bî’nin, hepsi Ona boyun eğdiler, sözünün manası da budur.

84

De ki:

"Biz Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına indirilenlere; Mûsa’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmayız. Biz O’na teslim olanlarız.

85

Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz. O; ahirette ziyan edenlerdendir.

86

Allah; imanlarından, peygamberlerin Hak olduğuna şahitlik etmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra küfre sapan topluluğa nasıl hidayet eder? Allah zâlimler topluluğuna hidayet etmez.

"Allah imanlarından sonra küfre sapan topluluğa nasıl hidayet eder?":

İniş sebebi için üç görüş vardır:

Birincisi: Ensardan bir adam dininden döndü, müşriklere katıldı, bu âyet,

"ancak Tevbe edenler hariç” kavline kadar bunun üzerine indi. Kavmi bunu ona yazdılar, o da Tevbe ederek döndü ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bunu ondan kabul etti ve onu serbest bıraktı. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Mücâhid ile Süddi de adamın isminin, Haris b. Süveyd olduğunu söylemişlerdir.

İkincisi: O, dinden dönen bir grup hakkında indi, içlerinde Haris b. Süveyd de vardı; o pişman olup geri döndü. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mukâtil de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Bu ehl-i kitap hakkında indi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i tanıdılar, sonra da inkâr ettiler. Bunu da Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Hasen de şöyle demiştir: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır. Burada: "Keyfe"nin istifham şeklinde olmakla beraber manasının inkârî olduğunu ve: Allah bunları hidayet etmez anlamına geldiği de söylenmiştir.

87

İşte onların cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olmasıdır.

88

Orada ebedi kalacaklar. Onların azapları hafifletilmez ve onların yüzlerine de bakılmaz.

"Orada ebedi kalacaklar":

Zeccâc: Lânet azabında kalacaklar, demiştir.

"Velahüm yünzarun": Onlara süre de verilmez, demektir.

"Aslahu” ise sapıklıkta olduklarını bildirip bozduklarını ve arkalarına düşen bilmeyenleri aldattıklarını düzeltenler, demektir.

89

Ancak bundan sonra Tevbe edenler ve hallerini düzeltenler hariç. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

Bu âyet, Tevbe edenleri Tevbe etmeyenlerden istisna etmiştir; bazıları bunun daha önce geçen âyetlerdeki tehditleri neshettiğini iddia etmişlerse de bu, nesih değildir.

90

Şüphesiz imanlarından sonra inkâr edenlerin sonra da inkârlarını artıranların Tevbeleri asla kabul olunmaz. Onlar sapıkların ta kendileridir.

"Şüphesiz imanlarından sonra inkâr edenlerin":

Âyetin kimler hakkında indiğinde üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O Haris b. Süveyd’in Tevbe etmeyen arkadaşları hakkında inmiştir. Çünkü onlar: Biz Mekke’de kalır, Muhammed’in başına gelecekleri bekleriz, dediler. Bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Bu, İsa’yı ve İncil’i inkâr eden Yahudiler hakkında inmiştir. Sonra onlar Muhammed’i ve Kur’ân'ı inkâr etmekle küfürlerini arttırdılar. Bunu da Hasen, Katede ve Atâ’ el - Horasani, demişlerdir.

Üçüncüsü: O, Yahudilerle Hıristiyanlar hakkında inmiştir; onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatlarına iman ettikten sonra onu inkâr ettiler, sonra da küfürlerinde durarak inkârlarını artırdılar. Bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Hasen de şöyle demiştir: Her âyet indikçe onu inkâr ederek küfürlerini artırdılar.

Tevbelerinin kabul edilmemesi hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar mürtet oldular, durumlarını ve içlerindeki küfrü gizlemek için yalandan Tevbe göstermeğe yeltendiler, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Onlar şirkteki günahlardan Tevbe ettiler, şirkten Tevbe etmediler, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Üçüncüsü: Bunun manası şöyledir: ölüm geldiği zaman ettikleri Tevbe kabul olunmayacaktır. Bu da Hasen, Katâde, Atâ’ el - Horasani ve Süddi’nin görüşüdür.

Dördüncüsü: Küfür üzerine öldükleri takdirde Tevbeleri asla kabul olunmayacaktır, bunu da Mücâhid, demiştir.

91

Şüphesiz kâfir olup da kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden yer dolusu altın feda etseler de asla kabul olunmaz. İşte onlar için pek acıklı bir azap vardır. Onların hiç yardımcıları da yoktur.

"Şüphesiz kâfir olup da kâfir olarak ölenler": Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi fethedince, Haris b. Süveyd’in hayatta kalan arkadaşları İslâm’a girdiler; âyet onlardan kâfir olarak ölenler hakkında indi.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mil’üşşey’: Bir şeyin dolusu, demektir.

Sibeveyh ile Halil de şöyle demişlerdir: Mel’, mimin fethası ile fa’l veznindedir, mele’tüşşey’e emleuhu mel’en denir, mastarı sadece fetha iledir. Melae kadınların giydikleri bürüncüktür. Melavetüddehr de zamanın uzun dilimidir. Araplar: îbli cediden ve temelle habiben, derler ki, yeniyi eskit, dostunla uzun süre yaşa, demektir (dostun eskisi makbuldür). "Zeheben” temyiz olarak mensubtur.

İbn Fâris şöyle demiştir: Bazen zeheb kelimesi müennes yapılır ve zehebe, denir, çoğulu zehebat’tır.

"Velevifteda bih":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Buradaki vav fazla sayılabilir, atılsa doğru olur, meselâ

"veliyekune minel mukinin” (En’am: 75) âyetinde olduğu gibi.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bu, yanlıştır, çünkü vavın faydası açıktır, atılacak tipten değildir. Nehhas da şöyle demiştir: Görüş sahibi nahivciler bu âyet hakkında şöyle demişlerdir: Bu vav araya sokuşturulmuş değildir, takdiri şöyledir: Felen yukbele min ahadihim mil’ül ardı zeheben teberruan velevifteda bih (biri teberru ederek dünya dolusu altın feda etse de kabul olunmaz).

92

Sevdiklerinizden (Allah yolunda) harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz. Ne harcarsanız, şüphesiz Allah onu pekiyi bilmektedir.

"Lentenalül birre": Bu âyet hakkında dört görüş vardır:

Birincisi: O cennettir, bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Süddi ve diğerleri demiştir.

İbn Cerir de şöyle demiştir: Allah’ın size edeceği iyiliğe taatinizle erişemezsiniz.

İkincisi: Takvadır, bunu da Atâ’ ile Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: Taattir, bunu da Atıyye, demiştir.

Dördüncüsü: Ecir kazandıran hayırdır, bunu da Ebû Ravk, demiştir.

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Tümünü reddetmek istememiştir, ancak kemaline eremezsiniz demek istemiştir, sanki: Kamil birre ulaşamazsınız, demektir.

"Sevdiklerinizden harcamadıkça": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O kişinin kendi malından cimri ve sağlıklı iken ettiği nafakadır, bunu da İbn Ömer, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.

İkincisi: O sevilen maldan yapılan infaktır, bunu da Katâde ve Dahhâk, demişlerdir.

Bu nafakadan ne kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, farz kılman sadakalardır, bunu İbn Abbâs, Hasen ve Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: Bütün sadakalardır, bunu İbn Ömer, demiştir.

Üçüncüsü: Allah rızası için yapılan bütün harcamalardır, ister sadaka olsun, isterse olmasın. Bu da Hasen’den nakledilmiş, Kadı Ebû Ya’lâ da bunu tercih etmiştir.

Buhârî ve Müslim, Sahih’lerinde, Enes b. Malik hadisi olarak şöyle rivayet etmişlerdir: Ebû Talha el - Ensari, Medine'de hurma bahçesi en çok olan kimse idi. En sevdiği malı da Beyruha hurmalığı idi. Mescidin karşısında idi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem oraya girer, tatlı suyundan içerdi. Enes diyor ki:

"Sevdiklerinizden harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz” âyeti inince, Ebû Talha kalktı: Ya Resûlallah, Allahü teâlâ:

"Sevdiklerinizden harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz” buyuruyor; benim de en sevdiğim malım Beyruha hurmalığıdır. Ben de onun iyiliğini ve Allah katında azığım olmasını istiyorum, onu Allah’ın sana gösterdiği yere koy, dedi. O da: "Peh peh, kazançlı mal, kazançlı mal!” dediğini işittim ve onu akrabalarına vakfetmeni istiyorum, dedi. Ebû Talha da onu akrabalarına ve amcası oğullarına dağıttı.

Abdullah b. Ömer’den rivayet edildiğine göre o bu âyeti okudu ve: Cariyem Rümeysa’dan daha çok sevdiğim malımı göremiyorum, o, Allah rızası için hürdür, dedi. Sonra da: Allah için verdiğim şeyden geri dönecek olmasa idim, onu nikahlardım, dedi ve onu Nâfi'a nikahladı, ondan çocuğu oldu.

Ebû Zer'e:

"Amellerin en faziletlisi hangisidir?” dediler, o da: Namaz dinin direğidir, cihad, amelin zirvesidir, sadaka da acayip bir şeydir, dedi. Soruyu soran: Ey Ebû Zer, bence en sağlam ameli terk ettin, bakıyorum da onu zikretmiyorsun, dedi. O da: "Nedir o?” dedi. O da: Oruç, dedi. Ebû Zer de: Gerçi o da Allah’a yakınlıktır, fakat bu sayılanlar arasında yoktur, dedi ve Allahü teâlâ’nın:

"Sevdiklerinizden harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz” kavlini okudu.

Zeccâc da:

"Şüphesiz Allah onu pekiyi bilmektedir” kavlinin manası: Onun karşılığını verir, demiştir.

93

Bütün yiyecekler İsrâil oğullarına helâl idi; ancak İsrâil'in (Yakub’un) Tevrat indirilmeden önce kendine haram ettikleri hariç. De ki: Eğer doğru kimseler iseniz onu getirip okuyun.

"Bütün yiyecekler İsrâil oğullarına helâl idi":

İniş sebebi şöyledir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Ben İbrahim dinindenim” dedi. Yahudiler de: "Nasıl olur, sen deve eti yiyor ve sütünü içiyorsun?” dediler. O da: Bunlar İbrahim’e helâl idi, dedi. Onlar da: Bizim haram saydığımız şeylerin hepsi Nûh’a ve İbrahim’e de haram idi, ta bize kadar geldi, dediler; bunun üzerine bu âyet onları yalanlamak üzere indi. Bunu Ebû Ravk ile İbn Saib, demişlerdir.

"Taam” yenen şeye denir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Hurm ve haram, lübs ve libas da böyledir.

Kendine haram ettiği şey hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Deve eti ve sütüdür, bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilmiştir.4

4 - İmam Ahmed, Müsned, 1/274.

Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Hasen, Atâ’ b. Ebi Rebah, Ebû’l - Âliyye ve diğerleri de bu görüştedir.

İkincisi: O, damarlardır, bunu Said b. Müseyyeb , İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid, Katâde, Dahhâk, Süddi ve diğerleri de bu görüştedir.

Üçüncüsü: O, karaciğerin iki uzantısı ile böbrekler ve içyağı dır, ancak bunun da sırt yağı müstesnadır, bunu da İkrime, demiştir.

Onu haram etme sebebinde de dört görüş vardır:

Birincisi: O uzun ve şiddetli bir hastalığa yakalandı, eğer Allah ona şifa verirse, en sevdiği yiyecek ve içeceği kendine haram edeceğine dair adak etti. Bu da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: O, siyatikten şikayet etti, damarlan kendine haram etti, bunu İbn Abbâs ile diğerleri demiştir.

Üçüncüsü: O siyatiğe yakalanınca doktorlar ona perhiz ettiği şeyleri yasakladılar, o da onu haram etti. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O o yemeği yediği zaman siyatiği tutar yatağa düşerdi. Bunu kendine haram etti, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Bunu Allah'ın izni ile mi haram etti, ya da kendi içtihadı ile mi haram etti?

Bunda da iki görüş vardır: Haram ettiği bu şeyler, Yahudilere ne ile haram oldu? Bunda da üç görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onu kendisi haram etti, o Tevrat’ta haram edilmiş değildi, bunu Atıyye, demiştir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ya’kûb : Eğer Allah bana afiyet verirse, çocuklarım onu yemeyecektir, dedi.

İkincisi: Onlar da bu haramlıkta babalan Yakub’a uydular, yoksa onlara şer’an haram etmiş değildi. Sonra da bunun haramlığını Allah’a nispet ettiler. O da:

"De ki: Eğer doğru kimseler iseniz Tevrat’ı getirin” kavli ile onları yalanladı. Bu da Dahhâk’ın görüşüdür.

Üçüncüsü: Allah bunu onlara Tevrat’tan sonra haram etti, Tevrat’lâ değil, Onlar büyük bir günah yaptıkları zaman o sebepten onlara hoş bir yiyecek haram edilirdi veya başlarına azap yağardı. Bu da İbn Saib'in görüşüdür.

İbn Abbâs:

"Tevrat’ı getirip okuyun":

"Onda deve etinin ve sütünün haram edildiğini görecek misiniz?” demiştir.

94

Kim bundan sonra Allah’a karşı yalan uydurursa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.

"Femenfitera": Kim uydurursa, demektir.

"Bundan sonra Allah’a yalan": Yani kitaplarındaki açıklamadan sonra, demektir. Tevrat’ı getirip onu okumanızdan sonra da, denilmiştir.

95

De ki: Allah doğru söyledi. Siz de Allah’ı birleyerek İbrahim dinine tabi olun. O müşriklerden değildi.

"Kul sadakallah": Sıdk: Bir şeyi olduğu gibi haber vermektir, zıddı ise yalandır. Bu âyetle hangi haber kastedilmiştir? Bunda da iki görüş vardır: Bununla

"İbrahim Yahudi değildi” kavli kastedilmiştir, bunu da Mukâtil ile Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

İkincisi: Bununla

"bütün yiyecekler helâl idi” kavli kastedilmiştir.

96

Şüphesiz insanlar için ilk konulan Ev, Mekke’de mübarek ve âlemler için hidayet olan Ev’dir.

"Şüphesiz insanlar için ilk konulan Ev":

Mücâhid şöyle demiştir: Müslümanlarla Yahudiler övündüler: Yahudiler, Beytülmukaddes Ka’be’den üstündür, dediler, Müslümanlar da: Ka’be daha üstündür, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi.

Onun

"ilk” olmasında ise iki görüş vardır:

Birincisi: O yeryüzündeki ilk evdir.

Bu görüş sahipleri de nasıl ilk ev olduğu hususunda üç görüşle ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O Allah yeri yarattığı zaman suyun üzerinde göründü. Onu yerden iki bin yıl önce yarattı, yeri de altında söbü (oval) vaziyette yarattı. Said el-Makbüri, Ebû Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ka’be suyun üzerinde kaya halinde idi, üzerinde iki melek vardı, yer yaratılmadan iki bin yıl önce gece gündüz tesbih ederlerdi. Dünya yaratılmadan iki bin sene önce Beyt suyun üzerine konuldu, sonra dünya Beyt’in altından yayıldı.

İbn Ömer, İbn Amr, Katâde, Mücâhid ve diğerleri bu görüştedirler.

İkincisi: Âdem yere indirilince ürperdi, Allah ona yeryüzünde benim için bir ev yap, Meleklerimin Arş'in etrafında yaptıklarını gördüğün gibi sen de öyle yap, dedi. O da onu bina etti. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, Âdemle beraber indirildi, Tufan olunca göğe mamur vaziyette kaldırıldı. İbrahim de onun temelleri üzerine bina etti. Bunu Şeyban, Katâde’den rivayet etmiştir.

İkinci görüş: İnsanların ibadet etmeleri için ilk temeli atılan evdir, bu da Hazret-i Ali b. Ebî Talib, Hasen Basri, Atâ’ b. Saib ve diğerlerinin görüşleridir.

Bekke’ye gelince:

Zeccâc şöyle demiştir: Bu ismin Bek’ten türemiş olması muhtemeldir: Bekkennasü baduhum badan, denir ki, insanlar itişip kakıştılar, demektir.

Ona Bekke denilmesinde de üç görüş halinde ihtilaf ettiler:

Birincisi: İnsanların orada izdiham etmesindendir, bunu İbn Abbâs, Safd b. Cübeyr, İkrime, Katâde, Ferrâ’ ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Çünkü orası zorbaların boynunu kırar; hangi zorba oraya kastederse, Allah onun belini kırar, bu Abdullah b. Zübeyr’den rivayet edilmiş, Zeccâc da bunu zikretmiştir.

Üçüncüsü: Çünkü o, zorbaların gururunu kırar, bekektürrecüle denir ki, onu alçalttım ve gururunu kırdım, demektir. Bunu Ebû Abdurrahman el - Yezidi ile Kutrub, demişlerdir. Mekke’nin bütün beldenin ismi olduğunda ittifak etmişlerdir.

Bekke’de dört farklı görüş bildirmişlerdir:

Birincisi: O, Ka’be’nin olduğu yerin ismidir, bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Ebû Mâlik, İbrahim ve Atıyye, demişlerdir.

İkincisi: Beytullah’ın çevresidir, Mekke ise bunun ötesinde kalan yerdir. Bunu da İkrime, demiştir. Üçüncüsü Mescid-i haram ile Beytullah’tır. Mekke: Bütün haram bölgesinin ismidir. Bunu Zührî ile Damre b. Habib, demişlerdir.

Dördüncüsü: Bekke Mekke’dir, bunu da Dahhâk ile İbn Kuteybe, demişlerdir. İbn Kuteybe benin mimle değiştirilmesini delil getirmiştir. Meselâ: Semede re’sehu ve sebede re’sehu derler ki, başını tamamen kazıdı, demektir. Şerrün lazimün ile şerrün lazibün de aynı manayadır.

"Mübareken":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu, gramerde hal olarak mensubtur, manası: Mekke’de bereketli bir halde duran demektir.

"Hüden": Zâ hüden demektir,

"hüden"in mahallen merfu olması da câizdir ki, manası: O hidayettir, demektir. Bereketine gelince:

Orada günahlar bağışlanır, iyilikler katlanır ve oraya giren emin olur (güvenli bölge).

İbn Ömer, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kim Beytullah’ı tavaf ederse, bir ayağını kaldırıp diğerini bastıkça Allah ona bir sevap yazar, onun bir günahım siler ve bir derecesini artırır.5

5 - İmam Ahmed, Müsned, 2/3.

"Âlemler için hidayettir": Buradaki hidayet hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, kıble manasınadır, takdiri: Âlemler için kıble, demek olur.

İkincisi: Rahmet manasınadır.

Üçüncüsü: O, salâh manasınadır; kim oraya gitmeye kalkarsa hali Rabbinin katında düzelir.

Dördüncüsü: O açıklama ve içindeki âyetlerle Allah’a delalet etme manasınadır ki, bunu O’ndan başkası yapamaz, çünkü harem'de köpekle ceylan (kurtla kuzu) birlikte otlar, ne kurt kuzuya saldırır ne de kuzu kurttan ürker. Bunu da Kadı Ebû Ya’lâ, demiştir.

97

Onda apaçık alâmetler; Makam-ı İbrahim vardır. Ona kim girerse, emin olur. Ona bir yol bulanın Beyt’i haccetmesi Allah’ın, insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah âlemlerden zengindir.

"Fihi âyâtün beyyinatün": Cumhûr âyâtün okumuştur. Atâ’ da İbn Abbâs’tan: "Fihi ayetün biyyinetün makamu İbrahim” okumuştur. Mücâhid de böyle okumuştur. Âyet: Makam-ı İbrahim’dir. Kim de:

"Ayatün” şeklinde cemi olarak okursa, Hazret-i Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh: Âyetler Makam-ı İbrahim ile ona girenin emin olmasıdır, demiştir. Buna göre cemi’ sigası tesniye yerine kullanılmış olur. Bu da dilde câizdir, meselâ:

"Ve künna lihükmihim şahidin” (Enbiya: 78) âyetinde olduğu gibi.

Ebû Recâ’ şöyle demiştir: Hasen Basri bu âyetleri parmakları ile şöyle sayardı: Makam-ı İbrahim, oraya girenin emin olması ve insanların Beytullah’ı haccetmelerinin Allah’ın hakkı olması gibi.

İbn Cerir de şöyle demiştir: Kelâmda gizleme vardır, takdiri: Makam-ı İbrahim de onlardan biridir, demektir.

Müfessirler şöyle demişler: Orada çok âyetler vardır: Biri Makam-ı İbrahim’dir, biri oraya girenin emin olmasıdır, biri kuşların onun üzerinden uçmamasıdır, biri hastaların orada şifa bulmasıdır, biri onun kutsallığını çiğneyenlerin derhal azaba çarpılmasıdır, biri Fil sahipleri Ebrehe ordusunun helak edilmesidir vs.

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Burada Beyt’ten maksat, harem’in tamamıdır, çünkü bu âyetler onda mevcuttur, Makam-ı İbrahim ise Beytullah’ta değildir. Makam-ı İbrahim’deki âyet, onun bir taşın üzerine çıkıp ayaklarının onun üzerinde iz bırakmasıdır. Bu da Allah’ın kudretine ve İbrahim’in doğruluğuna delildir.

"Kim oraya girerse emin olur":

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Bu haber şeklinde ise de manası emirdir; takdiri: Kim oraya girerse ona aman verin, demektir. Bu da oraya girmeden önce cinayet işleyeni de girdikten sonra cinayet işleyeni içine alacak şekilde geneldir. Ancak şunda icma vardır ki, kim orada cinayet işlerse ona aman verilmez, çünkü o haremin kutsallığını çiğnemiş ve amanı reddetmiştir. Böylece âyetin hükmü onun dışında cinayet işleyip de oraya sığınanlar için kalır. Fakihler bunda, ihtilaf etmişlerdir; imam

Ahmed, Mervezi rivâyetinde şöyle demiştir: Bir kimse cinayet işler veya el keser veya harem dışında bir had suçu işledikten sonra oraya girerse, ona had tatbik edilmez, oradan çıkıncaya kadar ona kısas uygulanmaz, onunla alışveriş yapılmaz. Eğer bunlardan birini haremde yaparsa, cezasını çeker.

Ahmed, Hanbel rivâyetinde de şöyle demiştir: Haremin dışında adam öldürür de sonra oraya girerse, öldürülmez. Eğer cinayet adam öldürmeden daha düşükse, ona had uygulanır. Ebû Hanife ve arkadaşları da böyle demişlerdir. Malik ile

Şâfiî ise: Cana kıymada olsun, başka cinâyetlerde olsun ona had tatbik edilir, demişlerdir.

"Kim oraya girerse emin olur": Bu da ona hiçbir şey tatbik edilmeyeceğine delildir, bu da İbn Ömer, İbn Abbâs, Atâ’, Şa’bî, Said b. Cübeyr ve Tâvûs’un mezhebidir.

"Ve lillahi alennasi hiccül beyti": Çoğunluk hanın fethası haccül beyti okumuştur; Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayetle kesreli

"hiccülbeyti” okumuşlardır.

Mücâhid şöyle demiştir:

"Kim İslâm’dan başka bir din ararsa ondan kabul olunmaz” (Al-i İmran: 85) âyeti inince bütün din sahibi milletler: Bizler de müslümanız, dediler, âyet bunun üzerine indi; onu Müslümanlar haccettiler, müşrikler terk ettiler. Yahudiler de: Biz ise hiçbir zaman onu haccetmeyiz, dediler.

"Menistetaa ileyhi sebila": Nahiv Âlimleri şöyle demişler: Menistetaa "nas"tan bedeldir, bu da bedel-i ba’z minel kül’dür, tıpkı darabtü Zeyden re’sehu "Zeyd’e, başına vurdum” demek gibi. Rivayete göre İbn Mes’ûd, İbn Ömer, Enes ve Hazret-i Âişe’den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e: "Sebil nedir?” dediler; o da: Azık ile binektir, demiştir.6

6 - Hakim, Müstedrek, 1/442.

"Kim inkâr ederse": Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Kim haccı inkâr eder, onun farz olmadığına inanırsa, demektir, bunu Mukassim, İbn Abbâs’tan, İbn Cüreyc de Mücâhid’ten rivayet etmiş; Hasen, Atâ’, İkrime, Dahhâk ve Mukâtil de böyle demişlerdir.

İkincisi: Kim haccının sevabını ummaz ve onu terk etmenin azabından korkmazsa, onu inkâr etmiştir. Bunu da Ali b. Ebû Talha, İbn Abbâs’tan, İbn Ebû Necih de Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bu Allah’ı inkâr etmedir, haccı inkâr etme değildir. Bu mana İkrime ile Mücâhid’ten de rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: Kim haccetme imkanını bulduğu halde haccetmez de ölürse, iki gözünün arasına (alnına): Kâfir yazılır. Bu İbn Ömer’in görüşüdür.

Beşincisi: O inkâr ile Beyt’te zikredilen âyetleri inkârı irade etmiştir, çünkü müşriklerden bir grup: Biz bu âyetleri inkâr ediyoruz, demişlerdir, bu İbn Zeyd’in görüşüdür.

98

De ki: Ey kitap ehli, Allah yaptıklarınıza şahit iken Allah’ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?

"Ey kitap ehli": Hasen: Bunlar Yahudilerle Hıristiyanlardır, demiştir. Allah’ın âyetlerine gelince:

İbn Abbâs: Bunlar Kur’ân ile Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir, demiştir. Şehid ise, İbn Kuteybe’ye göre şahit manasınadır. Hattâbî de: O, gözünden hiçbir şey kaçmayan, her şeyin yanında hazırmış gibi şahit olandır, demiştir.

99

De ki: Ey kitap ehli, kendiniz şahit olduğunuz halde iman edenleri Allah yolundan, kendiniz eğriliğini isteyerek niçin çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

"Ey kitap ehli, neden iman edenleri Allah’ın yolundan çeviriyorsunuz?":

Mukâtil şöyle demiştir: Yahudiler Huzeyfe ile Ammar b. Yasir’i kendi dinlerine davet ettiler, bunun üzerine bu âyet indi.

Burada ehl-i kitaptan kimlerin kastedildiğinde ise iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Yahudilerdir, bunu da Zeyd b. Eslem ile Mukâtil, demişlerdir.

İbn Abbâs: Allah’ın yolu İslâm ile hactır, demiştir.

Katâde de: Neden insanları Allah’ın nebisinden ve İslâm’dan çeviriyorsunuz, demiştir.

Süddi de şöyle demiştir: Onlara "kitaplarınızda Muhammed’i görüyor musunuz?” denildiği zaman: Hayır, deyip insanları ondan çevirirler.

"Tebğuneha": Dilciler: Bu “He” zamiri sebilden kinayedir, sebil ise müzekker de olur, müennes de olur, demiş ve şu beyti delil olarak getirmişlerdir:

Uzaklaşma, bütün genç insanlar,

Yakında o yola gidecektir.

"Tebğuneha"nın manası tebğune leha demektir, Araplar; Ibğini hadimen (bana bir hizmetçi ara) derler ki, ibteğihi li, demek isterler. Benimle beraber ara ve onu aramada bana yardım et demek isterlerse, hemzenin fethası ile: Ebğini, derler. Vehebtüke dirhemen derler, vehebtü leke dedikleri gibi. Şair de şöyle demiştir:

Hizmetçileri ilerledi, sonra seslendi:

Size erkek deve kuşu mu avlayayım yoksa yabaneşeği mi?

Esidü leküm demek istemiştir.

Âyetin manası şöyledir: Allah’ın yolu için eğrilik ve tahrifat arıyorlar, iman ve istikameti küfre ve eğriliğe döndürmek istiyorlar, doğrudan sapmak istiyorlar. Bu Ferrâ’, Zeccâc ve diğer dilcilerin görüşüdür.

İbn Cerir Taberî de şöyle demiştir: Bu kelâm yola denmişse de yoldan gidene demektir. Sanki

Mana şöyledir: Allah’ın dini için ve hak yol üzerinde olanlar için eğrilik, yani sapıklık istiyorsunuz.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: el - ivec, aynın kesresiyle dinde, sözde ve amelde (teorik şeylerde) kullanılır; aynın fethası ile duvar ve direk gibi (maddi) şeylerde kullanılır.

Zeccâc da şöyle demiştir: İvec aynın kesriyle hacmi görülmeyen şeyler için, avec de aynın fethasiyle hacmi görülenler için kullanılır. Fi emrihi ve dinihi ivecün (işinde ve dininde eğrilik) vardır, denilir; vefilasa avecün (değnekte eğrilik vardır) deniler.

İbn Enbari de Saleb’ten şöyle rivayet etmiştir: İvec, aynın kesresiyle Araplarda kavranılmayan şeye denir, aynın fethasıyle de elde edilmeyen şeyler için denilir. Filardı ivecün (yerde eğrilik vardır), ve fiddini ivecün (dinde eğrilik vardır), denir; çünkü bu ikisi genişler, kavranılmaz. Vefilasa avecün (sopada eğrilik vardır), vefissinni avecün (dişte eğrilik) vardır, denilir, çünkü bu ikisi kavranılır ve gerçekleri anlaşılır. İbn Zeyd şöyle demiştir: Aynın fethası ile avec, duvar gibi dik olan her şeye denir. İvec de yaygı veya yer veya din veya geçim gibi şeylere denir.

"Oysa siz şahitsiniz": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: İnsanları ondan çevirdiğiniz şeyin doğruluğuna ve sizin içinde bulunduğunuz şeyin de bâtıll olduğuna şahitsiniz. Bu mana İbn Abbâs, Katâde ve çoklarından rivayet edilmiştir.

İkincisi: Burada şahitlerin manası akıllı kimselerdir. Bunu da Ebû Ya’lâ ile diğerleri demişlerdir.

100

Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itâat ederseniz, sizi imanınızdan sonra kâfir olarak çevirirler.

İniş sebebi şöyledir: Cahiliye döneminde Evs ile Hazrec’in aralarında savaş vardı, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gelince o savaşı İslâm ile söndürdü. Bu arada Evs ile Hazreç’ten iki adam konuşuyorlardı, yanlarında da bir Yahudi vardı. Yahudi onlara eski günlerini ve aralarındaki düşmanlığı hatırlattı, nihayet kavga ettiler; her biri kendi kabilesini çağırdı, sİlâhlanıp çıktılar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem geldi, onları sulh etti, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Mücâhid, İkrime ve bir cemaat, demiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu âyette hitap Evs ile Hazrec’edir. Zeyd b. Eslem de: Bu grupla Şase b. Kays ile arkadaşları kastedilmiştir, demiştir.

Zeccâc da: Onlara itâatin manası, onları taklit etmektir, demiştir.

101

Nasıl inkâr edersiniz ki, size Allah'ın âyetleri okunuyor ve O'nun Peygamberi de içinizdedir. Kim Allah'a sıkı tutunursa, şüphesiz doğru yola iletilmiştir.

"Ve men ya'tesım billahi":

İbn Kuteybe: Kim kötülüklerden çekinirse, demiştir. Aslında ismet, men etmek, yapmamaktır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Yatesim,

"men” ile meczum olmuştur, cevabı da "fekad hüdiye"dir.

102

Ey iman edenler, Allah’tan hakkı ile korkun. Ancak Müslümanlar olarak ölün.

İkrime şöyle demiştir: Bu âyet, Evs ile Hazreç savaşıp da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem aralarını bulduğu zaman inmiştir.

"O’ndan hakkı ile korkun"da da üç görüş vardır:

Birincisi: Allah'a itat edilip isyan edilmemesidir; Allah zikredilip unutulmamasıdır, şükredilip nankörlük edilmemesidir. Bunu İbn Mes’ûd, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.7

7 - Hakim, Müstedrek, 2/294.

İbn Mes’ûd, Hasen, İkrime, Katâde ve Mukâtil de bu görüştedirler.

İkincisi: Allah yolunda hakkı ile cihad etmek, bu hususta hiçbir kınayanın kınamasına iltifat etmemek, kendi aleyhine, ataların ve oğulların aleyhine olsa da adaleti ayakta tutmaktır. Bunu Ibh Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bunun manası şöyledir: Korkmanız hak olan şeyde O’ndan korkunuz. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Âlimler: Bu kelâm muhkem midir yoksa mensuh mudur diye ihtilaf edip iki görüş beyan ettiler:

Birincisi: Bu mensuhtur, bu da İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Katâde, İbn Zeyd, Süddi ve Mukâtil’in görüşleridir. Bunlar şöyle demişlerdir: Bu âyet inince Müslümanlara çok zor geldi, Allahü teâlâ da onu:

"Allah’tan elinizden geldiği kadar korkun” (Teğabün: 16) âyetiyle neshetti.

İkincisi: O muhkemdir, bunu da Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Tâvûs da bu görüştedir. Şeyhimiz Ali b. Abdullah şöyle demiştir: Mensuh veya muhkemliği bundan kastedilen manadaki ihtilafa dayanır; mensuh olduğuna inanan,

"O’ndan hakkı ile korkma"nın, bütün vacip ve hak olan şeyleri yerine getirmek olduğunu görür ki, hiç kimse bunu yerine getiremez, onu elde etmek bir kimse için mümkün değildir. Onun muhkem olduğuna inanan da,

"O’ndan hakkı ile korkun” emrinin elden geldiği kadar korkmak olduğunu görür. O zaman

"elinizden geldiği kadar” kavli

"hakkı ile korkmak” kavlini tefsir eder; nesih veya tahsis etmez.

103

Toptan Allah’ın ipine sarılın; ayrılığa düşmeyin, Allah’ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani siz düşmanlar idiniz de Allah kalplerinizi uzlaştırdı. Nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ateş çukurunun kenarında idiniz de sizi ondan kurtarmıştı, Allah âyetlerini size böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız diye.

"Va’tesımû bi-hablillahi cemî’an":

Zeccâc şöyle demiştir: Iteasımu: Sarılınız, demektir.

Habl hakkında ise altı görüş vardır:

Birincisi: O, Allah'ın kitabı Kur’ân’dır, bunu Şakik, İbn Mes’ûd'dan rivayet etmiştir, Katâde, Dahhâk ve Süddi de böyle demişlerdir.

İkincisi: O cemaattir, bunu da Şa’bî, İbn Mes’ûd’dan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, Allah’ın dinidir, bunu da İbn Abbâs, İbn Zeyd, Mukâtil ve

İbn Kuteybe demişlerdir: İbn Zeyd ayrıca: O İslâm’dır, demiştir.

Dördüncüsü: Allah’a verilen sözdür, bunu da Mücâhid, Atâ’, bir rivayette Katâde ve Ebû Ubeyd demişlerdir. Zeccâc buna Şair A’şanın şu beytini delil getirmiştir:

O deveyi kabilelerin verdiği söz sınırdan geçirirse,

Öteki kabilelerden de söz alırsın.

İbn Enbari de şu beyti okumuştur:

Eğer Süleyma’dan bir söz alırsa,

Onun sözüyle daha birçok sağlam söz alır.

Beşincisi: O, ihlastır, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Altıncısı: O, Allah’ın emri ve taatidir, bunu da Mukâtil b. Hayyan demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: "Cemian” gramerde hal olmak üzere mensubtur, yani hepiniz O'nun ipine sarılmada birleşiniz, demek olur.

"Teferreku"nun aslı, teteferreku idi, ancak aynı cinsten iki harf yan yana gelince te atıldı. Atılan te de ikincisidir, çünkü birincisi gelecek edatıdır, geleceği gösteren edatın atılması câiz değildir. O da nehiy ile mezcumdur, aslı: Lateteferrekune idi, cezmi göstermesi için nun hazfedildi.

"Allah’ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın":

Bu kelâmdan kimlerin kastedildiği hususunda da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onlar Arap müşrikleridir, güçlü zayıfa her şeyi mubah görürdü, bunu Hasen ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Onlar Evs ile Hazreç kabileleridir, aralarında şiddetli savaş vardı, bunu da İbn İshak, demiştir. A’da: Adüvvün çoğuludur.

İbn Paris: Bunun zulmetmek manasına ada fi’linden geldiğini söylemiştir.

"Feasbahtüm": Oldunuz, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Ah kelimesi aslında maksatları bir olan kardeşlerdir. Araplar: Fülanün yetevahha mesarre fülanin derler ki: Onu sevindirecek şeyi gözetliyor, demektir. Şefa ise kenar, kıyı demektir. Bil ki, bu, Allahü teâlâ’nın onların helake yaklaştıklarını ve azaba girmek üzere olduklarını gösterdiği bir misaldir. Sanki şöyle, demiştir: Siz bir ateş çukurunun kenarında idiniz, ona düşmek içip küfr üzere ölmekten başka bir şey kalmamıştı.

Süddi de şöyle demiştir: Sizi ondan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kurtardı.

104

Sizden hayra davet eden; iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir cemaat olsun. İşte onlar kurtulanların ta kendisidir.

"Sizden bir cemaat olsun":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu Kelâmın manası: Hepiniz hayra davet eden ve iyiliği emreden bir cemaat olunuz, demektir.

"Ancak burada

"min” edatı muhatapları diğer cinslerden ayırmak için gelmiştir. O, emrin muhataplara dönük olduğunu tekit etmektedir, meselâ:  

"Fecteniburricse minel evsan” (Hac: 20) âyetinde olduğu gibi ki, putlardan uzak durun, çünkü onlar pistir, demektir. Şairin şu beyti de öyledir:

O arzu edilen şeylerin adamıdır ki, onu verir ve ondan istenir.

Haksızlığı kabul etmez, o çok hayır işler ve ağır borçlara tahammül eder.

O çok hayır işleyen ve ağır sorumluluklara tahammül eden biridir, demektir. Çünkü onu çok arzu edilen şeyleri vermekle nitelemiştir. Nevfel: Gönüllü yapılan hayırlan çok işleyen; züfer de: Ağır borçları yüklenen demektir. Şu âyet de herkesin emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker görevi ile yükümlü olduğunu gösterir:

"Sizler iyiliği emretmek ve kötülükten men etmekle insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet oldunuz".

Zeccâc şöyle de demiştir: İçlerinden bir gruba emretmiş olması da câizdir, çünkü davetçilerin davet ettikleri şeyi bilmeleri gerekir, bütün halkın da bunu bilmesi mümkün değildir. İlim cihad gibi farz-ı kifayedir.

Âyette geçen hayır hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, İslâm’dır, bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Allah’a itâatle amel etmektir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Ma’ruf: Bütün akıllıların doğru olduğunu bildiği şeydir. Bunun zıddı da münkerdir. Şöyle de denilmiştir: Burada ma’ruf, Allah’a itâattir, münker de O’na isyandır.

105

Ayrılığa düşen ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azap vardır.

"Ayrılığa düşen ve ihtilaf edenler gibi olmayın":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu İbn Abbâs, Hasen ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: Onlar Harurilerdir (itikatları bozuk bir fırka), bunu da Ebû Ümâme, demiştir.

106

O günde ki, bazı yüzler ak olacak, bazı yüzler de kapkara olacak. Yüzleri kapkara olanlara gelince,

"imanınızdan sonra inkâr mı ettiniz? Öyleyse inkâr ettiğiniz için azabı tadın” (denilir).

"Yevme tebyaddu vücuhun ve tesveddü vucuh": Ebû Rezin el - Ukayli, Ebû İmran el - Cüveyni ve Ebû Nehik, ikisinde de tenin kesresi ile: Tibyaddu ve tisveddü okumuş; Hasen, Zührî, İbn Muhaysın ve Ebû'l - Cevza da, ikisinde de med ile: Tebyâddu ve tesvâddü okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile İbn Yamur da, elif ve med ile: Feemmellezines vâddet vebyâddat okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir: Allahü teâlâ o azabın vaktini haber verip: O bazı yüzlerin ak olduğu gündür, demiştir.

İbn Abbâs da: Ehl-i sünnetin yüzleri ak olacak, ehl-i bid’atin yüzleri de kapkara olacaktır, demiştir.

Yüzleri kapkara olacaklar hakkında da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar kalu belada iman ettikten sonra Allah’ı inkâr edenlerdir, bunu Übey b. Ka’b demiştir.

İkincisi: Onlar Harurilerdir, bunu Ebû Ümâme ile Ebû İshak el - Hemadani, demişlerdir.

Üçüncüsü: Onlar Yahudilerdir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Dördüncüsü: Onlar münafıklardır, bunu da Hasen Basri, demiştir.

Beşincisi: Onlar ehl-i bid’attir, bunu da Katâde, demiştir.

"İnkar mı ettiniz?":

Zeccâc şöyle demiştir: Bunun manası. Onlara, inkâr mı ettiniz, denir. Denir sözü atılmıştır, çünkü kelâmda onu gösteren ipucu vardır; meselâ:

"İsmail: Rabbimiz bizden kabul buyur” (Bakara: 127) âyeti gibi ki: Rabbimiz, bizden kabul buyur, derler demektir. Şu da öyledir:

"Her kapıdan: Selamün aleyküm” (Ra’d: 25, 26): Mana: Selamün aleyküm, derler.

"Ekefertüm"deki hemze istifham içinse de manası tespit ve azarlamadır (istifham-ı inkâridir = inkâr mı ettiniz!). Eğer: Bunlar bütün kâfirlerdir, dersek, onların kalu belada iman edip sonra inkâr etmelerindendir. Eğer: Onlar Haruriler ile ehl-i bid’attir, dersek, imandan sonra küfürleri itikat açısından cemaatten ayrılmalarındandır. Eğer: Onlar Yahudilerdir, dersek, onlar Peygambere, gönderilmeden önce iman etmelerinden, meydana çıktıktan sonra da inkâr etmelerindendir. Eğer: Onlar münafıklardır, dersek, onların dilleriyle iman edip, kalpleri ile de inkâr etmelerindendir.

"Fezukul azabe": Aslında zevk (tatmak) ağız ile olur, burada ise istiare vardır; sanki onlar bilinen ve tanınan şeyi teşbih yolu ile yemek anında tadılan şeye benzetmişlerdir. Araplar: Kad zuktü min ikrami fülanin ma yürğıbüni fi kasdihi (falanın öyle ikramım tattım ki, onu ziyaret etmek mecburiyetinde kaldım) derler ki, tanıdım, demektir. Zukil ferese (atın tadına bak), yani huyunu suyunu öğren, derler.

Temim b. Mukbil de şöyle demiştir:

(Güzeller) usta savaşçıların tadıp (tanıyıp) da ellerinde daha da yumuşattıkları,

Rüdeyni mızrağının salınması gibi yürüyorlar.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Allah Kayslilerin akıllarını tattı,

Hafif olduklarını görünce de onlardan nefret etti.

Burada tatmaktan maksat, bilmektir. Halil’in kitabında da şöyle denilmiştir: insan başına gelen her kötülüğü tatmıştır.

107

Yüzleri ak olanlara gelince, onlar Allah’ın rahmetindeler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.

"Yüzleri ak olanlara gelince":

İbn Abbâs: Onlar mü’minlerdir, demiştir. Allah’ın rahmeti ise, cennetidir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Cennete rahmet denilmesi, oraya girmelerinin O’nun rahmetiyle olmasındandır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bunun manası: "Rahmetinin sevabındalar, demektir. Rahmetin "fiha” zamiri ile tekrar edilmesi pekiştirmek içindir.

108

Bunlar, Allah'ın, sana hak olarak okuduğumuz âyetleridir. Allah âlemlere haksızlık etmek istemez.

"Allah âlemlere haksızlık etmek istemez": Bazıları: Bunun manası. Onlara suçsuz azap etmez, demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bize azabı hak edenlere azap ettiğini bildirmiştir.

109

Göklerde ve yerde ne varsa, Allah’a aittir. İşler Allah’a döndürülür.

110

Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de iman etse idi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır; çoğu ise fasıktırlar.

"Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz":

Sebeb-i nüzûlü şöyledir: İki Yahudi olan Malik b. Dayf ile Vehb b. Yehuza; İbn Mes’ûd, Ebû Huzeyfe’nin azatlısı Salim, Übey b. Ka’b ve Muaz b. Cebel’e: Bizim dinimiz sizin dininizden daha hayırlıdır, biz sizden daha faziletliyiz, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bu İkrime ile Mukâtil’in görüşüdür. Bu Âyetten kimler irade edildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar Bedir gazileridir.

İkincisi: Onlar muhacirlerdir.

Üçüncüsü: Onlar bütün ashaptır.

Dördüncüsü: Bütün ümmet-i Muhammed'dir. Bütün bu görüşler İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

Behz b. Hakim, babasından, dedesinden, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Sizler yetmiş ümmetten daha fazlasınız; onların en hayırlısı ve Allah katında en kıymetlisisiniz. 8

8 - Tirmizî, Tefsirü sureti Al-i İmran: bab, 9; İbn Mâce, Zühd, bab, 34; Darimi, Rikak, bab, 47; Ahmed, Müsned, 4/447, 5/3, 5.

Zeccâc da şöyle demiştir: Esas hitap Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına ise de, bu diğer ümmetine de şamildir.

"Küntüm” kavli üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O aslı üzeredir, ondan maksat mazidir, sonra da bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Siz Levh-i Mahfuz’da böyle idiniz, demektir.

İkincisi: Bunun manası: Böyle yaratıldınız ve böyle var edildiniz, demektir. Bu iki görüşü müfessirler, demişlerdir.

Üçüncüsü: Manası: Var olduğunuz zamandan beri böyle idiniz, demektir, bunu da İbn Enbari, demiştir.

İkincisi: Oldunuzun manası: Siz, demektir: Meselâ:

"Allah gafur rahimdir” (Nisa: 96) âyetinde olduğu gibi.

Bunu Ferrâ’, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bazen fiil mazi sigasıyla gelir, hal ve ya gelecek zaman manasına olur, meselâ, "küntüm” kavli gibi ki, manası: Siz, demektir. Şu da öyledir:

"Hani Allah: Ey İsa, demişti". Bu, diyecek manasınadır. Şu da öyledir:

"Allah’ın emri geldi” (Nahl: 1); gelecek, demektir. Şu da öyledir:

"Beşikte olan bir çocukla nasıl konuşuruz?” (Meryem: 29), yani şimdi beşikte bulunan, demektir. Şu da öyledir:

"Allah işiten ve gören oldu” (Nisa: 134), yani Allah işitendir, görendir, demektir. Şu da öyledir:

"Bulutu kaldırır, biz de onu göndermişizdir” (Fatır: 9), yani göndeririz, demektir.

"Siz, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet oldunuz":

Bunun üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Manası: Siz, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet oldunuz.

Ebû Hureyre şöyle demiştir: Onları zincirlerle getirirler, onları İslâm’a girdirirler.

İkincisi: Sizler çıkarılan ümmetlerin en hayırlısı oldunuz.

"İyiliği emreder ve kötülükten men edersiniz":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu hayırlı olmanın şartıdır, bu mana Ömer b. Hattab, Mücâhid ve Zeccâc’tan rivayet edilmiştir.

İkincisi: Bu Allah’tan onlara övgüdür, bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir.

Ebû’l - Âliyye şöyle demiştir: Ma’ruf, Tevhidtir, münker de şirktir.

İbn Abbâs: Ehli- kitap: Yahudilerle Hıristiyanlardır, demiştir.

"Onlardan mü’minler vardır": Müslüman olanlar vardır, meselâ Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi.

"Çokları fasıktırlar": Yani kâfirdirler, onlar da Müslüman olmayanlardır.

111

Size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım edilmez.

"Size eziyetten başka bir zarar veremezler":

Mukâtil şöyle demiştir: Sebeb-i nüzulü şöyledir: Yahudilerin başları, Abdullah b. Selam ile arkadaşlarına gelip Müslüman oldukları için onlara eziyet ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Eziyet vermeleri:

"Üzeyr Allah’ın oğludur” (Tevbe: 30);

"İsa Allah’ın oğludur” (Tevbe: 30);

"Allah üçün üçüncüsüdür” (Maide: 73) demeleridir.

Hasen Basri de şöyle demiştir: Bu, Allah’a karşı yalan söylemeleri ve Müslümanları sapıklığa çağırmalarıdır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bu, bühtan ve iftiralarıdır. Âyetten kastedilen: Müslümanlara ancak sapıklığa çağırmaları ve onlara küfrü işittirmeleri dışında dille eziyet etmekten başka bir şey yapamayacaklarını bildirmektir. Sonra da:

"Eğer sizinle savaşırlarsa, arkalarını dönerek kaçarlar” diyerek onlara karşı zafer va'detti.

112

Nerede bulunsalar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur; ancak Allah'ın ipine ve insanların ipine sarılmış olmaları hariç. Allah’ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmelerinden dolayı idi.

"Eyne ma sükıfû": Nerede yakalanır ve bulunurlarsa, demektir. Çünkü onlar nereye inseler o yer halkının sözüne ve cizye vermeye muhtaçtırlar.

Hasen Basri şöyle demiştir: Bu ümmet hep onları: Mecusilere cizye verirken görmüştür.

Habl kelimesine gelince:

İbn Abbâs, Atâ’, Dahhâk, Katâde, Süddi ve

İbn Zeyd: Habl, verilen sözdür, demişlerdir. Bazıları da: Kelâmın manasının: Ancak mü’minlerden Allah’ın izni ile aldıkları söz hariçtir, şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir:

"Ancak Allah'ın sözü hariç” kavlinde istisnadan sonrası (maba’di), birinciye (makabline) dahil değildir (istisna munkatıdır).

Mana şöyledir: Onlar hor ve zelillerdir, şu kadar var ki, onlar kendilerine verilen söze sığınırlar. Âyetin kalan kısmının tefsiri ise Bakara suresinde geçmiştir.

113

Hepsi bir değiller; kitap ehlinden kıyam duran bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secde halinde Allah’ın âyetlerini okurlar.

"Bir değiller":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gece yatsı namazına çıkmadı, nihayet gecenin üçte biri gitti, sonra gelip onlara müjde verdi: Bu namazı ehl-i kitaptan hiç kimse kılmaz, dedi. 9

9 - Heysemi, Mecmau'z - Zevaid, 1/312.

Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Mes’ûd, demiştir.

İkincisi: İbn Selam bir bölük Yahudi ile Müslüman olunca, hahamları: Muhammed’e ancak kötülerimiz iman etti, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

Âyetin manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Ümmet-i Muhammed ile Yahudiler bir değildir, bunu İbn Mes’ûd ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Yahudilerin hepsi bir değildir; bilakis içlerinde Allah’ın emrini yerine getirenler vardır. Bu da İbn Abbâs ile Katâde'nin görüşüdür.

Zeccâc da şöyle demiştir: Tam vakıf "leysu sevaendir", yani ehl-i kitap bir değildir, demektir.

"Kâimen"in manasındada üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Allah’ın emri üzerinde sebat ederler, demektir, bunu İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: O adil topluluktur, bunu Hasen, Mücâhid ve İbn Cüreyç, demişlerdir.

Üçüncüsü: Doğru olanlar, demektir, bunu Ebû Ubeyd ile Zeccâc demişlerdir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bir topluluktan bahsetti, arkasından bir tane daha zikretmedi; aslında bir topluluktan daha bahsedilmelidir; çünkü

"eşit” olmak için iki tane lazımdır. Araplar eğer kelâmda bir delil varsa iki şeyden birini söylemezler. Şair Ebû Züeyb şöyle demiştir:

Kalbim bana isyan etti; ben ise onun emrini

Dinlemekteyim, bilmiyorum istedikleri doğru mudur?

"Değil midir? Yanlış mıdır?” demedi. Çünkü Kelâmın manası anlaşılmaktadır.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Bir yere hayır niyet edip gittiğim zaman bilmiyorum

O ikisinden hangisi karşıma çıkar:

Benim istediğim hayır mı?

Yoksa beni isteyen şer mi?

(İlk beyitte şerri zikretmemiştir. Mütercim).

Şu âyet de böyledir:

"Gece saatlerinde secde ve kıyam ederek ibadet eden (etmeyen) gibi mi?"dir. (Zümer: 9) Zıddını söylememiştir; çünkü âyetin sonunda:

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer: 9) kavlinde gizlenen şeye delil vardır. Zeccâc bu görüşü şöyle reddetmiştir: Ehl-i kitabın zikri:

"Onlar Allah’ın âyetlerini inkâr eder ve peygamberleri haksız yere öldürürler” kavlinde geçmiştir; Allahü teâlâ onlardan kıyam eden bir topluluk olduğunu bildirmiştir. Onun için:

"Bir de kıyam etmeyen topluluk vardır” sözüne ne hacet vardır? Sadece onların çoğunluğunun yaptığı fi’li zikretmekle başlamıştır; o da inkâr etmek ve karşı gelmektir. Bunlardan onlara muhalif olanları zikretmiştir.

"Ânâe’l-leyl": Gece saatleri demektir, ânâ’nın tekili inyün'dür,

İbn Paris: Mada minelleyli inyün ve inyani, denir, çoğulu “Ânâ“ dır, demiştir.

Müfessirler: Bu saatlerin belli olup olmamasında iki görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onlar bellidir, sonra bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar yatsı namazıdır, bunu İbn Mes’ûd ile Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: Onlar akşamla yatsı arasıdır, bunu da Süfyan, Mansur’dan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Gece yarısıdır, bunu Süddi, demiştir.

İkincisi: Belirsiz olarak gece saatleridir, bunu da Katâde ile diğerleri demişlerdir.

"Onlar secde ederler": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, namazdan kinayedir, bunu Mukâtil, Ferrâ’ ve Zeccâc, demişlerdir.

İkincisi: O bilinen secdedir, maksat; secde halinde okurlar demek değildir; onlar iki şeyi birleştirmişlerdir, onlar da: Okumak ve secde etmektir.

114

Allah’a ve ahiret gününe iman ederler; iyiliği emredip kötülükten men ederler ve hayırlara koşarlar. İşte onlar iyi kimselerdir.

115

Ne hayır işlerlerse asla inkâr edilmeyecektir. Allah müttakileri çok iyi bilmektedir.

"Vema yef’alû min hayrin fe-len yükferûh":

İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir ve Ebû Bekir Âsım’dan rivayetle, her iki yerde de hitap sigasıyla tef altı ve tükferuh okumuşlardır, çünkü Cenab-ı Allah: "Küntüm hayra ümmetin” diye muhatap sigası kullanmıştır.

Katâde: Felen tükferuh: Sizden asla kaybolmayacaktır, demiştir. İçlerinde Hamze, Kisâi, Hafs -Âsım'dan rivayetle- Abdülvaris -Ebû Amr’dan rivayetle- her ikisinde de ye ile ve kıyamda duran topluluktan haber vererek yef’alu ve yükferu okumuşlardır. Ebû Amr’in kalan arkadaşları ise ye ile te arasında serbest bırakırlar.

116

Şüphesiz kâfirleri ne malları ne de evlatları Allah'tan hiçbir şey gideremez. İşte onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Orada ebedi kalacaklardır.

117

Onların bu dünya hayatında harcadıklarının hali, içinde dondurucu bir soğuk bulunan ve kendilerine zulmeden bir kavmin ekinine dokunup da onu mahveden rüzgarın hali gibidir. Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

"Onların bu dünya hayatında harcadıklarının hali":

Kimlerin hakkında indiğinde dört görüşle ihtilaf ettiler:

Birincisi: O kâfirlerin infak ve sadakaları hakkındadır, bunu Mücâhid, demiştir.

İkincisi: O ayak takımı Yahudilerin, Âlimlerine harcamaları hakkında inmiştir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Bedir savaşına katkıda bulunan Müşrikler hakkındadır.

Dördüncüsü: Müşriklerle savaş etmeye çıkan Müslümanlarla beraber çıkan münafıkların katkıları hakkında inmiştir. Bu iki görüşü Ebû’l - Hasen Maverdi, demiştir.

Süddi de şöyle demiştir: Harcama şirk amellerine misal olarak verilmiştir.

Âyette geçen "sırrkelimesi hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, soğuktur, bunu çoğunluk, demiştir.

İkincisi: O, ateştir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İbn Enbari de: Ateşin sesle nitelenmesi alevlenirken ses çıkarmasından dolayıdır, demiştir.

Üçüncüsü: Sırr: Ses çıkarma, çakıl ve taşın hareketidir, sarirün- na’l (ayakkabının çıkardığı ses) de ondandır. Bunu İbn Enbari, demiştir. Hars ise: Ekindir.

"Kendilerine zulmediyorlardı"nın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Küfür, masiyetler ve Allahü teâlâ’nın hakkına mani olmakla kendilerine zulmettiler.

İkincisi: Ekim zamanı dışında ekin ekmekle zulmettiler.

"Allah onlara zulmetmedi":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlara bu eksikliği suç işlemedikleri halde vermedi; bu, Allah’ın hakkını men etmeleri yüzünden nefislerine zulmettikleri için gelmiştir. Bu, Allahü teâlâ’nın amellerini ahirette iptal edeceğine dair getirdiği bir misaldir. Bize anlatıldığına göre

Sa’leb şöyle demiştir: Allahü teâlâ bu ayete rüzgarla başladı, mana ise ekin üzerinedir. Tıpkı şunun gibi:

"duymayan davarlara seslenen çoban gibi", aslında mana seslenilen davar üzerinedir. Şu âyet de buna yakındır:

"İçinizden ölüp de geride eşler bırakanların eşleri kendi başlarına iddet beklerler"; Burada

"eşlerden” haber vermiş,

"ellezine"nin işaret ettiği erkekleri terk etmiştir, sanki: içinizden ölenlerin eşleri iddet beklerler demiş gibidir. Ellezine ile başlamışsa da maksat eşlerdir.

Sa’leb örnek olarak şu şi’ri getirmiştir:

Belki de rüzgar benden bir dönerse,

İbn Ebi Deyyan’ın üzerine, pişman olabilir.

Şair, kendini bırakıp İbn Ebi Deyyan’dan haber vermiştir. Maksadı: Rüzgar benden dönerse belki de İbn Ebi Deyyan pişman olur, demektir. Bazen bir şeyle başlanır, maksat onu geri koymaktır; şu âyet-i kerime gibi:

"Kıyamet günü Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün". (Zümer: 60) Mana:

Allah'a karşı yalan söyleyenlerin yüzleri kıyamet gününde kapkara olacaktır, demektir.

118

Ey iman edenler, sizden başkalarını sırdaş edinmeyin; onlar size fesat yapmakta kusur etmezler. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve nefretleri ağızlarından belli olmuştur. Göğüslerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer aklınızı çalıştırıyorsanız âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.

"Ey iman edenler, sizden başkalarını sırdaş edinmeyin".

İbn Abbâs ile

Mücâhid şöyle demişlerdir; Bu âyet; münafıklara samimi davranan Yahudilerle aralarındaki akrabalık, dostluk, komşuluk, emişme ve antlaşma yüzünden sıkı fıkı olan bir grup münafıklar hakkında inmiştir. Onlar bu hareketlerinden men edildiler.

Zeccâc şöyle demiştir: Bitane: Durumunu gizleyen ve kendisine açınılan kimsedir: Fülanün bitanetün lifülanin denir ki, ona sokuluyor ve onunla can ciğerdir, demektir. Laye’luneküm’ün manası ise: Sizi sonunda zarara sokacak hareketten çekinmezler, demektir.

"Veddu maanittüm": Sıkıntıya uğramanızı, başınıza kötü bir şey ve bir zarar gelmesini isterler, demektir. Fülanün yu’nitü fülanen denir ki, onu zora sokmak ve ona eziyet etmek istiyor, demektir. Bunun aslı: Ekemetün anutun kavlinden gelir ki, uzun, dik ve engebeli yokuş demektir.

İbn Kuteybe de: Mindüniküm"ün manası: Müslümanların dışında demektir, habal ise şerdir, demiştir.

"Kin ve nefretleri ağızlarından belli olmuştur":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Size onlardan yalan, kötü söz ve dininize muhalefet göründü. Kadı Ebû Ya'lâ da şöyle demiştir: Bu âyette Müslümanların memurluk ve katiplik gibi işlerinde zimmileri çalıştırmanın câiz olmadığına işaret vardır.

Bunun içindir ki, İmam Ahmed: Ehli harple savaşırken zimmilerden yardım istenmez, demiştir. Rivayete göre Hazret-i Ömer de, Ebû Mûsa'nın zimmilerden birini katiplikte kullandığını haber alınca ona yazmış ve onu azarlamış: Allah onları hor ettikten sonra onları tekrar aziz etmez, demiştir.

119

Sizler öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz; onlar ise sizi sevmezler. Sizler kitapların hepsine iman edersiniz. Sizinle karşılaştıkları zaman,

"iman ettik” derler. Baş başa kaldıkları zaman size karşı kinlerinden parmak uçlarını ısırırlar. "Kininizden ölün” de. Şüphesiz Allah sinelerin içindekini çok iyi bilmektedir.

"Sizler öyle kimselersiniz ki,":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Genellikle ensar Yahudilerle ilişki kurar, onlar da onlarla ilişki kurarlardı. Ensar Müslüman olunca'Yahudiler onlara kızdılar, bu âyet bunun üzerine indi. Bu âyette hitap mü'minleredir.

İbn Kuteybe de: Kelâmın manası: Ey o kimseler sizler öyle kimselersiniz ki, demiştir.

"Tuhibbunehum"daki zamir, kendilerine karşı iyi niyet beslenilmekten men edilen kimselere râcîdir.

Mü’minlerin onları sevmelerinde ise dört görüş vardır:

Birincisi: Bu, akrabalık, emişme ve antlaşma yoluyla doğal olarak onlara meyletmedir, bu mana İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

İkincisi: İşledikleri günahlardan dolayı karşılaşacakları azaba karşı acıma manasınadır, bu mana da Katâde’den nakledilmiştir.

Üçüncüsü: Bu, münafıkların yalandan iman göstermelerinden dolayıdır, bu da Ebû’l - Âliyye’den rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: Onlar Müslümanların kâfir olmalarını istemeleri gibi, ötekilerin de onların Müslüman olmalarını istemeleridir. Bu da Mufaddal ile Zeccâc’ın görüşüdür. Kitap ise: Kitaplar manasınadır, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Sizinle karşılaştıkları zaman, iman ettik, derler":

Bu münafıkların halidir.

Mukâtil: Onlar Yahudilerdir, demiştir. Enamil: Parmak uçlarıdır.

İbn Abbâs: Ğayz, birine kızmaktır, demiştir. Bunun mecaz olduğu, hallerini izah için söylendiği de denilmiştir: Gerçekte parmak uçlarını ısırma diye bir şey yoktur.

"Öfkenizden ölün” sözünün manası: ölünceye kadar onunla kalın, demektir, öfkeleri de Müslümanları birlik görmelerinden kaynaklanmakta idi.

İbn Cerir Taberî şöyle demiştir: Bu, Allah'tan Nebisine öfkelerinden ölmeleri için onlara beddua etme emridir.

120

Size bir iyilik dokunursa onları üzer. Eğer size bir kötülük dokunursa, buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, hileleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah yaptıklarını kuşatıcıdır.

"Size bir iyilik dokunursa":

Katâde: Bu, uyum ve birlikteliktir, demiştir. Kötülük ise: Ayrılık, anlaşmazlık ve Müslümanların bir kesiminin yara almasıdır.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: İyilik nimet, kötülük de musibettir, demiştir.

"Eğer sabrederseniz": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Eziyetlerine sabrederseniz, bunu İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Allah’ın emrine sabrederseniz, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Sakınırsanız": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Şirkten sakınırsanız, demektir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Günahlardan sakınırsanız, demektir, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Layedurrukürn":

İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr; dadın kesresi ve şeddesiz olarak yedırküm okumuşlar; Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, dadın zammesi ve şedde ile layedurrukürn okumuşlardır.

Zeccâc: Dur ile dayr aynı manayadır, demiştir. Keyd'e gelince,

İbn Kuteybe: Hile manasınadır, demiştir. Ebû Süleyman Hattâbî de: Muhit: gücü bütün yaratıklarını kuşatan ve ilmi bütün eşyayı saran yüce Halık’tır, demiştir.

121

Hani sen mü’minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden erkenden ayrılmıştın. Allah hakkıyle işiten ve kemaliyle bilendir.

"Hani sen ailenden erkenden ayrılmıştın":

Müfessirler şöyle demişler: Bu kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Yemin olsun ki, Allah size Bedir’de yardım etmişti, hani sen ailenden erkenden ayrılmıştın.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Tübevviü, bevve’tüke menzilen’den gelir ki, birine bir konut temin etmek veya iskan edip yerleştirmektir. Makaide lilkıtal da: Mevziler ve saf tutulan yerlerdir. Bunun hangi savaşta olduğunda üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Uhut savaşında idi, bunu Abdurrahman b. Avf, İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Zührî, Katâde, Süddi, Rebi’ ve İbn İshak, demişlerdir. Zira o, Uhut savaşında Âişe’nin evinden Uhud’a çıkmış, ashabını savaş düzenine sokmaya başlamıştı.

İkincisi: O Ahzab savaşıdır, bunu da Hasen, Mücâhid ve Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: Bedir savaşıdır, bu da yine Hasen’den nakledilmiştir.

İbn Cerir Taberî de şöyle demiştir: Birincisi daha doğrudur, çünkü Allahü teâlâ:

"Hani içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu” demiştir. Âlimler de bunun Uhutsavaşında olduğunda müttefiktirler.

"Allah işitendir, bilendir": Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Senin çıkışta onlarla istişare etmeni ve onların da çıkmak istemelerini işitmektedir, içlerinde sakladıkları şehitlik arzusunu da bilmektedir.

122

O zaman sizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuşlardı. Halbuki onların yardımcıları Allah idi. Mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.

"O zaman sizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuşlardı":

Zeccâc şöyle demiştir: Mü’minleri mevzilere yerleştirmek o vakit olmuştu. Tefşelâ: Korkmak ve gevşemek demektir.

"Vallahu veliyyühüma": Allah onların yardımcılarıdır, demektir. Cabir b. Abdullah şöyle demiştir: Onlar Seleme oğulları ve Harise oğulları olarak bizlerdik, bunun da böyle olmamasını istemezdik, çünkü Allahü teâlâ:

"Allah onların yardımcılarıdır” demiştir. Hasen de: Onlar ensardan iki grup idi, böyle şeyler düşünmüşlerdi, Allah onları korudu. Şöyle de denilmiştir: Abdullah b. Übey, Uhut savaşında adamları ile dönünce, ona tabi olanlardan iki bölük böyle şey düşündüler, Allah da onları korudu.

Tevekküle gelince:

İbn Abbâs: O, Allah’a güvenmektir, demiştir, İbn Fâris de: Bir işte acz göstermek ve başkasına itimat etmektir, demiştir. Fülanün vükeletün ve tükeletün derler ki, acizdir, işini başkasına havale ediyor, demektir. Başkası da şöyle demiştir: O, vekalet kökünden tefa’ul veznindedir, vekeltü emri ilâ fülanin fetevekkele bihi, denir ki: İşimi falancaya havale ettim, o da garanti edip yerine getirdi, demektir. Ene mütevekkilün aleyhi (ben de ona tevekkül ettim) denir. Bazıları da: O, güzel idaresine güvenerek işi Allah’a bırakmaktır, demişler.

123

Yemin olsun, Allah size düşmandan zayıf iken Bedir’de yardım etmişti. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız.

"Yemin olsun, Allah size Bedir’de yardım etmişti":

Bedir denmesinde iki görüş vardır.

Birincisi: O, Bedir adında bir adamın kuyusu idi, bunu Şa’bî, demiştir.

İkincisi: O, tarafların karşılaştığı yerin adıdır, bunu da Vakıdi, şeyhlerinden nakletmiştir,

"Siz zayıf idiniz": Sayınız ve teçhizatınız az olduğu için.

"ki, şükredesiniz diye": Yani şiikredenlerden olmanız için size yardım etti.

124

Hani sen mü’minlere: "Rabbinizin size indirilmiş üç b. melekle yardım etmesi yetmez mi?” diyordun.

"Hani sen mü’minlere: "Rabbinizin size indirilmiş üç b. melekle yardım etmesi yetmez mi?” diyordun":

Şa’bî şöyle demiştir: Kürz b. Cabir, Mekke müşriklerine: Ben size kendi kavmimle yardım edeceğim, dedi, bu da Müslümanlara zor geldi, bunun üzerine bu âyet indi.

Bu hangi savaşta idi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bedir savaşında idi, bunu İbn Abbâs, İkrime, Mücâhid ve Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Uhut savaşında idi, sabrettikleri takdirde onlara imdat edeceğini va'detmişti. Onlar da sabretmeyince imdat gelmedi. Bu; İkrime, Dahhâk ve Mukâtil’den rivayet edilmiştir. Birincisi daha doğrudur.

Kifâyet: İhtiyacı görecek miktar, demektir. İktifa ise: Bununla yetinmektir. İmdat da: Bir şeyi parça parça vermektir.

"Münzilin": Kumaların çoğu zayi şeddesiz, İbn Âmir ise şeddeli okumuştur.

125

Evet, eğer sabreder ve sakınırsanız, onlar (düşmanlar) da size şu anda (ansızın) gelirlerse, Rabbiniz size nişanlı beş b. melekle imdat edecektir.

"Size şu anda gelirlerse": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O istikametten ve o seferden, bunu İbn Abbâs, Katâde, Mukâtil ve Zeccâc, demişlerdir.

İkincisi: öfkeleriyle (fevri olarak), bunu da İkrime, Mücâhid, Dahhâk ve diğerleri demişlerdir.

İbn Cerir de şöyle demiştir: Kim o cihetten derse, Bedir günü çıkmaya başladıkları anı kastetmiştir; kim de: öfkelerinden derse, Bedir’de ölüleri için kızmalarını kastetmiştir. Fevrin aslı bir işe başlama anıdır. Faretil kıdrü denir ki, tencerenin içindeki kaynamaya başladı, sonra da devam etti, demektir.

İbn Paris de şöyle demiştir: Faretil kıdrü tefuru denir ki, tencere fokurdadı; fara gadabuhu da denir ki, adam öfkesinden köpürdü, demektir. Faalehu min fevrihi demek ise: Sakinleşmeden, kızgın iken yaptı (fevri hareket etti), demektir.

O fevri hareketleri hangi günde idi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bedir gününde idi, bunu Katâde, demiştir.

İkincisi: Uhut gününde idi, Uhut gününde, Bedir’de karşılaştıkları şeyden dolayı kızmışlardı.

"Müsevvimin": İbn Kesir, Ebû Amr ve Âsım, vavm kesri ile diğerleri de fethi ile okumuşlardır. Kim fethi ile okursa, onlara Allah nişan vurdu, demek ister. Kim de kesri ile okursa melekler kendilerine bizzat nişan vurdular, demek ister.

Ahfeş: Sevvemet hayleha demiştir ki, melekler atlarına kendileri nişan vurdular, demektir. Hadiste de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Atlarınıza nişan vurun, melekler de vurdular. 10

10 - İbn Cerir Taberî, 7/186.

Fi’li onların yaptığını bildirmiştir. Bu da kesre ile olduğunun delilidir (müsevvimin).

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Müsevvimin’nin manası: Savaş nişanı takılan atlar demektir, bu da sima’dan alınmadır. Sevme de: Atlının bizzat kendine koyduğu nişandır. Hazret-i Ali şöyle demiştir: Bedir savaşında meleklerin atlarının nişanı kuyruk ve alınlarında birer tutam beyaz yün idi.

Ebû Hureyre şöyle demiştir: Didilmiş kırmızı yün idi.

Mücâhid de: Atlarının kuyrukları kesik ve orada renkli yün vardı, demiştir. Hişam b. Urve de: Melekler alaca atlar üzerinde idiler, başlarında da sarı sarıklar vardı, demiştir.

İbn Abbâs, Gıfar oğullarından birinden şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben ve amcam oğlu Bedir savaşında bulunduk, biz müşrik idik, bir bulut geldi; atlara yaklaşınca içinde at kişnemesi sesleri işittik, bir atlının: Hayzum, ilerle, dediğini işittik. Arkadaşım olduğu yerde öldü, ben ise neredeyse ölecektim, sonra kendimi toparladım.

Ebû Dâvud el - Mazeni şöyle demiştir: Ben Bedir’de vurmak için bir adamı takip ediyordum, başı kılıcım ona yetişmeden önce düştü, o zaman onu bir başkasının öldürdüğünü anladım.

Bedir savaşında meleklerin sayısında beş görüş vardır:

Birincisi: Beş b. idiler, bunu Hasen, demiştir. Cübeyr b. Mut’im, Hazret-i Ali radıyallahu anh'ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben Bedir kuyusundan su çekiyordum, şiddetli bir rüzgar geldi, ondan daha şiddetlisini görmedim, sonra şiddetli bir rüzgar daha geldi, ondan şiddetli olarak ancak ondan öncekini gördüm, sonra şiddetli bir rüzgar daha geldi, ondan daha şiddetlisini hiç görmedim. Birinci rüzgar Cebrâil idi, iki b. melekle inmişti ve Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraberdi. İkinci rüzgar Mikâil idi, o da iki b. melekle Resûlüllah’ın sağında idi. Üçüncü rüzgar da İsrafil idi ki, o da b. melekle inmişti ve Resûlüllah’ın solunda idi. Ben de onun solunda idim, Allah onun düşmanlarını hezimete uğrattı.

İkincisi: Dört b. idiler, bunu da Şa’bî, demiştir.

Üçüncüsü: Bin idiler, bunu da Mücâhid, demiştir.

Dördüncüsü: Dokuz b. idiler, bunu da Zeccâc, demiştir.

Beşincisi: Sekiz b. idiler, bunu da bazı müfessirler, demişlerdir.

126

Allah bunu sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Zafer ancak mutlak galip ve hikmet sahibi Allah tarafındandır.

"Allah kılmadı": Yani o imdadı,

"ancak müjde kıldı": Nefislerinizi hoş eden bir muştu kıldı

"ve onunla kalpleriniz tatmin olsun istedi": Savaşta sakin olsun da, panik yapmasın. Çoğunluk bu imdadın Bedir’de olduğu kanaatindedir. Mücâhid ise: Uhut günü olduğunu söylemiştir. Ondan Allahü teâlâ’nın her iki savaşta da imdat ettiğini gösteren bir rivayet vardır. Ancak melekler Bedir dışında savaşmamışlar dır.

"Zafer ancak Allah katındandır": Yani sayı ve teçhizat çokluğu ile değildir.

127

Bir de bu imdadı kâfirlerin bir tarafını kesmek veyahut onları elleri boş dönsünler diye, geri çevirmek için yaptı.

"Bir tarafını kesmek için": Manası: Size yardım etti ki, onların bir tarafını kessin.

Zeccâc da: Onlardan bir bölüğü öldürmek için, demiştir. Bu hangi savaşta idi? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bedir savaşında idi, bunu Hasen, Katâde ve cumhûr, demiştir.

İkincisi: Uhut savaşında idi, onlardan yirmi sekiz kişi öldürülmüştü, bunu Süddi, demiştir.

"Ev yekbitehüm": Bunda yedi görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Onları hezimete uğratmaktır, bunu İbn Abbâs ile Zeccâc demişlerdir.

İkincisi: Onları perişan eder, bunu da Katâde ile Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: Onları yere çalar demektir, bunu Ebû Ubeyd ile Yezidi, demişlerdir. Halil de: Bu, yüzü üstü yere çalmaktır, demiştir.

Dördüncüsü: Onları helak eder, demektir, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

Beşincisi: Onlara lânet eder, demektir, bunu da Süddi, demiştir.

Altıncısı: Onlara karşı zafer kazandırır, demektir, bunu da Müberrid, demiştir.

Yedincisi: Onları kızdırır, demektir, bunu da Nadr b. Şümeyl, demiş,

İbn Kuteybe de tercih etmiştir. Aynca

İbn Kuteybe şöyle demiştir: İleri dilciler yekbitehüm’deki tenin daldan dönüştüğü kanaatindedirler, sanki aslı: Yekbidehüm’dür, yani ciğerlerine üzüntü, kin ve şiddetli düşmanlık vermek istiyor, demek olur. Fülanün kad ahrakalhüznü kebidehu ve ahrekatiladavetü kebidehu derler ki, üzüntü ve düşmanlık ciğerini yaktı, demektir. Araplar: Düşmanın ciğeri karadır, derler. Şair A’şa da şöyle demiştir:

Sevgililin adamlarının yanına sokulmaktan çekinmedim,

Onlar kara ciğerli (kara vicdanlı) düşmanlardır.

Sanki ciğerleri aşırı düşmanlık sebebiyle kararmıştır (karaciğer). Bu nedenle düşmana: Kâşih denir, çünkü düşmanlığı keşhinde yani böğründe saklar. Böğürden de ciğeri kastederler, çünkü ciğer oradadır.

Bir şair de şöyle demiştir:

Ben de böğrümde kinler saklıyorum.

Ta ile delin mahreçleri yakındır, Araplar birini diğerine idgam ederler, birini diğeri ile değiştirirler, meselâ: Heretessevbe ve heredehu derler ki, elbiseyi yırtmaktır. Kebetel adüvve ve kebedehu da aynı manaya olup düşmanı bastırmaktır. Bunun benzeri Arap dilinde çoktur.

"Elleri boş dönerler":

Zeccâc şöyle demiştir: Haib, umduğuna nail olmayan kimsedir, Başkası da şöyle demiştir: Haybet ile ye’s arasında şu fark vardır: Haybet, umut ettikten sonra olur, ye’s ise ummadan olur.

128

Ki, bu işten sana bir şey yoktur. Yahutta Tevbelerini kabul etmek veyahut onlara azap etmek için yaptı. Çünkü onlar zâlimlerdir.

"Bu işten sana bir şey yoktur":

İniş sebebi için beş görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Uhut savaşında dişi kırıldı, başı yarıldı, yüzüne kan aktı: "Kendilerini aziz ve celil olan Rablerine davet eden Peygamberlerine böyle yapan bir kavim nasıl iflah olur?” dedi; bunun üzerine bu âyet indi. Hadisi Müslim Efradın’da Enes’ten rivayet etmiştir. 11

11 - Ayrıca bkz. İmam Ahmed, Müsned, 3/99, 206; Tirmizî ve İbn Mâce.

İbn Abbâs, Hasen, Katâde ve Rebi’ de bu görüştedirler.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem münafıklardan bir topluluğa lânet etti, bunun üzerine bu âyet indi, bunu da İbn Ömer, demiştir.

Üçüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Uhut’ta yenilenlere kötü konuşmak istedi, bunun üzerine bu âyet indi; ondan vazgeçti. Bu da İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

Dördüncüsü: Suffe cemaatinden yetmiş kişi Süleym oğulları ile Usayya ve Zekvan kabilelerine İslâm’ı öğretmek için çıktılar; hepsi de öldürüldüler, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara kırk gün beddua etti, onun üzerine bu âyet indi, bunu da Mukâtil b. Süleyman, demiştir.

Beşincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hamze’nin işkence edilmiş cesedini görünce: Allah’a yemin olsun ki, ben de onlardan şu kadarına işkence edeceğim, dedi, onun üzerine bu âyet indi, bunu da Vakıdi, demiştir.

Âyetin manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onların ıslah olmalarından veyahut azap görmelerinden sana bir şey yoktur.

İkincisi: Zafer ve yenilgiden sana bir şey yoktur. "Leke"nin

"ileyke” manasına olduğu da söylenmiştir.

"Ev-yetûbe aleyhim":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bunun nasbi için iki yorum vardır:

Birincisi: İstersen onu "li-yakta’a tarafen” kavlinin üzerine atfedersin,

İkincisi: İstersen

"hatta” gizler öyle nasb edersin, meselâ: La-ezâlü maake hatta tu’tiyeni, dersin (hakkımı verinceye kadar yakanı bırakamam demektir). İşin Peygamberin elinde olmadığını bildirince bütün işlerin O’na ait olduğunu bildirmek için: "Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur” dedi.

129

Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

130

Ey iman edenler, faizi kat kat artırılmış olarak yemeyin, Allah’tan korkun ki, felâha kavuşasınız.

"Ey iman edenler, faizi yemeyin": Bu âyet cahiliye ribası hakkında indi.

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Bir adamın birinde alacağı olurdu, vadesi geldiği zaman: Uzat, faizi artıralım, derdi. İşte kat kat artırılmış faiz budur.

131

O ateşten korkun ki, kâfirler için hazırlanmıştır.

"O ateşten korkun ki, kâfirler için hazırlanmıştır":

İbn Abbâs: Bu, faizi helâl saymamaları için tehdittir, demiştir.

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Allah’ın haram kıldığını helâl saymaktan sakının, sonra kâfir olursunuz.

132

Allah'a ve Peygamber'e itâat edin ki, merhamet olunasınız.

"Vesariu ilâ mağfiretin min Rabbiküm": Kurraların hepsi vav ile "vesariu” okudular, ancak Nâfi ile İbn Âmir müstesnadır ki, onlar vavı zikretmediler.

Ebû Ali: Medine ve Şam Mushaflarında da böyle vav iledir, demiştir. Kim vavla okursa "vesariu” kavlini "ve etiu” kavline atfeder; kim de vavsız okursa, ikinci cümleyi birinci ile ilişkilendirir ve vava ihtiyaç duymaz. Âyetin manası: Mağfireti gerektiren şeye koşun, demektir.

Mağfireti gerektiren şeyler hususunda da on görüş vardır:

Birincisi: O, ihlastır, bunu Osman b. Affan radıyallahu anh, demiştir.

İkincisi: Farzlan eda etmektir, bunu da Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh, demiştir.

Üçüncüsü: İslâm'dır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Dördüncüsü: Cemaatle namazın ilk tekbiridir, bunu da Enes b. Malik, demiştir.

Beşincisi: Taattir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Altıncısı: Tevbedir, bunu da İkrime, demiştir.

Yedincisi: Hicrettir, bunu da Ebû’l - Âliyye, demiştir.

Sekizincisi: Cihattır, bunu da Dahhâk, demiştir.

Dokuzuncusu: Beş vakit namazdır, bunu da Yeman, demiştir.

Onuncusu: İyi amellerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

133

Rabbinizin bağışına ve eni göklerle yerler kadar olup takva sahipleri için hazırlanan cennete koşun.

"Eni göklerle yer arası kadar olan cennete koşun":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Enden genişliği kastetmiştir, uzunluğun zıddı olan eni kastetmemiştir. Araplar: Biladun aridatün, derler ki, geniş ülke, demektir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Uhut savaşında yenilenler için: Gittiniz, orada genişlik vardır, demiştir.

Şair de şöyle demiştir:

Allah’ın geniş olan ülkesi,

Korkana ve aranana avcının ağı kadardır.

Diyor ki: Bunun aslı uzunluğun karşıtı olan enden gelir, bir şey enli olursa geniş olur. Eğer enli olmazsa, dar ve ince olur.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Eğer onlar birbirine ulansa, ancak cennetin eni kadar olur.

134

Onlar ki, mallarını bollukta ve darlıkta harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.

"Ellezine yünfikune fisserrai veddarrai":

İbn Abbâs: Bollukta ve darlıkta, demiştir. Âyetin manası şöyledir: Onlar Allah ile muameleye rağbet ettiler, bolluk onları şımartıp görevlerini unutturmadı, darlık da onları engelleyip cimrilik ettirmedi.

"Velkazıminel gayza":

Zeccâc şöyle demiştir: Kezamtül ğayza denir ki, içindeki öfkeyi tutmaktır. Kezamel bairi cirrethu da: Deve gevişi boğazında dolaştırıp durdu demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Aslında kazm istemeyerek ve üzülerek tutmaktır, İbn Ömer, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir. Bir kul Allah rızası için yuttuğu öfkesinden daha faziletli bir yudum yutmamıştır. 12

12 - İmam Ahmed, Müsned, 2/128; İbn Mâce, Zühd, bab, 18.

"İnsanları affedenler": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Köleleri affetmektir, bunu İbn Abbâs ile Rebi’, demişler.

İkincisi: Mutlak olarak affetmektir; onlar kendilerine haksızlık edenleri affederler, bunu da Zeyd b. Eslem ile Mukâtil, demişlerdir.

135

Ve onlar ki, çirkin bir şey yaptıkları veyahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlar ve günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlar? Ve onlar yaptıkları şeyin üzerinde bilerek ısrar etmezler.

"Ve onlar ki, çirkin bir şey yaptıkları zaman":

Sebeb-i nüzûlü için üç görüş vardır:

Birincisi: Bir kadın Hurmacı Nebhan’a geldi, ondan hurma almak istedi, o da kadına sarılıp onu öptü, sonra da pişman oldu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip bunu anlattı, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Atâ’, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Bir ensari ile bir Sakifli kardeş oldular, Sakifli Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile bir gazaya çıktı. Ensari Sakiflinin ailesini kontrol ederdi. Bir gün geldi, kadını yıkanmış, saçlan dağınık halde gördü; izin almadan içeri girdi ve onu öpmeğe kalkıştı; kadın da elini yüzüne koydu, adam da elini öptü, sonra da pişman oldu, dönüp gitti. Kadın da: Sübhanallah, emanete hiyanet ettin, Rabbine karşı geldin ve ihtiyacını da göremedin, dedi. Adam yürüyerek dağlara çıktı, günahından Allah’a Tevbe etmek istedi. Sakilli dönünce kadın ona kardeşinin yaptığını anlattı, o da onu aramaya çıktı. Nihayet yerini söylediler, o da yaptığına pişman oldu. Onu secdede buldu: Ben kardeşime hiyanet ettim, diyordu. Ona; Ey filan, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e git, ona günahını sor, belki Allah senin için bir çıkış yolu gösterir, dedi. Adam Medine’ye döndü, bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mukâtil de zikretmiştir.

Üçüncüsü: Müslümanlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e:

"İsrâil oğulları Allah nazarında bizden kıymetli mi idiler? Onlardan biri bir günah işlediği zaman sabahleyin günahlarının kefareti kapısının eşiğine yazılırdı. Bu âyet bunun üzerine indi; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: "Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi?” dedi, bu âyeti ve öncesini okudu. Bu Atâ’’nın görüşüdür.

Bu âyet bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanları mı niteliyor? Yoksa başkalarını mı? Bunda da iki görüş halinde ihtilaf ettiler:

Birincisi: Bu, onları niteliyor, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Bu, başka bir sınıfı niteliyor, bunu da Ebû Süleyman Dımeşkî, demiştir.

Fâhişe: Çirkin şeydir, haddini aşan her şey fahiştir.

Burada bundan ne murat edildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: O, zinadır, bunu Cabir b. Zeyd, Süddi ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O, bütün büyük günahlardır, bunu da müfessirlerden bir grup demiştir.

Bunun arkasından zikredilen

"zulüm” hakkında da ihtilaf etmişlerdir; Bir bölük onunla fahişe arasında fark görmeyip: Nefse zulüm de fahişedir, demişlerdir. Bir grup da aralarında fark görmüş; o küçük günahlardır, demişler.

"Allah’ı zikrederler": Hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, dille istiğfardır, bunu İbn Mes’ûd, Atâ’ ve diğerleri demiştir.

İkincisi: O, kalp ile zikirdir, sonra bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ'ya arz olunmayı zikretmektir, bunu Dahhâk, demiştir.

İkincisi: O, kıyamet gününde hesaba çekilmeyi zikretmektir, bunu da Vakıdi, demiştir.

Üçüncüsü: Yaptıklarına karşı Allah’ın tehdidini zikretmektir, bunu da İbn Cerir Taberî, demiştir.

Dördüncüsü: Allah'ın onları men ettiği şeyleri zikirdir.

Beşincisi: Allah’ın bağışlamasını zikirdir. Son iki görüşü Ebû Süleyman Dımeşki beyan etmiştir.

Israra gelince:

Zeccâc şöyle demiştir: O, bir şey üzerinde durmadır.

İbn Fâris de şöyle demiştir: O bir şeye azm edip üzerinde sebat etmektir.

Isrardan ne murat edildiği hususunda da müfessirlerin üç görüşü vardır:

Birincisi: O günahı düşünüp gerçekleştirmektir, bu Mücâhid'in görüşüdür.

İkincisi: O, istiğfar etmeden günah üzerinde sebat etmektir, bunu da Katâde ile İbn İshak, demişlerdir.

Üçüncüsü: O günaha istiğfarı terk etmektir, bu da Süddi’nin görüşüdür.

"Onlar bilirler” kavlinin üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar ısrarın zararlı ve onu terk etmenin sürdürmeden daha iyi olduğunu bilirler, bunu İbn Abbâs ile Hasen, demiştir.

İkincisi: Allah’ın Tevbe edenin Tevbesini kabul ettiğini bilirler, bunu Mücâhid ile Ebû îmare demişlerdir.

Üçüncüsü: Onlar günah işlediklerini bilirler, bunu da Süddi ile Mukâtil, demişlerdir.

136

İşte onların mükafatı, Rablerinden bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükafatı ne güzeldir!

137

Gerçekten sizlerden önce olaylar gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bir bakın.

"Kad halet min kabliküm sünenün": Sünen: Sünnetin çoğuludur, o da yoldur.

Kelâmın manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Sizden önce kanun ve şeraitlerle muhatap olanlar geçmiştir; onlardan inanmayanlara ne yaptığımıza bakın. Bu, İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: Sizden önce inanmayan ümmetlerin helaki hususunda Allah’ın kanunları geçmiştir; onlardan ibret alın. Bu da Mücâhid'in görüşüdür.

"Yeryüzünde dolaşın": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O bildiğimiz seyr ü seferdir.

Zeccâc şöyle demiştir: Seferler yaptığınız zaman inkârları yüzünden helak olanların haberlerini öğrenirsiniz.

İkincisi: O tefekkürdür, fanzuru: İbret alın; akibet de işin sonu demektir.

138

Bu, insanlar için bir açıklama ve sakınanlar için bir yol gösterme ve öğüttür.

"Bu insanlar için bir açıklamadır":

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Bu, Al-i İmran suresinden ilk inen ayettir.

"Bu” edatı ile neye işaret edildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Kur’ân’dır, bunu Hasen, Katâde ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O, geçmiş milletlerin haberlerinin izahıdır, bunu da İbn İshak demiştir. Beyan: bir şeyi açıklamadır. Baneşşey’ü denir ki: Olay meydana çıktı, demektir. Fülanün eybenü min fülanın ise: Falanca daha açık konuşmaktadır, demektir.

Şa’bî de: Bu, insanların körlüğüne açıklama, sapıklığına yol gösterme ve cahilliğine öğüttür, demiştir.

139

Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanmışsanız siz üstünsünüz.

"Gevşemeyin, üzülmedin":

İniş sebebi şöyledir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı Uhut savaşında yenilince, Halit b. Velid, müşrik atlılarıyla dağın tepesinden üzerlerine geldi; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Allah’ım, tepemize çıkmasınlar, Allah’ım, biz onlara ancak seninle karşı koyabiliriz” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Abbâs, demiştir.13

13 - Taberi, Tefsir, 7/236.

İbn Abbâs ve Mücâhid:

"Velâ-tehinû": Zayıflamayın, gevşemeyin, demişler. Üzülmeyin denilen şey üzerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: O, öldürülen Müslüman kardeşleridir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, Uhut savaşındaki yenilgileri ve öldürülmeleridir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in başının yarılması, dişinin kırılmasıdır. Bunu da Maverdi, demiştir.

Dördüncüsü: O, kaçırdıkları ganimettir, bunu da Ali b. Ahmed en-Neysaburi, demiştir.

"Siz üstünsünüz":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Siz galipsiniz ve işin sonu sizin lehinizedir.

140

Eğer size bir yara dokunuyorsa, onlara da o kadar bir yara dokunmuştur. Bu günleri insanların arasında döndürüyoruz (zafer bazen bir topluma, bazen de öteki topluma nasip olur). Bu da Allah’ın, iman edenleri bilmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.

"Eğer size bir yara dokunuyorsa":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar Uhut’ta yara aldılar, karşılaştıkları şeyi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e şikayet ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi. Mess: Yara almaktır. İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir ve Nâfi, kafin fethası ile "karh” okumuşlar; Hamze, Kisâi, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle kafin zammesi ile "kurh” okumuşlardır. İki kıraatin de manası bir midir, değil midir, diye ihtilaf etmişlerdir.

Zeccâc: Bu ikisi lügatte aynı manayadır ve manası da: Yaralanma ve acısıdır, demiştir. Ve şöyle demiştir: Nüdavilüha’nın manası da: O devleti mü’minler isyan ettiği zaman onlara karşı kâfirlere veriyoruz. Ama itâat ederlerse, onlar zafer kazanırlar, demektir.

"Allah’ın bilmesi": Olan biteni bilmesi demektir, çünkü O, öncesini de bilir, O ancak olan şeye göre ceza ve karşılık verir.

İbn Abbâs da: Burada bilmenin manası, görmektir, demiştir.

"İçinizden şahitler edinmesi için": Ebudduha: Bu, Uhut’ta öldürülenler hakkında inmiştir, demiştir. İbn Cüreyc de şöyle demiştir: Müslümanlar: Rabbimiz, bize Bedir savaşı gibi bir savaş göster de onda şehitlik arayalım, derlerdi, bunun üzerine Uhut savaşında şehit verdiler.

İbn Abbâs: Burada zâlimlerden maksat münafıklardır, demiştir. Başkası da: Onlar Uhut savaşında münafık Übey ile çekilenlerdir, demiştir.

141

Bir de iman edenleri tertemiz edip kâfirleri kırması içindir.

"İman edenleri tertemiz etmesi içindir":

Zeccâc şöyle demiştir: Kelâmın manası şöyledir: Allah bu zafer günlerini insanlar arasında dolaştırdı ki, mü’minleri tertemiz etsin ve kâfirleri kırsın.

Âyette geçen temhıs hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: O deneme ve imtihandır, delil olarak da şu beyti getirmişlerdir:

Fudayl’i gördüm; karmaşık bir şeydi;

Deneme onu benim için açığa çıkardı.

Bu da Hasen, Mücâhid, Süddi, Mukâtil, İbn Kuteybe ve diğerlerinin görüşleridir.

İkincisi: O, arıtma ve tasfiye etmedir, bu da Zeccâc’ın görüşüdür. Mahasal hablu mahsan denir ki, ipin tüyleri gidip açığa çıkmaktır. Allahümme mahhis anna zünufeiene da bundandır ki: Günahlarımızı gider, demektir.

Zeccâc da İmam Halil’den: Temhıs’in arıtma ve tasfiye olduğunu nakletmiştir: Mahhastü’ş-şey’e umahhisuhu mahsan denir ki:

Bir şeyi iyice arıttım, demektir.

Birinci görüşe göre tehmıs: Mü’minleri başlarından geçen şeyle denemedir.

İkinci görüşe göre de: Aynı sebeple günahlarından arıtmadır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Âyetin manası: Allah iman edenlerin günahlarını temizlemek için bunu başlarına getirdi.

"Kâfirleri kırmak için": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onları helak etmek için, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Davetlerini geçersiz kılmak için.

Üçüncüsü: Onları azaltmak ve eksiltmek için.

Dördüncüsü: Amellerini boşa çıkarmak için. Bunu da Zeccâc demiştir.

142

Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz?

143

Yemin olsun ki, ölümü onunla karşılaşmadan önce arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz ve ona bakıp duruyorsunuz.

"Yemin olsun ki, ölümü arzuluyordunuz":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allahü teâlâ Bedir’de şehit olanlara ne ikramlar ettiğini Peygamberinin dili ile haber verince, bunu istediler. Şehit düşerek kardeşlerine kavuşmayı arzu ettiler. Allah da onlara Uhut savaşını gösterdi, İçlerinden Allah’ın diledikleri hariç hemen yenildiler. İşte onların hakkında bu âyet indi:

"Yemin olsun ki, ölümü, yani savaşı istiyordunuz",

"onunla karşılaşmadan önce” yani Uhut’ta onu görmeden önce.

"İşte onu gördünüz", yani bugün. Ferrâ’ ile

İbn Kuteybe: Onun sebeplerini gördünüz, demişlerdir ki, onlar da kılıç ve benzeri şeylerdir.

"Bakıyordunuz” hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Kılıçlara bakıyordunuz, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bu pekiştirme ve tekit için zikredilmiştir, bunu da Ahfeş, demiştir.

Zeccâc da: Onu gördünüz, gözleriniz vardır; meselâ: Şöyle şöyle gördün, gözünde bir rahatsızlık yoktur, dersin ki, onu gerçekten gördün, demektir.

Üçüncüsü: Bunun manası: Temenni ettiğiniz şeyi gördünüz, demektir. Âyette gizleme vardır, takdiri: Onu gördünüz, ona bakıyordunuz, öyleyse niçin yenildiniz?

144

Muhammed bir Resul’den başkası değildir. Ondan önce peygamberler geçmiştir. Şimdi eğer ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerine dönecek misiniz? Kim ökçelerininin üzerine dönerse, Allah'a hiçbir şeyle asla zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır.

"Muhammed bir Resûl'den başkası değildir":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Şeytan Uhut savaşında: Muhammed öldürüldü, diye bağırdı. Askerler de: Eğer öldürüldü ise gider aşiretlerimiz ve kardeşlerimizle anlaşırız, eğer Muhammed hayatta olsa idi, yenilmezdik, dediler ve firar etmek için bahane uydurdular, işte âyet bunun üzerine indi.

Dahhâk şöyle demiştir: Bazı münafıklar: Muhammed öldürüldü, eski dininize dönün, dediler, bunu üzerine bu âyet indi.

Katâde şöyle demiştir: Bazı insanlar: Eğer o Peygamber olsa idi öldürülmezdi, dediler. Resûlüllah’ın ileri gelen ashabından bazı insanlar da: Peygamberinizin savaştığı şey için savaşın ki, ona yetişesiniz, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Âyetin manası şöyledir: O da kendinden önceki peygamberler gibi ölebilir; eğer yatağında ölür veya kendinden önce öldürülen peygamberler gibi öldürülürse, ökçelerinizin üzerine dönecek misiniz? Yani eski küfür halinize dönecek misinz? Bu, bir temsildir; halinden dönenlere: ökçelerinin üzerine döndü, denir. Aslı geriye dönüştür. Akıb de ayağın arkası yani ökçe demektir.

"Allah’a hiçbir şeyle asla zarar veremez": Dininden dönmekle Allah’ın hiçbir şeyini eksiltemez, ancak kendine zarar verir.

"Allah mükafatlandıracaktır": Şükredenlere sevaplarını verecektir. Bunlar hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar dinlerinde sebat edenlerdir, bunu Hazret-i Ali radıyallahu anh demiştir. Ve şöyle derdi: Ebû Bekir şükredenlerin emiridir.

İkincisi: Onlar Tevfik ve hidayete şükredenlerdir.

Üçüncüsü: Dine şükredenlerdir.

145

Allah’ın izni olmadan hiçbir nefis için ölmek yoktur. Bu va’desi ile yazılmış bir kitaptır. Kim dünya sevabını isterse, ona ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse, ona da ondan veririz. Biz, şükredenleri mükafatlandıracağız.

"Allah'ın izni olmadan hiçbir nefis için ölmek yoktur": İzin hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O emirdir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bizzat izindir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Âyetin manası şöyledir: Allah’ın izni olmadıkça hiçbir nefis için ölmek yoktur.

"Kitaben müeccela": Tekittir, mana: Allah bunu va’deli bir kitap olarak yazmıştır. Ecel (va’de): Belli vakittir.

Şu da tekit içindir:

"Kitaballahi aleyküm” (Nisa: 24).

Çünkü:

"Size anneleriniz haram kılındı” (Nisa: 22) deyince,

Bunun farz olduğu anlaşıldı,

"Allah’ın size bir kitabı” (Nisa: 24) kavli ile tekit edildi.

Şu da öyledir:

"Allah’ın işi” (Neml: 88);

Çünkü:

"Dağların yerinde donmuş olduğunu görürsün” (Neml: 88) deyince, bunu

"Allah’ın işi” kavli ile tekit etti.

"Kim dünya sevabını isterse ona ondan veririz": Yani kim ameli ile dünyayı kastederse, ona az olsun çok olsun, ondan verilir. Kim de ameli ile ahireti kastederse, ona ondan verilir.

Mukâtil: Âyetten Uhut’ta sebat edenlerle ganimet peşinde koşanlar kastedilmiştir, demiştir.

Ulemânın çoğu bu Kelâmın muhkem olduğuna kail olmuştur. Bir grup da:

"Accelna lehu ma neşaü limen nüridü” (İsra: 18) kavliyle mensulı olduğuna kail olmuştur. Doğrusu muhkem olduğudur, çünkü hiç kimseye Allah’ın kudret ve dilemesinin dışında bir şey verilmez.

"Ona ondan veririz": Kavlinin manası: Dediğimizi ve onun için takdir ettiğimizi demektir. Onun dilediğini veririz, dememiştir.

146

Nice peygamberler vardır ki, onunla beraber din Âlimleri savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelen şeyden dolayı gevşemediler; zayıflık göstermediler ve boyun eğmediler (sinmediler). Allah sabredenleri sever.

"Vekeeyyin": Cumhûr "Keayyin” vezninde "keeyyin” okumuştur; İbn Kesir de "kâin” vezninde "Kâ’in” okumuştur.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar: Keayyin” gibi hemzeyi nasb eder ve yeyi şeddelerler. Temimler ise: "ki,’tü’den "kâin” gibi derler.

Kisâi bana şöyle bir beyt okudu:

İnsanlardan nicesinin hırsla koştuğunu görürsün,

Oğlu için, yarın ya yılan ya da akrep olur.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Mü’minin başına öyle musibet gelir ki,

Allah’tan ya azabını yahutta sevabını görür.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Kain "kem” (nice) manasınadır, meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Nice kent vardır ki, Allah’ın emrine karşı gelmiştir". (Talâk: 8) Bunda da iki lügat vardır:

Hemzeli ve yenin şeddesi ile

"keeyyin"; "kail ve bai’” vezninde "kâin". Kur’ân’ın her yerinde bu ikisi de okunmuştur. Çoğu ve daha fasih olanı şeddesiz olanıdır. Şair şöyle demiştir:

Nice saygıdeğer kimselere ölüm göstermişizdir;

Bize hakaret ettiği veya günahta ısrar ettiği zaman.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Nice suskun duran vardır ki, hoşuna gider;

Onun artık veya eksik kişi olduğu konuşmadadır.

"Katele maahu ribbiyyune kesir": İbn Kesir, Ebû Amr, Eban ve Mufaddal - ikisi de Âsım’dan rivayetle - kafin zammesi ve tenin kesri ile elifsiz olarak "kutile” okumuştur. Kalanlar da elifle "katele” okumuştur.

İbn Mes’ûd, Ebû Rezin, Ebû Recâ’, Hasen, İbn Yamur, İbn Cübeyr, Katâde, İkrime ve Eyyub da ranın zammesiyle "rubbiyyune” okumuşlardır.

İbn Abbâs, Enes, Ebû Miclez, Ebû’l - Âliyye ve Cuhderi de fethi ile okumuşlardır. Elif hazfedildiği takdirde iki yoruma ihtimali vardır:

Birincisi: Yalnız peygamberin öldürülmesi,

Mana da şöyle olur: Nice peygamber vardır ki, öldürülmüştür, beraberinde de rabbani Âlimler vardır, onun ölümünden sonra gevşemediler.

İkincisi: Rabbanilerin öldürülmüş olması, o zaman

"gevşemediler” de kalanlar için denilmiş olur. Elifle okunduğu takdirde de mana şöyle olur: Topluluk savaştılar, gevşemediler.

Ribbiyyûn’un manasında da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar binlerce kişi demektir, bunu İbn Mes’ûd, bir rivayette de İbn Abbâs demiş, Ferrâ’ da bunu tercih etmiştir.

İkincisi: Kalabalık cemaattir, bunu da el- Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, İkrime, Dahhâk, Katâde, Süddi ve Rebi’ demişlerdir,

İbn Kuteybe de bunu tercih etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar fakihler ve Âlimlerdir, bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir; Hasen de böyle demiştir. Yezidi ile Zeccâc da bunu tercih etmişlerdir.

Dördüncüsü: Onlar kendilerine tabi olan aslardır, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Beşincisi: Onlar ahitler ve arif-i billahlardır, bunu da İbn Fâris , demiştir.

"Fema vehenu": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Gevşemediler, demektir, bunu da İbn Abbâs ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: O acizliktir, bunu da Katâde, demiştir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: İstikâne: Baş eğmek ve zillet göstermektir, miskin de buradan alınmıştır.

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar korku ile gevşemediler, güç eksikliği ile zayıflamadılar ve baş eğmekle de sinmediler.

İkincisi: Peygamberleri öldürüldüğü için gevşemediler, düşmanlarına karşı zayıflık göstermediler, başlarına gelen musibetten dolayı da sinmediler.

147

Onların sözü sadece:

"Ey Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizdeki aşırılığımızı bağışla, ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” demek oldu.

"Onların sözleri": Yani Rabbanilerin sözleri;

"ancak, Rabbimiz, bizi bağışla demeleri oldu": Yani, istiğfardan başka bir şey demediler. İsraf ise: Haddi aşmaktır. Zünub ile küçük günahlar, israf ile de büyük günahlar kastedildiği söylenmiştir.

"Ayaklarımıza sebat ver":

İbn Abbâs: Savaşta sebat ver, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Dininde sabit eyle, çünkü dininde sabit olan savaşında da sabittir.

148

Allah da onlara hem dünya sevabım hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel hareket edenleri sever.

"Allah da onlara dünya sevabını verdi": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, zaferdir, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: Ganimettir, bunu da Zeccâc, demiştir. İbn Abbâs’dan: Onun zafer ve ganimet dediği de rivayet edilmiştir.

Ahiret sevabında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, cennettir.

İkincisi: O ecir ve mağfirettir. Bu, düşmanla karşılaştıkları zaman mü’minlerin ne demesi ve yapması gerektiği şeyleri öğretmedir.

149

Ey iman edenler, eğer kâfirlere itâat ederseniz, sizi ökçelerinizin üzerine döndürürler; o zaman ziyan etmiş olarak dönersiniz.

"Ey iman edenler, eğer kâfirlere itâat ederseniz":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Âyet, Müslümanlar Uhut’tan döndükleri zaman, Abdullah b. Übey’in: Eğer o Peygamber olsaydı, başına bu gelmezdi, demesi üzerine indirilmiştir.

Kâfirler hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: İbn Abbâs ile Mukâtil’in görüşlerine göre münafıklardır.

İkincisi: Onlar Yahudi ve Hıristiyanlardır, bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar putperestlerdir, bunu da Süddi, demiştir. Onlar müslümanlara dinlerinden dönmelerini söylemişlerdi.

"Sizi ökçelerinizin üzerine döndürürler” kavlinin manası da, sizi şirke döndürürler, demektir.

"O zaman ziyan etmiş olarak dönersiniz": Azap görerek, demektir.

150

Hayır, sizin Mevlanız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

"Hayır, sizin Mevlanız Allah’tır": Yani onlara karşı size yardım edecek veliniz O’dur, öyleyse kâfirlerle dostluk düşünmeyin.

151

Kâfirlerin kalplerine Allah’ın bir delil indirmediği şeyleri O’na şirk koşmaları sebebiyle korku salacağız. Onların varacakları yer cehennemdir. Zâlimlerin yatağı ne kötüdür!

"Kâfirlerin kalplerine korku salacağız":

Süddi şöyle demiştir: Müşrikler Uhut savaşından sonra Mekke tarafına yönelince, yolun bir kısmında: Onlarla savaştınız, nihayet onlardan küçük bir zümre kalmıştı ki, onları bıraktınız?! Geri dönün, onların kökünü kazıyın, dediler. Allah da kalplerine korku saldı ve bu âyet indi. İlka: Atmaktır. Ru’b ise: korkudur.

İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Arar ve Hamze ayın sakin olarak hafifçe "ru’b” okumuşlardır.

İbn Âmir, Kisâi, Ya’kûb ve Ebû Cafer aynı mazmum ve ağır olarak, Kur’ân’ın neresinde olursa "ruub” okumuşlardır. Sultan burada, bir cemaate göre delil ve delil, demektir. Me’va ise: Barınacak yerdir. Mesva da: İkametgahtır. Seva ise: İkamet etmektir.

İbn Abbâs: Burada zâlimler: Kâfirlerdir, demiştir.

152

Yemin olsun ki, (Uhut’ta) Allah’ın izni ile onları öldürürken, Allah’ın va'di size doğru çıktı. Nihayet öyle bir an geldi ki, bozuldunuz, iş hususunda çekiştiniz ve istediğiniz şeyi (zaferi) size gösterdikten sonra isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı istiyor, kimi de ahireti istiyordu. Sonra denemek için sizi onlardan çevirdi ve muhakkak sizi affetti. Allah, mü’minlere karşı lütuf sahibidir.

"Allah’ın va’di size doğru çıktı": Muhammed b. Ka’b el - Kurazi şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabı Uhut'tan dönünce, içlerinden bir cemaat:

"Bu başımıza nereden geldi? Allah bize zafer va’detmişti?!” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah mü’minlere Uhut’ta zafer va’detti ve onlara yardım etti. Onlar emre muhalefet edip de ganimet peşinde koşunca, yenildiler.

İbn Abbâs: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Uhut’ta yardım gördüğü kadar hiçbir yerde görmemiştir, deyince, oradakiler bunu kabul etmediler. O da: Aramızda Allah’ın kitabı vardır; Allah:

"Yemin olsun ki, Allah size va’dini gerçekleştirdi, hani onları Allah’ın izniyle öldürüyordunuz” buyuruyor, dedi.

Hass öldürmektir, bunu İbn Abbâs, 14 Hasen, Mücâhid, Süddi ve bir cemaat demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Tehussunehüm: Onları öldürerek köklerini kazıyorsunuz, demektir. Senetün hasus denir ki: Kıtlık sebebiyle her şeyi yiyip bitiren yıl, demektir. Ceradün mahsus da: Soğuktan ölüp kırılan çekirgedir.

14 - İmam Ahmed, Müsned; Hakim, Müstedrek, 2/296.

"O’nun izni ile": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O’nun emriyle demektir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: İlmi ile demektir, bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: O’nun takdiri ile demektir, bunu da Ebû Süleyman, demiştir.

"Hatta iza feşiltüm": Korktunuz, demektir.

"Tenaza’tüm” de: İhtilaf edip anlaşmazlığa düştünüz, demektir.

"Size sevdiğiniz şeyi gösterdikten sonra": Yani zaferi,

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bunda takdim ve tehir vardır, manası şöyledir: Nihayet iş üzerinde tartışınca, başarısız oldunuz ve isyan ettiniz. Bu vav zaittir;  

"felamma eslema ve tellehu lilcebin” (Saffat: 103) âyetinde olduğu gibi, manası: (Nadeynahü) ona seslendik, demektir.

Tartışmalarına gelince o da şöyledir: Bazı okçular:

"Müşrikler yenildiler, neden gidip ganimet toplamıyoruz?” dediler. Bazıları da: Hayır, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrettiği gibi yerimizden ayrılmayalım, dediler. Bunun üzerine bazıları merkezi terk etti, ganimet toplamak istedi ve yerlerinden ayrıldılar. İşte isyan etmeleri budur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara:

"Bizi kuşların kapıp kaçırdığını görseniz de yerinizden ayrılmayın” demişti.

"İçinizden kimi dünyayı istiyor":

Müfessirler: Onlar ganimet isteyip yerlerinden ayrılanlardır, demişlerdir.

"Kiminiz de ahireti istiyor": Bunlar da: Yerlerinden ayrılmayanlardır.

İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Bu âyet ininceye kadar ben Muhammed’in ashabının dünyayı isteyeceğini zannetmezdim.

"Sizi onlardan çevirdi": Yani sizi öldürmek ve hezimete uğratmakla müşrikleri sizden çevirdi, "liyebteliyeküm": Sizi deneyip sabredeni panik çıkarandan ayırmak için.

"Muhakkak sizi affetti": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Sizi azaptan affetti, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kökünüzün kazılmasından affetti, bunu da Hasen, demiştir. O şöyle derdi: Bunlar Resûlüllah’lâ beraber idiler, Allah yolunda öfkeli kimseler idiler, Allah yolunda savaşıyorlardı; bir şey yapmamalan istenmiş, onu elden kaçırmışlardı, gam üstüne gamle üzülmedikçe yakaları bırakılmadı, şimdi ise fasık bütün büyük günahları işliyor; her haltı yiyor, yine de bir zarar görmeyeceğini sanıyor, yakında bilecektir!

"Allah mü’minlere karşı lütuf sahibidir": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Çünkü onları affetti, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Hepsi birden öldürülmedi, bunu da Mukâtil, demiştir.

153

O vakit siz savaş meydanından uzaklaşıyordunuz, dönüp kimseye bakmıyordunuz. Peygamber de arkanızdan sizi çağırıyordu. Böylece sizi keder üstüne kederle cezalandırdı ki, ne kaçırdığınıza ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

"İz tus’idûne vela telvûne":

Müfessirler şöyle demişlerdir:

"İz” "velekad afa anküm” kavline mütealliktir. Kurraların çoğu tus’idun kelimesini tanın zammesi ve aynın kesresi ile okumuşlardır. O da is’ad’dan gelmektedir. Eban, Sa’leb’ten, o da Âsım’dan fethasım rivayet etmiştir. Bu Hasen ile Mücâhid’in de okuyuşudur, o suud’dan gelmektedir.

Ferrâ’: İs’ad seferlere ve şehir çıkışlarına başlamaktır, demiştir. Es’adna min Bağdad ilâ Horasan, denir ki, Bağdat’tan Horasan’a çıktık, demektir. Eğer bir merdivene veya basamağa çıkarsan: Saattü, dersin; es’attü, demezsin.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim bir sefere bir yerden başlarsa, as’ada denir. Suud ise aşağıdan yukarıya çıkmaktır. Kim de te ile aynı fethalı okursa, dağa çıkmayı (tırmanmayı) kastetmiş olur.

Müfessirler âyetin manasında iki görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: O, dağa tırmanmalarıdır, bunu İbn Abbâs ve Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: O da savaşta kötü bozulmadır, bunu da Katâde ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

"Telvûne": Sapmak, zikzak çizmektir.

"Alâ ehad": Kimseye bakmıyordunuz demektir ki, geneldir. İbn Abbâs’tan, bundan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kastedildi dediği rivayet edilmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem arkalarından sesleniyor:

"Ey Allah’ın kulları, bana gelin, ben Resûlüllah’ım” diyordu.

Hazret-i Âişe, Ebû Miclez ve Humeyd, hemzenin ve hanın zammesi ile "uhudin” okumuş ve belli dağı kastetmişlerdir.

"Fe-esâbeküm": Sizi cezalandırdı, demektir. Burada isabe (sevap, karşılık), azap ve ceza manasınadır; ancak şairin dediği gibidir:

Ziyad’ın ihsanının siyah demirlerden

Veya esmer kırbaçlardan ibaret olmasından korkuyorum.

Beyitte geçen muhadrece kırbaçlar, sud da prangalar, demektir.

"Gammen bi-gammin":

 Bu “be“ de dört görüş vardır:

Birincisi: O, maa (ile, beraber) manasınadır.

İkincisi:

"bede (sonra) manasınadır.

Üçüncüsü:

“Alâ” (üzerine) manasınadır. Bu üç görüşe göre iki keder eshabla ilgilidir.

Müfessirlerin bu iki kederden ne kastedildiği hususunda da beş görüşü vardır:

Birincisi: Birinci keder başlarına gelen yenilgi ve öldürülmedir,

İkincisi: Halit b. Velid’in müşrik altlılarıyla üzerlerine gelmesidir. Bunu da İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: fiirinci keder ilk firarlarıdır, İkincisi Muhammed öldürüldü diye bir ses duymalarındadır, bunu da Mücâhid demiştir.

Üçüncüsü: İlki elden kaçırdıkları ganimet ve başlarına gelen öldürülme ve yaralamadır, İkincisi de, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem öldürüldü diye duymalarıdır.

Dördüncüsü: İlki elden kaçırdıkları ganimet ve fetihtir, İkincisi Ebû Süfyan’ın onları bastırmasıdır. Bunu da Süddi, demiştir.

Beşincisi: Birincisi Halid b. Velid’in onları batırması, İkincisi de Ebû Süfyanın saldırmasıdır, bunu da Sa’lebî, demiştir.

Dördüncüsü:

"Be” ceza manasınadır, takdiri de şöyledir: Siz başkalarını üzdüğünüz gibi o da sizi üzdü. O zaman iki üzüntüden biri ashaba ait olur ki, o da müfessirlerden anlattığımız üzüntülerden biridir.

Cezaya çarptırıldıkları üzüntü de başkalarına ait olur. Başkalarından kimler kastedildiğinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar müşriklerdir, onları Bedir'de üzmüşlerdi, bunu Hasen, demiştir.

İkincisi: O Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’dir ki, onu muhalefet ettikleri zaman üzmüşler; bunun da cezasını çekmişlerdi, o da başlarına gelen şeyle üzülmeleridir, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Li-keylâ tahzenû": "” üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Zait değil asildir, manası olumsuzluktur. Buna göre Kelâmın manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Sizi öyle bir üzdü ki, size kaçırdığınızın ve elde ettiğinizin üzüntüsünü unutturdu. Rivayete göre onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in öldürüldüğünü işittikleri zaman başlarına geleni de elden kaçırdıklarını da unuttular.

İkincisi: O, "velakd afa anküm” kavline bağlıdır, buna göre Kelâmın manası şöyle olur: Elden kaçırdığınıza ve elde ettiğinize üzülmemeniz için sizi affetti. Çünkü Onun affı bütün sıkıntıyı giderir.

İkinci görüş: O sıladır (bağlaçtır, zaittir), Kelâmın manası da şöyledir. Muhalefetinize ceza olarak kaçırdığınıza ve elde ettiğinize üzülmeniz için sizi affetti. Şu âyet de öyledir:

"Lielle ya’leme ehlül kitabi ella yakdirune alâ şey’in min fadlillah” (Hadid: 29), yani liya’leme (bilsinler diye). Bu, Mufaddal’ın görüşüdür,

İbn Abbâs da: Kaçırdıkları ganimet, ele geçirdikleri de öldürülme ve yenilgidir, demiştir.

154

Sonra kederin ardından üzerinize bir güven, bir uyku indirdi ki, içinizden bir grubu bürüyordu. Bir grubu da kendi nefisleri düşündürmüştü (canlarının derdine düşmüşlerdi). Allah hakkında hak dışı cahiliye zannı gibi zannediyorlardı.

"Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. De ki: "Şüphesiz işin hepsi Allah’ındır". Onlar sana açıklamadıklarını içlerinde gizlerler.

"Eğer bu işten bize bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik” diyorlardı. De ki:

"Eğer evlerinizde olsaydınız üzerlerine öldürülmeleri yazılanlar öldürülecekleri yerlere çıkarlardı". Bir de Allah göğüslerinizdekini yoklamak ve kalplerinizdekini temizlemek istemiştir. Allah göğüslere hakim olan duyguları çok iyi bilmektedir.

"Sonra kederin ardından üzerinize bir güven indirdi":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Emene: Emniyet ve güven, demektir. Vakaatil emenetü filardı, derler ki, (ülkede asayiş berkemaldir demektir).

Zeccâc şöyle demiştir: Âyetin manası şöyledir: Sonra korkunuzun ardından size öyle bir güven verdi ki, o sayede uyuyordunuz. Çünkü çok korkan uyuyamaz.

"Nüâsen":

"Emeten"’den bedel olarak mensubtur. Naiserrecülü yen’şsü nuasen, ism-i failinde de fehüve naisün, derler. Bazıları: Na'san derler.

Ferrâ’: Ben de onu işittim, ancak hoşuma gitmiyor, demiştir.

Âlimler şöyle demişler: Nuâs: Hafif uykudur, yani uyuklamadır.

Uyuklamayı minnet olarak saymasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara korkularının ardından bir güven verdi, öyle ki, uyudular; burada nimet korkunun giderilmesidir, çünkü korkan kimse uyuyamaz.

İkincisi: Onları dinleridirerek savaşa güç kazandırdı.

"Yağşa taifeten minküm":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, sondaki elifi vurgulu olarak ya ile

"yağşâ” okumuşlardır, gaip zamiri de nuasa râcîdir.

Hamze, Kisâi ve Halef de elifi imale ederek te ile

"tağşey” okumuşlardır, zamiri de imaleye gider. Uyku bürüyen topluluğa gelince: Onlar mü’minlerdir, canlarının derdine düşenler de münafıklardır. Kendilerini kurtarmayı düşündükleri için uykuları kaçtı. Ebû Talha şöyle demiştir: Kılıç elimden düşüyordu, sonra onu alıyordum, sonra yine düşüyordu ve onu uykulu olarak geri alıyordum. Bakıyordum; uykudan başını kalkanı ile kapatmamış kimse göremiyordum. Zübeyr de şöyle demiştir: Allah bize bir uyku verdi, herkesin çenesi göğsüne düşüyor, esniyordu. Allah'a yemin ederim ki, Mu’tib b. Kuşeyr’in:

"Eğer iş bize kalsaydı burada öldürülmezdik” dediğini rüyada gibi duyuyordum ve onu ondan ezberledim.

"Allah'a hak dışı zanlar ediyorlardı": Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar Allah, Muhammed ve ashabına yardım etmeyecek zannediyorlardı, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar kaderi inkâr ettiler, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar Muhammed'in öldürüldüğünü zannediyorlardı, bunu da Mukâtil, demiştir.

Dördüncüsü: Peygamberin işinin bittiğini ve izmihlale uğradığını zannediyorlardı, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Zanne’l-câhiliyye": Cahiliye insanların düşündüğü gibi, demektir.

"Yekûlüne hellena minel emri şey’ün": İstifham gibi görünüyorsa da manası inkârdır, takdiri: Malena minelemri şey’ün” elimizde bir şey yoktur, demektir.

Hasen de şöyle demiştir: Eğer elimizde olsaydı çıkmazdık, biz zorla çıkarıldık, dediler. Başkası da şöyle demiştir: Emirden maksat başarı ve zaferdir. Onlar: Zafer ancak müşriklerindir, dediler.

"De ki: Bütün iş Allah'ındır": Yani başarı ve zafer, kaza ve kader Allah’ındır. Çokları “Lâm” ın nasbi ile

"innelemre küllehu lillâh” okudular.

Ebû Amr ise ref’i ile "külluhu".okumuştur. Ebû Ab şöyle demiştir: Mensûb okuyanların delili "küllehu’nun ihate ve genellikte

"ecmain” manasına olmasıdır. Eğer: İnnelemre ecmaa deseydi mutlaka mensûb okurdu. Merfu okuyan da onu cümle başı yapmıştır, tıpkı "ve küllühüm atihi

"de olduğu gibi.

"İçlerinde gizlerler": Gizledikleri şeyde de üç görüş vardır:

Birincisi: O (eğer evlerimizde kalsaydık burada öldürülmezdik) sözleridir.

İkincisi: Küfrü ve Allah’ın işinde şüpheyi gizlemeleridir.

Üçüncüsü: Uhut’ta Müslümanlarla beraber bulunmaktan pişman olmalarıdır.

Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir:

"Elimizde bir şey var mı?” diyen, Abdullah b. Übey,

"eğer elimizde bir şey olsaydı” diyen de Mutib b. Kuşeyr’dir.

"De ki:

"Eğer evlerinizde olsaydınız": Yani savaşa katılmasaydınız, üzerine öldürülme yazılanlar yine çıkardı, evinde oturmak onu kurtaramazdı. Madaci: Ölecek yerlerdir.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Berezu” kelimesinin manası, beraza, yani açık araziye, meydana çıkmaktır.

"Göğüslerinizdekini denemesi için": Onu amellerinizle sınaması için demektir, çünkü onu gıyaben biliyordu, şimdi de aynen biliyor.

"Ve-liyumahhısa ma fi-kulûbiküm":

Katâde şöyle demiştir: Size gösterdiği güvenlik ve münafıkların sırlarını açıklama gibi acayip yaptıkları ile kalplerinizi şek ve şüpheden temizlemek istiyor. Bu temizleme mü’minlere mahsustur. Bir başkası da şöyle demiştir: Temizlemeden maksat, kalplerdeki Allah’a, Resul’üne ve mü’minlere olan inancı açığa çıkarmaktır. Hitap mü’minleredir.

"Allah göğüslere hâkim olan duyguları çok iyi bilmektedir": Yani onların içindekini.

İbn Enbari şöyle demiştir: Manası: Göğüslerde gizli şeylerin gerçeğini çok iyi bilir. Zat şeklinde müennes kullanması hakikat manası itibarı iledir. Nitekim Araplar: Lakıytuhu zate yevmin derler ki, ona bir gün rastladım, demektir. Onu müennes yapmaları: Lakıytuhu merreten fi yevmin manasına olmasından dolayıdır.

155

Şüphesiz iki ordu karşılaştığı gün sizden geri dönenleri kazandıkları (irtikap ettikleri) bazı şeylerden dolayı şeytan ancak onları kaydırmak istemiştir. Allah onları yine de affetmiştir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok yumuşaktır.

"Şüphesiz sizden iki ordu karşılaştığı gün geri dönenleri": Hitap mü’minleredir. Geri döneneleri de düşmandan kaçmalarıdır. İki ordu: Mü’minlerin ordusu ile müşriklerin ordusudur. Bu da Uhut savaşında idi. İstezellehüm: Kaymalarını istedi, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bu: istaceltü fülanen sözüne benzer ki: Acele etmesini istedim; istameltuhu: Çalışmasını istedim, demektir. İrtikap ettikleri şeyden de günahları kastetmiştir.

Kaçmalarının sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in öldürüldüğünü duydular, kaçmak için bunu bahane ettiler, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Şeytan onlara hatalarını hatırlattı; onlar da razı olmayacağı hal ile Allah’ın huzuruna çıkmak istemediler. Bunu da Zeccâc, demiştir.

156

Ey iman edenler, kardeşleri yeryüzünde seyahat ettikleri veyahut gazi oldukları zaman:

"Eğer yanımızda olsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi” diyen kâfirler gibi olmayın. Allah bunu yüreklerinde bir hasret (yangı) kılmak istemiştir. Allah diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

"Ey iman edenler, kâfirler gibi olmayın": Yani münafık kardeşlerine veyahut nesep kardeşlerine öyle diyen münafıklar gibi olmayın.

Zeccâc şöyle demiştir:

"İza darabu” deyip de

"iz darabu” dememesi, bu durumlarının süreklilik göstermesindendir: Fülanün iza haddese sadaka (konuşursa doğru söyler) ve iza duribe sabere (dövülürse sabreder) demen gibidir.

"İza” istikbal (gelecek) edatıdır, ancak buna karar vermesi geçmişlerini bil meşindendir.

Müfessirler:

"İza darabu filardı"nın: Seyahat ettikleri ve sefere çıktıkları manasına olduğunu söylemişlerdir. "Guzzen” de gazinin çoğuludur. Kelâmda mahzuf vardır, takdiri: Yeryüzünde seyahat edip ölen veya gazaya katılıp da öldürülen, şeklindedir.

"Allah bunu yapmak için": Yani eğer onların yanlarında olsalardı selamette olurlardı zannettikleri şeyi,

"hasreten fi kulubihim": Kalplerinde bir üzüntü kılmak için. İbn Fâris : Hasret: Elden kaçan şeye özlem duymaktır, demiştir.

"Allah diriltir ve öldürür": Yani insanın sakınması onun eceline mani olmaz.

"Vallahu bima tamelune basir": İbn Kesir, Hamze ve Kisâi, ye ile yamelun, kalanlar da te ile okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Ye ile okuyanların delili makablinin gaip (üçüncü tekil şahıs) olmasıdır, o da: "Vekalu liihvanihim” kavlidir. Te ile okuyanların delili de. "Vela tekunu kellezine keferu” kavlidir.

157

Eğer Allah yolunda öldürülür veyahut ölürseniz, Allah’tan bir bağışlanma ve rahmet, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.

"Ve lein kutiltüm": "Lein"deki lâm kasem içindir, takdiri:

"Yemin olsun ki, eğer cihad ederken öldürülürseniz,

"ev müttüm” veyahut ikametinizde ölürseniz, şeklindedir.

İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım’dan rivayetle, Kur’ân'ın her yerinde: Müttü, müttüm, mütna okumuşlardır. Hafs da Âsım’dan rivayetle Kur’ân'ın her yerinde değil de sadece bu ikiyi mimin zammı ile

"ev müttüm” "velein müttüm” okumuştur. Nâfi, Hamze ve Kisâi ise Kur’ân'ın her yerinde kesre ile okumuşlardır.

"Allah’tan bir bağışlanma ve, rahmet onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır": Yani onu toplanmak için cihadı terk ettikleri dünya matahından daha hayırlıdır. Hafs, Âsım’dan rivayetle ye ile okumuştur, manası da: Başkalarının toplamak için cihadı terk ettikleri şeyden daha hayırlıdır şeklindedir.

İbn Abbâs da: Münafıkların dünyada biriktirdiklerinden daha hayırlıdır, demiştir.

158

Eğer ölür veya öldürülürseniz muhakkak Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.

"Eğer ölürseniz": İkametinizde,

"veya öldürülürseniz” cihatta,

"Allah’ın huzurunda toplanacaksınız", bu da kıyametten korkutmadır. Haşr de: Sürerek toplamaktır.

159

Allah’tan bir rahmet iledir ki, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsa idin, etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için bağış dile ve iş hususunda onlara danış. Karar verdiğin zaman Allah’a güven. Şüphesiz Allah kendine güvenenleri sever.

"Fe-bima rahmetin minallahi linte lehüm":

Ferrâ’, İbn Kuteybe ve Zeccâc şöyle demişlerdir: Burada

"ma” zaittir, "febima nakdıhim misakahum” kavlinde olduğu gibi.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Burada manın gelmesi manayı tekit eder.

Şair Nabiğa şöyle demiştir:

Kişi uzun yaşamak ister,

Uzun yaşamaksa ona zarar verir (mayedurru).

Burada

"ma"yı zikrederek manayı tekit etmiştir.

Rahmetin kiminle ilgili olduğu hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgilidir.

İkincisi: Mü’minlerle ilgilidir.

Katâde şöyle demiştir: "Linte"nin manası uyumlu davrandın, güzel ahlakla muamele ettin ve sıkıntılarına çok katlandın, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Fazz: Kaba ve kötü huylu demektir. Fezazte tefizzu fezazeten ve fezazen denir, fazz, hayvanın işkembesindeki su ve dışkıdır, demiştir. Ona fazz denilmesi, meşrebinin kaba olmasındandır. Ğalizul kalb ise: Katı kalplidir, denilmiştir. Bu durumda fezaza ile ğılazın birlikte zikredilmesi aynı manaya ve tekit için olur.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Fazz: Sözde, ğalizul kalp de fiilde kullanılır.

"Lenfaddû": Ayrılırlar demektir. Fadadtü anilkitabı hatmehu, mektubun mührünü açtım, demektir, dağıtmak manasınadır.

"Onları bağışla": Günahlarından geç, Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dile, demektir.

"İş hususunda onlara danış": Bu da fikirlerini sor, ne düşündüklerini öğren, manasınadır. Bunun: "Şurtül asele’den (bal sağmaktan) geldiği söylenmiştir.

Şöyle bir beyt getirmişlerdir:

Onlar Allah’a yemin etti:

Siz sağdığımız baldan daha tatlısınız, dediler.

Zeccâc da şöyle demiştir: Şavertürrecüle müşavereten ve şevren denilir, bundan gelen meşure de isimdir (danışma). Bazıları da: Meşveret, der. Fülanün hesenussureti veşşureti, tipi ve giyimi hoştur, demektir. Şavertü fülanen ise: Fikrimi ve fikrini açıkladım, demektir.

Şürtüddabe de: Hayvanı denemek, yürüyüşünü öğrenmektir. Şurtül asele de: Petekten bal sağmaktır. Aselün muşar da: Sağılan baldır. Şair A’şa şöyle demiştir:

Sanki ağzında karanfil ile

Bal gecelemiştir (mis gibi kokuyor; ağzından bal akıyor).

El- Eryü, bal demektir (arı köküne dikkat. Mütercim).

Yüce Allah Nebisine görüşü mükemmel ve tedbiri tam olduğu halde ne için ashabı ile müşavere etmesini buyurduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir, bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Ondan sonrakilerin de sünnetine uyması içindir, bu da Hasen ile Süfyan b. Uyeyne’nin görüşüdür.

İkincisi: Kalplerini hoş etmek içindir, bu da Katâde, Rebi’, İbn İshak ve Mukâtil’in görüşleridir.

İmam Şâfiî radıyallahu anh de şöyle demiştir: Bu: Evlenirken bakire kıza danışılır 15 hadisine benzer, maksat gönlünü almaktır, yoksa istemese de babası onu zorlar. İbrahim aleyhisselam’ın oğlunu kurban ekmekle emrolunduğu zaman onunla müşavere etmesi de böyledir.

15 - Buhârî hariç, Sıhah-ı Sitte sahipleri rivayet etmişlerdir.

Üçüncüsü: Müşaverenin (danışmanın) bereketini öğretmektir, bu da Dahhâk’in görüşüdür. Danışmanın bir bereketi de başarılı olamadığı takdirde başarısızlığın sırf takdir-i İlâhi ile olduğunu anlamaktır. O zaman kendini kınamaz. Bir faydası da şudur: O bir şeye karar vermiştir, doğrunun başkasının görüşünde olduğu meydana çıkmıştır, o zaman tek başına çıkarının nerede olduğunu bilmekten aciz olduğunu anlar.

Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle demiştir:

Danışma doğru yolu bulmanın ta kendisidir. Kendi görüşü ile yetinen kendini riske atmıştır. Tedbir seni pişman olmaktan kurtarır.

Bir hekim de şöyle demiştir: Danışma kadar doğruyu ortaya koyan bir şey yoktur. Nimetleri de iyilik etmek kadar koruyan bir şey yoktur. Kibir kadar da nefret kazandıran bir şey yoktur.

Şunu bil ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı ile iştişare etme emri vahiy gelmeyen hususlardadır. Onları genel olarak zikretmişse de maksat fazilet sahibi ve tecrübeli kimselerdir.

Danışması emredildiği şeyde de iki görüş bildirilmiştir, bunları da Kadı Ebû Ya’lâ aktarmıştır:

Birincisi: O, özellikle dünya işidir.

İkincisi: Din ve dünya işidir, bu daha doğrudur.

İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs: Ve-şâvirhüm fi badıl emr (onlara bazı işlerde danış) şeklinde okumuşlardır.

"Fe-izâ azemte": Azm: kalbi bir şeye bağlayıp onu yapmaktır. Ebû Rezin, Ebû Miclez, Ebû’l - Âliyye, İkrime ve Cuhderi, tenin zammesiyle "feiza azemtü” okumuşlardır. Tevekkülün ise açıklaması yukarıda geçmiştir.

Kelâmın manası şöyledir: Bir şeyi yapmaya karar verdiğin zaman Allah’a tevekkül et, danışmaya değil.

160

Eğer Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Mü'minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.

"İn yensurkümü’llahü":

İbn Fâris şöyle demiştir: Nasr yardım etmek, hizlan da yardımı terk etmektir.

"Min-ba’dihi"deki zamirin hizlana râci olduğu söylenmiştir.

161

Bir peygamber için ganimete hiyanet etmek olmaz. Kim ganimete hiyanet ederse, ettiği hiyaneti kıyamet gününde getirir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak ödenir ve onlara haksızlık da edilmez.

"Bir peygamber için ganimete hiyanet etmek olmaz":

Âyetin iniş sebebi için yedi görüş vardır:

Birincisi: Bedir savaşında bir koyun sürüsü kayboldu, bazıları: Herhalde bunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem aldı, dediler, bunun üzerine bu âyet indi, bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Bir adam, Huneyn savaşında Hevazin ganimetlerinden çaldı, bunun üzerine bu âyet indi, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Eşraftan bir topluluk Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den kendilerine ganimetten özel şeyler vermesini istediler, bunun üzerine bu âyet indi.

Dördüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, öncüler gönderdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir koyun sürüsünü ganimet olarak aldı, öncülere pay ayırmadı, onlar da: Ganimet bölüşüldü, bize pay ayrılmadı, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Dahhâk demiştir.

Beşincisi: Bedir savaşında bir bölük ganimete hiyanet ettiler, bunun üzerine bu âyet indi, bunu da Katâde, demiştir.

Altıncısı: Bu, Uhut savaşında ganimet için yerlerini terk edenler hakkında indi, onlar: Korkarız Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: Kim bir şey alırsa kendinindir, demiş olsun, dediler; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onlara: "Size yerlerinizden ayrılmayın, demedim mi? Bizim ganimete'

"hiyanet edeceğimizden mi korktunuz?” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İbn Saib ile Mukâtil, demişlerdir.

Yedincisi: Bu vahye hiyanet hakkında inmiştir, bunu Kurazi ile İbn İshak, demişlerdir.

Bazı müfessirler de şöyle demişlerdir: Onlar Kur’ân’da dinlerini ve ilâhlarını kötüleyen şeyin geçmesinden hoşlanmazlardı, ondan bunun çıkarılmasını istediler, bunun üzerine bu âyet indi.

Kurralar

"yagulle” kelimesi üzerinde ihtilaf etmişlerdir:

İbn Kesir, Âsım ve Ebû Amr, yenin fethi ve gaynin zammı ile okumuşlardır, manası da hiyanet etmektir.

Hiyanet hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Çoğunluğun görüşüne göre mala hiyanet etmektir.

İkincisi: Kurazi ile İbn İshak’a göre vahye hiyanet etmektir.

Diğerleri de

“ye” nin zammı ve “gayn“ in fethi ile okumuşlardır, bunun da iki izahı vardır:

Birincisi: Mana, hiyanet edilmek olur, bunu Hasen ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: Yuhavvenü’dür, bunu da Ferrâ’ demiştir. Zeccâc da bunu câiz görmüş, İbn Kuteybe ise reddedip şöyle demiştir: Eğer yuhavvenu demek istese idi, yağlul, derdi; yefsuku, yahunu ve yefcürü gibi.

"Li-nebiyyin

"deki "lâm"ın da menkule (lâm-ı cuhud) olduğu söylenmiştir. Âyetin manası da: Bir peygamber hiyanet edecek değildir, olur. Şu âyette de öyledir:

"Makâne lillahi en yettihze minveledin” (Meryem: 36), yani Allah evlat edinecek değildir.

Bu âyet, sataşma (gönderme) türünün en latif örneklerindendir; çünkü peygamberlik ortamının hiyanetten beri olduğu sabit olmuştur; öyleyse hiyanet başkasındadır. Şu âyet de öyledir:

"Ve inna ev iyyaküm leala hüden ev fi dalalin mübin". (Sebe: 25) Süddi’den de bunun benzeri rivayet edilmiştir.

"Vemen yağlul ye’ti bima gaile yevmel kıyameti” (kim ganimete hiyanet ederse, kıyamet gününde onu getirir): Ğulul: Ganimetten bir şeyi gizlice almaktır. Ğilale de bundan gelir ki, alta giyilen iç çamaşırıdır. Galel ise ağaçların altından akan sudur. Ğill de: Kalpteki kindir.

Maddenin aslı gizlenmektir. Hiyanet ettiği şeyi getirmesinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Hiyanet ettiği şeyi taşıyarak getirir; Buhârî ile Müslim’in, Sahihlerinde Ebû Hureyre’den rivayet edilen hadis bunu göstermektedir, diyor ki: Bir gün Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem hutbe irat etmek üzere kalktı, ganimete hiyanetten bahsetti, onun ciddiyetini vurguladı, önemini gözler önüne serip şöyle dedi: Sakın birinizi kıyamet gününde omuzunda kükreyen bir deveyi taşırken görmeyeyim: Ya Resûlallah, bana yardım et, der, ben de: Sana bir şey yapamam, ben sana görevimi tebliğ ettim, derim. Sakın birinizi kıyamet gününde boynunda kişneyen bir atı taşırken görmeyeyim: Ya Resûlallah, bana yardım et, der. Ben de: Sana bir şey yapamam, ben sana tebliğ ettim, derim. Sakın birinizi kıyamet gününde omuzunda meleyen bir koyunu taşırken görmeyeyim: Ya Resûlallah, bana yardım et, der. Ben de: Sana bir şey yapamam, ben tebliğ ettim, derim. Sakın birinizi kıyamet gününde omuzunda bağıran bir can taşırken görmeyeyim: Ya Resûlallah, bana yardım et, der. Ben de: Sana bir şey edemem, ben tebliğ ettim, derim. Sakın birinizi kıyamet gününde omuzunda dalgalanan elbise taşırken görmeyeyim: Ya Resûlallah, bana yardım et, der. Ben de: Sana bir şey yapamam, ben görevimi tebliğ ettim, derim. 16

16 - Buhârî, Zekât, bab, 3; Müslim, îmare, hadis no, 24; Ebû Dâvud, İmare, bab, 12; Ahmed, Müsned, 2/426.

Hadiste geçen ruğa: Devenin kükremesidir. Süğa da: Koyunun melemesidir. Nefs (can) da: Eserlerden gizlice aşırdandır. Ruka ise: Elbisedir. Samit de maldır.

İkincisi: O, hiyanet ettiği şeyin günahını yüklenerek gelir.

Üçüncüsü: Hiyanet ettiği şeyin karşılığını iyiliklerinden öder. En doğrusu, sahih hadisten dolayı birinci görüştür.

"Sümme tüveffa küllü nefsin ma kesebet": Yani herkese kazandığının karşılığı eksiksiz verilir.

162

Allah’ın rızasına tâbi olan (gözeten); Allah’ın gazabına uğrayan gibi midir? Onun yeri cehennemdir. Orası ne kötü varılacak yerdir!

"Allah’ın rızasına tabi olan":

Bu âyetin manasında iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Bunun manası: Allah’ın rızasını gözetip de hiyanet etmeyen, "kemen bae bisahatin minallah” (hiyanet ettiği zaman Allah’ın gazabına çarpılan gibi midir?) Bu; Said b. Cübeyr, Dahhâk ve cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Uhut savaşında mü’minlere kendisine tabi olmalarını emredince, mü’minler ona tabi oldular, münafıklardan bir grup ise geri çekildiler. Allahü teâlâ ona tabi olanlarla olmayanların hallerini ona haber verdi. Bu Zeccâc’ın görüşüdür.

163

Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah, yaptıkları şeyi hakkıyle bilmektedir.

"Hüm derecatün":

Zeccâc: Bunun manası: Onlar derece sahipleridir, demiştir.

Derecelerin manası hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar cennet dereceleridir, bunu Hasen, demiştir.

İkincisi: Onların faziletleridir ki, bazıları bazılarından daha faziletlidirler, bunu da Ferrâ’ ile İbn Kuteybe, demiştir.

Bu kelâmdan kimlerin kastedildiği hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar; Allah'ın rızasını gözetenlerle Allah’ın gazabına uğrayanlardır; Allah’ın rızasını gözeten için sevap, gazabına uğrayan için de azap vardır. Bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: Onlar yalnız Allah’ın rızasını gözetenlerdir; çünkü onların dereceleri farklıdır. Bu da Said b. Cübeyr, Ebû Salih ve Mukâtil’in görüşüdür.

164

Allah onlara içlerinden bir Peygamber göndermekle mü minlere elbette ıhsan etmiştir. O Peygamber onlara Allah’ın âyetlerini okur, onları temizler ve onlara kitabı vehikmeti öğretir. Gerçi onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

"Lekad mennallahu alelmü'mine": Allah mü’minlere ihsan etti.

Enfusihim : Kendi cemaatlerinden; kendi soylarından da denilmiştir. Dahhâk ile Ebû'l - Cevza, fenin fethası ile

"enfesihim” okumuşlardır.

Kendi içlerinden birini onlara göndermekle ihsan etmesinde de dört görüş vardır:

Birincisi: İçlerinde soyu çok iyi bilindiği için, bunu İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Onun durumunu deneyip doğruluğunu bildikleri için, bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: Dili dillerinden olduğu için ondan öğrenmeleri kolay olması için, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

Dördüncüsü: Çünkü onlardan bir peygamber çıkmakla şerefleri tamamlanmış olur, bunu da Maverdi, demiştir.

Bu âyet özel midir, yoksa genel midir? Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O Araplara özeldir, Hazret-i Âişe ile cumhûr’dan rivayet edilmiştir.

İkincisi: O diğer mü'minlere de şamildir, o zaman mana şöyle olur: O melek de değildir, insan cinsi dışından da değildir. Bu da Zeccâc’ın tercihidir. Âyetin kalan kısmı ise Bakara’da şerhedilmiştir.

165

Demek onlara iki kat getirdiğimiz bir musibet başınıza geldiği için mi:

"Bu nereden?” dediniz. De ki:

"Bu, kendi katınızdandır". Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

"Demek başınıza bir musibet geldiği için mi?": Ömer b. Hattab radıyallahu anh şöyle demiştir: Uhut savaşı başlayınca mü’minler Bedir’de fidye aldıkları için cezalandırıldılar; onlardan yetmiş kişi öldürüldü, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı kaçtı, dişi kırıldı, başındaki miğfer ezildi, yüzüne kan aktı. Bunun üzerine bu âyet indi.

"Evelemma":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu vav atıf içindir, üzerine istifham hemzesi gelmiştir. O gelmeden önceki hali üzere fethali olarak kalmıştır. Meselâ biri: Fülanün yetekellemü bikeza ve keza (filanca şöyle şeyle koşuyor) dese, ona cevap veren: Evehüve yekulu keza (demek o öyle diyor ha!) der. Musibet ise Uhut savaşında başlarına gelen şeydir; Bedir savaşında müşriklere onun iki katım etmişlerdi; çünkü onlardan (Müslümanlardan) yetmiş kişi öldürülmüştü. Onlarsa Bedir’de yetmiş kişi öldürdüler, yetmiş kişi de esir aldılar. Bu; İbn Abbâs, Dahhâk, Katâde ve bir grubun görüşüdür. Ancak

Zeccâc şöyle demiştir: Uhut’ta o kadar isabet ettiniz, Bedir’de o kadar. O, iki misli, iki savaşta kabul etmiştir.

"Bu nereden?":

İbn Abbâs:

"Biz Müslüman olduğumuz halde bu başımıza nereden geldi?” demiştir.

"De ki: O kendinizdendir": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Manası: Bedir’de fidye aldığınız için, bunu da Ömer b. Hattab, demiştir.

Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh de şöyle demiştir: Cebrâil, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi: Allah kavminin fidye almasından hoşlanmadı, sana onları esirlerin boyunlarını vurmaları ile fidye alıp kendilerinden de o kadar öldürülmeleri arasında serbest bıraktı, dedi. O da bunu insanlara bildirdi, onlar da: Onlar bizim aşiretlerimiz ve kardeşlerimizdir, onlardan fidye alırız, onların sayısınca şehit veririz, dediler. Bunun üzerine Uhut savaşında Bedir esirleri kadar insan öldürüldü. Buna göre mana şöyle olur: De ki: O fidye almanız ve kendiniz için öldürülmeyi tercih etmeniz dolayısıyladır.

İkincisi: O, Uhut savaşında okçuların isyan etmeleri ve Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrini dinlememeleri sebebiyle olmuştur. Bunu da İbn Abbâs, Mukâtil ve diğerleri, demiştir.

Üçüncüsü: Bu Uhut savaşında Medine’den çıkmada Resûlüllah’a muhalefet etmeleri nedeniyledir; çünkü onlara şehirde kalıp savunma yapmalarını emretti; onlarsa: Hayır, biz çıkacağız, demişlerdi. Bunu da Katâde ile Rebi’, demişlerdir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Şüphesiz Allah zafere de hezimete de kadirdir.

166

İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen şey, Allah’ın izniyledir ve mü’minleri ayırt etmesi içindir.

"İki ordunun karşılaştıkları gün başınıza gelen": İki ordu; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabı ve Ebû Süfyan ile adamlarıdır. Bu da Uhut’ta idi. Başlarına gelen şey de yukarıda geçmiştir.

"Allah’ın izni iledir": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: İzni O’nun emridir.

İkincisi: O'nun takdiridir, bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O’nun ilmidir, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Mü’minleri ayırt etmesi içindir": Mü’minlerin başlarına gelen şeye sebat ederek imanlarının görünmesi, münafıkların da bozularak ve sabırsızlık ederek münafıklıklarının açığa çıkması içindir.

167

Bir de münafıkları ayırt etmesi içindir. Onlara: Gelin, Allah yolunda savaşın yahut kendinizi savunun” denildi de:

"Eğer biz savaşmayı bilseydik mutlaka size tabi olurduk” dediler. Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındırlar. Ağızları ile, kalplerinde olmayanı söylüyorlar. Allah onların gizlediklerini pekiyi bilmektedir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Nifak, tarla sıçanının nafikasından alınmıştır ki, deliklerinden biridir; biri tıkanırsa ötekisinden çıkar. Ziyadi, Esmaî’den şöyle dediğini nakletmiştir: Tarla sıçanının dört deliği vardır: Nâfika: Genellikle bundan girer ve bundan çıkar. Kasıa: Buna böyle denilmesi, deliğin toprağını çıkarıp bir kısmı ile deliğin ağzını tıkamasındandır. Buradan hareketle: Curhu fülanin kad kasaa biddem, derler ki: Yara kanla doldu, akmadı, demektir. Damaa: Buna da böyle denilmesi, toprağı deliğin ağzından çıkarıp sonra deliği sıvar gibi örtmesidir. Buradan hareketle de: Üdmüm kıdreke bişahm derler ki, tencereye içyağı sür, demektir. Rahite ise, hangi kökten geldiğini bildirmemiştir. Sıçanın bu kadar çok delik açmasının sebebi, biri tıkandığı takdirde diğerinden çıkması içindir.

Ebû Zeyd şöyle demiştir: Münafık da buna benzetildi; çünkü o, dili ile İslâm’a girer, inancı ile ondan çıkar, tıpkı tarla sıçanının bir delikten girip ötekinden çıkması gibi.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Nifak, İslâm orijinli bir kelimedir, Araplar İslâm’dan önce bunu bilmezlerdi.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Münafıklık edenlerden maksat Abdullah b. Übey ile adamlarıdır. Mûsa b. Ukbe de şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Uhut savaşında Müslümanlarla çıktı, b. nefer idiler, müşriklerse üç b. kişi idiler. İbn Übey üç yüz adamıyla geri döndü.

Âyette geçen savaştan murat, savaşa katılmadır.

Müdâfa’adan murat edilen şey hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Sayıyı çoğaltmaktır, bunu da Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Hasen, İkrime, Dahhâk, Süddi, İbn Cüreyc ve diğerleri bu görüştedir.

İkincisi: Bunun manası: Kendinizi ve harim-i ismetinizi (namusunuzu) savunun, demektir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mukâtil de bu görüştedir.

Üçüncüsü: O da savaş manasınadır, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

"Eğer savaş bilseydik": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Bugün savaş olacağını bilseydik, size teslim olmazdık, demektir. Bunu İbn İshak, demiştir.

İkincisi: Eğer iyi savaşmayı bilseydik, arkanıza düşerdik.

Üçüncüsü: Bunun manası: Orada öldürülme var, savaşma yoktur, demektir. Bu iki manayı Maverdi, demiştir.

"Hüm lil-küfri": İlel küfri demektir (lâm ilâ manasınadır). Akrabu minhüm liliman: Yani ilel iman demektir (yine lâm ilâ manasınadır). Neden

"o gün” denilmiştir; çünkü daha önce böyle bir durum göstermemişlerdi. Daha önceki halleri imana daha yakın idi.

"Kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar":

Bunda da iki vecih vardır; bunları da Maverdi, demiştir:

Birincisi: İmanı dilleriyle telaffuz ediyorlar, kalplerinde ise küfrden başka bir şey yoktur.

İkincisi: Bizler yardımcılarız diyorlar, aslında onlar düşmandırlar.

Gizledikleri şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: O münafıklıktır.

İkincisi: Düşmanlıktır.

168

Evlerinde oturup da kardeşleri içim

"Eğer bize itâat etselerdi öldürülmezlerdi” diyenler var ya, onlara:

"Eğer doğru adamlarsanız ölümü kendinizden geri çevirin” de.

"Kardeşlerine dediler":

İbn Abbâs: Abdullah b. Übey hakkında indi, demiştir. Kardeşleri hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar münafıklık kardeşleridir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Soy kardeşleridir, bunu da Mukâtil, demiştir. Birinciye göre mana şöyle olur: Münafık kardeşlerine: Eğer bizi dinleselerdi Muhammed ile öldürülmezlerdi. İkinciyi göre de mana: Onlar Uhut’ta şehit düşen kardeşleri için: Eğer bizi dinleselerdi, öldürülmezlerdi, dediler, olur.

"Oturdular": Yani oturup cihada gitmediler.

"Fedreu": Def edin, savun",

"kendinizden ölümü, eğer doğru kimseler iseniz": Tedbir takdiri önler sözünüzde.

169

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler. Rablerinin katında rızıklanırlar.

"Vela tahsebenne’llezîne kutilû fi sebilillahi emvâta": İbn Âmir, şedde ile "kuttilu” okumuştur.

Kimler hakkında indiğinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, Uhut şehitleri hakkında inmiştir. İbn Abbâs, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Kardeşleriniz Uhut'ta şehit düşünce, Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içlerine koydu. Cennet ırmaklarından içiyor, meyvelerinden yiyor ve Arş’in gölgesinde asılı kandillerde barınıyor. Yedikleri, içtikleri ve barındıkları yerin güzelliğini görünce:

"Keşke kardeşlerimiz Allahü teâlâ’nın bizlere ne yaptığını bilselerdi de cihada katılmaktan çekinmeselerdi, düşmandan yüz çevirmeselerdi", dediler. Allahü teâlâ da: Ben sizin haberinizi onlara ulaştırırım, dedi ve bu âyeti indirdi. 17 Bu Said b. Cübeyr ile Ebu’d-duha’nın görüşleridir.

17 - Hakim, Müstedrek, 2/297. Hakim: Müslim'in şartına göre sahihtir, demiş; Zehebi de ona katılmıştır.

İkincisi: O Allah’ın ikramına nail olan ve: Rabbimiz, halimizi kardeşlerimize bildir, diyen Bedir şehitleri hakkında inmiştir. Bu ve bundan sonraki âyet bunun üzerine indi. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mukâtil de aynı görüştedir.

Üçüncüsü: Bi’r-i Maune şehitleri hakkında inmiştir, İbn İshak, şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanların seçkinlerinden yetmiş kişiyi Necit halkına gönderdi. Maune kuyusunun başına gelince, Haram b. Milhan, Amir b. Tufeyl’e Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in mektubunu verdi. Amir ona bakmadı, duvarın arkasından bir adam çıktı, Haram'ın böğrüne bir mızrak sapladı, öbür tarafından çıktı; o da darbeyi yiyince: Allahtı ekber, Ka’be’nin Rabbine yemin ederim ki, ben kazandım, dedi. Biri hariç bütün arkadaşları da öldürüldü. Enes b. Malik şöyle demiştir: Allahü teâlâ onların hakkında: "Rabbimize kavuştuğumuzu; bizden razı, bizim de ondan razı olduğumuzu kavmimize ulaştırın” âyetini indirdi. Sonra da bu âyet kaldırıldı, yerine:

"Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın” âyeti indi.18

18 - İmam Ahmed, Müsned, 3/137, 210, 289.

Kimler hakkında indiği hususundaki ihtilaf budur, sebeb-i nüzulü için de üç görüş beyan ederek ihtilaf ettiler:

Birincisi: Şehitler şehit düştükten sonra Allah’tan kardeşlerine yerlerini bildirmesini istediler, bunu da İbn Abbâs’tan aktarmış bulunuyoruz.

İkincisi: Bir adam: Şehit düşen kardeşlerimizin ne ile karşılaştıklarını keşke bilseydik, dedi; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Şehitlerin sahipleri bir nimete veya bir sevince kavuştukları zaman hasret çekip; bizler nimet ve neşe içindeyiz; babalarımız, oğullarımız ve kardeşlerimiz ise mezarlardadır, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Ali b. Ahmed en - Neysaburi, demiştir.

Tefsire gelince: Âyetin manası şöyledir: Onları Allah yolunda öldürülmeyen (sıradan) ölüler gibi zannetme. Bu manayı Bakara’da açıkladık ve: Ruhlarının kuşların kursaklarında olduklarının, cennet meyvelerinden yediklerinin, cennet ırmaklarından İçtiklerinin manasını da zikretmiştik.

Mücâhid de: Onlar cennet meyvelerinden rızıklanırlar, demiştir.

170

Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdiklerine sevinir ve henüz arkalarından kendilerine katılmayan kimselerle de, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir diye de sevinirler.

Ferihin : Ferah: Sevinçtir, Allah’ın onlara verdiği ise nail oldukları ikram ve rızkıdır. İstibşar: Müjde ile sevinmektir.

"Arkalarından kendilerine katılmayanlar” da:

Müslüman kardeşleridir. Onlarla sevinmeleri hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ şehitlerin ikramını haber verince, şehitlere de, ben Nebinize âyet indirdim ve ona durumunuzu bildirdim, dedi; onlar da buna sevindiler ve kardeşlerinin de ısrarla şehitlik isteyeceklerini öğrendiler. Bunu Said b. Cübeyr, demiştir.

İkincisi: Onlar için şehitlik umdukları kardeşleri ile sevinir: Eğer öldürülürlerse onlar da bizim nail olduğumuz lütfe nail olurlar, derler.

Üçüncüsü: Şehide, içinde yakında kendisine gelecek olan kardeşleri ve aile fertlerinin isimleri bulunan bir yazı verilir; içinde falanca zamanda sana şunlar şunlar gelecektir, yazılır; o da onların gelmesiyle sevinir, tıpkı kayıplarını bekleyenlerin adamlarının gelmesiyle sevindikleri gibi. Bu da Süddi’nin görüşüdür.

"En lâ havfün aleyhim"deki hüm zamiri henüz kendilerine katılmayanlara râcîdir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Onlara korku ve keder olmadığına sevinirler.

Korku ve kederin hangi hususlarda ortadan kalktığında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara geride bıraktıkları zürriyetleri hususunda korku yoktur, geride bıraktıkları malları için de üzülmezler.

İkincisi: Onlara yeni kavuştukları şeyler için korku yoktur, ahiretle sevindikleri için de dünyadan ayrıldıklarına üzülmezler.

171

Ve Allah'ın nimet ve lütfü ile de sevinirler. Şüphesiz Allah mü’minlerin ecrini (mükafatım) zayi etmez.

"Allah’ın nimet ve lütfü ile sevinirler":

Mukâtil: Rahmet ve rızk ile demiştir.

Ve-ennallahe: Cumhûr feth ile

"Allah’ın mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğine sevinirler” demiştir.

Kisâi de yeni cümle başı olarak kesr ile (inne) okumuştur.

172

Bunlar ki, kendilerine yara geldikten (isabet aldıktan) sonra Allah’a ve Peygamber’e icabet ederler (çağrısına uyarlar). İçlerinden iyilik eden ve fenalıklardan sakınanlar için pek büyük bir mükafat vardır.

"Bunlar Allah’a ve Peygamber’e icabet ederler":

İniş sebebi için iki görüş vardır:

Birincisi: Müşrikler Uhut’tan çekilince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashabını onları takip etmeye çağırdı, sonra da çağırdıkları ile beraber arkalarından çıktı. Ebû Süfyan, bir toplulukla karşılaştı: Eğer Muhammed’e rastlarsanız, bizim çok kalabalık olduğumuzu haber verin, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onlarla karşılaştı, onlar da: Biz Ebû Süfyan’lâ kalabalık bir grup içinde karşılaştık, sizin ise az olduğunuzu görüyoruz, dediler. O da onları takip etmekten vaz geçmedi. Ebû Süfyan önden gitti, Mekke’ye girdi. Âyet bunun üzerine indi. Bu da İbn Abbâs ile cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Ebû Süfyan Uhut’tan dönmek isteyince: Ya Muhammed, tekrar Bedir mevsiminde buluşalım, dedi. Ertesi sene olunca Ebû Süfyan çıktı, sonra Allah onun kalbine korku saldı, dönmeyi uygun buldu. Yolda Nuaym b. Mes’ud ile karşılaştı: Ben Muhammed’le Küçük Bedir mevsiminde buluşmayı kararlaştırmıştım, bu yıl ise kıtlıktır, bizim için uygun değildir, onları bizden çevir ve bizim büyük bir kalabalık olduğumuzu bildir, dedi. Nuaym de onlarla karşılaştı, onları korkuttu, onlar da: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ashabı ile çıktı, Bedir’de ikamet edip Ebû Süfyan’ı beklediler. Bunun üzerine:

"Allah’a ve Peygamber’e icabet edenler” âyeti indi. Bu mana Mücâhid ile İkrime’den nakledilmiştir. Isticabe: İcabet (cevap verme) manasınadır. Şu beyti delil olarak getirmişlerdir:

O zaman ona kimse cevap vermedi (felem yestecibhu).

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in çıkması ve ashabım çağırması hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Arkalarına düşmekle düşmanı korkutmak için.

İkincisi: Ebû Süfyan’lâ randevulaştığı için.

Üçüncüsü: Çünkü onların: Müslümanların gücünü kırdınız, sonra da onları bıraktınız, (geri dönün, köklerini kazıyın) dediklerini işitmişti. Karh (yara) hakkında ise açıklama yukarıda geçmiştir.

"İçlerinden iyilik edenler için": Yani Peygambere itâat etmekle iyilik edenler ve ona muhalefetten çekinenler için büyük bir mükafat vardır.

173

Onlar o kimselerdir ki, halk onlara: "Şüphesiz insanlar size asker topladılar; onlardan korkun” dediği zaman, onların imanlarını artırdı;

"bize Allah yeter; O, ne güzel vekildir!” dediler.

"Onlar o kimselerdir ki, halk onlara dedi":

Halktan kimlerin kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Ebû Süfyan'ın karşılaştığı kafiledir; Peygamberi ve ashabını korkutmaları için onlardan söz aldı. Bunu İbn Abbâs ile İbn İshak, demişlerdir.

İkincisi: O, Nuaym b. Mes’ud el - Eşcai'dir, bunu da Mücâhid, İkrime, Mukâtil ve diğerleri demişlerdir.

Üçüncüsü: Onlar münafıklardır, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hazırlık yaptığını görünce, Müslümanları cihada çıkmaktan men ettiler ve: Eğer onları yurtlarında bastırırsanız içinizden kimse geri dönmez, dediler. Bu da Süddi'nin görüşüdür.

"Şüphesiz insanlar sizin için asker topladılar": Ebû Süfyan ile adamlarını kastetmiştir.

"Bu da onların imanlarını artırdı":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu korku onların dinlerindeki sebatlarını ve Peygamberlerine yardım üzerinde durmalarını artırdı.

"Allah bize yeter, dediler": O bizim işimizi görür, dediler. Vekil’e gelince:

Ferrâ’: Vekil insanın her şeyine yeten kimsedir, demiştir. İbn Kasım da bunu tercih etmiştir,

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: O kefil, demektir. İnsanın malındaki vekil malını üstlenen ve onun bakımını yapan kimsedir.

Hattâbî de: Vekil: Kulların rızklarını ve menfaatlerini tekeffül eden Allah’tır. Aslın da o, kendisine havale edilen durumu üstlenen kimsedir.

İbn Enbari de bir kavmin: Vekil, Rab’tir, dediklerini hikaye etmiştir.

174

Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah’ın nimeti ve lütfü ile döndüler. Allah’ın rızasına tabi oldular. Allah büyük lütuf sahibidir.

"Fenkalebû bi-nimetin mine’llâhi": İnkılâb: Dönüştür.

Nimet üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, mükafattır, bunu Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Afiyettir, bunu da Süddi, demiştir.

Üçüncüsü: İman ve zaferdir, bunu da Zeccâc, demiştir.

Lütuf (fadl) hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Ticarettir, bunu Mücâhid ile Süddi, demişlerdir. Bu da onların Ebû Süfyan’a verilen söz üzerine çıkmaları kavline göredir: Zührî şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Bedir’de Ebû Süfyan’lâ karşılaşmak için Müslümanları seferberliğe çağırınca, ticaret eşyaları ile çıktılar ve: Eğer Ebû Süfyan’lâ karşılaşırsak zaten onun için çıkmışızdır; eğer onunla karşılaşmazsak eşyalanmızı satarız, dediler. Bedir’de her sene ticaret fuarı kurulurdu. Onlar gidip ihtiyaçlarını gördüler; Ebû Süfyan ise randevusuna gelmedi.

İkincisi: Onlar Safra bölgesinde bir askeri birlik ile karşılaştılar, ondan rızklandılar, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: O, sevaptır, bunu da Maverdi, demiştir.

"Onlara hiçbir kötülük dokunmadı":

İbn Abbâs: Onları kimse rahatsız etmedi, demiştir.

"Allah’ın rızasına tabi oldular": Ebû Süfyan’ın birliğini aramada.

"Allah lütuf sahibidir": Müşrikleri mü’minlerden def etmekle ikram sahibidir.

175

(Size bu haberi getiren) sadece kendi dostlarını korkutan şeytandır. Binaehnaleyh onlardan korkmayın; eğer mü'minler idiyseniz yalnız benden korkun.

"Size bu haberi getiren sadece şeytandır":

Zeccâc: Bunun manası: O korkutma şeytanın işi idi, onu korkutulanlara süslü göstermişti.

"Dostlarını korkutur": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: Sizi dostları ile korkutur, demektir, bunu da Ferrâ’, demiştir. Delil olarak da:

"Liyünzire be’sen şediden"i (Kehf: 4) göstermiştir ki: Bibe'sin demektir. Şu da öyledir:

"Liünzire yevmettelak” (Gâfir: 15), yani biyevmittelak demektir.

Zeccâc: Bunun manası: Sizi dostlarından korkutur, demektir, demiş; delil olarak da:

"Fela tahafuhum ve hafuni” âyetini göstermiştir. Bu; İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, İkrime, İbrahim ve İbn Kuteybe’nin görüşleridir.

İbn Enbari delil olarak şu beyti getirmiştir:

Erbed’in malı hisselerle taksim ediliyor

Dedikleri gün ayrılığın kesin olduğunu anladım.

Burada Eykantü bitteferruki, demek istemiştir. Be edatı düşürülünce fiil maba’dinde amel edip onu nasbetmiştir. O şöyle demiştir: Bizim bu âyette tercih ettiğimiz

Mana şöyledir: Yuhavvifüküm evliyaeh (sizi dostlarından korkutur). Araplar: A’taytülemvale (mal verdim) derler, topluma mal verdim, demek isterler. Toplumu atıp ikinci mef’ûl ile yetinirler. Bu, delilsiz yere ve zaruret de yokken be (edatı) iddia etmekten doğruya daha yakındır.

İkincisi: Bunun manası şöyledir: O münafık dostlarını korkutur ki, müşriklerle savaşmaya çıkmasınlar. Bunu da Hasen, Süddi, demiş ve Zeccâc da bunu zikretmiştir.

"Onlardan korkmayın": Yani şeytanın dostlarından,

"benden korkun": Emrimi dinlememekten.

"İn” edatı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O

"iz” manasınadır, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O şart edatıdır, bu da Zeccâc ile diğerlerinin görüşüdür.

176

Küfre koşuşanlar seni üzmesin. Çünkü onlar sana hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah onlara ahirette hiçbir hisse vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.

"Ve-lâ yahzünkellezine yusariune filküfri":

Nâfi; Kur’ân’ın her yerinde

"yuhzinke", li-yuhzineni” ve "li-yuhzin” okumuştur. Ancak Enbiya suresindeki

"layahzunuhumul fezau” hariçtir ki, (Enbiya: 103) onu yenin fethası ve zenin zammesi ile okumuştur. Diğerleri de Kur’ân'nın her yerinde yenin fethası ve zenin zammesi ile okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Nâfi Enbiya suresinde bir eser (nakil) görmüşe benziyor, yahut iki ihtimali de kullanmak istemiştir.

Küfre koşanlar hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar münafıklarla Yahudilerin başlarıdır, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Onlar münafıklardır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Kureyş kâfirleridir, bunu da Dahhâk, demiştir.

Dördüncüsü: İslâm dininden dönenlerdir, bunu da Maverdi, demiştir.

Küfre koşmalarının manası: Kâfirlere arka çıkıp onlara yardım etmeleridir de denilmiştir: Eğer: "Küfre koşmaları onu nasıl üzmez?” denilirse, buna şöyle cevap verilir: Onların yaptıkları seni üzmesin, çünkü sen onlara galip geleceksin.

"Şüphesiz onlar sana hiçbir şeyle zarar veremezler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Küfürleriyle Allah’ın hiçbir şeyini eksiltemezler, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Allah’ın dostlarına hiçbir şekilde zarar veremezler, bunu da Atâ’ demiştir.

İbn Abbâs: Haz: Nasiptir. Ahiret de: Cennettir, demiştir.

"Onlar için büyük bir azap vardır": Cehennem ateşinde.

177

Küfrü imanla satın alanlar Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.

"Küfrü imanla satın alanlar":

Mücâhid: Bunlar münafıklardır, iman ettiler, sonra da kâfir oldular, demiştir. Satın almanın manası Bakara suresinde geçmiştir.

178

Kâfirler kendilerine süre vermemizi kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara ancak günahlarını artırmaları için süre veriyoruz. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.

"Kâfirler kendilerine süre vermemizi kendileri için hayırlı sanmasınlar":

Âyetin kimler hakkında indiğinde dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir.

Birincisi: Yahudiler, Hıristiyanlar ve münafıklar hakkında inmiştir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kurayza ve Nadiyr Yahudileri hakkında inmiştir, bunu da Atâ’, demiştir.

Üçüncüsü: Mekke müşrikleri hakkında inmiştir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Dördüncüsü: Bütün kâfirler hakkında inmiştir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

İbn Kesir, Ebû Amr ve Nâfi şuralarda ye ile, sini de meksur olarak okumuşlardır:

"Vela yahsibennellezine keferu” (Al-i İmran: 178);

"vela yahsibennellezine yebhalune” (Al-i İmran: 180);

"vela yahsibenellezine yefrahune". (Al-i İmran: 188) İbn Âmir de onlara katılmıştır, ancak o, sini meftuh okumuştur. Hamze de onları te ile okumuştur. Âsım ile Kisâi de bu suredekileri te ile okumuşlar, ancak şu ikisi hariç:

"Vela yahsibennellezine keferu";

"vela yahsibennellezine yebhalune". Bu ikisini ye ile okumuşlardır. Ancak Âsım sini meftuh, Kisâi de meksur okumuşlardır.

"Vela tahsebennellezine kutilu

"yu te ile okumada ihtilaf etmemişlerdir.

"Nümli lehüm": Ömürlerini uzatıyoruz, demektir. "Vehcünri meliyya” da böyledir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Nümli, melve’den türemiştir ki, süre, demektir. Melvetün mineddehri, melveten, mülveten, melaveten, milaveten ve mülaveten denir ki, hepsi aynı manayadır. İlbes cediden ve temelle habiben sözü de buradan gelir ki: Yeni giy, dostu eskit, demektir.

Mütemmim b. Nüveyere de şöyle demiştir: Yeni ve eski mallarımı vererek ömrünü uzatmak isterdim (temelleytü).

179

Allah murdarı temizden ayırmcaya kadar mü’minleri sizin olduğunuz şu halde bırakacak değildir. Allah gaybi size bildirecek de değildir. Fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçer. Artık siz de Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve sakınırsanız sizin için biiyülç bir mükafat vardır.

"Allah murdarı temizden ayırıncaya kadar mü’minleri bırakacak değildir":

İniş sebebi için beş görüş vardır:

Birincisi: Kureyş şöyle dedi: Ya Muhammed, sen sana tabi olanın cennette, sana muhalefet edenin de cehennemde olacağını iddia ediyorsun. Bize haber ver; sana kim iman eder ve kim iman etmez, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu, İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: Mü'minler kendilerine mü’minle münafığı ayıracak bir işaret verilmesini istediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bu da Ebû’l - Âliyye’nin görüşüdür.

Üçüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: Ümmetim bana arz olundu, bana iman edenle beni inkâr eden bildirildi, dedi. Bu da münafıklara ulaştı; alay ettiler ve: Biz onunla beraberiz, bizi tanımıyor, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi.

Dördüncüsü: Yahudiler:

"Ya Muhammed, siz bizim dinimizden razı idiniz, kitabınız inmeden önce ölenleriniz nasıl olacak?” dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bu da Ğafre’nin azatlısı Ömer’in görüşüdür.

Beşincisi: Münafıklardan bir grup onlar da imanlarında mü’minler gibi olduklarını iddia ettiler; Allah da Uhut savaşında nifaklarını meydana çıkardı ve bu âyeti indirdi. Bu da Ebû Süleyman Dımeşki’nin görüşüdür.

Bu âyetle muhatap olanlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar kâfirlerle münafıklardır, bu İbn Abbâs ile Dahhâk’ın görüşüdür.

İkincisi: Onlar mü’minlerdir; buna göre mana şöyle olur: Allah mü’minle münafığı ayırmcaya kadar sizi o halde bırakacak değildir. Sa’lebî: Mana ehlinin çoğunun görüşü budur, demiştir.

"Hatta yemizel habise minettayyibi":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, yenin fethası ile şeddesiz olarak:

"Hatta yemize” ve "liyemizallahül habise” okumuşlardır.

Hamze, Kisâi, Halef ve Ya’kûb da, şedde ile

"yümeyyize” okumuşlardır. Enfal: 37: "Liyümeyyizallahül habise” âyeti de böyledir.

Ebû Ali şöyle demiştir: Lügatte miztü ve meyyeztü ikisi de vardır.

İbn Kuteybe: Yümeyyizü: Ayırır demektir.

Tayyib ise: Mü’mindir.

Habis hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, münafıktır, bunu Mücâhid ile İbn Cüreyc, demişlerdir.

İkincisi: Kâfirdir, bunu da Katâde ile Süddi, demişlerdir.

Ayrımın ne ile yapıldığı hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O hicret ile savaştır, bunu Katâde, demiştir. Bu: Habis kâfirdir, diyenlere göredir.

İkincisi: O cihattır, bu da: Münafıktır diyenlere göredir.

Mücâhid şöyle demiştir: Allah Uhut savaşının cereyan ettiği günde mü’minlerle münafıkları birbirinden ayırdı: Öyle ki, onlar münafıklık gösterip geri kaldılar.

Üçüncüsü: O bütün farzlar ve sorumluluklardır, zira mü’min dili ile ikrar etmekle durumu kapalıdır; teklifler gelince durumu açığa çıkar. Bu İbn Keysan’ın görüşüdür.

"Allah gaybi size bildirecek değildir":

Bununla muhatap olanlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Kureyş kâfirleridir. Manası da şöyledir: Allah size mü’minle kâfiri ayıracak değildir. Çünkü onlar bunu istemiş ve: îman edenle etmeyeni bize haber ver, demişlerdi. Bu da İbn Abbâs'ın görüşüdür.

İkincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’dir, manası da: Allah gaybi Muhammed’e bildirecek değildir. Bunu da Süddi, demiştir.

"Yectebi": Seçer, beğenir, demektir. Zeccâc ve diğerleri şöyle demişlerdir: Birinci görüşe göre Kelâmın manası şöyledir: Allah gaybi hiç kimseye bildirmez, ancak peygamberler müstesnadır, onları seçmiştir. İkinci görüşe göre de şöyledir: Allah gaybi hiç kimseye bildirmez, ancak dilediğini seçer; onu da dilediği şeye muttali kılar.

180

Allah'ın kendilerine lütf-ü kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilakis onlar için şerdir. O cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

"Allah’ın kendilerine verdikleri şeyde cimrilik edenler":

Kimlerin hakkında indiğinde iki görüşle ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O mallarının zekatını vermekten cimrilik edenler hakkında inmiştir. Bu İbn Mes’ûd, Ebû Hureyre, Ebû Salih rivâyetinde İbn Abbâs, Şa’bî, Mücâhid ve diğerlerinin rivâyetinde Süddi'nin görüşleridir.

İkincisi: O Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatım ve peygamberliğini gizleyen hahamlar hakkında inmiştir. Bunu da Atıyye İbn Abbâs’tan, İbn Cüreyc de Mücâhid’ten rivayet etmiş, Zeccâc da beğenmiştir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Kelâmın manası şöyledir: Cimrilik edenler cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Burada "cimrilik edenler” zikredilmiş, o yüzden cimriliği zikre gerek duyulmamıştır. Meselâ: Kadime fülanün fesürirtü bihi, yani filan geldi, buna sevindim, denir ki, gelmesine sevindim, demektir. Şair de şöyle demiştir:

Ahmak biri bir şeyden men edildiği zaman, ona koşar

Ve muhalefet eder, beyinsiz muhalefete meyyaldir.

Beyinsizliğe koşar, demektir. Zekatta cimrilik diyenlere göre Allah’ın onlara verdiği maldır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatıdır diyenlere göre de ilimdir.

"O” cimriliğe işarettir, zikri geçmemiştir, ancak

"cimrilik ederler” kavli onu göstermektedir.

Boyunlarına dolanması hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: O yılan gibi yapılır insanın boynuna dolandırılır. İbn Mes’ûd, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kim malının zekatını vermezse, kıyamet gününde kel bir yılana dönüşür, ondan kaçar, sonunda boynuna dolanır. Sonra Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Kıyamet gününde boyunlarına dolanır” âyetini okumuştur. 19

19 - İbn Mâce, Sünen, hadis no, 1784.

Bu İbn Mes’ûd ile Mukâtil’in görüşüdür.

İkincisi: O ateşten tok yapılıp boynuna dolanır. Bunu Mansur, Mücâhid ile İbrahim'den rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Boyunlarına dolanmasının manası: Onu getirmekle sorumlu tutulmalarıdır. Bunu İbn Ebi Necih, Mücâhid'ten rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Bunun manası: Günahının boyunlarına dolanmasıdır, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

"Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Göklerdekiler ve yerdekiler ölür, ancak âlemlerin Rabbi kalır.

Zeccâc da şöyle demiştir: O günkü topluma anlayacakları şekilde hitap edilmiştir; çünkü onlar insana dönen şey, mülkü olduğu takdirde onu miras kılarlar.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Mirasın manası: Bir adamın baş başa kalmadığı şeyle baş başa kalmasıdır. Mahlukat ölüp de yalnız aziz ve celil olan Allah kalınca, bu da onun için miras olur.

"Vallahu bima tamelune habir":

İbn Kesir ile Ebû Amr: "Seyutavvekûne"ye uyumlu olması için

"yamelun” okumuşlar; diğerleri de: "Ve in tü'minu vetteku"ya uyumlu olması için te ile okumuşlardır.

181

Gerçekten Allah,

"Allah fakirdir, bizler ise zenginiz” diyenlerin sözünü işitti. Onların dediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacak ve onlara:

"Yangın azabını tadın” diyeceğiz.

"Gerçekten Allah, Allah: "Fakirdir” diyenlerin sözlerini işitti":

İniş sebebi için iki görüş vardır:

Birincisi: Ebû Bekir es -Sıddik radıyallahu anh Yahudi Midras’ın evine girdi, onları kendi dinlerinden Finhas adında bir adamın etrafında toplanmış buldu.

Ebû Bekir ona: Allah’tan kork, Müslüman ol, Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in Allah’ın elçisi olduğunu biliyorsun, dedi. O da: Ey Ebû Bekir, bizim Allah’a ihtiyacımız yoktur, O bize muhtaçtır; eğer bize ihtiyacı olmasa idi, bizden ödünç istemezdi, dedi.

Ebû Bekir bunun üzerine kızdı, Finhas’a şiddetli bir tokat attı ve: Allah’a yemin ederim ki, eğer aramızda sözleşme olmasaydı, boynunu vururdum, dedi. Finhas da gidip Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e şikayet etti.

Ebû Bekir de onun dediğini haber verdi, Finhas bunu inkâr etti. Âyet bunun üzerine indi. Ebû Bekir’in kızdığı konularda da:

"Sizden önce kendilerine kitapla verilenlerden ve müşriklerden çok rahatsız edici sözler işiteceksiniz” (Al-i İmran: 186) kavlini indirdi. Bu İbn Abbâs’ın görüşüdür. Mücâhid, İkrime, Süddi ve Mukâtil de benzer görüşler ileri sürmüşlerdir.

İkincisi:

"Kim Allah'a bir ödünç verecek?” (Bakara: 245) âyeti inince, Yahudiler: Ancak fakir zenginden ödünç ister, dediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bu Hasen ile Katâde’nin görüşleridir.

"Allah fakirdir” diyenler hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: O, Yahudi Finhas b. Azura’dır, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Huyey b. Ahtap’tır, Bunu Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Bunu Yahudilerden bir cemaat, demiştir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Ebû Bekir:

"Allah fakirdir, bizler zenginiz", eğer zengin olsaydı bizden ödünç istemezdi diyenlerden bir adama tokat attı.

Dördüncüsü: O, Nebbaş b. Amr el - Yahudi’dir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir.

"Senektübü ma-kâlu": Yalnız Hamze, yenin zammı ile "seyüktebü” ve ref’ ile de "katlühüm” okumuş; diğerleri ise nun ile "senektübü makalu", nasb ile "vekatlehüm” ve nun ile de "nekulu” okumuşlardır.

İbn Mes’ûd ise "ve yukâlü” okumuş, A’meş ile Talha da:

"Yekûlü” okumuşlardır.

"Dediklerini yazacağız” ifadesi hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Dediklerini muhafaza altına alacağız, demektir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Hafaza meleklerine onu yazmalarını emredeceğiz, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Peygamberleri öldürmelerini de": Yani bunu da yazacağız. Eğer, bunu diyen hiçbir peygamber öldürmemiştir?” derse, bunun cevabı şöyledir: O da geçmişlerinin yaptığına razı olmuştur. Nitekim bunu: "Peygamberleri haksız yere öldürürler” kavlinde açıklamıştık.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Yangın azabı", yakıcı yani ateş azabı demektir. Çünkü azap ateşten başka bir şeyle de olur.

182

Bu, ellerinin önden gönderdiği şey (günah) sebebiyledir. Şüphesiz Allah kullara zulmedici değildir.

"Zalike": Azaba işaret etmektedir. Ellerinin gönderdiği de: Küfür ve hatalardır.

183

Onlar ki:

"Allah bize, bize ateşin yiyip bitireceği bir kurban gelinceye kadar hiçbir peygambere iman etmememizi emretti” dediler. De ki:

"Benden önce peygamberler size mucizelerle beraber o dediğiniz şeyi de getirmişti. Öyleyse eğer doğru kimseler iseniz, onları niçin öldürdünüz?"

"Allah bize... emretti":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet; Ka’b b. Eşref, Malik b. Sayf, Huyey b. Ahtap ve bir grup Yahudi hakkında inmiştir. Bunlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler: Allah bize Tevrat’ta: Bir peygambere iman etmememizi, yani peygamber olduğunu iddia eden bir peygamberi tasdik etmememizi, bize onu yakan bir ateş gelinceye kadar, dediler.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Kurban: Kesilen bir şey olsun veya olmasın, Allah’a yaklaştıran şeydir. Kurbanıtistemeleri bunun geçmiş peygamberlerin sünnetlerinden olmasındandır. Ateşin inmesi de kabul alâmeti idi.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bir adam sadaka verirdi, ondan kabul olunduğu zaman, gökten bir ateş iner, onu yerdi (yakardı). Bunun da bir vızıltısı ve hışırtısı olurdu.

Atâ’ şöyle demiştir: İsrâil oğulları Allah için kurban keserlerdi. Etin en kalitelisini alır onu evin ortasında açıkta bırakırlardı. Peygamber evde kalkar Rabbine yakarırdı, ateş iner; o kurbanı alırdı. Peygamber de secdeye kapanırdı. Allahü teâlâ da ona dilediği şeyi vahyederdi.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ya Muhammed, Yahudilere de ki: "Size benden önce de peygamberler açık şeylerle geldi", yani mucizeler ve

"istediğiniz kurban"lâ geldiler.

184

Eğer seni yalan sayarlarsa, senden önce mucizeler, sahifeler ve nûr saçan kitaplar getiren peygamberler de yalanlanmıştı.

"Eğer seni yalanlarlarsa, senden öndeki peygamberler de yalanlanmıştı": Manası: İlk yalanlanarvpeygamber sen değilsin, demektir.

Ebû Ali şöyle demiştir: Yalnız İbn Âmir, be ziyade ederek:

"Bilbeyyanati ve bizzüzübüri” okumuştur. Şam halkının mushaflarında böyledir. Yorumu şöyledir: Benin tekrarı bir nevi tekittir.

Cumhûr kıraatinin yorumu da şöyledir: Vav amilin tekranna gerek bırakmamıştır; meselâ: Merertü bizeydin ve Amrin dersin, beyi tekrara ihtiyaç duymazsın.

Zeccâc şöyle demiştir: Zübür, zeburun çoğuludur, zebur da hikmetli her kitaptır.

"Nûr saçan kitap": Ebû-Süleyman şöyle demiştir: Bundan maksat deliller ve delillerle nûr saçan kitaplardır.

185

Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak ecirleriniz kıyamet günü size eksiksiz ödenir. Artık kim cehennemden uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, muradına ermiştir. Dünya hayatı aldanma metamdan başka bir şey değildir.

"Her nefis ölümü tadacaktır":

İbn Abbâs şöyle demiştir:

"De ki: Sizi size müvekkel kılman ölüm meleği öldürür” (Secde: 11) âyeti inince, ashap:

"Ya Resûlallah, bu ademoğlu hakkında indi; cinlerin, kuşların ve hayvanların ölümü nerededir?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi, ölümün zikredilmesinde geleceği inkâr edenler için tehdit, dünyaya itibar etmeme ve yaşam süresini ganimet bilme vardır.

"Ancak ecirleriniz size kıyamet gününde eksiksiz ödenecektir": Bu iyilik edenler için müjde, kötülük edenler için de tehdittir.

"Femen zühziha":

İbn Kuteybe: Kim bir tarafa çekilir ve uzaklaştırılırsa, demiştir.

"Fe-kad fâze": Fâze'nin tevili de hoşlanmadığı şeyden uzaklaşmak ve sevdiği şeye yaklaşmaktır. Bir tehlikeden kurtulana ve sevdiği bir şeye kavuşana, faze denir ki, muradına erdi, demektir.

"Dünya hayatı aldanma metaından başka bir şey değildir": Maksat dünya yaşamı insanı uzun yaşama temennisi ile aldatır, halbuki yakında sona erecektir, demektir.

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: O, ahireti aramakla meşgul olmayan için aldatıcı metadır; ahireti arayan için ise ondan daha hayırlısına ulaştıracak bir metadır.

186

Mallarınızda ve canlarınızda mutlaka denenecek ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden pek çok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve korunursanız, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.

"Mallarınızda ve canlarınızda mutlaka deneneceksiniz":

İniş sebebi hakkında beş görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: Abdullah b. Übey ile Abdullah b. Ravaha’nın da olduğu bir meclise uğradı; meclisi bineğin ayağından kalkan toz bulutu kapladı; Abdullah b. Übey burnunu ridasıyla kapattı ve: Toz etmeyin, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem hayvanından indi, sonra onları Allah’a davet etti ve onlara Kur’ân okudu.

İbn Übey: O, senin dediğinden daha güzel değildir, eğer hak ise de bizi meclisimizde rahatsız etme, dedi. İbn Ravaha da: Ya Resûlallah, sen hayvanınla bizim meclislerimize gel, biz bunu seviyoruz, dedi. Müslümanlar, müşrikler ve Yahudiler sövüştüler. Bunun üzerine bu âyet indi. Urve bunu Üsame b. Zeyd’den rivayet etmiştir.

İkincisi: Müşriklerle Yahudiler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e çok eziyet ediyorlardı; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ka’b b. Malik el - Ensari söylemiştir.

Üçüncüsü: Bu âyet, Ebû Bekir es - Sıddik ile Yahudi Finhas arasında geçen şeyler için inmiştir, bunu da yukarıda İbn Abbâs'tan zikretmiştik.

Dördüncüsü: Bu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Bekir es-Sıddik hakkında inmiştir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mukâtil de beğenmiştir.

İkrime de: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Bekir es-Sıddik ve Yahudi Finhas hakkında inmiştir, demiştir.

Beşincisi: Ka’b b. Eşref hakkında inmiştir; müşrikleri şiirleri ile Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e kışkırtırdı. Zührî’nin görüşü de böyledir.

Zeccâc şöyle demiştir: "Letüblevünne"nin manası: Elbette deneneceksiniz, yani mihnetten geçeceksiniz, gerçek mü’min diğerinden anlaşılacaktır, demektir. "Nun” kasem lamını tekit için girmiştir, vav da kendi sakin ve nun da sakin olduğu için zammelenmiştir.

“Mal“ da imtihan hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Gitmesi ve eksilmesidir.

İkincisi: Ona farzedilen haklardır.

“Can“ da denenmesinde dört görüş vardır:

Birincisi: Musibetlerdir.

İkincisi: Öldürülmedir.

Üçüncüsü: hastalıklardır.

Dördüncüsü: Akraba ve aşiretlerde başa gelen musibetlerdir.

Atâ’ şöyle demiştir: Onlar muhacirlerdir; müşrikler mallarını aldılar, evlerini sattılar ve onlara işkence ettiler.

"Kendilerine kitap verilenlerden işiteceksiniz":

İbn Abbâs: Bunlar Yahudilerle Hıristiyanlardır; şirk koşanlar da Arap müşrikleridir, demiştir.

"Eğer sabrederseniz": Yani eziyete,

"Allah’tan korkarsanız": Yasak ettiği şeylerden uzak durmakla, demektir.

"Şüphesiz bunlar azme değer işlerdendir": Yani doğruluğu çok açık olduğu için azmedilecek şeylerdendir.

Cumhûr, bu âyetin muhkem olduğuna kanidir, bazıları da zikredilen sabrın kılıç âyetiyle mensuh olduğunu söylemiştir.

187

Bir zamanlar Allah kendilerine kitap verilenlerden onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız ve saklamayacaksınız diye söz almıştı. Onlarsa bunu sırtlarının arkasına atmış ve onunla az bir bedel almışlardı. O satın aldıkları şey ne kötüdür!

"Bir zamanlar Allah kendilerine kitap verilenlerden söz almıştı":

Bunlar hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Süddi ve Mukâtil, demişlerdir. Buna göre kitap, Tevrat’tır.

İkincisi: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır, kitap da Tevrat ile İncil’dir.

Üçüncüsü: Onlar bütün Âlimlerdir, o zaman kitap cins ismi olur.

"Le-tübeyyinünnehü ":

İbn Kesir, Ebû Amr, Ebû Bekir, Mufaddal -Âsım’dan- Ya’kûb da -Zeyd’den- her ikisinde de ye ile "leyübeyyinünnehu vela yektumunehu” okumuşlar, kalanlar ile Hafs da -Âsım rivâyetinde- ikisinde de te ile okumuşlardır.

"Le-tübeyyinünnehü ile

"tektümûnehü"daki

ha” zamiri hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir.

Bu da: Onlar Yahudiler, diyenlere göredir.

İkincisi: O, kitaba râcîdir, bunu Hasen ile Katâde demiştir. En doğrusu budur, çünkü kitap zikredilenlerin en yakınıdır, bir de zorunlu olarak açıklayacakları şey Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatını açığa çıkarmaktır. Bu da bunun bütün kitaplar için genel olduğunu söyleyenlere göredir. Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh de şöyle demiştir: Allahü teâlâ ilim adamlarından öğretme sözünü almadıkça cahillerden de öğrenme sözünü almamıştır.

"Fe-nebezühü":

Zeccâc şöyle demiştir: Yani onu attılar, atılan ve ilgilenilmeyen şeye: Sen onu arkana attın, denir. Şair Ferezdak da şöyle demiştir:

Ey Kays oğlu Temim, ihtiyacım;

Arkaya atılacak, cevabı da bana zor gelecek bir şey olmasın.

Manası şöyledir: İhtiyacım senin katında ihmal edilmesin, atılacak bir şey sayılmasın.

"Fe-nebezûhü"daki

he” zamirinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O misaka, yani alman söze aittir.

İkincisi: Kitaba aittir.

"Onunla satın aldılar": Yani yerine getireceklerine dair söz aldığı ve karşılığında onlara cennet va’dettiği şeyle satın aldılar,

"semenen kalilen": Yani az bir dünyalık.

188

Getirdikleri şeyle (kötülükleriyle) sevinen ve yapmadıkları şeyle övülmelerini isteyen kimselerin, onların azaptan kurtulacakları bir yerde olacaklarını sanma. Onlar için çok acıklı bir azap vardır.

"Vela yahsebennellezine yefrahune bima etev": Kufeliler te ile tahsebenne okumuşlardır.

Sebeb-i nüzulü için sekiz görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Yahudilerden bir şey sordu, onlar da onu gizlediler, başka bir şey haber verdiler ve onu haber verdiklerini gösterdiler, bundan övülmelerini talep ettiler, bunu gizledikleri için de sevindiler. Bunun üzerine bu âyet indi.

İkincisi: Bu, Yahudilerden bir topluluk hakkında indi, onlar elde ettikleri dünyalıkla sevindiler ve insanların: Onlar Âlimlerdir, demelerini istediler. Bu ve bundan önceki görüş İbn Abbâs’a aittir.

Üçüncüsü: Yahudiler: Biz İbrahim dinindeniz, dediler ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'i zikretmeyi gizledir. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Dördüncüsü: Medine Yahudileri Irak ve Yemen Yahudilerine ve kitaplarının yeryüzünde ulaştığı bütün Yahudilere: Muhammed Peygamber değildir, dininizden ayrılmayın, diye yazdılar. Onu inkâr üzerinde söz birliği ettiler. Buna da sevindiler ve: Bizler oruç ve namaz ehliyiz, Allah’ın dostlarıyız, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu Dahhâk ile Süddi'nin görüşleridir.

Beşincisi: Hayber Yahudileri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabına geldiler: Biz de sizin görüşünüzdeyiz, biz sizin destekçilerininiz, onlarsa sapıklardır, dediler ve Allah Nebisinin onları yapmadıklan bir şeyle övmesini istediler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Katâde, demiştir.

Altıncısı: Yahudilerden bazı insanlar Paygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı bir ordu hazırladılar ve aleyhlerine ittifak ettiler, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İbrahim Nehaî, demiştir.

Yedincisi: Yahudilerden bir topluluk Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına girdiler, sonra çıkıp Müslümanlara ona bildikleri birçok şeyleri haber verdiklerini söylediler, Onlar da kendilerini övdüler, içlerindekinin tersini açıkladılar. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Zeccâc demiştir.

Sekizincisi: Münafıklardan bir grup Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile savaşa gitmez, geri çekilirlerdi, Peygamber döndüğü zaman da ondan özür dilerlerdi. Yemin eder ve yapmadıkları şeyle övülmelerini isterlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Said el-Hudri, demiştir. Bu görüş, âyetin münafıklar hakkında indiğini gösterir. Daha öncekiler de Yahudiler hakkında indiğini gösterir.

Getirdikleri (yaptıkları) şey hakkında da sekiz görüş vardır:

Birincisi: O, bildikleri hakkı gizlemeleridir.

İkincisi: Tevrat’ı değiştirmeleridir.

Üçüncüsü: Fâni dünyayı ahiret sevabına tercih etmeleridir.

Dördüncüsü: İnsanları saptırmalarıdır.

Beşincisi: Peygamberi yalanlama üzerinde işbirliği etmeleridir.

Altıncısı: Kalplerindekinin zıddını açıklamakla münafıklık etmeleridir.

Yedincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile savaşmaya sözbirliği etmeleridir. Bunlar: Onlar Yahudilerdir diyenlere göredir.

Sekizincisi: Savaşlara gitmeyip geride kalmalarıdır. Bu da: Onlar münafıklardır diyenlere göredir.

"Yapmadıkları şeyle övülmelerini isterler":

Bunun üzerinde de altı görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kendilerinden sorduğu bir şeye cevap vermedikleri halde cevap vermişler gibi övülmelerini istediler.

İkincisi: İnsanların onlara: Âlimler, demelerini istediler, halbuki alim değillerdir.

Üçüncüsü: Yapmadıkları namaz ve oruçla övülmelerini istediler. Bu üç görüş İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

Dördüncüsü: Biz İbrahim dinindeniz, demelerini istediler, halbuki ondan değillerdi. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Beşincisi: Biz, Peygamberin getirdiklerinden razıyız, demişlerdi, halbuki öyle değillerdi. Bunu da Katâde, demiştir. Bu görüşler: Onlar Yahudilerdir diyenlere gürdedir.

Altıncısı: Onlar Müslümanlar zafer kazandıkları zaman: Zaferinizden sevindik diye yemin ederlerdi, halbuki öyle değillerdi. Bunu da Ebû Said el - Hudri, demiştir. Bu da: Onlar münafıklardır, diyenlere göredir.

"Felâ tahsebennehüm":

İbn Kesir ile Ebû Amr:

“Ye” ile, “be” de mazmum olarak “fela yahsebünnehüm “okumuşlar;

Nâfi, İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi de

“te” ile, “be” de meftuh olarak okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Tahsebünnehüm"ün tekrar edilmesi kıssanın uzamasındandır. Araplar kıssa uzadığı zaman

"hasibtü” ve benzerlerini tekrar ederler, olayın başa bağlı olduğunu bildirmek isterler. Meselâ: Fela tezunnenne Zeyden iza cae ve kellemeke bikeza ve keza, fela tezunnennehu, derler.

"Bi-mefâzetin": İbn Zeyd ile İbn Kuteybe: Kurtulacak yer, demişlerdir.

189

Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir.

"Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır": Bunda: Allah fakirdir, diyenleri yalanlama vardır.

"Allah her şeye kâdirdir": Bu da onlar için tehdittir: İsteseydim onlara derhal azap ederdim, demektir.

190

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde saf akıl sahipleri için ibretler vardır.

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında":

Sebeb-i nüzûlü için üç görüş vardır:

Birincisi: Kureyşliler, Yahudilere:

"Mûsa size ne getirdi?

"dediler. Onlar da: Asa ile beyaz el, dediler. Hıristiyanlara da:

"İsa size ne getirdi?” dediler; onlar da: O anadan doğma körü iyi eder ve baras hastalarına şifa verirdi, dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip: Rabbine dua et, Safa tepesini altın yapsın, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Cübeyr; İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Mekkeliler Peygamberden kendilerine bir mucize getirmesini istediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü:

"İlâhınız bir tek İlâhtır” (Bakara: 163) âyeti inince, Kureyşliler: İlâhlarımızı eşit tuttu (bire indirdi), dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebudduha demiştir. Adı Müslim b. Subeyh’tir. Âyetin tefsiri ise yukarıda geçmiştir.

191

Onlar ki, Allah’ı ayakta, oturarak ve yanları üstü yatarak zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. "Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın. Seni tenzih ederiz. Bizi ateş azabından koru” derler.

"Onlar ki, Allah’ı ayakta ve oturarak zikrederler":

Bu zikrin ne olduğunda üç görüş vardır:

Birincisi: O namazda zikirdir, kişi ayakta namaz kılar, eğer gücü yetmezse oturarak kılar, buna da gücü yetmezse, yan yatarak kılar. Bu Hazret-i Ali, İbn Mes’ûd ve Katâde’nin görüşüdür.

İkincisi: O namazda ve diğerlerinde zikirdir, bu da müfessirlerden bir grubun görüşüdür.

Üçüncüsü: O korkudur,

Mana da şöyledir: Onlar iş yaparken ayakta, istirahat ederken oturarak ve uyurlarken de yanları üstü yatarak Allah’ı zikrederler.

"Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler":

İbn Fâris şöyle demiştir: Tefekkür: Kalbin bir şey üzerinde gidip gelmesidir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Normal tefekkürle kılınan iki rekat namaz, gâfil kalp ile bir geceyi ihya etmekten daha hayırlıdır.

"Rabbimiz":

Zeccâc şöyle demiştir: Manası: "Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın” derler. Yani Onu sana ve peygamberlerinin getirdiği şeylerin doğruluğuna delil olarak yarattın.

"Sübhaneke": Seni kötülükten beri kılarız, bunları boş yere yaratmış olmandan seni tenzih ederiz.

"Bizi ateş azabından koru": Biz senin cennetini ve cehennemini tasdik etmiş bulunuyoruz.

192

Ey Rabbimiz, şüphesiz sen kimi ateşe sokarsan, onu perişan etmişsindir. Zâlimlerin yardımcısı yoktur.

"Ey Rabbimiz, şüphesiz sen kimi ateşe sokarsan, onu perişan etmişsindir":

Zeccâc şöyle demiştir: el - Muhza (perişan edilen) lügatte kendisinden ayrılmayan ve delille lâzım gelen şeyde hakarete uğrayan kimsedir. Ahzeytuhu denir ki: Onu delille perişan ettim, demektir. Bu perişanlık kiminle ilgilidir, bunda iki görüş vardır:

Birincisi: O, cehenneme ebedi kalmak üzere giren kimse ile ilgilidir, bunu Enes b. Malik, Said b. Müseyyeb , İbn Cübeyr, Katâde, İbn Cüreyc ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O içine giren herkesle ilgilidir, bu mana da Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilmiştir, İbn Cerir Taberî ile Ebû Süleyman Dımeşki de bunu tercih etmişlerdir.

"Zâlimlerin yardımcıları yoktur":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Müşrikleri Allahü teâlâ’nın azabından engelleyecek bir mani yoktur.

193

Ey Rabbimiz, şüphesiz biz, "Rabbinize iman edin” diye imana çağıran bir davetçiyi işitip derhal iman ettik. Rabbimiz, sen de bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve canımızı iyilerle beraber al.

"Ey Rabbimiz, biz bir davetçiyi işittik": Davetçi hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Bunu İbn Abbâs, İbn Cüreyc, İbn Zeyd ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O Kur’ân’dır. Bunu da Muhammed b. Ka’b el-Kurazi demiş, İbn Cerir Taberî de onu tercih etmiştir.

"İmana çağıran": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası: İmana çağırandır (lâm ilâ manasınadır). Şu âyetler de öyledir:

"Ellezi hedana lihaza” (A’raf: 43)

"bienne Rabbeke evha leha". (Zelzele: 5) Hedana ilâ hâza ve evha ileyha, demek istemiştir, bunu da Ferrâ’, demiştir.

İkincisi: Burada takdim ve tehir vardır, mana: İmana çağıran bir çağırmayı işittik, demektir. Bunu Ebû Ubeyde, demiştir.

"Kusurlarımızı ört":

Mukâtil: Hatalarımızı sil, demiştir. Başkası da: Kapat, demiştir. Şöyle denilmiştir: Günahlar için bağışlama, kusurlar için de örtme kullanılmıştır; çünkü bağışlama sırf lütuftur, örtme ise hayır yapma iledir.

"Teveffena maal ebrar":

Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi,

"el-ebrar", "el-eşrar", "zati karar” gibi şeyleri fetih-kesr arası okumuşlar; İbn Kesir ile Âsım ise fetih ile okumuşlar.

"İyilerle beraber olma” nın manası: içlerinde olmaktır.

İbn Abbâs da: Onlar peygamberlerle salihlerdir, demiştir.

194

Ey Rabbimiz, peygamberlerine va’dettiklerini bize ver. Bizi kıyamet gününde perişan etme. Şüphesiz sen sözünden dönmezsin.

"Rabbimiz, vaat ettiğini bize ver":

İbn Abbâs: Cenneti kastediyorlar, demiştir. "Peygamberlerine": Yani onların dili ile.

Eğer:

"Bunu istemenin gerekçesi nedir? Zaten Allah va’dinden dönmez?” denilirse, buna üç türlü cevap verilir:

Birincisi: Bu emir şeklinde ise de manası haberdir, takdiri şöyledir: İman ettik; bizi bağışla ki, va’dettiğini bize veresin.

İkincisi: Bu, onları va’dettiği şeyi verdiği kimselerden kılmasını istemektir, yoksa onlar bunu hak etmişler değillerdir. Çünkü iyilerden olduklarına kesin olarak inanırlarsa, kendilerini tezkiye etmiş olurlar.

Üçüncüsü: Bu, düşmanlarına karşı derhal yardım etmesi için istektir, çünkü onlara vakti belirsiz olan bir yardım va’detmişti, onlarsa bunun hemen verilmesini istediler. Bu cevapları İbn Cerir vermiş ve: Bu görüşlerin en doğrusu şudur demiştir: Bu, muhacirlerin sıfatıdır, onlar düşmanlarına karşı hemen yardım istediler, sanki:

Bizim düşmanlara karşı halim davranmana tahammülümüz yoktur. Onları hemen perişan eyle ve onlara karşı bize zafer ver, demişlerdir.

195

Rableri de onlara şöyle icabet etti (dualarını kabul buyurdu): "Şüphesiz ben, sizden erkek olsun veyahut kadın olsun - ki, hep birbirinizdensiniz - amel edenin amelini zayi etmem. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, savaştılar ve öldürüldüler, ben de mutlaka onların kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Sevabın güzeli Allah katındadır.

"Festecabe lehüm rabbühüm": Rivayete göre Ümmü Seleme:

"Ya Resûlallah, hicret hakkında kadınlarla ilgili bir şey işitmiyorum?” dedi; bunun üzerine bu âyet indi. 20

20 - Hakim, Müstedrek, 2/300. Buhârî'nln şartına göre sahihtir, onu kitaplarına almamışlardır, demiştir.

İstecabe: Ecabe manasınadır, mana da: Onlar şöyle dedi şeklindedir: Şüphesiz ben içinizden erkek olsun veyahut kadın olsun hiçbir amel edenin amelini zayi etmem.

"Birbirinizdensiniz"in manası hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Dinde, yardımda ve dostlukta birbirinizdensiniz.

İkincisi: Hepiniz sevapta birsiniz, çünkü erkekler kadınlardan, kadınlar da erkeklerdendir.

Üçüncüsü: Hepiniz Âdem ile Havva’dansınız.

"Hicret edenler": Yani vatanlarını, ailelerini ve aşiretlerini terk edenler.

"Yurtlarından çıkarılanlar": Yani Mekke’den müşriklerin eziyeti üzerine çıkarılıp da hicret edenler.

"Katelû": Yani müşriklerle savaşanlar ve

"kutilû":

İbn Kesir ile İbn Âmir: Katelu ve tenin şeddesiyle kuttilu okumuşlar; Nâfi, Ebû Amr ve Âsım ise, şeddesiz olarak: Ve katelu ve kutilu, okumuşlar; Hamze ile

Kisâi de: Ve kutilu ve katelu, okumuşlardır.

Ebû Ali: Kuttiluyu takdim etmek câizdir. Çünkü vav ile atfedilenin, lafzan sonra olsa da mana bakımından önce olması câizdir, demiştir.

"Sevaben min indillah":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu, makablini tekit eden mastardır, çünkü

Mana şöyledir: Ben onları sevaplandırmak için cennetlere koyacağım.

196

Kâfirlerin ülkede dolaşmaları seni aldatmasın.

"Kâfirlerin ülkede dolaşmaları seni aldatmasın": Kimler hakkında indiğinde iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Yahudiler hakkında inmiştir. Sonra bunda da iki görüş vardır: Yahudiler yeryüzünde dolaşır, mal elde ederlerdi; bunun üzerine bu âyet indi, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir Yahudi’den bir miktar arpa ödünç almak istedi, o da rehinsiz vermek istemedi; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de: Eğer bana verse idi ona bedelini mutlaka öderdim; çünkü ben göktede eminim, yerde de eminim, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

İkincisi: Arap müşrikleri hakkında inmiştir, onlar bolluk içinde idiler, bazı mü’minler: Fakirlik bizi mahvetti, Allah’ın düşmanlarının ise ne halde olduklarını görüyorsunuz, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bu, Mukâtil’in görüşüdür. Katâde ise, hitap Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’edir, demiştir. Başkası da: O aldanmazsa da ona hitap etmesi tedip etmek ve uyarmak içindir, demiştir.

"Dolaşmaları” hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onların ticaret yapmalarıdır, bunu İbn Abbâs, Ferrâ’, Kuteybe ve Zeccâc, demişlerdir.

İkincisi: Onların gece gündüz dolaşmaları ve nimet içinde yüzmeleridir. Bunu da İkrime ile Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: Onların dolaşmaları günahları dolayısıyla hemen azaba çekilmemeleridir. Bunu da bazı müfessirler, demiştir.

Zeccâc da: O kâr ve kazanç azıcık bir faydadır, demiştir.

İbn Abbâs da: Dünyada az b. menfaattir, demiştir.

Mihâd ise yatak manasınadır.

197

Azıcık bir faydadır. Sonra da barınakları yer cehennemdir. O ne kötü yataktır!

198

Fakat Rablerinden korkanlar için Allah katından bir bağışlanma olarak altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetler vardır. Allah katındaki şey, iyiler için daha hayırlıdır.

"Lâ-kinillezine’ttekav":

Ebû Cafer burada ve Zümer’de şedde ile "lâkinne” okumuştur.

Mukâtil: ittekav, Allah'ı birlediler manasınadır, demiştir.

İbn Abbâs da: "Nüzül” sevaptır, demiştir.

İbn Fâris ise nüzül: Misafire ikram edilen şeydir, nezil de misafirdir, demiştir.

199

Kitap ehlinden öyleleri vardır ki, Allah'a saygı göstererek hem size indirilene hem de kendilerine indirilenlere iman ederler. Allah’ın âyetlerini az bir pahaya satmazlar. İşte onların ecirleri Rableri katındadır. Şüphesiz Allah’ın hesabı çabuktur.

"Kitap ehlinden öyleleri vardır ki, Allah’a iman ederler":

Kimler hakkında indiğinde dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Necaşi hakkında inmiştir, çünkü öldüğü zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem üzerine namaz kıldı. Biri: Şu Hıristiyan dinsizinin üzerine namaz kılıyor, o ise kendi toprağındadır, dedi!? Bu âyet bunun üzerine indi. Bu; Cabir b. Abdullah, İbn Abbâs ve Enes’in görüşleridir.

 Hasen ile Katâde de: Onun ve adamlarının hakkında inmiştir, demişlerdir.

İkincisi: O Yahudi ve Hıristiyan ehli- kitabının mü'minleri hakkında inmiştir. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Abdullah b. Selam ve arkadaşları hakkında inmiştir: Bunu da İbn Cüreyc, İbn Zeyd ve Mukâtil, demişlerdir.

Dördüncüsü: Necranlı kırk kişi, Habeşli otuz kişi ve Rum sekiz kişi hakkında inmiştir, bunlar İsa dininden idiler; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e iman ettiler. Bunu da Atâ’, demiştir.

"Size indirilene", yani Kur’ân’a;

"kendilerine indirilene", yani kitaplarına iman ederler. Haşi ise hor ve zelil demektir.

"Allah’ın âyetlerini az bir pahaya satmazlar": Yani Yahudi reislerinin yaptığı gibi dünya metaına satmazlar. Hesabın çabukluğunun manası da yukarıda geçmiştir.

200

Ey iman edenler, sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet bekleyin ve Allah’tan korkun ki, felah bulasınız.

"Ey iman edenler, sabredin": Ebû Seleme b. Abdurrahman: Namazdan sonra namazı bekleyenler hakkında inmiştir; o gün için nöbet beklenen savaş yoktu, demiştir.

Sabretmeleri gereken şey hakkında da beş görüş vardır:

Birincisi: O belâ ve cihattır, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Dindir, bunu da Hasen, Kurazi ve Zeccâc, demişlerdir.

Üçüncüsü: Musibetlerdir, bu da Hasen'den rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: Farzlardır, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Beşincisi: Allah’a itâattir, bunu da Katâde, demiştir.

Sabır yarışı yapmaları istenen şey hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Düşmandır, bunu İbn Abbâs ve cumhûr, demiştir.

İkincisi: Allah’ın onlara ettiği vaattir, bunu da Atâ’ ile el - Kurazi, demişlerdir.

Nöbet beklemeleri emredilen hususta da iki görüş vardır:

Birincisi: Düşmanlarla cihattır, bunu İbn Abbâs, Hasen, Katâde ve diğerleri, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Murabata ve ribat: Onların ve bunların sınırda atlarını bağlamalarıdır, herkes arkadaşı için hazırlık yapar.

İkincisi: O namazdır, onun üzerine kalplerini bağlamaları emredilmiştir, bunu Ebû Seleme b. Abdurrahman, demiştir. Bakara'da "le’alle ile "felah"ın manalarını zikretmiştik.

0 ﴿