6-EN’AM SÛRESİMekke'de inmiştir. 165 ayettir. İniş Sebebi: Mücâhid, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir: En’am suresi Mekke'de inenlerdendir. Bu da Hasen, Katâde ve Cabir b. Zeyd'in görüşleridir. Yûsuf b. Mihran, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: En'am suresi geceleyin Mekke’de indi, etrafında yetmiş b. melek vardı. 1 1 - Suyuti, ed - Dürrü'l - Mensur, Taberani rivayet etmiştir. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: O Mekke’de toptan ve gece indi. Onu da hemen o gece yazdılar. Ancak altı âyet hariç, onlar da şunlardır: "Kul tealev etlu ma harreme Rabbüküm aleyküm...” (En'am: 151-153); "Vema kaderullahe hakka kadrihi...” (En’am: 91); "ve men azlemü mimmeniftera alallahi keziba...” (En’am: 93, 94) Mukâtil de aynısını söylemiş ve iki âyet ilâve etmiştir: "Vellezine ateynahümül kitabe...” (En’am: 114) ve "ellezine ateynahümül kitabe yarifunehu...” (En’am: 21) İbn Abbâs ile Katâde’den de şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: O Mekki’dir, ancak şu iki âyet Medine’de inmiştir: "Vema kaderullaha hakka kadrih...” (En’am: 91) ve: "Vehüvellezi enşee cennatin maruşatin". (En'am: 141) Ebû’l - Feth İbn Şeyta da: Onun iki âyet hariç Mekke’de indiğini söylemiştir: "Kul tealev...” ile arkasındaki âyet. (En'am: 151,152) Bismillahirrahmanirrahim 1Övgü; gökleri ve yeri yaratan, karanlıklan ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Sonra kâfirler Rablerine denk (eş) tutuyorlar. Tefsiri: Ka’b şöyle demiştir: Kehf’in girişi En’am’ın girişi ile, sonucu da Hûd’un sonucu ile aynıdır. Göklerden ve yerden bahsetmesi, bu ikisinin mahlukatın en büyüklerinden olmasındandır. "Caale” kelimesinden maksat, yaratmadır. Caale’nin burada sıla yani bağlaç gibi zait olduğu söylenmiştir. Mana: Allah gökleri, yeri ve karanlıkları yarattı, olur. “Karanlıklar” ve “aydınlık“ tan murat edilen şey üzerinde de üç görüş vardır: Birincisi: Küfür ile imandır, bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: Gece ile gündüzdür, bunu da Süddi, demiştir. Üçüncüsü: Bütün karanlıklar ile aydınlıklardır. Katâde şöyle demiştir: Allahü teâlâ gökleri yerden, karanlıkları aydınlıktan ve cenneti de cehennemden önce yaratmıştır. "Sonra kâfirler": Yani bu açıklamadan sonra müşrikler, "Rablerine denk tutarlar": Yani O’na eşler tanır; ölü taşlara taparlar, bu arada bu anlatılanları Yaratanın da O olduğunu ikrar ederler. Adeltü hâza bihaza, denir ki: Onu buna eşit saydım, demektir. Ebû Ubeyde de: Burada takdim ve tehir vardır, takdiri de: Yadilune birabbihim, demiştir. Nadr b. Şümeyl de: Be, "an” manasınadır, demiştir. 2O ki, sizi çamurdan yarattı. Sonra da bir ecel takdir etti. Belli ecel ise O’nun yanındadır. Sonra da siz şüphe ediyorsunuz. "Sizi çamurdan yarattı": Yani Âdem’i, şöyle ki: Müşrikler öldükten sonra dirilmede şüphe edip de: "Bu kemikleri kim yaratır?” deyince, onları çamurdan yarattığını ve onları yeniden yaratmaya kadir olduğunu onlara bildirdi. "Sonra da bir ecel takdir etti. Belli ecel ise O’nun yanındadır": Bunda da altı görüş vardır: Birincisi: ilk ecel: ölüme kadar olan hayattır, İkincisi de öldükten sonra dirilmeye kadar olan eceldir. Bu da İbn Abbâs, Hasen, İbn Müseyyeb, Katâde, Dahhâk ve Mukâtil’den rivayet edilmiştir. İkincisi: İlk ecel, ruhun kabzedildiği ve uyanırken iade edilen uykudur, yanında belli olan ecel ise insanın ölmesidir. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: İlk ecel, ne zaman gelirse ahiretin ecelidir, ikinci ecel de dünyanın ecelidir. Bunu da bir rivayette Mücâhid demiştir. Dördüncüsü: Birincisi, eşyanın altı günde yaratılmasıdır. İkincisi de, bundan sonra kıyamet gününe kadar olanlardır. Bunu da Atâ’ el - Horasani, demiştir. Beşincisi: Birincisi, mahlukattan söz aldığı zamanki kazasıdır, İkincisi de dünyadaki hayattır. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Sanki onları yaratıp da onlara hitap ettiği zamanki zürriyete işaret ediyor gibidir. Altıncısı: Birincisi, daha önce ölenlerin ecelidir, İkincisi de sonradan ölecek olanların ecelidir. Bunu da Maverdi, demiştir. "Sonra da siz": Yani bu açıklamadan sonra siz, "temterun": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Şüphe ediyorsunuz, bunu da Katâde ile Süddi, demişlerdir. Şüphe ettikleri şeyde de iki görüş vardır: Birincisi: Vahdaniyette. İkincisi: öldükten sonra dirilmede. İkincisi: İhtilaf ediyorsunuz. Bu da mira (tartışma) kökünden gelmektedir. Bunu da Maverdi, zikretmiştir. 3O, göklerde de yerde de Allah’tır. Gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de bilir. "O, göklerde de yerde de Allah’tır": Bunda dört görüş vardır: Birincisi: O göklerde de yerde de mabuttur, bunu da İbn Enbari, demiştir. İkincisi: O gökleri ve yeri tek idare edendir, bunu da Zeccâc, demiştir. Üçüncüsü: O göklerde Allah’tır, yerde de gizlinizi ve açığınızı bilir. Bunu da İbn Cerir Taberî, demiştir. Dördüncüsü: Burada takdim ve tehir vardır, Mana şöyledir: O Allah’tır, göklerdeki ve yerdeki gizlinizi ve açığınızı bilir. Bunu da bazı müfessirler, demiştir. 4Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeye dursun, ancak ondan yüz çevirirler. "Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeye dursun": Kureyş kâfirleri hakkında inmiştir. Âyet kelimesi üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O Kur’ân âyetidir. İkincisi: Ayın yarılması gibi mucizedir. 5Onlar hakkı kendilerine geldiği zaman yalanladılar. Yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir. “Hak“ tan kastedilen de Kur’ân’dır. “Enbâü” ise haberlerdir. Mana şöyledir: Alay etmelerinin sonunu bileceklerdir. 6Kendilerinden önce nice nesilleri (karnları) helak ettiğimizi görmediler mi? Onlara, size vermediğimiz imkanlar verdik. Gökten üzerlerine bol bol yağmur indirdik ve altlarından ırmaklar akıttık. Onları günahları ile helak ettik ve arkalarından başka nesiller meydana getirdik. "Kendilerinden önce nice kamları helak ettik": “Karn” : Her asrın halkına denir. Buna böyle denilmesi var olmada birbirlerine yakın olmalarındandır. Müfessirlerin “karn” üzerinde yedi görüşleri vardır: Birincisi: O kırk senedir, bunu da İbn Sîrin, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den zikretmiştir. İkincisi: Seksen senedir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: O yüz senedir, bunu da Abdullah b. Bişr el - Mazeni ile Ebû Seleme b. Abdurrahman demişlerdir. Dördüncüsü: Yüz yirmi senedir, bunu da Zürare b. Evfa ile İyas b. Muaviye demişlerdir. Beşincisi: Yirmi senedir, bunu da Hasen Basri hikaye etmiştir. Altıncısı: Yetmiş senedir, bunu da Ferrâ’, demiştir. Yedincisi: Karn; bir peygamberin veya Âlimler tabakasının olduğu sürenin halkıdır, bunda yılların az veya çok olması önemli değildir. Delili de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in: "Sizin en hayırlınız benim karnımdır” hadisidir ki, ashabım demektir. "Sonra da onlardan sonra gelenlerdir", yani tabiindir. "Sonra da onlardan sonra gelenlerdir” yani tabiinden olanlardır. 2 2 - Sahihlerde İbn Mes’ûd, Ebû Hureyre, Numan b. Beşir, İmran b. Husayn ve Büreyde el - Eşlemi'den rivayet edilmiştir. Bkz. İmam Ahmed, Müsned, 1/378, 417, 434, 442, 2/228, 410, 479, 4/267, 277, 426, 436, 440, 5/350, 357. Buhârî, Şahadat, bab, 9, Fedailü Ashabinnebi, bab, 1, Rikak, bab, 7, Eyman, bab, 10, 27; Müslim, Fedailüssahabe, hadis no, 210, 212, 213. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce. Buna göre karn zaman halkının ortalama ömürleridir. O her kavimde ömürlerine göredir. Karn kelimesi iktirandan türemiştir, iktiranın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Ona “karn” denilmesi, o zaman halkının dünyada kalmalarında birbirlerine yakın olmalarındandır. Bu da Zeccâc'ın tercihidir. İkincisi: Ona karn denilmesi zamanın zamana ve ümmetin ümmete yaklaşmasındandır. Bunu da İbn Enbari, demiştir. İbn Kuteybe de Ebû Ubeyde’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Eskiler iki karn arasında otuz yıl olduğunu söylerlerdi. "Onlara yeryüzünde imkanlar verdik": İbn Abbâs: Size vermediklerimizi onlara verdik, demiştir. Mekkentuhu ve emkentu lehu denir ki, ona ettiği va'di yerine getirecek kadar imkan verdim, demektir. Bu âyette haberden (gaipten) hitaba geçiş vardır. Gök’ten maksat yağmurdur, "Erselna"nın manası indirdik, demektir, Midrar derre yedirrü’den mif’al veznindedir. Mana da: Çok fışkıracak ve akacak şekilde gönderdik, demektir. Mif’al mübalağa veznidir, imreetün mizkar denir ki, çok erkek doğuran kadın, demektir. Mi'nas da böyledir (çok dişi doğuran kadın demektir). Eğer: "Sema kelimesi müennestir, niçin midran müzekker etti?” denilirse, cevap şöyledir: Fiil form ve yapısından sıfatlara dönülenlerde, ister müzekkere sıfat olsun isterse müennese sıfat olsun, mutlaka müzekker kalıbı kullanılır. Meselâ: îmreetün mizkar ve mi’tar, imreetün müzekker ve müennes ve hiye kefurun ve şekur gibi. Eğer bu sıfatlar fiil olarak yapılsa idi, kafiretün, şakiretün ve müzkiretün, denilirdi. Fiil formatından sapılınca, tenis manası bulunduğu için alâmete gerek kalmadı, meselâ; Enna’le lebistüha velfe’se kesertüha denir. Müzekkeri tercih etmelerinin sebebi fiil kalıbı üzere kumlanla fiil kalıbından sapılanları ayırmak içindir. Midrardan maksat, yağmurun devamlı yağmasıdır, ancak şu manaya: O ihtiyaç duyulduğu zaman yağar demektir, yoksa gece gündüz yağıp da ortalığı yıkar demek değildir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. 7Eğer sana kağıtlar içinde bir kitap indirseydik de elleriyle ona dokunsalardı, yine de kâfirler: "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir” derlerdi. "Eğer sana kağıtlar içinde bir kitap indirseydik": İniş sebebi şöyledir: Mekke müşrikleri: Ya Muhammed, Allah'a yemin ederiz ki, bize Allah katından bir kitap getirmedikçe ve yanında onun Allah katından ve senin de O’nun Resul’ü olduğuna şahitlik eden dört melek olmadıkça sana asla iman etmeyiz, dediler. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Kırtas: Sahife (kağıt)tır. Ok atan hedefe isabet ettiği zaman: Kartasa, denir. Şeyhimiz dilci Ebû Mansur şöyle demiştir: Kırtası Araplar eskiden beri kullanırlar. Onun aslının Arapça olmadığı söylenir. Cumhûr onu kafin kesresi ile okur; Ebû Rezin, İkrime, Talha ve Yahya b. Yamur ise zammesiyle okurlar. "Ona elleriyle dokunsalardı": Bu inişini tekit içindir. Şöyle denilmiştir: Ona elleriyle dokunma şartı onu büyüden uzaklaştırmak içindir. Çünkü büyü göze görünen şeylerde olur, elle dokunulan şeylerde olmaz. Âyetin manası: Onlar doğru şeyi de iterler, demektir. 8"Ona bir melek indirilmeli değil miydi?” dediler. Eğer bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olur, sonra da onlara süre tanınmazdı. "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?": Mukâtil şöyle demiştir: Bu âyet Nadr b. Haris, Abdullah b. Ebi Ümeyye ve Nevfel b. Huveylid hakkında inmiştir. "Levla", "hella” (teşvik) manasınadır. "Ona bir melek indirilseydi": Biz de onu tasdik etseydik. "Eğer bir melek indirseydik” de onu gözleriyle görseydiler de iman etmemiş olsaydılar, "iş bitirilmiş olurdu": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Mana şöyledir: Elbette ölürlerdi, Tevbe etmeleri için göz açıp kapayacak kadar bırakılmazlardı. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Elbette kıyamet kopardı, bunu da İkrime ile Mücâhid, demişlerdir. Üçüncüsü: Onlara acele ile azap ederdi, bunu da Katâde, demiştir. 9Eğer onu bir melek yapsaydık, elbette onu bir adam yapar ve onları düştükleri şüpheye düşürürdük. "Eğer onu yapsaydık": Yani onlara gönderilen peygamberi bir melek yapsa idik, elbette onu bir insan suretinde yapardık. Çünkü onlar meleği asıl sureti ile görmeye dayanamazlar. "Onları şüpheye düşürürdük": Yani onların kafalarını karıştırırdık. Elbestül emre alel kavmi ülbisuhu denir ki, kafalarını karıştırdım ve onları müşkül duruma düşürdüm, demektir. Mana şöyledir: Onları eski karışıklıklarına geri götürürdük de yine şüphe ederlerdi; onun bir melek mi yoksa bir insan mı olduğunu bilemezlerdi. Biz de onları melek gönderilmeden öncesi gibi saptırırdık. Zeccâc şöyle demiştir: Onlar zayıf akıllıları Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hususunda kandırırlar ve: O da sizin gibi bir beşerdir, derlerdi. Allahü teâlâ da şöyle dedi: Eğer meleği bir insan suretinde görselerdi, zayıf akıllılar gibi onlar da şüpheye düşerlerdi. Zührî, Muaz el - Kari ve Ebû Recâ’, şedde ile: "Lelebbesna aleyhim ma yülebbisun” okumuşlardır. 10Yemin olsun, senden önce peygamberlerle alay edildi de onlarla alay edenleri dalga geçtikleri şeyler kuşattı. "Alay edenleri kuşattı": Yani etraflarını sardı. Zeccâc şöyle demiştir: Hayk lügatte insanın yaptığı şeyin kötülüğü başına gelmesidir. Şu âyette de bu manayadır: "Kötü hile ancak sahibinin üzerine döner.” (Fatır: 43) Yani onun kötü sonucu mutlaka başlarına gelir. Süddi de: Alay ettikleri şeyin azabı onların başına gelir, demiştir. 11De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın. 12De ki: Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir? Allah'ındır. O, rahmeti kendi üstüne yazdı. Sizi vukuunda şüphe olmayan kıyamet gününde mutlaka toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler artık iman etmezler. "De ki: Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir?": Mana şöyledir: Eğer sana cevap verirlerse, ne a’lâ. Yoksa: "De ki: O, rahmeti kendi üzerine yazdı": İbn Abbâs şöyle demiştir: o merhamet edenlerin en merhametlisi olduğuna kendi nefsi için hükmetti. Zeccâc şöyle demiştir: Ketebenin manası şöyledir: Bunu kesin şekilde lâzım kıldı. Levh-i Mahfuz’a yazmış olması da mümkündür, insanlara anlayacakları şeyle hitap edilmiştir: Onlar geriye bırakılmış bir şeyin yazı ile tespit edilmesini anlarlar. Başkası da şöyle demiştir: O’nun rahmeti geneldir, hak edene azabı tehir etmesi ve asinin Tevbesini kabul etmesi de bu rahmettendir. "Leyecmaanneküm ilâ yevmil kıyameti": Lâm kasem içindir, sanki şöyle demiş gibidir: Yemin olsun ki, sizi inkâr ettiğiniz o günde toplayacaktır. Bir grup ilim adamı da "ilâ"nın "fi” manasında olduğunu demişlerdir. Sonra da ihtilaf etmişler; kimileri: Kıyamet gününde, diğerleri de kabirlerinde kıyamete kadar toplayacaktır, demişlerdir. "Nefislerini ziyan edenler": Yani şirk ile, "onlar iman etmezler": Çünkü Allah’ın takdiri böyle geçmiştir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: "Nefislerini ziyan edenler” kavli, "inanmayanların akibetleri nasıl oldu?” kavline dönüktür (ikisi de aynıdır). 13Gecenin ve gündüzün içinde barınan şeyler onundur. O, hakkıyla işiten, gerçekten bilendir. "Gecenin ve gündüzün içinde barınan şeyler O’nundur": iniş sebebi şudur: Mekke kâfirleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Seni bu davet hareketine ihtiyaçlarının sürüklediğini biliyoruz; biz de sana mallarımızdan birer hisse verelim, sen de en zenginimiz olur ve bu halden vazgeçersin, dediler, işte âyet bunun üzerine indi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. "Sekene (barınan)": Bunun manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O, süknadan (meskenden) gelir, İbn el - A’rabi: Sekene: İçine girdi, hulul etti manasınadır, demiştir. İkincisi: O, hareketin zıddı olan sükundandır, Mukâtil şöyle demiştir: öyle mahlukat vardır ki, gündüz dinlenir, gece harekete geçer; öyleleri de vardır ki, gece dinlenir, gündüz harekete geçer. "Neden özellikle sükunet zikredildi de hareketten bahsedilmedi?” denilirse, buna üç türlü cevap verilir: Birincisi: Sükunet hareketten daha yaygındır. İkincisi: Her hareket eden dinlenir de her dinlenen hareket edemez. Üçüncüsü: Âyette söylenmeyen söz vardır, Mana şöyledir: Dinlenen ve hareket eden O’nundur. Meselâ: "Elbise sizi sıcaktan korur” (Nahl: 82) denilmiştir ki, soğuktan da korur, demektir. Böylece kısaltılmıştır. 14De ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim? O ki, yedirir, kendisi yedirilmez. De ki: Şüphesiz ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum. Sakın müşriklerden olma. "De ki: Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?” Mukâtil, iniş sebebi şöyledir, demiştir: Kureyş kâfirleri: "Ya Muhammed, atalarının dinine dönmeyecek misin?” dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bu istifhamın manası inkâridir (olumsuzdur): Yani Allah’tan başkasını dost da edinmem, ona ibadet de etmem ve ondan yardım da istemem, demektir. "Fatırıssemavati velardı": Cumhûr ranın kesri ile "fatırı” okumuşlar; İbn Ebi Able de ref’i ile (fatıru) okumuştur. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Fatırın manası yaratıcıdır. İbn Kuteybe de: Başlatan, demektir, "her çocuk fıtrat üzere doğar” hadisi de böyledir, demiştir. 3 3 - Ebû Hureyre hadisidir, bkz. Buhârî, Cenaiz, bab, 80, 93; Tefsirü sûre, 30, bab, 1; Müslim, Kader, hadis no, 22, 25; Ahmed, Müsned, 2/233, 275, 393. Zeccâc da şöyle demiştir: Eğer: "Fıtr nasıl yaratma manasına olur? İnfitar yarılmaktır, nitekim: "Gök yarıldığı zaman” (İnfitar: 1) âyetinde de böyledir?” denilirse, cevap şöyledir: Onların ikisi bir şeye döner (aynı kapıya çıkar), çünkü "fatar ahuma” nın manası, onları kesin olarak yarattı, demektir. İnfitar ve futur: Parçalanmak ve yarılmaktır (büyük patlamayı düşünün. Mütercim). "Vehüve yutimü vela yutam": Cumhûr ikincisini yenin zammesiyle okumuştur. Manası da: O rızk verir, rızık yemez, demektir. Zira bazı kölelere efendileri rızık verir. İkrime ile A’meş, yenin fethası ile "vela yatamu” okumuşlar. Zeccâc şöyle demiştir: Bu, Arapçada behresi olanların tercihidir. Manası da: O rızık verir, yedirir, kendisi yemez, demektir. "Şüphesiz ben Müslüman olanların ilki olmakla emrolundum": Yani bu ümmetten ilk Müslüman olan, demektir. "Sakın müşriklerden olma": Ahfeş şöyle demiştir: Manası şöyledir: Bana: Böyle olma denildi. Ben de buna karşılık öyle oldum. Çünkü böyle emrolundum deyince, kendisine böyle denildiğini haber vermiş olur. 15De ki: Şüphesiz ben, eğer Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım. "De ki: Şüphesiz ben, eğer Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım": Bazı müfessirler onun da günahların akibetinden korkması vacip idi, sonra bu: "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacaktır” (Feth: 3) âyetiyle neshedildiğini iddia etmişler ki, doğru değildir. Çünkü iki âyet haberdir, haber ise neshedilmez. O sadece şarta bağlı bir ifadedir; "eğer şirk koşarsan amelin muhakkak iptal edilir” (Zümer: 66) kavli gibidir. 16Kim o gün ondan (azaptan) çevrilirse, (Allah) gerçekten onu korumuştur. İşte apaçık kurtuluş budur. "Men yusraf anhu": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hafs’tan rivayetle yenin zammesi ve ranın fethası ile: Yusraf okumuş ve azaptan çevrilmeyi kasdetmişlerdir. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir, Âsım’dan rivayetle yenin fethası ve ranın kesresiyle: Yasrif okumuşlardır. Yasrif in gizli zamiri de "in asaytü Rabbi"deki Rabbe gider. Bu kıraati güzelleştirenlerden biri de "fekad rahimeh” kavlidir. O zaman her iki zamir de Allahü teâlâ'nın ismine râci olmada birleşirler. Çevrilen de azaptır. O gün ise kıyamet günüdür. Bu da, azaba işaret eder. 17Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa, O’ndan başka onu kaldıracak yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa, O, her şeye kadirdir. "Ve in yemseskeallahu bi-durrin": Durr (zarar): İnsanın mutazarrır olacağı fakirlik, hastalık vs. gibi bütün şeylerdir. Hayır da: İnsanın yararlanacağı her türlü şeyin genel adıdır. “Zarar” ve “hayır” üzerinde müfessirlerin iki görüşü vardır: Birincisi: Zarar hastalık, hayır da afiyettir. İkincisi: Zarar fakirlik, hayır da zenginliktir. 18O, kullarının üstünde güçlüdür. O, hikmet sahibi, her şeyden haberdardır. "O kullarının üstünde güçlüdür (kahir)dir": Kahir, galip demektir. Kahr da galip gelmektir. Mana şöyledir: O halkı kahrederek onları ister istemez dilediği şeye çevirmiştir. O, onların üstündedir, onlar ise zillet altında emrine amadedirler. 19De ki: Şahitlik bakımından daha büyük şey nedir? De ki: Allah benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur’ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve kendisine ulaşan kimseleri uyarayım. Allah'ın yanında başka ilâhlar olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz? De ki: Ben şahitlik etmem. O ancak bir tek İlâhtır ve ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. "De ki: Şahitlik bakımından daha büyük şey nedir?": İniş sebebi şöyledir: Mekke’nin ileri gelenleri Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler: Ya Muhammed, dediğini tasdik eden bir kişi göremiyoruz. Seni Yahudi ve Hıristiyanlardan sorduk; onların yanında ne isminin ne de sıfatının olmadığını söylediler. Bize senin Allah'ın Resul’ü olduğuna şahitlik edecek birini göster, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Âyetin manası şöyledir: Kureyş’e de ki: En büyük şahit kimdir? Eğer sana cevap verirlerse, ne a’lâ, yoksa de ki: Allah’tır. O benim dediğime sizinle benim aramızda şahittir. Zeccâc şöyle demiştir: Allah ona onun peygamberliğine en büyük şahidin Allah olduğunu ve getirdiği Kur’ân'ın da onun Resûlüllah olduğuna şahitlik ettiğini ileri sürmesini buyurmuştur. Kur’ân âyeti de şudur: Bu Kur’ân bana sizi onunla uyarmam için vahyolundu. Onunla uyarmada da onun peygamberliğine delil vardır; çünkü hiç kimse onun benzerini getirememiştir, getiremeyecek de. Onda olmuş ve olacak şeylerin haberi vardır. Onda öyle şeyler va’detmiştir ki, dediği gibi olmuştur. İkrime, İbn Semeyfa ve Cahderi, hemzenin ve hanın fethi ile: Evha ileyye el- Kur’âne okumuşlar. İnzarın manası: Uyarmaktır. "Ona ulaşan” da: Kendisine Kur’ân’ın ulaştığı kimsedir, işte ben onun uyarıcısıyım. Kurtubi şöyle demiştir: Kur’ân kime ulaşmışsa, sanki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i görmüş gibidir. Enes b. Malik de şöyle demiştir: Bu âyet inince Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Kisra’ya, Sezar’a ve bütün idarecilere onları Allah’a davet eden mektuplar gönderdi. "Siz Allah’ın yanında başka ilâhlar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz?": Bu, soru ise de manası olumsuzdur (böyle şahitler yoktur demektir). Ferrâ’ şöyle demiştir: Uhra deyip de aher dememesi, alihenin cemi olmasındandır. Cemi ise tenis yerinde kullanılır. Meselâ: "En güzel isimler Allah’ındır” (A’raf: 181) ve: "İlk çağların hali nedir?” (Taha: 52) âyetleri de böyledir. 20Kendilerine kitap verdiklerimiz onu çocuklarını tanır gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğratanlar ise inanmazlar. "Kendilerine kitap verdiklerimiz": “Kitap“ ta iki görüş vardır: Birincisi: O Tevrat ile İncil’dir, bu da cumhûrun görüşüdür. İkincisi: O, Kur’ân’dır. "Yarifunehu "daki zamirde üç görüş vardır: Birincisi: O Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e râcîdir, bunu da Süddi, demiştir. Ömer b. Hattab’dan, Abdullah b. Selam’a şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Peygamberine Mekke’de: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu çocuklarını tanır gibi tanırlar” (Bakara: 146 ve En’am: 20) âyetlerini İndirdi, bu tanıma nasıldır?” dedi. O da: Ben onu gördüğüm zaman oğlumu tanır gibi tanıdım, ben Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i oğlumdan daha çok tanırım, dedi. Ömer de: Bu nasıldır, dedi. O da: Onun gerçekten Resûlüllah olduğuna şahitlik ederim, ama kadınların ne yaptığını bilmem (belki yalan söylerler) dedi. İkincisi: O dine ve Peygamber’e râcîdir, manr da şöyledir: Onlar İslâm’ın Allah’ın dini ve Muhammed’in de Allah’ın Resul’ü olduğunu bilirler. Bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: O Kur’ân'a râcîdir, Mana da şöyledir: Onlar onun doğruluğunu gösteren kitabı tanırlar. Bunu da Maverdi, demiştir. "Nefislerini hüsrana uğratanlar” Hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Mekke müşrikleridir. İkincisi: İki ehl-i kitabın kâfirleridir. 21Allah’a karşı yalan uyduran yahut O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphesiz zâlimler iflah olmazlar. "Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim vardır?": Yani O’nun ortağı olduğunu iddia edenden daha zalim. "Âyetleri": Bunda iki görüş vardır: Birincisi: O Muhammed ile Kur’ân’dır. Bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: Kur’ân’dır. Bunu da Mukâtil, demiştir. Bu âyette zikredilen zulümden de şirk kasdedilmiştir. 22O günde onların hepsini toplayacak, sonra da şirk koşanlara: "İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?” diyeceğiz. "Ve yevme nahşürühüm cemian": Elyevme bir mahzuf kelime ile mensûb olmuştur, takdiri: Üzkür yevme nahşürühüm'dür. İbn Cerir de: Mana şöyledir, demiştir: Onlar ne bugün iflah olurlar ne de onları topladığımız gün. Yakub yahşürühüm ile sümme yekulu’yu, ikisini de ye ile okumuştur. Kimlerin kasdedildiği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Müslümanlarla müşrikler. İkincisi: Ahitlerle mabutlar. "Ortaklarınız nerede?” Bu azarlama sorusudur, ortaklardan maksat da putlardır. Bunun onlara nisbet edilmesi onların Allah’ın ortakları olduklarını iddia etmelerindendir. "İddia ederler": Bunun üzerinde iki görüş vardır: Birincisi: Onların Allah’ın ortakları olduklarını iddia ederler. İkincisi: Kendilerine şefaat edeceklerini iddia ederler. 23Sonra onların mazeretleri sadece: Allah'a ant ederiz ki, Rabbimiz, bizler şirk koşanlardan değildik” demeleri oldu. "Sümme lem tekün fitnetehüm": İbn Kesir, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayetle te ile (sümme lem tekün), ref ile (fitnetühüm) okumuşlardır. Nâfi, Ebû Amr ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle, yine te ile mensûb olarak "fitnetehüm” okumuşlardır. Bu, İbn Kesir’den de rivayet edilmiştir. "Fitne” üzerinde de dört görüş vardır: Birincisi: O, kelâm ve söz manasınadır, İbn Abbâs ile Dahhâk: Sözleri olmadı, demişler. İkincisi: Mazeret manasınadır, Katâde ile İbn Zeyd de: Mazeretleri olmadı, demişlerdir. İbn Enbari mana şöyledir, demiştir: Kendilerini helak edecek ve rüsvaylıklarına sebep olacak şeyi mazeret gösterdiler. Üçüncüsü: Deneme manasınadır, Atâ’ el - Horasani: Denemeleri olmadı, demiştir. Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Onları delil altında bırakan ve kınanmalarını artıran denemeleri olmadı, demiştir. Dördüncüsü: Fitneye kapılmak manasınadır, mana da fitneye kapılmalarının sonu olmadı, demektir. Zeccâc şöyle demiştir: Şirklerine kapılmaları ve üzerinde durmaları onlardan el çekmekten başka bir şey olmadı, demiştir. Dilde bunun benzeri şöyledir: Bir insanın aklını çelen birini sevdiğini görürsün, o da bir tehlikeye düştüğü zaman ondan elini çeker o da: Senin falanı sevmen ondan el çekmeden başka bir şey değildir, der. Bu hoş bir tevildir, bunu ancak Kelâmın manalarını ve Arapların kullanımlarını bilenler anlarlar. İbn Enbari de şöyle demiştir: Mana şöyledir: Onlar bu sözleriyle kendilerini yaktılar, çünkü yalan söylediler ve dünyada onunla tanındıkları şeyi kabul etmek istemediler. "îlla en kalu vallahi rabbina makünna müşrikin": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, benin kesresiyle: "Vallahi rabbina"; Hamze, Kisâi ve Halef de benin nasbi ile (Rabbena) okumuşlardır. Sıfatları bu olan kavim hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar müşriklerdir. İkincisi: Münafıklardır. Ne zaman yemin ederler? Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Cennete ancak Müslüman olanın girdiğini gördükleri zaman: Gelin şirkimizi bırakalım, der ve yemin ederler. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Cehenneme girip de tevhid ehlinin oradan çıktıklarını görünce, yemin eder ve özür dilerler. Bunu da Said b. Cübeyr ile Mücâhid, demişlerdir. Üçüncüsü: Onlara: "Ortaklarınız nerede?” diye sorulduğu zaman onlarla ilişkilerinin olmadığını söyler ve yemin ederler. Bunu da Mukâtil, demiştir. 24Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve uydurdukları şeyler onlardan nasıl saptı (kayboldu). "Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler": Geçersiz mazeret ileri sürmekle. "Uydurdukları şeyler onlardan kayboldu": Yani, putlar Allah'ın ortakları ve ahirette kendilerinin şefaatçileridir, diye iddia edip uydurdukları şeyler kaybolup gitti. 25İçlerinden kimisi seni dinler. Onu anlamamaları için kalplerinin üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk. Eğer bütün mucizeleri görseler ona iman etmezler. Nihayet sana geldikleri zaman seninle tartışırlar. O kâfirler: "Bu (Kur’ân) öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” derler. "İçlerinden kimisi seni dinler": İniş sebebi şöyledir: Utbe, Şeybe, Nadr b. el - Haris ve Halefin iki oğlu Ümeyye ile Übey’den oluşan bir müşrik grubu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile oturup onu dinlediler. Sonra da Nadr b. el - Haris’e: "Muhammed ne diyor?” dediler. O da: Gök kubbeyi çatana yemin olsun ki, ne dediğini anlamıyorum. Ancak dudaklarını kıpırdaüyor. Dedikleri benim size anlattığım türden öncekilerin masallarından başka bir şey değildir, dedi. Nadr, eski milletlerden çok şey anlatırdı. İşte bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Ekinne” kelimesine gelince: Zeccâc şöyle demiştir: O, "kinan’ın çoğuludur, inan ve einne gibi. "En yefkahuhu": Bu da mefulunleh olmak üzere mensubtur, Mana şöyledir: Ca’alna alâ kulubihim ekinneten likeraheti en yefkahuhu (anlamalarını istemediğimiz için kalplerinin üzerine kılıflar geçirdik). Lâm atılınca kerahet kelimesi mensûb oldu, kerahat de atılınca onun nasbi "en"e geçti. "Vakr” kulak ağırlığıdır, fi üzünihi vakrun ve kad vukiratil üzünü, tukarı denir ki, kulak ağırlaşmaktır. Şair de şöyle demiştir: Kötü söze karşı kulağımda ağırlık vardır. Halbuki kulağım sağır değildir. Vikr ise deveye kaldıramayacağı şeyi yüklemektir. Aleyhi vikrun, nakatün mukır ve mukiretün denir ki, yüklü (meyveli) hurma ağacı ve deve demektir. Onlara bunun yapılması, küfürde ısrar etmelerine ceza içindir. Mana: Onu anlamadılar ve duymadılar değildir, ancak onlar ondan saptıkları ve akibetlerinin kötü olacağını düşünmedikleri için bilmemiş ve duymamış gibi oldular. "Bütün âyetleri görseler": Yani senin peygamber olduğunu gösteren bütün işaretleri görseler, "ona iman etmezler". Sonra Allahü teâlâ onlara delillerinin ve mücadelelerinin miktarını bildirdi ve delil getirirken sadece: "Bu değildir, ancak öncekilerin masallarıdır (esatir) dediler". Bunun üzerinde iki görüş vardır: Birincisi: Onlar eskilerin satırlara geçen haber ve sözleridir. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan: Öncekilerin masalları, yalanlarıdır, sözleri de o zamanlar içindeki anlattıklarıdır, dediğini rivayet etmiştir. Ahfeş de şöyle demiştir: Bazısı, esatir’in tekilinin ustura olduğunu iddia etmiştir. Bazısı da, bence bunun tekili yoktur, o abadid, mezakir ve ebabil veznindedir, demiştir. İbn Kuteybe de: öncekilerin esatiri: Haberleri ve onlardan yazılan şeylerdir, demiştir. "Nun velkalemi vema yesturun” (Kalem: 1, 2) da böyledir ki, yazdıkları şeyler, demektir. Onun tekili satr’dır, sonra estar, sonra da esatir denir ki, cem’in cem'i olmuş olur, kavi, akval ve akavil, gibi. İkinci görüş: öncekilerin esâtîri saçmalıklarıdır. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Esâtîrin tekili ustura ve istara’dır, onlar da saçmalıklar türündendir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Araplara göre saçmalıklar: Kapalı yollar, müşkül gidiş yerleridir. Kad ahazna fi türrehatil besbas denir ki: Doğru yoldan eğri yola ve bilinenden bilinmeyene saptık, demektir. Besbas, geniş çöl, türrehat da anayoldan ayrılan tali yollardır. Bunlar çok ve zor olur. Doğru ve açık olmayan şeye bunlarla misal getirilir. Eğer: "onlar Kur’ân’ı neden öncekilerin masalları olmakla ayıpladılar, halbuki masallarda ilim ve hikmet de olur, onu söyleyen neden kınansın?” denilirse, buna iki cevap verilir: Birincisi: Onlar Kur’ân, Allah’ın vahyi değildir demek istediler. İkincisi: Onu müşkül ve kapalı diye kınadılar, maksatları yalan ve iftira dinleyip rahat etmek istemeleri idi. Birinci cevaba göre "esatir” tastir"den (satır satır yazmaktan) gelir. İkinciye göre de saçmalıklar manasına olur. Biz de saçmalıkların manasını anlatmış bulunuyoruz. 26Onlar hem insanları ondan men ederler de kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar kendilerinden başkalarını helak etmezler; fark etmiyorlar. "Hem ondan men ederler hem de ondan uzaklaşırlar": İniş sebebi için iki görüş vardır: Birincisi: Ebû Talib, müşrikleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet etmekten men ederdi, kendisi ise onun getirdiklerinden uzak dururdu. Âyet de bunun üzerine indi. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Amr b. Dinar, Atâ’ b. Dinar ve Kasım b. Muhaymire de bu görüştedirler. Mukâtil de şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Talib’in yanında idi, onu İslâm'a davet ediyordu, Kureyş uluları da Ebû Talib'e gelmiş, ona kötülük etmek istiyorlardı. Ebû Talib'ten onu kendilerine teslim etmesini ve onu öldürmek istediklerini söylediler. O da: Ben onun hasretine dayanamam, dedi. Onlar da: Onun yerine sana gençlerimizden birini verelim, dediler. Ebû Talib de: Develer yayılırken eğer bir deve, kendi yavrusundan başkasına giderse onu size veririm, dedi ve şu şi’ri söyledi: Allah’a yemin ederim ki, sana ellerini süremeyeceklerdir, Mezarda kara toprağı başıma çekinceye kadar. Sana gelen emirlerle onların başlarını ağrıt, sana kınama yoktur. Sevin, gözlerin neşe ile dolsun. Sen öyle bir din sundun ki, hiç şüphesiz Dünya dinlerinin en hayırlılarındandır. Eğer kınama olmasa ve bana kötü söylemelerinden korkmasa idim, Senin bu dinine göğsümü açardım. İşte âyet bunun üzerine indi. İkincisi: Mekke kâfirleri insanları Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmaktan men ederlerdi, kendileri de bizzat ondan uzak dururlardı. Bunu Valibi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve İbn el - Hanefiyye, Dahhâk ve Süddi de böyle demişlerdir. Birinci görüşe göre "onlar” zamiri tek kişiden kinaye olur, İkinciye göre de bir topluluktan kinaye olur. "Anhü"nun zamiri hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir, sonra bunda da iki görüş vardır: Birincisi: İnsanları ona eziyet etmekten men ederler. İkincisi: Ona tabi olmaktan men ederler. İkincisi: O, Kur’ân’a râcîdir, bunu da Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd, demişlerdir. "Yen'evne": İse uzaklaşırlar, demektir. "Anhü” nun zamirinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e râcîdir. İkincisi: Kur’ân’a râcîdir. "İn yühlikune": Helak etmezler, demektir. "İlla enfüsehüm": Ancak kendilerini helak ederler, ondan uzaklaşmakla. "Fark etmiyorlar": Nefislerini helak edeceklerini. 27Ateşin karşısında durdurulup da: "Keşke biz dünyaya döndürülseydik de Rabbimizin âyetlerini yalanlamayarak iman edenlerden olsaydık” dediklerini görseydin! "Keşke ateşin karşısında durdurulduklarını görseydin": "Durdurulmaları” nın manasında altı görüş vardır: Birincisi: Orada hapsedildiklerini, bunu İbn Saib, demiştir. İkincisi: Ona arz olunduklarını, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Onu gözleriyle gördükleri zaman. Dördüncüsü: Cehennem altlarında iken durduruldukları zaman. Beşincisi: İçine girip de azabının ne kadar olduğunu öğrendikleri zaman. Vakaftü alâ fülanin dersin ki, onu anladım ve tanıdım, demektir. Bu üç görüşü Zeccâc demiş ve sonuncusunu beğenmiştir. İbn Cerir de şöyle demiştir: ‘Alâ” "fi” manasınadır. Altıncısı: Onun üzerinde durduruldukları zaman, meselâ onun yollarında müebbet durdurulmaları gibi. Bunu da Maverdi, zikretmiştir. Bu âyette hitap Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e, tehdit de kâfirleredir. "Lev” şart edatının cevabı mahzuftur, Mana da şöyledir: Eğer onları o halde iken görseydin acayip bir şey görürdün. "Vela nükezzibe bi-âyâti rabbine": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Kisâi, Ebû Bekir, Âsım’dan rivayet ederek, be’nin ve nunun ref'i ile "nükezzibü” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Mana şöyledir: Onlar dünyaya dönmeyi temenni ettiler ve yalan söylemeyeceklerini garanti ettiler. Mana da şöyle olur: Keşke döndürülse idik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamazdık, döndürülsek de döndürülemesek de mü’minlerden olurduk. Çünkü hiçbir zaman yalan söylemeyeceğimiz şeyi gözlerimizle gördük. Ve şöyle demiştir: Başka bir yoruma göre de merfu okumak câizdir: Mana da şöyle olur: "Keşke döndürülse idik": Keşke yalan söylemese idik, sanki onlar dünyaya döndürülmeyi ve tasdike muvaffak olmayı temin etmiş gibiler. Ahfeş de şöyle demiştir: Merfu okuduğun takdirde onu yemin gibi yapmış olursun, sanki: Allah’a yemin ederiz ki, Rabbimizin âyetlerini yalanlamayız ve Allah’a yemin ederiz ki, mü’minlerden oluruz, demiş gibi olurlar. Hamze de el - teli rivâyetinin dışında, Hafs da Âsım’dan rivayetle Yakub da, "nükezzibe’nin basını ve "nekune"nin nununu nasb ile okumuşlardır. Mekki b. Ebû Talib de şöyle demiştir: Bu nasb, temenninin cevabı olarak câizdir, bu da "en” gizleyerek "nüredde"den masdar yapılmış, tevil-i masdar olması için "en” gizlenilmiş ve vav ile mastar mastara atfedilmiş olur. Takdiri de şöyledir: Yaleyte lena redden ve intifaen minettekzibi ve keynen minel mü’minin (keşke dünyaya döndürülse, yalanlamayı terk etse ve mü’minlerden olsa idik). İbn Âmir de ‘nükezzibü"nün nununu ref ile "nekune"nin nunu da nasb ile okumuştur. Ref’in illetini beyan etmiş bulunuyoruz. Nasb da temenninin cevabı üzere olur. 28Hayır, daha önce gizledikleri şeyler kendilerine göründü. Eğer onlar (dünyaya) geri döndürülselerdi, men olundukları şeylere geri dönerlerdi. Şüphesiz onlar tam yalancılardır. "Bel beda lehüm makanu yuhfune min kabl": "Bel” edatı burada onların sözlerini ret içindir, yani: Durum onların dedikleri gibi, dünyaya gönderilselerdi iman ederlerdi gibi değildir, demektir. Zeccâc da şöyle demiştir: "Bel” istidrak ve olumsuzluktan sonra olumluluk içindir: Macaeni Zeydün, bel Amrün, dersin, âyetin manasında da dört görüş vardır: Birincisi: Birbirlerinden gizledikleri şeyler meydana çıktı. Bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: Organlarının konuşmasıyla daha önce dilleriyle gizledikleri şeyler meydana çıktı. Bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Gizledikleri şeylerin cezası açığa çıktı. Bunu da Müberrid, demiştir. Dördüncüsü: Başkanların gizledikleri uşaklara göründü. Bunu da Zeccâc, demiştir. "Eğer dünyaya döndürülselerdi yasaklandıkları şeye geri dönerlerdi": İbn Abbâs şöyle demiştir: Men edildikleri şirke geri dönerlerdi ve onlar: Rabbimizin âyetlerini yalanlamaz ve müminlerden olurduk” sözlerinde yalancı çıkarlardı. İbn Enbari de şöyle demiştir: Allah onları, dünyaya döndürüldükleri takdirde iman edecekleri ve yalanlamayacakları hususunda yalanladı da temennileri hususunda yalanlamadı. 29Dediler: "Bu, dünya hayatımızdan başkası değildir ve biz diriltilecekler de değiliz". "Onlar bu dünya hayatımızdan başkası yoktur, dediler": Bu, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler hakkında bir haberdir. Mukâtil şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke kâfirlerine öldükten sonra dirilmeyi haber verince, bunu dediler. Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem de: Bu onların, dünyaya iade edildikleri takdirde diyecekleri sözü hikaye etmektedir. 30Rabbinizin huzurunda durdurulduklarını bir görsen! "Allah": "Bu, gerçek değil mi?” dedi. Onlar da: "Rabbimize yemin olsun, evet” derler. O da: "İnkar ettiğinizden dolayı azabı tadın” der. "Rablerinin huzurunda durdurulduklarını bir görsen": Mukâtil şöyle demiştir: "Rablerine arz edildikleri zaman. "Bu gerçek değil mi?": Yani azap "gerçek değil mi?” demektir. Başkası şöyle demiştir: Bu yeniden dirilme gerçek değil mi? Mukâtil’in görüşüne göre "inkârınız sebebiyle": Azabı inkârınız olur, başkasının görüşüne göre de: öldükten sonra dirilmeyi "inkârınız” sebebiyle demek olur. 31Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar gerçekten ziyan etmişlerdir. Nihayet kıyamet onlara ansızın geldiği zaman: "Onda kusur ettiğimizden dolayı eyvah bize!” derler. Onlar günahlarını sırtlarında taşırlar. Haberiniz olsun, taşıdıkları şey ne kötüdür! "Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar gerçekten ziyan etmişlerdir!": Neden ziyanla nitelendiler? Çünkü onlar imanı küfre sattıkları için ziyanları büyük olmuştur. Allah’ın huzuruna çıkmaktan maksat: Öldükten sonra dirilme ve cezadır. Sâat de kıyamettir. Bağteten ise ansızın, demektir. Zeccâc şöyle demiştir: Sana aniden gelen her şeye Arapça’da bateten denir. Bağatehul emrü yebğutuhu bağten ve bağteten de babını gösterir ki, ansızın gelmek demektir. Şair de şöyle demiştir: Ancak onlar ayrıldılar, ben ise birdenbire irkilmedim, En feci şey ise sana ansızın gelendir. "Ya hasretena": Hasret: Kaçan bir şeye üzülmedir, tefsirciler bunun manası için: Ey pişmanlığımız, demişlerdir. Eğer: "Hasreti çağırmanın manası nedir? O anlamaz ki,!” denilirse, cevap şöyledir: Araplar büyük bir şeyden haber vermede yoruldukları zaman ona seslenir ve başına tenbih için "ya” edatı getirirler. Maksat insanları uyarmaktır, çağrılanı uyarmak değildir. Şu söz de öyledir: Seni burada görmeyeyim! Bu lafzan nidaya benzerse de manası yasaklamadır. Ya haylallah, irkebi de böyledir ki: Ey Allah’ın atlıları, binin, demektir. Sibeveyh de şöyle demiştir: Ya acabah, dediğin zaman, sanki: Ey acep, hazır ol ve ey acep, gel, şimdi senin zamanındır, demiş gibi olursun. Tefrit ise: Bir şeyi zayi etmedir. Zeccâc da şöyle demiştir: Tefrit lügatte: Acziyeti ortaya koymak, itiraf etmektir. "Fiha"daki zamirin merciinde (neden kinaye edildiğinde) de üç görüş vardır: Birincisi: O dünyadır, Mana da şöyledir: Dünyada zayi ettiğimiz ahiret amelinden dolayı. Bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: O alışveriştir, çünkü ziyan ancak alışverişte olur. Ziyan zikredildiği için onu ifadeye lüzum görülmemiştir. Bunu da İbn Cerir Taberî, demiştir. Üçüncüsü: O, itâattir, bunu da bazı müfessirler, demişlerdir. “Evzar“ a gelince: İbn Kuteybe: O, günahlardır, demiştir. Vizr’in aslı sırta ağır yük yüklemedir. İbn Fâris : Vizr, ağırlıktır, demiştir. Bu yük gerçek midir? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O gerçektir, Umeyr b. Hani şöyle demiştir: Her kafirle birlikte ameli de çirkin bir insan suretinde yaratılır. Ne zaman korkunç bir şey olursa daha da ağırlaşır ve korkusunu daha da artırır. Sen ne kötü arkadaşsın, senden çektiğim nedir, der? O da: Ben senin amelinim, dünyada uzun süre sen bana bindin, bugün de ben sana bineceğim ve seni halkın gözü önünde rezil edeceğim, der. Ona biner, düşe kalka insanların yanına gider, sonunda da Rabbinin huzurunda durur. İşte: "Günahlarını sırtlarında taşırlar” kavlinin manası budur. Bu; Süddi, Amr b. Kays el - Mülai ve Mukâtil’in görüşleridir. İkincisi: O, bir misaldir, Mana da şöyledir: Günahlarının ağırlıklarını taşırlar. Zeccâc şöyle demiştir: Çektikleri azap en ağır yük gibi kılınmıştır. "Taşıdıkları şey ne kötüdür"ün manası da: Sırtlarına yüklenen şey ne kadar da kötüdür, demektir. 32Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Elbette ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız? "Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Dünya hayatı hızlı sona ermede ve ömrünün kısalığında oyuncak gibi bir şeydir. İkincisi: Dünyanın hali ve onun için çalışma oyun ve eğlence gibidir. Hayır yapma ise ahiret amelindendir, dünyadan değildir. Üçüncüsü: Dünya hayatının insanları, oyun ve eğlence halkından başkası değildir. Çünkü emrolundukları şeyi yapmayacak kadar meşguldürler. Oyun da: Faydası olmayan şey demektir. "Ve leddarul ahireti hayr": Lâm kasem içindir. Ahiret yurdu da cennettir. "Akıl etmiyorlar mı ki,” onun için amel etsinler. "Efelâ ya’kılûn": İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, En’am, A’raf, Yûsuf ve Yasin’de ye ile "ya’kılûn"; Kasas’ta ise te ile okumuşlardır. Nâfi de hepsini ye ile okumuştur. Hafs, Âsım’dan rivayetle te ile okumuştur. Ancak Yasin’dekini (Yasin: 67) ye ile "efela yakılun” okumuştur. İbn Âmir de Yasin’de ye ile, diğerlerinde de te ile okumuştur. 33Pekiyi biliyoruz ki, gerçekten dedikleri o şey elbette seni üzüyor. Gerçekten onlar seni yalanlamıyorlar, o zâlimler ancak Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. "Pekiyi biliyoruz ki, gerçekten dedikleri o şey elbette seni üzüyor": İniş sebebinde dört görüş vardır: Birincisi: Kureyş’ten Haris b. Amir adında biri: Ya Muhammed, bize hiç yalan söylemedin ki, seni bugün itham edelim, ancak sana uyarsak bizi toprağımızdan kaparlar, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mukâtil de şöyle demiştir: Haris b. Amir halk içinde Peygamberi yalanlardı, ailesi ile baş başa kalınca da: Muhammed, yalan söyleyenlerden değildir, derdi. Bunun üzerine bu âyet indi. İkincisi: Müşrikler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i gördükleri zaman kendi aralarında: O gerçekten peygamberdir, derlerdi. Bu âyet de bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, demiştir. Üçüncüsü: Ebû Cehil, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Biz seni yalanlamıyoruz, ancak getirdiğin şeyi yalanlıyoruz, dedi. Bunun üzerine de bu âyet indi. Bunu da Naciye b. Ka’b, demiştir. Ebû Yezid el - Medeni de şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Cehille karşılaştı, Ebû Cehil onunla tokalaştı, kendisine: "Bu sapıkla mı tokalaşıyorsun?” dediler. O da: "Allah’a yemin ederim ki, onun peygamber olduğunu biliyorum, ancak biz ne zaman Abdimenaf oğullarına tabi olduk?” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Dördüncüsü: Ahnes b. Şurayk, Ebû Cehil ile karşılaştı, Ahnes: "Ey Hakem’in babası, bana haber ver, Muhammed, doğru mudur, yoksa yalancı mıdır? Burada benden başka dediğini duyacak kimse yoktur” dedi. Ebû Cehil de şöyle dedi: "Allah’a yemin ederim ki, Muhammed gerçekten doğrudur, ancak Kusay oğulları sancağı, hacılara su vermeyi, perdedarlığı ve peygamberliği alırlarsa, öteki Kureyş'e ne kalır?” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Onların dedikleri şey ise: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamaları ve Allah’ı inkâr etmeleridir. Âyette Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yüzüne karşı söyledikleri şeyden dolayı teselli ve taziye vardır. "Fe-innehum layükezzibuneke": Nâfi ile Kisâi, şeddesiz ve kâfin sükunu ile "yükzibuneke” okumuşlardır. Manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Seni yalancı olarak bulmazlar, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. İkincisi: Getirdiğin şeyi yalanlamıyorlar, ancak Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve kendilerini O’nun azabına maruz bırakıyorlar. Kisâi bu âyetle şöyle delil getirirdi: Araplar: Kezebtürrecüle derler, bir insanı yalan ve bâtıll konuşmaya nisbet ederler. Ekzebtuhu derler, konuştuğunun yalan olduğunu söylerler, yalan uyduruyor, demezler. Kisâi’den başkası da şöyle demiştir: Ekzebtürrecüle: Bir adamı yalancılar içine sokmak ve onların sıfatını ona vermektir. Nitekim: Ebhaltürrecüle: Bir adamı cimriliğe nisbet etmek, ecbentuhu da, korkaklığa nisbet etmektir. Şair şöyle demiştir: Bir bölük, sizi sevdiğim için beni küfre nisbet ettiler Bir bölük de bana, kötü ve günahkardır, dediler. İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve İbn Âmir, şedde ve kâfin fethası ile "yukezzibuneke” okumuşlardır. Manasında da beş görüş vardır: Birincisi: Seni bir delille yalanlamazlar, ancak o, inat ve şaşkınlık yalanlamasıdır. Bunu da Katâde ile Süddi, demişlerdir. İkincisi: Sen yalancısın, demezler, çünkü senin doğru olduğunu bilirler, ancak senin getirdiğin şeyleri yalanlarlar. Bunu da Naciye b. Ka’b, demiştir. Üçüncüsü: Seni gizli olarak (vicdanen) yalanlamazlar, ancak sana düşmanlıklarından dolayı halk içinde yalanlarlar. Bunu da İbn Saib ile Mukâtil, demişlerdir. Dördüncüsü: Kitaplarında olanlardan verdiğin haberlerde sana: Yalan söyledin, diyemezler. Beşincisi: Seni kalpleri ile yalanlayamazlar, çünkü senin doğru konuştuğunu bilirler. Bu iki görüşü Zeccâc zikretmiştir. Bu iki kıraatin lâfızları farklı olsa da manalarının bir olması câizdir, ancak "fa’altü” teksir binasından dolayı "faaltü"den daha çok mana ifade eder. İki kıraatin aynı manaya olduğunu Sibeveyh’in aktardığı şu söz de tekit eder: Kail el tü ve akleltü (az yaptım), kessertü ve eksertü (çok yaptım) aynı manayadır. Ebû Ali şöyle demiştir: "Seni yalanlamazlar"ın manası: Seni kitaplarında olanlardan verdiğin haberlerde yalanla itham edemezler, demektir. Gerçek manasının: Seni yalancı olarak bulamazlar, demek de câizdir. Nitekim: Ahmettürrecüle denir ki: Onu övgüye layık buldum, dersin. Çünkü seni doğruluk ve güvenirlikle bilirler. "Ancak zâlimler Allah’ın âyetlerini inkâr ederler": Yakinen bildiklerini inatlarından dolayı inkâr ederler. Burada "Allah’ın âyetleri"nde de üç görüş vardır: Birincisi: Onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir, bunu da Süddi, demiştir. İkincisi: Muhammed ile Kur’ân’dır, bunu da İbn Saib, demiştir. Üçüncüsü: Kur’ân’dır, bunu da Mukâtil, demiştir. 34Yemin olsun, senden önceki peygamberler de yalanlanmış; yalanladıkları o şeye sabretmiş ve eziyete uğramışlardır. Nihayet yardımımız onlara geldi. Allah’ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Yemin olsun, sana peygamberlerin haberinden gelmiştir. "Yemin olsun, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştır": Bu da Efendimize onlardan karşılaştığı şeylere karşı bir tesellidir: İbn Abbâs şöyle demiştir: "Yalanlandıkları o şeye sabrettiler": Sevabım hatırı için. "Eziyete uğradılar": öyle ki, testerelerle biçildiler ve ateşle yakıldılar. "Sonunda onlara yardımımız geldi": Onları yalanlayanlara azap etmekle. "Allah’ın kelimelerini değiştirecek yoktur": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Onun va’dinde durmazlık yoktur, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Haber verdiği ve emrettiği şeyleri değiştirecek yoktur, bunu da Zeccâc, demiştir. Üçüncüsü: Kararlarını ve kulları üzerindeki geçerli hükümlerini değiştirecek yoktur. Bu mana "kelimeler’le ifade edilmiştir, tıpkı: "ancak azap kelimesi kâfirlere hak oldu” (Zümer: 71) kavli gibi. Yani hükmü onlara vacip oldu. Bu ve bundan önceki görüşe göre mana şöyle olur: Allah’ın kelimelerini değiştirecek ve kararını bozacak yoktur. O: "Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz” (Mücadele: 21) sözü ile peygamberlerine yardım edeceğine hükmetmiştir. Dördüncüsü: Kelâmın her ne kadar zahiri haber ise de manası yasak manasınadır, anlam: Kimse Allah’ın kelimelerini değiştirmesin, demektir. Bu da: "Onda şüphe yoktur” (Bakara: 2) kavli gibidir. Beşincisi: Mana şöyledir: Kimse ne kadar yaldızlasa ve çabalasa da Allah’ın kelimelerini değiştiremez. Çünkü Allahü teâlâ onu sağlam söz ve muhkem hükümle bâtıll erbabının lâfızları ile karışmaktan korumuştur. Bu üç görüşü İbn Enbari zikretmiştir. "Yemin olsun ki, sana peygamberlerin haberinden gelmiştir": Yani eziyetlere sabredip de yardıma mazhar olmaları hususunda. Burada "in"in zait olduğu söylenmiştir. 35Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, eğer yerde bir tünel yahut gökte bir merdiven arayıp da onlara bir mucize getirebilirsen, yap. Eğer Allah dileseydi onları hidayet üzerinde toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma. "Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse": İniş sebebi şöyledir: Haris b. Amir, bir grup Kureyşli ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi: Ya Muhammed, peygamberlerin kavimlerine getirdiği gibi sen de bize bir mucize getir. Eğer bunu yaparsan sana iman ederiz, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Kebure": Büyük olmak ve ağır gelmek manasınadır. Yüz çevirmelerinde iki görüş vardır: Birincisi: Kur’ân dinlemekten. İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmaktan. "Nafak": Bu kelime hakkında İbn Kuteybe şöyle demiştir: Nafak yerin altındaki giriştir ki, ona dehliz, tünel denir. Süllem ise: Yukarı çıkan merdivendir. Zeccâc da şöyle demiştir: Nafak: Yerin altına inen yoldur, nafika da yer sıçanının yerin altından yüzüne doğru açtığı deliktir. Yer yüzeyine yaklaştığı zaman onu ince bir tabaka halinde bırakır, bir şeyden şüphe ettiği zaman kafası ile orayı iter ve çıkar. Münafıka da bu yüzden aynı kelime denilmiştir. Çünkü o da gösterdiğinin aksini yapar, tıpkı yer sıçanının nafika denen deliği gibi ki, dışı belirsizdir, içi de yerin altında bir deliktir. "Süllem” de: Selametten türemiştir ki, o da seni yukarıya çıkaran, teslim eden araçtır. Mana da şöyledir: Eğer elinden gelirse bunu yap. "Yap” fi’li atılmıştır, çünkü sözün içinde ona gösterecek şey vardır. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Süllem, sebep ve merdivendir: Sen beni ihtiyacın için merdiven (araç) olarak kullandın, denilir. "Onlara bir mucize getirebilirsen": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Senden istedikleri mucizeyi getir, zira ondan meleğin inmesini; Mûsa'nın asası ve Salih’in devesi gibi mucizeler istemişlerdi. İkincisi: Senin mucizenden daha üstününü. "Eğer Allah dileseydi onları hidayet üzerinde toplardı": Bunda üç görüş vardır: Birincisi: Onları hidayet üzerinde yaratmak dileseydi, yapardı. İkincisi: Dileseydi melekler indirirdi, onlar da kendilerini imana zorlarlardı. Bu ikisini Zeccâc zikretmiştir. Üçüncüsü: Eğer dileseydi hepsi iman ederlerdi. İmanı dilemesi ve geçerli hükmü ile terk ettiklerini haber verdi. "Öyleyse sakın cahillerden olma": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Cahillik etme, çünkü eğer dileseydi onları hidayet üzerinde toplardı. İkincisi: Sana bazılarının iman edip bazılarının da iman etmeyeceklerinde cahillik etme. Üçüncüsü: Sabırsızlık edenlerden olma, çünkü sabırsızlık cahillerin ahlakındandır. 36Ancak dinleyenler (davete) icabet ederler, ölüleri Allah diriltir. Sonra da O’na döndürülürler. "Ancak dinleyenler (davete) icabet ederler.” Yani sana ancak dinleyen icabet eder, maksat kabul edecek şekilde dinlemektir. Ölülerden kimler kasdedildiğine dair iki görüş vardır: Birincisi: Onlar kâfirlerdir, bunu da Hasen, Mücâhid ve Katâde, demişlerdir. Buna göre mana şöyle olur: Ancak mü’minler dinlerler; kâfirler ise Allah onları tekrar diriltinceye kadar icabet etmezler. Sonra onları kâfirler olarak toplar, onlar da mecburi olarak icabet ederler. İkincisi: Onlar gerçek ölülerdir, Allah onları misal olarak zikretmiştir, Mana da şöyledir: ölüler, Allah onları tekrar diriltinceye kadar davete icabet etmezler. Dinlemeyenler de böyledir. "Sonra O’na döndürülürler": Mü’minleri ve kâfirleri kasdediyor, o zaman hepsine yaptıklarının karşılığını verir. 37Dediler: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir; ancak onların çoğu bilmiyorlar. "Dediler: Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?": İbn Abbâs, âyet Kureyş reisleri hakkında inmiştir, demiştir. "Levla", "hella” (teşvik) manasınadır, onu da Nisa suresinde şerh etmiştik. Mukâtil: Âyet kelimesinden peygamberlerinki gibi mucizeyi kasdetmişler, demiştir. Başkası da: Peygamberliğe şahitlik edecek bir meleğin inmesini kasdettiler, demiştir. "Ancak onların çoğu bilmezler": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Allah’ın mucize indirmeye gücü yettiğini bilmezler. İkincisi: İnen mucizede onlar için ne gibi riskler olduğunu bilmezler, çünkü ona iman etmedikleri takdirde azapları artar. Üçüncüsü: Onun inmesindeki yararı bilmezler. 38Yeryüzünde bir hayvan ne de iki kanadıyla uçan bir kuş yoktur ki, mutlaka sizin gibi ümmetlerdir. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra ancak Rablerine toplanacaklar. "Yeryüzünde bir hayvan yoktur ki,": İbn Abbâs, yeryüzünde hareket eden her canlıyı kasdetmiştir, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: İki kanattan bahsedilmesi tekittir. Bütün mahlukat ya hareket eder yahutta uçar. "Mutlaka sizin gibi ümmetlerdir": Mücâhid: Sınıf sınıftırlar, demiştir. Ebû Ubeyde de: Cins cinstirler, Allah’ı tanır ve O'na ibadet ederler, demiştir. "Sizin gibidirler": Bunun manasında da dört görüş vardır: Birincisi: Birbirlerini anlamada sizin gibidirler, demektir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayet emiştir. İkincisi: Allah'ı tanımada, bunu da Atâ’, demiştir. Üçüncüsü: Yaratılma, ölme ve dirilmede sizin gibidirler, bunu da Zeccâc, demiştir. Dördüncüsü: Beslenme istemede, rızık aramada ve tehlikelerden sakınmada sizin gibidirler, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Âyet şöyle delil olarak sunulmuştur: Allahü teâlâ müşriklere akıl ve fehim vermiştir; bununla Peygamberin durumunu anlamalı ve ona itâate sarılmalı idiler, nitekim kuşlara da birbirinin işaretini anlayacak güdüler vermiştir. Erkeğe dişiyi arattırmıştır. Bütün bunlarda kudretini gösteren deliller vardır. "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık": Kitap üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, Levh-i Mahfuz’dur. İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’dan: Biz hiçbir şeyi terk etmedik, ne varsa hepsini ana kitapta yazdık, dediğini rivayet etmiştir. Katâde ile İbn Zeyd de bu manaya kail olmuşlardır. İkincisi: O, Kur’ân’dır. Atâ’, İbn Abbâs’tan: Biz hiçbir şey bırakmadık, mutlaka onu sizin için açıkladık, dediğini rivayet etmiştir. Buna göre bu geneldir, tahsis edilmiştir. Mana da şöyle olur: Muhtaç olduğunuz ne varsa onu kitapta size açıkladık, bunu da ya nas (açık) olarak ya özetle ya da delalet yolu ile yaptık. "Sana kitabı her şeyi açıklaman için indirdik” (Nahl:89) âyetinde olduğu gibi ki, din işinde ihtiyaç duyulan her şeyi demektir. "Sonra ancak Rablerine toplanırlar": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O kıyamet günündeki toplamadır. Ebû Zer rivayet edip şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında iki koç toslaştılar: "Ey Ebû Zer, ne için toslaştıklarını biliyor musun?” dedi. Ben de: Hayır, dedim. O da: Fakat Allah biliyor, aralarında hüküm verecektir, dedi. 4 4- İmam Ahmed, Müsned, 5/162, 173 Ebû Hureyre de şöyle demiştir: Allah mahlukatı, hayvanları, sürünenleri, kuşları ve herzeyi kıyamet gününde toplar, adaleti o dereceye varır ki, boynuzsuz koyunun hakkını boynuzludan alır, sonra da onlara: Toprak olun, der. O zaman kâfir: Keşke ben de toprak olaydım, der. 5 5- Hakim, el - Müstedrek, 2/316. Müslim'in şartına uygundur, demiş, Zehebi de ona katılmıştır. İkincisi: Toplamanın manası: Onları öldürmektir, bunu da İbn Abbâs ile Dahhâk, demişlerdir. 39Âyetlerimizi yalanlayanlar; karanlıklar içinde sağırlar ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse, onu şaşırtır, kimi de dilerse, onu doğru yola getirir. "Âyetlerimizi yalanlayanlar": Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in getirdiklerini yalanlayanlar, "sağırdırlar", Kur’ân’dan sağırdırlar, onu dinlemezler. "Dilsizdirler": Onu konuşmazlar. "Karanlıklar içindedirler": Yani şirk ve sapıklık içindedirler. "Allah kimi dilerse onu şaşırtır": O da küfür üzere ölür. "Kimi de dilerse onu doğru yola getirir": O da İslâm’dır. 40De ki: "Bana haber verin, size Allah’ın azabı gelse yahut kıyamet gelse, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer doğru kimseler iseniz! "Kul ereeyteküm": İbn Kesir, Âsım, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hamze, Kur’ân’ın her yerinde elifle hemzeli olarak "ereeytüm", "ereeyteküm” ve "ereeyte” okumuşlardır. Nâfi ise hepsini imale etmiştir. Kisâi de elifsiz ve hemzesiz okumuştur. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Araplar: Ereeyteke, derler ki: Bana haber ver, demek isterler. "Allah’ın azabından": Burada ne murad edildiği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: O ölümdür, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O eski milletlerin başına gelen azaptır, bunu da Mukâtil, demiştir. Saat: Kıyamettir. Zeccâc da: O, kulların ölecekleri vaktin ve yeniden dirilecekleri zamanın ismidir, demiştir. "Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız?": Yani sıkıntınızı def etmesi için puta veya taşa mı dua edersiniz? Karşılık veremeyecekleri bir delil ileri sürmüştür; çünkü onlar başlarına bir sıkıntı geldiği zaman Allah'a dua ederlerdi. "Eğer doğru kimseler idiyseniz!": Bu da: "Ereeyteküm” kavlinin cevabıdır, çünkü o, bana haber verin manasınadır. Sanki onlara: Eğer doğru kimseler iseniz, başınıza bir belâ geldiği zaman kime dua ettiğinizi söyleyin, denilmiş gibi olur. 41Hayır, yalnız O’na yalvarırsınız. O da eğer dilerse, yalvardığınız şeyi açar; siz de ortak koştuklarınızı unutursunuz. "Hayır, yalnız O’na yalvarırsınız": Zeccâc şöyle demiştir: Şiddet anlarında yalnız kendisine dua ettiklerini bildirmiştir. Bu da onların aleyhine en büyük kanıttır, çünkü onlar putlara tapınışlardır. "Dilerse yalvardığınız şeyi açar": Yani onun için dua ettiğiniz sıkıntıyı açar, demektir. Dil buna müsaittir, meselâ: "Köye sor” (Yûsuf: 82) kavli de böyledir ki: Köy halkına sor, demektir. "Unutursunuz": Bunun "terk edersiniz” manasına olması câizdir ki, mana şöyle olur: Sizler onlara dua etmeyi terk etmede onları unutmuş gibisiniz. 42Yemin olsun, senden önce ümmetlere de peygamberler gönderdik. Olur ki, yalvarırlar diye onları şiddetli fakirlik ve sıkıntılarla yakaladık. "Yemin olsun, senden önce ümmetlere de peygamberler gönderdik": Âyette atılan kelimeler vardır, takdiri (açılımı) şöyledir: Yemin olsun, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik, onlara muhalefet ettiler, biz de onları çetin şeylerle yakaladık. Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O müzmin (kronik) hastalık ve korkudur. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O şiddetli fakirliktir, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Üçüncüsü: O, açlıktır, bunu da Zeccâc zikretmiştir. “Darrâ” (sıkıntı) hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: Belâ ve açlıktır, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Mallarda ve canlarda eksikliktir, bunu da Zeccâc zikretmiştir. Üçüncüsü: Hastalıklar ve rahatsızlıklardır, bunu da Ebû Süleyman, demiştir. "Olur ki, yalvarırlar": Yani yalvarmaları için, demektir. Tazarru; zillet ve miskinliktir. Kelâmda atılan sözcük vardır, takdiri: Yalvarmadılar, demektir. 43Azabımız geldiği zaman yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yaptıkları şeyi süsledi. "Levla", "hella” (teşvik) manasınadır. Be’s de: Azaptır. Âyetten kastedilen şudur: Allahü teâlâ Peygamberine şunu bildirmiştir ki, O, kendisinden önce bir kavme elçi göndermiştir, onlarsa o kadar katı davrandılar ki, sıkıntılara maruz kaldılar, yine de boyun eğmediler, küfürlerinde ısrar ettiler. Şeytan onlara sapıklıklarını süslü gösterdi, onlar da bunun üzerinde direttiler. 44Ne zaman ki, kendilerine yapılan hatırlatmaları unuttular biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenlerle ferahlayınca onları ansızın yakaladık. Birden ümitlerini kestiler. "Kendilerine yapılan hatırlatmaları unuttukları zaman": İbn Abbâs: Kendilerine verilen öğütleri tutmadılar, demiştir. "Üzerlerine her şeyin kapılarını açtık": Dünyanın bolluk ve sevincini kastediyor. Ebû Cafer ile İbn Âmir, burada, A’raf’ta, Enbiya ve Kamer’de şedde ile: "Fettahna” okumuşlar; cumhûr da şeddesiz okumuştur. Zeccâc şöyle demiştir: Kendilerine kapalı olan her hayrın kapılarını açtık, nihayet kendilerine verilenin intikam için olmadığını ve kendilerine açılan kapıları hak ettiklerini zannettikleri zaman, onları ansızın yakaladık, yani azabımız onlara birden geldi. İbn Enbari de "her şey"in ifadesi tekit için kullanılmıştır, demiştir. Meselâ birinin: Filanın yanında her şeyi yedik ve onun yanında bütün sevinçleri tattık, demesi gibi ki, bu genelleme ile anlattığı şeylerin çok ve geniş olduğunu bildirmek ister, meselâ: "Ona (Belkıs’a) her şeyden verilmiştir” (Neml: 23) kavlinde olduğu gibi. Hasen de: Kime bol verilir de bunun tuzak olduğunu bilmezse, onun görüşü yoktur. Kime de dar verilir de ona bakıldığını göremezse, onun da görüşü yoktur, demiş, sonra da bu âyeti okumuş ve: Ka’be’nin Rabbine yemin ederim ki, bazılarına ihtiyaçları verilmiş, sonra da yakalanmışlardır, demiştir. "Onlar birden ümitlerini kesiyorlar": Bunda (müblis ifadesinde) beş görüş vardır: Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’ın rahmetinden ümit kesendir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Başka bir rivayette de: Bütün hayırlardan ümit kesendir, demiştir. Ferrâ’ da: Müblis, umutsuzdur, demiştir. Bunun içindir ki, delil bulamayan ve verecek cevabı olmayana: Eblese (apıştı) derler. Şair Accac da şöyle demiştir: Arkadaş, sen hiçbir ağıl gördün mü ki, kemreler kat kat olmuştur? Evet, gördüm, dedi, fakat apıştı! Yani verecek cevap bulamadı. Burada geçen mükres kelimesi: Develerin kığılayarak ve idrar ederek altlarının kemre bağlamasıdır. İkincisi: Rezil olan demektir. Mücâhid: İblâs, rezilliktir, demiştir. Üçüncüsü: Helak olandır, bunu da Süddi, demiştir. Dördüncüsü: Altından kalkamayacağı kötülüğe maruz kalan ve yorulan kimsedir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Beşincisi: O üzgün ve pişman demektir, bunu da Ebû Ubeyde demiş ve Ru’be’nin şu beytini misal getirmiştir: Perşembe günü Beşler hazır bulundular; Yüzlerinde sarılık ve iblas vardı. Yani: Moral bozukluğu, somurtkanlık ve üzüntü, demektir. Zeccâc da: O derin hasret, üzüntü ve umutsuzluktur, demiştir. Başka bir yerde de: Müblis: Suskun ve şaşkındır, demiştir. 45Böylece, zulmeden o kavmin arkası kesildi. Övgü âlemlerin Rabbi Allah’ındır. "Böylece zulmeden o kavmin arkası kesildi": İbn Saib şöyle demiştir: Dabirühüm, arkalarından gelenler, demektir. Mana da şöyledir: Onların kökleri kazıldı. Ebû Ubeyde de: Dabir, arkadan gelen demiştir. İbn Kuteybe de: Bu köklerinin kazılması ile aynı manayadır, demiştir. Müfessirler şöyle demişler: Onların kökünü kazımakla neden kendini övdü? Çünkü bu, yalanlanan elçilere bir nimettir. Bir de zâlimlerin şerrinden emin olmanın hamd etmeye layık bir şey olduğunu bildirmiştir. 46De ki: Eğer Allah kulağınızı ve gözlerinizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, Allah’tan başka size onu getirecek ilâh kimdir? Bak, âyetleri nasıl çeviriyoruz. Sonra onlar yüz çeviriyorlar. "De ki: Eğer Allah kulağınızı ve gözlerinizi alırsa": Yani giderirse, "kalplerinizi de mühürlerse", öyle ki, hiçbir şey bilmezseniz, "size onu Allah’tan başka getirecek ilâh kimdir?": Onu zamirinde de üç görüş vardır: Birinci o, fi’le râcîdir, Mana da şöyledir: Allah’ın sizden aldığını kim getirebilir? Bunu da Zeccâc, demiştir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Fiilden kinaye edersen, ne kadar çok olursa olsun, zamiri tek olarak getirirsin, meselâ bir adama: "İkbalüke ve idbarüke yü’zini (senin gelmen de gitmen de beni üzüyor” sözünde olduğu gibi. İkincisi: O, hidayete râcîdir, bunu da Ferrâ’ zikretmiştir. Buna göre kinaye edilen şey zikredilmemiş olur, ancak mana onu kapsar. Zira kulağı ve gözü alınan ve kalbine mühür vurulan kimse hidâyeti bulamaz. Üçüncüsü: O kulağa atfedilmiş olur, onun üzerine atfedilen şey de kıssaya dahil olur. Zira ona atfedilmiştir. Bunu da Zeccâc zikretmiştir. Cumhûr: "Men İlâhün ğayrullahi ye’tiküm bihinzur” (bihi’nin hesini kesre ile) okumuştur. Müseyyebi de Nâfi’den zamme ile: "Bihunzur” rivayet etmiştir. Ebû Ali de şöyle yorumlamıştır: Kim kesre ile okursa, bihi aybün gibi yerlerde heye bitişen yeyi atar. Kim de zamme ile okursa, o da: Fehasefna bihu ve bidarihul arda kavlini örnek almış olur ve vavı atar. "Bak, âyetleri nasıl çeviriyoruz?": Mukâtil şöyle demiştir: Yani alâmetler değişik şeylerde olur; meselâ kulakları, gözleri ve kalpleri almakla; eski milletlere yapılan şeylerle olur. "Sonra da onlar yüz çeviriyorlar": Yani yüz çeviriyorlar da ibret almıyorlar. 47De ki: "Bana haber verin, eğer Allah'ın azabı size ansızın yahut açıkça gelirse, zâlimler topluluğundan başkası mı helak edilir? "De ki: Bana haber verin, eğer Allah'ın azabı size ansızın yahut açıkça gelirse": Zeccâc: Bağteten, apansız demektir, demiştir. Cehreten ise: Onlara görerek gelmesidir. "Zâlimler topluluğundan başkası mı helak edilir?” Siz ve benzerlerinizden başkası mı helak edilir? Çünkü siz inadına küfrettiniz ve kendilerinizin zâlimler olduğunu bildiniz. 48Biz, peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Öyleyse kim iman eder ve (kendini) düzeltirse, onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de. "Biz, peygamberleri ancak müjdeciler olarak göndeririz": Yani sevapla müjdeleyici ve azapla uyarıcı olarak. Gönderilmeleri teklif ettikleri muziceleri getirmeleri için değildir. Sonra da tasdik edenlerin sevabını ve inkâr edenlerin azabını âyetin tamamında ve arkasında zikretmiştir. 49Âyetlerimizi yalanlayanlara yaptıkları fasıklık yüzünden azap dokunacaktır. İbn Abbâs: Yefsukun kelimesinin, inkâr edenler manasına olduğunu söylemiştir. 50Deki: size: "Yanımda Allah’ın hâzineleri var” demiyorum. Ben gaybi de bilmem. Size, "ben bir meleğim de” demiyorum. Ben ancak bana vahyolunanlara tabi olurum. De ki: "Kör ile gören bir olur mu?” Hiç düşünmüyor musunuz? "De ki: Yanımda Allah’ın hâzineleri var, demiyorum": İniş sebebi şöyledir: Mekke halkı: Ya Muhammed, Allah sana bir hazine indirse de zenginleşsen; zira sen fakir ve muhtaçsın. Yahut ondan yiyeceğin bir bahçen olsa, zira sen açsın, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Bu âyet, "ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya” kavline bağlıdır; böylece onlara Allah'ın hâzinelerine sahip olmadığını; gaybi de bilmediğini ancak vahiy ile bileceğini bildirdi. Melek olduğunu da söylemiyor, zira melek, Allah’ın işlerinden insanların göremediğini görür. İbn Mes’ûd, İbn Cübeyr, İkrime ve Cuhderi, “Lâm” ın kesresiyle: "İnni melik (ben kıralım) okumuşlardır. “Kör” ile “gören” üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Kör, kâfirdir, gören de mü'mindir. Bunu İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir. İkincisi: Kör, sapık, gören de doğru yolda olandır, bunu da Said b. Cübeyr ile Mücâhid demişlerdir. "Hiç düşünmüyor musunuz?": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O’nun birliğine ve Resul’ünün doğruluğuna delalet eden ve size açıklanan âyetler üzerinde düşünmüyor musunuz? İkincisi: Size verilen kör ile gören misalinde ve bu ikisinin bir olmayacağı üzerinde. 51Onunla (Kur’ânla) Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları uyar. Onlar için O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır. Belki sakınırlar. "Onunla uyar": Zeccâc, Kur’ân'lâ demiştir. Neden toplanmaktan korkanları zikretti de diğerlerini etmedi? Halbuki hepsinin de uyarıcısı idi? Çünkü toplanmaktan korkanlar delile daha çok maruzdurlar. Çünkü onlar ahireti itiraf etmektedirler. İnsanlar iki kısımdır: Ya Müslümandır ki, Müslüman olarak üzerindeki Allah'ın hakkını eda etmek için uyarılır, ya da kitabidir. Kitabiler ise öldükten sonra dirilmede müttefiktirler. Dost ve şefaatçiden bahsetmesi şunun içindir, çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar, kendilerinin Allah’ın oğulları ve sevgilileri olduğunu söylediler. Aziz ve celil olan Allah da küfür ehlinin kendinden başka dost ve şefaatçileri olmadığını bildirdi. Başkası da şöyle demiştir: Onların Allah’tan başka dostları yoktur, yani onların Allah’tan başka ne bir dostları ne de bir şefaatçileri vardır; çünkü şefaat edenlerin şefaati de O’nun emriyledir. Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Bu âyet: "Bu Kur’ân bana vahyolundu ki, onunla sizi uyarayım” (En’am: 19) âyetine bağlıdır. 52Sabah akşam Rablerine dua ederek cemalini dileyenleri kovma. Onların hesabından sana bir şey yoktur. Senin hesabından da onlara bir şey yoktur ki, onları kovup da zâlimlerden olasın. "Rablerine dua edenleri kovma": Sa’d b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: Bu âyet ben, İbn Mes’ûd, Suheyb, Ammar, Mikdad ve Bilal hakkında indi. Kureyş, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Biz bunlara tabi olmak istemeyiz, onları etrafından kov, dediler. Bundan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in içine bir şeyler girdi, bunun üzerine bu âyet indi. Habbab b. Eret de şöyle demiştir: Bu âyet bizim hakkımızda indi, bizler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafında zayıf kimseler olarak bulunurduk, bize sabah akşam faydalı şeyler öğretirdi. Akra b. Habis ile Uyeyne b. Hısn geldiler: Bizler kavmimizin eşrafındanız, bizi bunlarla beraber görmelerini istemeyiz; seninle oturduğumuz zaman onları kov, dediler. O da: Peki, dedi. Onlar da: Bunu aramızda yazmadıkça razı olmayız, dediler. Deri ve divit kalem getirildi. Bunu yapmak isteyince - ki, biz de bir tarafta oturuyorduk - birden Cebrâil, Allahü teâlâ’nın: "Rablerine dua edenleri kovma... biz onların bazısını bazıları ile denedik” kavlini indirdi. O da elindeki sayfayı attı ve bizi çağırdı: "Selam size, Rabbiniz merhameti kendi üzerine yazdı” diyordu. Biz de o gün kendisine yaklaştık, öyle ki, dizlerimizi onun dizine dayadık. İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Kureyş’ten bir grup, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e uğradı, yanında da Habbab, Suheyb, Bilal ve Ammar var idi. Onlar: "Ya Muhammed, sen bunlardan razısın, bizim de onlara tabi olmamızı mı istiyorsun?” dediler. Bunun üzerine: "Rablerine dua edenleri kovma” âyeti indi. İkrime de şöyle demiştir: Rebia’nın iki oğlu Utbe ile Şeybe, Mut’im b. Adiy, Haris b. Nevfel, Abdimenaf oğullarının eşrafı ile birlikte Ebû Talib’e geldiler: Eğer kardeşinin oğlu bizim yanaşma ve kölelerimizi yanından kovarsa, kalplerimizdeki yeri daha sağlam olur ve ona uymamız için büyük avantaj sağlar, dediler. Ebû Talib de geldi, ona bunu anlattı, Ömer b. Hattab da: Bunu yapsan da ne istediklerini bir görsek, dedi. Bunun üzerine bu âyetler indi. Ömer de dönüp dediklerinden özür diledi. Ebû Salih de İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Bu âyetler şu gibi zayıflar hakkında indi: Bilal, Suhayb, Habbab, Ammar, Mihca, Amir b. Füheyre ve Ebû Huzeyfe’nin azatlısı Salim. "Onunla Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkanları uyar” âyeti de yine onların hakkında indi. Avfi de İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Eşraftan bazı kimseler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Biz sana iman edeceğiz, namaz kıldığımız zaman yanındaki bu adamları geriye at, arkamızda kılsınlar, dediler. Buna göre onları arka safa atmasını istediler, daha önceki görüşlere göre de onları meclisinden kovmasını istediler. "Rablerine dua edenler": Bu duada da beş görüş vardır: Birincisi: O farz namazdır, bunu da İbn Ömer ile İbn Abbâs, demişlerdir. Mücâhid de: Onlar beş vakit namazdır, demiştir. Mücâhid ile Katâde bir rivayette de: Sabah ve ikindi namazlarıdır, demişler. Mukâtil de, o günkü namazın sabah akşam ikişer rekat olduğunu, sonra da beş vakit namazın farz kılındığını iddia etmiştir. İkincisi: O, Allah’ı zikretmektir, bunu da İbrahim Nehaî demiştir. Ondan ilk görüşün benzeri de rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: O Allah’a ibadettir, bunu da Dahhâk, demiştir. Dördüncüsü: O sabah akşam Kur’ân öğrenmektir, bunu da Ebû Cafer, demiştir. Beşincisi: Allah’a tevhid, ihlas ve ibadetle dua etmektir, bunu da Zeccâc, demiştir. Cumhûr: "Bil - ğadati” okumuş; İbn Âmir de burada ve Kehfte ğaynın zammesi, dalın sükunu ve arkasından vav ile: Bilğudveti okumuştur. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Araplar ğudvenin üzerine elif lâm getirmezler, çünkü o, elif lâmsız marifedir. Araplar onu muzaf da etmezler. Eteytüke ğadatel hamisi derler de, ğudvetel hamisi demezler. Bu da onun marife olduğuna delildir. Ebû Ali de şöyle demiştir: En güzeli, ğadat okumaktır, çünkü o nekire olarak kullanılır ve elif lamla da marife olur. Gudve ise, hep marifedir. İmam Halil de şöyle demiştir: Eteytüke elyevme ğudveten ve bükreten demek câizdir, tıpkı eteytüke dahveten demiş gibi olur. Bu da İbn Âmir kıraatinin gerekçesidir. Eğer: "O topluluğun duası gece gündüz devam ediyordu, neden özellikle sabah akşam denildi?” denilirse, cevap şöyledir: O, ğadat demekle bütün gündüze, aşiy ile de geceye dikkat çekmiştir. Çünkü gündüzün ameli halis olursa, gecenin ameli daha saf olur. "Cemalini dileyerek": Zeccâc: Allah’ı isteyerek, demiştir. Allah da onların niyetlerinin temiz ve bu hususta ihlaslı olduklarına şahitlik eder. Âyette zikredilen hesaba gelince: Onda da üç görüş vardır: Birincisi: O, amellerin hesabıdır, bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: Rızıkların hesabıdır. Üçüncüsü: O yeterlik manasınadır, Mana da şöyledir: Onlara yetmekten sana bir şey yok, sana yetmekten de onlara bir şey yoktur. "Zâlimlerden olursun": İbn Enbari şöyle demiştir: Bu iş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e ağır geldi ve zâlimler grubuna girmekle korkutuldu; çünkü bir an için reisleri zayıflardan üstün tutmayı aklından geçirmişti. 53Böylece onların bazılarını bazıları ile denedik ki: "Aramızdan Allah’ın onlara lütfettiği bunlar mı?” desinler. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil mi? "Böylece onların bazılarını bazıları ile denedik": Mana şöyledir: Senden önce zengini fakirle denediğimiz gibi bazılarını bazıları ile de denedik. "Fetenna": Denemek ve imtihan etmektir. "Desinler için": Yani büyükler, "bunlar mı?": Fakir ve zayıfları kasdediyorlar. "Lütfetti Allah onlara": Hidâyeti? Bu istifhamdır, manası ise inkârdır, sanki onların fazilette kendilerini geçmelerini kabul etmiyorlar. İbn Saib şöyle demiştir: Allah reisleri uşaklarla denedi, şerefli biri bakıp da sıradan birinin kendini geçtiğini görünce, Müslüman olmaktan çekinir ve: "Bu beni geçsin, öyle mi?” derdi. "Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” Yani onlara hidâyeti lütfettiği zaman nimetine şükredenleri. Mana da şöyledir: Allah ancak kendisine şükredeceğini bildiği kimseye hidayet eder. "Değil mi?"deki soru, takrir ve tesbittir: öyledir, demektir. 54Âyetlerimize iman edenler sana geldiği zaman de ki: "Selam size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine şöyle yazdı: "İçinizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra da ardından Tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse, şüphesiz O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Âyetlerimize iman edenler sana geldiği zaman": Kimler hakkında indiğinde beş görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip de: Büyük günah işledik, diyen adamlar hakkında inmiştir. Efendimiz sustu, arkasından da bu âyet indi. Bunu Enes b. Malik, demiştir. İkincisi: O, kovmaktan men edildiği kimseler hakkında inmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onları gördüğü zaman önce kendisi selam verir ve: O Allah’a hamd olsun ki, ümmetimde kendilerine önce benim selam vermemle emrettiği kimseler kıldı, derdi. Bunu da Hasen ile İkrime demişlerdir. Üçüncüsü: O; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer, Osman b. Muz’un, Ebû Ubeyde, Mus’ab b. Umeyr, Salim, Ebû Seleme, Erkam b. Ebi’l - Erkam, Ammar ve Bilal hakkında inmiştir. Bunu da Atâ’, demiştir. Dördüncüsü: Ömer b. Hattab, reisleri İslâm’a çekmek için Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e fakirleri geri plana itmekle fikir beyan etmişti; "Rablerine dua edenleri kovma” âyeti inince, Ömer o sözünden özür dilemek ve istiğfar etmek üzere geldi; âyet de bunun üzerine indi. Bunu da İbn Saib, demiştir. Beşincisi: Bu, Ömer b. Hattab’ın İslâm’a gireceğini müjdelemek için indi, o da gelip de Müslüman olunca, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bunu ona okudu. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Âyetlerimize iman edenler": Manası: Delil ve kanıtlarımızı tasdik edenler, demektir. "Selam size, de": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O onları onurlandırmak için onlara selam vermekle emrolundu, bunu da Hasen ile İkrime’den zikretmiş bulunuyoruz. İkincisi: O, Allah'ın selamını onlara tebliğ etmekle emrolundu, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Selamın manası: Bir insana afetlerden salim kalması (afetlere uğramaması) için dua etmektir. "Kötülük” hakkında iki görüş vardır: Birincisi: O, şirktir. İkincisi: O masiyetler (günahlar) dır. "Cahilliğin” manasını da Nisa suresinde zikretmiş bulunuyoruz. İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi: "İnnehu men amile minküm suen", "feinnehu gafurur” her ikisinde hemzenin kesri ile okumuşlardır. Âsım ile İbn Âmir de, ikisinde de hemzenin fethi ile okumuşlardır. Nâfi de elifin nasbi ile "ennehu", elifin kesri ile de "feinnehu gafurun” okumuştur. Ebû Ali de şöyle yorumlamıştır: Kim kesre ile "innehu” okursa, onu rahmetin tefsiri kılmıştır. Kim de "feinnehu gafurun” okursa, fe’den sonrasını yeni cümle başı kabul etmiştir. Kim de hemzenin fethi ile "ennehu men amile” okursa, "enne"yi rahmeteten bedel yapar. Mana da: Rabbiniz "kim şöyle yaparsa yazdı” olur. Kim de fe’den sonrakini fetha ile okursa, bir haber gizler, takdiri de: "Felehu (ennehu gafurun rahim) olur. Mana da: Onun için bağışlanma ve merhamet vardır demektir. "Fenne lehu nara cehenneme” (Teube: 63) de böyledir. Manası da: Onun için cehennem ateşi vardır demek olur. Nâfi’in kıraatine gelince, o da rahmetten bedel yapmış ve fe’den sonra yeni cümle kurmuştur. 55Böylece âyetleri açıklıyoruz ki, günahkarların yolu belli olsun. "Böylece âyetleri açıklıyoruz": Yani sana bu surede müşriklere karşı delillerimizi ve işaretlerimizi açıkladığımız gibi şimdi de sana bütün bâtıll erbabının inkâr ettiği haktaki delilimizi açıklıyoruz. İbn Kuteybe: Açıklamanın manası: Onları ayrı ayrı getirmektir, demiştir. "Velitestebine": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, teli "velitestebine", "sebilü” de ref ile okumuşlardır. Nâfi ile Zeyd de - Ya’kûb ’tan rivayetle - yine te ile okumuşlar, ancak onlar "sebile"yi nasb etmişlerdir. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de -Âsım’dan rivayetle- ye ile "veliyestebine sebilü” okumuşlardır. Kim ye ile yestebine veya te ile testebine okursa, câizdir, çünkü sebil, Al-i İmran’da açıkladığımız gibi müzekker de müennes de olur. Kim lamı nasb ederse, mana: Ya Muhammed, bunu günahkarların yolunu açıklaman için yaptık,- şeklinde olur. Ona açıklanan yolları için de iki görüş vardır: Birincisi: O şirkteki yolları ve rezilliğe varacak yerleridir, bunü da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Bu, fakirleri ondan uzaklaştırmadaki maksatlarıdır ki, o da hasettir, yoksa onunla oturmayı ve ona tabi olmayı yeğlemeleri değildir. Bunu da Ebû Süleyman, demiştir. Eğer: Li-testebîne’de "key (için) manasına gelen lâm nasıl tek başına olabildi, halbuki onun yolu ya önceden geçen veya sonradan gelen bir fi’le şart olmaktır?” denilerse, buna İbn Enbari iki cevap vermiştir: Birincisi: O, gizli bir fi’lin şartıdır, maksat: Ve nefalü zalike likey testebine, demektir. İkincisi: O, gizli bir lama atfedilmiştir, tevili de: Nufassilül ayati liyenkeşife emrühüm ve litestebine sebilühüm, şeklindedir. 56De ki: Şüphesiz ben Allah’tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmekten men olundum. De ki: Ben sizin keyiflerinize tabi olmam. O takdirde ben sapmış ve doğru yolu bulanlardan olmamış olurum. “De ki: Şüphesiz ben Allah’tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmem": Yani putlara ibadet etmem. "Tedune"nin manasında da iki görüş vardır: Birincisi: İlâh dediklerinize. İkincisi. İbadet ettiklerinize, bunu da İbn Abbâs, demiştir. Keyifleri de. Dinleridir. Zeccâc şöyle demiştir: Demek istiyor ki: Siz onlara ancak keyfi olarak ibadet ettiniz, bir delil ve kanıta göre etmediniz. İzen (o takdirde) edatı işe şart manasınadır. Mana da şöyledir. Eğer ben onlara ibadet edersem, doğru yoldan sapmış olurum. Talha ile İbn Eli Leyla, “Lâm” ın kesresi ile: "Kad daliltü” okumuşlardır. 57De ki: Şüphesiz ben Rabbimden açık bir delil üzerindeyim; siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz (azap) yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. Hakkı O haber verir. O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır. "De ki: Şüphesiz ben Rabbimden açık bir delil üzerindeyim": İniş sebebi şöyledir: Nadr b. Haris ile Kureyş’in diğerleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e alay yollu: Ya Muhammed, bize va’dettiğin azabı getir, dediler. Nadr Kabe’nin yanında ayağa kalktı: Allah’ım, eğer Muhammed’in dediği hak ise bize azabı getir, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Beyyine (açık delil): Hak ile batılı birbirinden ayıran belgedir. Zeccâc şöyle demiştir: Ben açık bir durum üzerindeyim, keyfime uymuyorum. "Ve kezzebtüm bih” (onu yalanladınız): Bihinin zamiri ile kinaye edilen şeyde de üç görüş vardır: Birincisi: O, Rabbe râcîdir. İkincisi: Açıklamaya râcîdir. Üçüncüsü: Alay yollu istedikleri azaba râcîdir. "Acele istediğiniz şey yanımda değildir": Yani benim elimde değildir, demektir. Acele istedikleri şeyde de iki görüş vardır: Birincisi: O, azaptır, bunu da İbn Abbâs ile Hasen Basri, demişlerdir. İkincisi: O getirmesini teklif ettikleri mucizelerdir, bunu da Zeccâc zikretmiştir. "Hüküm ancak Allah’ındır": Bunda iki görüş vardır: Birincisi: O, sevap ve azabı gerçekleştirmekle ihtilaf edenlerin arasını ayıran hükümdür. İkincisi: O, muhalefet edenlerin üzerine azabın inmesini karara bağlayan hükümdür. "Yekussul hakka": İbn Kesir, Âsım ve Nâfi, şeddeli sad ile "yekussul hakka” okumuşlardır ki, kasastan gelir, manada da şöyledir: Onun her haber verdiği şey haktır. Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, kaza kökünden gelmek üzere: "Yakdıl hakka” okumuşlardır ki, Mana da şöyledir: Allah hak hüküm verir. 58De ki: Eğer acele ettiğiniz şey yanımda olsa idi, benimle sizin aranızdaki iş bitirilmiş olurdu. Allah zâlimleri çok iyi bilir. "De ki: Eğer acele ettiğiniz şey": Yani azap, "iş bitirilmiş olurdu": İbn Abbâs şöyle demiştir: Size bir an dahi mühlet vermez ve sizi mutlaka helak ederdim. "Allah zâlimleri çok iyi bilir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Mana şöyledir: İsterse onlara acele eder, isterse azaplarını geciktirir. İkincisi: Sonlarının ne olacağını çok iyi bilir; onlardan kimi hidayete erecek, kimi de hidayete ermeyecektir, bunun için onlara acele etmiyor. 59Gaybin anahtarları O’nun yanındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanları bilir. Düşen bir yaprağı da bilir. Yerin karanlıkları altında bir tane, ne yaş ne kuru ne varsa, mutlaka hepsi apaçık bir kitaptadır. "Ve indehu mefatihül gaybi": İbn Cerir şöyle demiştir: Miftah, mifteh’in çoğuludur. Mifteh ve miftah, denir. Kim mifteh derse, onun çoğulu mefatih’tir. Kim de: Miftah derse, onun çoğulu da mefatih’tir. "Gaybin anahtarları": Bunun üzerinde de yedi görüş vardır: Birincisi: Onlar beş tanedir, onları ancak aziz ve celil olan Allah bilir. Buhârî, tek başına rivayet ettiği İbn Ömer hadisinde şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Gaybin anahtarları beştir; onları ancak Allah bilir: Kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. Rahimlerdeki çocuğun durumunu ancak Allah bilir. Yarın ne olacağını ancak Allah bilir. Hiçbir nefis nerede öleceğini bilemez, ancak Allah bilir. Yağmurun ne zaman yağacağını ancak Allah bilir. 7 İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Peygamberinize her şeyin bilgisi verildi, ancak gaybin anahtarları verilmedi. 8 8- İmam Ahmed, Müsned, 5/241. İkincisi: Göklerde ve yerde gayb olan (bilinmeyen) kaderler ve azıkların hâzineleridir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Üçüncüsü: insanlar için gaip olan sevap ve azap ile işlerin sonudur. Bunu da Atâ’, demiştir. Dördüncüsü: Ne zaman ineceği bilinmeyen gaip azap hâzineleridir, bunu da Mukâtil, demiştir. Beşincisi: Soruşturularak gayb ilmine ulaşmak, bunu da Zeccâc, demiştir. Altıncısı: Ömrün sonları ve işlerin sonuçlarıdır. Yedincisi: Olmayan şey, olur mu yoksa olmaz mı? Olacak şey de, nasıl olur? Olmayacak şey de eğer olursa, nasıl olur? Berr, kara demektir. Bahr (deniz) hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O sudur, bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: O, kentlerdir, bunu da Mücâhid, demiştir. "Düşen bir yaprağı da O bilir": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Allah onu düşerken de dalında dururken de bilir. Nitekim: Sana kim gelirse bilirim (ma yeciüke ahadün illâ ve ene a’rifuhu) dersin ki, bunun manası: Yalnız geleni bilirim demek değildir. Yerin karanlıklarından maksat da yerin altıdır. Yaş ve kuru üzerinde de beş görüş vardır: Birincisi: Yaş su, kuru da karadır. İkincisi: Yaş bitki bitiren, kuru da bitirmeyendir. Üçüncüsü: Yaş diridir, kuru da ölüdür. Dördüncüsü: Yaş mü'minin Allah’ı zikreden dilidir, kuru da kâfirin Allah’ın zikri ile kıpırdamayan dilidir. Beşincisi: O ikisi bir halden bir hale geçiştir ki, Allah onu yaş ikin de bilir, kuru iken de bilir. "Apaçık kitap": Bu hususta da iki görüş vardır: Birincisi: O, Levh-i Mahfuz’dur, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Allah’ın sağlam bilgisidir, bunu da Zeccâc, demiştir. Eğer: "Bu şeyleri bir kitapta zaptetmenin faydası nedir?” denilirse, buna üç cevap verilir, bunları da İbn Enbari zikretmiştir: Birincisi: Onu kitaba kaydetmiştir ki, melekler O’nun ilminin geçerli olduğuna vakıf olsunlar. İkincisi: O, böylece hesabın büyük bir şey olduğuna kullarının dikkatini çekmiş ve onlara yaptıklarının gözden kaçmayacağını bildirmiştir. Çünkü sevap ve azap olmayan şeyi tesbit eden kimse, içinde sevap ve azap olan şeyi daha çabuk tesbit eder. Üçüncüsü: Kitaptan maksat ilimdir, Mana da şöyledir: Bunlar O'nun ilminde tesbit edilmiştir. 60Gece sizi öldüren ve gündüz ne elde ettiğinizi bilen de O’dur. Sonra sizi onda uyandırır ki, belli ecel yerine getirilsin. Sonra dönüşünüz O’nadır. Sonra da yaptıklarınızı size haber verir. "Gece sizi öldüren O’dur": Bundan uyku murat edilmiştir, çünkü uyku ile ruhlar, tıpkı ölümde olduğu gibi tasarruftan men edilir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Uykularınızda ruhlarınızı alır. Cerahtüm: Kazandığınız demektir. "Sümme yebasüküm": Sonra sizi uyandırır demektir, yani gündüzün. "Liyukda ecelün müsemma": Hayatınız sona erdiği için belli ecel yerine getirilsin diye. Uykudan sonra uyanma da ölümden sonra dirilmeye delil getirilmiştir. 61Kullarının üstünde hükümdar O’dur. Üzerinize bekçi gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onun ruhunu alır. Onlar kusur işlemezler. "Üzerinize bekçiler gönderir": Bekçiler melekler demektir. Burada geçen hafazanın tekili hafızdır, çoğulu da hafazadır, tıpkı katip ve ketebe, fail ve faala gibi. Bekledikleri şeyde de iki görüş vardır: Birincisi: Âdemoğullarının amellerini beklerler, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Amellerini ve bedenlerini beklerler, bunu da Süddi, demiştir. "Teveffethü rüsülüna": Hamze "teveffahu rüsülüna” okumuştur, delili de fi’lin hakiki müennes olmayan bir şeye isnat edilmesidir. Onun (rüsülün) müennesliği çoğul olmasından dolayıdır. Bu "ve kale nisvetün” (Yûsuf: 30) kavli gibidir. Elçilerden de kimler murat edildiğinde üç görüş vardır: Birincisi: O ölüm meleğidir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. Nehaî de: Yardımcıları nefisleri öldürür, o da onlardan teslim alır, demiştir. İkincisi: Elçilerden maksat, yalnız ölüm meleğidir, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Onlar hafaza melekleridir, bunu da Zeccâc, demiştir. "Onlar kusur işlemezler": İbn Abbâs: Zayi etmezler, demiştir. Eğer: "Onu meleklerimiz öldürür” kavli ile "de ki: Sizi ölüm meleği öldürür” (Secde: 11) sözleri nasıl uzlaştırılır?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir: Birincisi: Elçilerden bir tek ölüm meleğini kasdetmek câizdir, çünkü bazen çoğul, tekil yerine kullanılır. İkincisi: Ölüm meleğinin yardımcıları onun emriyle çalışırlar, o nedenle hepsi ona nisbet edilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Ölüm meleğini yardımcılarının öldürmeleri ruhu çekmekledir, ölüm meleğinin öldürmesi de ruha emredip onun da icabet etmesi ve davet etmesiyle çıkmasıyladır. Allah’ın öldürmesi de ölüde ölümü yaratması iledir. 62Sonra Hak Mevlalan olan Allah’a döndürülürler. Bilin ki, hüküm O’nundur. O, hesap görenlerin en süratlisidir. "Sonra Allah’a döndürülürler": Yani kullar, bu döndürme işini üstlenenlerde de iki görüş vardır: Birincisi: Onlar meleklerdir, onları ölümle Allahü teâlâ’ya döndürürler. İkincisi: O, aziz ve celil olan Allah’tır ki, onları ahirette yeniden diriltmekle kendine döndürür. Allah’a döndürülmelerinin manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar ancak bir tek Allahü teâlâ’nın hükmedeceği mekana döndürülürler. İkincisi: Yalnız Allah’ın tedbirine döndürülürler, çünkü onları yoktan var ettiği zaman tek idarecileri Allah idi; onlara davranış imkanı verince nefislerini kendileri idare ettiler. Sonra da ölümle onları bundan da men etti. Sonunda O’nun tedbirine döndürüldüler. "Bilin ki, hüküm O’nündür": Yani karara bağlamak. Çabuk hesaba çekmesinin manası da Bakara suresinde geçmiştir. 63De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarır? O’na açık ve gizli dua edersiniz: Eğer bizi bundan kurtarırsa elbette şükredenlerden oluruz. "Kul men yüneccîküm": Âsım, Hamze, Kisâi ve Ebû Cafer” "Kul men yünecciküm", "kulillahu yünecciküm” ikisini de şeddeli okumuşlardır. Ya’kûb, Kazaz da Abdülvaris’ten rivayetle nunu sakin ve cimi de şeddesiz okumuşlardır. Zeccâc: Şeddeli çokluk manasından dolayı daha iyidir, demiştir. Karanın ve denizin karanlıkları da: Zorluklarıdır. Araplar zorlukla karşılaştıkları güne: Karanlık bir gün, hatta: Yıldızlı bir gün derler, yani zifiri karanlık, öyle ki, gece gibi, derler. Şair de şöyle demiştir: Zühl b. Şeyban oğullarına devem feda olsun, Yıldızlı ve çok iğrenç bir gün olduğu zaman. "O’na yalvararak dua edersiniz": Yani fakirlik ve ihtiyacınızı arz ederek dua edersiniz, demektir. "Hufyeten": Âsım, Hafs rivâyeti dışında, hinin kesresi ile "hifyeten” okumuştur. A’raf ta da böyle okumuştur. Diğerleri ise hinin zammesiyle okumuşlardır. İkisi de lügattir. Ferrâ’: Bunda vav ile başka bir lügat daha vardır, demişse de kıraatte hifveten ve hafveten uygun değildir. Kelâmın manası şöyledir: Sizler içinizden dua ettiğiniz gibi dıştan da: Eğer bizi kurtarırsa diye dua edersiniz. İbn Kesir, Nâfi', İbn Âmir ve Ebû Amr: "Lein enceytena"; Âsım, Hamze ve Kisâi de: Elifle: "Lein encana” okumuşlar; bunda da "tedunehu"daki gaiplik durumunu dikkate almışlardır. Hamze, Kisâi ve Halef ise cimi imaleli okurlardı: "Bundan": Yani içine düştüğünüz şiddetten. Dersiniz: "Yemin olsun ki, bizi bundan kurtarırsa". İbn Abbâs: Burada "şükredenler” mü’minlerdir, demiştir. Kureyş karada ve denizde seyahat ederlerdi, yollarını kaybedip de helak olmaktan korktukları zaman Allah’a ihlasla yalvarırlardı, O da onları kurtarırdı. "Kerb” kelimesi ise insanın içini daraltan sıkıntıdır, kerbe de öyledir. 64De ki: Sizi ondan ve bütün sıkıntılardan Allah kurtarır. Sonra da O’na şirk koşarsınız. 65De ki: O; size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi gruplara katıp (ayırıp) birbirinize şiddetinizi tattırmaya kadirdir. Bak, belki anlarlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz. "De ki: O; size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından azap göndermeye kadirdir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Üstlerindeki, gökten inen azaptır, meselâ Lût kavmine ve Fil ordusuna taş yağdırması gibi-. Ayaklarının altındaki de, Karun'un yere batması gibidir. Bunu da İbn Abbâs, Süddi ve Mukâtil, demişlerdir. Başkaları da şöyle demişlerdir: Tufan, rüzgar, korkunç ses ve deprem de böyledir. İkinci görüş: Üstlerindeki, amirleri tarafından, altlarındaki de ayak takımından olandır. Bunu da Ali b. Ebû Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Başka bir rivayette de şöyle demiştir: Üstlerindeki, kötü idarecilerdir, altlarındaki de kötü hizmetçilerdir. "Sizi gruplara katmaya": İbn Abbâs şöyle demiştir: Aranıza kötü inançlar yayar da fırkalara ayrılırsınız. İbn Kuteybe de: Ev yelbiseküm, iltibasdan, yani karıştırmaktan gelir, demiştir. Mana da şöyle olur: Sizi çeşitli inançlara sarılan farklı gruplara ayırır. Sonra da birbirinize savaş ve harp ile şiddetinizi, yani acınızı tattırır. Zeccâc da: Ev yelbiseküm: İşinizi karıştırıp sizi sarsar, öyleki bir daha birleşme şansı bulamazsınız, demiştir. Lebestü aleyhimül emre elbesuhu denir ki, işi açıklamayıp karışık bırakmaktır. Şiyean’ın manası da sizi fırkalara ayırır, ihtilaf ettiğiniz zaman da birbirinizi öldürürsünüz, demektir. "Birbirinize şiddeti tattırmak” da: Bazınızı bazılarınızın eliyle öldürür, demektir. Bu Âyetten kimler kasdedildiği hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar namaz ehli Müslümanlardır, bunu da İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye ve Katâde, demişlerdir. Übey b. Ka’b de bu âyet üzerinde şöyle demiştir: Onlar dört haslettir, hepsi de azaptır, hepsi de kıyametten önce gerçekleşecektir; ikisi Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından yirmi yıl sonra gerçekleşti; çeşitli fırkalara ayrıldılar ve birbirlerine acılarını tattırdılar. İkisi de şüphesiz daha sonra olacaktır, onlar da yer batması ile taş yağmasıdır. İkincisi: Azap müşrikleredir, âyetin geri kalan kısmı da Müslümanlaradır. Bunu da Hasen, demiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rabbimden üç şey istedim; bana ikisini verdi, birini vermedi. Ümmetime daha öncekilerin azabını etmemesini istedim; bunu verdi, İslâm yurdunu işgal edecek düşman Mûsallat etmemesini istedim, onu da verdi; O’ndan sizi çeşitli gruplara ayırıp da çatıştırmamasını istedim; işte onu vermedi. Üçüncüsü: O, müşrikler için tehdittir, bunu da İbn Cerir Taberî ile Ebû Süleyman Dımeşki, demişlerdir. 66O hak iken kavmin onu yalanladı. De ki: Ben sizin üzerinize gönderilmiş bir vekil değilim. "Kavmin onu yalanladı” (ve kezzebe bihi kavmuk): “Bihi” zamirinde üç görüş vardır: Birincisi: O, Kur’ân’a râcîdir. İkincisi: O, âyetlerin evrilip çevrilmesine râcîdir. Üçüncüsü: Azaba râcîdir. "De ki: Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Ben sizi cezalandırmak için amellerinizin üzerinde vekil değilim, ben ancak bir uyarıcıyım. Bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: Sizin üzerinizde sizi imandan sorumlu tutacak bir bekçi değilim, ben ancak Allah’a davet ediyorum, bunu da Zeccâc, demiştir. Âyetin bu kadarı üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Burada onlar açısından sadece uyarmakla yetinilmiştir, sonra da bu, kılıç âyetiyle neshedilmiştir. İkincisi: Bunun manası şöyledir: Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim, ben ancak sizi zahirdeki ikrar ve amelle sorumlu tutarım, içinizdekilerle değil. Buna göre âyet muhkemdir. 67Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır. Yakında bilirsiniz. "Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır": Yani Allah’ın verdiği her haber için bir vakit vardır, zamanı gelince ne yanlışlık olur ne de gecikme olur. Süddi şöyle demiştir: Kur’ân’ın azapla ettiği tehdit haberi Bedir savaşında gerçekleşti. Mukâtil de şöyle demiştir: Dünyada olanı Bedir’de gerçekleşti, ahirette olanı da cehennemde gerçekleşecektir. 68Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra o zâlimler topluluğu ile oturma. "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman": Bu âyetle kimler kasdedildiği hususunda üç görüş vardır: Birincisi: Onlar müşriklerdir. İkincisi: Yahudilerdir. Üçüncüsü: Bozuk fırkalardır. Âyetler ise: Kur’ân’dır. Müşriklerin ona dalması, onu yalanlayıp ona inanmamasıdır. Yahudilerin ona dalması da buna yakındır. Bâtıll fırkaların dalması da birbirleriyle tartışıp münakaşa etmeleridir. "Onlardan yüz çevir": Yani başka konuya geçinceye kadar onlarla oturmayı terk et. "Ve imma yünsiyenneke": İbn Âmir, nunun fethası ve “sîn” in ve ikinci nunun şeddesi ile "yünessiyenneke” okumuştur. Bu da ğarremtuhu ve ağrumtuhu kabilindendir (yani if’al ve tef il babında gelir). Kur’ânda da: "Fe mehhilil kafirine emhilhüm” (Tarık: 17) âyeti de böyledir. Mana da şöyledir: Eğer şeytan sana unuttumr da onlarla oturursan, seni bundan men ederiz, hatırladıktan sonra onlarla oturma. Zikir ve zikra ikisi birdir. İbn Abbâs: Onu hatırladığın zaman kalk, demiştir. Zâlimler ise müşriklerdir. 69Allah'tan korkanlar için onların hesabından onlara bir şey yoktur, ancak bir hatırlatma vardır. Belki korkarlar. "Allah'tan korkanlar için onların hesabından onlara bir şey yoktur": İniş sebebi hakkında üç görüş vardır: Birincisi: Müslümanlar şöyle dediler: Eğer biz, müşrikler her Kur’ânla alay edip ona daldıkça, onları men edersek, Mescid-i Haram'da oturamayız da Beytullah’ı tavaf edemeyiz de, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. İkincisi: Müslümanlar: Bizler onları bu konulara dalmaktan men etmezsek, günahtan korkarız, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Üçüncüsü: Müslümanlar: Eğer onlar bu konuya daldıkları zaman onlardan kalkarsak, onlarla oturmanın günahından korkarız, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu, Mukâtil’den, ilk ikisi de İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. "Korkanların üzerine bir şey yoktur": Neden korktukları hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Şirkten korkanlar. İkincisi: Yasak konuya dalmaktan korkanlar. "Onların hesaplarından": Yani o yasak konuya dalanların hesabından. "Onların hesaplarında” da iki görüş vardır: Birincisi: O, inkâr ve günahlarıdır. İkincisi: O konuya dalmalarının cezasıdır. "Ancak bir hatırlatma vardır": Yani sizin onlara hatırlatmanız vardır, demektir. Onlara hatırlattıkları şeyde iki görüş vardır: Birincisi: Öğütlerdir. İkincisi: Kalkıp meclislerinde oturmamanızdır. Mukâtil şöyle demiştir: Meclislerinden kalktığınız zaman sizden utanmaları ve sizinle oturmak istemeleri onları o konuya dalmaktan men eder. "Belki korkarlar": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Alay etmekten korkarlar. İkincisi: Tehditten korkarlar. Bazıları bu âyetin mensuh olduğuna kail olmuşlardır; çünkü bu, o konuya dalanlarla oturmanın câiz olduğunu ve onlara hatırlatmakla yetinmeyi öngörmüştür. Sonra da şu âyetle neshedilmiştir: "Kitapta size şunu indirdi ki, Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini duyduğunuz zaman onlarla beraber oturmayın". (Nisa: 140) Doğrusu bunun muhkem olduğudur, çünkü bu haberdir, sadece herkesin kendi hesabından sorumlu olduğunu ve başkasının hesabından sorumlu olmayacağını bildirmektedir. 70Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Onunla (Kur’ânla) hatırlat ki, hiçbir nefis kazandığı ile helake atılmasın Onun için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi yoktur. Her fidyeyi verse de ondan alınmaz. İşte onlar kazandıkları ile helake sürüklendiler. Onlar için inkârları yüzünden kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azap vardır. "Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen kimseleri bırak": Bunlar hakkında iki görüş vardır: Birincisi: Onlar kâfirlerdir. İkincisi: Yahudilerle, Hıristiyanlardır. Dinlerini oyuncak ve eğlence edinmelerinde de üç görüş vardır: Birincisi: O, Allah’ın âyetlerini işittikleri zaman onlarla alay etmeleridir. İkincisi: Onlar hoşlarına giden şeyi din edindiler, tıpkı hoşlarına giden şeyle eğlendikleri gibi. Üçüncüsü: Onlar hoşlarına gittiği zaman dinlerini muhafaza ederlerdi, tıpkı hoşlarına gittiği zaman eğlendikleri gibi. Ferrâ’ şöyle demiştir: Bayramı olmayan ve bayramlarında eğlenmeyen bir millet yoktur, ancak Muhammed ümmeti bundan müstesnadır ki, onların bayramı namaz, tekbir, iyilik ve hayırdan ibarettir. Nasih ve mensuh Âlimlerinin âyetin bu kadarı üzerinde iki görüşleri vardır: Birincisi: O, tehdit mahiyetinde varit olmuştur, tıpkı: "Beni yarattığım o kimse ile baş başa bırak!” (Müddessir: 11) âyetinde olduğu gibi. Buna göre bu muhkemdir. Mücâhid de bu kanaattedir. İkincisi: Âyet onlara müsamaha göstermeyi ve onlardan yüz çevirmeyi öngörmüş, sonra da kılıç âyetiyle neshedilmiştir. Katâde ile Süddi de bunu demişlerdir. "Onunla öğüt ver": Yani Kur’ân'lâ. "En tübsele” kavli üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Li-ellâ tübsele nefsün demektir, tıpkı: "En tedıllu” (Nisa: 176) kavli gibi ki, (en lâ tedıllu), demektir. İkincisi: Onlara cinayet işleyenlerin cinâyetleri yüzünden teslim edilmelerini hatırlat, belki korkarlar, demektir. "Tüsbele"nin manasında da yedi görüş vardır: Birincisi: Teslim edilmektir, bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Hasen, Mücâhid ve Süddi de böyle demişlerdir. İbn Kuteybe de: Helake teslim edilmektir, demiştir. Şair de şöyle demiştir: Oğullarımı ne bir cürüm işlemeden Ne de bir kan akıtmadan (düşmana) teslim etmem (sırf barış içindir). Yani suçsuz yere teslimi kesdetmiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Ameline karşılık teslim (rehin) edilir, yakasını da kurtaramaz. Müstebsil de: Kurtulacağını bilmediği halde teslim olandır. İkincisi: Rezil olmaktır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Def edip vermektir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Helak olmaktır, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Beşincisi: Yakalanıp hapsedilmektir, bunu da Katâde ile İbn Zeyd demiştir. Altıncısı: Cezalanmaktır, bunu da İbn Saib ile Kisâi demişlerdir. Yedincisi: Rehin edilmektir, bunu da Ferrâ’, demiştir. Ebû Ubeyde de rehin edilip teslim edilmektir, demiş ve şu beyti misal getirmiştir: Suçlara karşılık teslim edildikten sonra Orada geceler boyu beni neşelendirecek bir hayat beklemem. Veli ise: Allah’ın azabına mani olacak yardımcı demektir. Adi de feda etmektir. İbn Zeyd: Her şeyi feda etse kabul olunmaz, demiştir. Hamim de: Sıcak sudur. İbn Kuteybe de: Hamama bu ismin verilmesi de bundandır, demiştir. 71De ki, Allah’ı bırakıp da bize fayda ve zarar vermeyen şeylere tapalım da, Allah bize hidayet ettikten sonra ökçelerimizin üstünde geri döndürülelim de şeytanın yeryüzünde şaşkın bir halde şaşırttığı, arkadaşlarının onu çağırıp doğru yola, bize gel dediği kimse gibi mi olalım? De ki: Şüphesiz Allah’ın hidâyeti hidâyetin ta kendisidir. Biz, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk. "De ki: Allah’tan başkasına mı tapalım?": Yani ona ibadet etmediğimiz takdirde bize zarar veremeyen ve ibadet ettiğimiz takdirde de bize fayda veremeyen şeylere, yani putlara mı tapalım? "Ökçelerimizin üzerine mi döndürülelim?": Yani küfre mi döndürülelim? "Allah bizi hidayet ettikten sonra": Yani İslâm’a hidayet ettikten sonra. "Kellzis tehvethüş şeyatinü": Hamze, (teveffahü rüsülüna "ya kıyas ederek "istehvahüş şeyatin” şeklinde okumuştur. "İstihva"nın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Aklını çelip götürmektir, bunu İbn Kuteybe, demiştir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Gözüne şeytan görünür, o da arkasına düşüp onunla yabana gider ve onu azdırır. İkincisi: Nefsi arzularını ona süsler, bunu da Zeccâc, demiştir. Zeccâc şöyle de demiştir: "Hayrane” hal olarak mensubtur, yani onu şaşkınken arkasına düşürdü, demek olur. Süddi de şöyle demiştir: Müşrikler, Müslümanlara: Bizim yolumuzdan gidin ve Muhammed’in dinini terk edin, dediler. Allahü teâlâ da bunun üzerine: "Allah’ı bırakalım da bize fayda ve zarar vermeyen şeylere tapıp da Allah bizi hidayet ettikten sonra gerisin geri mi dönelim?” dediler. O zaman bir toplulukla beraber bir yolda giden, saptırılıp da şeytanların şaşırttığı; arkadaşlarının ise yola çağırıp: Ey filan, bize gel, biz yoldayız deyip de onun da kabul etmediği kimse gibi oluruz, dediler. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bu âyet Ebû Bekir es-Sıddik'in oğlu Abdurrahman hakkında nazil oldu. Babası ve annesi onu İslâm’a davet ettiler, o ise kabul etmedi. Mukâtil de şöyle demiştir: Arkadaşlarından maksat, ebeveynidir. "De ki: Allah’ın hidâyeti hidâyetin ta kendisidir": Bu da putlara tapmaya çağıranları rettir, onlara icabet etmeyi mendir, sanki ona: Bunu yapma, çünkü asıl hidayet Allah’ın hidâyetidir, başkasının hidâyeti değildir, denilmiş gibi olur. "Teslim olmakla emrolunduk (ümirna linüslime)": Zeccâc şöyle demiştir: Araplar: Emertüke en tefale, ve emertüke litefala, ve emertüke bien tefale "yapmanı emrettim” derler. Kim "be” ile söylerse, be ilsak (bağlaç)tır. Mana da: Emir bu işi yapman için sadır olmuştur, demektir. Kim de: "en tefale” derse, be'yi atmış olur. Kim de: "Litefale” derse, emrin illetini açıklamış olur. 72(Bir de) namazı dosdoğru kılın ve O’ndan korkun (diye emrolunduk). Huzuruna toplanacağınız O’dur. "Namazı dosdoğru kılmakla emrolunduk": Bunda iki yorum vardır: Birincisi: Müslüman olmak ve namazı dosdoğru kılmakla emrolunduk, demektir. İkincisi: Mana dikkate alınmıştır, çünkü mana: Biz İslâm’lâ ve namazı dosdoğru kılmakla emrolunduk, demektir. 73O ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı. O günde ki, "ol” dediği şey olur. Sözü haktır. Sûr’a üfürüleceği gün mülk O’nundur. Görünmeyeni ve görüneni bilendir. O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. "O ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Onları hak için yarattı. İkincisi: Onları hak olarak yarattı. Üçüncüsü: Onları hak olan kelâmı ile yarattı. Dördüncüsü: Onları hikmetle yarattı. "Ve yevme yekulu lehu kün feyekun": Zeccâc şöyle demiştir. En güzeli yevmenin mensûb olmasıdır, mana da: O günü hatırla ki, o gün "ol” dediği şey oluverir, demek olur. Çünkü arkadan "ve izkale İbrahimü” kavli gelmektedir, mana da: Onu da bunu da hatırla, demek olur. Ol deyip de olduğu gün hakkında üç görüş vardır: Birincisi: O kıyamet günüdür, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Kıyamette olacak şeylerdir. Üçüncüsü: O surdur. Sûr hakkında söylenen şeyler de bunu göstermektedir. Bu iki görüşü Zeccâc, demiştir. Ve şöyle demiştir: O gün "şeyin” hızla yerine getirileceğinin bildirilmesi, ölümden sonra dirilmenin çabucak olacağını göstermek içindir. "Sözü haktır": Yani doğrudur, mutlaka yerine gelecektir. "Velehül mülkü yevme yünfehu fissur": İshak b. Yûsuf el - Erzak, Ebû Amr’dan, iki nun ile: Nenfuhu şeklinde okuduğunu rivayet etmiştir. Kelâmın manası da şöyledir: Kralların o gün mülkü yoktur, mülk tek başına O’nundur. Nitekim başka bir âyette de: "Emir o gün Allah’ındır” (İnfitar: 199) denilmiştir. "Sûr” hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, üfürülen boynuzdur. Rivayete göre Abdullah b. Amr b. el - As, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e suru sordu, o da: "Üfürülen bir boynuzdur” dedi. 11 Mücâhid de: Sûr, borazan gibi bir şeydir, demiştir. İbn Kuteybe’de: Sûr’un Yemen halkı dilinde boynuz olduğunu aktarmış ve şu beyti delil olarak getirmiştir: 11 - İmam Ahmed, Müsned, 10/10, 11. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Tirmizî ve Hakim de sahih olduğunu söylemiştir. Biz onları iki ordu birleştiği zaman tosladık, Tozlar içinde kişneyen atlarla. Öyle bir toslama ki, boynuz toslaması gibi değil. Ferrâ’ da şu beyti getirmiştir: Eğer İbn Cade olmasaydı, ne kaleniz ne de Horasan Sûr’a üfürülünceye kadar fetholmazdı. Cumhûrun tercihi de budur. İkincisi: Sûr, suretin cem’idir, meselâ: Sûr ve suver denir, tıpkı: Sûre ve süver gibi. Süver de yapının koru, sırası demektir. Maksat da: Ruhların insanların suretlerine (bedenlerine) üfürülmesidir. Bunu da Katâde ile Ebû Ubeyde, demişlerdir. Hasen, Muaz el - Kari, Ebû Miclez ve Ebû’l - Mütevekkil de vav ile: (fissuveri) okumuşlardır. Sa’leb de şöyle demiştir: En iyisi suru boynuz manasına almaktır. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sûr’a üfürülür, göklerde ve yerde olanlar çarpılır". Sonra da: "Ona (fîhi) bir daha üfürülür” demiştir. Eğer suretler olsa idi, sümme nufiha fiha veyahut fihinne, derdi. Bu da onun tekil olduğunu gösterir. Kur’ân’ın zahiri de sura iki kere üfleneceğini göstermektedir. Tefsirciler, Ebû Hureyre yoluyla Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Sûr üfürülerek çalınan bir boynuz (borazan)dır, ona üç defa üfürülür. Birincisi: Korkutma üfürmesidir, İkincisi: ölüm üfürmesidir. Üçüncüsü de âlemlerin Rabbinin huzuruna durma üfürmesidir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Bu âyette zikredilen üfürme, ilk yani çarpılma üfürmesidir. "Gaybi bilendir": Gayb, kulların görmedikleri şeylerdir, "görüneni de": O da müşahede ettikleri şeydir. Hasen: Bundan gizli ve açık şeyler kasdedilmiştir, demiştir. 74Hani, İbrahim, babası Azer’e: Putları ilâhlar mı ediyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti. "Hani, İbrahim, babası Azer’e demişti": Azer hakkında dört görüş vardır: Birincisi: O babasının ismidir, bu da İbn Abbâs, Hasen, Süddi ve İbn İshak’tan rivayet edilmiştir. İkincisi: O, bir putun ismidir; İbrahim’in babasının adı ise Tarah’tir. Bunu da Mücâhid, demiştir. O zaman mana: ‘Azer’i, yani putları ilâh mı ediniyorsun?", olur. Sanki esnam azer’den bedel kılınmış olur. İstifham da inkâridir, olumsuzluk manasınadır. Üçüncüsü: O bir isim değildir, o bir kusurla sövmedir, manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O eğri demektir, sanki haktan saptığı ve eğrildiği için onu kınamıştır, bunu da Ferrâ’, demiştir. İkincisi: Hatalı demektir. Sanki: "Ey hatakâr, putlar mı ediniyorsun?” demiştir, bunu da Zeccâc zikretmiştir. Dördüncüsü: O, babasının lakabıdır, ismi değildir, bunu da Mukâtil b. Hayyan, demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Bazen adamın lakabı ismini bastırır, öyle ki, isminden daha meşhur olur. Cumhûr nasb ile: "Azere” okur. Hasen ile Ya’kûb ref ile (Azerü) okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Kim nasb ile okursa, Azer ebihi’den bedel olarak mahallen mensûb olur. Kim de ref ile okursa onu mübteda kılar. 75Böylece İbrahim’e kesin müminlerden olması için, göklerin ve yerin mülkünü gösteriyorduk. "Böylece İbrahim’e gösteriyorduk": Yani ona dininde basireti ve kavmi ile tartışmada gerçeği gösterdiğimiz gibi, ona "göklerin ve yerin melekutunu da gösteriyorduk". Nüri (gösteririz) "ereyna” gösterdik manasınadır, denilmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Melekut mülk manasınadır, ancak melekutun manası daha abartılıdır, vav ile ye mübalağa için ilâve edilmiştir. Rağabut (rağbet), rehebut (rehbet = korku) da melekut kalıbındadır. Mücâhid şöyle demiştir: Göklerin ve yerin melekutu, âyetleri (harikalarıdır). Yedi kat gökler ona keşf oldu, öyle ki, Arş’i bile gördü, onlara baktı. Yedi kat yerler de ona keşfoldu, öyle ki, onlara baktı. Katâde de şöyle demiştir: Göklerin melekutu: Güneş, ay ve yıldızlardır; yerin melekutu da: Dağlar, ağaçlar ve denizlerdir. Süddi de şöyle demiştir: İbrahim bir kayanın üzerine çıkarıldı, ona gökler ve yerler açıldı, aziz ve celil olan Allah'ın mülküne baktı, öyle ki, Arş’i gördü. Cennetteki makamına baktı. Ona yedi kat yerler de fetholdu, öyle ki, yerin üzerine oturtulduğu kayayı gördü. "Ve liyekune minel mukınin": Bu manaya atıftır, zira âyetin manası şöyledir: Nürihi melekutes semavati velardı liyestedille bihi ve liyekune minel mukınin (ona göklerin ve yerin âyetlerini gösteriyorduk ki, onlardan sonuç çıkarsın ve kesin iman edenlerden olsun). Kesin inandığı şeyde de üç görüş vardır: Birincisi: Allah’ın birliği ve kudretidir. İkincisi: Peygamberlik ve elçiliğidir. Üçüncüsü: Her şeyi duyarak değil de görerek bilmesidir. 76Üzerine gece bastırınca bir yıldız gördü. "İşte, Rabbim bu” dedi. Yıldız batınca: "Ben batanları sevmem” dedi. "Üzerine gece bastırınca": Zeccâc şöyle demiştir: Cenne aleyhil leylü ve ecennehül leylü denir ki, gece bastırıp karanlıkta kalmaktır. Gizleyen her şey için: Cenne ve ecenne, denir. Tercihe şayan olanı: Cenne aleyhilleylü ve ecennehül leylü, demektir. İbrahim aleyhisselam kıssasının başlangıcına işaret Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: İbrahim, Nemrut zamanında doğdu. Nemrud’un kâhinleri vardı, ona: Bu sene bir çocuk doğacak, yeryüzünün ilâhlarını kıracak, insanları başka dine davet edecek ve hanedanının helaki onun eliyle olacaktır, dediler. O da kadınları erkeklerden ayırdı, Azer de evine girdi, eşiyle birleşti. O da hamile kaldı. Kâhinler Nemrud’a: O çocuk bu gece anasının karnına düştü, dediler. O da: Doğan erkek çocukları öldürün, dedi. İbrahim’in annesi sancılanınca, çıkıp kaçtı, onu kuru bir nehir yatağında doğurdu. Onu bir beze sardı, sonra onu kındıra otlarının arasına bıraktı. Onu babasına haber verdi. Babası geldi, ona yeraltında bir dehliz hazırladı, ağzını bir kaya parçası ile kapattı. Annesi zaman zaman gelir onu emzirirdi. Delikanlı olup da konuşunca: "Benim Rabbim kim?” dedi. O da: Ben, dedi. "Senin Rabbin kim?” dedi. O da: Baban, dedi. "Babamın Rabbi kim?” dedi. O da: Sus, sus, dedi ve kocasına döndü: Yeryüzünün dinini değiştireceğini konuştuğumuz o delikanlı senin oğlundur, dedi. Babası geldi, ona da aynısını sordu. Üzerine gece batırınca dehlizin kapısına yaklaştı, baktı, bir yıldız gördü. İbn Kesir, Hafs da Âsım’dan rivayetle ranın fethi ve hemze ile "rea” okumuşlar; Ebû Amr da renin fethası ve hemzenin kesresi ile "rei” okumuştur, İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle ranın ve hemzenin kesri ile "rii” okumuşlardır. Sakine rastladığı zaman da onda ihtilaf etmişlerdir, bu da Kur’ân’da altı yerde gelmektedir: "rael kamere", "felemma raeş şemse", Nahil’de: "Ve iza raellezine zalemu” (Nahl: 85), "ve iza raellezine eşreku” (Nahl: 86), Kehf te "verael mücrimunen nare” (Kehf: 53), Ahzab’da: "Velemma rael mü’minune". (Ahzab: 22) Ebû Bekir, Âsım’dan rivayetle, Hamze de Absi rivâyetinin dışında ve Halef de kendi tercihi olarak hepsinde ranın kesri ve hemzenin fethi ile okumuşlardır. Absi, hemzenin kesrini de rivayet etmiştir, İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir ve Kissai, ranın ve hemzenin fethi ile okumuşlardır. Eğer zamire bitişirse, meselâ: Raake, veraahu ve raaha gibi; Hamze, Kisâi, Halef ve Velid de İbn Âmir’den rivayetle, Mufaddal, Eban ve Kazaz, Abdülvaris’ten rivayetle, Kisâi de Ebû Bekir’den rivayetle ranın kesresi ile hemzeyi imale ederek okumuşlardır. Gördüğü yıldızda da iki görüş vardır: Birincisi: O Zühre (Venüs)tür, bunu da İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir. İkincisi: Müşteri (Jüpiter) dir. Bunu da Mücâhid ile Süddi, demişlerdir. "Rabbim budur, dedi": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O zahir manasınadır, bunu da Ali b. Ebû Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Şöyle demiştir: Ona taptı, nihayet battı, aya da taptı, o da battı, güneşe de taptı, o da battı. Bu görüşün sahipleri: "Eğer Rabbim bana hidayet etmezse” kavlini delil getirmişlerdir. Bu da bir çeşit şaşkınlığı gösterir. Ve bunlar şöyle demişlerdir: Bunu çocukluğunda, delille bilmeden önce aklına geldiği gibi söylemiştir. Bu görüş kabul edilmez, peygamberliğe aday olanlar hiçbir şekilde bu gibi harekette bulunmazlar. Onun: "Eğer Rabbim bana hidayet etmezse” sözü, şunun içindir: Peygamberler daima hidayet isterler ve sapıklığın kendilerinden uzaklaştırılması için yalvarırlar. Meselâ: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzaklaştır” (İbrahim: 35) kavli gibi. Bir de o daha önce irşat olmuş, rüştüne ermişti. Allah ona kesin müminlerden olması için göklerin ve yerin harikalarını göstermişti, öyleyse onu bu gibi şaşkınlıklardan nasıl korumaz?! İkincisi: Bunu yavaş yavaş kuvvetli delil sunmak için demiştir ki, ilâhlarını ayıplasın ve battıkları için onlardan nefret ettiğini göstersin. Mutlaka içinde şu gibi kelimeleri gizlemiş olmalıdır: Sizin iddianıza göre veya sizin zannettiğiniz gibi. O zaman: "Benim ortaklarım nerede?” sözü gibi olur. Yahutta: Derler sözünü gizlemiştir, o zaman da: "Rabbimiz, bizden kabul et” (Bakara: 127) kavli gibi olur ki: Bunu derler, demek olur. Bu görüşleri Ebû Bekr İbn Enbari, zikretmiştir. Maksadı da onlara kademe kademe kuvvetli delil getirmektir. Nitekim şöyle bir şey anlatılmıştır: Hekimlerden biri putlara tapan bir kavme konuk oldu, o da onlarla beraber onlara saygı gösteriyor gibi davrandı. Ona ikram ettiler, fikirlerini beğendiler, birden onları düşman bastı, kralları onlara danıştı, o da: İlâhlarımızı çağıralım, başımızdaki bu sıkıntıyı def etsinler, dedi. Onun yanında toplandılar, hiçbir faydası olmadı, o da: Burada öyle bir ilâh vardır ki, ona dua edersek kabul buyurur, dedi; onlar da aziz ve celil olan Allah’a dua ettiler; Allah da o sakındıkları şeyi onlardan savdı, onlar da Müslüman oldular. Üçüncüsü: Bunu soru sorup anlamak için demiştir, takdiri: "Rabbim bu mudur?” olur. Soru hemzesini takdir etmiştir, meselâ: "Efein mitte fehümül halidun” (Enbiya: 34) kavli gibi ki: Efehümül halidun, demektir. Şair de şöyle demiştir: Gözün sana yalan söyledi yoksa Vasıfta Alaca karanlıkta bulut sisinin altında hayal mi gördün? Gözün sana yalan mı, söyledi demek istemiştir. Bu görüş, kural dışıdır, çünkü istifham edatı ihbar ile istihbar (haber vermek ve haber almak) arasında ayrım için olduğu zaman gizlenmez. "Rabbim budur” sözünün zahiri, Sani, yani Yaratıcıya işaret etmesidir. Zeccâc da şöyle demiştir: Onlar yıldız ilmiyle uğraşırlardı, o da: Rabbim budur, dedi, yani beni idare eden Rabbim. Onlara şu delili getirdi: Sizin idare eden diye iddia ettiğiniz, idare edilen bir eserden başkası değildir. "Ben batanları sevmem": Yani tapılan ilâh gibi sevmem, çünkü görünen ve batan bir şey sonradan yaratılmış ve idare edilmiş olur. 77Ay’ı doğarken görünce: "İşte Rabbim bu” dedi. O da batınca: "yemin olsun, eğer Rabbim bana hidayet etmezse, mutlaka ben sapanlar güruhundan olurum” dedi. 78Güneşi doğarken görünce: "İşte Rabbim bu. Bu, daha büyüktür” dedi. O da batınca: "Ey kavmim, şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım” dedi. "Ay’ı (kamer’i) doğarken görünce": İbn Kuteybe şöyle demiştir: Aya kamer denilmesi, beyazlığından dolayıdır. Akmer: Çok beyaz demektir. Leyletün kamra da: Aydınlık gecedir. Baziğ ise: Doğan, çıkan manasınadır. "Eğer Rabbim bana hidayet etmezse": Beni hidayet üzerinde sabit kılmazsa. Eğer: "Neden güneş için, hâza dedi de, hazihi, demedi?” denilirse, buna dört türlü cevap verilir: Birincisi: O, güneşin ışığını gördü, aynını yani kurs’unu görmedi. Bunu Muhammed b. Mukâtil, demiştir. İkincisi: O, bu doğan Rabbimdir, demek istemiştir, bunu da Ahfeş demiştir. Üçüncüsü: Güneş ziya ve nûr manasınadır, kelâm manaya hamledilmiştir. Dördüncüsü: Güneş (şems) kelimesinde tenis (dişilik) alâmeti yoktur, o müzekkere benzemektedir, o nedenle öyle zikretmek câiz olmuştur. Bunu ve bundan öncekini İbn Enbari zikretmiştir. 79"Şüphesiz ben, bir muvahhit olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben şirk koşanlardan değilim". "Ben yüzümü çevirdim": Zeccâc şöyle demiştir: İbadet ve tevhidimde maksadım, maksudum âlemlerin Rabbi Allah’tır. Âyetin kalan kısmı yukarıda geçmiştir. 80Kavmi onunla tartıştı. O da: "Bana doğru yolu göstermişken benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Ben ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum; meğer ki, Rabbim bir şey dileye. Rabbim her şeyi ilmi ile kuşatmıştır: Düşünmüyor musunuz?” dedi. "Ve haccehu kavmuh": İbn Abbâs şöyle demiştir: Onunla ilâhları hakkında tartıştılar, onu ilâhlarla korkuttular, o da onları reddederek: "etuhacunni” (benimle tartışıyor musunuz?) dedi": İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, nunun şeddesi ile: "etuhacunni” ve "te’murunni” (Zümer: 64) okumuşlardır. Nâfi ile İbn Âmir, şeddesiz olarak okumuşlar, iki nun da yan yana geldiği için ikincisini atmışlardır. "Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz"un manası: Tevhid ve birliği hakkında, demektir. "Beni hidayet etmişken": Yani hidayetle benim bulduğumu bana göstermişken, demektir. Kisâi, "hedani"de dal’ı imale etmiştir. Aslı ye olanlarda imale güzeldir. Bu da heda yehdi’dendir. "Ben ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum": Yani ilâhlarınızdan çekinmiyorum. Şöyle ki: Onlar: Tannlarımızın sana bir kötülük etmesinden korkuyoruz, dediler. O da: Ben ise onlardan korkmuyorum; çünkü onlar zarar da yarar da vermezler, dedi. "Meğerki Rabbim bir şey dileye": O’nun için korkarım. "Rabbim her şeyi ilmi ile kuşatmıştır": Yani onu tam olarak bilmektedir. 81Sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım ki, siz; Allah’ın size hiç delil indirmediği şeyleri Allah’a şirk koştunuz. Eğer biliyorsanız, iki gruptan hangisi güvene daha layıktır? "Sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?": Yani zarar ve yarar vermeyen bu putlardan, siz ki, sizi yaratan ve size rızkınızı veren Allah’a şirk koşuyorsunuz, O ki, size zarar da yarar da vermeye kadirdir. "Size onunla bir delil indirmediği şeyi": Delil, hüccet ve delil, demektir. "İki gruptan güvende olmaya hangisi daha layıktır?” Yani azaptan emin olmaya; zarar ve yarar vermek elinde olanı birleyen muvahhit mi yoksa zarar ve yarar vermeyen şeye ibadet eden müşrik mi? Sonra bunlardan en haklısını şu sözü ile açıkladı: 82İman edip de imanlarını haksızlıkla karıştırmayanlar için emniyet vardır ve onlar doğru yolu bulmuşlardır. "Onlar ki, iman ettiler, imanlarını haksızlıkla karıştırmadılar": Yani onu şirk ile karıştırmadılar. Buhârî ile Müslim, Sahih’lerinde, İbn Mes’ûd’dan şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Bu âyet inince, Müslümanlara çok ağır geldi: "Ya Resûlallah, hangimiz böyle değildir?” dediler. O da: Bu şirktir, Lokman’ın, oğluna dediklerini duymadınız mı? "Şüphesiz şirk elbette çok büyük bir zulümdür” dedi. (Lokman: 13) Bu Âyetten kimlerin kastedildiği hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar İbrahim aleyhisselam ile arkadaşlarıdır, bu ümmet değildir. Bunu da Ali b. Ebû Talib, demiştir. Başka bir rivayette de şöyle demiştir: Bu âyet İbrahim’e özeldir, bu ümmetle hiçbir alakası yoktur. İkincisi: Onlar Medine'ye hicret edenlerdir. Üçüncüsü: O geneldir, bunu da bazı müfessirler, demişlerdir. Bu, İbrahim’in kavmine dediklerinden midir? Yoksa Allahü teâlâ’nın cevabından mıdır? Bunda da iki görüş vardır. 83İşte bu, İbrahim’e kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Dilediğimizin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. "İşte bu, delilimizdir": Yani onunla kavmi arasında geçen ve yıldızın, ayın ve güneşin sonradan yaratıldıklarını ortaya koyduğu delilimiz ve onların da ayıplarıdır. Çünkü onlar küçükle büyüğü bir tuttular ve konuşmayan şeylere ibadet ettiler, o yüzden de delil karşısında apışıp kaldılar. "Onları İbrahim’e verdik": Yani onları ilhamla kendisine gösterdik. Mücâhid de: Delil, İbrahim’in "iki gruptan hangisi güvene daha layıktır” kavlidir, demiştir. "Nerfau derecatin men neşau": İbn Kesir, Nâfi, İbn Amr ve İbn Âmir, izafetle: "Derecati men neşau” okumuşlar; Âsım, Hamze ve Kisâi de, tenvinli olarak "derecatin” okumuşlardır. Yûsuf, 76'da da böyle okumuşlardır. Sonra manada da iki görüş vardır: Birincisi: Yükseltme ilim, fehim ve marifet iledir. İkincisi: Peygamberliğe seçmek iledir. "Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir": İbn Cerir şöyle demiştir: Halkını idare etmede ümmetlerine karşı peygamberlerine deliller telkin etmede hikmet sahibidir, "hakkıyla bilendir": Her şeyin sonunun ne olacağını bilendir. 84Ona İshak’ı ve Yakub’u hibe ettik (bağışladık). Her birini hidayete erdirdik. Daha önce Nûh'u da hidayete erdirdik. Dâvud, Süleyman, Eyyub, Yûsuf, Mûsa ve Harun da onun neslindendir. Biz iyilik edenleri böyle mükafatlandırırız. "Ona İshak’ı bağışladık": Sulbünden evladı olarak. "Yakub’u da: İshak'ın oğlu olarak. "Her birini": Bu zikredilenlerden her birini, "hidayete erdirdik": Yani irşat ettik. "Ve min zürriyetihi” (onun neslinden): “He” zamirinin mercii hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O Nûh’a râcîdir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ferrâ’, Mukâtil ve İbn Cerir Taberî de bunu tercih etmişlerdir. İkincisi: İbrahim’e râcîdir, bunu da Atâ’, demiştir. Zeccâc da: Her iki görüş de câizdir, çünkü ikisi de geçmiştir, demiştir. İbn Cerir, birinci görüşe şunu delil getirmiştir: Allahü teâlâ daha sonra Lût’tan bahsetmiştir ki, o, İbrahim zürriyetinden değildir. Ona Ebû Süleyman Dımeşki şöyle cevap vermiştir: Destekleme ve yardımda Lût’u da ona bağışladık, deme ihtimali vardır. Sonra: "iyilik edenleri böyle mükafatlandırırız” kavli de onun İbrahim’e râci olduğunun en açık delilidir. Çünkü söz İbrahim’e sevap olarak verilen şeylerden açılmıştır. Yûsuf, yabancı isimdir, Ferrâ’ da şöyle demiştir: “sîn” in zammı ile hemzesiz olarak Yûsuf, Hicaz halkının lügatidir. Bazı Esed oğulları da hemze ile Yu’suf, derler. Bazı Araplar da “sîn” in kesresi ile Yusif, derler. Bazı Akil oğulları da “sîn” in fethası ile Yusef derler. "iyilik edenleri de böyle mükafatlandırırız": Yani İbrahim’i tevhidinden ve dininde sebatından dolayı mükafatlandırdığımız yani derecesini artırdığımız ve ona salih evlatlar verdiğimiz gibi iyilik edenleri de öyle mükafatlandırırız. İsa, İlyas, Elyesa ve Lût da Arapça olmayan yabancı isimlerdir. Kurcaların çoğunluğu bir lâm ile şeddesiz olarak Elyesa okurlar; İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir de onlardandır. Hamze ile Kisâi de burada ve Sad’da iki lâm ile şeddeli olarak "llilyessa’” okumuşlardır. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bu doğruya ve İsrâil oğullarının peygamber isimlerine daha çok benzemektedir. Bir de Araplar Yef’ al veznindeki kelimelere elif lâm takmazlar. Haza Yesau cae ve hâza Ya’muru ve hâza Yezidü, derler. Fasih kelâm da böyledir, Biri bana şöyle bir şiir okudu: El - Velid b. el - Yezid’i mübarek ve hilafet yükünü Taşıyacak şekilde güçlü bulduk. Velid’i elif lamla zikredince arkasından Yezid’i de o şekilde söylemiştir. Her ikisi de doğrudur. Mekki de şöyle demiştir: Kim tek lâm ile okursa, ona göre aslı Yesa’dır. Kim de iki lamla okursa, ona göre de aslı Lesya’dır, başına harf-i tarif getirmişlerdir. Diğer peygamber isimleri de yukarıda geçmiştir. Dünyalardan maksat da zamanlarının dünyalarıdır. 85Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayete erdirdik). Bunların hepsi iyi kimselerdir. 86İsmail, Elyesa, Yûnus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Her birini dünyalara üstün kıldık. 87Atâ’larından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden de (hidayete erdirdik). Onları seçtik ve onları doğru yola ilettik. "Ve min âbâihim ve zürriyyatihim": Buradaki "min” bazı manasınadır. Mana da şöyledir: Onları hidayet ettik, bazı atalarını ve zürriyetlerini de hidayet ettik. "îctebaynahüm": Bu da tıpkı ihternahüm gibi, seçtik ve beğendik manasınadır. O da: Cebeytüşşey’e’den gelir ki, bir şeyi nefsin için ayırmaktır. Cebeytülmae filhavzı da, suyu havuzda biriktirmektir. Sıratı müstakim ise: Doğru yoldur. 88İşte bu, Allah’ın hidâyetidir. Onunla kullarından dilediğine hidayet eder. Eğer şirk koşsalardı yaptıkları mutlaka boşa giderdi. "İşte bu, Allah'ın hidâyetidir": İbn Abbâs: Bu, onların üzerinde bulundukları Allah'ın dinidir, demiştir. "Onunla kullarından dilediğine hidayet eder. Eğer şirk koşsalardı": Yani peygamberler, "lehabita": Amelleri boşa gider ve zeval bulurdu, çünkü O, müşrikin amelini kabul etmez. 89İşte bunlar; kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir. Eğer onlar (Kureyşler) bunları inkâr ederlerse, gerçekten biz bunu inkâr etmeyen bir kavmi vekil kılmışızdır. "İşte bunlar, kendilerine kitap verdiklerimizdir": Yani üzerlerine indirdiğimiz kitaplar. Hüküm de fıkıh ve ilimdir. "Eğer bunları inkâr ederse": Yani âyetlerimizi, demektir. "Hâülâi” (onlar) ile işaret edilenlerde üç görüş vardır: Birincisi: Onlar Mekke halkıdır, bunu İbn Abbâs, Said b. Müseyyeb ve Katâde, demişlerdir. İkincisi: Onlar Kureyşlilerdir, bunu da Süddi, demiştir. Üçüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Bunu da Hasen, demiştir. "Fekad vekkelna biha": Ebû Ubeyde: Onu bir kavme rızık (nasip) ettik, demiştir. Zeccâc da: Ona imana bir kavmi vekil ettik, demiştir. O kavimde dört görüş vardır: Birincisi: Onlar Medine halkından ensardır, bunu da İbn Abbâs, İbn Müseyyeb, Katâde ve Süddi, demişlerdir. İkincisi: Peygamberler ve iyilerdir, bunu da Hasen, demiştir. Katâde de: Onlar burada isimleri geçen on sekiz peygamberdir, demiştir ki, Zeccâc ile İbn Cerir’in tercihleri de budur. Üçüncüsü: Onlar meleklerdir, bunu da Ebû Recâ’, demiştir. Dördüncüsü: Onlar muhacirlerle ensardır. 90İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir; sen de onların hidâyetine uy. De ki: Sizden bunun için bir ücret istemiyorum. O, ancak âlemler için bir öğüttür. "İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir": Yani adları geçen peygamberlerdir. "Sen de onların hidâyetlerine uy": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Şeriat ve kanunları ile amel et, bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: Sabırlarında onlara uy, bunu da Zeccâc, demiştir. İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım, "iktedih” kavlini vasılda sakin he ile okurlardı. Hamze, Halef, Ya’kûb ve Kisâi de Âsım'dan rivayetle, Yezidi de kendi iradesi ile vasılda heyi atarlardı. Vakıfta ise heyi bulundurup ve sakin okumada ise ihtilaf etmezlerdi. "De ki: Sizden bunun için bir ücret istemiyorum": Yani Kur’ân için. Zikra ise: Öğüttür. Burada âlemler ise cinlerle insanlardır. 91Allah’ı hakkı ile takdir edemediler. Çünkü: "Allah bir insana hiçbir şey indirmedi” dediler. De ki: "Mûsa’nın insanlar için bir nûr ve hidayet olarak getirdiği kağıtlar (tomarlar) halinde getirip onları açıkladığınız ve birçoğunu da gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretildi". Allah” de, sonra da onları daldıkları şeyin içinde bırak oynasınlar. "Allah'ı hakkı ile takdir edemediler": İniş sebebi hakkında yedi görüş vardır: Birincisi: Yahudilerin reisi Malik b. Sayf, bir gün Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ona: Mûsa’ya Tevrat’ı indiren Allah aşkına, Tevrat’ta Allah’ın şişman alime buğzettiğini görüyor musun?” dedi. O da: Evet, dedi. Efendimiz de: İşte o şişman alim sensin, dedi. O da kızdı, sonra da: "Allah bir insana hiçbir şey indirmedi” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Said b. Cübeyr ile İkrime de, aynı şekilde: Malik b. Sayf hakkında inmiştir, demişlerdir. İkincisi: Yahudiler: Ya Muhammed, Allah hiç kitap indirdi mi?” dediler. O da: Evet, dedi. Onlar da: Allah’a yemin ederiz ki, Allah gökten hiçbir kitap indirmedi, dediler. İşte bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da el - Valibi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Yahudiler: Ya Muhummed, Mûsa Tevrat levhalarını Allah’tan yüklenerek getirdi; sen de bize Mûsa gibi getir, dediler. Bunun üzerine şu âyet indi: "Kitap ehli senden üzerlerine bir kitap indirmeni isterler... Meryem’e büyük bir iftira attılar". (Nisa: 153 - 156) Onlara kötü amellerini haber verince: Allah’a yemin ederiz ki, Allah ne Mûsa’ya ne İsa'ya ne de başka bir insana bir şey indirmedi, dediler. İşte bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Muhammed b. Ka’b, demiştir. Dördüncüsü: Bu; Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında indi; Allah onlara ilim vermişti, ondan yararlanamadılar, bunu da Katâde, demiştir. Beşincisi: O, Yahudi Finhas hakkında indi, o: "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi” demişti. Bunu da Süddi, demiştir. Altıncısı: O Kureyş müşrikleri hakkında indi: Allah'a yemin ederiz ki, Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi, dediler. Bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir. Yedincisi: Başından: "Hiçbir şey"e kadar Kureyş müşrikleri de, "Mûsa’nın getirdiği kitabı kim indirdi?” kavli de Yahudiler hakkında indi. Bunu da İbn Kesir, Mücâhid’ten rivayet etmiştir. "Allah’ı hakkı ile takdir edemediler": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Allah’a layık olduğu şekilde saygı gösteremediler, bunu da İbn Abbâs, Hasen, Ferrâ’, Sa’leb ve Zeccâc, demişlerdir. İkincisi: Onu gerçek sıfatı ile niteleyemediler, bunu da Ebû’l - Âliyye demiş ve Halil de beğenmiştir. Üçüncüsü: O’nu gerçek şekilde tanıyamadılar, bunu da Ebû Ubeyd, demiştir. "Onu kağıtlar halinde yapıyorsunuz": Manası: Onu kağıtlara yazıyorsunuz, demektir. Kağıtlar demesi, tomar haline gelmesin ve ondan istediklerini gizlemek için onu parça parça kağıtlara yazarlardı. "Yübduneha": İbn Kesir ile Ebû Amr ye ile, "yecalunehu karatise ve yübduneha", "ve yuhfune” okurlardı; Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, bunları te ile okurlardı. Kim ye ile okursa, çünkü o topluluk gaip idi, delili de: "Vema kaderullaha hakka kadrihi"dir. Kim de te ile okura, muhatap kılar, Mana da şöyledir: Ondan istediklerinizi açıklıyor ve çoğunu da gizliyorsunuz, meselâ Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatı, recm âyeti ve daha birçok gizledikleri şeyler gibi. "Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretildi": Bununla kimlerin muhatap oldukları hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: O, Müslümanlara hitaptır, bunu da Mücâhid, demiştir. Birinciye göre: Kendilerine Tevrat’ta olanlar öğretildi. İkinciye göre de: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in dili ile öğretildiler. "De ki: Allah": Bu, "kitabı kim indirdi?” kavlinin cevabıdır, takdiri de şöyledir: Eğer sana cevap verirlerse, ne a’lâ, yoksa: Allah indirdi, de. "Sonra onları bırak": Bu tehdittir. "Daldıkları şeyin içinde": Batıllarında. Bunun onlardan yüz çevirme emri olduğu, sonradan da kılıç âyetiyle bozulduğu söylenmiştir. 92Bu, önündekini tasdik eden ve Mekke’yi ve çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahirete iman edenler ona inanırlar ve onlar namazlarına devam ederler. "Bu, indirdiğimiz bir kitaptır": Yani Kur’ân’dır. Zeccâc şöyle demiştir: Mübarek: Onun tarafından çok hayır gelen şey demektir. Mana da şöyledir: Onu bereket ve uyarma için indirdik. "Önündeki o şeyi tasdik edici": Yani kitapları. "Velitünzire ümmel kura": Âsım - Hafs rivâyeti dışında - ye ile "liyünzire” okumuştur, o zaman uyaran kitap olur. Diğerleri de te ile okumuşlardır ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e hitap olur. Ümmülkura (kentlerin anası, başkent): Mekke’dir. Zeccâc şöyle demiştir: Mekke halkını uyarman için. Ona Ümmülkura denilmesinde dört görüş vardır: Birincisi: Ona böyle denilmesi, yerin onun altından döşenmesindendir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Çünkü o eski şehirdir, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Üçüncüsü: Çünkü o bütün insanların kıblesidir, ona dönerler. Dördüncüsü: Çünkü onun şanı çok büyüktür, bunu da Zeccâc, demiştir. "Ve çevresindekileri": İbn Abbâs: Bütün yeryüzünü murat etmiştir, demiştir. "Ahirete iman edenler ona inanırlar": (Ona = bihi) zamirinde de iki görüş vardır: Birincisi: O Kur’ân’a râcîdir. İkincisi: Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir. Mana da şöyledir: Kim ahirete iman ederse, ona da inanır, kim de ona inanmazsa, onun ahirete imanı gerçek değildir, ona itibar edilmez. Baksanıza: "Onlar namazlarına devam ederler” demiştir ki, bundan da namazlarını muhafaza eden, kaçırmayan mü’minleri murat etmiştir. 93Allah’a karşı yalan uydurandan ve kendisine bir şey vahyedilmediği halde "Bana vahyedildi; ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim” diyenden daha zalim kimdir? Zâlimleri ölüm sarhoşlukları içinde, melekler ellerini uzatmışlar, "canlarınızı çıkarın. Bugün Allah’a karşı hak dışı konuştuklarınızdan ve âyetlerinden kibirlendiklerinizden dolayı hakaret azabını tadın!” dediklerini bir görsen! "Allah’a karşı yalan uydurandan veya bana vahyedildi diyenden daha zalim kimdir?” Kimler hakkında indiğinde üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Başından: "Ona bir şey vahyedilmediği halde” kısmına kadar olanı, Müseyleme el - Kezzab hakkında inmiştir. "Ben de Allah’ın indirdiği gibi indiririm” kavli de Abdullah b. Sa’d b. Ebi Şerh hakkında inmiştir. O, kelime-i şahadet getirmişti, bazı vakitlerde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e vahiy yazardı. Efendimiz ona: "Azizün hakim” dikte ettirdiği zaman: "Gafurun rahim” yazar ve Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Bu da o da birdir, derdi. "Velekad halaknel insane min sülaletin min tın” âyeti inince, ona yazdırdı, "halkan aher"e gelince, Abdullah b. Sa’d hayret edip: "Tebarekallahu ahsenül halikin” (Mü’minun: 12 - 14) dedi; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de: Bana böyle indirildi, onu yaz, dedi. O zaman şüphe etti ve: Eğer Muhammed doğru ise, ona vahyedildiği gibi bana da vahyedildi, eğer yalancı ise, ben de onun gibi dedim, dedi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkrime de: Abdullah b. Sa’d sonradan Mekke’nin fethinden önce İslâm’a döndü, demiştir. İkincisi: Âyetin hepsi Abdullah b. Sa’d hakkında inmiştir. Bunu da Süddi, demiştir. Üçüncüsü: O; Müseyleme ile Esved el - Ansi hakkında inmiştir, bunu da Katâde, demiştir. Eğer: "Evkale uhiye ileyye” kavli, "vemen azlemü mimmeniftera” kavlinden nasıl ayrıldı, halbuki o da iftiracıdır?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir: Birincisi: Bu ikisi bir adamın sıfatıdır, arka arkaya sıfatla nitelendi ki, cür’etini göstersin. İkincisi: Önce: "İftera alallahi” denerek genelleme yapıldı, sonra da, "evkale uhiye ileyye” demekle tahsis edildi. Çünkü her Allah'a iftira eden, kendisine vahiy geldiğini iddia etmez. Bu ikisini İbn Enbari, zikretmiştir. "Ben de Allah'ın indirdiği gibi indiririm": Yani ben de öyle sözler söylerim, demektir. İbn Abbâs: Şi'ri kastediyorlar, onlar bu şekilde alay ederlerdi, demiştir. Bunun Abdullah b. Ebi Şerh olduğu söylenmiştir. Zeccâc da: Bu: "Eğer istersek biz de onun gibi deriz” sözlerine cevaptır, demiştir. "O zaman zâlimleri bir görsen": Bunlar hakkında üç görüş vardır: Birincisi: Onlar Mekke’de bir topluluk idiler, kâfirler onları Bedir savaşma yanlarında götürdüler; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabının azlığını görünce imandan döndüler, işte âyet onların hakkında indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Onlar: "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir” diyenlerdir. Bunu da Ebû Süleyman, demiştir. Üçüncüsü: Bu âyette nitelenenler iftira edenler ve kendilerine vahiy geldiğini ve Allah’ın kelâmı gibi söyleyeceklerini iddia edenlerdir. Zeccâc şöyle demiştir: "Lev"in cevabı mahzuftur, Mana da şöyledir: "Onları ölüm sarhoşluklarında görseydin, korkunç bir şey görürdün". Büyük bir şeyin içine düşen herkese: Kad ğamere fülanen zalike (olayın içine gömüldü) denir. İbn Abbâs: Ğamaratülmevt: Ölüm sarhoşlukları, baygınlıklarıdır, demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Dilciler şöyle demişlerdir: Onlara ğamerat denilmesi, içine düşeni korkuları ile boğdukları içindir. "Melekler onlara ellerini uzatmışlardır": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Vurmakla, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Azapla, bunu da Hasen ile Dahhâk, demişlerdir. Üçüncüsü: Ruhları cesetlerden kabzetmekle, bunu da Ferrâ’, demiştir. Bunun vaktinde üç görüş vardır: Birincisi: Ölüm anında. İbn Abbâs: Bu, ölüm anındadır, melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vururlar, ölüm meleği de canlarını alır, demiştir. İkincisi: Kıyamet gününde, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Cehennemde, bunu da Hasen Basri, demiştir. "Canlarınızı çıkarın": Burada "derler” kelimesi gizlidir. Manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Canlarınızı çıkarmak için teslim olun. İkincisi: Eğer gücünüz yeterse nefislerinizi azaptan çıkarın. "Tüczevne azabel huni": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Hun, zammelidir, hevan ile aynı manayadır, hakaret demektir. Eğer fetha ile hevn denirse, yumuşaklık ve sükunet manasınadır. Zeccâc da şöyle demiştir: Mana: Büyük hakarete uğrayacağınız azapla cezalanacaksınız. 94Yemin olsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi bize teker teker geldiniz ve size verdiklerimizi sırtlarınızın arkasında bıraktınız. Ortaklarınız olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle görmüyoruz. Gerçekten aranızdaki bağ kopmuş ve iddia ettiğiniz o şeyler sizden sapıp kaybolmuştur. "Yemin olsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi bize teker teker geldiniz": İniş sebebi şöyledir: Nadr b. el - Haris: Lât ve Uzza ileride bana şefaat edeceklerdir, dedi, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İkrime, demiştir. Fürada’nın manası: Teker teker, demektir. Bu da Allahü teâlâ’nın müşrikleri kıyamet gününde ne ile azarlayacağını haber vermesidir. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Fürada: Fert fert, demektir. İbn Kuteybe de: Fürada, ferdin cem'idir, demiştir. Müfessirlerin "fürada"nın manasında birbirine yakın beş görüşleri vardır: Birincisi: Aile, mal ve evlattan ayrı olarak, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Herkes kendi başına, bunu da Hasen, demiştir. Üçüncüsü: Yanınızda dünyadan hiçbir şey olmayarak, bunu da Mukâtil, demiştir. Dördüncüsü: Herkes suç ortağından ve öz kardeşinden ayrı olarak, bunu da Zeccâc, demiştir. Beşincisi: Mabutlardan ayrı olarak, bunu da İbn Keysan, demiştir. "Sizi ilk defa yarattığımız gibi": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Ne mal ne aile ne de evlat olmayacaktır. İkincisi: Yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak. Burada geçen ğurl, kabuklu demektir. Üçüncüsü: Canlı olarak. "Havvelnaküm": Size mülk olarak verdik, demektir. "Sırtlarınızın arkasında": Yani dünyada bırakünız, demektir. Mana da şöyledir: Dünyada onu elde etmek için harcadığınız çaba boşa gitti, kötü seçiminizden dolayı da pişmanlık kaldı. Şefaatçileri hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar putlardır. İbn Abbâs da: Şefaatçileriniz: Size şefaat edeceklerini zannettikleriniz, demiştir. "Onların sizinle olacağını zannettiniz": Yani yanınızda ortaklarınız olacaklarını zannettiniz. İbn Kuteybe de: Onların sizin yaratılmanızda ortaklar olduklarını zannettiniz, demiştir. İkincisi: Onlar meleklerdir, onların şefaat edeceklerine inanırlardı, bunu da Mukâtil, demiştir. "Lekattekattaabeyneküm": İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Ebû Bekir - Âsım’dan rivayetle - ref ile "beynüküm"; Nâfi, Kisâi, Hafs da - Âsım’dan rivayetle - nunun nasbi ile zarf olarak (beyneküm) okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Ref daha iyidir, manası da: Temasınız kesildi, demektir. Nasb de câizdir, manası da: Aranızdaki ortaklık kesildi, demektir. İbn Enbari takdir şöyledir,” demiştir: Lekattekattaa ma beyneküm, "ma", manası açık olduğu için atılmıştır. Ebû Ali de şöyle demiştir: Onu merfu okuyanlar, isim yaparlar, "tekattaa” filini de ona isnat ederler. Mana da şöyle olur: Temasınız kesildi. Mensûb okuyanlar da ism-i faili fiilde gizlerler. Gizlenen de vuslat (temas)tır. Takdiri: Lekattekatta vaslüküm beyneküm (aranızdaki bağlantı kesildi) şeklindedir. İddia ettikleri şey hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: İlâhlarının şefaati. İkincisi: Öldükten sonra dirilmenin ve cezanın olmayacağı. 95Şüphesiz Allah; tohumu ve çekirdeği yarandır. Ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur; nasıl çevriliyorsunuz? "înnallaha falikul habbi venneva": Fâlik/Felk’ın manasında iki görüş vardır: Birincisi: O, yaratma manasınadır, Mana da şöyledir: Allah tohumu ve çekirdeği yaratandır, bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Dahhâk ile Mukâtil de böyle demişlerdir. İkincisi: Felk, yarmak manasınadır, sonra Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O tohumu başaktan, çekirdeği de hurmadan yardı. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, Süddi ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir. İkincisi: O tohumda ve çekirdekte olan iki şıktır, bunu da Mücâhid ile Ebû Mâlik, demişlerdir. İbn Saib de şöyle demiştir: Tohum; buğday ve arpa gibi çekirdeği olmayandır, çekirdek de hurma çekirdeği gibidir. "ölüden diri çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır": Bunun tefsiri de Al-i İmran suresinde geçmiştir. "Nasıl çevriliyorsunuz?": Yani bu açıklamadan sonra haktan nasıl da çevriliyorsunuz? 96Sabahı yarandır. Geceyi dinlenme; güneşi ve ayı da hesap için yaptı. İşte bu, mutlak galip ve her şeyi bilenin takdiridir. "Falikul ısbah": Felk’ın manası yukarıda geçmiştir. Isbah’a gelince: Ahfeş: O, asbaha fi’linin mastarıdır, demiştir. Isbah ile subh birdir. Müfessirlerin ısbah'ın manasında üç görüşleri vardır: Birincisi: O, güneşin gündüz ışığı ve ayın da geceleyin nûrudur. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O, şafağın aydınlığıdır. İbn Zeyd şöyle demiştir: Allah sabahı geceden yarıp ayırdı. Üçüncüsü: O, gündüzü ışıklandırdı, bunu da Dahhâk, demiştir. Enes b. Malik, Hasen, Ebû Miclez, Eyyub ve Cahderi, hemzenin, fethi ile "falikul asbah” okumuşlardır. Ebû Ubeyde de: Asbah, sabahın çoğuludur, demiştir. "Cailiül leyi sekenen": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, elifle "Cail"; Âsım, Hamze ve Kisâi de, elifsiz olarak "caale” okumuşlardır. "Leyle "yi de nasb ile kıraat etmişlerdir. Ebû Ali şöyle demiştir: Kim "cail” okursa, "falik’ten dolayıdır, şeklen uymalarını dikkate almıştır. Kim de "caale” okursa, çünkü "fail” burada "faale” manasınadır, delili de: "Veşşemse velkamere hüsbanen” kavlidir. Sekenen ise: Sakinleşip dinlendiğin şeydir. Mana da şöyledir: İnsanlar onda sakinleşir ve rahat ederler. Hüsbanda da iki görüş vardır: Birincisi: O hesaptır, bunu da cumhûr, demiştir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Huz min külli şey'in bihüsbanihi, denir ki, her şeyden hesabı ile al, demektir. Hesaptan maksat da ne olduğunda üç görüş vardır: Birincisi: O ikisi, yani ay ile güneş, kendilerine biçilen bir süreye kadar akarlar. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Yörüngelerinde hesapla dolaşırlar; artar ve eksilirler. Bunu da Süddi, demiştir. Üçüncüsü: Onların akışı ayları ve yılları bilmek içindir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Husban’ın manası, ışık demektir, bunu da Katâde, demiştir: Maverdi de şöyle demiştir: Sanki bu görüşü "ve yursilü aleyha hüsbanen minessemai” (Kehf: 40) kavlinden almıştır ki, burada ateş manasınadır. İbn Cerir de: Bunun onunla hiçbir alakası yoktur, demiştir. 97O ki, yıldızlan karanın ve denizin karanlıkları içinde yol bulmanız için yaptı. Bilen bir topluluk için âyetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz. "Ve hüvellezi caale lekümün nucume": Burada caale halaka, yani yarattı manasınadır. Neden yıldızları ihsan ettiğini bildirmiştir? Çünkü karada ve denizlerde hareket edenler, yönlerini onlarla bulurlar. 98O ki, sizi bir candan yarattı. (Sonra sizin için) bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Anlayan bir topluluk için âyetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz. "O ki, sizi bir candan yarattı": Yani Âdem’den. "Femüstakarrun": İbn Kesir, Ebû Amr ve Ya’kûb - Rüveys rivâyeti hariç - kafin kesresiyle "müstekır"; Nâfi, İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi fethi ile (müstekar) okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Kim kesre ile okursa, mana: İçinizden kimi karar kılar; kim de fetha ile okursa, mana: Sizin için karargah vardır, olur. Müstevda ise hep fetha iledir, başka değil. Manası da mesetekar okunuşuna göre: Sizin için emanet yeri vardır; mustekir okunuşuna göre de: Sizden emanet yeri vardır şeklinde olur. Müfessirlerin bu müstekar ve müstevda üzerinde dokuz görüşleri vardır: Birincisi: Müstekar rahimlerde, müstevda da sulplerdedir. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve Said b. Cübeyr, Mücâhid, Atâ’, Dahhâk, Nehaî, Katâde, Süddi ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir. İkincisi: Müstekar rahimlerde, müstevda da kabirdedir, bunu da İbn Mes’ûd, demiştir. Üçüncüsü: Müstakar yerde, müstevda da sulplerdedir. Bunu da İbn Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Müstekar da müstevda da rahimdedir, bunu Kabus, babasından, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Beşincisi: Müstekar barındığı yerdir, müstevda da öldüğü yerdir. Bunu da Mukassim, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Altıncısı: Müstekar dünyada, müstevda da kabirdedir. Yedincisi: Müstekar kabirde, müstevda da dünyadadır, bu bir öncekinin aksinedir. Bu ikisi Hasen’den rivayet edilmiştir. Sekizincisi: Müstekar dünyada, müstevda da Allahü teâlâ’nın yanındadır, bunu da Mücâhid, demiştir. Dokuzuncusu: Müstekar sulplerde (bellerde), müstevda da rahimlerdedir, bunu da İbn Cerir demiştir ki, bu, birincinin aksinedir. 99O ki, gökten su indirdi. Onunla her şeyin bitkisini çıkardık. Ondan yeşillik çıkardık. Ondan sırt sırta binmiş taneler; hurmadan da tomurcuğundan yakın salkımlar; hem benzeyen hem de benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkartıyoruz. Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için âyetler vardır. "O ki, gökten su indirdi": Yani yağmur. "Onunla çıkardık": Yani yağmurla. "Her şeyin bitkisini": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Her çeşit meyvenin bitkisini, çünkü biten her şeyin bitmesi ve büyümesi su iledir. İkincisi: Her şeyin rızkını ve gıdasını. "Ondan çıkardık": Kavlinde de iki görüş vardır: Birincisi: Sudan, yani onunla. İkincisi: Bitkiden. Zeccâc şöyle demiştir: Hadır ahdar (yeşillik) manasınadır. İhdarra, fehüve ahdar ve hadar (yeşil oldu) denir, tıpkı i’verre, fehüve a’ver ve avir (şaşı olmak) gibi. "Ondan çıkarırız": Yani yeşillikten. "Sırt sırta binmiş taneler": Meselâ başak ve arpa gibi. Müterakib: Birbirinin üstüne binmiş demektir. "Ve minennahli min taliha kınvanün daniyetün” (hurmanın tomurcuğundan yakın salkımlar vardır): Haffaf, Ebû Amr’dan rivayetle kafin zammesiyle: "Kunvan” okumuştur. Harun da ondan fethini rivayet etmiştir (kanvan). Ferrâ’ şöyle demiştir: Minen nahl ma kunvanuhu daniyetün. Hicazlılar, kafın kesriye "kınvan” derler. Kays kabilesi ise zamme ile okurlar. Dabbe ile Temim kabileleri de kimyan” derler. El - Mufaddal, onlardan bana şöyle bir şiir okudu: Ağacın tepesi büyüdü (meyve ile ağırlaştı), dalları kıvrıldı ve eğildi. Kırmızı hurma salkımları ile eğildi (kınyan). Hepsi de şöyle okurlar: "Kınvun", "kunvun", derler; "kınan” veya "kunan” demezler. Kelb kabilesi ise: "Malun bikınyan” (salkımlı mal) derler. Mûsannif der ki: Yukarıdaki beyt îmruulkays’e aittir. Bunu Ebû Said es - Sükkeri rivayet etmiştir. Kafin kesresi ve vav ile: "Malun bikınvan"da dört lügat vardır: Kınvan, kıınvan, kınyan ve kunyan (hepsi salkımlar demektir). Şiirde geçen "esset” çoğalmak manasınadır. Şa’run esisün de bundandır ki, çok saç, demektir. "Âdet” kelimesi de: Zorlandı, ağırlaştı, demektir. İbn Kuteybe de: el - Kınvan: Hurma salkımlarıdır, tekili de: kınvundur. Kınvan tesniye şeklinde cemidir. Sınvan da öyledir ki, tesniyesinde de cem’inde de sınvan, derler. Zeccâc da şöyle demiştir: Kınvan, kınvun’un çoğuludur, onu tensiye ettiğin zaman nunun kesri ile kınvani dersin. Daniye ise: El yetecek kadar yakın demektir. Kimi salkımları da uzaktır, demedi, çünkü Kelâmın akışından uzak olanın da el yetecek kadar olmadığı anlaşılmaktır. Onun için uzak lâfzına ihtiyaç kalmamıştır. Meselâ: "Elbise sizi sıcaktan korur” (Nahl: 81) âyetinde olduğu gibi (soğuktan da korur, demeye gerek kalmamıştır. Mütercim). İbn Abbâs da: El atımı salkımlar, dalları yere değen kısa boylu bodur hurma ağaçlarıdır, demiştir. "Ve cennatin min anabin (üzüm bağları)": Bu da "hadıran” kavli üzerine atıftır, "vezzeytune verrummane": Mana: Ondan zeytin ve nar ağaçları çıkardık, demektir. Ebû Zeyd, Mufaddal’dan, ref ile: "Ve cennatün” okuduğunu rivayet etmiştir. "Hem benzeyen hem de benzemeyen": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Görünüşte benzeyen, tatta benzemeyen, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Yaprakları benzer, meyvesi benzemez, bunu da Katâde, demiştir. Bu da birincinin manasındadır. Üçüncüsü: Birbirine benzeyen var, benzemeyen var. Zeccâc şöyle demiştir: Zeytinle nar niçin yan yana zikredildi? Çünkü Araplar bu iki ağacın yapraklarının dalı başından sonuna kadar kapladığını bilirler. Şair de şöyle demiştir: Nar ve zeytin ağacının yaprakları nasıl mübarek ise Yabancı ölü de öyle mübarektir. Bunun manası şöyledir: Bereket yaprağının bütün dalı kaplamasındadır. "Unzuru ilâ semerihi": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Âsım: "Unzuru ilâ semerihi", "Ve külü min semerihi", (En’am: 141) "Liye’külu min semerihi", (Yasin: 35) hepsini fetha ile semer şeklinde okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Halef de, zamme ile (sümür) okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Semeretün, ve semerün, ve simarün, ve sümürün, denir. Kim zamme ile "sümürihi” okursa, cem’i cem etmiş olur. Ebû Ali de şöyle demiştir: Bunun iki ihtimali vardır: Birincisi: Budur, o da sümürün simar’ın cem’i olmasıdır. İkincisi de: Sümürün semerenin cem’i olmasıdır, tıpkı ekeme ve üküm, haşebe ve huşub gibi. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Ona bir defa ilk oluşumunda (ham iken) bakın, bir de yetişip olgunlaştığı zaman bakın. Hicazlılar, olgunlaşmak için, yenin fethası ile; Yen’, derler. Bazı Necitliler de, yenin zammesiyle: Yun’, derler. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Yenaatis semeretü ve eyneat denir ki: Meyve yetişti, demektir. Ona yen’ ve yun’ da denir. Hasen, Mücâhid, Katâde, A’meş ve İbn Muhaysın, yenin zammesiyle "yun’ihi” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Yen’, meyvenin olgunlaşmasıdır. Şair şöyle demiştir: Meyhanenin etrafındaki çadırlarda, Etrafında da olgunlaşmış zeytinler vardır. Allahü teâlâ yarattıklarını evirip çevirmek ve mahlukunun yapamayacağı şekilde halden hale geçirmekle ölüleri de öyle dirilteceğini beyan etmiştir. "Şüphesiz bunda inanan topluluk için âyetler vardır": İbn Abbâs şöyle demiştir: inanan toplum, bu bitkiyi çıkaranın ölüleri de diriltmeye kadir olduğunu tasdik ederler. Mukâtil de: Birliğini tasdik ederler, demiştir. 100Cinleri Allah’a ortaklar yaptılar. Oysa onları da O yarattı. Bilmeden O’na oğullar ve kızlar uydurdular. O’nu tenzih ederiz. O, onların nitelediklerinden çok yücedir! "Caalu lillahi şurekael cinne": Allah’ı böyle nitelediler, manasınadır. Zeccâc şöyle demiştir: "El - cinne"nin mensûb olması iki açıdandır: Birincisi: Mef’ûl olması, o zaman mana: Cinleri Allah’a ortak koştular, olur ve cin de ikinci mef’ûl olur, meselâ: "Caalul melaiketellezine hüm ibadürrahmani inasa” (Zuhruf: 19) âyetinde olduğu gibi. İkincisi: Çin’in şürekae’den bedel olup şürekae’yi tefsir etmesi. Ebû’l - Mütevekkil, Ebû İmran, Ebû Hayve ve Cahderi, nunun refi ile "şürekael cinnü” okumuşlar; İbn Ebi Able ile Muaz el - Kari de, nunun kesri ile: "El - cinni” okumuşlardır. Cinleri ortak kılmalarında üç görüş vardır: Birincisi: Onlar putlara tapmada şeytanlara itâat ettiler, o şekilde onları Allah’a ortak kıldılar, bunu da Hasen ile Zeccâc, demişlerdir. İkincisi: Melekler Allah’ın kızları, ortaklarıdır, dediler, tıpkı: "O’nunla cinler arasında bir nesep bağı kurdular” (Saffat: 158) âyetinde olduğu gibi. Meleklere cin denilmesi, saklanıp göze görünmedikleri içindir. Bunu da Katâde, Süddi ve İbn Zeyd, demişlerdir. Üçüncüsü: Zındıklar şöyle dediler: Allah; nurun, suyun, hayvanların ve davarların yaratıcısıdır; İblis de karanlığın, canavarların, yılanların ve akreplerin yaratıcısıdır. İşte âyet onların hakkında indi. Bunu da İbn Saib, demiştir. "Onları O yarattı": Bu zamirin mercii hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, ortak kılanlara râcîdir, bu takdirde mana şöyle olur: Kendilerini yaratan için ortaklar kıldılar ki, onlar yaratmazlar. İkincisi: Cine râcîdir, o zaman da mana: Allah cinleri yarattı, şeklinde olur. Allah’ın ortağı nasıl sonradan yaratılmış olur? Bu ikisini Zeccâc, demiştir. "Ve haraku lehu benine ve benatin": Nâfi, mübalağa ve çokluk manası için şedde ile "ve harraku” okumuştur. Çünkü müşrikler meleklerin Allah’ın kızları olduklarını iddia ettiler; Hıristiyanlar da Mesih’i, Yahudiler de Uzeyr’i iddia ettiler, İbn Abbâs, Ebû Recâ’ ve Ebû’l - Cevza, noktasız ha, ranın şeddesi ve fe ile: "Harrefu” okudular; İbn Semeyfa ile Cahderi de elif ve noktalı hı ile: "Hareku” okudular. Süddi şöyle demiştir: "Oğullar": Yahudilerin: Uzeyr Allah’ın oğludur, Hıristiyanların: İsa Mesih Allah’ın oğludur, demeleridir. "Kızlar” ise: Arap müşriklerinin: Melekler Allah’ın kızlarıdır, demeleridir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Haraku, ihteraku, haleku ve ihteleku, iftira ettiler manasınadır. Ebû Ubeyde de: Hareku: Kıldılar, demiştir. Zeccâc da: "Bilmeden": Onlar bunu bilerek değil, yalan söyledikleri için zikrettiler, demiştir. 101Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun çocuğu nasıl olur ki, O’nun eşi (zevcesi) yoktur. O her şeyi hakkıyla bilendir. "O’nun çocuğu nasıl olur?": Zeccâc şöyle demiştir: O’nun çocuğu nereden olur? Çocuk ancak eşten olur?! Çocuğunun olmaması için de onlara: "Her şeyi O yarattı” kavlini delil getirdi. Eşyayı yaratan Allah’ın bir benzeri yoktur, öyleyse benzeri olmayanın çocuğu nasıl olur?! Çocuğu vardır, denilirse, benzeri vardır denilmiş olur. 102İşte Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka İlâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na ibadet edin. O her şeye vekildir. 103Gözler O’nu görmez; O ise gözleri görür. O lütuf sahibidir, her şeyden haberdardır. "Gözler O’nu görmez (idrak etmez)": idrak hususunda iki görüş vardır: Birincisi: idrak ihata etmek, kuşatmak manasınadır. İkincisi: Görmek manasınadır. "Ebsar"da da iki görüş vardır: Birincisi: O gözlerdir, bunu cumhûr, demiştir. İkincisi: O akıllardır, bunu da Abdurrahman b. Mehdi, İbn Husayn el - Kari’den rivayet etmiştir. Âyetin manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Gözler O’nu kuşatmaz, bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Said b. Müseyyeb ile Atâ’ da böyle demişlerdir. Zeccâc âyetin manası şöyledir, demiştir: Gözler O'nu gerçek olarak kavrayamaz. Bunda da O’nun görülmeyeceğine dair bir şey yoktur, çünkü görülmesi için Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih hadis vardır. Bu da ehl-i sünnet ile ilim ve hadis erbabının mezhebidir. İkincisi: Esas nûru ile tecelli ettiği zaman gözler onu idrak edemez, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Gözler O’nu dünyada göremez, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Hasen de böyle demiştir. Âyetin dünyaya ait olduğuna: "Öyle yüzler vardır ki, o gün terü tazedir, Rabbine bakmaktadır” (Kıyamet: 22 - 23) kavli delalet etmektedir. O’na bakma kıyamet günü ile kayıtlanmıştır, bu âyette ise mutlak zikredilmiştir. Mutlak da mukayyede hamlolunur. "O gözleri görür": Bunda da iki görüş vardır: Zeccâc şöyle demiştir: Bu bilgilendirmede, mahlukun görmeyi idrak edemeyeceğine delil vardır, yani görme gerçeğini anlayamazlar. İnsanın, diğer organları ile değil de gözü ile görmesini sağlayan şey nedir? Allahü teâlâ şunu bildiriyor ki, mahluklar O’nun yarattığı şeylerden birinin gerçeğini anlayamıyor ve onun bilgisini kavrayamıyorlar, artık aziz ve celil olan Allah’ı nasıl idrak ederler? "Latif": Ebû Süleyman el - Hattâbî şöyle demiştir: O, kullarına iyilik edendir, onlara bilmedikleri yerden lütfeder, ummadıkları yerden menfaatleri için sebepler halk eder. İbn el - A’rabi de şöyle demiştir: Latif: Sana ihtiyacını yumuşaklıkla ulaştıran kimsedir. Latafallahu bike kavli de bundandır ki: Allah sana lütfetti demektir. O, nasıl olduğu bilinmeyecek kadar latif (ince)dir, Lutf bazen ince ve kapalılık manasına gelir, bazan da cisimlerin ufaklığını ifade eder. Bu sıfatlar Allahü teâlâ’ya yaraşmayacak şeylerdir. Ezheri de şöyle demiştir: Latif, Allah’ın güzel isimlerindendir, manası da: Kullarına yumuşak davranan, demektir. Habir ise: Bir şeyin gerçeğini bilen, hakiki durumundan haberdar olan manasınadır. 104Gerçekten Rabbinizden size deliller (basiretler) geldi. Artık kim görürse, kendi lehine. Kim de kör olursa, kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim. "Size Rabbinizden besair (basiretler) geldi": Besair: Basiretin çoğuludur, o da bir şeyi görmeyi ve bilmeyi sağlayan delalettir. Zeccâc da şöyle demiştir: Mana: Size içinde açıklama ve basiretler olan Kur’ân geldi, demektir. "Kim görürse, kendi lehinedir": Onun menfaati kendinedir. "Kim de kör olursa": Bunun zararı da kendinedir. Çünkü Allahü teâlâ’nın mahlukatına ihtiyacı yoktur. "Ben üzerinizde bir bekçi değilim": Yani sizi bir bekçi ve gözcü gibi imanla sorumlu tutan biri değilim. Bu da savaş emrinden önce idi. Müfessirler bu âyetin kılıç âyeti ile neshedildiğini zikretmişlerdir. Bazıları da manası şöyledir, demişlerdir: Ben sizin üzerinizde amellerinizi sayıp deftere geçiren bir gözcü değilim. Buna göre nesih söz konusu olamaz. 105İşte âyetleri bu şekilde açıklıyoruz ki, dersini görmüşsün desinler ve biz onu bilen bir topluluğa açıklayalım. "İşte âyetleri bu şekilde açıklıyoruz": Ahfeş: "Kezalike": Böyle manasınadır, demiştir. Zeccâc da mana şöyledir, demiştir: Sana bu okunanları açıkladığımız gibi âyetleri de açıklıyoruz. İbn Abbâs da: Âyetleri tasrif ediyoruz: Onları her yönde açıklıyoruz; bir defa onlarla davet ediyoruz, başka bir defa da onlarla korkutuyoruz, demiştir. "Desinler": Yani Mekke halkı onlara Kur’ân’ı okuduğun zaman, "ders görmüşsün desinler". İbn Enbari de âyetin manası şöyledir, demiştir: Âyetleri böyle evirip çeviriyoruz ki, delille onları susturalım ve: Sen dersini görmüşsün, desinler. Âyetlerin açıklanması onu anlayan ve onunla amel eden bir toplumun mutlu olması, ondan yüz çevirenlerin de bedbaht olması içindir. Artık kim onlarla amel ederse, mutlu olur, kim de dersini okumuşsun, derse bedbaht olur. Zeccâc da: "liyekulu"daki lâm’a dilciler, lâm-ı sayruret (dönüşüm) lamı derler. Mana da şöyledir, demiştir: Onları böyle dedirten sebep, âyetlerin okunmasıdır. Bu da şunun gibidir: "Mûsa’yı Fir’avn ailesi Nil’den aldılar ki, kendilerine düşman ve üzüntü olsun". (Kasas: 8) Onlar onu almakla kendilerine düşman olsun istemediler, ancak işin sonu onlar için düşmanlık ve üzüntü oldu. Adam ölmek için yazdı, sözün de böyledir; yazmakla kendini helak etmek istedi değil de, ancak sonu helak oldu, demektir. "Dareste": İbn Kesir ile Ebû Amr, elif, “sîn” in sükunu ve tenin fethası ile okumuşlardır ki, manası: Ehl-i kitap ile müzakere ettin, demektir. Âsım, Hamze ve Kisâi de: “sîn” in sükunu ve tenin fethası ile elifsiz olarak "dereste” okumuşlardır ki, manası: Ehl-i kitabın kitaplarını okudun, demektir. Müfessirler de: Sen Cabir ile Yesar’dan öğrendin, demişlerdir. Bunu da "Ona ancak bir insan öğretiyor” (Nahl: 103) âyetinde açıklayacağız, inşallah. İbn Âmir ile Ya’kûb de, ranın ve “sîn” in fethi, tenin sükunu ile elifsiz olarak: "dereset” okumuşlardır ki, bu da: Bu okuduğun haberler eskidir, geçmiş ve tarihten silinmiştir, demektir. Adlarını verdiğimiz bütün kurcalar dalı fetha ile okumuşlardır. Nâfi’den ise dalın fethi, ranın kesri ve tenin sükunu ile: "Düriset” okuduğu rivayet edilmiştir ki, Ya’mur kıraati de böyledir, manası da: "Okundu” demektir. Übey b. Ka’b de, dal’ın ve “sîn” in fethi, ranın zammı ve tenin sükunu ile "derüset” okumuştur. Zeccâc şöyle demiştir: Bu, "dereset” manasınadır ki, silindi, yok oldu, demektir. Ancak ra mazmum olursa mana daha da mübalağalı olur. Muaz el - Kari, Ebû’l - Âliyye ve Müverrık, daim ref'i, ranın kesri ve şeddesiyle, "dürriset” okumuşlardır. İbn Mes’ûd, Talha b. Mûsarrif de: ranın ve “sîn” in fethi, elifsiz ve tesiz olarak "derese” okumuşlardır. İsmet de A’meş’ten, elifle "darese” rivayet etmiştir. "Velinübeyyinehu": Âyetlerin verilişini açıklayalım, demektir. "Bilen bir topluluğa": Kendilerine açıklananı bilsinler de onu kabul etsinler. 106Rabbinden sana vahyolunana tabi ol. O’ndan başka İlâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir. "Müşriklerden yüz çevir": Müfessirler: Bunun kılıç âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir. 107Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı. Seni onların üzerine bekçi yapmadık. Sen onların üzerinde vekil de değilsin. "Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı": Bunda da üç görüş vardır ki, bunları Zeccâc aktarmıştır: Birincisi: Eğer dileseydi onları mü’minler kılardı. İkincisi: Eğer dileseydi onları imana mecbur eden bir âyet indirirdi. Üçüncüsü: Eğer dileseydi köklerini kazır ve şirk sebeplerini keserdi. İbn Abbâs: Âyetin kalan kısmı kılıç âyetiyle neshedilmiştir, demiştir. 108Onların Allah’tan başka dua ettiklerine sövmeyin ki, sonra tecavüz ederek cahillikle Allah’a söverler. Böylece her ümmete amelini süsledik. Sonra dönüşleri Rablerinedir. O da onlara yaptıklarını haber verir. "Onların Allah’tan başka dua ettiklerine sövmeyin": İniş sebebinde iki görüş vardır: Birincisi: O, müşriklere: "Sizler ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennemin odunlarıdır” deyince, onlar da: Ya Muhammed, ya ilâhlarımıza sövmekten ve onları ayıplamaktan vazgeçersin yahutta biz de senin ibadet ettiğin ilâhnı yereriz, dediler; işte âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Müslümanlar kâfirlerin putlarına söverlerdi, onlar da buna karşılık verirlerdi; Allahü teâlâ onları bundan men etti ki, onlar da cahillikle bilmeyerek Allah’a kötü söylemesinler. Bunu da Katâde, demiştir. "Yed’une". İbadet ederler, demektir, ibadet ettikleri de putlardır. "Allah’a söverler": Yani size onları ayıplamayı emrettiği kimseye söverler, bu da Allahü teâlâ’ya döner, yoksa onlar açıktan Allah’a sövmezlerdi. Çünkü onlar da, müşrik olmalarına rağmen Haliklarının Allah olduğunu ikrar ederlerdi. "Adven biğayri ilm": Cahillikle haksız yere demektir. Ya’kûb , aynın ve dalın zammesi ve vavın şeddesiyle "uduvven” okumuştur. Araplar zulüm hakkında: Ada fülanün adven ve uduvven, udvanen, derler. Ada: Zulmetti, demektir. "Böylece her ümmete amelini süsledik": Yani bu müşriklere putlara tapmayı ve şeytana itâat etmeyi süslediğimiz gibi hak ve bâtıll üzerinde toplanan her ümmete de hayır veya şer amellerini süsledik. Müfessirler: Bu âyetin kılıç âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir. 109Yemin olsun, eğer kendilerine bir âyet (mucize) gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair Allah’a olanca kasemleriyle yemin ettiler. De ki: Âyetler ancak Allah katındandır. O (âyet) geldiği zaman inanmayacaklarını size ne bildiriyor! "Olanca kasemleriyle Allah’a yemin ettiler": İniş sebebi için iki görüş vardır: Birincisi: Şuara: 4’te: "Eğer isteseydik üzerlerine gökten bir mucize indirirdik” âyeti nazil olunca müşrikler: Onu üzerimize indir, Allah’a yemin ederiz ki, ona inanırız, dediler. Bunun üzerine Müslümanlar da: Ya Resûlallah, onlara bu âyeti indir ki, iman etsinler, dediler. İşte âyet bunun üzerine indi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Kureyşliler: Ya Muhammed, bize Mûsa’nın elinde bir asa olduğunu, onu taşa vurduğu zaman on iki pınar çıkardığını; İsa’nın da ölüleri dirilttiğini, Semud’un da kayadan çıkan bir dişi devesi olduğunu haber veriyorsun; sen de bunlar gibi mucizeler getir de sonunda seni tasdik edelim, dediler. O da: "Ne istiyorsunuz?” dedi. Onlar da: Safa tepesini altına çevir, dediler. O da: "Eğer bunu yaparsam bana inanır mısınız?” dedi. Onlar da: Evet, Allah'a yemin ederiz ki, eğer bunu yaparsan hepimiz sana tabi oluruz, dediler. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem dua etmek üzere kalktı; Cebrâil geldi: İstersen Safa tepesi sabahleyin altın olur, ancak ben ne zaman bir mucize getiririm de kim ona iman etmezse, mutlaka başlarına azap indiririm; istersen de içlerinden bazıları Tevbe edinceye kadar onları bırakırım, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem: Onları bırak, Tevbe edecekler Tevbe etsinler, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu da Muhammed b. Ka’b el - Kurazi’nin görüşüdür. "Cehde eymanihim” kavlinin manasını da Maide suresinde zikretmiş bulunuyoruz. Onların teklif ettikleri mucizeler de: Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla iman etmeyiz gibi şeylerdi. (İsra: 90) "De ki: Ancak âyetler Allah katındadır": Yani mucizeler getirmeye sadece O’nun gücü yeter, ne benim ne de başkasının değil. "Vema yüşirüküm enneha": Onları size bildiren nedir? İbn Kesir, Ebû Amr, Ebû Bekir -Âsım’dan rivayetle - Halef de kendi tercihi olarak hemzenin kesri ile "inneha” okumuşlardır. Bu kıraate göre "yüşirüküm"deki hitap müşriklere olur. Söz de: "Veme yüşirüküm"de bitmiş olur. Mana da şöyle olur: Onlar geldiği zaman onlara inanacağınızı size ne bildiriyor? "inneha” da yeni cümle başı olur ve onların halini haber verir. Ebû Ali de, takdir: "Vema yüşirüküm imanehum” olur ki, mef’ûl zikredilmiş ve mana da: Eğer o teklif ettikleri mucizeler gelse idi, iman etmezlerdi, olur. Buna göre hitap mü’minleredir. Sibeveyh şöyle demiştir. İmam Halil’e: "Vema yüşirüküm inneha” kavlini sordum: Neden: "Ma yüdrike ennehu layefalu” tarzında olmasın, dedim. O da: Burada güzel olmaz, o sadece: "Ve mayüşirüküm” dedi, sonra da yeni söze başladı ve müsbet olarak: "Mucizeler gelirse iman etmezler” dedi. Eğer: "Vema yüşirüküm enneha iza caet lâ yü’minun” dese idi, bu onlar için mazeret olurdu. Nâfi, Hafs da Âsım rivâyetinde, Hamze ve Kisâi, hemzenin fethi ile "enneha” okumuşlardır. Buna göre "vema yüşirüküm"deki hitap, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabına olur. Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O âyetler geldiği zaman belki inanmayacaklarını ne biliyorsunuz? Araplar "enne"yi "lealle” yerine kullanırlar: î’tissuka enneke teşteri lena şey’en (çarşıya çık, belki bize bir şey alırsın) derler. Şair Adiy b. Zeyd de şöyle demiştir: Ey beni kınayan, benim bugünün bir saatinde Veyahut yarın kuşluk vaktinde öleceğimi ne biliyorsun? Yani belki öleceğimi demek istemiştir. Halil, Sibeveyh ve Ferrâ’ da bu kıraatin gerekçesinde bu manaya gitmişlerdir. İkincisi: Mana şöyledir: O âyetler geldiği zaman inanacaklarını ne biliyorsunuz? O zaman "lâ” bağlaç (dolgu malzemesi ve zait) olur, tıpkı: "Ma meneake en lâ tescüde iz emertük” (A’raf: 12) ve: "Ve haramun alâ karyetin ehleknaha ennehüm lâ yerciun” (Enbiya: 95) âyetlerinde olduğu gibi, Zeccâc ise bunu reddetmiş ve birinciyi tercih etmiştir. Çoğunluk, ye ile: "Yü’minun” kıraati üzerindedirler ki, İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Kisâi ve Hafs da Âsım rivâyetinde onlara dahildir. İbn Âmir ile Hamze de te ile müşriklere hitap olarak okumuşlardır. Ebû Ali şöyle demiştir: Kim ye ile okursa, yemin edenlerin gaip olmalarını nazar-ı dikkate alır, kim de te ile okursa, gaipten muhataba geçmiş olur. 110Ona ilk sefer iman etmedikleri gibi kalplerini ve gözlerini çevirir ve onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bocalamaya bırakırız. "Kalplerini ve gözlerini çeviririz": Çevirmek (taklib): Bir şeyi ters yüz etmektir. Kelâmın manasında ise dört görüş vardır: Birincisi: Onlara istedikleri gibi bir mucize verseydik, kalplerini ve gözlerini ona iman etmekten çevirir ve onlarla hidâyetin arasına girerdik, daha önce gördüklerine iman etmedikleri gibi buna da iman etmezlerdi. Bunu da onlara ceza için yapardık. İbn Abbâs, Mücâhid ve İbn Zeyd, bu manaya gitmişlerdir. İkincisi: Bu, ahirette dünyaya dönmek istemelerinin cevabıdır, Mana da şöyledir: Eğer dünyaya döndürülselerdi, dünyada iken onlarla hidâyetin aralarına girdiğimiz gibi yine girerdik. Bu manayı da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Eski milletler âyetleri gördükleri zaman onlara nasıl iman etmedilerse bunların da kalplerini ve gözlerini âyetlere iman etmekten öyle çeviririz. Bunu da Mukâtil, demiştir. Dördüncüsü: Bu çevirme onlara ceza için cehennemde olacaktır, bunu da Maverdi, demiştir. "Bihi” (ona) zamirinin merciinde de dört görüş vardır: Birincisi: O, Kur’ân'a râcîdir. İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir. Üçüncüsü: Görülen âyetlere râcîdir. Dördüncüsü: (Kalplerini ve gözlerini) çevirmeye râcîdir. "İlk sefer"den ne kastedildiği hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: İlk sefer: Dünya yurdudur. İkincisi: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den önceki peygamberlerin mucizeleridir. Üçüncüsü: O, âyetler inmeden önce, inmiş gibi kalplerini imandan çevirmedir. Tuğyan ve ameh kelimeleri de Bakara suresinde zikredilmiştir. 111Eğer onlara melekleri indirsek, onlara ölüleri konuştursak ve her şeyi kefiller olarak grup grup toplasa idik, Allah dilemedikçe yine de iman etmezlerdi. Fakat onların çokları cahillik ediyorlar. "Eğer onlara melekleri indirse idik": iniş sebebi şudur: Alay edenler Mekke halkından bir grup halinde Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler: Bize ölüleri dirilt de onlara, dediklerinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu soralım yahut melekler göster de senin Resûlüllah olduğuna şahitlik etsinler veyahut Bize Allah’ı ve melekleri bölük bölük getir, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Âyetin manası şöyledir: Eğer onlara melekleri istedikleri gibi indirsek veya ölüler onlarla konuşsa da senin peygamberliğine şahitlik etseler, "haşerna": Toplasak, "her şeyi onlara": Yani dünyada, "grup grup, yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi". Böylece imanın dilemesiyle olacağını, yoksa kendilerinin zannettikleri gibi istedikleri zaman iman edeceklerini, istemedikleri zaman da iman etmeyeceklerini zannettikleri gibi olmadığını haber vermiştir. "Kıbelen": İbn Âmir ile Nâfi kafin kesri ve benin fethi ile "kıbelen” okumuşlardır. İbn Kuteybe de manasının: Gözle görmek olduğunu söylemiştir. İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi de, kafin ve benin zammesiyle "kubulen” okumuşlardır. Manasında da üç görüş vardır: Birincisi: O, kabil’in çoğuludur, sınıf ve bölük demektir. Mana da: Onlara her şeyi sınıf sınıf toplasa idik olur. Bunu Mücâhid demiş, Ebû Ubeyde ile İbn Kuteybe de tercih etmişlerdir. İkincisi: O yine kabil’in çoğuludur, ancak o kefil, demektir. Mana da: Her şeyi onlara toplasak da senin dediğinin doğruluğuna kefil olsalar demektir. Ferrâ’ da bunu tercih etmiştir. Ona şöyle itiraz edilmiştir: Meleklerin inmesine ve ölülerin konuşmasına iman etmezlerse, senin sözün demek olan kefaletle hiç iman etmezler. Buna da: O toplanan şeyler kefil olsa da konuşmayan şeyler konuşsa, bu da apaçık bir âyet olurdu, diye cevap vermişlerdir. Üçüncüsü: O, karşılaşmak manasınadır; o zaman mana şöyle olur: Her şeyi onlara toplasak da onlarla karşılaşsalar. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Ebû Zeyd de şöyle demiştir: Lakıytü fülanen kıbelen ve kabelen ve kubulen ve kabilen ve kabeliyyen ve mukabeleten, denir ki, hepsi birdir, o da yüz yüze gelmektir. Ebû Ali de şöyle demiştir: Ebû Zeyd’in dediğine göre Kur’ândaki bu kelimeler her ne kadar lâfızları farklı olsa da birdir, aynı manayadır. "Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bu şeylerin ancak Allah’ın dilemesiyle olacağında cahillik ediyorlar. İkincisi: Bütün âyetler getirilse yine de iman etmeyeceklerini bilmiyorlar. 112Böylece her peygamber için insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunların bazıları bazılarına aldatmak için yaldızlı sözler telkin eder. Eğer Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. "Böylece her peygamber için bir düşman yaptık": Yani sana ve ümmetine insan ve cin şeytanlarını düşman yaptığımız gibi, senden önce geçmiş peygamberler ve ümmetlerine aynısını yaptık. Mana şöyledir: Seni düşmanlarla denediğimiz gibi senden öncekileri de denedik ki, eziyetlere sabredenlerin mükafatı büyük olsun. Zeccâc "düşman", düşmanlar manasınadır, demiştir. "Şeyatinel insi velcinni": "Adüvven"den bedel ve açıklama olarak mensubtur. "Adüvven"in ikinci mef’ûl olması da câizdir ki, o zaman mana şöyle olur: Aynı şekilde onların ümmetleri için de insan ve cin şeytanlarını düşmanlar kıldık. İnsan ve cin şeytanları üzerinde de üç görüş vardır: Birincisi: Onlar insanların ve cinlerin azgınlarıdır. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. İkincisi: İnsan şeytanları, insanlarla beraber olanlardır, cin şeytanları da cinlerle beraber olanlardır. Bunu da İkrime ile Süddi, demişlerdir. Üçüncüsü: İnsan ve cin şeytanları: Onların kâfirleridir, bunu da Mücâhid, demiştir. "Yuhi": (Vahiy ve telkin eder): Vahyin aslı bir şeyi gizli ve örtülü şekilde bildirmek ve andırmaktır. Burada ondan ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: Emreder. İkincisi: Vesvese verir. Üçüncüsü: İşaret eder, gösterir. "Zuhrüfel kavi (yaldızlı söz)": Bu da; süslenen, güzelleştirilen ve yaldızlanan sözdür. Zuhrufün aslı altındır. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bâtıll olup da süsleyip güzelleştirdiğin her şey zühruftür. Zeccâc da şöyle demiştir: Zühruf lügatte ziynettir, Mana da şöyledir: Onlar birbirlerine çirkin amelleri süslerler. "Gurura": Masdar olarak mensubtur. Bu da manaya göre yapılmıştır, çünkü yaldızlı söz telkin etmenin manası, aldatmadır, sanki: Yeğurruna gurura demiş gibi olur. İbn Abbâs şöyle demiştir: "Aldatmak için telkin edilen yaldızlı söz": Bâtıll temennilerdir. Mukâtil de şöyle demiştir: İblis onları kandırmak için insanlara şeytanlar Mûsallat etti. İnsan şeytanı cin şeytanı ile karşılaşınca, biri arkadaşına der ki: Ben kendi adamımı şu şu şeylerle kandırdım, sen de adamını onlarla kandır, der. İşte birbirlerine yaldızlı söz telkin etmelerinin manası budur. Başkası da şöyle demiştir: Mü’min şeytanını yorduğu zaman en azgın insan şeytanına gider, o da mü'mini fitneye düşürmesi için kışkırtır. Katâde şöyle demiştir: Cinlerden de şeytanlar vardır, insanlardan da şeytanlar vardır. Malik b. Dinar da şöyle demiştir: İnsan şeytanı cin şeytanından daha çetindir; çünkü ondan Allah’a sığındığım zaman benden uzaklaşır da o ise beni günahlara göz göre göre sürükler. "Velev şae rabbuke ma faaluhu": “Hu” zamirinde de üç görüş vardır: Birincisi: O, vesveseye râcîdir. İkincisi: O küfre râcîdir. Üçüncüsü de gurura ve peygamberlere eziyete râcîdir. "Onları uydurdukları şeyle baş başa bırak": Mukâtil şöyle demiştir: Allahü teâlâ Mekke kâfirlerini uydurdukları yalanla baş başa bırakmayı murat ediyor. Başkası da şöyle demiştir: Müşrikleri dostlarının kendilerine telkin ettiği ve uydurdukları yalanlar dolayısıyla seninle tartıştıkları şeyle baş başa bırak. Âyetin bu kadarısı kılıç âyetiyle neshedilmiştir. 113(Bunu da) ahirete iman etmeyenlerin gönülleri (süslü söze) meyletsin, ondan razı olsunlar ve irtikap ettiklerini irtikap etsinler diye yaparlar. "Velitesğa": Meyletmek demektir. İleyhi zamiri yaldız ve aldatmaya râcîdir. Efide ise, fuad’ın çoğuludur, tıpkı ğurab ve ağribe gibi. İbn Enbari şöyle demiştir: Onlara bunu yaptık ki, ahirete inanmayanların gönülleri bâtılla meyletsin. "Ve razı olsunlar": Batıldan. "Veliyakterifu": Kazansınlar ve yaptıklarının ne olduğunu bilsinler, demektir. 114Allah'tan başkasını mı hakem olarak arayacağım? O ki, size kitabı açıklanmış olarak indirdi. Kendilerine kitap verdiklerimiz şüphesiz onun Rablerinden hak ile indirildiğini bilirler. Artık sakın şüphe edenlerden olma. "Allah’tan başkasını mı hakem olarak arayacağım?": İniş sebebi şöyledir: Kureyş müşrikleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e: Aramızda bir hakem tayin et, ister Yahudi hahamlarından olsun isterse Hıristiyan keşişlerinden olsun, bize kitaplarında seninle ilgili olan şeylerden haber versinler, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Maverdi, zikretmiştir. "Hakem", hakim manasınadır. Mana da şöyledir: Aramızda hakem olması için Allah'tan başka bir hakim mi arayacağım?! "Kitap: Kur’ân, "açıklanmış” da: Apaçık olup hak ile batılı, emirle yasağı ve helalle haramı ayıran demektir. "Kendilerine kitap verdiklerimiz": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: iki ehl-i kitabın Âlimleridir, bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve benzerleri gibi ileri gelen ashabıdır. "Yalemune ennehu münezzelün": İbn Âmir ile Hafs - Âsım rivâyetinde - şedde ile "münezzelün", diğerleri de şeddesiz (münzelün) okumuşlardır. 115Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlandı. O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur. O, hakkıyle işiten, her şeyi büendir. "Ve temmet kelimetü rabbike": İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir ve Nâfi, cemi sigası ile: "kelimatü"; Âsım, Hamze, Kisâi ve Ya’kûb da müfred olarak: "kelimetü” okumuşlardır. Araplar, kelime, derler, çok sözü kastederler, meselâ: Kus b. Saide bir kelimesinde dedi ki, derler, hutbesini kastederler; Züheyr kelimesinde dedi derler, kasidesini kastederler. Bu kelimelerden murat edilen şey üzerinde de üç görüş vardır: Birincisi: Onlar, Kur’ân’dır, bunu Katâde, demiştir. İkincisi: Karar ve vaatleridir. Üçüncüsü: Vaad ve tehdidi, sevap ve azabıdır. "Doğruluk ve adalet bakımından": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Haber verdiği şeyde doğruluk, kaza ve kaderinde adalet bakımından. İkincisi: Vaat ve tehditlerinde doğruluk, emir ve yasaklarında adalet bakımından, demektir. "O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: iftira edenler onlarda arttırma ve eksiltme yapamazlar. İkincisi: Vaatlerinde durmazlık ve hükmünü değiştirecek yoktur. 116Eğer yeryüzündekilerin çoğuna itâat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna tabi olurlar ve onlar sadece yalan söylerler. "Eğer yeryüzündekilerin çoğuna itâat edersen": İniş sebebi şöyledir: Kâfirler, Müslümanlara: "Kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Rabbinizin öldürdüğünü yemiyorsunuz?” dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Ferrâ’, zikretmiştir. "Yeryüzündekilerin çoğun"dan maksat: Kâfirlerdir, itâat ettikleri şeyde de dört görüş vardır: Birincisi: Ölü etini yemede. İkincisi: Putlar için kestiklerini yemede. Üçüncüsü: Putlara tapmada. Dördüncüsü: Bozuk fikirlerine tabi olmada. "Allah’ın yolu” da: Dinidir. İbn Kuteybe: "Yahrusun": Tahmin ve şüphe ederler, demiştir. Onun için tahmin edene: Haris, derler. Eğer: "Şirkinde zan üzere olup da küfründe kesin olmayana azap etmek nasıl câiz olur?” denilerse, buna şöyle cevap verilir: Onlar delil aramayı bırakıp da keyiflerine uyarak zan ve cahillikle yetinince, azap edildiler. Bunu da Zeccâc, demiştir. 117Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları pekiyi bilir ve O, doğru yolda olanları da pekiyi bilir. "Inne rabbeke hüve a'lemü men yedıllü an sebilihi": Zeccâc şöyle demiştir: "Men” mübteda olarak mahallen merfudur, lâfzı ise istifhamdır. Mana da şöyledir: Şüphesiz Rabbin hangi insanların kendi yolundan saptıklarını çok iyi bilir. Hasan, yenin zammesi ve dadın kesresi ile "men yudillü” okumuştur. İbn Ebi Şüreyh rivâyeti de böyledir. Ebû Süleyman da şöyle demiştir: Âyetten kastedilen şudur: Âyetler geldiği zaman iman edeceğine yemin edenin yeminine iltifat etme; ancak kaderinde iman edeceği geçmiş olan iman eder. 118Öyleyse eğer O’nun âyetlerine inanıyorsanız üzerine O'nun isminin anıldığı şeylerden yiyin. "Üzerine O’nun isminin anıldığı şeylerden yiyin": İniş sebebi şöyledir: Allahü teâlâ ölü etini haram edince, müşrikler mü’minlere: Sizler Allah’a ibadet ettiğinizi iddia ediyorsunuz; Allah’ın öldürdüğü yeme bakımından sizin öldürdüğünüzden daha haklıdır, dediler ve leşi kastettiler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. 119Neden üzerine Allah’ın isminin anıldığı şeylerden yemiyorsunuz? Halbuki mecbur kalmadıkça size haram ettiğini açıklamıştır. Şüphesiz onları bilmeden keyiflerine uyarak (insanları) gerçekten saptırırlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları pekiyi bilendir. "Vemaleküm ella te’külu” (neden yemiyorsunuz?): Zeccâc: Mana şöyledir, demiştir: "Ve eyyü şeyin yekau leküm fi en lâ te’külu; "en” mahallen mensubtur, çünkü "fi” düşmüştür; mana da "en” ile bitişmiş, o nedenle onu nasbetmiştir. "Ve kad fassale leküm": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, merfu olarak: "Fussıle leküm ma hurime aleyküm” okumuşlardır; Nâfi, Hafs da Âsım kıraatinde, Ya’kûb , Kazaz da Abdülvaris’ten naklen, fenin fethası ile: "Fassale", hanın fethası ile de: "Harreme” okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayeten fenin fethası ile: "Fassale", hanın zammesi ile: "Hurrime” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Yani sizin için helâl haramdan ayırt edildi, darda kalınca da, haram edilen size helâl edildi. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Size haram edilenler açıklandı, yani Maide suresinde ölü, kan... vs. gibi şeyler açıklandı. "Ve inne kesiren leyedillune biehvaihim": Yani Arap müşrikleri boğazlama vs. hususlarda saparlar, demektir. İbn Kesir ile Ebû Amr, "leyedillune", Yûnus: 88'de: "Rabbena liyedıllu", İbrahim 30’da: "Endaden liyedıllu", Hac: 9’da: "Saniye itfihi leyedılle", Lokman: 6’da: "Liyedılle an sebilillahi biğayri ilmi", Zümer: 8’de: "Endaden liyedılle", bu altı yerde yenin fethası ile okurlar. Âsım, Hamze ve Kisâi de zammesi ile okudular. Nâfi ile İbn Âmir de: "Leyedallune biehvaihim", Yûnus’ta da feth ile "liyedallu” okumuşlar. İkisi, yani Nâfi ile İbn Âmir de kalan dördü zamme ile okumuşlardır. Kim fetha ile okursa, kendilerinin saptıklarını, kim de zamme ile okursa, başkalarını saptırdıklarını murat etmiş olurlar. Bu da saptırmada daha abartılıdır. Zira her saptıran sapıktır da, her sapık, saptırıcı değildir. 120Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Şüphesiz günah kazananlar kazandıkları şeyin cezasını çekeceklerdir. "Günahın açığını da gizlisini de bırakın": Burada “günah” hakkında üç görüş vardır: Birincisi: O zinadır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Buna göre günahın açığında ve gizlisinde de iki görüş vardır: Birincisi: Onun açığı onu duyurmaktır, gizlisi de onu kapatmaktır. Bunu da Dahhâk ile Süddi, demişlerdir. Dahhâk şöyle demiştir: Onlar gizli zinayı helâl sayarlardı. İkincisi: Onun açığı; analar, kızlar ve babaların nikah ettiği gibi haram kadınları nikah etmektir. Gizlisi de zinadır. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. İkincisi: O, bütün günahlar için geneldir. Mana da şöyledir: Gizlisi ve açığıyla bütün günahları terk edin. Ebû’l - Âliyye, Mücâhid, Katâde ve Zeccâc da bu görüştedirler. İbn Enbari de mana şöyledir demiştir: Günahı her yönüyle terk edin. Üçüncüsü: Günah isyandır, burada ondan özel bir şey kastedilmiştir. İbn Zeyd: Burada onun açığı, elbiselerini çıkarmalarıdır; zira onlar Beytullah’ı çıplak tavaf ederlerdi. Gizlisi de zinadır. 121Üzerinde Allah’ın isminin anılmadiğı şeylerden yemeyin. Şüphesiz o, yoldan çıkmadır. Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmek için kendi dostlarına telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz elbette müşriklersiniz. "Üzerine Allah'ın isminin anılmadiğı şeylerden yemeyin": İniş sebebi şöyledir: Müşrikler, mü’minlere: Siz kendi öldürdüklerinizden yiyorsunuz da Allah’ın öldürdüklerini yemiyorsunuz diyerek onlarla tartıştılar, bunu da: "Üzerine Allah’ın isminin anılmadığı şeylerden yemeyin” (En’am: 118) âyetinde anlatmıştık. Bu, İbn Abbâs’ın görüşüdür. İkrime de şöyle demiştir: İranlılar Kureyşlilere şöyle yazdılar: Muhammed ve ashabı Allah’ın boğazladığından yemiyorlar da kendi nefisleri için boğazladıklarından yiyorlar, dediler. Müşrikler de bunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına yazdı, bundan da Müslümanların içine biraz kuşku düştü, işte âyet bunun üzerine indi. Üzerine Allah’ın isminin anılmadiğı şeylerden murat edilen hususunda da dört görüş vardır: Birincisi: O, ölü (leş)tir, bunu da İbn Cerir, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O ölü, boğulmuş hayvan...ve sunaklarda kesilenlerdir. (Maide: 3) Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: O, Arapların putları için kestikleridir, bunu da Atâ’, demiştir. Dördüncüsü: O, kesilirken üzerine Allah’ın isminin anılmadiğı şeyler için geneldir. Abdullah b. Yezid el - Hatmi ile Muhammed b. Sîrin bu manaya gitmişlerdir. Hayvan keserken Allah’ın ismini anmayı kasden terk ederse, eti yenir mi? Bu hususta İmam Ahmed’ten iki rivayet vardır. Eğer onu unutarak terk ederse, yemesi mubah olur. Şâfiî de: Her iki halde de haram olmaz, demiştir. Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah da şöyle demiştir: Eğer biz: Kasden bismillah’ı terk ederse, mubah olmaz dersek, ehl-i kitabın kestikleri: “Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helaldir” (Maide: 5) âyetiyle neshedilmiştir. Âyet Şâfiî’nin kavline göre ise muhkemdir (mensuh değildir). "Şüphesiz o, yoldan çıkmadır (fasıklıktır)": Yani üzerine Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemek fasıklıktır, yani haktan ve dinden çıkmadır. Burada şeytanlardan ne kastedildiği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar cinlerin şeytanlarıdır, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. İkincisi: İran halkından bir gruptur, bunu da İkrime’den zikretmiş bulunuyoruz. Birinciye göre, onların vahyi vesvesedir. İkinciye göre de onların vahyi mektup yazmalarıdır. "Dostları"ndan maksat ölü eti yemede Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile mücadele eden kâfirlerdir. Sonra onlar hakkında iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Kureyş müşrikleridir. İkincisi: Yahudilerdir. "Eğer onlara uyarsanız": Ölü etini helâl saymada, "şüphesiz sizler müşriklersiniz". 122Hiç ölü olup da kendisini dirilttiğimiz ve kendisine onunla insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp da hiçbir zaman ondan çıkamayan kimse gibi midir? İşte kâfirlere yaptıkları şeyler böyle süslü gösterilmiştir. "Hiç ölü olup da kendisini dirilttiğimiz": Kimler hakkında indiğinde beş görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Onlar Hamza b. Abdulmuttalib ile Ebû Cehil hakkında inmiştir. Şöyle ki, Ebû Cehil, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerine tezek attı, Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Ebû Cehil’in yaptığı Hamza’ya haber verildi, o da dönüp Ebû Cehil’in başına yayı kaldırdı. Ebû Cehil de: "Onun getirdiği şeyleri görmüyor musun? Bizi aptal sayıyor ve ilâhlarımıza kötü söylüyor?” dedi. Hamza da: "Sizden daha aptalı var mı; Allah’ı bırakıp taşlara tapıyorsunuz?! Şahadet ederim ki, Allah’tan başka İlâh yoktur ve şahadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Resul’üdür, dedi. İşte âyet bunun üzerine indi. Bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür. İkincisi: O; Ammar b. Yasir ile Ebû Cehil hakkında indi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, İkrime de bunu demiştir. Üçüncüsü: Ömer b. Hattab ile Ebû Cehil hakkında indi, bunu da Zeyd b. Eslem ile Dahhâk, demişlerdir. Dördüncüsü: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Cehil hakkında inmiştir, bunu da Mukâtil, demiştir. Beşincisi: O, bütün mü’min ve kâfirler için geneldir, bunu da Hasen ile diğerleri demişlerdir. "ölü olup da dirilttiğimiz": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Sapık olup da hidayet ettiğimiz, demektir. Bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Cahil olup da öğrettiğimiz demektir, bunu da Maverdi, demiştir. Nâfi şedde ile "meyyiten” okumuş; Ebû Ubeyde de, şeddesiz (meyten) okumuştur ki, manaları birdir. "Nûr’da da üç görüş vardır: Birincisi: O hidayettir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Kur’ân’dır, bunu da Hasen, demiştir. Üçüncüsü: İlimdir. "İnsanlar arasında onunla yürür": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: İnsanların arasında onunla doğru yolu bulur, bunu Mukâtil, demiştir. İkincisi: İnsanlar arasında onunla cennete doğru yürür. Üçüncüsü: Dinini insanların arasında yayar, o zaman da yürümüş gibi olur, bu ikisini Maverdi, zikretmiştir. "Kemen meseluhu": Mesel zaittir, mana da: Karanlıkta olan gibidir. Mananın: O, bir şeye benzetilse karanlıklarda kalana benzer, demek olduğu da denilmiştir. Burada karanlıklardan maksat, küfür olduğu da söylenmiştir. "Böylece süslü gösterildi": Yani bu, karanlıklarda kalıp da kurtulamadığı gibi, "kâfirlere de yaptıkları şeyler süslü gösterildi", yani şirk ve isyanları onlara süslü gösterildi. 123İşte böyle, her kentte ekabir günahkarlar yaptık ki, orada hile etsinler. Hileyi ancak kendilerine ederler de bunun farkında değiller. "İşte böyle her kentte yaptık": Yani kâfirlere amellerini süslediğimiz gibi, öyle de her kentte ekabir günahkarlar yaptık. Mananın şöyle olduğu da söylenmiştir: Mekke’nin fasıklarını oranın ekabirleri yaptığımız gibi her kentin fasıklarını da ekabirler yaptık. Neden ekabirler her kentin fasıkları yapılmıştır? Çünkü onlar riyaset ve zenginlik dolayısıyla küfre daha yakındırlar. İbn Kuteybe de: Âyetin takdiri şöyledir, demiştir: Her kentin günahkarlarını oranın ekabiri kıldık. "Ekabir": gayri munsariftir (cer ve tenvin kabul etmez). Onlar kentin büyükleridir. "Liyemkuru fiha": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Mekr: Hile, tuzak, günahkarlık, gaddarlık ve muhalefet gibi şeylerdir. İbn Abbâs da: Orada yalan söylemeleri için, demiştir. Mücâhid de: Mekke’nin dört bir köşesine birer adam oturttular, insanları Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e imandan çevirmek istediler. İnsanlara: O şairdir, kahindir, diyorlardı. "Ancak kendilerine hilekarlık ederler": Yani o hile kendilerini kuşatır. 124Onlara bir âyet geldiği zaman, "Allah’ın peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe asla iman etmeyiz” derler. Allah, elçiliğini kime vereceğini pekiyi bilir. Cürüm işleyenlerin başına yaptıkları hile yüzünden Allah katında bir horluk ve şiddetli bir azap gelecektir. "Onlara bir âyet geldiği zaman": İniş sebebi şöyledir: Ebû Cehil: Abdimenaf oğulları hep bizimle şerefte rekabet ettiler, öyle ki, onlarla iki yarış atı gibiydik. Şimdi ise onlar: Bizden bir peygamber vardır, ona vahiy geliyor, dediler; işte biz ona iman etmeyiz ya da bize de ona geldiği gibi vahiy gelir, dedi. Âyet de bunun üzerine indi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Zeccâc şöyle demiştir: "Hüm” zamiri adları geçen ekabire râcîdir. Ebû Süleyman da: Ölü etini yemede mücadele edenlere râcîdir, demiştir. Mukâtil de: Âyet, ayın yarılması ve duman gibi şeylerdir, demiştir. İbn Abbâs: "Allah’ın peygamberlerine verilenin aynısı” sözü üzerinde: Bize de vahyedilene ve bize de Cebrâil gelip de Muhammed’in doğru olduğunu haber verene kadar, demiştir. Dahhâk da: Onlardan her biri özel olarak kendisine elçilik verilmesini ve vahiy gelmesini istediler, demiştir. "Allahu a’lemu haysü yecalü risaleteh": İbn Kesir, Hafs da Âsım’dan rivayetle müfred olarak tanın nasbi ile "risaletehu” okumuşlardır, mana da: Onlar buna ehil değildirler, demektir. Şöyle ki, Velid b. Muğire: Allah’a yemin ederim ki, eğer peygamberlik hak olsa idi, içinizden ona en layık olan ben olurdum; çünkü sizden daha yaşlıyım ve sizden daha zenginim, dedi. Bunun üzerine: "Allah elçiliğini kime vereceğini daha iyi bilir” kavli indi. Maani Âlimleri şöyle demişlerdir: Peygamberleri tasdik etmede en etkili şey, onların kavimleri arasından gönderilmeden önce soylarına dil uzatılmamış olmasıdır. Çünkü bu onlara zarar verir ve insanlar: Onlar reis oldukları için halk arkalarına düşüyor, derlerdi. O nedenle Allah peygamberliği Ebû Cehil, Velit gibi Mekke’nin ekabir takımına değil de Ebû Talib’in yetimine vermenin daha iyi olacağını pekiyi bilir. "Seyusibüllezine ecremu sağanın": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Sağar: Zilletin en aşağı şeklidir. Zeccâc da şöyle demiştir: Mana: Onlar, her ne kadar dünyada ekabir takımından iseler de Allah katında onlara bir horluk gelecektir, yani Allah katında onlar için değişmez bir horluk vardır. Mananın şöyle olması da câizdir: Allah katında onlara bir horluk gelecektir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Manası: Sağanın min indillah şeklindedir, "min” hazfedilmiştir. Ebû Ravk da şöyle demiştir: Onlar için dünyada horluk ve ahirette de çetin bir azap vardır. 125Allah kimi doğru yola iletmek dilerse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak dilerse, sanki göğe çıkıyormuş gibi onun göğsünü daraltır. İşte Allah böylece inanmayanların üzerine azap Mûsallat eder. "Allah kimi doğru yola iletmek dilerse": Mukâtil şöyle demiştir: Âyet Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Cehil hakkında inmiştir. "Göğsünü açar (şerh eder)": İbn El - A’rabi şöyle demiştir: Şerh açmak demektir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Şerahtü lekel emre ve şerahtüllahame denir ki, durumu ve eti şerh ettim (dilim haline getirdim) demektir. İbn Abbâs da: "Yeşrah sadrahu” kalbini tevhid ve imana açar, genişletir, demiştir. İbn Mes’ûd şöyle rivayet etmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bu "Allah kimi dilerse göğsünü İslâm’a açar” âyetini okudu; kendisine: "Ya Resûlallah, açmak nedir?” dediler. O da: O bir nurdur, Allah onu kalbin içine atar, kalp de açılır, dedi. "Bunun işareti var mıdır?” dediler. O da: Evet, dedi. "O nedir?” dediler, o da: Ebediyet yurduna yönelmek, aldatıcı yurttan uzak durmak ve gelmeden önce ölüme hazırlanmaktır, dedi. (Taberi: Tefsir, 12/100,101) "Dayyikan": Çoğunluk şedde ile: "Dayyıkan” okumuşlardır. İbn Kesir de şeddesiz olarak: "Daykan” ve Furkan: 13’de: "Mekanen daykan” okumuştur. Ebû Ali de: Dayyık, dayk, meyyit ve meyt gibidir, demiştir. "Harecen": İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, ranın fethası ile "harecen” okumuşlar; Nâfi ile Ebû Bekir de - Âsım’dan naklen - ranın kesri ile (haricen) okumuşlardır. Ferrâ’: Bu ikisi de iyi lügattir, demiştir. Yûnus b. Habib en - Nahvi de: İkisi de lügattir, ancak feth (harec) Arap dilinde kesrden (hariç) daha çoktur; onlar denef ve denif kalıbındandır. Zeccâc da şöyle demiştir: Harec lügatte: Darın darına denir. "Keennemayassâadu": Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, yenin ve aynın şeddesi ve elifsiz olarak: "Yessa’adu” okumuşlardır. Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle şadın şeddesi ve arkasından elifle: "Yessâadu” okumuştur. İbn Kesir şadı şeddesiz, elifsiz ve sad da sakin olarak: "Yes’adü” okumuştur. İbn Mes’ûd ile Talha da te ile elifsiz olarak "tesadü” okumuşlardır. Übey b. Ka’b de elif ve te ile: "Yetesaadü” okumuştur. " Zeccâc şöyle demiştir: "Keennema yassa’adü fissema": Yessa’adü, bu ikisinin aslı "yetesâadü” ve "yetesa’adü"dür. Ancak mahreçleri yakın olduğu için te şada idgam olmuştur. Sanki o kimse İslâm’a davet edildiği zaman bundan sıkıldığı için göğe çıkmakla karşı karşıya gelmiş gibidir. Mananın şöyle olması da câizdir: Kalbi İslâm’dan ve hikmetten kaçtığı için göğe çıkıyor gibidir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bütün yollar ona daralmıştır, göğe çıkmaktan başka çare bulamamıştır. Buna da gücü yetmez. Ebû Ali de şöyle demiştir: "Yessa’adu” ve "Yessâadü” meşakkatten ve bir şeyin zor olmasından gelir. Hazret-i Ömer’in: Hiçbir şey bana nikah töreninde konuşma kadar zor gelmemiştir sözü de bundandır. "Böylece": Yani sana anlattığımız gibi, "yecalullahürricse": Bu rics hakkında da beş görüş vardır: Birincisi: O şeytandır, bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir, yani Allah onu iman etmeyenlere Mûsallat eder, demektir. İkincisi: O, günahtır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: O içinde hayır olmayan şeydir, bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: O azaptır, bunu da Atâ’, İbn Zeyd ve Ebû Ubeyde, demişlerdir. Beşincisi: O dünyada lânet, ahirette de azaptır, bunu da Zeccâc, demiştir. Bu âyet, Kaderiye fırkasının delilini iptal eder, çünkü hidayet ve sapıklığın Allah’ın iradesine bağlı olduğunu açıkça ifade etmiştir. 126İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur. Öğüt alacak bir topluluk için âyetleri açıklamış bulunuyoruz. "işte Rabbinin yolu budur": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, Kur’ân’dır, bunu da İbn Mes’ûd, demiştir. İkincisi: Tevhidtir, bunu da İbn Abbâsr, demiştir. Üçüncüsü: O üzerinde bulunduğu dindir, bunu da Atâ’, demiştir. Doğru olmasının manası da: Ondan gidenleri başarıya götürmesidir. Mekki b. Ebû Talib şöyle demiştir: "Müstekımen": Suat’tan hal olmak üzere mensubtur. Bu hale tekit eden hal, denir. Çünkü Allah’ın yolu hep doğru olur, onun iki hali olamaz, çünkü Allah’ın yolu doğruluktan hiçbir zaman ayrılamaz. Bu hal, gramerde: Haza Zeydün rakiben (işte Zeyd binili olarak geliyor) cümlesindeki hal gibi değildir, çünkü Zeyd binmeyebilir de. 127Onlar için, yaptıklarından dolayı Rableri katında selamet yurdu vardır. "Onlar için selamet yurdu vardır": Yani cennet vardır. Ona bu ismin verilmesinde de dört görüş vardır: Birincisi: Selam, Allah’tır, o da O’nun yurdudur, bunu da İbn Abbâs, Hasen, Katâde ve Süddi, demişlerdir. İkincisi: O kesintiye uğramayan selamet yurdudur, bunu da Zeccâc, demiştir. Üçüncüsü: Oradakilerin esenlik dilekleri selamdır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Dördüncüsü: Onun her hali selamla iç içedir; ilk girdiklerinde: "Oraya selametle girin” (Hicr: 46) denilir. Yerleştikten sonra: "Melekler bütün kapılardan yanlarına girer: Selam size” (Ra’d: 23,24) derler. "Hep selam selam sözü vardır". (Vakıa: 25) Allah’a kavuştukları zaman: "Merhametli Rab tarafından onlara selam sözü vardır", (Yasin: 58) "O’na kavuştukları gün esenlik dilekleri selamdır". (Ahzab: 44) "Rablerinin katında": Yani O’nun katında bu garantilidir, demektir. "O onların dostlarıdır": Yani menfaatleri onlara ulaştırmada ve zararları onlardan savmada onların mütevellileridir. "Yaptıklarından dolayı": Yani taatlerinden ötürü. 128Hatırla o günü ki, (Allah) onların hepsini toplar. Ey cin topluluğu, insanlarla çok uğraştınız, der. Onların insanlardan dostları da: Rabbimiz, bazımız bazımızla yararlandı ve biz bize takdir ettiğin va’demize ulaştık, dediler. O da: Karargahınız ateştir, içinde ebedi kalmak üzere. Ancak Allah’ın dedikleri hariç, dedi. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyle bilendir. "O gün onların hepsini toplar": Yani cinlerle insanları. "Yahşuruhum": Hafs, Âsım’dan rivayetle yeli olarak: "Yahşuruhum” okumuştur. Ebû Süleyman da: Müşriklerle şeytanlarını kasdetmiştir, demiştir ki, bunlar, Allah’ın haram ettiği ölü gibi şeylerde mücadele etmeleri için fit verenlerdir. "Ey cin topluluğu (maşer)": Bunda gizli kelime vardır, yani onlara: Ey cin topluluğu, denilir. Maşer: bir ideal üzerinde toplanan cemaattir. Çoğulu da: Maaşir’dir. "İnsanlarla çok uğraştınız": Yani onları azdırmak ve saptırmak için. "İnsanlardan dostları dedi ki,": Yani cinlerin azdırdığı kimseler, dediler ki,. "Rabbimiz, bazımız bazımızla yararlandı": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: İnsanların cinlerden yararlanması şöyledir: Onlar yolculuk ettikleri ve bir vadiye konup da orada gecelemek istedikleri zaman: Bu vadinin büyüğüne bu vadide yaşayanların şerrinden sığınırım, derlerdi. Cinlerin de insanlardan yararlanması ise onların kendi kavimlerine karşı böbürlenip: Bizler insanlara hakim olduk, öyleki bize sığınır oldular, demeleridir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mukâtil ile Ferrâ’ da böyle demişlerdir. İkincisi: Cinlerin insanlardan yararlanması, onları teşvik ettikleri sapıklık, küfür ve isyanlarda onlara itâat etmeleridir. Cinlerin de insanlardan yararlanması şöyledir: Cinler onlara hoşlarına giden şeyleri süsler ve iştahlarını artırırlardı, öyleki onları yapmak kendilerine kolay gelirdi. Bu manayı Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Muhammed b. Ka’b ile Zeccâc da böyle demişlerdir. Üçüncüsü: Cinlerin insanlardan yararlanması, onları aldatmasıdır. İnsanların da cinlerden yararlanması, onlardan büyü, bakıcılık vb. şeyleri öğrenmeleridir. Bu ayetteki cinlerden maksat şeytanlardır. "Bize takdir ettiğin va’demize ulaştık": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: ölümdür, bunu da Hasen ile Süddi, demişlerdir. İkincisi: Haşirdir, bunu da Maverdi, zikretmiştir. "Ateş karargahınızda-, dedi": Zeccâc: Mesva, ikametgahtır, demiştir. "Halidine": Hal olmak üzere mensubtur, mana da: Ölümsüz ve ebedi kalmak üzere ateş sizin ikametgahınızdır, demektir. "İlla maşallah": Kıyamet gününden istisnadır, mana da: Orada diriltildikleri andan itibaren ebedi kalacaklardır, demektir. Allah’ın dilediği de: Kabirlerinden çıkarılmalarından ve hesap sürelerinden demek olur. "İlla maşaallah” azaplarının artırılmasından istisna da olabilir. Bazıları da: Dünyada azapsız kalmaları demişlerdir. Bunun üzerinde daha başka görüşler de vardır ki, onları Hûd suresinde açıklanmış olarak bulacaksın inşallah. 129Böylece kazandıkları yüzünden zâlimlerin bazısını bazısının başına geçiririz. "Böylece kazandıkları yüzünden zâlimlerin bazısını bazısının başına geçiririz": Bunun manasında dört görüş vardır: Birincisi: Bazılarını bazılarına veli kılarız, bunu Said, Katâde’den rivayet etmiştir. İkincisi: Onları amelleri yüzünden arka arkaya cehenneme atarız, bu da müvalattan gelir ki, izlemek, demektir. Bunu da Ma’mer, Katâde’den rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Bazılarını bazılarına Mûsallat ederiz, demektir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Dördüncüsü: Bazılarını bazılarına havale ederiz, onlara yardım etmeyiz, demektir, bunu da Maverdi zikretmiştir. "Kazandıkları şeyler yüzünden": Yani masiyet ve günahlardan dolayı demektir. 130Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi okuyacak ve sizi bugününüze çatacağınızdan korkutacak peygamberler gelmedi mi? Onlar da: Kendi aleyhimize şahitlik ettik, dediler. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler. "Ya maşerelcinni velinsi elem ye’tiküm": Hasen ile Katâde, te ile "te’tiküm” okumuşlardır. "İçinizden peygamberler": Cinlerin peygamberliği hakkında dört görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Peygamberler özel olarak insanlara gönderilirdi, Allahü teâlâ Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i hem insanlara hem de cinlere gönderdi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Cinlerin peygamberleri, Kur’ân’ı dinleyenler, uyarmak üzere kavimlerine dönenlerdir. Bu, İbn Abbâs’tan da rivayet edilmiştir. Mücâhid de şöyle demiştir: Peygamberler insanlardan, uyarıcılar da cinlerdendir. Bunlar peygamberlerin sözlerini dinler, işittiklerini cinlere tebliğ ederlerdi. Üçüncüsü: Allahü teâlâ insanlara içlerinden peygamberler gönderdiği gibi onlara da içlerinden peygamberler göndermiştir. Bunu da Dahhâk, Mukâtil ve Ebû Süleyman demişlerdir. Kelâmdan zahir olan mana da budur. Dördüncüsü: Allahü teâlâ onlardan peygamber göndermedi, ancak onlara insanların peygamberleri geldi, bunu da İbn Cüreyc, Ferrâ’ ve Zeccâc, demişlerdir. Bunlar şöyle demişlerdir: "Elem ye’tiküm rüsülün minküm” ifadesinin çoğul olması, bu iki gruptan birinden peygamber gelmesine mani değildir, meselâ: "O ikisinden inci ile mercan çıkar” (Rahman: 22) denilmiştir ki, o sadece tuzlu olan denizden çıkar (yani tesniye ve cemi tekil yerine kullanılabilir. Mütercim). İman ettikleri takdirde cennete girmelerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Ona girerler, yerler ve içerler, bunu Dahhâk, demiştir. İkincisi: Onların sevapları ateşten korunma şeklindedir, sonunda toprak olurlar, bunu da Süfyan, Leys'ten rivayet etmiştir. "Yekussune aleyküm ayati": Yani size kitaplarımı okurlar, "ve yünziruneküm": Sizi kıyamet gününden korkuturlar. "Kendimize şahitlik ettik": Bunda iki görüş vardır: Birincisi: Peygamberlerin bizi ikaz ettiklerini kendi nefislerimize ikrar ettik. İkincisi: Peygamberlerin onları ikaz ettiğini birbirlerimize şahitlik ettik. Sonra da Allahü teâlâ onların hallerini bize haber verip: "Dünya hayatı onları aldattı” dedi. Yani ziyneti ve orada onlara süre tanıması ile. "Kendilerine şahitlik ettiler": Yani dünyada kâfir olduklarını ikrar ettiler. Mukâtil şöyle demiştir: Bu da organlarının onlara şirk ve küfür ile şahitlik ettiği zaman olacaktır. 131Çünkü Rabbin, halkı gafil olan kentleri zulüm ile helak etmez. "Çünkü Rabbin, halkı gafil olan kentleri zulüm ile helak etmez": Zeccâc şöyle demiştir: Bu anlattığımız peygamberlerin durumu ve inanmayanın azap edilmesi şunun içindir; zira Rabbin kentleri zulüm ile helak etmez, yani onlara peygamber göndermedikçe onları helak etmez. İbn Abbâs: Zulüm ile’yi şirk ile tefsir etmiştir. "Halkı gafil": Onlara peygamber gelmemişken, demektir. 132Herkesin yaptıkları şeylerden dolayı dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından gafil değildir. "Herkesin yaptıklarından dolayı dereceleri vardır": Yani Allah’a itâat eden her amilin ve O’na isyan eden herkesin dereceleri, yani ameliyle ulaşacağı menzilleri vardır; eğer hayırsa hayır, şerse şer. Neden dereceler demiştir; onların da yükseklikte ve alçaklıkta dereceler gibi üstünlükleri vardır da ondan. "Amma yamelun": Cumhûr ye ile, İbn Âmir de muhatap sigasıyla te ile okumuştur. 133Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi götürür ve ardınızdan sizi başka bir kavmin neslinden meydana getirdiği gibi dilediklerini getirir. "Rabbin zengindir": Mahlukundan daha zengindir, demek istiyor. "Rahmet sahibidir": İbn Abbâs şöyle demiştir: Dostlarına ve kendine itâat edenlere rahmet sahibidir. Başkası da: Herkese rahmet sahibidir, demiştir; kendine muhalefet edenlerden hemen intikam almaması da rahmetindendir. "Dilerse sizi götürür": Helak eder. Bunun Mekke halkına tehdit olduğu da söylenmiştir. "Sizin ardınızdan dilediğini getirir, sizi yarattığı gibi": Yani önceden meydana getirdiği gibi. "Başka bir kavmin neslinden": Yani geçmiş atalarınızın neslinden meydana getirdiği gibi. 134Gerçekten size va’dedilen mutlaka gelecektir ve siz (bizi) engelleyemezsiniz. "Şüphesiz size va’dedilen": Kıyametin kopması ve mahşerin olması gibi şeyler, "mutlaka gelecektir ve siz bizi aciz bırakamazsınız": Yani elimizden kaçamazsınız. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: A’cezeni keza: Beni aciz bıraktı, demek, elimden kaçtı ve beni geçti, demektir. 135De ki: Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de yapıyorum. İleride ahiret yurdunun iyi sonucu kimin olacağını bileceksiniz. Muhakkak zâlimler iflah olmazlar. "Alâ mekanetiküm": Ebû Bekir, Âsım’dan rivayet ederek, çoğul sigası ile: "Mekanatiküm” okumuştur. İbn Kuteybe: Yerinde demiştir. Mekan ve mekane, menzil ve menzile aynıdır. Zeccâc da: İyice yerleşmişken, demiştir. Mananın: Olduğunuz hal üzere amel edin şeklinde olması da câizdir. Bir adama, şeklini bozma diye emrederken: Kün alâ mekanetike, dersin. "Şüphesiz ben de yapıyorum": Yani Rabbimin bana emrettiğini. "Fesevfe talemune men tekunu lehu akıbetüddar": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Âsım, te ile "tekunu"; Hamze ile Kisâi de ye ile (yekunu) okumuşlardır. Kasas 37’de ihtilafları da böyledir. Müennes okunmasının gerekçesi akibet lâfzının müennes olmasıdır. Müzekker okunmasının gerekçesi de gerçek müennes olmamasıdır. Yurdun sonu da: Cennettir. Burada zâlimler ise: Müşriklerdir. Eğer: Bu âyetin zahiri onları bulundukları hal üzere bırakmak gibi görünüyor, bu da câiz değildir, denirse, cevap şöyledir: Bu emrin manası, abartılı şekilde tehdit etmektir, sanki onlara: Eğer azaba razı iseniz, olduğunuz hal üzere devam edin, demiş gibidir. Bunu da Zeccâc, demiştir. Bu âyette iki görüş daha vardır: Birincisi: Bundan maksat tehdittir, buna göre o muhkemdir. İkincisi: Bundan maksat onlarla savaşmamaktır, buna göre de kılıç âyetiyle neshedilmiştir. 136Allah’a yarattığı ekinden ve hayvanlardan bir pay ayırdılar, kendi iddialarınca, "bu, Allah’ın, şu da ortaklarımızın, dediler. Ortaklarının olan Allah’a ulaşmaz da, Allah’ın olan ortaklarına ulaşır. Ne kötü hüküm veriyorlar. "Ve caalu lillahi mimma zeree": İbn Kuteybe: Zeree yarattı manasınadır, demiştir, "minel hars": Hars de ekin, demektir. "En’am": Deve, sığır ve koyundur. Onlar (cahiliye halkı) ekin ektikleri zaman bir çizgi çizer: Bu Allah’ındır, bu da ilâhlarımızın, derlerdi. Allah’a ait olanı biçerler de ondan ilâhlarına ayırdıklarına bir şey düşerse, onu öyle bırakırlar ve: Ona muhtaçtırlar, derler. İlâhlarına ait olanı biçerler de ondan Allah’ın malına bir şey düşerse, onu yerine iade ederlerdi. Davarlardan da Allah’a bir şeyler ayırırlardı, dişileri ölü bir yavru doğurduğu zaman onu yerlerdi. İlâhlarına ait olan ölü bir yavru doğurduğu zaman ona hürmet gösterir ve yemezlerdi. Zeccâc şöyle demiştir: Âyetin manası şöyledir: Allah’a ekinden ve davarlardan hisse ayırdılar ve ortaklarına (putlara) da hisse ayırdılar. Buna da: İddialarına göre: Bu Allah’ındır, bu da ortaklarımızındır, kavli delalet eder. İki hisseyi gösterince, ortaklarının hissesini de göstermiş oldu. Allah’a ait olan artar da ortakları putlara ait olan artmazsa, artanı putlarına iade ederler ve: Bunlar daha muhtaçtırlar, Allah ise zengindir, derlerdi. Putlara ait olan artar da Allah’a ait olan artmazsa, onu olduğu gibi bırakırlardı. Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah’a ayırdıklarını misafirlere ve fakirlere verirlerdi. "Allah’a ulaşmaz” kavlinin manası: Onlara ulaşmaz, demektir; ilâhlarının ekindeki hissesini de hizmetçilerinin nafakasına sarf ederlerdi. Davarlardaki hisselerine gelince bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O da onlara nafaka içindi. İkincisi: Onlar bununla Allah’a yaklaşmak isterler, onu ilâhları için keserlerdi. Üçüncüsü: Bahire, şaibe, vasiyle ve ham’dır. Hasen şöyle demiştir: Putlarına ait olan telef olduğu zaman onu borçlanırlardı, Allah’a ait olan telef olduğu zaman onu borçlanmazlar dı. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Onlar Allah'a ait olanı yemezler, üzerine putlarının ismini anarlardı. Putlara ait olanın üzerine ise Allah’ın ismini anmazlardı. "Biza’mihim” kavline gelince: Cumhûr, zenin fethası ile okumuştur. Kisâi ile A'meş de zammesiyle (bizu’mihim) okumuşlardır. Za’m’da zenin zammı, fethi ve kesri ile üç lügat vardır; sukt, sakt ve sıkt; fetk, fütk ve fîtk; za’m, zu’m ve zi’m gibi. Ferrâ’ şöyle demiştir: Zanın fethi ile za’m Hicaz halkının, zammı Esed kabilesinin, kesri de bazı Kayslilerin lehçesidir, bunu da Kisâi nakletmiştir. 137Böylece birçok müşriklere ortakları onları helak etmek ve onların dinlerini karıştırmak için evlatlarını öldürmeyi süsledi. Eğer Allah dileseydi onu yapmazlardı. Sen de onları uydurdukları o şeyle baş başa bırak. "Böylece süsledi": Yani Cahillikle taksim ettikleri şeyde o çirkin iş gibi bu da onlara süslendi. İbn Enbari şöyle demiştir: "Böylece” ifadesinin daha öncekine işaret olmadan cümle başı olması da câizdir. O zaman mana şöyle olur: Böylece müşriklere süslendi. Bunu cumhûr, zenin ve yenin fethi ile "zeyyene", katle"nin lamını nasb ile "evladihim’in dalını kesr ile "şüraku "yü de ref ile okumuşlardır. Bu kıraatin gerekçesi açıktır. İbn Âmir de, zenin zammı ile "züyyine", “Lâm” ın ref’i ile "katlü", dalın nasbi ile "evladehüm” ve hemzenin kesri ile "şürekaihim” okumuştur. Ebû Ali de şöyle demiştir: Manası da: "Katlü şürekaihim evladehüm” olur ki, muzaf ile muzafun ileyhin arasına mef’ûl girmiş olur. Bu ise çirkindir ve az kullanılır. Ebû Abdurrahman es - Sülemi ile Hasen de, ref ile "katlü", cer ile "evladihim” ve ref ile "şürakühüm” okumuşlardır. Ferrâ’ da şöyle demiştir: "Katlü” lâfzını naibi fail olarak, şürekaü’yü de gizli bir fiil ile merfu okumuştur. Sanki: Zeyyenehu lehtim şürekaühüm demiş gibi olur. Sibeveyh de bu kıraat üzerinde şöyle demiştir: Sanki: "Men zeyyenehu?” (onu kim süsledi denilmiş), o da: şürekaühüm, demiştir. Mekki b. Ebi Talib de şöyle demiştir: İbn Âmir’den de onun zenin zammı, “Lâm” ın ref'i ve evlad ve şürakainin cerri ile okuduğu rivayet edilmiştir. O zaman şürekai evladın ismi olmuş olur, çünkü onlar da soyda, mirasta ve dinde babalarına ortaktırlar. Ortaklarından ne kastedildiği hususunda da müfessirlerin dört görüşü vardır: Birincisi: Onlar şeytanlardır, bunu da Hasen ile Süddi, demişlerdir. İkincisi: Şirkte ortaklarıdır, bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Onlar putlara hizmet eden bir cemaat idiler, bunu da Ferrâ’ ile Zeccâc, demişlerdir. Dördüncüsü: Onlar insanların azgınlarıdır, bunu da Maverdi, zikretmiştir. Ortakların onları nispet edilmesi, bunu onların uydurup iddia etmelerindendir. Onlara evlatlarını öldürmeyi süslemeleri hakkında iki görüş vardır: Birincisi: O fakirlik korkusu ile kız çocuklarını diri diri toprağa gömmektir, bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Birileri, oğlan çocuğu doğarsa onu kurban edeceğine yemin ederdi, nitekim Abdülmuttalib de Abdullah’ı kurban etmeye ant içmişti. Bunu da İbn Saib ile Mukâtil demişlerdir. "Liyurduhum": Onları helak etmek için, demektir. Bu lâm’da iki görüş vardır: Birincisi: O, "key” (için) lâmıdır. İkincisi: O akibet (sonuç) lâmıdır, meselâ: "Liyekune lehüm adüvven” (Kasas: 8) âyetinde olduğu gibi ki, durumları Fir’avn hanedanını sonunda helake sürükledi demektir, yoksa onlar bunu istediler, demek değildir. "Ve liyelbisu aleyhim dinehüm": Dinlerini karıştırmak için, demektir. İbn Abbâs da: Dinlerine şüphe katmak için, demiştir. Onlar İsmail dininden idiler, şeytanın süslemesi ile ondan döndüler. "Onları uydurdukları şeyle baş başa bırak": İbn Abbâs şöyle demiştir: Cahiliye halkı kız çocuklarını diri diri gömdükleri zaman: Bize bunu Allah emretti, derlerdi, bunun üzerine: "Onları iftiraları ile baş başa bırak” dedi, yani yalanları ile bırak, demektir. Bu da tehdit ve gözdağıdır. Bu durumda bu bölüm muhkemdir. Bir grup alim de şöyle demişlerdir: Maksat onlarla savaşmamaktır; bu durumda kılıç âyetiyle neshedilmiş olur. 138Kendi zanları ile şöyle dediler: Bu davarlar ve ekinler yasaktır, onları ancak bizim istediğimiz kimseler yerler. Öyle davarlar da vardır ki, sırtlarına binmek haram edilmiştir. Öyle davarlar da vardır ki, O na iftira ederek onların üzerine Allah’ın ismini anmazlar. Allah onlara iftira ettikleri şeyin cezasını verecektir. "Ve kalu hazihi en amün ve harsün hicrün": Hars: Ekin, hicr de: Haramdır, mana da: Onlar bazı hayvanları ve ekinleri putlarına ayırarak onları haram ettiler, demektir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Harama hicr denilmesi, ona dokunmanın insanlara yasak edilmesinden (tabu olmasından) dolayıdır. Hasen ile Katâde, ha’nın zammı ile: "Hucr” okumuşlardır. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Hanın kesri ve zammı ile: Hicr ve hucr, denir. Bu, İbn Mes’ûd’un kıraatinde, "hare” şeklindedir, tıpkı "cezb” ve "cebz” gibi. Putlarına ayırdıkları bu davarlarda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar; bahire, şaibe, vasiyle ve ham’dır. İkincisi: Onlar putlara kestikleri hayvanlardır. Bu iki görüş yukarıda geçmiştir. "Onu ancak bizim istediklerimiz yer": Bu, onu ancak bizim dilediğimiz tadar sözün gibidir. Kimlerin yiyeceği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onları kadınlara yasak edip erkeklere tahsis etmişlerdi, bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: Bunun aksidir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Allah bu yasaklamanın onların kuru iddilarına göre olduğunu, delil ve kanıta dayanmadığını bildirmiştir. "Sırtı haram kılınan hayvanlar": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O Ham’dır, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O, Bahire’dir, onlar onun üzerinde haccetmezlerdi. Bunu da Ebû Vâil , demiştir. Üçüncüsü: Bahire, Şaibe ve Ham dır, bunu da Süddi, demiştir. "Öyle davarlar vardır ki, onların üzerine Allah’ın ismini anmazlar": Bunlar ilâhlarına kurbanlarıdır, bunların üzerine özellikle putlarının adlarını anarlardı. Ebû Vâil : Onlar onların üzerinde hacca gitmezlerdi, demiştir. Bunu da: "Sırtları haram kılınan hayvanlar” kavlinde zikretmiştik. Onun dediğine göre iki sıfat, bir mevsufun olur. Mücâhid de şöyle demiştir: Develerinden bir bölük vardı ki, onların üzerine hiçbir şeyde Allah’ın ismini anmazlardı; ne binerler ne yük vururlar ne sütünü sağarlar ne de yavrusunu alırlardı. "Allah’a iftira ederek": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Putların adlarını anmak ve Allah’ın ismini zikretmeyi terk etmek, işte iftira odur. İkincisi: Onu Allah’a nispet etmeleri, iftiranın daniskasıdır, çünkü onlar: Bunu O haram etti, derlerdi. 139Ve şöyle dediler: "Şu davarların kannlarındakiler erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır". Eğer o, ölü olursa onlar onda ortaktırlar. Allah onları nitelendirmeleri ile cezalandıracaktır. Şüphesiz O, hikmet sahibi, hakkıyle bilendir. "Şu davarların kannlarındakiler": Davarlardan kendilerine göre haram edilen bahire, şaibe, vasile’yi kasdediyorlar. Karınlarındakinden ne kastettikleri hususunda da müfessirlerin üç görüşü vardır: Birincisi: O süttür, bunu İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir. İkincisi: Ana karnındaki yavrulardır, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Yavru ve süttür, bunu da Süddi ile Mukâtil, demişlerdir. "Halisatün lizükurina": Cumhûr, müennes lafızla "halisatün” okumuştur, bunda da dört gerekçe vardır: Birincisi: Onun müennes kılınması, en’am lâfzının müennes olmasındandır, vema fi butuniha da öyledir, bunu da Ferrâ’, demiştir. İkincisi: "Ma’nın manası müennestir, çünkü o, cemaat manasınadır, sanki: Cemaatü ma fi butuni hazihil en’ami halisatün, demiş gibidir. Bunu da Zeccâc, demiştir. Üçüncüsü: He sıfatta mübalağa için girmiştir, "allame” ve nessabe” gibi. Dördüncüsü: O, müzekker isimlerin müennes lâfızlarla ifade edildiği mastarlar grubundandır, meselâ: Atâ’üke afiyetün (vermen afiyettir), erruhsu nimetün (müsaade nimettir) gibi. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir. İbn Mes’ûd,.Ebû’l - Âliyye, Dahhâk, A’meş ve İbn Ebi Able merfu olarak hesiz "halisün” okumuşlardır. Ferrâ’ da: "Ma” müzekker olduğu için o da müzekker olmuştur, demiştir. İbn Abbâs, Ebû Rezin, İkrime ve İbn Yamur, şadın ve henin zammı ve müzekker zamiri ile: "halisuhu” okumuşlardır. Zeccâc da: Mana, dirilere ait demek olur, demiştir. Katâde de, nasb ile: "Halisaten” okumuştur. Zükur: Erkekler, ezvac da: Kadınlardır. "Ve in yekûn meyteten": Çoğunluk ye ile: "yekun", meyteten"i de nasb ile okumuştur. Bu da "ma” lâfzına dönüktür. Mana da: Eğer bu hayvanların karnındaki ölü olursa, demektir. İbn Kesir de, ye ile: "yekûn” ve ref ile: "Meytetün” okumuştur. İbn Âmir de meytetün’ün ref’inde ona katılmıştır, ancak o te ile "tekün” okumuştur. Mana da: Eğer böyle bir şey olur ve vuku bulursa, demek olur. Bu durumda "kâne"yi tamme yapmıştır, habere ihtiyacı yoktur. Ebû Bekir de Âsım’dan rivayeten te ile mensûb olarak "meyteten” okumuştur. Mana da: Eğer bu davarların karınlarındakiler ölü olursa, demektir. "Onlar onda ortaktırlar": Yani erkekler ve kadınlar beraber. "Onlara vasıflamalarının cezasını verecektir": Yalancılık olan niteliklerinin cezasını verecektir, demek istemiştir. 140Çocuklarını beyinsizce bilgisizce öldürenler mutlaka ziyan etmiş ve Allah’a iftira ederek Allah’ın verdiği rızkı haram etmişlerdir. Şüphesiz sapmışlar ve hidâyeti de bulamamışlardır. "Kad hasirellezine katelu evladehüm": İbn Kesir ile İbn Âmir, şedde ile: "Kattelu” okumuşlardır. İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu âyet; Rebia ve Mudar kabileleri hakkında inmiştir; onlar Arapların cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Katâde şöyle demiştir: Cahiliye halkı, esir edilmek ve fakirlik korkusu ile kızlarını öldürür ve köpekleri beslerlerdi. Zeccâc şöyle demiştir: "Sefehen” mefulu leh olarak mensubtur, mana da: Beyinsizlik için demek, olur. Faaltü zalike hazereşşer dersin ki, bunu şer korkusu ile yaptım, demektir. İbn Semeyfa, Cahderi ve Muaz el - Kari “sîn” in ref'i, fenin ve henin fethi, med ve nasb ile hemzeli olarak: "Süfehâe” okumuşlardır. “Bilgisizce": Yani bunu kendilerine bir bilgi gelmeden beyinsizce yapar ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği hayvanları haram ederlerdi. Bunu da Allah’ın emrettiğini iddia ederlerdi. 141O ki, çardaklı çardaksız bahçeler, ürünleri farklı hurmalar ve ekinler ve birbirine benzer ve benzemez zeytinler ve narlar yarattı. Meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Hasat günü hakkını verin, israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. "O ki, çardaklı çardaksız bahçeler yarattı": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Çardaklı, yeryüzüne yayılıp dağılan ve çardak yapılan şeylerdir, meselâ asma, kabak ve karpuz gibi. Çardaksız da hurma, ekin ve diğer ağaçlar gibi gövdesi üzerine dikilenlerdir. İkincisi: Çardaklılar, insanların diktiği, çardaksızlar da kırlarda ve dağlarda yabani olarak bitenlerdir. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: Çardaklı ve çardaksızlar asmadır ki, onun kimisi çardaklı, kimisi de çardaksızdır, bunu da Dahhâk, demiştir. Dördüncüsü: Çardaklılar, asma gibi üzümü için çardak yapılan, çardaksızlar da bunu istemeyen diğer ağaçlardır, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. "Ükül": Meyve demektir. "Birbirine benzeyen zeytin ve nar” da yukarıda geçmiştir. "Meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin": Bu emir ibaha (serbestlik) içindir. Hemen yiyin demesi, cahiliye halkının yaptığı gibi haramlama cihetine gitmemek içindir. "Ve atu hakkahu yevme hasadihi": İbn Âmir, Âsım ve Ebû Amr, hanın fethi ile hasad okumuşlardır ki, bu, Necid ve Temim halkının lehçesidir. İbn Kesir, Nâfi, Hamze ve Kisâi de kesri ile (hisadihi) okumuşlardır ki, bu da Hicaz halkının lehçesidir. Bunu da Ferrâ’ zikretmiştir. Hasat zamanı verilecek hak üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, zekattır, bu da Enes b. Malik, İbn Abbâs, Said b. Müseyyeb , Hasen, Tâvûs, Cabir b. Zeyd, İbn Hanefiyye, Katâde ve diğerlerinden rivayet edilmiştir. Buna göre âyet muhkemdir (mensuh değildir). İkincisi: O, hasat zamanı zekattan başka bir farzdır, bu da orada bulunana yedirmektir, düşen ekin ve meyveleri terk etmektir. Bunu da Atâ’ ile Mücâhid demiştir. Bu neshedildi mi yoksa edilmedi mi? Eğer: Bu vacip bir emirdir, dersek, bu, zekatla neshedilmiştir. Eğer: O müstehap bir emirdir, dersek, onun hükmü devam etmektedir. Eğer: Hasat günü hakkını vermek vacip midir?” denilirse, cevap şöyledir: Eğer: O orada bulunan fakirleri yedirmektir, dersek, bu hasat (devşirme) günü olur. Eğer: O zekattır, dersek, buna da üç türlü cevap verilmiştir: Birincisi: Verme emri, hurma içindir, çünkü onun sadakası hasat günü vacip olur. Ekine gelince, ondan verme emri ürünü almaya bağlıdır, çünkü hasat vaktinde bu mümkün olmaz; ayıklama (harman) zamanına bırakılır. Bunu da bazı selef uleması demiştir. İkincisi: Gün, hakkın zarfıdır, yoksa vermenin değil, sanki: Hakkını hasat günü ayıkladıktan sonra verin demiş gibi olur. Üçüncüsü: Hasattan bahsetmenin faydası şudur, çünkü hak ürünü toplamakla vacip olmaz, ancak işleyip elde ettikten sonra vacip olur. Aksi takdirde hemen dalda görünür görünmez hakkını vermek akla gelebilirdi. Âyet ancak elde edildiği zaman hakkın vacip olacağını, telef olup giden için bir şey lâzım gelmeyeceğini ifade etmiştir. Bu iki cevabı da Kadı Ebû Ya’lâ vermiştir. "İsraf etmeyin": Bunun üzerinde altı görüş vardır: Birincisi: O zekatta malı bitirecek şekilde farz olan sınırın dışına çıkmaktır, bunu da Ebû’l - Âliyye ile İbn Cüreyc demişlerdir. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Sabit b. Kays b. Şemmas, beş yüz ağaçlık hurma bahçesini kesti (meyvesini topladı), sonra da onu bir günde dağıttı, ailesine hiçbir şey bırakmadı, Allahü teâlâ bunu beğenmedi, bunun üzerine: "İsraf etmeyin; Allah israf edenleri sevmez” kavli indi. İkincisi: İsraf; vacip olan sadakayı (zekâtı) vermemektir, bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir. Üçüncüsü: O, günah olan yerlere harcamadır, bunu da Mücâhid ile Zührî, demişlerdir. Dördüncüsü: O, ilâhları ekinlere ve hayvanlara ortak etmektir. Bunu da Atıyye el - Avfi ile İbn Saib, demişlerdir. Beşincisi: O, sadakayı vacip olanın üstünde almaması için devlet görevlilerine hitaptır, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Altıncısı: O, zekâtı vermeden önce yemede israftır, bunu da İbn Bahr, demiştir. 142Hayvanlardan yük taşıyacak ve tüyünden döşek yapılacak olanları da yarattı. Allah’ın size rızık ettiği o şeylerden yiyin, şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. "Ve minel en’ami hamule ten ve ferşa": Bu, yukarısına atfedilmiştir, mana: Bahçeler yarattı ve binecek ve postu serilecek hayvanlar yarattı, demek olur. Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Hamule: Deve gibi binilecek, ferş de: Onların küçükleridir, bunu İbn Mes’ûd, Hasen, Mücâhid ve İbn Kuteybe, demişlerdir. İkincisi: Hamule: Sırtından istifade edilen, ferş de otlayandır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Hamule: Deve, katır, merkep ve sırtına binilen her türlü hayvandır, ferş de: Koyundur. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Hamule: Deveden, ferş de koyundandır, bunu da Dahhâk, demiştir. Beşincisi: Hamule: Deve ve sığır, ferş de: Koyun ve devenin binil - meyenidir. Bunu da Katâde, demiştir. İkrime, Ebû’l - Mütevekkil ve Ebû’l - Cevza, hanın zammesiyle: "humule” okumuşlardır. "Allah'ın size rızık ettiklerinden yiyin": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir. Haram ettiğiniz adı geçen şeyleri haram etmeyin. "Şeytanın adımlarını izlemeyin": Yani yolundan gitmeyin, demektir. Semaniyete ezvac kavli: Hamuleten ve ferşa” kavlinden bedeldir. Zevç lügatte çifti çift eden tektir. Mûsannif şöyle der: Bu kelâmda tamamlayıcı unsur eksiktir, o da şöyle demektir: Zevç, yanında kendi cinsinden olan şeydir (ayakkabı teki gibi. Mütercim). O zaman her birine zevç (çift) denir. 143Allah sekiz çift yarattı: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: İki erkeği mi haram etti, yoksa iki dişiyi mi; ya da iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü mü? Eğer doğru kimseler iseniz bana ilimle haber verin. "Minedda’nisneyn": Da’n: Koyun gibi yünü olana, maiz de kılı olana denir. İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, aynın fethası ile: "maaz” okumuşlardır. Nâfi, Hamze, Âsım ve Kisâi de, aynın sükunu ile (ma’z) okumuşlardır. İkiden maksat da erkek ile dişidir. "De ki: İki erkeği mi?": Allah koyun ve keçiden size iki erkeği mi haram etti? Yoksa onlardan iki dişiyi mi? Mana şöyledir: Eğer size iki erkeği haram etti ise, bütün erkekler haramdır, eğer iki dişiyi haram etti ise, bütün dişiler haramdır. Eğer iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü haram etti ise, bu da erkekleri de kapsar, dişileri de kapsar; erkeklere ve dişilere şamil olur. O zaman bütün yavrular haram olur. İbn Enbari de şöyle demiştir: Âyetin manası şöyledir: Size haramlık iki erkek tarafından mı, yoksa iki dişi tarafından mı geldi? Eğer: İki erkek tarafından geldi, derlerse, onlara bütün erkekler haram olur. Eğer: İki dişi tarafından geldi, derlerse, onlara bütün dişiler haram olur. Eğer: Rahim tarafından, derlerse, onlara erkek de dişi de haram olur. İbn Cerir Taberî de şöyle demiştir: Eğer: İki erkeği haram etti, derlerse, koyun ve keçiden bütün erkeklerin haram olmasına sebep olurlar. Halbuki onlar bazı erkeklerin etinden ve sırtından istifade ediyorlar. Bu da davalarının bozuk olduğunu gösterir. Eğer: İki dişiyi haram etti, derlerse, koyun ve keçi yavrularından bütün dişileri haram etmiş olurlar, halbuki onlar bazılarının etinden ve sırtından istifade ediyorlar. Eğer: İki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü haram etti, derlerse; onların bazı erkek ve dişilerinden istifade ediyorlardı. Allahü teâlâ bu âyet ve ondan sonrası ile onlara karşı koyamayacakları delil getirdi. Çünkü onlar bazı cins davarları bazı erkeklere ve kadınlara haram ediyorlar, bazılarını da erkeklere değil kadınlara haram ediyorlardı. "De ki: iki erkeği mi haram etti, yoksa iki dişiyi mi?": Bu da haram (yasak) ettikleri bahire, şaibe, vasiyle ve ham’ı iptal etmektedir. "Yoksa iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü mü haram etti?": Bu da: "Bu hayvanların karındakiler erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır” sözlerini iptal etmektedir. "Bana ilimle haber verin": Zeccâc şöyle demiştir: Mana: Haram ettiğiniz şeyleri ilimle açıklayın, yani sizin bilginiz yoktur, çünkü siz kitaba inanmıyorsunuz, demektir. 144Deveden iki ve sığırdan da iki (çift yarattı). De ki: iki erkeği mi haram etti, yoksa iki dişiyi mi; ya da iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü mü? Allah bunu size tavsiye ederken orada şahitler mi idiniz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a yalan iftira edenden daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah zâlimler topluluğuna hidayet etmez. "Yoksa sizler şahitler mi idiniz?": Yani bir peygambere iman etmediğiniz halde Allah'ın bunu haram ettiğine şahit mi oldunuz? "Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a yalan iftira edenden daha zalim kimdir?": İbn Abbâs şöyle demiştir: Amr b. Luhay ile ondan sonra gelenleri kasdetmiştir. Burada zâlimler ise: Müşriklerdir. 145De ki: Bana vahyedilenler arasında yiyen birine haram edilmiş olarak ancak şunları buluyorum: ölü yahut akıcı kan veyahut domuz eti - çünkü o, pistir - veyahut da Allah'tan başkası için boğazlanmış bir fısk. Artık kim saldırmadan ve tecavüz etmeden darda kalırsa, şüphesiz Rabbin çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "De ki: Bana vahyedilenler arasında yiyen birine haram edilmiş olarak ancak şunları buluyorum": Bununla haram ve helâl etmenin ancak vahiy ile sabit olacağına dikkatlerini çekti. Tâvûs ile Mücâhid, mana şöyledir, demişlerdir: Cahiliyede helâl saydığınız şeylerden haram edilenleri ancak şunlar olarak görüyorum. Taim, yiyen demektir. "İlla en yekune meyteten": Yani ancak yenen şeyin ölü (leş) olması hariçtir, demektir. İbn Kesir ile Hamze, ye ile "illâ en yekune", "meyteten"i de nasb ile okumuşlardır. İbn Âmir de, te ile: "İlla en tekune", meytetün"ü de merfu olarak okumuşlardır. Mana da: Meğerki o yenen ölü ola veya ölü olarak meydana gele, demek olur. "Yahut akıcı kan": Katâde: Ancak akıcı kan haram edilmiştir. Ama ete karışan kanda bir mahzur yoktur, demiştir. Zeccâc da: Mefsuh, dökülmüş kan demektir, demiştir. Onlar hayvan kestikleri zaman et gibi kanı da yerlerdi (içerlerdi). Rics ise: Tiksinilen şeye ve azaba, denir. "Yahut fisk": Yani yenen şeyin fisk (murdar) olması, demektir. "Ühille liğayrillahi bih": Yani boğazlanırken üzerine Allah’tan başkasının adı söylenen demektir. Üzerine Allah’tan başkasının adı söylenene fisk denilmiştir ki, fisk: Dinden çıkmak demektir. Nasih ve mensuh Âlimleri bu âyette iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O muhkemdir, bu görüş sahiplerinin muhkem olmasında da üç görüşleri vardır: Birincisi: O, haberdir, haberde nesh olmaz. İkincisi: O sordukları bir soruya cevap olarak gelmiştir, cevap da sual kadar olur. Sonra da haram edilenler haram edilmiştir. Üçüncüsü: Hayvanların içinde bu zikredilenlerden başka haram edilen yoktur. İkinci görüş: O, Maide suresinde zikredilen boğulmuş ve süsülmüş hayvanlar; sünnette de evcil merkeplerin ve yırtıcı dişi olan bütün canavarların ve kesici pençesi olan bütün kuşların haram edilmesiyle haram edilmiştir. Maide âyetinin bu ayete dahil olduğu da söylenmiştir; çünkü bu şeylerin hepsi ölüdür. 146Yahudilere de bütün tırnaklıları haram ettik. Sığırdan ve koyundan da iç yağlarını (haram ettik). Ancak bu ikinin sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan veyahut kemiğe karışan müstesnadır. Onları zulümlerinden dolayı böyle cezalandırdık. Ve bizler elbette doğrularız. "Ve alellezine hadu harremna külle zi zufur": Hasen ile A’meş fenin sükunu ile: "Zufr” okumuşlardır. Bu yasaklama deneme ve azap yasaklaması idi. "Tırnaklı"larda üç görüş vardır: Birincisi: Deve, devekuşu, kaz ve ördek gibi parmakları açık olmayanlardır, bunu da İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Mücâhid, Katâde ve Süddi, demişlerdir. İkincisi: Yalnız devedir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Üçüncüsü: Toynaklı bütün hayvanlar ve pençeli bütün kuşlardır, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Ve: Toynağa tırnak denmesi istiare yolu iledir. Araplar toynakları ve tırnakları istiare yoluyla ayak yerine kullanırlar. Şu beyti örnek getirmişlerdir: Onu önleyeceğim yahut onu öyle bir krala Havale edeceğim ki, tırnakları çatlamamıştır (yalınayak değildir). Tırnaklardan ayaklarını kasdetmiştir. Çünkü toynak ancak koyunlarda ve sığırlarda olur, İbn Enbari de şöyle demiştir: Burada zufr insanın tırnağı gibi kabul edilmiştir. Bunda da üç lügat vardır: En üstünü: Zufr’dur. Zufr ve uzfur de, denilir. Şair de şöyle demiştir: Görmedin mi ölüm geçenlere yetişti; Geriye kanadı veya tırnağı olan kalmadı (uçan kaçan elinden kurtulmadı). Bir başkası da şöyle demiştir: Benim düşmana karşı dişim de tırnağım da vardı; Şimdi ise ne dişimden ne de tırnağımdan korkuyorlar. Bir başkası da şöyle demiştir: İlk lokması boğazından geçtiği zaman İkincisi ile aralarında ancak tırnak kadar bir mesafe vardır (durmadan tıkıştırır). Sığır ile kolunun yağlarına gelince, bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Haram edilen sadece iç yağıdır, bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: İç yağları ile böbrek yağlarıdır, bunu da Süddi ile İbn Zeyd, demişlerdir. Üçüncüsü: Kemiğe karışmamış ve kemik üzerinde olmayanın dışındaki bütün yağlardır. Bunu da İbn Cüreyc, demiştir. "Sırtlarına yapışan dışında": Bunda üç görüş vardır: Birincisi: O, sırta yapışan yağlardır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Kuyruk yağlarıdır, bunu da Ebû Salih ile Süddi, demişlerdir. Üçüncüsü: Sırta ve yana içeriden yapışan yağlardır. Bunu da Katâde, demiştir. Havaya’ya gelince: Bunda da müfessirlerin manaları biribirine yakın görüşleri vardır. İbn Abbâs, Hasen, İbn Cübeyr, Mücâhid, Katâde, Süddi ve İbn Kuteybe: Onlar mumbarlardır, demişlerdir. İbn Zeyd de: Onlar bağırsağı içinde bulunduran yağlı organlardır, demişlerdir. Ferrâ’ da: Onlar çözlük ve bağırsaklardır, demiştir. Esmaî de: İç organlardır demiştir. Havaya’nın tekili: Haviya, haviye ve haviyyedir. Şair (Hazret-i Ali) de şöyle demiştir: Onları öldürüyorum, Muaviye’yi ise göremiyorum, O patlak gözlü, şişko karınlıyı. Başkası da şöyle demiştir: Hububatın onun bağırsaklarındaki guruldaması, Yılanların fısıldaması veyahut akreplerin ses çıkarması gibidir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Havaya: Karnın ihtiva ettiği yuvarlak kısmıdır (göbektir). Zeccâc da şöyle demiştir: Havaya: Bağırsakların ihtiva ettiği her şeyin adıdır. İbn Cerir Taberî de: Havaya: Karnın ihtiva ettiği toplu ve yuvarlak şeylerdir ki, bağırsaklar ve çözlerdir. Onlara merabıd denir ki, bağırsaklar da onun içindedir, demiştir. "Veya kemiğe karışan": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O karın ve kuyruk yağlarıdır, çünkü bu ikisi kemik üzerindedir, bunu da Süddi, demiştir. İkincisi: Ayaklarda, yanda, başta, gözlerde ve kulaklarda olan bütün yağlardır. Bunu da İbn Cüreyc, demiştir. O iki hayvanın sırtlarına yapışan yağlar, istisna edilerek helâl kılınmıştır ki, bunda da ittifak etmişlerdir. Bağırsaklara yapışan veya kemiğe karışana gelince, bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, istisnaya dahildir ki, mubahtır, Mana da şöyledir: Bağırsaklara bağlı olan ve kemiğe karışan yağlar onlara mubah kılınmıştır. Bu da çoğunluğun görüşüdür. İkincisi: Bu, istisna edilenlere değil, haram edilenlere atfedilmiştir, Mana da şöyledir: Onlara bu iki hayvanın yağları veya bağırsakları veyahut kemiğe karışan haram edilmiştir, ancak sırta yapışan hariç; çünkü o haram edilmemiştir. Bunu da Zeccâc, demiştir. Burada zikredilen "ev” edatı ise, "asimen evkefura” (Dehr: 24) kavlinde olduğu gibi, vav manasınadır. "Bununla onları cezalandırdık": Yani bu yasak, onların haksızlıklarına karşı onlar için bir cezadır. Onların haksızlığı üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, peygamberleri öldürmeleri ve faiz yemeleridir. İkincisi: O, helâl kılmanı haram etmeleridir. 147Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Azabı günahkarlar topluluğundan geri çevrilmez. "Eğer seni yalanlarlarsa": İbn Abbâs demiştir ki: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, müşriklere: "Bana vahyedilen budur ki, o, hem Müslümanlara hem de Yahudilere haram edilmiştir” dediği zaman: Sen isabet edemedin, dediler, âyet de bunun üzerine indi. Yalanlayanlar hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar müşriklerdir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Yahudilerdir, bunu da Mücâhid, demiştir. Geniş rahmetin zikredilmesinden maksat, O’nun cezada acele etmemesidir. Be’s ise: Azaptır. Günahkarların da kimler olduğunda iki görüş vardır: Birincisi: Onlar müşriklerdir. İkincisi: Yalanlayanlardır. 148Şirk koşanlar şöyle diyecekler: "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız şirk koşmaz, hiçbir şeyi de haram etmezdik". Kendilerinden öncekiler de böyle yalanladılar; sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bir bilgi var mı; onu bize çıkarasınız? Siz zandan başka bir şeye tabi olmuyorsunuz ve siz ancak yalan söylüyorsunuz. "Şirk koşanlar şöyle diyecekler": Yani deliller karşısında dilleri tutulunca şirklerinin ve Allah’ın haram etmediği şeyleri haram etmelerinin bâtıll olduğunu kesin olarak bildikleri zaman, "eğer Allah dileseydi şirk koşmazdık diyecekler"; bunu da bâtıll üzerinde ısrarlarına bir delil sayarak, sanki şöyle demişlerdir: Eğer Allah o halimizden razı olmasaydı, bize onu yaptırmazdı. Bunu da ancak alay yollu ve karşı delili çürütme maksadıyla diyecekler. Onlara: "Neden muhaliflerinizin eğri yolda olduklarını söylüyorsunuz, onlar da sizin gibi Allah’ın dilemesine bağlıdırlar?” denir. O zaman ileri sürecek bir delilleri kalmaz. Çünkü onlar Allah’ın dilemesine sarıldılar, emrini terk ettiler. Hâlbuki Allah’ın dilemesi bütün kainatı kaplar, emri ise iradelerini kaplamaz. Öyleyse kula düşen, emre tabi olmaktır, emir geldikten sonra dileği bahane etmek değildir. "Kendilerinden öncekiler de böyle yalanladılar": İbn Abbâs şöyle demiştir: Peygamberlerine bunların sana dediklerini dediler. "Sonunda şiddetimizi tattılar": Yani azabımızı. "De ki: Yanınızda bir bilgi var mı?": Yani haram ettiğiniz şeyler hakkında Allah katından inmiş bir kitap var mı? "Siz zandan başka bir şeye tabi olmuyorsunuz": Burada zan yakîn manasına, "in” de olumsuzluk manasınadır. "Tahrusun” ise: Yalan söylüyorsunuz, demektir. 149De ki: Tam delil Allah’ındır. Eğer dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. "De ki: Tam delil Allah’ındır": Tam delil "el - hüccetül baliğa": O’nun birliğini açıklaması ve peygamberleri karşı konulamayacak delillerle göndermesidir. "Eğer dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi": Âdem’in belinden söz aldığı gün (elestü bezminde. Mütercim). 150De ki: Şüphesiz Allah’ın bunu haram ettiğine dair şahitlik edecek şahitlerinizi getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların ve Allah’a denk tuttukları halde ahirete iman etmeyenlerin keyiflerine uyma. "Kul helümme şühedaeküm": Zeccâc şöyle demiştir: Sibeveyh şu iddiada bulunmuştur: Helümme"nin aslı ha’dır, sonradan ona "lümme” ilâve edilmiş ve ikisi bir kelime gibi kılınmıştır. Lügatte en çok kullanılan, tekil, tesniye ve cemi için "helümme” denilmesidir. Kur’ân’da böyle gelmiştir. Araplardan onu tesniye, cemi ve tenis edenler vardır; erkek için: "Helümme", kadın için: "Helümmi"; erkek tesniye için: "Helümma", kadın tesniye için yine: "Helümma", erkek cemi için: "Helümmu” ve kadın cemi için de "Helmümne” derler. İbn Kuteybe de: Helümme’nin manası, gel, demektir demiştir. Hicazlılar onu tesniye ve cemi etmezler. Necidliler ise onu "helmemet "ten getirir; tesniye ve cemi ederler. Ona lâm eklenir: "Helümme leke” ve "helümme leküma” denilir, imam Halil de şöyle demiştir: Onun aslı "lümme "dir, başına ha ilâve edilmiştir. Ferrâ’ ona muhalefet etmiş ve aslının "hel” olduğunu, ona sonradan "ümme” ilâve edildiğini söylemiştir. Lamdaki ref, "ümme"nin hemzesindendir, terk edilince bir öncekine intikal etmiştir. "Allahümme” de böyledir ki, onun da aslı "ya Allah ümmena bihayr” (Allah'ım, bize hayır murat eyle)dir. Dilde çok kullanılmaya başlayınca karıştı ve hemzesi terk edildi. İbn Enbari de şöyle demiştir: "Helümme"nin manası, gel, demektir. Aslı: "Ümme ya recül’dür; ey adam, bana gel, demektir. "Ümme"ye "hel” ilâve ettiler ve ikisini bir kelime yaptılar. "Ümmü” kullanımdan kaldırdılar, ümmün hemzesini de lama aktarıp hemzeyi düşürdüler. O zaman mîm lama bitişti. Bir adam, birine: Helümme” der de, yapamayacağım demek isterse: "Lâ ehelümme” ve "lâ ühelümme” der. Mücâhid de şöyle demiştir: Bu âyet, "Allah bahireyi ve şaibeyi haram etmiştir” sözlerine cevaptır. Mukâtil de şöyle demiştir: Allah bu ekinleri ve hayvanları haram etti diye şahitlik edenler var ya, "eğer böyle şahitlik ederler de” gerçekten onu Allah haram etti, derlerse, "sen onlarla beraber şahitlik etme": Yani onların sözlerini tasdik etme. 151De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram ettiğini okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk koşmayın, anaya babaya iyilik edin, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızklarını biz veriyoruz. Çirkin şeylerin görünenine ve görünmeyenine yaklaşmayın. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin. Belki aklınızı çalıştırırsınız diye Allah size bunları tavsiye etmiştir. "De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram ettiğini okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk koşmayın” (kul tealev etlü ma harreme rabbüküm aleyküm en lâ tüşriku bihi şey’a): "Ma” "ellezi = şey” manasınadır, "lâ"da da iki görüş vardır: Birincisi: O zaittir, "en lâ tescüde” (A’raf: 12) âyetinde olduğu gibi. İkincisi: O zait (fazla) değildir, o olumsuzluk manasınadır. Buna göre Kelâmın takdirinde üç görüş vardır: Birincisi: "En lâ tüşriku” kavli, manaya bağlıdır, takdiri de şöyledir: Etlü aleyküm en lâ tüşriku: Yani size şirkin haram olduğunu okuyayım. İkincisi: Mana: Size şirk koşmamanızı tavsiye ederim, olur. Çünkü "ve bilvalideyni ihsana” (İsra: 23) kavli: Size ana babaya iyilik etmenizi tavsiye ederim, manasına hamledilmiştir. Bu ikisini Zeccâc zikretmiştir. Üçüncüsü: Söz: "Harreme rabbüküm"de bitmiştir. Sonra: "Aleyküm” kavli üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O teşviktir, "aleyküm enfüseküm” (Maide: 105) kavli gibi ki, takdiri: Aleyküm en lâ tüşrikü (şirk koşmamaya bakın) demektir. Bunu da İbn Enbari, zikretmiştir. İkincisi: Size farz kılındı ve şirk koşmamanızı size vacip kıldı, demektir. Bu şirkte de iki görüş vardır: Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’lâ beraber bir ortak olduğunu iddia etmektir. İkincisi: O’na isyan ederek başkasına itâat etmektir. "Evlatlarınızı öldürmeyin": Kızları diri diri gömmeyin demek istiyor. "min imlak": Fakirlik korkusundan demektir. "Çirkin şeylerin (fevahiş) görünenine ve görünmeyenine yaklaşmayın": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Fevahiş (fuhuş) zinadır, görüneni, onu açıklamak, gizlisi de onu saklamaktır. Bunu İbn Abbâs, Hasen ve Süddi, demişlerdir. İkincisi: Görüneni, içki ve haram kadınları nikah etmektir, görünmeyeni de zinadır. Bunu da Said b. Cübeyr ile Mücâhid, demişlerdir. Üçüncüsü: Görüneni içkidir, görünmeyeni de zinadır. Bunu da Dahhâk, demiştir. Dördüncüsü: O fuhuş sayılan şeyler için geneldir, görüneni onu açıktan yapmaktır, görünmeyeni de gizli yapmaktır. Bunu da Katâde, demiştir. Beşincisi: Görüneni organlarla yapmaktır, görünmeyeni de kalp ile itikat etmektir. Bunu da Maverdi, buranın ve "günahın açığını ve gizlisini bırakın” (En’am: 120) âyetinin tefsirinde zikretmiştir. "Allah’ın haram ettiği can da": Müslümanın veya sözleşmeli din gayrisinin canıdır. Hak’tan maksat da: Şeriatin iznidir. 152Yetim malına, en güzeli dışında, erginliğine varıncaya kadar yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz hiç kimseye gücünün yetmediğini teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz zaman adil olun, ister ki, akraba olsun. Allah'ın sözünü yerine getirin. İşte Allah size bunları tavsiye etti ki, öğüt alasınız diye. "Yetim malına, en güzeli dışında, erginliğine varıncaya kadar yaklaşmayın": Özellikle yetim malından bahsedilmesi; ona riayet edenlerin azlığı ve sahibinin zayıflığından dolayı ona tamah edenlerin çok olmasından dolayıdır. "En güzeli dışında": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: O, ıslah eden vasinin, malı ihtiyaç halinde usulü dairesinde yemesidir. Bunu da İbn Abbâs ile İbn Zeyd, demişlerdir. İkincisi: Onda ticaret etmektir, bunu da Said b. Cübeyr, Mücâhid, Dahhâk ve Süddi, demişlerdir. Üçüncüsü: Onu teslim anma kadar muhafaza etmektir, bunu da İbn Saib, demiştir. Dördüncüsü: Onu muhafaza etmek ve çalıştırmaktır, bunu da Zeccâc, demiştir. Ve şöyle demiştir: "Hatta” edatı manaya göre denilmiştir, Mana da şöyledir: Yetim erginliğine varıncaya kadar malını onun adına muhafaza edin; erginliğine vardığı zaman da ona teslim edin. Âyette geçen "eşüdd": Gençlik ve kuvvetinin güçlenmesi ve yaşın kemale ermesidir. İbn Kuteybe: Âyetin manası: Yetişip de erkeklik çağına erinceye kadar, demiştir, iyice kemale erip de düşmeye başlamadan öncesine: Belağa eşüddehu denir. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Eşüdd kelimesinin kendi kökünden tekili yoktur, eğer zorlanırlarsa, dabb kalıbında şedd derler, cem’i de edubb (eşüdd)ür. İbn Enbari de şöyle demiştir: Basra ekolünden bir grup dilci: Eşüdd’ün tekili, şinin zammesiyle: Şüd’dür, demişler. Bazı Basralılar da: Eşüdd’ün tekili; Şiddet’tir, demişlerdir, tıpkı: Nimet ve en’üm, gibi. Bazı dilciler de: Eşüd’ün tekili yoktur, demişlerdir. Müfessirlerin eşüd üzerinde sekiz görüşleri vardır: Birincisi: Otuz üç yaşıdır, bunu İbn Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: On sekiz ilâ otuz yaş arasıdır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. Üçüncüsü: Kırk yıldır, bu da Hazret-i Âişe radıyallahu anha’dan rivayet edilmiştir. Dördüncüsü: On sekiz yaşıdır, bunu da Said b. Cübeyr ile Mukâtil, demişlerdir. Beşincisi: Yirmi beş yıldır, bunu da İkrime, demiştir. Altıncısı: Otuz dört yaşıdır, bunu da Süfyan Sevri, demiştir. Yedincisi: Otuz yaşıdır, bunu da Süddi, demiştir. Ve şöyle demiştir: Bu Âyetten sonra: "Evlenme yaşına varınca” (Nisa: 6) âyeti gelmiştir ki, mensuh olduğuna işaret eder gibidir. Sekizincisi: Aklı başına gelmektir, bunu da Zeyd b. Eslem, Şa’bî, Yahya b. Yamur, Rebia ve Malik b. Enes, demişlerdir. Doğru olan da budur. Bundan önce görüşlerini naklettiklerimizin bu âyeti böyle tefsir ettiklerini zannetmiyorum; ancak tefsirleri toplayanlar, bu görüşleri Allahü teâlâ’nın: "Ve lemma beleğa eşüddehu” (Yûsuf: 22 ve Kasas: 14) kavlinin tefsirini buraya naklettiklerini sanıyorum. Oradaki, erginliğin sonudur, buradaki ise başıdır. Bu onun gibi değildir. İbn Cerir de şöyle demiştir: Kelâmda söylenmeyen kısım vardır, belli olduğu için atılmıştır, çünkü Mana şöyledir: Erginliğine varmaya kadar ona yaklaşmayın, erginliğine varır da ondan akıllılık hissederseniz, ona malını verin. Mûsannif şöyle demiştir: Eğer görülenden bu âyette görüleni kasdederse doğru değildir; akıllılığın sezilmesi ve malın teslimi konusunda başka bir Âyetten istifade edilmiştir. Başka yerde mukayyed olan bu âyette mutlak zikredilmiş; mutlak mukayyede hamledilmiştir. "Ölçüyü tam yapın": Yani eksik yapmayın, demektir. "Vel-mizan": Terazi ile tartılam da demektir. Kıst ise: Adalet manasınadır. "Hiç kimseye gücünün yetmediğini teklif etmeyiz": Yani kaldıramayacağı ve zorlanacağı şeyi demektir. Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Ölçü ile tartıda belirsizliği en aza indirmek mümkün olmadığından araştırmakla mükellef kılınmışız, yoksa farkı sıfıra indirmekle değil (o zaman hassas ölçü ve tartı aletleri olmadığını söylemek istiyor. Mütercim). "Söylediğiniz zaman adil olun": Yani konuştuğunuz veya şahitlik ettiğiniz zaman, hakkı söyleyin, ister ki, lehine veya aleyhine şahitlik ettiğiniz akraba olsun. Allah’ın sözü ise: Halkına emredip tavsiye ettiği şeyler ile insanın adak vs. ile kendine vacip kıldığı şeylerdir. "Zaliküm vassaküm bihi lealleküm tezekkerun” (Allah bunları tavsiye ediyor, ki, öğüt alasınız diye): Yani öğüt alıp tutmanız için. İbn Kesir ile Ebû Amr: En’am: 153’te "tezekkerun", En’am: 126’da "yezzekkerun", Meryem 67’de: Yezzekkerül insanu", Furkan: 62’de "En yezzekkere", İsra: 41’de "liyezzekkeru", hepsini şeddeli okumuşlardır. Nâfi', Ebû Bekir de-Âsım’dan naklen - İbn Âmir, bunların hepsini şeddeli, ancak Meryem: 67’de "evela yezzekkerülinsan’ı şeddesiz okumuşlardır. Hafs da Âsım’dan Kur’ân'ın her yerinde zail şeddesiz olarak "yezkürun” okumuştur. Hamze ile Kisâi de, ye ile olunca şeddeli "yezzekkerun", te ile olunca da şeddesiz (tezkürun) okumuşlardır. 153Bu, benim doğru yolumdur, siz de ona tabi olun; aykırı yollara tabi olmayın ki, sonra sizi O’nun yolundan ayırır. İşte size bunu tavsiye etti. Belki sakınırsınız. "Ve enne hâza sırati müstekıma": İbn Kesir, Nâfi, Âsım ve Ebû Bekir, hemzenin fethi ve nunun şeddesiyle: "Veenne” okumuşlardır. Ferrâ’ da şöyle demiştir: İstersen ütlü’nün mef’ulu olarak "enne” okursun, istersen meksur okursun, mana da enne’ye göre şöyledir: işte size bunu ve doğru yolum budur diye tavsiye etti (zaliküm vessaküm bihi ve bienne hâza sırati müstekıma). İbn Âmir de hemzenin fethi ile okumuş, ancak o, nunu şeddelememiş, onu sakileden hafifeye çevirmiş ve irabım da ona vermiştir (amel ettirmiştir). Hamze ile Kisâi de nunun şeddesi ve meksur hemze (inne) okumuş ve bunu cümle başı yapmışlardır. Sırat (yol)da da iki görüş vardır: Birincisi: O Kur’ân’dır. İkincisi: İslâm’dır. Müstekıma’nın irabını yukarıda açıklamış bulunuyoruz. Sübül (aykırı yollar) ise: İbn Abbâs onların sapıklıklar olduğunu söylemiştir. Mücâhid de: Bid’atler ve şüphelerdir, demiştir. Mukâtil de: Kendilerine haram ettikleri davarlar ile ekinlerdir, demiştir. "Sonra sizi yolundan ayırır": Sizi dininden saptırır. 154Sonra Mûsa’ya o kitabı iyilik edene (nimetimizi) tamamlamak ve her şeyi açıklamak için bir hidayet ve rahmet olarak verdik ki, Rablerine kavuşacaklarına iman etsinler. "Sonra Mûsa’ya o kitabı verdik (sümme ateyna Musel kitabe)": Zeccâc şöyle demiştir: "Sümme” edatı okumanın manasına atıf içindir, Mana da şöyledir: Ütülü ma harreme rabbüküm sümmetlü aleyküm ma atahullahu Mûsa. İbn Enbari de şöyle demiştir: "Sümme"den sonraki kısım mana bakımından daha öncedir, takdir şöyledir: Sonra biz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e Kur’ân’ı indirmeden önce Mûsa’ya o kitabı vermiştik. "Temamen ale’llezi ahsene": Temamen üzerinde iki görüş vardır: Birincisi: O, kendinden sonra gelene bitişiktir, şöyle dersin: A’teytüke keza temamen alâ keza ve temamen likeza (şunu tamamlamak için sana şunu da verdim). Bu da cumhûrun görüşüdür. İkincisi: Temamen kelimesi, kendi başına bir kelimedir, arkasındaki ile ilişkisi yoktur. Takdir şöyledir: Mûsa’ya kitabı tam olarak verdik, yani bir defada verdik, onu Kur’ân gibi azar azar indirmedik. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Ahsene” (iyilik eden) kelimesiyle işaret edilenin kim olduğu üzerinde de dört görüş vardır: Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’tır. Sonra Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Allah’ın peygamberlerine ihsanını tamamlamak için, bunu da İbn Zeyd, demiştir. İkincisi: Allah’ın Mûsa’ya olan ihsanını tamamlamak için. Bu iki görüşe göre "ellezi” "ma = şey) manasına olur. Birincisi: O İbrahim aleyhisselam’dır, Mana da şöyledir: Allah’a güzel itâat eden İbrahim’e nimeti tamamlamak için. İkincisi: Mûsa'nın peygamberliği İbrahim’e nimet idi, çünkü Mûsa onun soyundandır. Bunu da Maverdi, demiştir. Üçüncüsü: O; iyilik eden bütün peygamberler ve diğerleridir. Mücâhid de şöyle demiştir: İyilik edenlere tamamlamak için, yani bütün iyilik edenlere nimeti tamamlamak için. Buna göre de "ellezi", "men” (kim), “alâ” da cer lamı (lehu) manasına olur. Arapların: Etimme aleyhi ve etimme lehu (ona tamamla) sözü de bundandır. Şair Rai şöyle demiştir: O deveyi aylarca otlattı ve onunla kendisi baş başa kaldı. Burada aleyha, leha manasına kullanılmıştır. İbn Kuteybe de şu sözün de böyledir, demiştir: Malımı gaza ve haccedene vasiyet ediyorum, yani gazilere ve hacılara demektir. Dördüncüsü: O, Mûsa’dır, sonra iyilik edenin manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Dünyada aziz ve celil olan Allah’a itâat etmekle iyilik etti, demektir. Hasen ile Katâde de şöyle demiştir: Dünyadaki iyiliğine cennetteki iyiliği katıp tamamlamak için. Rebi’ de şöyle demiştir: O, itâati dolayısıyla Mûsa’ya ihsanıdır. İbn Cerir de şöyle demiştir: Emir ve yasaklarımızı yerine getirmekle iyilik ettiği için ona olan nimetimizi tamamlamak için. İkincisi: İlimden ve Allah'ın eski kitaplarından ilâve (ziyade) etti, sanki Tevrat’tan verdiğine ilâve etmiştir. O zaman "tamam” ziyade manasına olur. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Bu iki görüşe göre "ellezi” "ma = şey” manasına olur. Ebû Abdurrahman es - Sülemi, Ebû Rezin, Hasen ve İbn Yamur, ref ile: "Alellezi ahsenü” okumuşlardır ki, manası da: Şeylerin en güzeli üzerine, demektir. Abdullah b. Yamur, Ebû'l - Mütevekkil ve Ebû’l - Âliyye de hemzenin refi, “sîn” in kesri ve nunun fethi ile : "Alellezi uhsine” okumuşlardır ki, ihsana da ihtimali vardır, ilme de ihtimali vardır. "Her şeyi açıklamak için": Yani bilme ihtiyacında oldukları şeriat işleriyle ilgili her şeyi açıklamak için, o zaman öldükten sonra dirilmeye ve cezaya iman ederler. 155Bu da indirdiğimiz mübarek bir kitaptır; ona tabi olun ve sakının. Ta ki, merhamet olunasınız. "Bu da indirdiğimiz mübarek bir kitaptır": Yani Kur’ân'dır. "Ona tabi olun ve sakının": Ona karşı gelmekten. Zeccâc da şöyle demiştir: Rahmeti ummanız için. 156Bu kitabı indirdik ki, "Kitap ancak bizden önceki iki zümreye indirildi. Biz, onların okumalarından gerçekten gafil idik” demeyesiniz. "Demeyesiniz": İniş sebebi şöyledir: Mekke kâfirleri: Allah Yahudilerle Hıristiyanları kahretsin, peygamberlerini nasıl da yalanladılar; Allah’a yemin ederiz ki, eğer bize bir kitap veya uyarıcı biri gelse idi, onlardan daha doğru yolda olurduk, dediler. İşte bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: "En” iki yerde de mahallen mensubtur: Birincisi: Enzelnahü li-en-lâ tekûlu demekir. İkincisi: Vetteku en tekulu demektir. Zeccâc da Basralılardan şunu nakletmiştir: Cümlenin manası şöyledir: Böyle demenizi istemediğimiz için onu indirdik. Onlar "lâ” edatını gizlemeyi câiz görmezler. Bu âyette hitap Mekke halkınadır. Maksat da Kur’ân’ı indirmekle kıyamette şöyle demelerini önlemektir: Şüphesiz Tevrat ile İncil Yahudilerle Hıristiyanlara indirildi, biz ise onlardakinden gafil idik. "Dirasetihim": Kitapları okumaktır. Kisâi de şöyle demiştir: "Ve in künna an dirasetihim legâfilin": Biz onlarda ne olduğunu bilmiyorduk, çünkü onların kitapları bizim dilimizle değildi; Allahü teâlâ da onların seslerini kesmek için kendi dilleriyle bir kitap indirdi. 157Yahut "Eğer bize kitap indirilse idi, mutlaka onlardan daha doğru yolda olurduk” demeyesiniz. İşte size Rabbinizden açık bir delil, bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir. Allah’ın âyetlerini yalan sayandan ve onlardan yüz çevirenden daha zalim kimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirdikleri şeyden dolayı en kötü azapla cezalandıracağız. "Mutlaka onlardan daha doğru yolda olurduk": Zeccâc şöyle demiştir: Bunu demeleri şunun içindir; çünkü onlar akıl ve fikirlerini çalıştırırlardı; şiirleri ve haberleri ezberler idiler, onlar ümmi oldukları için okuma yazma bilmezlerdi. "Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir": Yani içinde açıklama olan ve şüpheleri kesip atan şey gelmiştir. İbn Abbâs: "Size beyyine gelmiştir” kavlinde: Delil gelmiştir ki, o da; Peygamber, Kur’ân, hidayet, açıklama, rahmet ve nimettir, demiştir. "Daha zalim kimdir?": Yani daha kâfir kimdir, demektir. "Allah’ın âyetlerini yalanlayandan": Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Kur’ân’ı. "Ondan yüz çevirenden": Ondan yüz çevirip de onlara inanmayanlardan. Kötü azap da: En çirkin (onur kırıcı) azap demektir. 158Onlar kendilerine meleklerin gelmesini mi yahut Rabbinin gelmesini mi veyahut Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar. Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün hiç kimseye, eğer daha önce iman etmemiş veyahut imanında bir hayır kazanmamışsa, imanı fayda vermez. De ki: Bekleyin; çünkü biz de bekliyoruz. "Hel yanzurune": Bekliyorlar mı, demektir. "İlla en te’tiyehümül melaiketü": İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir, te ile: "Te’tiyehüm” okumuşlardır: Hamze ile Kisâi de, ye ile "ye’tiyehüm” okumuşlardır. Meleklerin gelmesi de canlarını almak içindir. Mukâtil şöyle demiştir: Meleklerden maksat yalnız ölüm meleği (Azrail)dir. "Yahut Rabbinin gelmesi": Hasen: Yahut Rabbinin emrinin gelmesidir, demiştir. Zeccâc da: Helaki ve intikamının gelmesidir; o da ya acil azapla yahutta kıyametle olacaktır, demiştir. "Ev ye’tiye badu ayati rabbik": Abdülvaris - Kazaz hariç - yenin sükunu ile "ev ye’ti” okumuş; diğerleri ise fetha ile ‘ye’tiye” okumuşlardır. Bu âyette de dört görüş vardır: Birincisi: O, güneşin batıdan doğmasıdır, bunu da Ebû Said el - Hudri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiş, 14 14- İmam Ahmed, Müsned, 3/31. İbn Mes’ûd da böyle demiştir. Zürare b. Evfa, Abdullah b. Amr, Mücâhid, Katâde ve Süddi de bir rivayette böyle demişlerdir. Buhârî ile Müslim, Sahih’lerinde, Ebû Hureyre’nin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet emişlerdir: Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. Oradan doğup da insanlar onu görünce yeryüzündeki herkes iman eder. O zaman daha önce iman etmeyene veya imanında bir hayır kazanmayana imanı fayda etmez. Abdullah b. Amr b. el - As da, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Güneş batıdan doğuncaya kadar Tevbe kabul edilir, oradan doğduğu zaman, herkesin kalbinde ne varsa onun üzerine mühür vurulur ve insanlar ne amel ediyorlarsa kendilerine yeter. İkincisi: O, güneşle ayın batıdan doğmasıdır. Bunu da Mesruk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: O, üç mucizeden biridir: Güneşin batıdan doğması, Dabbetülarz ve Ye’cuc ve Me’cuc şeddinin yarılması. Bu manayı Kasım, İbn Mes’ûd’dan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Güneşin batıdan doğması, Deccal ve Dabbetülarz'dır. Bunu da Ebû Hureyre, demiştir. En doğrusu birincisidir. Burada hayırdan maksat, iyi ameldir. O zaman iman ve iyi amel niçin fayda vermiyor? Çünkü o zaman insanı imana zorlayan âyet görünmüştür. Dahhâk da şöyle demiştir: Kime imanla beraber iyi amel üzerinde iken bazı âyetler gelirse, Âyetten önce olduğu gibi ondan kabul olunur. Şöyle denilmiştir: Güneşin batıdan doğması şunun içindir; çünkü imansızlar ve müneccimler bunun olmayacağını iddia etmişlerdir. Allahü teâlâ onlara âyetlerini gösterecek ve onu doğudan olduğu gibi batıdan doğduracaktır, ta ki, Nemrud’un acziyeti ortaya çıksın. Çünkü İbrahim ona: "Sen de onu batıdan getir, demişti de o da lal olmuştu” (Bakara: 258) demişti. "De ki: Bekleyin, biz de beklemekteyiz": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bundan maksat tehdittir ve muhkemdir (mensuh değildir). İkincisi: Savaştan çekilme emridir ve kılıç âyetiyle neshedilmiştir. 159Şüphesiz dinlerini parça parça edenler ve fırkalara ayrılanlardan sen hiçbir şeyde değilsin (onlarla alakan yoktur). Ancak onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra onlara neler yaptıklarını haber verir. "inne’llezine Ferrâ’ku dinehüm": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, şeddeli olarak: "Ferrâ’ku” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de elifle: "Fareku” okumuşlardır. Rum: 32’de de böyle okumuşlardır. Kim "ferreku” okursa: Bir kısmına iman ettiler, bir kısmını da inkâr ettiler demek ister. Kim de "faraku” okursa: Ayrıldılar demek ister. İşaret edilen bunlar hakkında dört görüş vardır: Birincisi: Onlar bu ümmetin sapıklarıdır, bunu Ebû Hureyre, demiştir. İkincisi: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu da İbn Abbâs, Dahhâk, Katâde ve Süddi, demişlerdir. Üçüncüsü: Yahudilerdir, bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: Bütün müşriklerdir, bunu da Hasen, demiştir. Bu görüşe göre dinleri: Din olarak kabul ettikleri küfür (inançsızlıktır). Bir öncekine göre de dinleri: Allah’ın onlara emrettiği şeydir. Şiya’: Fırkalar ve partiler (gruplar)dır. Lügatte: Şeyya’tü: Tabi oldum, demektir. Araplar: Şaakümüsselam ve eşaakümüsselam derler ki: Selam sizi izlesin (nereye gidersen seninle gitsin), demektir. Şair de şöyle demiştir: Ey Zaturk’taki gölgesi serin hurma ağacı, Selam seninle olsun! Eteytüke ğaden ev şiyeaten denir ki: Sana bugün yahut ertesi gün geldim, demektir. Şia’nın manası da: Birbirine tabi olup da ittifak edemeyen topluluk (taraftar) demektir. "Sen hiçbir şekilde onlardan değilsin": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlarla savaşmakla hiçbir şekilde alakan yoktur, demektir. Sonra bu, kılıç âyetiyle neshedilmiştir. Bu da Süddi’nin görüşüdür. İkincisi: Onlardan değilsin demek; sen onlardan uzaksın, onlar da senden uzaktır; onların işi Allah’a kalmıştır, demektir ki, bu durumda âyet muhkemdir. 160Kim iyilikle gelirse, ona onun on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse, ancak misli ile cezalanır. Onlar haksızlığa uğramazlar. "Men cae bilhaseneti felehu aşrü emsaliha": Ya’kûb, Kazzaz da Abdülvaris’ten rivayeten tenvinle: "Aşrün” ve ref ile de: Emsalüha” okumuşlardır. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Kim iyilikle amel ederse, ona on sevap yazılır demektir. "Kim de kötülükle gelirse ancak misli ile cezalanır": Başka değil, misliyle karşılık görür. Burada iyilik ve kötülük üzerinde iki görüş vardır: Birincisi: İyilik: Lailâhe illallah’tır, kötülük de: Şirktir, bunu İbn Mes’ûd, Mücâhid ve Nehaî, demişlerdir. İkincisi: O bütün iyilik ve kötülük için geneldir. Müslim, Sahih’inde Ebû Zer hadisi olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Aziz ve celil olan Allah der ki: Kim bir iyilikle gelirse ona on misli vardır veyahut artırırım, kim de kötülükle gelirse, ona misli ceza vardır veyahut onu bağışlarım.17 17 - Müslim, Zikir ve Dua, hadis no, 22. Eğer: "İyilik lâilâhe illallah olursa, onun ne gibi karşılığı vardır ki, onu diyene on katı verilsin?” denilirse, cevap şöyledir: İyiliğin Allah katındaki karşılığı bellidir, o da onu yapanı on katı ile mükafatlandırır, kötülük de böyledir. Maide suresinde: "Sanki bütün insanları öldürmüştür” (Maide: 32) kavlinde buna işaret etmiştik. Eğer: "Misi” kelimesi müzekker olduğu halde, neden müennes zamiri ile "aşrü emsalihe” denildi, halbuki ha (ancak) müennes sayılarda düşer?” denilirse, cevap şöyledir: Innelemsale hulikat hasenatin demektir ki, bu da müennestir. Mananın özeti de şöyledir: Felehu aşrü hasenatin emsalüha; böylece aşr lâfzından he düşmüştür. Çünkü o, müennes bir sayıdır. Nitekim: Aşrü nialin ve aşrü cibabin (on ayakkabı ve on cübbe) kavlinden de düşer. 161De ki: Şüphesiz beni Rabbim doğru bir yola, hakka yönelen İbrahim’in dimdik ayakta duran dinine hidayet etti. O, müşriklerden değildi. "De ki: Rabbim beni doğru yola hidayet etti": Zeccâc: Beni hak din olan dine hidayet etti, diye mana vermiş, sonra da bunu: "Dinen kıyemen” ile tefsir etmiştir. İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr kafi meftuh ve yeyi de şeddeli olarak "kayyimen” okumuştur. Kayyim: Dosdoğru demektir. Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de: Kafin kesresi ve ye de şeddesiz olarak: "kıyemen” okumuşlardır. Zeccâc da: O; sığar ve kiber gibi mastardır, demiştir. Mekki de şöyle demiştir: Kim şeddesiz okursa onu "fial” vezninde kabul etmiş olur ki, aslı vav ile "kıvem” idi, nitekim ivaz ve hivel de aynı kalıptadır, ancak o, kıyasa ters düşmüştür. Zeccâc da şöyle demiştir: "Dinen kıyemen"in mensûb okunması manaya göredir; çünkü: "Hedani” deyince, bana bir din tarif etti manası akla gelir. Onun "ilâ sıratın müştekim” kavlinden bedel olması da câizdir ki, o zaman mana: Beni dimdik bir din olan doğru yola hidayet etti, olur. "Hanifen” ise: İbrahim’den hal olarak mensubtur, mana da: Hedani millete ibrahime fi hali hanefiyyetihi demek olur. 162De ki: Şüphesiz namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. "De ki: Şüphesiz namazım": Meşru kılınan namazı demek istiyor. Nüsük de: Nesike’nin çoğuludur. Burada nüsük hakkında dört görüş vardır: Birincisi: Onlar kurbanlardır, bunu İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücâhid ve İbn Kuteybe, demişlerdir. İkincisi: Dindir, bunu da Hasen Basri, demiştir. Üçüncüsü: İbadettir. Zeccâc şöyle demiştir: Nüsük; aziz ve celil olan Allah’a yaklaşmaya vesile olan her şeydir, ancak çoğunlukla kurbana denir. Dördüncüsü: O din, hac ve kurbanlardır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Ve mahyaye ve memati": Cumhûr "mahyaye’nin yesini harekeli ve "memati’nin ye’sini harekesiz okumuştur. Nâfi ise "mahyay” şeklinde yeyi sakin ve "mematiye” şeklinde de yeyi nasb ile okumuştur. Sonra müfessirlerin bunun manasında iki görüşleri vardır: Birincisi: Onun manası: Hayatıma ve ölümüme ancak Allah sahip olur, demektir. İkincisi: Hayatım taatinde Allah için, ölümüm de cezasına dönmemde yine Allah içindir. Âyetten kasdedilen şudur: Allahü teâlâ şöyle demelerini haber vermiştir: Fiillerim ve hallerim yalnız Allah içindir, sizin O’na şirk koştuğunuz gibi başkası için değildir. 163O’nun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim. "Ve ben Müslümanların ilkiyim": Hasen ile Katâde şöyle demişlerdir: Ben bu ümmetin Müslümanlarının ilkiyim. 164De ki: Allah’tan başka Rab mi arayacağım. O ki, her şeyin Rabbidir. Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır. Bir günahkar bir başkasının günahını taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir; ihtilaf ettiğiniz şeyleri size haber verecektir.. "De ki: Allah’tan başka Rab mi arayacağım?": İniş sebebi şöyledir: Kureyş kâfirleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Bu işten vazgeç, bütün sorumluluklarına kefiliz, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mukâtil, demiştir. "Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır": Yani başkasının ameliyle sorumlu tutulmaz. Mananın şöyle olduğu da denilmiştir: İsyanının azabı ona, taatinin sevabı da yine onadır. "Bir günahkar bir başkasının günahını taşımaz": Zeccâc şöyle demiştir: Hiçbir günahkar başka birinin günahından sorumlu olmaz. Mana da şöyledir: Kimse başkasının günahı ile hesaba çekilmez. Ebû Süleyman da şöyle demiştir: Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden her grup Allah’a başkasından daha yakın olduğunu iddia edince, Allah aralarında hükmedecek olanın kendisi olduğunu: "Size ihtilaf ettiğiniz şeyi haber verir” kavli ile bildirdi. Bunun bir benzeri de: "Şüphesiz Allah kıyamet gününde aralarında karar verecektir” kavlidir. (Hac: 17) 165O ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve kiminizi kiminizin üstüne derecelerle yükseltti ki, verdiklerinde sizi denesin. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Şüphesiz O, elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "O ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Halaif: Halifenin çoğuludur. Şair Şemmah şöyle demiştir: ölüm onları vurur, beni ise ıskalar, Ben de bir kavimden ötekine halife olurum (aralarında dolaşırım). Onların kimlere halife (halef) olduklarında da müfessirlerin üç görüşü vardır: Birincisi: Onlar yeryüzünde yaşayan cinlere halef oldular, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Onlar birbirlerine halef olurlar. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Üçüncüsü: Ümmet-i Muhammed, diğer ümmetlere halife olmuştur. Bunu da Zeccâc zikretmiştir. "Bazınızı bazınızın üzerine derecelerle yükseltti": Yani rızıkta, ilimde, şerefte, kuvvette vs. şeylerde, "liyeblüveküm": Yani sizi denemek için; o zaman sevap kazanacağınız veya azap göreceğiniz şeyler açığa çıkar. "Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Ona çabuk, dedi, çünkü o gelecektir; her gelecek de yakındır. İkincisi: O azap vermek isterse, azabı çabuk verir. |
﴾ 0 ﴿