7-A’RAF SÛRESİ

Mekke’de inmiştir. 206 ayettir.

İniş Sebebi

El - Avfi, İbn Ebi Talha ve Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, A'raf suresinin Mekke’de indiğini rivayet etmişlerdir. Hasen Basri, İkrime, Atâ’, Cabir b. Zeyd ve Katâde'nin görüşleri de böyledir.

İbn Abbâs’tan, Onun Mekki olduğu ancak şu beş âyetinin Medeni olduğu da rivayet edilmiştir, başı da: Ves’elhüm anilkaryeti âyetidir.

Mukâtil şöyle demiştir: Onun tamamı Mekki’dir, ancak

"ves'elhüm anilkaryeti... ve iz ahaze Rabbüke min beni Âdeme min zuhurihim zürriyatihim” (A’raf: 163-172) âyetleri Medeni’dir.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Elim. Lâm. Mîm. Sâd.

Tefsiri: Elim. Lâm. Mîm. Sâd. Bakara suresinin başında bu huruf- ı mukattaa (tek tek harfler) hakkında kısa bir açıklama yapmıştık.

O, burayı da kapsar. Bu ayete özgü olana gelince, bunda da yedi görüş vardır:

Birincisi: Bunun manası şöyledir: Ben Allah’ım daha iyi bilirim ve aranızda hüküm veririm. Bunu Ebudduha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, Allahü teâlâ’nın bu harflerle ettiği bir yemindir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, Allahü teâlâ’nın isimlerinden bir isimdir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Elif, "Allah” isminin baş harfidir, lâm "Latif” isminin baş harfidir, mîm

"Mecid” isminin baş harfidir, sad da "Sadık” isminin baş harfidir. Bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Beşincisi: Elif, lâm, mîm, sad, sûrenin ismidir, bunu da Hasen Basri, demiştir.

Altıncısı: O, Kur’ân’ın isimlerinden bir isimdir, bunu da Katâde, demiştir.

Yedincisi: O, bir kelimenin kısaltmasıdır.

Sonra bu kelime hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Mûsavvir kelimesidir, bunu da Süddi, demiştir.

İkincisi: O "el - masir ilâ kitabin ünzile ileyke (dönüş sana indirilen kitabadır) sözünün kısaltmasıdır. Bunu da Maverdi, zikretmiştir.

2

Bu, sana indirilen bir kitaptır. Göğsünde (yüreğinde) ondan bir sıkıntı olmasın. Onunla (insanları) uyarman ve mü’minlere bir öğüt için.

"Kitabun ünzile ileyke":

Ahfeş şöyle demiştir: Kitap mübteda olarak merfudur. Ferrâ’’nın kanaati de şudur: Allahü teâlâ bazı surelerin başında hece harflerinin bazısını söylemekle yetindi, nitekim biri: Elif be te se der ve yirmi dokuz harfi kasteder.

Mana da şöyledir: Hece harfleri sana indirdiğimiz kitaptır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Kitabın gizli bir şeyle de merfu olması câizdir; meselâ: Hazel kitabu gibi.

Sıkıntı üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi: O, şüphedir, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Süddi ve İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: O, darlıktır, bunu da Hasen ile Zeccâc, demişlerdir.

"Minhü’nün zamirinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, kitaba râcîdir,

buna göre Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Tebliğ etmekle göğsün daralmasın ve korkma. Bunu da Zeccâc, demiştir.

İkincisi: Onun Allah katından olduğunda şüphe etme.

İkincisi: O gizli bir şeye râcîdir, uyarma da onu göstermektedir ki, o da yalanlamadır (tekzibtir). Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Ferrâ’, âyetin manası şöyledir, demiştir: Eğer seni yalanlarlarsa, buna göğsün daralmasın.

Zeccâc da şöyle demiştir:

"Uyarman için” kavli daha öncedir,

Mana da şöyledir: Onunla insanları uyarman ve öğüt için sana indirildi, artık içinde bir sıkıntı olmasın.

"Zikra": Bunun da mahallen merfu, mensûb ve mecrur olması câizdir. Mensûb olması, Ünzile ileyke litünzire bihi ve zikra lilmü'minin kavline göredir, yani onunla öğüt vermen için demektir. Çünkü uyarmada öğüt verme manası vardır. Merfu olması da câizdir ki, hüve zikra demektir, tıpkı: Ve hüve zikra lilmü’minin kavli gibidir. Cer ise, litünzire’nin manasına göredir, zira mana: Lientünzire ve zikra demektir. O da mahallen mecrurdur.

3

Rabbinizden size indirilene tabi olun. O’ndan başka dostlara tabi olmayın. Ne de az öğüt alıyorsunuz.

"Rabbinizden size indirilene tabi olun":

Eğer: ilk âyette nasıl müfred olarak hitap etti de

sonra

"ittebi’û” diyerek cemi etti?” denilirse, buna üç cevap verirler:

Birincisi: O; hitabın kendine ve ümmetine olduğunu bildiği için bu manadan dolayı cemi sigası güzel olmuştur.

İkincisi: ilk hitap özeldir, İkincisi ise uyarmaya hamledilmiştir. Uyarma da söyleme gibidir sanki: Litekule lehüm münziren:

"ittebiu ma ünzile ileyküm min rabbikim” demiştir. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir.

Üçüncüsü: ikinci hitap müşrikleredir, bunu da bir bölük müfessir demişlerdir. Ve: Onlara indirilen de Kur’ân’dır, demiştir.

Zeccâc: indirilen, Kur’ân’dır ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den gelendir, çünkü o da kendisine indirilenlerdendir, demiştir. Zira Allahü teâlâ: Peygamber size ne verirse alın, sizi neden men ederse ondan vazgeçin (Haşr: 7) buyurmuştur.

"O’ndan başka dostlara tabi olmayın": Yani hak dinden sapanı dost edinmeyin. Bir mezhebe razı olan, o mezhep mensuplarının dostudur (inanç birliği).

"Kalilen ma tezekkerun": Ma, zaittir, tekit için gelmiştir.

Mana da: Az öğüt alıyorsunuz, demektir.

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle zalı ve kâfi şeddeli olarak

"tezzekkerun” okumuşlardır.

Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayetle zalı şeddesiz ve kâfi şeddeli okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim şedde ile

"tezekkerun” okursa, tetezekkerun olarak düşünmüş ve teyi zala idgam etmiştir. Bu idgam da güzeldir, çünkü te fısıltılı, zal da açık harflerdendir. Açık harfin sesi fısıltılıdan daha fazla ve daha güçlüdür. Binaenaleyh eksiği artığa idgam etmek güzeldir.

Hamze ile ona katılanlara gelince, onlar da ötekilerin idgam ettiği teyi atmışlardır ki, bu da güzeldir; çünkü birbirine yakın üç harf arka arkaya gelmiştir.

İbn Âmir de ye ve te ile peygambere hitap olarak

"yetezekkerun” okumuştur ki, mana: Bu hitapla öğüt verilenler ne de az öğüt alıyorlar, demek olur.

4

Nice kentleri helak ettik de onlara azabımız geceleyin yahut öğle uykusunda iken geldi.

"Ve kem min karyetin ehleknaha": "Kem” çokluğu, "rübbe” de azlığı gösterir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mana: Vekem min ehli karyetin (nice kent halkı vardır ki,) şeklindedir. Ehl kelimesi atılmıştır, çünkü kelâmda ona delalet eden şey vardır.

"Fecaehüm be’süna": Bu da karye lâfzına göredir,

Mana da şöyledir: Azabımız onlara gaflette iken, onu beklemezlerken geldi, ya gece uyurlarken yahutta gündüzün öğle uykusunda iken.

İbn Kuteybe: Be’süna: Azabımız, beyaten de geceleyin, demiştir. Kailun ise öğle uykusu, demektir.

Eğer:

"azap onlara helak etmeden önce geldi, bu durumda helak niye önce zikredildi?” denirse?

Buna üç türlü cevap verilir:

Birincisi: Helak ile azap birlikte olur, meselâ: Bana verdin ve güzel ettin, dersin ki, güzel etmek ne vermekten sonradır ne de öncedir, ancak ikisi birlikte olmuştur. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

İkincisi: Âyette gizli kelime vardır, takdiri şöyledir: Ehleknaha, ve kane be’süna kad caeha (onları helak ettik, zaten azabımız da gelmişti). Burada "kane” gizlenmiştir,

"vettebeu ma tetluşşeyatinü” (Bakara: 102) kavlinde olduğu gibi ki, ma kanetişşeyatinü tetluhu demektir. Şu da öyledir:

"în yesrik", (Yûsuf: 77) yani: in yekûn yesrik, demektir.

Üçüncüsü: Âyette takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: "Ve kem min karyetin câeha be’süna beyaten, ev hüm kailune feehleknaha. Tıpkı:

"İnni müteveffîke ve raifüke ileyye” (Al-i İmran: 55) âyeti gibi ki, rafiüke ve müteveffîke, demektir. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir.

"Ev hüm kailun":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Burada gizli bir vav vardır, mana da: Fecâeha be'süna beyaten evhum kailune, demektir. Üst üste atfı dile ağır görmüşlerdir.

5

Azap onlara geldiği zaman sözleri: "Şüphesiz biz zâlimler idik” demekten başka bir şey olmadı.

"Fema kâne da’vahüm": Dilciler: Burada da’va dua ve söz demektir:

Mana da şöyledir demişlerdir: Azap onlara geldiği zaman söz ve çağrışmaları haksızlığı kabullenmekten başka bir şey olmadı.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu kelâmda davanın iki yeri vardır:

Birincisi: iddiadır.

İkincisi: Söz ve duadır.

Şair de şöyle demiştir:

Ayağım uyuştuğu zaman ismini anar ve şifa bulurum,

Ayağımdaki uyuşukluk hemen geçer.

6

Mutlaka kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız ve mutlaka gönderilen peygamberlere de soracağız.

"Kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız": Yani ümmetlere sorulur: "Peygamberler size tebliğ etti mi, siz de ne cevap verdiniz?” diye sorulur.

7

Mutlaka onlara bilerek anlatacağız. Bizler gaipler değiliz.

"Onlara mutlaka anlatacağız": Yani yaptıklarını ilmimizle onlara haber vereceğiz.

"Bizler gaipler değiliz": Peygamberlerden de ümmetlerden de.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Kitap ortaya konur, yaptıklarını anlatır.

8

O gün tartı / mizan haktır. Kimin tartıları / mizanları ağır gelirse, işte kurtulanlar onlardır.

9

Kimin de tartıları / mizanları hafif gelirse, işte âyetlerimizi inkâr etmeleri sebebiyle kendilerini ziyan edenler onlardır.

"O gün tartı haktır": Yani adalettir, neden

"mevazînühu” şeklinde çoğul dedi? Zira

"men” çoğul manasınadır, buna da "Ülâike” lâfzı delalet eder.

"Yazlimûn: Bunun manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: İnkar ederler, demektir.

İkincisi: Küfrederler, demektir.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Mevâzin"den maksat, tartıdır. Araplar şöyle derler: Hel leke fi dirhemin bimizani dirhemik ve vezni dirhemik (senin dirheminin tartısındaki bir dirheme diyeceğin var mı?): Dari bimizani darik ve vezni darik derler ki, evim evinin karşısındadır demek isterler.

Şair de şöyle demiştir:

Ben size rastlamadan önce güçlü biri idim,

Yanımda her hasmın tartısı vardı (onu tartardım).

Yani kelâm ve sözüne karşılık verirdim.

Mizan hadiste meşhurdur, Kur’ân’ın zahiri de onu söyler.

Mu’tezile ise bunu inkâr eder ve:

"Ameller, arazi yani bizzat varlığı olmayan şeylerdir, nasıl tartılır?” derler. Cevap şöyledir: Ameller değil amel defterleri tartılır, delili de Abdullah b. Amr b. el - As’ın, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet ettiği şu hadistir: Aziz ve celil olan Allah ümmetimden bir adamı kıyamet günüde halkın önüne getirir, ona doksan dokuz sicil açar, her sicilin uzunluğu göz görecek kadardır. Sonra ona:

"Bunlardan bir şey inkâr ediyor musun? Hafaza melekleri sana haksızlık ettiler mi?” der. O da: Hayır, ya Rabbi, der. Ona:

"Bir mazeretin veya bir iyiliğin var mı?” der. Adam şaşar: Hayır, ya Rabbi, der. O da: Evet, senin bizim yanımızda bir tek iyiliğin vardır, bugün sana haksızlık edilmeyecektir, der ve bir pusula çıkarılır, onda: Eşhedü enlâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu, yazılıdır. Siciller terazinin bir kefesine, pusula da bir kefesine konulur; siciller havaya kalkar, pusula ağır gelir. Bunu İmam Ahmed Müsned'inde tahriç etmiştir, ayrıca Tirmizî de rivayet etmiştir.

1 - Müsned, 2/213; Tirmizî. İman, bab, 17; İbn Mâce, Zühd, bab, 35.

Ebû Hureyre de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Uzun boylu çok yiyen ve çok içen (şişman) bit adam getirilir ki, bir sivrisineği tartamaz. Buna göre kıyamette insanlar tartılır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: İyilikler ve kötülükler bir dili ve iki gözü (kefesi) olan bir terazide tartılır. Mü’mine ameli en güzel bir biçimde getirilir, terazinin bir gözüne konulur, iyilikleri kötülüklerine ağır basar. Kafire ise ameli en çirkin bir surette getirilir, terazinin gözüne konulur, iyilikleri havaya kalkar.

Hasen Basri de: Mizanın bir dili ve iki gözü vardır, demiştir. Hadiste şöyle gelmiştir: Dâvud aleyhisselam, Rabbine mizam göstermesi için dua etti; o da ona gösterdi: Ya İlâhi, kim bunun gözlerini iyiliklerle doldurabilir?” dedi. O da: Ey Dâvud, ben bir kulumdan razı olursam, onu bir tek hurma ile doldururum, dedi.

Huzeyfe de şöyle demiştir: Kıyamet gününde mizanın başında Cebrâil duracaktır, Rabbi ona: Onların amellerini tart; bazısından al, bazısının üzerine koy, der. Zalimin iyiliği mazluma verilir. Eğer iyiliği yoksa, mazlumun kötülüklerinden alınır, zalimin kötülüklerinin üzerine konulur. Üzerinde dağlar gibi günahlarla döner.

Eğer:

"Allah amellerin miktarını bilmiyor mu, onları tartmakta ne gibi hikmet var?” denilirse, onda beş hikmet vardır diye cevap verilir:

Birincisi: Halkı dünyada ona inanmakla imtihan etmektir.

İkincisi: Ahirette mutluluk ve bedbahtlık alâmetini göstermektir.

Üçüncüsü: Kullara onlar için olan hayır ve şerri tanıtmaktır.

Dördüncüsü: Onlara karşı delil hazırlamaktır.

Beşincisi: Allah'ın adil olup haksızlık etmeyeceğini bildirmektir: Bunun bir benzeri de unutma ihtimali olmadığı halde amelleri deftere kaydetmesidir.

10

Yemin olsun, sizi yeryüzüne yerleştirdik ve sizin için orada geçimlikler kıldık (hazırladık). Ne de az şükrediyorsunuz?

"Yemin olsun, sizi yeryüzüne yerleştirdik": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Size orada imkan sağladık.

İkincisi: Size orada tasarruf etmeyi kolaylaştırdık.

"Geçimlikler": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar geçineceğiniz yiyecek ve içeceklerdir.

İkincisi: Ziraat ve iş gibi geçimliklere ulaşacağınız şeylerdir. Kurraların çoğu

"maayiş"de hemzeyi terk ederler. Harice ise onu Nâfi'’den hemzeli olarak rivayet etmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Basra ekolüne mensup bütün Arap dilcileri onda hemzenin olmasını hata sayarlar; zira hemze ancak ye’si zait olanda olur, meselâ sahife ve sahaif gibi. Bunda ye zaittir. Ama maayiş, ayş’ten gelir ki, yesi aslidir.

"Ne de az şükrediyorsunuz": Yani şükrünüz azdır, demektir.

İbn Abbâs da: Sizler şükretmiyorsunuz demek, istemiştir, demiştir.

11

Yemin olsun, sizi yarattık, sonra size şekil verdik. Meleklere: "Âdem'e secde edin” dedik. Onlar da secde ettiler. Ancak İblis secde edenlerden olmadı.

"Yemin olsun, sizi yarattık, sonra size şekil verdik":

Bunda da sekiz görüş vardır:

Birincisi: Sizi Âdem’in belinde yarattık, sonra size ana rahimlerinde şekil verdik. Bunu Abdullah b. el - Haris, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Sizi erkeklerin bellerinde yarattık, kadınların rahimlerinde de şekillendirdik. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, İkrime de böyle demiştir.

Üçüncüsü: "Sizi yarattık": Yani Âdem’i,

"sonra size şekil verdik", yani kendisinden sonra zürriyetine. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü:

"Sizi yarattık", yani Âdem’i,

"sonra size şekil verdik", onun belinde, bunu da Mücâhid, demiştir.

Beşincisi:

"Sizi yarattık", erkeklerin bellerinde ve kadınların göğüslerinde.

"Sonra size suret verdik", meniler rahimlerde birleşirken. Bunu da İbn Saib, demiştir.

Altıncısı:

"Sizi yarattık", annelerinizin karınlarında,

"sonra size şekil verdik", yarattıktan sonra kulak ve göz vermekle. Bunu da Ma’mer, demiştir.

Yedincisi:

"Sizi yarattık", yani Âdem’i topraktan yarattık,

"sonra da size şekil verdik", yani ona şekil verdik. Bunu da Zeccâc ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Yaratılma onlara nisbet edildi, çünkü ondan meydana geldiler. Kim: "Sizi yarattıktan” Âdem’i kastederse, manası: Aslınızı yarattık, olur. Kim de onun zürriyetine belinde şekil verdik derse, onları elestü bezminde karıncalar gibi çıkardığım kasteder.

Sekizincisi:

"Sizi yarattık", yani ruhları,

"sonra size şekil verdik", yani cesetlere. Bunu da Kadı Ebû Ya’lâ,

"Mutemed’ kitabında nakletmiştir. İki kere zikredilen "sümme” üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Vav manasınadır, bunu da Ahfeş, demiştir.

İkincisi: Tertip içindir, bunu da Zeccâc, demiştir.

12

(Allah) dedi: "Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten ne men etti?” (İblis) dedi: Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.

"Ma meneake en lâ tescüde":

"Ma” istifham edatıdır, manası da inkârdır (olumsuzluktur). Kisâi: "Lâ” burada zaittir, mana da: "Seni secde etmekten ne men etti?” demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Ma” mahallen merfudur, mana da:

"Hangi şey seni secdeden alıkoydu” şeklindedir, demiştir. "Lâ” ise zaittir, tekit için gelmiştir.

"Li-ellâ yaleme ehlül kitab” (Hadid: 29) da böyledir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bazen "lâ” kelâmda ziyade kılınır, maksat da bu âyette olduğu gibi kelâmı ret ve inkâr etmek için onu atmaktır. Burada lâ’nın ziyade kılınması, onun secde etmemesindendir. Şu âyet de öyledir:

"Enneha iza caet lâ yü’minun". (En’am: 109) Bu da

"ennaha” okuyana göredir. Lâ’yı ziyade etmesi, onların iman etmemelerindendir. Şu da öyledir:

"Ve haramun alâ karyetin ehlaeknaha ennehüm lâ yerciun". (Enbiya: 95)

Ferrâ’ da şöyle demiştir: "Lâ” burada sırf inkâr içindir, zait değildir. Mana da kavil tevile dönüktür. Tevil de şöyledir: Men kale leke: Lâ tescüd (kim sana: Secde etme, dedi). Olumsuzluk söz yerine geçmiş, ondan sonra da

"en” gelmiştir ki, dille söylenmeyen sözün teviline delalet etsin.

İbn Cerir de şöyle demiştir: Kelâmda atma vardır, takdiri şöyledir: Ma meanake minessücud, feahveceke enla tescüde? (Seni secdeden ne men etti de secde etmemeye muhtaç kıldı?).

Zeccâc şöyle demiştir: Allahü teâlâ’nın, İblise:

"Seni ne men etti?” suali onu azarlamak ve onun inatçı olduğunu meydana çıkarmak içindir. Onun içindir ki, o da Tevbe etmedi ve cevap yerine başka bir şey söyledi, onun kelâmı cevap değildir. Çünkü onun:

"Ben ondan hayırlıyım” sözü, ancak:

"Hanginiz hayırlısınız” sorusuna cevap olur. Ancak

Mana şöyledir: Beni secde etmekten alıkoyan, ondan üstün oluşumdur. Bu şuna benzer: Bir adama: "Nasıl idin?” dersin, o da sana: Ben iyiyim, der. Aslında cevap: Ben iyi idim olacaktır. Hem ihtiyaç duyulan hem de fazlası ile cevap verir. Âlimler şöyle demişlerdir: İblis, nass varken kıyas cihetine gitmekle hataya düştü ve çamurun ateşten üstün olduğunu anlayamadı.

Çamur ateşten şu cihetlerden üstündür:

Birincisi: Ateşin karakteri parlamak, alevlenmek ve acele etmektir; çamurun karakteri ise sükunet ve ağırbaşlılıktır.

İkincisi: Çamur bitki bitirme ve icat etme sebebidir, ateş ise yok ve helak etme sebebidir.

Üçüncüsü: Çamur eşyayı toplama sebebidir, ateş ise dağıtma sebebidir.

13

(Allah) dedi: İn oradan; senin için orada kibirlenme olmaz. Hemen oradan çık; çünkü sen alçaklardansın.

"Fehbit minha” (İn oradan):

Hâ” zamirinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, göğe râcîdir, çünkü İblis orada idi, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Cennete râcîdir, bunu da Süddi, demiştir.

"Senin için orada kibirlenme olmaz": Eğer:

"Bir kimse için oranın dışında kibirlenme olur mu?” denilirse, cevap şöyledir: Mana: Kibirli orada olamaz, kibirli ancak başka yerde olur, şeklindedir. Sâğir ise: Hor, demektir. Sağar da: Horluktur.

Zeccâc şöyle demiştir: İblis secdeden çekinmekle kibir tasladı, Allah da ona böylece alçak ve aşağılık olduğunu bildirdi.

14

(İblis) dedi: Bana diriltilecekleri güne kadar süre ver.

"Bana süre ver, dedi": Yani bana mühlet ver ve beni geriye bırak.

"Diriltilecekleri güne kadar": Böylece İblis, ölüm köprüsünü geçmek ve ebedi yaşamak istedi. Allahü teâlâ bunu kabul etmedi ve ona bütün mahlukatın öleceği zaman olan ilk sura üfürülünceye kadar süre tanıdı. Hicr suresinde de ona verilen süreyi şöyle açıkladı.

"Belli vaktin gününe kadar". (Hicr: 38) Mühlet istediği şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: Ölümdür.

İkincisi: Cezadır. Eğer: Nasıl:

15

(Allah) dedi: Şüphesiz sen süre verilenlerdensin.

"Sen süre verilenlerdensin?” denir ki, ondan başka kimseye süre verilmemiştir?” denilerse, cevap şöyledir: Üzerlerine kıyamet kopanlar da ecelleri ile o vakte kadar süre verilenlerdendir, işte İblis de onlardandır.

16

(İblis) dedi: Beni azdırdığın şeye ant içerim ki, onlar için elbette doğru yolunun başına oturacağım.

"Beni azdırdığın şeye ant içerim ki,": Azdırmanın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: O (iğva), yoldan çıkarmak manasınadır, bunu da İbn Abbâs ile cumhûr, demişlerdir.

İkincisi: O, helak etme manasınadır,

"fesevfe yelkavne ğayya"; (Meryem: 59) da ondandır ki, helakle karşılaşacaklar, demektir. Bunu da İbn Enbari, zikretmiştir. "Febima” üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O yemin manasınadır, yani beni helak etmene yemin ederim ki, demek olur.

İkincisi: Ceza manasınadır ki, beni azdırdığın ve beni cezalandırdığın için, demek olur.

"Leakudenne lehüm sıratakel müstakim":

Ferrâ’: Alâ sıratıke (yolunun üzerine) demiştir. Duribe Zeydün ezzahra velbatne (Zeyd’in sırtına ve karnına vuruldu) kavli de böyledir ki, burada alâ edatı gizlidir, demektir.

Burada yoldan ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, Mekke yoludur, bunu da İbn Mes’ûd, Hasen ve Said b. Cübeyr, demişlerdir. Sanki maksat onları hactan men etmesidir.

İkincisi: O, İslâm’dır, bunu da Cabir b. Abdullah, İbn el - Hanefiyye ve Mukâtil, demişlerdir.

Üçüncüsü: O, haktır (yoluna oturup onları haktan çevireceğim, demektir).

17

Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından mutlaka geleceğim. Sen de çoklarını şükredenler (olarak) bulamazsın.

"Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından mutlaka geleceğim":

Bunda da yedi görüş vardır:

Birincisi:

"önlerinden": Onları ahiretleri hususunda şüpheye düşüreceğim.

"Arkalarından": Onları dünyaya özendireceğim.

"Sağlarından": Yani iyilikleri tarafından.

"Sollarından": Yani kötülükleri tarafından. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Yine böyledir, ancak

"önlerinden” ifadesini dünya,

"arkalarından” ifadesini de ahiret kabul etmişlerdir. Bunu da Nehaî ile Hakem b. Uteybe, demişlerdir.

Üçüncüsü: İkincisi gibidir, ancak,

"önlerinden"i onları haktan çeviririm,

"arkalarından"ı, bâtıll tarafından gelir onları ona yönlendiririm, manasını vermişlerdir. Bunu da Mücâhid ile Süddi, demişlerdir.

Dördüncüsü:

"önlerinden": Hak yolundan,

"arkalarından": Bâtıll yolundan,

"sağlarından": Ahiretleri tarafından,

"sollarından” da: Dünya işi tarafından, demektir. Bunu da Ebû Salih, demiştir.

Beşincisi:

"Önlerinden ve sağlarından": Gördükleri yerden,

"arkalarından ve sollarından” da görmedikleri yerden, demektir. Yine bu da Mücâhid’ten nakledilmiştir.

Altıncısı:

Mana şöyledir: Onları saptırmak için bütün yönlerden geleceğim. Bunu da Zeccâc ile Ebû Süleyman Dımeşki, demişlerdir. Buna göre bu yönlerin zikredilmesi, tekitte mübalağa içindir.

Yedincisi:

"önlerinden": Kalan ömürlerinde, demektir ki, onda itâate atılmazlar.

"Arkalarından": Geçen ömürlerinde, demektir ki, onda günahtan Tevbe etmezler. "

Sağlarından": Zenginlik tarafından ki, onu makbul bir yere harcamazlar.

"Sollarından": Fakirlik tarafından ki, ondaki mahzurdan çekinmezler. Bunu da Maverdi, demiştir.

"Çoklarını şükredenler olarak bulmazsın":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Seni birleyen muvahhitler olarak, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Nimetine şükredenler olarak, bunu da Mukâtil, demiştir. Eğer:

"iblis bunu nereden bildi?” denilirse, buna Nisa suresinde cevap vermiştik.

18

(Allah) dedi: Oradan hor ve kovulmuş olarak çık. Yemin ederim ki, kim sana uyarsa, cehennemi bütün sizden elbette dolduracağım.

"Kalehruc minha mez'ûmen": A’meş, zalın zammesiyle hemzesiz olarak

"mezumen” okumuştur.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Ez - Ze’mü vezzemmü, zeemtürrecüle, ez’emuhu ze’men, ve zememtuhu, ezummuhu zemmen; ve zimtuhu, ezimuhu zeymen, denir ve: Recülün mez’umun, ve mezmumun, ve mezimun, denir ki, hepsi aynı manayadır (hor demektir).

Şair Hassan b. Sabit de şöyle demiştir:

Kalktılar, hepsi de o yerde kırıldılar,

Hepsi mez’um (hor ve hakir) olarak.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Mez’um, mezmum’dan horlukta daha abartılıdır. Medhur da: Uzaklaştırılmış, sürülmüş, demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mez’um ile mezmum aynı manayadır. Medhur da: Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış, demektir. "Leemleenne"deki lâm, kasem lâmıdır, kelâm şart ve ceza manasınadır, sanki: Men tebiake uazzibhu (kim sana uyarsa ona azap ederim” demiş gibi oldu, lâm da mübalağa ve tekit için dahil oldu. "Leemleenne"nin lamı kasem içindir, "lemen tebiake"nin lamı ise ona hazırlık içindir.

"Minhum” kavline gelince:

İbn Enbari şöyle demiştir: Hüm zamiri Âdem oğullarına râcîdir, çünkü Âdem oğullarına hitap ederek:

"Sizi yarattık, sonra da sizi şekillendirdik” (A’raf: 11) deyince, onlara döndü ve:

"Onlardan sana kim tabi olursa” dedi ve onları gaip sigası ile ifade etti. Çünkü burada muhatap sigası karışıklığa sebep olur. Araplar hitaptan gaibe, gaipten de hitaba geçerler. Kim: "Sizi yarattık, sonra da size şekil verdik” ifadesinin Âdem’e hitap olduğunu söylerse, hüm zamirini evlatlarına iade etmiş, der. Çünkü babanın zikri onların da yerine geçer. Araplar, eğer mana belli olur ve karışıklık olmazsa, babayı söyler, evladı söylemezler. Şair şöyle demiştir:

Ferezdak’ın, Hatafa’nın şi’rini geçtiğini görüyorum,

Ancak Küleyb kabilesi, Mücaşi kabilesinden daha iyidir.

Hatafa’nın oğlunun demek istemiştir, Hatafa demekle oğlunu zikretmeye gerek duymamıştır (İbrahim Edhem de öyledir ki: İbrahim b. Edhem, demektir. Mütercim).

"Cehennemi bütün sizlerden elbette dolduracağım": Yani Allah’ın emrine muhalefet eden Âdem oğulları ve uydukları şeytanlarla, demektir.

19

Ey Âdem, sen ve zevcen cennete yerleş. İstediğiniz yerden yiyin. Şu ağaca yaklaşmayın; sonra zâlimlerden olursunuz.

20

Şeytan, kapanan ayıp yerlerini açığa çıkarmak için o ikisine vesvese verdi ve: Rabbiniz sizi bu ağaçtan men etmedi ancak iki melek olursunuz yahut ölümsüz olursunuz diye men etti, dedi.

"Şeytan o ikisine vesvese verdi": Şöyle denilmiştir: Vesvese gizli sestir. İbn Fâris de: Vesvas, ziynetin (takının) sesidir, şeytanın vesvesesi de ondandır. "lehüma",

"ileyhima” manasınadır.

"Li-yübdiye lehüma": Yani o ikisine göstermek için.

"Ma vûriye anhüma": Yani onlara gizli bırakılanı, demektir. "Liyübdiye

"deki “Lâm” ın , akibet lamı olduğu söylenmiştir; zira vesvesenin akibeti avret yerlerinin açılmasına götürdü, demektir, yoksa vesvese onun açılması içindi, demek değildir.

"Ancak iki melek olursunuz diye": Ahfeş ile

Zeccâc: Sizi ondan men etmesi, melek olmanızı istemediği içindir, demişlerdir. İbn Enbari de mana: Melek olmamanız için, demiştir,

"en” ile yetinilip "lâ” düşürülmüştür. Eğer: "Nasıl melek olmaya göz dikerek İblis’e itâat etti, halbuki meleklerin kendisine secde ettiklerini görmüştü?” denilirse, buna iki cevap verilir:

Birincisi: O, meleklerin Allah’a yakın olduklarını ve çoklarının Arş’in etrafında toplandıklarını görünce, buna göz dikti. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

İkincisi:

Mana şöyledir: Melekler gibi uzun ömürlü olmanızı istemedi, demektir.

"Yahut ölümsüz olmanızı": Yani ebediyen ölmemenizi, demektir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Ya’lâ b. Hekim’in, İbn Kesir’den “Lâm” ın kesri ile

"en tekuna melikeyni” (kral olmamanızı şeklinde) okuduğunu rivayet etmiştir ki, Zührî'nin kıraati de böyledir.

21

Onlara: Ben şüphesiz sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim, diye yemin etti.

"Ve kâseme-hüma":

Zeccâc: Onlara yemin etti, demiştir. Onları aldatarak günaha düşürdü,

İbn Abbâs: Onları yeminle aldattı, demiştir. Âdem, hiç kimsenin yalan yere Allah’a yemin edeceğini zannetmemişti.

22

Aldatarak onları düşürdü. O ikisi ağaçtan tadınca, onlara ayıp yerleri göründü; üzerlerine cennet yapraklarından yapıştırmaya başladılar. Rabbi onlara:

"Ben sizi, ikinizi bu ağaçtan men etmedim mi ve size: Muhakkak şeytan sizin için apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.

"Ağaçtan tadınca": Yani ağacın meyvesinden tadınca, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Bu, onların şöyle bir tattıklarını, aşırı şekilde yemediklerini gösterir. Çirkin yer, cinsel organdan kinayedir, o ismi almasında aslı yoktur (aslında yer çirkin değildir).

"Tafika": İşe başladılar, demektir. Çoğunluk: Tafika yatfaku, der. Fenin kesri ile: Tafika yatfiku da rivayet edilmiştir.

"Yahsıfani"nin manası: yaprağı yaprak üstüne yamadılar, demektir. Bu nedenle ayakkabıya taban geçirene: Hassaf, denir.

Âyette ayıp yeri açmanın insanoğlu için çirkin olduğuna işaret vardır; baksanıza: "Kapanan ayıp yerlerini açığa çıkarmak için” demiştir. Zira onlar açıklık çirkin olduğu için hemen örtünmeye çalıştılar. Ayıp yere sev’et denilmesi, açılmasının insanı üzdüğünden dolayıdır, denilmiştir.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Onların libasları avret yerlerinin üzerinde nûr idi. Biri ötekinin avretini görmezdi. O hatayı işleyince çirkin yerleri göründü. Hasen, tekil olarak: "sev’etühüma” okumuştur. Aynı şekilde

"yihissıfani” okumuştur ki, yenin ve hinin kesri ve şadın şeddesiyledir. Zührî de, yenin zammı, hının fethi ve şadın şeddesiyle okumuştur.

Yaprak hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: incir yaprağıdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Muz yaprağıdır, bunu da tefsirciler demişlerdir.

23

İkisi dediler: Ey Rabbimiz, biz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden olacağız.

24

(Allah) dedi: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar yerleşmek ve istifade etmek var.

25

(Allah) dedi: Orada yaşarsınız, orada ölürsünüz ve oradan (dirilip kabirlerinizden) çıkarılırsınız.

Bundan sonrasının tefsiri ise

"kale fiha tahyevne"ye kadar yukarıda geçmiştir. Orada (fiha) dediği de yeryüzüdür. Kurralar,

"tuhrecune"nin tesi hakkında ihtilaf etmişlerdir; İbn Kesir, Âsım ve Ebû Amr, burada tenin zammesi ve ranın fethesı ile okumuşlardır.

Şuralarda da öyle okumuşlardır:

"Ve kezalike tuhrecun” (Zuhruf: 11)

"Lâ yuhrecune minha". (Casiye: 35) Hamze ile Kisâi de bunları tenin fethası ve ranın zammesiyle okumuşlardır. İbn Âmir ise yalnız A’raf takini meftuh te ile okumuştur. Rum: 25’teki

"iza entüm tahrucun” ve seele sailün suresindeki

"yevme yahrucune” (Maaric: 43), bu ikisi ihtilafsız olarak meftuhtur.

26

Ey Âdem oğulları, üzerinize çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve bir süs indirdik. Takva elbisesi, o daha hayırlıdır. Bunlar, Allah'ın âyetlerindendir ki, iyi düşünsünler diye (böyle açıklıyoruz).

"Ey Âdem oğulları, üzerinize bir elbise indirdik":

İniş sebebi şöyledir: Araplardan bazı insanlar Beytullah’ı çıplak olarak tavaf ederlerdi, âyet bunun üzerine indi. Bunu Mücâhid, demiştir. Şöyle de denilmiştir: Âdem’in çıplaklığını zikredince, bize elbiseyi minnet (ihsan) olarak lütfetti.

"Üzerinize indirdik” ifadesinin manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Sizin için yarattık, demektir.

İkincisi: Size nasıl yapılacağını ilham ettik, demektir.

Üçüncüsü: Elbise yapılacak şeylerin bitmesine sebep olan suyu indirdik, demektir. Kurraların çoğu: "Ve rîşa” okumuşlardır.

İbn Abbâs, Hasen, Zir b. Hubeyş, Katâde, Mufaddal ve Eban da Âsım’dan rivayeten elifle: "Ve riyaşen” okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Riyaş’n rîş’in çoğulu olması da câizdir, rîş manasına olması da câizdir, meselâ libs ve libas dedikleri gibi.

Şair de şöyle demiştir:

Kadınlar onun libasını (lisbini) açınca,

Dövmeli bileği süsleyen yumuşak parmak uçlarıyla ona dokundular.

İbn Abbâs ile

Mücâhid de: "Riyaş” maldır, demişlerdir.

Atâ’ da: Mal ve nimettir, demiştir.

İbn Zeyd de: Rîş (tüy), güzelliktir, demiştir. Mabed el - Cüheni de: Riş, rızktır, demiştir.

İbn Kuteybe de: Riş ve riyaş, dış elbisedir, demiştir.

Zeccâc da: İnsanın cismini ve maişetini örten her şeye riş, denilir, demiştir. Tereyyeşe fülanün denir ki: Geçim sağlayacak şeyi olmaktır. Sibeveyh de misal olarak şu beyti getirmiştir:

Geçimim (riyaşi) sizden, arzum da sizinledir,

Sizi ziyaretim seyrek olsa da.

Çoğunluğun görüşüne göre: Riş ile riyaş aynı manayadır.

Kutrub da şöyle demiştir: Riş ile riyaş birdir. Süfyan Sevri de şöyle demiştir: Riş maldır, riyaş da giysidir.

"Ve libasüttakva":

İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım ve Hamze, ref ile: "Ve libasüttakva” okumuşlardır.

İbn Âmir, Nâfi ve Kisâi de libase şeklinde nasb ile okumuşlar ve onu riş’in üzerine atfetmişlerdir. Kim merfu okursa, mübteda kılması da câizdir, gizli hüve ile haber kılması da câizdir.

Mana da: Hüve libasüttakva (o takva libasıdır) olur. Yani avret yerini örtmek müttakilerin giyimidir.

Müfessirlerin takva libası üzerinde on görüşleri vardır:

Birincisi: O, güzel davranıştır. Bunu Osman b. Affan, demiştir. Onu Zeyyal b. Amr de İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O iyi ameldir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: İmandır, bunu da Katâde, İbn Cüreyc ve Süddi, demişlerdir. Buna göre imana, takva libası denmesi, insanı azaptan koruduğu içindir.

Dördüncüsü: Allah korkusudur, bunu da Urve b. Zübeyr, demiştir.

Beşincisi: Hayadır, bunu da Mabed el - Cüheni ile İbn Enbari, demişlerdir.

Altıncısı: Namazda setri avrettir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Yedincisi: O, zırh ve diğer savaş aletleridir, bunu da Zeyd b. Ali, demiştir.

Sekizincisi: iffettir, bunu da İbn Saib, demiştir.

Dokuzuncusu: O, sıcaktan ve soğuktan koruyan şeylerdir, bunu da İbn Bahr, demiştir.

Onuncusu: Mana şöyledir: Müttakilerin ahirette giyecekleri şeyler dünya halkının giydikleri şeylerden daha hayırlıdır. Bunu da Osman b. Atâ’, babasından rivayet etmiştir.

"O daha hayırlıdır":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Mana: Takva elbisesi, diğer giysilerden daha hayırlıdır. Çünkü hayasız bir kimse, güzel elbise giyse de çıplaktır, avret yeri açıktır.

"Zalike": ism-i işareti zaittir.

Şair de bu manada şöyle demiştir:

Ben hayası ve güvenirliği olmayanları,

Toplumun ortasında da olsa çıplak görüyorum.

İbn Enbari şöyle demiştir: Takva libası, ilk zikredilen elbisedir. Onu tekrar etmesi, onun çıplaklıktan hayırlı olduğunu haber vermesindendir, çünkü onlar cahiliye döneminde Ka’be’yi çıplak tavaf ederlerdi. Bunu da bazıları demiştir.

"Bunlar Allah’ın âyetlerindendir": Yani elbiseler ve mallar, Allah’ın âyetlerinden ve O’nun işindendir; iyi düşünüp ibret almanız için bunları yaratmıştır.

27

Ey Âdem oğulları, şeytan sizi saptırmasın; nitekim ebeveyninizi de onlara ayıp yerlerini göstermek için onlardan elbiselerini soyarak cennetten çıkarmıştı. Çünkü o ve kabilesinden olanlar sizi onları görmediğiniz yerlerden görürler. Muhakkak biz şeytanları iman etmeyenler için dostlar kıldık.

"Ey Âdem oğulları, şeytan sizi saptırmasın":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu hitap, çıplak tavaf edenleredir.

Mana da şöyledir: Şeytan sizi aldatmasın ve sizi kandırarak saptırmasın, sonra size avret yerlerinizi açmayı süsler. Nitekim ebevininizi de yanıltarak cennetten çıkarmıştı. Cenneten çıkarmak ve elbisesini soymak şeytandan bilinmiştir, çünkü o sebep olmuştur.

"O ikisinin elbiseleri” hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: O nurdur, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bunu da yukarıda İbn Münebbih’ten zikretmiştik.

İkincisi: O, tırnaksı bir şeydi, o ağaçtan yiyince üzerlerinde ondan ancak tırnak kaldı. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkrime ile İbn Zeyd de böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: O cennet elbiselerinden idi, bunu da Kadı Ebû Ya'lâ, zikretmiştir.

"Onlara ayıp yerlerini göstermek için": Yani biri diğerinin ayıp yerini görmesi için.

"Çünkü o ve kabilesinden olanlar":

Mücâhid: Onun kabilesi; cinlerle şeytanlardır, demiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Allah onlara insanoğlunun damarlarında kan gibi dolaşma imkanı verdi. İnsanoğullarının göğüsleri onların meskenleridir. Onlar ademoğullarını görürler, ademoğulları ise onları göremezler.

"Biz şeytanları iman etmeyenlere dostlar kıldık":

Zeccâc şöyle demiştir: Onlara Mûsallat ettik, onların azgınlıklarını artırırlar.

Ebû Süleyman da: Şeytanları onlara veli kıldık, demiştir.

28

Onlar çirkin bir şey yaptıkları zaman: Atâ’larımızı bunun üzerinde bulduk ve bunu bize Allah emretti, derler. De ki: Şüphesiz Allah çirkin şeyleri emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?

"Onlar çirkin bir şey yaptıkları zaman":

Bu Âyetten kimlerin kastedildiği hususunda üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Beytullah’ı çıplak tavaf edenlerdir. Fahişe de: Avret yerini açmaktır. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve Mücâhid, Zeyd b. Eslem ve Süddi de böyle demişlerdir.

İkincisi: Onlar şaibe, vasile ve ham denilen o çirkin şeyi icat edenlerdir. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar müşriklerdir; fahişe de: Şirktir. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Aziz ve celil olan Allah, onlara çirkin şeyi emretmeyeceğini bildirdi; çünkü O’nun hikmeti O’nun ancak güzel şeyler yapacağını gösterir. Kist: Adalettir, adalet de: insanların içine yerleşip de aklı başında bir kimsenin reddedemeyeceği şeydir. Artık O, çirkin ve iğrenç şeyleri nasıl emreder?

29

De ki: Rabbim adaleti emretti. Her mescitte yüzlerinizi (kıbleye) doğrultun. Dini O’na halis kılarak O’na dua edin. Sizi ilkin başlattığı gibi O’na döneceksiniz.

"Her mescitte yüzlerinizi kıbleye doğrultun":

Bunda dört görüş vardır:

Birincisi: Namaz vakti geldiği zaman ve sizler mescitte iken, orada namaz kılın; hiçbiriniz: Ben kendi mescidimde kılarım, demesin. Bunu İbn Abbâs ile Dahhâk, demişlerdir,

İbn Kuteybe de bunu tercih etmiştir.

İkincisi: Nerede namazda olursanız Ka’be’ye dönün. Bunu da Mücâhid, Süddi ve İbn Zeyd, demişlerdir.

Üçüncüsü: Secdenizi Allah için ihlasla yapın, başkasına yapmayın. Bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir.

Dördüncüsü: Her namaz vaktinde cemaatle kılmak için mescide gidin, bunu da Maverdi, demiştir.

"O’na dua edin":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, ibadettir.

İkincisi: Duadır.

"Dini O’na halis kılarak":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Yalnız O’na ibadet ederek.

İkincisi: Şirk koşmadan O’nu birleyerek.

"Sizi başlattığı gibi O’na döneceksiniz":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Sizi mutlu ve bedbaht olarak başlattı, öyle de dirileceksiniz. Bu manayı Ali b. Ebû Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Kurazi, Süddi, Mukâtil ve Ferrâ’ da böyle demişlerdir.

İkincisi: O’nun kudreti ile yaratıldığınız gibi, öyle de sizi tekrar edecektir. Bu manayı da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, İbn Zeyd ve Zeccâc da böyle, demişlerdir. Ve

Zeccâc: Bu söz,

"Orada dirilir ve orada ölürsünüz” (A’raf: 25) kavline bağlıdır, demiştir.

Üçüncüsü: Sizi ilk başlattığında hiçbir şeye sahip değildiniz, o şekilde de ahirete döneceksiniz. Bunu da Maverdi, demiştir.

30

(Allah) bir kısmına hidayet etti ve bir kısmına da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah’tan başka şeytanları dosdar edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.

"Ferikan heda":

Ferrâ’ şöyle demiştir: "Ferikan” kelimesi

"teudun” fili ile mensûb olmuştur.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"Ferikan":

"Teudune"deki zamirden hal olarak mensubtur,

Mana da şöyledir: Sizi bazınız mutlu, bazınız bedbaht olarak farklı yarattığı gibi öyle de O’na döneceksiniz demek istiyor.

"Onlara sapıklık hak oldu": Yani Allah’ın eski kelimesi ve ezeli iradesi ile.

31

Ey Âdem oğulları, her mescit yanında ziynetinizi alın. Yiyin, için; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

"Ey Âdem oğulları, ziynetinizi alın":

İniş sebebi şöyledir: Bazı bedeviler; erkekler gündüzün, kadınlar da geceleyin Beytullah’ı çıplak tavaf ederlerdi. Kadın ut yerini sırımlarla kapatır ve şöyle derdi:

Bugün bir kısmı veya hepsi görünür,

Ancak görüneni kimseye serbest etmem.

İşte âyet bunun üzerine indi. 2

2 - Hakim, Müstedrak, 2/319 - 320. Sahih hadistir, buna rağmen Buhârî ile Müslim tah-riç etmemişlerdir. Zehebi de bu görüşe katılmıştır.

Bunu İbn Abbâs, demiştir. Ebû Seleme b. Abdurrahman da şöyle demiştir: Onlar haccedip de Mina’dan hareket ettikleri zaman, içlerinden hiç kimse kendi dinine göre ihramının içinde tavaf etmez, onları atar öyle tavaf ederdi. Âyet de bunun üzerine indi. Zührî de şöyle demiştir: Araplar Beyt’i çıplak tavaf ederlerdi, ancak humus denen Kureyş eşrafı ile müttefikleri bundan müstesna idiler. Ötekilerden biri kendi elbisesini atar ve Kureyş eşrafının elbisesi ile tavaf ederdi. Bunu bulamazsa, kendi elbisesini atar ve çıplak tavaf ederdi. Eğer kendi elbisesi ile tavaf ederse, tavaf bitince onu kendine haram ederdi. İşte âyet bunun üzerine geldi.

Bu ziynette de iki görüş vardır:

Birincisi: O, elbisedir,

sonra bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O tavafta setri avret hususunda varit olmuştur.

Bunu da İbn Abbâs ile içlerinde Hasen Basri’nin de bulunduğu bir grup, demiştir.

İkincisi: O namazda setri avret hakkında varit olmuştur. Bunu da Mücâhid ile Zeccâc, demişlerdir.

Üçüncüsü: O, cuma ve bayramlarda en güzel elbise ile süslenme hakkında varit olmuştur. Bunu da Maverdi, demiştir.

İkincisi: Ziynetten maksat, saçı taramaktır, bunu da Ebû Rezin, demiştir.

"Yiyin, için":

İbn Saib şöyle demiştir: Cahiliye halkı hac günlerinde hacca hürmeten tereyağı yemez ve ancak ölmeyecek kadar yerlerdi. Bunun üzerine.

"Yiyin, için” kavli nazil oldu.

"İsraf etmeyin” kavli üzerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Size helâl edileni haram etmekle israf etmeyin, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Haram yemeyin, bu israftır, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Allah’a şirk koşmayın, israfın buradaki manası: Şirktir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Dördüncüsü: Helali de ihtiyaçtan fazla yemeyin, bunu da Zeccâc, demiştir.

Anlatıldığına göre: Harun Reşid’in mahir bir Hıristiyan doktoru vardı, bir gün Ali b. Hüseyn b. Vakıd’a: Sizin kitabınızda tıpla ilgili bir şey yoktur, dedi. Ali de ona: Allah tıp ilmini bizim kitabımızda yarım âyette toplamıştır, dedi. O da:

"O nedir?” dedi. Ali de: O:

"Yiyin, için; israf etmeyin” âyetidir, dedi. Hıristiyan doktor: Sizin Peygamberinizden tıpla ilgili bir şey nakledilmiyor, dedi. O da: Bizim Peygamberimiz de tıp ilmini bir iki sözle özetlemiştir, dedi. O' da:

"O nedir?” dedi. Ali de şudur dedi:

"Mide hastalığın evidir. Perhiz ilaçların başıdır. Her bedene alıştığı şeyi yedirin". Doktor da: Sizin kitabınız ve Peygamberiniz, doktor Calinus’a (Galen)e bir şey bırakmamış, dedi.

Mûsannif der ki: Bu hikaye böyle aktarılırsa da, burada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadis sabit değildir. Ondan ise tıpla ilgili çok hadis varit olmuştur ki, ben onları, "Lukatü’l - Menafi fi’t - Tıb” kitabında topladım.

32

De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: Onlar kıyamette kendilerine mahsus olmak üzere dünya hayatında iman edenler içindir. İşte bilmeyen bir topluma âyetleri böyle açıklıyoruz.

"De ki: Allah’ın ziynetini kim haram etti":

İniş sebebi hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Müşrikler, tavafta elbise giydikleri ve temiz şeyleri yedikleri için Müslümanları kınadılar, âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar Allah’ın helâl ettiği ekin vs. gibi şeyleri haram ederlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Âyet, onların Beytullah’ı çıplak tavaf etmeleri üzerine indi. Bunu da Tâvûs ile Atâ’, demişlerdir.

Allah’ın ziynetinde iki görüş vardır:

Birincisi: O, setri avrettir,

Mana da şöyledir: Tavafınızda avret yerinizi kapatacak şeyler giymeyi kim haram etti?

İkincisi: O, elbise ziynetidir.

Temiz şeyler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O helaldir.

İkincisi: Lezzet alman şeylerdir.

Sonra bunlardan ne kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar haram ettikleri bahireler, şaibeler, vasileler ve hâmlardır, bunu da İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Onlar tereyağlan, etler ve sütlerdir. Onları ihramda kendilerine haram etmişlerdi. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Ekinler, davarlar ve sütlerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

"De ki: Onlar kıyamette kendilerine mahsus olmak üzere dünya hayatında iman edenler içindir":

İbn Enbari şöyle demiştir:

"Halisaten” gizli lamdan hal olmak üzere mensubtur, takdiri de şöyledir: Hiye lillezine amenu filhayatiddünya müşterketün, vehiye lehüm fİlâhireti halisatün. Manası açık olduğu için lâm hazfedilmiştir. Nitekim Araplar düşmesi karışıklık meydana getirmeyen şeyleri düşürürler:

Şair şöyle demiştir:

Kızım benzimin solgun olduğunu görünce şöyle der:

Sanki doktor sana yiyeceklerden perhiz vermiştir.

Olayların arka arkaya gelişi kardeşlerimi elimden aldılar,

Saçımı da ağarttılar, olaylar insanın saçını ağartır.

Ben ona şöyle dedim demek istiyor: Bu gördüklerini başıma getirenler bitmez tükenmez olaylardır (ızdıraplardır). Bu kısım mana belli olduğu için atılmıştır.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Müşrikler temiz şeylerde mü’minlere katıldılar; yediler, içtiler ve evlendiler. Sonra Allah temiz şeyleri ahirette özel olarak mü’minlere verecektir, müşrikler için orada bir şey olmayacaktır. Şöyle de denilmiştir: Halisatün, zarar veya günahtan arındırılmış.

Nâfi', ref ile: Halisatün okumuştur. Zeccâc da ref haber bade haber olmak üzeredir demiştir, meselâ: Zeydün akılün lebibün (Zeyd akıllıdır, zekidir) sözünde olduğu gibi. Mana ise şöyledir: De ki: Onlar kıyamette onlara has olmak üzere dünyada iman edenler içindir.

"Kezalike nufssilül ayati": Âyetleri böyle açıklıyoruz, demektir.

33

De ki: Rabbim ancak açık ve gizli çirkin şeyleri, günahı, haksız yere saldırıyı, bir delil indirmediği şeyleri Allah'a şirk koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a demenizi haram etti.

"Kul innema harreme rabbiyel fevahişe": Hamze yenin sükunu ile: "Rabbil fevahişe” okumuştur.

"Onlardan açık ve gizli olanını":

Bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: Onlardan maksat zinadır; ondan açık olanı onu ilan etmektir, gizli olanı da onu saklamaktır. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve

Said b. Cübeyr de böyle, demiştir.

İkincisi: Açık olanı, anaları nikah etmektir, gizli olam da zinadır. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ali b. Hüseyn de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Açık olam oğulların babaların nikah ettiklerini nikah etmeleri, iki kız kardeşi bir adama almaları, bir kadının halasının veya teyzesinin üzerine nikah edilmesidir. Gizli olanı da zinadır. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: Açık olanı: Zinadır, gizli olanı da: Azldir (bir çeşit doğum kontrolü). Bunu da Şüreyh, demiştir.

Beşincisi: Açık olanı: Cahiliyedeki çıplak olarak tavaf etmektir. Gizli olanı da zinadır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Altıncısı: O, bütün günahlar için geneldir.

Sonra onların açık ve gizli olanında da iki görüş vardır:

Birincisi: Açık olan: Onu herkese duyurmaktır. Gizli olanı da saklamaktır. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

İkincisi: Açık olan: Organlarla yapılandır. Gizli olan da: Kalben inanmaktır. Bunu da Maverdi, demiştir.

Sonra günahta (ismde) de üç görüş vardır:

Birincisi: O, haddi gerektirmeyen günahtır, bunu da İbn Abbâs, Dahhâk ve Ferrâ’, demişlerdir.

İkincisi: Bütün masiyetlerdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: O, içkidir, bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Biz Saleb’in huzurunda mecliste idik, bir adam, Ebû Ubeyde’nin şöyle bir şiir aktardığını iddia etti:

Biz günahı (içkiyi) kupa ile açıktan içeriz,

Tûruncu da aramızda ödünç görürüz.

Ebû’l - Abbas da: Ben bunu bilmiyorum, ismin Arap dilinde içki manasına geldiğini bilmiyorum, dedi. Başka bir adam da bize şöyle bir beyit okudu:

İsm (içki) içtim, aklım başımdan gitti,

İçki böyle akılları baştan giderir (alır).

Ebû Bekir de şöyle demiştir: Bu beyit, şiirde delil olacak kadar bilinen bir şey değildir. Dilin inceliklerini bilenlerden hiçbirinin ism kelimesini içkiye ad olarak kullandığını ve Arapların ne cahiliyede ne de İslâm’da ona bu ismi verdiklerini görmedim.

Eğer: İçki de ism (günah) kelimesinin içine girer denilirse, doğrudur, ancak onun adı değildir.

Eğer: "Günah nasıl fahiş şeylerden ayrı zikredildi, halbuki fahiş şeylerin içine günah da girer?” denilirse.

Cevap şöyledir: Bütün fahiş şeyler günahtır, fakat her günah fahiş değildir. Buna göre günah, kötü olan her şeydir. Fahiş de onun büyüğüdür. Bağy (saldırı) ise: insanlara tepeden bakmadır.

"Ve en tüşriku": Zeccâc, bu mahallen mensubtur, demiştir,

Mana da şöyledir: Allah fahiş şeyleri de haram etti, şirki de haram etti. Sultan ise: Delil ve kanıttır.

"Bilmediğiniz şeyleri Allah’a demenizi de": Bu da din hakkında kesin olarak bilmediği şeyi söylemenin, genel olarak haram olduğunu gösterir.

34

Her ümmet için bir süre (ecel) vardır. Süreleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.

"Her ümmet için bir ecel vardır":

İniş sebebi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den azap istemeleridir, âyet bunun üzerine inmiştir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Ecel hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O azap ecelidir.

İkincisi: Hayat (ömür) ecelidir.

Zeccâc şöyle demiştir: Ecel: Belirli vakittir.

"Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar": Mana: Bir an dahi geri kalmazlar, demektir. Saat (an) denilmesi, en kısa zaman birimi olmasındandır.

35

Ey Âdem oğulları, eğer size içinizden peygamberler gelir de size âyetlerimi anlatırlarsa, kim sakınır ve kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de.

"Ey âdemoğulları, eğer size içinizden peygamberler gelirse":

Zeccâc:

"Onlara itâat edin” demiştir. Bu söz söylenmemiştir. "îmma"nın manası da Bakara: 38’de geçmiştir.

36

Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar ateşin yaranıdır. Onlar orada ebedi kalıcılar.

37

Öyleyse Allah’a yalan iftira edenden yahut âyetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir? İşte onlara yazgıdan nasipleri erişecektir. Nihayet onlara elçilerimiz geldiği zaman canlarını alırlar:

"Allah’tan başka ibadet ettikleriniz nerede?” derler. Onlar da:

"Bizden kayboldular” derler ve kâfir olduklarına dair aleyhlerine şahitlik ederler.

"Onlara yazgıdan nasipleri erişecektir” kavline kadar olanlar ise açıktır.

Bu cümlenin manasında da yedi görüş vardır:

Birincisi: Onlar için takdir edilen hayır ve şer onlara erişecektir. Bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Amellerden hisseleri onlara erişecektir, onlara göre karşılık görecekler. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlara yazılan sapıklık ve hidayet, bunu da Hasen, demiştir. Mücâhid ile İbn Cübeyr de: Saadet ve şekavetten (mutluluk ve bedbahtlıktan) hisseleri, demişlerdir.

Dördüncüsü: Onlar için yazılan rızıklar, ömürler ve ameller, demektir. Bunu da Rebi’, Kurazi ve İbn Zeyd, demişlerdir.

Beşincisi: Onlar için yazılan azap demektir. Bunu da İkrime, Ebû Salih ve Süddi, demişlerdir.

Altıncısı: Allahü teâlâ’nın bütün kitaplarda haber verdiği: "Kim Allah’a yalan iftira ederse, yüzü kararır” şeklinde haber verdiğidir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Yedincisi: Kitapta haber verdiği cezalardır; meselâ:

"Sizi alevli ateşten ikaz ettim” (Leyl: 14) vb. gibi.

Bu durumda kitap üzerinde beş görüş vardır:

Birincisi: O, Levh-i Mahfuz’dur.

İkincisi: Allah’ın bütün kitaplarıdır.

Üçüncüsü: Kur’ân’dır.

Dördüncüsü: Amel defterleridir.

Beşincisi: Kaza ve kaderdir.

"Onlara elçilerimiz geldiği zaman":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar ölüm meleğinin yardımcılarıdır, bunu da Nehaî, demiştir.

İkincisi: Yalnız ölüm meleğidir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Kıyamet gününde azap melekleridir.

"Canlarını alırlar":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Ölümle canlarını alırlar. Bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: Kıyamet gününde ateşe sürmekle canlarını çıkarırlar, bunu da Hasen, demiştir.

Üçüncüsü: Azapla canlarını çıkarırlar, nitekim: Filana azap ederek canını çıkardım, dersin, ölmese de böyle dersin. Bunu da Zeccâc, demiştir.

"Eyne ma küntüm ted’un": Yani, ibadet ettikleriniz nerede, demektir.

"Allah’tan başka": Bu da azarlama ve paylama sorusudur. Mukâtil, mana: öyleyse sizi ateşten kurtarsınlar, demiştir.

Zeccâc da:

"Bizden kayboldular"ın manası: Bâtıll olup gittiler, demiştir. Ölüm anında kâfir olduklarını itiraf ederler. Başkası da: İtiraf kıyamet gününde olur, demiştir.

38

(Allah): Sizden önce cin ve insanlardan geçen ümmetler arasında ateşe girin, dedi. Ne zaman bir ümmet (ateşe) girse, hemşiresine (ortağına) lânet eder. Nihayet hepsi orada buluştukları zaman sonları ilklerine: "Rabbimiz, işte onlar bizi saptırdılar. Sen de onlara ateşten bir kat azap ver” der. (Allah) da: Herkes için bir kat (azap) vardır. Fakat bilmezsiniz, der.

"Allah: Girin, dedi": Allahü teâlâ bunu onlara melekler aracılığıyla der, çünkü Allahü teâlâ kıyamet gününde kâfirlerle konuşmaz.

İbn Kuteybe: "Fi", "maa” manasınadır, demiştir.

"Sizden önce geçti":

Bunun üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Azaba geçti, demektir.

İkincisi: Zaman itibarı ile geçti demektir ki, onlar eski milletlerin kâfirleridir.

"Ne zaman bir ümmet ateşe girerse, kardeşine lânet eder": Bu, din ve inanç kardeşliğidir, kan kardeşliği değildir.

İbn Abbâs: Kendilerinden öncekine lânet ederler, demiştir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Her millet girdikçe kendi milletleri mensuplarına lânet ederler; Yahudi Yahudiye, Hıristiyan Hıristiyana, müşrik müşrike ve aslar üstlere lânet eder ve: Size itâat etmekle bizi bu uçuruma siz attınız, derler.

Zeccâc da şöyle demiştir: Birbirlerine lânet etmeleri, birbirlerine tabi olarak sapmalarından dolayıdır.

"Hatta izeddareku":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Aslı: Tedareku’dur, te dele idgam edildi ve sükunla başlamak mümkün olmadığı için de başına hemze-i vasi getirildi. Arka arkaya gelip toplanmak manasınadır, demiştir.

"Her ümmetin sonu başına der":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Ümmetin sonu başına der, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bir zaman halkının sonu o dini başlatan ilklerine der. Bunu da Süddi, demiştir.

Üçüncüsü: Cehenneme son girenler, aslardır, ilk girenlerine derler ki, onlar da üstler (liderler) dir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"İşte bunlar bizi saptırdılar":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bize senden başka İlâhlar edinmemizi sağladılar.

"Onlara bir kat azap ver":

Zeccâc: Katlanmış azap yer, demek istemiştir, demiştir.

"Herkese kat kat vardır": Bu katlanmış azaptır, ancak bilmezsiniz. Ebû Bekir, Mufaddal da Âsımdan rivayeten ye ile

"yalemun” okumuşlardır. Zeccâc da mana: Her fırka öteki fırkanın azabını bilmez, demiştir. Diğerleri de, te ile

"talemun” okumuşlardır.

Bunda da iki ihtimal vardır, bunları da Zeccâc, demiştir:

Birincisi: Ey muhataplar, her fırkanın ne gibi azabı olduğunu bilmezsiniz.

İkincisi: Ey dünya halkı, bunun miktarını bilmezsiniz. Asların üstlerin azabının artırılmasını istemeleri, azaplardan birinin küfür üzerine, İkincisini de onları kışkırtmaları üzerine olması içindir. Onlara:

"Herkes için kat kat vardır” denmekle onlara cevap verildi: Yani liderler için olduğu gibi sizin için de inkârınızdan dolayı bir azap ve tabi olmanızdan dolayı da bir azap vardır.

39

öncekiler sonrakilere: "Sizin bizim üzerimizde bir üstünlüğünüz yoktu. O halde kazandığınız şeyler yüzünden azabı tadın” der.

"Sizin bizim üzerimizde bir üstünlüğünüz yoktu":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Küfürde, siz de biz de eşitiz. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Azabın hafifletilmesinde, bunu da Mücâhid, demiştir.

"Kazandığınız şeyler yüzünden":

Mukâtil: Şirk ve yalanlama sebebiyle, demiştir.

40

Şüphesiz âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara karşı büyüklük taslayanlara, deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennet kapıları açılmaz. İşte günahkarları böyle cezalandırırız.

"Şüphesiz âyetlerimizi yalanlayanlara": Yani Allah’ın birliğine ve peygamberlerin doğruluğuna delalet eden delil ve işaretlerimizi yalanlayıp onlara imandan büyüklenenlere.

"Lâ tüfettehu lehüm ebvabüssemai":

İbn Kesir, Nâfi, Âsım ve İbn Âmir, te ile okumuş ve ikinci teyi şeddelemişlerdir.

Ebû Amr da şeddesiz te ve sakin fe ile: "Lâ tüftahu” okumuştur.

Hamze ile Kisâi de mazmum ye ile şeddesiz: "Lâ yüftehu” okumuşlardır. Yezidi de kendi tercihi ile teyi meftuh olarak "lâ teftehu",

"ebvabessemai

"yi de mensûb be ile okumuştur. Sanki fail zamirini fiillerine gönderir gibi işaret etmiştir.

Hasen de meftuh ye ve ebvabe’yi de mensûb okumuş, o da zamiri Allahü teâlâ’ya göndermeye işaret eder gibi olmuştur.

Kelâmın manasında da dört görüş vardır:

Birincisi: Ruhlarına gök kapıları açılmaz, demektir. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu aynı zamanda Ebû Mûsa’l- Eş’ari, Süddi ve diğerlerinin de görüşüdür. Hadisler de buna şahitlik etmektedir. 3

3 - Bkz. İmam Ahmed, Müsned, 4/287, 288, 295, 296; Taberi Tefsiri, 12/424.

İkincisi: Amellerine gök kapıları açılmaz, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Amellerine de dualarına da açılmaz. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Ne ruhlarına ne de amellerine açılır, bunu da İbn Cüreyc ile Mukâtil, demişlerdir.

Gök hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O bilinen göktür, meşhur görüş budur.

İkincisi:

Mana şöyledir: Onlara cennetin kapısı açılmaz, ona girmezler de, çünkü cennet göktedir. Bunu da Zeccâc zikretmiştir.

"Hatta yelicel cemelü fi semmil hıyat": Cemel bilinen hayvandır.

Mukâtil şöyle demiştir:

Eğer biri: "Neden diğer hayvanlar arasından deve tahsis edildi, halbuki ondan daha irisi vardır?” derse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Deve ile verilen misal, maksada kafidir, maksat, deve nasıl iğnenin deliğinden geçemezse, onlar da cennete giremeyeceklerdir. Eğer ondan daha büyük veya küçük bir şey zikredilse idi, o da câiz olurdu. Filan bir dirhem değmez, onun sana bir zırnık faydası olmaz derler ki, dirhemden ve zırnıktan az bir şeyin bulunması zarar vermez.

İkincisi: Deve Araplara göre en iri hayvandır, onlar onu kuvvet ve sairede diğerlerinden üstün tutarlar. Çünkü o, diğer hayvanların kaldıramayacağı yükü kaldırır. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ devenin yaratılması ile onların dikkatini çekmiş ve:

"Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?” (Gaşiye: 17) buyurmuştur. Allahü teâlâ bu manadan dolayı onu zikretmeyi diğerlerine tercih etmiştir. Bu iki cevabı da İbn Enbari zikretmiştir. Ve şöyle demiştir: Şehr b. Havşeb, İbn Abbâs’tan, cimin zammesi ve mimin şeddesi ile

"hatta yelicel cümmelü” okuduğunu rivayet etmiştir ki, o, kalın halat, demektir.

Mûsannif der ki: Ebû Rezin, Mücâhid, İbn Muhaysın, Ebû Miclez, İbn Yamur ve Eban da Âsım’dan rivayetle hepsi de böyle okumuşlardır. Ve şöyle demiştir: Mücâhid, İbn Abbâs'tan cimin zammı, mimin fethi ve şeddesiz olarak:

"Hatta yelicel cümelü” okuduğunu da rivayet etmiştir.

Ben de derim ki: Katâde’nin kıraati de böyledir.

Said b. Cübeyr’den, cimin zammı ve mimin sükunu ile

"hatta yelicel cümlü” okuduğu da rivayet edilmiştir. Ben de derim ki: İkrime’nin kıraati de böyledir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Cümel’in iki duruma ihtimali vardır: Cümmel manasına olması da câizdir, cimal’den cümle manasına olması da câizdir. Onun cem'inde: Cümel denilmiştir, tıpkı hücre ve hücer, zulme ve zulem gibi. Aynı şekilde cüml okuyan için de cümmel manasına cüml demesi de, cümlenin cem’i olarak cüml demesi de câizdir; meselâ: Büsre ve büsr gibi. Bu kıraatlerin sahipleri: îp ve ipler, iğne ve ipliğe develerden daha münasiptir, derler. Atâ’ b. Yesar da, İbn Abbâs’tan, onun cimin ve mimin zammı ve şeddesiz olarak: "cümül” okuduğunu rivayet etmiştir ki, Dahhâk ile Cahderi’nin kıraatları da böyledir. Ebû’l - Mütevekkil ile Ebû’l - Cevza da, cimin fethi ve mimin sükunu ile şeddesiz olarak

"el - cemi” okumuşlardır.

"Fi semmil hıyat": Sem lügatta deliktir. Onda üç lügat vardır: “sîn” in fethi (sem), çoğunluk böyle okumuştur. “sîn” in zammı (süm), İbn Mes’ûd, Ebû Rezin, Katâde, İbn Muhaysın ve Talha b. Mûsarrif böyle okumuşlardır. “sîn” in kesri (sim); Ebû Imran el - Cevni, Ebû Nehik ve Esmaî de Nâfi’den rivayetle böyle okumuşlardır.

İbn Kasım da şöyle demiştir: Hıyat ve mihyet, lihaf ve milhaf, kiram ve mikram veznindedir. İbn Mes’ûd, Ebû Rezin ve İbn Miclez, "fi semmil mihyetı” okumuşlardır.

Zeccâc da: Hıyat iğne, semmi de onun deliğidir, Mana da şöyledir, demiştir: Onlar cennete ebediyen girmezler,

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu: Bu iş karga kırlaşmcaya ve zift ağarıncaya (balık kavağa çıkıncaya) kadar olmaz, demelerine benzer.

"Günahkarları böyle cezalandırırız": Yani bunun gibi kâfirleri de böyle cezalandırırız, onlar cennete giremezler.

41

Onlar için cehennemden bir döşek, üstlerinden de örtüler (yorganlar) vardır. İşte zâlimleri böyle cezalandırırız.

"Lehüm min cehenneme mihadün” (Onlar için cehennemden bir döşek vardır): Mihad, döşek demektir.

"Ğavaş"tan da ne murat edildiği hususunda üç görüş vardır:

Birincisi: Yorganlardır, bunu İbn Abbâs, Kurazi ve İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: Onları üstlerinden bürüyen dumandır, bunu da İkrime, demiştir.

Üçüncüsü: Ateşten üst üste binmiş bürüyücülerdir, bunu da Zeccâc, demiştir.

İbn Abbâs da: Burada zâlimler, kâfirlerdir, demiştir.

42

İman edip iyi işler yapanlara gelince, ki, biz hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemeyiz, işte onlar cennetin arkadaşlarıdır. Orada ebedi kalacaklar.

43

Göğüslerindeki kinden ne yarsa söktük. Altlarından ırmaklar akar.

"Bizi buna kavuşturan Allah’a hamd olsun. Eğer O bize hidayet etmeseydi, biz hidayete erecek değildik. Yemin olsun, Rabbimizin elçileri bize gerçeği getirmiş” derler. Onlara:

"İşte yaptıklarınıza karşılık mirasçı kılındığınız cennet budur” diye seslenilir.

"Göğüslerindeki kinden ne varsa söktük":

Bundan kimlerin kastedildiği hususunda dört görüş vardır:

Birincisi: Bedir gazileridir. Hasen, Ali radıyallahu anh’ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah’a yemin ederim ki:

"Göğüslerindeki kinden ne varsa söktük” kavli biz Bedir gazileri hakkımızda indi. Amr b. Şerid de Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben, Osman, Talha ve Zübeyr, Allahü teâlâ’nın:

"Göğüslerindeki kini söktük” dediklerinden olduğumuzu umarım.

İkincisi: Onlar, cahiliye halkından Müslüman olan kindar kimselerdir. Kesir en - Nevva, Ebû Cafer’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bu âyet Hazret-i Ali, Ebû Bekir ve Ömer hakkında indi. Ben de Ebû Cafer’e:

"Bu kin nedir?” dedim, o da şöyle dedi: Cahiliye kinidir, Haşim oğulları ile Teym oğulları ve Adiy oğulları arasında bir şeyler vardı. Bunlar Müslüman olunca, seviştiler. Ebû Bekir’i bel ağrısı tuttu, Hazret-i Ali elini ısıtıp ısıtıp Ebû Bekir'in beline kompres yapmaya başladı, âyet de bunun üzerine indi.

Üçüncüsü: Onlar ashaptan on kişilerdir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd ve Abdullah b. Mes’ud. Bunu da Ebû Salih, demiştir.

Dördüncüsü: Âyet cennete girdikleri zaman mü’minlerin sıfatından bahsetmektedir. Ebû Said el - Hudri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mü’minler cehennemden kurtarılır, cennetle cehennem arasında bir köprünün üzerinde durdurulurlar. Nihayet arınıp da durulanınca onlara cennete girme izni verilir. Ruhumu elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, onlardan biri cennetteki yerini dünyadakinden daha iyi bilir. 4

4 - Buhârî, Rikak, bab, 48; Ahmed, Müsned, 3/13, 57, 63, 74.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Cennetlikler cennete ilk girdikleri zaman onlara iki pınar görünür; birinden içerler; Allah dünyada kalplerinde ne kadar kin varsa hepsini giderir. Sonra öteki pınara girerler; onda yıkanırlar, renkleri parlar, yüzleri berraklaşır ve üzerlerine nimetin tazeliği gelir.

Nez’ ise: Bir şeyi yerinden sökmektir. Ğil de: Göğüsteki kindir. İbn Kuteybe; Ğil: Haset ve düşmanlıktır, demiştir.

"Bizi buna hidayet eden Allah’a hamd olsun": Zeccâc, manası: Bizi içinde bulunduğumuz bu hale kavuşturan Allah’a hamd olsun, demiştir.

İbn Abbâs da: Vasıl oldukları İlâhi rıza ve ikramı kastetmişlerdir, demiştir. Âsım b. Damra da, Hazret-i Ali kerremallahu veche’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onları saçılmış inciler gibi genç çocuklar karşılar, onları gurbetten gelmiş sıcak bir dost gibi sararlar. Onlara Allah’ın kendilerine hazırladığı şeyleri muştular ve eşlerine gider onlara müjde verirler. Onlar da sevinçlerinden uçarlar, kapının eşiğinde durur: "Sen onu gördün mü? Sen onu gördün mü?” derler. O da evine gelir, temeline bakar ki, inciden kayalar. Sonra gözünü kaldırır, eğer Allah onu muhafaza etmeseydi, gözü giderdi. Sonra aşağıya bakar ki, tahtlar dizilmiş, kalın döşekler konulmuş, tüylü halılar serilmiş. O zaman: Bizi buna kavuşturan Allah’a hamd olsun. Eğer O bize hidayet etmeseydi, biz hidayete erecek değildik, derler. Bütün kurralar vavla "vema künna” okumuşlardır. Ancak İbn Âmir hariçtir ki, o,

"makünna linehtediye” şeklinde vavsız okumuştur. Şam Mushaflarında da böyledir.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Vava ihtiyaç duyulmaması, hikayenin öteden beri devam etmesindendir, o nedenle atıf harfine ihtiyaç duyulmamıştır ki,

"rabiuhum kelbühüm” (Kehf: 22) âyeti böyledir.

"Yemin olsun ki, Rabbimizin elçileri gerçeği getirdi": Bu, cennetliklerin elçilerin va’dettiklerini gözleriyle görünce dedikleri sözleridir.

"Ve nudu en tilkümül cennetü":

Zeccâc şöyle demiştir: Neden

"tilküm” (işte bu) dedi? Çünkü onlara bunlar dünyada va’dedilmişti. Sanki onlara: işte size va’dedilen cennet budur denilmiş gibidir. Bunu girmeden, fakat onu gördükleri zaman demeleri de câizdir,

İbn Kesir, Nâfi, Âsım ve İbn Âmir, idgamsız olarak: "Uristümuha” okumuşlardır.

Ebû Amr, Hamze ve Kisâi de, idgamlı olarak "urittümuha” okumuşlardır. Zuhruf: 72’de de böyle okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle yorumlamıştır: Kim idgam yapmazsa, iki harfin mahreçlerinin farklı olmasındandır. Kim de idgam yaparsa, te ile senin fısıltılı harflerden ve mahreçlerinin de yakın olmasındandır.

"Mirasçı edildiğiniz":

Bunda dört görüş vardır:

Birincisi: Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Hiçbir kimse yoktur ki, onun cennette bir yeri ve cehennemde de bir yeri olmasın; kâfir mü’minin cehennemdeki yerine mirasçı olur, mü’min de kâfirin cennetteki yerine mirasçı olur. 5

5 - Taberi, Tefsir, 18/6.

İşte:

"Yaptıklarınıza karşılık mirasçı edildiğiniz cennet budur” kavli bunu anlatmaktadır. Bazıları da şöyle demiştir: Kâfirlere:

"Ölüler, diri değiller” (Nahl: 21) deyip de, mü’minlere de:

"Diri olanı uyarman için” (Yasin: 70) diri ismini verince, dirileri ölülere mirasçı kıldı.

İkincisi: Onlar cennete amelleri ile mirasçı oldular, çünkü o, amellerinin karşılığı ve onun sevabıdır. O da onların sonucudur. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, nakletmiştir.

Üçüncüsü: Cennete girmek Allah'ın rahmeti, derecelere yükselmek de ameller iledir. Ona karşılıksız nail olununca ona miras ismini verdi. Miras da karşılıksız alman şeydir.

Dördüncüsü: Mirasın buradaki manası şudur: işlerin sonu oraya cennete varır, tıpkı mirasın varise vardığı gibi.

44

Cennet yaranı ateş yaranma seslendi:

"Biz, Rabbimizin bize va’dettiğini hak olarak bulduk. Siz de Rabbinizin va'dettiğini hak olarak buldunuz mu?” Onlar da: Evet, dediler. Aralarında bir ünleyici şöyle imledi: Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir.

"Rabbinizin va’dettiğini hak olarak buldunuz mu?": Yani azabı. Bu, tehdit ve suçlama sorusudur.

"Kalu naam": Cumhûr Kur’ân’ın diğer yerlerinde de aynın fethası ile "naam” okumuştur. Kisâi ise kesre ile (ni’me) okurdu. Ahfeş: ikisi de lügattir, demiştir.

"feezzene müezzinün beynehüm": Yani bir ünleyici seslendi, demektir.

"En lanetullahi": İbn Kesir, Kunbul rivâyetinde, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım, nunu şeddesiz ve sakin olarak:

"En lanetullahi” okumuşlardır.

İbn Âmir, Hamze ve Kisâi ise, şeddeli olarak:

"Enne", "lanetallahi"yi de nasb ile okumuşlardır.

Ahfeş de, Araf: 43’teki:

"En tilkümül cennetti", "en lanetullahi", Yûnus: 10’da

"enilhamdü lillâh” ve "en kad vecedna'"da bu en,

"enne"den tahfif edilen en’dir, demiştir.

Şair de şöyle demiştir:

Kılıç (zıpkın) gibi gençlerin arasında bildiler ki,

Bütün yalınayak da çizmeli de ölecektir.

Yine şöyle bir beyit getirmiştir:

Ona sırıtıyorum (yalandan gülüyorum) ve ikimiz de biliyoruz ki,

Her birimiz hasmını üzmek için hırs göstermektedir.

Manası: Gerçekten ikimiz, demektir. O zaman:

"En kad vecedna"daki en, yani manasına olur.

İbn Abbâs da: Burada zâlimler, kâfirler manasınadır, demiştir.

45

Ki, onlar (insanları) Allah'ın yolundan çevirirler ve ona bir eğrilik isterler. Onlar ahireti de inkâr ederler.

"Onlar ki, insanları Allah’ın yolundan çevirirler": Yani ünleyici şöyle seslenir: Allah’ın laneti inkâr edip de insanları Allah’ın yolu olan İslâm’dan çevirenlerin üzerinedir, diye seslenir.

"Ona eğrilik isterler": Bu da Al-i İmran: 99’da tefsir edümiştir.

"Onlar ahireti inkâr ederler": Yani onlar ahiretin var olduğuna inanmazlar.

46

Aralarında bir perde vardır: A’raf'ın üzerinde de birtakım adamlar vardır; (cennet ve cehennemdekilerden) her birini simalarından tanırlar. Cennet yaranına: "Selam size” derler. Ona henüz girmediler, fakat onu umut ediyorlar.

"Aralarında bir perde vardır": Yani cennetle cehennemin arasında bir engel vardır. O da Allahü teâlâ’nın

"Aralarına kapısı olan bir sur çekildi” (Hadid: 13) kavlinde zikrettiği surdur. Bu sura A’raf denmesi yüksekliğinden dolayıdır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: A’raf: Cennetle cehennem arasında horoz ibiği gibi (tırtırlı) yüksek bir surdur.

Ebû Hureyre de şöyle demiştir: A’raf: Cennetle cehennem arasındaki dağlardır, onlar da onların zirvesindedirler. O dağlar horoz ibiği görünümündedir. Dilciler de şöyle demişlerdir: Araf Araplara göre her tümsek ve yüksek yere denir. Her yüksek yere urf denir ki, çoğulu: A’raf’tır.

Şair de şöyle demiştir:

Eti (kası) sert ve uzun boylular,

Dağ üstüne dağ gibi heybetliler.

Diğeri de şöyle demiştir:

Ben atalarımdan öyle yüksek bir yapıya mirasçı oldum ki,

Şerefle yükselmiş kale burçları gibidir.

A’raftakiler hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar âdem oğullarındandırlar, bunu da cumhûr, demiştir.

Mukâtil de onların sadece ümmet-i Muhammed’den olduklarını savunmuştur.

Amellerinde ise dokuz görüş vardır:

Birincisi: Onlar babalarının günahları yüzünden Allah yolunda öldürülen kimselerdir ki, babalarının günahı cennete girmelerine mani olmuş, Allah yolunda öldürülmeleri de cehenneme girmelerine mani olmuştur. Bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Onlar, iyilikle kötülükleri eşit gelen bir kavimdir; iyilikleri onları cennete girdirememiş, kötülükleri de onları cehenneme sokmamıştır. Bunu İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû Hureyre, Şa’bî ve Katâde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Onlar veled-i zinadırlar, bunu Tev’eme’nin azatlısı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Onlar fakih ve salih iyi kimselerdir, bunu da Hasen ile Mücâhid, demişlerdir. Buna göre A'raf’ta kalmaları gezinti mahiyetinde olur.

Beşincisi: Onlar kendilerinden anaları değil de babaları razı olan yahut babaları değil de anaları razı olan kimselerdir. Bunu da Abdülvehhab b. Mücâhid, İbrahim’den rivayet etmiştir.

Altıncısı: Onlar fetret devrinde ölüp de dinlerini değiştirmeyenlerdir, bunu da Abdülaziz b. Yahya, demiştir.

Yedincisi: Onlar, peygamberlerdir, bunu da İbn Enbari aktarmıştır.

Sekizincisi: Onlar müşriklerin evlatlarıdır, bunu da el - Mencufi Tefsir’inde zikretmiştir.

Dokuzuncusu: Onlar Allah için amel eden, fakat amellerine riya karıştıran bir kavimdir. Bunu da bazı Âlimler, demişlerdir.

İkincisi: Onlar meleklerdir, bunu da Ebû Miclez, demiştir. Ona itiraz edilmiş ve:

"Onlar erkeklerdir, sen nasıl meleklerdir?” dersin, demişler. O da: Onlar erkeklerdir, kadınlar değildir, demiştir.

"Alel a’arfi ricalün” kavlinin manası: Cennet halkı cehennem halkını bilerek diye mana verenler de olmuştur ki, bunu Zeccâc ile İbn Enbari zikretmişlerdir. Bu görüş akla uzak ve müfessirlerin dediklerine terstir.

"Her birini simalarından tanırlar": Yani A’raf halkı cennet ve cehennem halkını simalarından tanırlar. Cennet halkının siması, yüzlerinin aklığı, cehennem halkının siması da yüzlerinin karalığı ve gözlerinin maviliğidir. Sima: Alâmet demektir. İnsanları tanımaları, yüksek yerde olup cennet ve cehennem halkına tepeden bakmalarındandır.

"Seslendiler": Yani A’raf’takiler,

"cennet halkına: Size selam olsun, diye".

"Oraya girmediler, fakat umuyorlar” kavlinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, Allahü teâlâ’nın A’raftakilerin cennete girmediklerini ve ona girmeyi ümit ettiklerini haber vermesidir. Bunu da cumhûr, demiştir.

İkincisi: Bu, Allahü teâlâ’nın A’raf halkından haber vermesidir ki, onlar cennete giden bir bölüğü gördükleri zaman oraya girmediklerini görürler, gireceklerini ise umarlar. Bu da Süddi’nin görüşüdür.

47

Gözleri cehennem yaranı tarafına çevrilince: "Rabbimiz, bizi zâlimler topluluğu ile beraber kılma” derler.

"Gözleri çevrilince": Yani A’raftakilerin gözleri, demektir. Tilka: Birine kavuştuğun, yani karşı taraftır.

Ebû Ubeyde de: Tilka, karşıdır, demiştir.

48

A’raf yaranları, simalarından tanıdıkları adamlara seslendiler:

"Çokluğunuz ve kibirlenmeniz size fayda vermedi".

"A’raf yaranları, simalarından tanıdıkları adamlara seslendiler": Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Ey Velid b. Muğire, ey Ebû Cehil b. Hişam, ey As b. Vail, ey Ümeyye b. Halef, ey Übey b. Halef, ey kâfirlerin diğer reisleri, dünyada mal ve evlat biriktirmeniz size fayda vermedi, diye seslenilir.

"Kibirlendiğiniz şeyler de": Yani kendinizi büyük sanıp imandan kaçmanız da size fayda vermedi.

49

Kendilerini Allah’ın hiçbir rahmete erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mı?” (Ey cennettekiler), cennete girin. Size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de.

"Kendilerini Allah’ın hiçbir rahmete erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mı?": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar cehennem halkıdır ki, A’raf halkı bizimle beraber ateşe girecektir, Allah onları cennete girdirmeyecektir, diye yemin ederler. Allah da cehennem halkına:

"Bunlar mı?": Yani A’raf halkı mı?

"Allah onları hiçbir rahmete erdirmeyecektir, diye yemin ettikleriniz? Girin cennete” der. Bunu da Vehb b. Münebbih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Huzeyfe şöyle demiştir: A’raf halkı orada iken Rableri onlara yüksekten bakar ve onlara: "Cennete girin, ben sizi bağışladım, der.

İkincisi: A’raf halkı, kâfirlerin alay ettikleri Selman, Suhayb ve Habbab gibi fakir ve zavallıları görürler, kâfirlere seslenirler: Dünyada

"yemin ettiğiniz” ve

"Allah onlara hiçbir rahmet vermeyecektir” dediğiniz kimseler bunlar mı, derler? Buna göre A’raftakilerin sözü:

"Rahmet” kelimesinde sona ermektedir. Kalan da Allah’ın cennet halkına hitabından olur.

"Cennete girin": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Allah’tan A’raf halkına hitap olmasıdır ki, onu zikretmiş bulunuyoruz.

İkincisi: Allah’tan cennet halkına hitap olmasıdır.

Üçüncüsü: A’raf halkından cennet halkına hitap olmasıdır. Bu ikisini Zeccâc zikretmiştir. Son görüşe nazaran A’raf halkının cennet halkına:

"Cennete girin” sözünün manası: Yüksek saraylara çıkın, yüce menzillere tırmanın olur, çünkü onları cennette görmüşlerdir.

Mücâhid, Abdullah b. Haris’ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: A’raf halkı, hayat denen bir ırmağa getirilir, üzerinde inci ile süslü altın çubuklar vardır, ona daldırılırlar; çıktıklarında göğüslerinde beyaz benler görülür ki, onlarla tanınırlar. Onlara: Ne dilerseniz isteyin, size yetmiş katı verilecektir, denir ki, daha onlar cennet halkının miskinleridir.

50

Ateş yaranları, cennet yaranlarına: "Üzerimize sudan yahut Allah’ın size rızık ettiğinden akıtın, diye seslendiler. Onlar da: Allah bu ikisini kâfirlere haram etti", dediler.

"Ateş yaranları, cennet yaranlarına seslendi":

İbn Abbâs şöyle demiştir: A’raf halkı cennete dönünce, cehennem halkı umutsuzluktan sonra sevinç umut eder: Ya Rabbi, bizim cennet halkından akrabalarımız var, bize izin ver de onları görelim ve onlarla konuşalım, derler. Onlara ve içinde bulundukları nimetlere bakar, onları tanırlar. Cennet halkı da cehennemdeki akrabalarına bakarlar, onları tanımazlar; yüzleri kararmış ve başka bir yaratık olmuşlar. Cehennem halkı cennet halkına isimleri ile seslenir ve onlara akrabalıklarını haber verirler; adam kardeşine seslenir, ey kardeşim, yandım, beni kurtar, der. O da:

"Şüphesiz Allah bunları kâfirlere haram etti” der.

Süddi şöyle demiştir: "Veyahut size rızık ettiklerinden” kavli ile yiyeceği kasdetmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Allahü teâlâ âdemoğluna şunu bildirmiştir ki, o azap altında olsa bile yiyeceğe muhtaçtır.

51

Ki, onlar dinlerini bir eğlence ve bir oyun edindiler. Dünya hayatı onları aldattı. Onlar nasıl bu günlerini unuttular ve âyetlerimizi inkâr ettilerse, biz de bugün onları unutacağız.

"Onlar dinlerini bir eğlence ve bir oyun edindiler":

İbn Abbâs şöyle demiştir:

Mana şöyledir: Onlar kendileri için meşru kılman dinleriyle oynadılar. Ebû Ravk da: Dinleri: Bayramlarıdır, demiştir.

Katâde de:

"Oyun ve eğlenceye": Yeme ve içme demiştir. Başkası da şöyle demiştir: O, şeytanın bahire, şaibe, vasile, ham, ıslık çalma ve el çırpma gibi süslediği haramlardır ki, bunlar cahiliye adetlerindendi.

"Bugün onları unutacağız":

Zeccâc şöyle demiştir: Onlar bugüne hazırlık olarak ameli nasıl unuttularsa, biz de onları azapta öyle terk edeceğiz,

"ma” edatı, "kema"daki ma’nın üzerine ma’tûftur ve mahallen mecrurdur.

Mana da: Onların inkârı gibi demektir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Mananın şöyle olması da câizdir: Bugün onları bilerek unutan ve gafil kalan biri gibi ateşte terk edeceğiz, tıpkı onlar da unutan ve gaflet eden biri gibi bildikleri halde âyetlerimizden yüz çevirmişlerdi.

52

Yemin olsun, biz onlara bilerek açıkladığımız ve iman eden bir topluluğa hidayet ve rahmet olan bir kitap getirdik.

"Yemin olsun, biz onlara bir kitap getirdik": Yani Kur’ân’ı getirdik.

"Onu açıkladık": Yani hakkı batıldan ayırarak onu izah ettik. Şöyle de denilmiştir: Bir defa helali tarif ederek, bir defa haramı tarif ederek, bir defa va’d ederek, bir defa tehdit ederek ve bir defa da milletlerin kıssalarını vererek onu açıkladık.

"Bilerek": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Açıkladığımızı bilerek, demektir.

İkincisi: İndirdiğimiz şeylerde size uygun olanları bilerek, demektir. İbn Semeyfa, İbn Muhaysın, Âsım, Cahderi ve Muaz el - Kari, noktalı dad ile: "faddalnahu” (onu üstün kıldık) şeklinde okumuşlardır.

53

Onun tevilini mi bekliyorlar? Onun tevili geldiği gün, onu daha önceden unutanlar: "Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir. Bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsin; yahut (dünyaya) döndürülelim de yaptıklarımızdan başka ameller yapalım, der. Bunlar kendilerine yazık etmişlerdir. Uydurdukları şeyler de (putlar) onlardan kaybolmuştur.

"Onun te’vilini mi bekliyorlar?":

İbn Abbâs: Kur’ân’da va’dedilen şeylerin tasdikini mi, demiştir?

"Onun te’vili geldiği gün": O da kıyamet günüdür,

"onu unutanlar der": Yani onu terk edenler, der,

"daha önce": Dünyada:

"Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir". Yanı öldülten sonra dirilmeyi haber vermişlerdir.

"Yahut dünyaya döndürülelim de":

Zeccâc, mana:

"Döndürülür müyüz? demiştir. Fena'mele": istifham fe’sine cevap olmak üzere mensubtur.

54

Şüphesiz Rabbiniz olan Allah gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş'e hükümran oldu. Geceyi onu durmadan arayan gündüzün üzerine örter. Güneşi, ayı ve yıldızları da emrine amade olarak (O yarattı). Bilin ki, yaratma ve emretme O'nundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!

"Şüphesiz Rabbiniz olan Allah gökleri ve yeri altı günde yarattı": Mahlukatın yaratılmaya başladığı günde üç görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Cumartesi günüdür. Müslim, "Sahih

"inde Ebû Hureyre’den şöyle rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem elimden tuttu: Aziz ve celil olan Allah Yer’i Cumartesi günü yarattı, ondaki dağları Pazar günü yarattı, ağaçları Pazartesi günü yarattı, kötülüğü Salı günü yarattı, nûru Çarşamba günü yarattı, canlıları da onda Perşembe günü yaydı, Âdem’i de Cuma günü ikindiden sonra akşama doğru son saatlerden birinde yarattı, dedi. 6

6 - Müslim, Sıfatu'l - Münafikin ve Ahkamihim, hadis no, 27; Ahmed, Müsned, 2/327.

Muhammed b. İshak’ın tercihi budur, ilim adamlan bunun üzerinde ittifak etmişlerdir.

İkincisi: Pazar günüdür, bunu da Abdullah b. Selam, Ka’b, Dahhâk ve Mücâhid demişler; İbn Cerir Taberî de bunu demiştir. Tevrat ehli (Yahudiler) de böyle, derler.

Üçüncüsü: Pazartesi günüdür, bunu da İbn İshak, demiş; İncil ehli (Hıristiyanlar) da böyle derler.

"Altı günde": Bunun manası: O kadar zamanda, demektir. Çünkü gün, güneşin doğmasına ve batmasına denir. O zaman güneş yoktu.

İbn Abbâs da: O günlerden her biri dünya gününün b. yılı kadardır, demiştir. Ka’b, Mücâhid ve Dahhâk da böyle demişler, bunda da ihtilaf edeni bilmiyoruz.

Eğer biri: O dünya günleri gibiydi, derse, iki yönden gerçeğe uzak olur:

Birincisi: Nakle muhaliftir.

İkincisi: Altı bin senede meydana gelen gecikmenin

"O’nun işi şöyledir: Bir şey yaratmak istediği zaman ona

"ol” der, o da oluverir” (Yasin: 82) âyetini düşündüğü zaman o gecikmenin altı günde meydana geldiğini zanneder.

Eğer:

"Onları niçin bir anda yaratmadı, buna gücü yeterdi?” denilirse, buna beş türlü cevap verilir:

Birincisi: O her gün meleklerin ve görenlerin hayret edeceği bir şey meydana getirmek istedi. Bunu İbn Enbari, demiştir.

İkincisi: Âdem var olmadan önce o ve zürriyeti için yaratılan şeylerde acele etmemek, onun melekler katındaki saygınlığını daha çok artırır.

Üçüncüsü: Acele etmek kudreti daha çok gösterir, ağır davranmak hikmeti daha çok gösterir. O da bunda hikmetini göstermek istemiştir, nitekim kudretini de:

"Ol der ve oluverir” kavli ile göstermiştir.

Dördüncüsü: O, kullarına düşünmeyi ve acele etmemeyi öğretmiştir. Hiç hata yapmayan acele etmezse, hata yapanın hiç acele etmemesi gerekir.

Beşincisi: Bir şeyi yaratmada böyle aşamalı davranmak, bunun tabiat tarafından veya kendiliğinden yaratılmadığını daha iyi gösterir.

"Sonra Arş’e hükümran oldu": Halil b. Ahmed şöyle demiştir: Arş, sedir demektir. Kralın sedirine arş (taht) denir. Bir zorunluluk olmadıkça arş kelimesi çoğul yapılmaz. Bil ki, Arş Araplarda cahiliye ve İslâm dönemlerinde meşhurdur. Ümeyye b. Salt şöyle demiştir:

Allah’ı övdüler, O övgüye layıktır,

Rabbimiz gökte büyük olarak durmaktadır.

İnsanlardan önce büyük bir binaya çekildi,

Göğün üzerinde tahta kuruldu.

Bir taht ki, gözler onu görmez,

Onun yanında meleklerin saf tuttuğunu görürsün.

Ka’b de şöyle demiştir: Gökler Arş’in yanında gökle yer arasında asılı bir kandil gibi küçüktür. İsmail b. Ebi Halid de Sa’d et - Tai’den şöyle dediğini rivayet etmiştir. Arş kırmızı yakuttandır. Selef uleması âyeti okuyup geçmekten başka bir yoruma gidilmemesi üzerinde müttefiktirler. Bazıları kural dışına çıkıp: Arş mülk manasınadır, dediler. Bu da hakikati terk edip mecaza geçmektir ki, nakle da aykırıdır. Baksanıza, Allahü teâlâ:

"O’nun Arş’i su üzerinde idi” (Hûd: 7) buyuruyor. Hiç O’nun mülkü suyun üzerinde olur mu? Sonra mülk nasıl kırmızı yakuttan olur. Bazıları da, isteva: İstila etti manasına, der ve şairin şu beytini delil getirirler:

Bişr Irak’ı istila (istiva) etti,

Kılıç çekmeden ve kan akıtmadan.

Yine bir şair de şöyle demiştir:

Onların ikisi de faziletleriyle kralların

Tahtını istila ettiler, bunda da yalan yoktur.

Bu, dilciler tarafından beğenilmeyen bir görüştür.

İbn el - A’rabi şöyle demiştir: Araplar, isteva’nın istila manasına geldiğini bilmezler. Kim böyle bir şey derse, büyük hata etmiş olur. Onlar sadece şöyle dediler: Istevla fülanün alâ keza denir ki, biri bir şeyden uzak olur, sonra da imkan bulur ve onu ele geçirirse böyle derler. Allahü teâlâ ise her zaman eşyayı elinde tutmaktadır. O iki beytin sahipleri bilinmemektedir.

İbn Fâris de böyle demiştir. Eğer o iki beyt gerçek olsalar bile burada delil olamazlar. Çünkü istilanın sonradan ele geçirme olduğunu anlatmış bulunuyoruz. İnançsızların ve mücessimelerin böyle yakışıksız zorlamalarından Allah’a sığınırız.

"Yuğşilleylen nahar":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, ğayn sakin ve şeddesiz olarak

"yuğşi” okumuşlar; Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle ğayn meftuh ve şeddeli olarak

"yuğaşşi” okumuşlardır. Ra’d: 13'te de böyle okumuşlardır. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Gece gündüzün üzerine gelir, onu bürür. Neden: "Gündüz de geceyi bürür” demedi, çünkü o anlaşılmaktadır.

Başka bir yerde de:

"Geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar” (Zümer: 5) demiştir.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Gündüzü de geceye bürür dememesi, sözün akışından belli olduğu içindir, meselâ:

"Elbiseler sizi sıcaktan korur” (Nahl: 81) kavli gibi ki, (soğuktan da korur, demektir). Leyl ile nahar’ın mensûb olması, her birinin mefulunbih olmasındandır. Hasis ise: Hızlı, demektir.

"Veşşemse velkamere vennücume Mûsahharatin": Çoğunluk bunları mensûb okumuştur:

Mana da: Halakassemavati velarda, demektir.

İbn Âmir de bunları burada ve Nahl: 12'de ref ile: "Veşşşemsü velkamerü vennücumu Mûsahharatün” okumuş, Hafs da sadece Nahl: 12’de onu izlemiştir. Merfu okuması cümle başı olması hasebiyledir. Müsahharat: Emre amade demektir ki, Allah’ın irade buyurduğu gibi doğar, batar ve dolaşırlar.

"Bilin ki, yaratma O'nundur": Çünkü onları O yarattı.

"Emir de": Emir de O’nundur, dilediği şeyi emreder. Emir: Kaza ve hüküm manasınadır, diyenler de olmuştur.

"Tabarekallah": Bunda dört görüş vardır:

Birincisi: Bereketten tefaul veznindedir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Kuteybi ile Zeccâc da böyle demişlerdir.

Ebû Mâlik de: Bereketten ifteale veznindedir, demiştir.

Hasen de: Bereket O’nun taralından gelir, demiştir.

Ferrâ’ da: Tebareke, berekettendir, o ise Arapçada: Rabbimiz mukaddestir manasınadır, demiştir.

İkincisi: Tebareke: Yüce oldu manasınadır, bunu da Ebû Salih,

İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ebû’l - Abbas da şöyle demiştir: Tebareke: Yüceldi, mütabarik de: Yüce’dir, demiştir.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Her şeyde O'nun adından bereket umulur. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

Dördüncüsü: Tabareke: Mukaddes, yani temiz, demektir. Bunu da yine İbn Enbari zikretmiştir.

55

Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.

"Rabbinize yalvararak dua edin": Tazarru: Zillet ve tevazu göstermektir. Hufye ise: Açığın zıddıdır ki, gizli, demektir.

Hasen de şöyle demiştir: Eskiler o kadar dua ettikleri halde fısıltıdan başka bir şey duymazdın. Ebû Mûsa hadisinden: Kendinizi zorlamayın; sizler ne sağıra ne da gaibe dua etmiyorsunuz.7

7 Buhârî, Cihad, bab, 131; Mağazi, bab, 38; Daavat, bab, 51; Kader, bab, 7; Tevhid, bab, 9; Müslim, Zikir ve Dua, hadis no, 44; Ebû Dâvud, Vitr, bab, 26; Ahmed, Müsned, 4/394,402,418.

Burada zikredilen haddi aşma hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O duada haddi aşmadır.

Sonra bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Mü’minlere rezillik ve lânet gibi beddua etmektir. Bunu da Said b. Cübeyr ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Peygamberlerin dereceleri gibi hak etmediği şeyleri istemektir. Bunu da Ebû Miclez, demiştir.

Üçüncüsü: O sesli dua etmektir. Bunu da İbn Saib, demiştir.

İkincisi: Emredilen sınırı aşmaktır, bunu da Zeccâc, demiştir.

56

Islah ettikten sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın. O’na korkarak ve umarak dua edin. Şüphesiz Allah’ın rahmeti iyilik edenlere yakındır.

"Islah ettikten sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın":

Bunda altı görüş vardır:

Birincisi: Onu imanla ıslah ettikten sonra küfürle ifsat etmeyin.

İkincisi: Onu adaletle ıslah ettikten sonra zulümle ifsat etmeyin.

Üçüncüsü: Onu taatle ıslah ettikten sonra günahla ifsat etmeyin.

Dördüncüsü: isyan etmeyin, sonra Allah yağmuru tutar da onu yağış ve bollukla ıslah ettikten sonra ekini helak eder.

Beşincisi: Mü’mini yaşatarak ıslah ettikten sonra onu öldürmekle bozgunculuk etmeyin.

Altıncısı: Peygamberleri vahiyle ıslah ettikten sonra onları yalanlamakla yeryüzünü ifsat etmeyin.

"O’na korkarak ve umarak dua edin":

Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Azabından korkarak ve sevabını umarak.

İkincisi: Reddinden korkarak ve icabetini ümit ederek.

"Inne rahmetallahi karibün minel muhsinin":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Arapların nesep hususunda karib kelimesini müennes ettiklerini gördüm. Bunda da ihtilaf etmezler. Daruke minna karib, ev fülanetün minna karib derler de (evinin ve filancanın) yakın veya uzak olduğunu kasdederlerse, müzekker de müennes de yaparlar. Çünkü onlar yakını mekan manasına alırlar, meselâ:

"Vema hiye minezzalimine bibaid” (Hûd: 83);

"Vema yüdrike laallessaate tekunu kariha” (Ahzab: 63) âyetlerinde olduğu gibi. Eğer müennes yapsa idi (karibeten diyerek) yine de doğru olurdu. Şair Urve de şöyle demiştir:

Akşam üzeri Afra sana yakın değildir ki,

Ona yaklaşasın; Afra senden uzak da değildir.

Zeccâc şöyle demiştir: "Karib” denilmesi; rahmet, gufran ve af kelimelerinin aynı manaya olmasındandır. Hakiki müennes olmayanların hepsi de böyledir.

Ahfeş de şöyle demiştir: Burada rahmetin yağmur manasına olması da câizdir.

57

O ki, rüzgarları rahmetinin önünde bir müjdeci olarak gönderir. Nihayet ağır bulutları yüklendiği zaman biz onu ölü bir toprağa göndeririz. Onunla su indiririz; onunla bütün ürünlerden çıkarırız. Ölüleri de böyle çıkarırız. Gerektir ki, ibret alırsınız.

"Hüvellezi yürsürriyaha":

Ebû Amr, Nâfi, İbn Âmir ve Âsım, cemi sigasıyla

"er - riyah";

İbn Kesir, Hamze ve Kisâi de müfred kalıbıyla

"er - rih” okumuşlardır. Bazen de müfret sigası kullanılır, cemi manası kastedilir; meselâ: Kesüreddirhemü fi eydinnas (halkın elinde para çoğaldı” gibi.

"innel insane lefi husrun” (Asr: 2) âyeti de böyledir.

"Büşren": Ebû Amr, İbn Kesir ve Nâfi, nunun ve şinin zammı ile "nüşren” okuyup, nüşur’un cem’ini kastetmişlerdir ki, o da hoş (ılgıt ılgıt) esen rüzgar demektir. Her taraf ve cihetten eser.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Nüşr: Her tarafa dağılan, demektir.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Nuşur’un münşir (dağıtan) ve münteşir (dağılan) ve naşir (yayan) manasına olma ihtimali de vardır. Enşerallahurriyaha denir ki: Onu (rüzgarı) ihya etti demektir. Neşeret da hayiyet (canlandı) manasınadır. Rüzgarın yayılmasının canlanma (kımıldama) manasına olduğunun delili de Şair Fak’asi’nin şu beytidir:

Ona güney rüzgarı esti, ona esmesi

Suları canlandıran yumuşak rüzgar esti.

Rüzgarın ölümle nitelenmesi de buna delildir.

Şair şöyle demiştir:

Rüzgarın ölmesini umarım;

Bugün oturur istirahat ederim.

Beytte geçen reyde (ve reydana): Rüzgar demektir, İbn Âmir, Abdülvaris ve Hasen el - Basri, mazmum nun ve sakin şin ile "nüşren” okumuşlardır ki, bu, "nüşüren” manasınadır; meselâ: kütüb ve kütb, rüsül ve rüsl gibi. Hamze, Kisâi, Halef ve Mufaddal da Âsım’dan rivayetle meftuh nun ve sakin şin ile "neşren” okumuşlardır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Neşr: Bulut oluşturan hoş ve yumuşak rüzgardır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Neşr: Geniş çapta yayılıp esen rüzgardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Neşr’in dürmenin zıddı olma ihtimali de vardır ki, sanki rüzgar kesilmekle dürülmüş gibi olur. Manasının, Ebû Ubeyde’nin neşr hususunda dediği gibi olma ihtimali de vardır ki, o, her yöne dağılan rüzgar demektir. Manasının hayat anlamına gelen neşr olması da muhtemeldir, meselâ şairin dediği gibi:

Hayret dirilen ölüye! Ve şöyle demiştir: İşte gerçek görüş budur.

Ebû Recâ’ el - Utaridi, İbrahim Nehaî, Mesruk ve Muverrik el - İcli, nunun ve şinin fethi ile: "Neşeren” okumuşlardır.

İbn Kasım da şöyle demiştir:

Neşer’de de iki yorum vardır;

Birincisi: Nuşur'un çoğulu olmasıdır, nitekim: Amud ve amed, ihab ve eheb, derler.

İkincisi: Çoğul olup tekili naşir olmaktır. Gaib ve gayeb, hafid ve hafed gibi. Bütün kurralar kelimeyi tenvinli okumuşlardır. Furkan: 48 ve Neml: 63’deki ihtilafları da böyledir. Bunlar tenvinle okuyanların kıraatlarıdır. Diğerleri ise be ile okumuşlardır; Âsım da Mufaddal rivâyetinin dışında mazmum be ve sakin şin ile fu’lâ vezninde:

"Büşra” okumuştur.

İbn Enbari şöyle demiştir: O, beşire’nin çoğuludur, o da yağmur müjdeleyen rüzgardır. Aslı şinin zammı iledir, ancak onlar iki zammeyi dile ağır gördüler. İbn Husaym ile İbn Cezlem de böyle okumuşlar; ancak o ikisi rayı tenvinlemişlerdir. Ebû’l - Cevza, Ebû İmran ve İbn Ebi Able de banın ve şinin zammesiyle okumuşlardır. Bu da onun beşire’nin çoğulu olmasına göredir. Burada rahmet, yağmurdur. Ona rahmet ismini vermesi, onun rahmetle olmasındandır.

"Ekallet": Yüklendi, demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Sehab, sehabe’nin çoğuludur.

İbn Fâris de şöyle demiştir: Buluta sehab denilmesi, onun havaya ağmasındandır (yükselmesindendir).

"Sikalen": Su ile ağırlaşmış demektir.

"Suknahu": Hu zamiri buluta râcîdir. Lâfzı da müfret şeklindedir.

"Libeledin": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: İla beledin demektir.

İkincisi: Liihyai beledin demektir. Meyyit: Ot bitirmeyen ve yağmura muhtaç olan topraktır. "Feenzelna bihi": Bihi zamirinin merciinde üç görüş vardır:

Birincisi: Buluta râcîdir.

İkincisi: Yağmura râcîdir. Bu ikisini Zeccâc demiştir.

Üçüncüsü: Belede (toprağa) râcîdir, bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Feahrecna bihi": Buradaki zamirin de geçen üç görüşe ihtimali vardır.

"işte böyle de": Yani o toprağı dirilttiğimiz gibi ölüleri de böyle diriltiriz, demektir.

Mücâhid de: ölü toprağı yağmurla dirilttiğimiz gibi ölüleri de yağmurla diriltiriz, demiştir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allahü teâlâ sura iki üfürme arasında erkeklerin menisi gibi bir yağmur gönderir; onunla insanları analarının karınlarında bitirdiği gibi kabirlerinde de bitirir (canlandırır).

"Lealleküm tezekkerun":

Zeccâc şöyle demiştir: Lealle reca manasınadır, insanlara birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap edilmiştir.

Mana da şöyledir: Umulur ki, bu açıkladığımız şeylerle Allah’ın birliğine ve O’nun ölüleri dirilteceğine fikren ulaşırsınız.

58

Güzel toprağın bitkisi, Rabbinin izni ile (bol) çıkar. Kötü olanın ise ancak az ve yararsız çıkar. Şükreden bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.

"Güzel toprağın": Yani toprağı hoş olan yerin.

"Yahrucu nebatuhu": İbn Ebi Able, yenin zammı ve ranın kesri ile

"yuhricu” okumuştur. "Nebatehu"yu da tenin nasbi ile okumuştur.

"Vellezi habuse layahrucu": Bunda da aynı okunuşlar söz konusudur. Eban, Âsım’dan, yenin zammı ve ranın kesri ile:

"Yayuhricu” okuduğunu rivayet etmiştir. Kötü toprak: Çorak ve tuzlu, demektir.

"İlla nekida": Cumhûr nunun fethi ve kâfin kesri ile okumuştur.

Ebû Cafer de, kâfin fethi ile "nekeda” okumuştur.

Mücâhid, Katâde ve İbn Muhaysın da, kâfin sükunu ile "nekda” okumuşlardır.

Ebû Ubeyde de: Nekida, az ve zor manasınadır, demiş ve şu şiiri delil getirmiştir:

Sen söz verdiğin zaman sözünü yerine getirmez,

Verdiğin zaman da ancak az ve zor verirsin.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, Allahü teâlâ’nın mü’min ve kâfir için getirdiği bir misaldir; mü’min Kur’ân’ı dinleyip de düşündüğü zaman ondan yararlanır ve tesiri üzerinde görülür. O nedenle verimli ve bol mahsul veren, yağmurun tesiri üzerinde iyice görülen toprağa benzetilmiştir. Kâfir ise bunun aksinedir.

59

Yemin olsun Nûh’u kavmine gönderdik.

"Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka bir İlâh yoktur. Sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” dedi.

"Allah’a ibadet edin":

Mukâtil: O’nu birleyin, demiştir. Bundan sonraki diğer kıssalarda da böyledir.

"Mâleküm min İlâhin ğayruh": Kisâi, cer ile (esre) "ğayrih” okumuştur.

Ebû Ali de: Onu ilâh lâfzına sıfat yapmıştır, demiştir.

60

Kavminden ileri gelenler: "Şüphesiz biz elbette seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.

61

"Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinden bir elçiyim” dedi.

62

Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum. Sizin bilmediklerinizi Allah'tan biliyorum.

"Übelliğuküm": Ebû Amr, beyi sakin, lamı da şeddesiz olarak: "Übliğukum” okumuştur. Diğerleri de, beyi meftuh, lamı da şeddeli olarak: "Übelliğuküm” okumuşlardır.

"Ve ensahu leküm": Nasahtuhu ve nasahtu lehu (lamlı da lâmsız da) denir. Şekertuhu ve şekertu lehu gibi.

"Sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum": Yani Tevbe edeni affedeceğini ve günahta ısrar edene azap edeceğini biliyorum.

Mukâtil de şöyle demiştir: Azabın inmesi hakkında sizin bilmediklerinizi biliyorum. Zira Nûh kavmi kendilerinden önce azap edilen bir kavim duymamışlardı.

63

İçinizden bir adama sizi uyarması, sakınmanız ve belki merhamet olunursunuz diye Rabbinizden bir öğüt gelmesine taaccüp mü ettiniz?

"Eve aciptüm":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu, atıf vavıdır, üzerine istifham hemzesi dahil olmuş, öylece meftuh kalmıştır.

Zikr hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Öğüttür.

İkincisi: Açıklamadır.

"Alâ recülin minküm":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi:

"Alâ": "Ma’a = ile” manasınadır.

İkincisi:

Mana şöyledir: Sizden bir adamın dili ile öğüt gelmesine. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

64

Derken onu yalanladılar; biz de onu ve gemide onunla beraber olanları kurtardık. Âyetlerimizi inkâr edenleri suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler.

"Kör bir kavim":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Kalpleri Allah’ın marifetinden, kudretinden ve şiddetli azabından kör oldu.

65

Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik.

"Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Korkmuyor musunuz?” dedi.

"Ve ilâ Âd": Mana: Âd’a gönderdik, demektir.

"Kardeşleri Hûd’u":

Zeccâc şöyle demiştir: Kardeşleri demesi, onun da onlar gibi Âdem’in oğullarından olmasındandır. Kavimlerinden olması dolayısıyla denilmiş olması da câizdir.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Ad, Sam b. Nûh’tan gelen bir kabiledir. Onlara kardeşleri demesi, onların soyundan olmasındandır. Onun soyu şöyledir: Ad b. Avs b. İrem b. Sam.

66

Kavminden ileri gelenler: "Şüphesiz biz elbette seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni elbette yalancılardan sanıyoruz” dediler.

"İnna lenerake fi sefahetin":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Sefahet cahilliktir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Sefahet: Akıl hafifliği ve görüş basitliğidir. Sevbün sefihün denir ki: seyrek kumaş demektir.

"Biz seni yalancılardan zannediyoruz": Onu kesin bildiklerinden değil de zanlarından dolayı inkâr ettiler.

67

Ey kavmim, bende beyinsizlik yoktur. Ben ancak âlemlerin Rabbinden bir elçiyim” dedi.

"Ey kavmim, bende beyinsizlik yoktur, dedi": Bu da karşıya hitap ederken gayet güzel bir edep türüdür. Çünkü onların beyinsizlik diye nispet ettikleri şeyi sadece, o bende yoktur demekle reddetti.

68

Size Rabbimin mesajlarını tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir öğütçüyüm” dedi.

"Ben sizin için güvenilir bir nasihatcıyım":

Dahhâk: Elçiliğe güvenilir biriyim, demiştir.

İbn Saib de: Ben bugüne kadar aranızda emindim, demiştir.

69

Sizi uyarmak için içinizden bir adamla Rabbinizden size bir öğüt gelmesine mi taaccüp ettiniz? Hatırlayın ki, sizi Nûh kavminden sonra halifeler kıldı ve size yaratılışta kuvvetçe onlardan fazla verdi. Allah’ın nimetlerini hatırlayın. Belki kurtuluşa erersiniz.

"Hatırlayın ki, sizi halifeler kıldı": Onlara nimeti hatırlattı; şöyle ki, kendilerinden öncekileri helak etti ve kendilerini onların yerlerine geçirdi.

"Ve zadeküm filhakı bestah": Yani size uzun boy ve kuvvet verdi,

İbn Abbâs şöyle demiştir: En uzunları yüz arşın, en kısaları da altmış arşın idi.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Âlâellah": Allah’ın nimetleri demektir. Tekili: İlâ'dır, Şair de şöyle demiştir:

Beyaz benizlidir, zayıflıktan korkmaz.

Sıla-i rahmi terk etmez ve yemini yerine getirir.

Tekilinin

"ilye” ve "ela” olması da câizdir.

70

Dediler:

"Bize bir tek Allah'a ibadet etmemiz ve atalarımızın ibadet ettiklerini bırakmamız için mi geldin? Öyleyse eğer doğru söyleyenlerden isen tehdit ettiğin şeyi bize getir".

"Bize tehdit ettiğin şeyi getir": Yani azabın inmesi ile ilgili olarak.

"Eğer doğru söyleyenlerden isen": Azabın inmesi hakkında.

Atâ’ da: Peygamberliğin ve bize gönderilmen hakkında, demiştir.

71

Dedi: "Size Rabbinizden bir azap ve gazap hak oldu. Sizin ve atalarınızın ad taktığınız ve Allah’ın, onlara hiçbir delil indirmediği bazı isimler (putlar) hakkında mı benimle mücadele ediyorsunuz? Bekleyin; şüphesiz ben de sizinle bekleyenlerdenim.

"Kad vakaa": Vacip oldu demektir.

"Aleyküm min Rabbiküm ricsün ve ğadab.

İbn Abbâs (rics ve ğadab): Azap ve öfke, demiştir.

Ebû Amr b. Alâ da. Ze ile ricz ve sin ile rics: Aynı manayadır, sin zeye kalb olunmuştur.

"Sizin ve atalarınızın ad taktığınız isimler hakkında mı benimle mücadele ediyorsunuz?": Bu isimler putlardır. Onlara ad takmalarında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara ilâhlar dediler.

İkincisi: Onlara çeşitli isimler verdiler. Sultan da: Delil, demektir.

"Bekleyin": Azabın inmesini.

"Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim": Bana inanmadığınız için başınıza gelecek azabı.

72

Biz de onu ve beraberindekileri bizden bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi inkâr edenlerin ve inanmayanların kökünü kestik.

73

Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik.

"Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka bir İlâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir mucize gelmiştir. İşte size bir mucize olarak Allah’ın dişi devesi! Bırakın onu, Allah’ın arzında yesin. Ona bir kötülükle dokunmayın. Sonra sizi acıklı bir azap yakalar” dedi.

"Ve ilâ Semude": Ebû Amr b. Alâ şöyle demiştir: Ona Semud denmesi suyunun azlığındandır. İbn Fâris : Semud kaynağı olmayan az suya, denir demiştir.

"İşte bu, Allah’ın dişi devesi":

Allah’a nispet edilmesinde iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, özelleştirme ve üstün kılma içindir, meselâ, Kâbe için: Allah’ın Evi denilmesi gibi.

İkincisi: Çünkü o, bir mucize olarak yaratılmıştı.

"Size bir mucize olarak": Yani Allah’ın kudretini gösteren bir alâmet olarak. Neden "size” demiştir? Çünkü onlar teklif etmişlerdi. Hem kendileri hem de başkaları için mucize ise de teklif onlardandı.

Onun mucize olmasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Düz bir kayadan çıkmıştı; gebe gibi sancılandı, sonra da istedikleri gibi yarıldı, içinden çıktı.

İkincisi: O bir günde vadideki suyu içiyor ve o kadar süt veriyordu.

"Bırakın onu, Allah’ın arzında yesin":

İbn Enbari şöyle demiştir: Bakımı ve yemi sizin üzerinize değildir.

"Te’kül” gizli şartın cevabı olarak meczumdur, takdiri şöyledir: İn tezeruha te’kül (eğer onu bırakırsanız yemini yer).

"Ona kötülükle dokunmayın": Onun ayaklarını doğramayın, demektir.

74

Hatırlayın ki, Allah sizi Ad (kavmin)den sonra halifeler kılmış ve sizi yeryüzüne yerleştirmişti. Ovalarından köşkler edinir ve dağlarından evler yontarsınız. Öyleyse Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde bozgunculuk etmeyin.

"Ve bevveeküm füardı": Sizi oraya yerleştirdi, demektir. Tebevve fülanün menzilen denir ki: Bir yere indi manasınadır. Bevve’tühu: Onu bir yere indirdim, yerleştirdim, demektir. Şair de şöyle demiştir:

Toplumlarının ortasına yerleştirildi,

Kavminin içinde yeri tamam oldu.

Yani asaletten soyun merkezine yerleşti demek istiyor.

"Tettehizune min suhuliha kusura": Sehl: Engebeli olmayan düz yer demektir. Kasr da: Yüksek bina manasınadır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ovalarında yazlık için köşkler edindiler, kışlık için de dağlarda yontmalar yaptılar.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir:

Onlardan bir adam binalar yapardı, üzerinden yüz yıl geçerdi, harap olurdu. Sonra onu yenilerdi. Yine üzerinden yüz yıl geçer harap olurdu, yine onu yenilerdi. Yüz yıl daha geçer harap olurdu. Bundan bıkınca, dağlarda kaya evler edindiler.

75

Kavminden büyüklük taslayanlar, içlerinden iman eden hor görülenlere: "Salih’in gerçekten Rabbinden gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” dediler. Onlar da:

"Biz, onunla gönderilen şeylere inanıyoruz” dediler.

"Kâle’l-meleüllezîne’s-tekberû min kavmihi":

İbn Âmir vav ziyadesiyle: "Ve kâle” okumuştur. Onların Mushaflarında da böyledir. Âyetin manası da şöyledir: Allah’a ibadetten büyüksündüler.

"Hor görülenlere": Zavallıları kastediyor.

"Onlardan iman edenler” de zavallılardan bedeldir, onlar da mü'minlerdir.

"Salih'in gerçekten Rabbinden gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?": Bu, ret manasına bir sorudur (o peygamber değildir, demek istiyorlar. Mütercim).

76

Büyüklük taslayanlar:

"Biz, sizin iman ettiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz” dediler.

77

Derken o dişi deveyi kestiler ve Rablerinin emrinden uzaklaştılar.

"Ey Salih, eğer sen gönderilenlerden isen, tehdit ettiğin şeyi bize getir” dediler.

"Fe’akaru’n-nâkate": Yani deveyi öldürdüler demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Akr öldürmek manasına gelir; Peygamber aleyhisselam’ın şehitlerden bahsederken: "Kim atını akr ederse demiştir ki, öldürürse, demektir.8

8 - İmam Ahmed, Müsned, 3/391, Cabir b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir.

İbn İshak da şöyle demiştir: Deveyi öldüren bir ağacın arkasına gizlendi, ona bir ok attı; bacak kasına saplandı. Sonra da ona kılıçla saldırdı, ökçe veterini (aşil kirişini) kesti, sonra da onu boğazladı. Ezheri şöyle demiştir: Akr, Araplarda devenin ökçe sinirini kesmektir. Sonra akr boğazlama için kullanıldı, çünkü devenin o damarını kesen onu boğazlar.

"Uzaklaştılar (atev)":

Zeccâc şöyle demiştir: Küfürde haddi aştılar.

Ebû Süleyman da: Rablerinin emrinin dışına çıktılar, demiştir.

"Bizi tehdit ettiğin şeyi getir": Yani azabı, demektir.

78

Bunun üzerine onları o sarsıntı tuttu; yurtlarında diz çökenler (helak olanlar) oldular.

"Onları sarsıntı (recfe) tuttu":

Zeccâc: Recfe şiddetli sarsıntıdır, demiştir.

"Feasbahu fi darihim” (yurtlarında oldular): Yani şehirlerinde, demektir.

Eğer:

"Burada nasıl tekil yaptı da, başka bir yerde çoğul yaparak:  

"Fi diyarihim” (Hûd: 67) dedi?” denilirse, buna iki cevap verilir: Bunları da İbn Enbari zikretmiştir:

Birincisi: Yurttan (dardan), askeri kamplarını kastetmişlerdir. Diyarihim derken de her birinin konakladığı menzili kastetmişlerdir.

İkincisi: Dâr demekle diyarı kastetmiştir, tekil söylemekle çoğul söylemeye gerek duymamıştır. Meselâ şairin şu mısraı gibi:

Yarı karın yiyin, yaşarsınız. (Yarı karınlar, demek istemiştir).

Bu kitapta bunun misalleri çoktur.

"Câsimîn":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Sabahleyin çökmüş kül gibi yığılıp kaldılar.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Birbirlerinin üzerine çöktüler. Cüsum insanlar ve kuşlar için devenin çökmesi gibidir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Cüsüm dizlerin üzerine çökmektir. Başkası da şöyle demiştir: Bu şekilde ölüp kaldılar.

Zeccâc da şöyle demiştir: Üst üste atılan kül gibi cesetler haline geldiler.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Azap gelirken birbirlerinin üzerine düşüp kaldılar.

79

O da onlardan yüz çevirdi:

"Ey kavmim, gerçekten size Rabbimin mesajını tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi.

"Onlardan yüz çevirdi": Allahü teâlâ diyor ki: Salih, onlar deveyi kestikten sonra onlardan ayrıldı; çünkü Allahü teâlâ ona,

"aralarından çık; ben onları helak edeceğim” diye vahyetti.

Katâde de şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre sizin Peygamberiniz Muhammed Mustafa nasıl Bedir'de öldürülen müşriklere sesini duyurdu ise Salih aleyhisselam da ölümlerinden sonra kendi kavmine sesini öyle duyurdu.

80

Lût'u da (gönderdik); hani kavmine: "Sizden önce dünyalardan kimsenin yapmadığı o çirkin harekete mi varıyorsunuz?” demişti.

"O çirkin harekete mi varıyorsunuz?": Yani erkeklere yanaşmaya.

"Sizden önce dünyalardan kimse onu yapmadı":

Amr b. Dinar şöyle demiştir: Lût kavmine gelinceye kadar dünyada bir erkek bir erkeğin üzerine çıkmadı. Bazı dilciler: Lût kelimesinin: Lattul havza (havuzu çamurla sıvayıp düzledim) kavlinden geldiğini söylemişlerse de bu, yanlıştır. Çünkü o, İshak gibi yabancı bir isimdir. İshak’ın da uzaklık manasına gelen sahk kökünden geldiği söylenemez.

81

Şüphesiz sizler, kadınları bırakarak erkeklere şehvetle varıyorsunuz. Meğer siz haddi aşan bir kavim imişsiniz!"

"Erkeklere mi geliyorsunuz?” Bu, ret manasına bir sorudur. Müsrif de: Kendisine emredilen şeyde haddi aşan demektir.

82

Kavminin cevabı:

"Onları kentinizden çıkarın; çünkü onlar iyice temizlenen insanlar!” demelerinden başka bir şey olmadı.

"Onları kentinizden çıkarın": Yani Lût’u ve ona tabi olan mü’minleri.

"Onlar iyice temizlenen insanlardır":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar erkeklerin arkalarından ve kadınların arkalarından uzak dururlardı.

83

Biz de onu ve ailesini kurtardık, ancak karısı hariç. Çünkü o, kalanlardan oldu.

"Onu ve ailesini kurtardık":

Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: İki kızıdır.

İkincisi: Ona iman edenlerdir.

"Ancak karısı müstesna. O kalanlardan oldu": Yani Allah’ın azabında kalanlardan oldu.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Neden "ğabirin diyerek erkek cemi kalıbı kullandı? Çünkü erkeklerle kadınlar beraber zikredilirse, erkek kalıbı kullanılır.

84

Üzerlerine bir yağmur yağdırdık ki,! Bak, günahkarların akibetleri nasıl oldu?

"Üzerlerine bir yağmur yağdırdık ki,": Yani taş yağmuru indirdik.

Mücâhid şöyle demiştir: Cebrâil yere indi, kanadını Lût kavminin şehirlerinin altına soktu, onları havaya kaldırdı, sonra da onları ters çevirdi; altını üstüne getirdi, sonra da üzerlerine taş yağdırıldı.

85

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i (gönderdik).

"Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka İlâh yoktur. Size Rabbinizden bir mucize geldi; ölçüyü, tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını kısmayın. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. Eğer inanan kimseler iseniz bu, sizin için daha hayırlıdır” dedi.

"Medyen’e":

Katâde şöyle demiştir: Medyen, Şuayb kavminin üzerinde toplandıkları bir su idi. Zeccâc da böyle demiştir. O şöyle de demiştir: Medyen gayri munsariftir, çünkü yer ismidir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Medyen, İbrahim Halil’in öz oğludur.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: O, İbn Medyen b. İbrahim’dir.

Mana da şöyledir: Şuayb’i de Medyen oğullarına gönderdik. Buna göre Medyen, kabilenin adıdır. Bazıları da: O, şehrin adıdır, demişlerdir.

Mana da: Medyen halkına gönderdik olur. Şeyhimiz dilci Ebû Mansur da şöyle demiştir: Medyen yabancı (Arapça olmayan) bir isimdir. Eğer Arapça ise, ye fazladır; medene bilmekâni kavlinden gelir ki, bir yerde ikamet etmek manasınadır.

"Vela tebhasunnase eşyaehüm” (halkın eşyasını kısmayın):

Zeccâc şöyle demiştir: Bahs, eksiklik ve azlıktır, sin ile, behastü ebhasü, denir. Sad ile behastü aynehu denirse: Gözünü çıkardım olur.

"Yeryüzünde bozgunculuk etmeyin": Yani Allah orayı adalet emri ve peygamberler göndermekle ıslah ettikten sonra günahlar işlemeyin, demektir.

"Eğer mü’minler iseniz": Yani size Allah’tan haber verdiğim şeyleri tasdik eden kimseler iseniz, demektir.

86

O’na (Allah’a) iman edenleri tehdit ederek ve onları Allah’ın yolundan çevirerek her yola oturmayın ve onun eğrilmesini istemeyin. Hatırlayın, hani siz az idiniz de sizi çoğaltmıştı. Bakın, bozguncuların sonu ne oldu!"

"Vela tak’udu bukülli sıratın": Sırat yol, demektir.

"Tehdit ederek": Şuayb’e iman edenleri kötülükle tehdit ederek ve azap ve öldürmekle korkutarak. Eğer:

"Ei’li (tuiduneyi) nasıl mefulsüz (nesnesiz) zikretti. Tuidune bikeza deseydi?” denirse, cevap şöyledir: Araplar bu fi’li nesnesiz söylerlerse, mutlaka kötü şey akla gelir, meselâ bu manada nesnesiz olarak, ev’attü fülanen derler. Ama nesnesiz olarak vaattü derlerse, o da yalnız hayra delalet eder.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Vaattuhu hayran ve evattuhu şerren, derler. Eğer hayrı ve şerri atarlarsa, hayırda: Vaattuhu, şerde de: Evattuhu, derler. Be getirerek de: Vaattuhu bişşerri, deler. Halk şairi şöyle demiştir:

Beni zindan ve prangalarla tehdit etti (evadeni bissicni).

Mûsannif şöyle demiştir: Ben şeyhim dilci Ebû Mansur’dan şöyle okudum, dedi ki: Evattü ile tehdit ettikleri şeyi zikretmek isterlerse, be getirir: Evattuhu biddarbi (onu dayakla tehdit ettim) derler, Evattuhuddarbe, demezler.

Süddi de şöyle demiştir: Şuayb’in kavmi aşarcı idiler.

İbn Zeyd de: Yol keserlerdi, demiştir.

"Allah’ın yolundan çevirerek": Yani O’na iman edenleri Allah’ın dininden döndürerek, demektir.

"Onun eğriliğini arayarak (tebğuneha iveca)": Kavli de Al-i İmran: 99’da tefsir edilmiştir.

"Hatırlayın, hani siz az idiniz de sizi çoğalttı":

Zeccâc şöyle demiştir: Mananın şöyle olması câizdir: Siz fakirken sizi zengin etti. Şöyle olması da câizdir: Sayınız az iken sizi çoğalttı. Şöyle olması da câizdir: Güçsüz iken size güç verip sizi kuvvetlendirdi.

87

Eğer içinizden bir grup bana gönderilenlere iman etti ve bir grup da iman etmedi ise, Allah aramızda hüküm verinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

"Eğer içinizden bir grup bana gönderilenlere iman etti ve bir grup da iman etmedi ise": Yani peygamberliğimde ihtilaf edip de tasdik edenler ve inanmayanlar olmak üzere iki fırkaya ayrıldmızsa,

"Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin": İnanmayanlara azap etmek ve tasdik edenleri de kurtarmakla.

"O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır": Çünkü O, haksızlık etmez.

88

Kavminden büyüklük taslayanlar:

"Ey Şuayb, elbette seni ve seninle beraber iman edenleri mutlaka çıkaracağız yahut dinimize dönersiniz” dediler. O da:

"İstemesek de mi?” dedi.

"Yahut bizim dinimize dönersiniz": Dinleri de şirktir, çok ilâhcılıktır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: "Leteudünne

"deki lamı yeminin cevabı gibi kılmıştır, o da şart manasınadır. Konuşmada bunun örneği şöyledir: Vallahi leardibenneke ev tukırru li, manası: Allah’a yemin ederim ki, seni döveceğim meğerki suçunu ikrar edesin, yahutta

Mana şöyledir: Suçunu ikrar edinceye kadar seni döveceğim.

"Dedi: İstemesek de mi?": Yani ona girmek istemesek de mi bizi dininize girmeye zorlayacaksınız?! Buradaki hemze istifham içindir. Eğer: "Nasıl, yahutta dinimize dönersiniz” dediler, hâlbuki Şuayb hiçbir zaman onların dinine girmiş değildi ki, ona dönsün?” denilirse, buna iki şekilde cevap verilir:

Birincisi: Onlar Şuayb’e hitap ederken yanındaki kâfirleri kastedince, onlara hitap etmekle Şuayb’e de hitap etmiş oldular ve onlar çoğunluk, o ise azınlık olduğundan onu da onların içine kattılar.

İkincisi:

Mana şöyledir: Yahutta dinimize dönersiniz, buradaki dönme başlama manasınadır, meselâ: Filandan bana kötülük döndü, denir ki, daha önce ona hiç kötülük etmemiş olabilir.

Şair de şöyle demiştir:

Eğer günler bana bir defa iyilik etmiş olursa,

Onlara da günahlar dönmüştür.

Bunu da Bakara suresi: 210’da

"ve ilallahi turceul umur” kavlinde şerh etmiş idik. Bu iki cevabın manasını Zeccâc ile İbn Enbari zikretmişlerdir.

89

"Eğer, Allah bizi ondan kurtardığı halde sizin dininize dönersek, Allah’a yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe bizim ona dönmemiz (söz konusu) olamaz. Rabbimiz her şeyi ilimce kaplamıştır. Yalnız Allah’a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın".

"Eğer sizin dininize dönersek Allah’a yalan uydurmuş oluruz": Şöyle ki: O kavim, yaşadıkları dini Allah’ın kendilerine emrettiğini iddia ediyorlardı, bunun için ona millet (din) dediler.

"Ona dönmemiz söz konusu olamaz": Yani dininize.

"Meğerki Allah dilemiş ola": Yani ilm-i ezelisinde ve geçmiş takdirinde böyle bir şey yapmış ola.

"Rabbimiz her şeyi ilimce kaplamıştır":

İbn Abbâs: olan şeyi olmadan önce bilir, demiştir.

"Yalnız Allah’a tevekkül ettik": Yani bizi tehdit ettiğiniz şeyde ve bizim de kaçındığımız sapıklıkta.

"Rabbimiz bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet": Kelime anlamı: Aramızı aç, demektir ki, aramızda hüküm ver manasınadır. Şair şöyle demiştir:

Benden Usm oğullarına bir elçi gönder,

Benim hakkımda verdiğiniz hükümlere ihtiyacım yoktur (onları tanımıyorum).

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Uman halkı kadıya: Fatih ve fettah (açıcı) derler.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mananın şöyle olması câizdir: İşimizi (dolaşığımızı) aç ki, aramızdaki şeyler ortaya çıksın. Onların bu sözleriyle kavimlerine azap inmesini, böylece hakkın da kendilerinde olduğunun açığa çıkmasını istemiş olmaları da câizdir.

90

Kavminden kâfir olan ileri gelenler:

"Eğer Şuayb’e tabi olursanız, şüphesiz siz, o takdirde kesinlikle ziyan edenlerdensiniz” dediler.

91

Derken onları o sarsıntı tuttu; sabahleyin yurtlarında diz çökenler (helak olanlar) oldular.

92

Şuayb’i yalanlayan kimseler, hiç orada ikamet etmemiş gibi oldular. Şuayb’i yalanlayanlar ziyan edenlerin ta kendileri oldular.

"Sanki orada ikamet etmemiş gibi oldular":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Yurtlarında hiç yaşamamış gibi oldular. Bunu İbn Abbâs ile Ahfeş, demişlerdir. Hatim Tayyi’ de şöyle demiştir:

Bir zamanlar fakirliği de zenginliği de yaşadık,

Her ikisini de bize zaman kadehlerle içirdi.

Zenginliğimiz akrabalara taşkınlığımızı artırmadı,

Fakirlik de soydaşlarımızı hor gördürmedi.

Zeccâc, şiirde geçen "ğaniyna” sözcüğünün, yaşadık manasına geldiğini söylemiştir. Yine şiirdeki tasa’luk, fakirliktir. Araplar fakire: Sa'luk, derler.

İkincisi: Orada hiç nimet tatmamış gibi oldular. Bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Orada hiç bulunmamış gibi oldular. Bunu da İbn Zeyd ile Mukâtil, demişlerdir.

Dördüncüsü: Oraya hiç inmemiş (konmamış) gibi oldular.

Zeccâc şöyle demiştir: Esmaî dedi ki: Mağani: Menziller manasınadır. Ganiyna bimekanin keza denir ki: Oraya indik, demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Orada ikamet etmemiş gibi oldular. Ğaniyna bimekanin keza: Orada ikamet ettik, demektir.

İbn Enbari şöyle demiştir:

"Şuayb’e inanmayanlar” kavli, onları daha çok kınamak için iki kere tekrar edilmiştir. Meselâ şöyle dersin: O senin kardeşin malımızı aldı, o senin kardeşin namusumuza sövdü.

93

Şuayb onlardan yüz çevirdi ve:

"Ey kavmim, yemin olsun, gerçekten ben size Rabbimin mesajlarını ulaştırdım ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl üzülürüm!” dedi.

"Onlardan yüz çevirdi":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Yüz çevirdi.

İkincisi: Bir tarafa çekildi.

"Ey kavmim, size Rabbimin mesajlarını tebliğ ettim":

Katâde şöyle demiştir: Bizim Peygamberimiz Bedir’de helak olduktan sonra kendi kavmine sözlerini nasıl duyurdu ise Şuayb ve Salih de kendi kavimlerine helak olduktan sonra seslerini öyle duyurmuşlardır.

"Fekeyfe âsâ": Nasıl üzülürüm, demektir. İbn İshak şöyle demiştir: Şuayb, kavminin helakine çok üzüldü, sonra da kendini kınadı ve:

"Kâfirler topluluğuna nasıl üzülürüm?” dedi.

94

Bir kente hiçbir peygamber göndermedik, ancak onun halkını belki yalvarırlar diye fakirlikle ve sıkıntı ile yakaladık.

"Bir kente göndermedik":

Zeccâc şöyle demiştir: Her şehre, kent (karye) denir, çünkü insanlar orada toplanırlar. Başkası da şöyle demiştir: Burada kısaltma vardır, takdiri: Ona inanmazlarsa, demektir.

"Biz de onun halkını fakirlik ve sıkıntı ile yakaladık": Bunun tefsiri de En’am: 42 ve bu surede: (A’raf: 55’te) geçmiştir. Âyetten kastedilen: İnanmayanlara Allah’ın adetini bildirmek ve Kureyş'i tehdit etmektir.

95

Sonra kötülüğün yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve:

"Atâ’larımıza keder / yoksulluk ve sevinç dokunmuştu” dediler. Biz de onları farkında olmadan ansızın yakaladık.

"Sonra kötülüğün yerine iyilik getirdik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kötülük, şiddet, iyilik de bolluktur. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kötülük, şer, iyilik de hayırdır. Bunu da Mücâhid, demiştir.

"Sonunda çoğaldılar":

İbn Abbâs, kendileri çoğaldı, malları da arttı, demiştir.

"Atâ’larımıza keder ve sevinç dokunmuştu, dediler": Biz de onlar gibiyiz; onların başına gelenler bizim de başımıza gelir, yani onları zamanın adeti helak etti; o bir ceza değildi, dediler.

"Biz de onları ansızın yakaladık": Yani habersiz olarak azabın inmesiyle.

"Farkında değillerdi": Azabın inişinin, sonunda Allah onları helak etti.

96

Eğer kentler halkı iman etseler ve sakınsalardı, üzerlerine gökten ve yerden kesinlikle bereketler açardık. Ancak onlar yalanladılar; biz de onları kazandıkları şeyle yakaladık.

"Üzerlerine göğün ve yerin bereketlerini elbette açardık":

Zeccâc şöyle demiştir: Mana: onlara gökten yağmur gelirdi, yerden de ot biterdi. Bu da çok ve bol olurdu.

97

Kentler halkı azabımızın kendilerine geceleyin uyurlarken gelmesinden emin mi oldular?

"Efe-emine ehlül kura":

İbn Kesir, İbn Âmir ve Nâfi, vavm sükunu ile:

"Ev emine ehlü” okumuşlardır.

Âsım, Hamze ve Kisâi de, vav harekeli olarak:

"Eve emine” okumuşlardır. Verş de Nâfi’den, hemzeyi idgam ederek:

"Evamine” okumuş, harekesini sakinin üzerine atmıştır.

98

Kura/şehirler halkı azabımızın kendilerine kuşluk vakti oynarlarken gelmesinden emin mi oldular?

99

Allah’ın tuzağından emin mi oldular? Allah’ın tuzağından ziyan eden topluluktan başkası emin olmaz.

100

Yeryüzüne (eski) halkından sonra mirasçı olanlar için belli olmadı mı ki, eğer biz istese idik, onlara günahları yüzünden musibet verirdik. Kalplerinin üzerine mühür basarız da artık onlar işitmezler.

"Evelem yehdi lillezine":

Ya’kûb , nun ile: "Nehdi” okumuştur. Taha: 128 ve Secde: 26’da da böyle okumuştur.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim ye ile okursa, mana: Allah onlara açıklamadı mı, olur. Kim de nun ile okursa, mana: Biz onlara açıklamadık mı olur.

"Ve natbau": Bu,

"esabnahüm” üzerine ma’tûf değildir; çünkü

"esabnahüm” üzerine ma’tûf olsa idi, "letaba’na” derdi. Mana sadece şöyledir: Biz kalplerini mühürleriz. Mananın lafzan mazi, mana bakımından müstakbel (muzari) üzerine ma’tûf olması da câizdir, meselâ:

"Enlev neşaü” dediği gibi ki, mana: Lev şi'na (mazi olarak, istese idik) demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"Esabna"nın üzerine ma’tûf olması da câizdir, o zaman esabna, nusibü manasına; mazi muzari yerine kullanılmış olur. Mana açık olunca bu câizdir. Meselâ:

"Tebarekellezi in şae caale leke hayran min zalike” (Furkan: 19) demiştir ki: İn yeş’e, demektir.

"Yecal leke kusura” kavli de bunu gösterir.

Şair de şöyle demiştir:

Eğer hakkımda şüpheli bir şey duyarlarsa, sevinçlerinden uçarlar,

İyi bir şey duyarlarsa, gömerler.

Burada mazi olan defenu, muzari olan yedfinu yerine kullanılmıştır.

"Onlar işitmezler": Yani kabul etmezler, demektir. “Semiallahu limen hamideh” (Allah kendine hamd edeni işitir) de böyledir ki, kabul eder, demektir.

Şair de şöyle demiştir:

Allah’a dua ettim öyle ki, Allah’ın,

Dediğimi işitmeyeceğinden (kabul etmeyeceğinden) korktum.

101

İşte bu kentlerin haberlerinden sana anlatıyoruz. Yemin olsun, onlara peygamberleri mucizeler getirmişti. Daha önce yalanladıklarına iman edecek değülerdi. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.

"Daha önce yalanladıklarına iman edecek değillerdi":

Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Peygamberler geldiği zaman iman edecek değillerdi; çünkü onlar Allah’ın ilminde kalu belâ bezminde Âdem’in sulbünden çıkarıldıkları gün inkâr etmişlerdi. Bu, Übey b. Ka’b’in görüşüdür.

İkincisi: Peygamberler gönderildiği zaman kalu belâ bezminde Âdem’in sulbünden çıkarıldıkları zaman yalanladıkları şeye iman edecek değillerdi; çünkü dilleriyle iman etmiş, içlerinde ise küfrü gizlemişlerdi. Bunu da İbn Abbâs ile Süddi, demişlerdir.

Üçüncüsü: Eğer onları ölümlerinden sonra dünyaya gönderse idik, helaklerinden önce inkâr ettikleri şeye inanacak değillerdi. Bu da Mücâhid’in görüşüdür.

Dördüncüsü: Eski milletlerden geçmişlerinin inkâr ettiklerini kendileri ikrar edecek değillerdi, bilakis inkârda onlara katılırlardı. Bunu da Yeman b. Rebab, demiştir.

Beşincisi: Mucizeler ve acayiplikler gördükten sonra onları görmezden önce inkâr ettikleri şeye iman edecek değillerdi.

102

Çokları için ahde vefa bulamadık. Gerçekten çoklarını fasıklar olarak bulduk.

“Çoklarını bulamadık” Yani geçmiş çağların çoklarını

"Min ahd": Vefa demektir.

İbn Abbâs: Allah onları Âdem’in sulbünden çıkardığı zaman verdikleri ahde vefayı murat etmiştir demiştir. Hasen de: Ahd burada Peygamberlerle beraber şirk koşmayacaklarına dair verdikleri sözdür, demiştir.

"Ve in vecedna":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Çoklarını ancak fasıklar olarak bulduk demiştir (in olumsuzluk edatıdır. Mütercim)

103

Sonra arkalarından Mûsa’yı mucizelerimizle Fir’avn’e ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlara (mucizelere) haksızlık ettiler. Bak, bozguncuların sonucu nasıl oldu?

"Sonra arkalarından": Yani adı geçen peygamberlerin ardından, demektir.

"Fezalemu biha":

İbn Abbâs: Onları yalanladılar, demiştir. Başkası da: Onları inkâr ettiler, demiştir.

104

Mûsa.

"Ey Fir’avn, şüphesiz ben, âlemlerin Rabbinden bir peygamberim” dedi.

105

Bana Allah'a karşı ancak hakkı söylemek yaraşır. Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim; İsrâil oğullarını benimle beraber gönder.

106

(Fir’avn) dedi: Eğer bir mucize getirdi isen, eğer doğrulardan isen onu getir.

"Hakikun alâ enla ekule alallahi illelhakka": Burada

"alâ” be manasınadır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Araplar alâ yerine be kullanırlar, meselâ şöyle dersin: Remeytü bilkavsi ve alel kavsi, ve ci’tü bihalin hasenetin, ve alâ halin hasenetin.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir:

"Hakikun": Haris demektir.

Nâfi ile Eban da-Âsım’dan rivayetle - ye şeddeli ve meftuh, mütekellim yasına muzaf olarak

"hakikun aleyye” okumuştur.

Mana da: Hakkı söylemek benim üzerime borçtur, demektir.

"Size bir mucize getirdim": Yani asa mucizesi.

"Sen de İsrâil oğullarını benimle gönder": Yani onları serbest bırak; onları zor işlerde çalıştırıyordu.

107

O da asasını attı; bir de ne görsünler, o, apaçık büyük bir yılan.

"Baktılar ki, o apaçık bir yılan":

Ebû Ubeyde: Görünen bir yılan, demiştir.

Ferrâ’: Su’ban: Yılanların en büyüğüdür, demiştir. O erkek yılandır. Dahhâk da İbn Abbâs’tan: Su’ban: Erkek yılandır, dediğini rivayet etmiştir.

108

Elini çıkardı; bir de ne görsünler, o, bakanlar için bembeyaz!

"Elini çıkardı":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Elini koynuna soktu, sonra da onu çıkardı; şimşek gibi parladığını gördüler. Öyle bir ışığı vardı ki, güneşin ışığını bastırıyordu. Yüzleri üstü secdeye kapandılar. Sonra da onu koynuna soktu, eskisi gibi oldu.

Mücâhid: Alaca hastalığı olmadığı halde bembeyaz idi, demiştir.

109

Fir’avn’in kavminden ileri gelenler: Şüphesiz bu, elbette bilgili bir sihirbazdır, dediler.

110

"Sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor". (Fir’avn): "Ne emredersiniz?” dedi.

"Ne emredersiniz?":

İbn Abbâs: "Ne önerirsiniz?” demiştir. Bu da onun Fir’avn’in sözünden olduğunu gösterir ve söz

"toprağınızdan” kelimesinde son bulmuştur.

Zeccâc şöyle demiştir: Bunun, ileri gelenlerin sözlerinden olması da câizdir; sanki Firavn’e ve gözdelerine veyahut yalnız ona hitap etmişlerdir. Çünkü sözü dinlenen reise: "Ne buyurursunuz?” denir.

111

Onlar da:

"Onu ve kardeşini alıkoy ve şehirlere toplayıcılar gönder".

"Erci’hü": İbn Kesir hemzeli, he’den sonra vavlı olarak:

"Erci’hû” okumuştur. İbn Amr da öyle okumuş, ancak o, he’yi zammeli okumuş ve sonuna vav ilâve etmemiştir, ikisi de:

"mürceune” (Tevbe: 106) ve

"türciü” (Ahzab: 51) okumuşlardır.

Kalun ile Müseyyebi de Âsım’dan rivayetle henin kesresiyle sonunda yesiz ve hemzesiz olarak:

"Ercihi” okumuştur. Verş de ondan sonuna ye ulayarak:

"Ercihî” rivayet etmiş, cimle he arasına hemze koymamıştır. İsmail b. Cafer de Nâfi’den rivayetle böyle okumuştur. Bu Kisâi’nin de okuyuşudur.

Hamze de, he sakin ve hemzesiz olarak:

"Ercih” okumuştur.

Âsım da, Mufaddal rivâyetinin dışında böyle okumuştur. Mufaddal ondan henin kesresi ile işbasız ve hemzesiz okuduğunu rivayet etmiştir. Şuara: 36’da daki ihtilafları da böyledir.

İbn Kuteybe: Errichu okumuştur, onu tehir et, ertele demektir. Bazen hemzeli olarak: Erce’tüşşey’e ve (hemzesiz olarak da) erceytühu denir (tehir etmek manasınadır).

"Türci men teşaü minhünne” (Ahzab: 51) de ondandır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Esed oğulları, hemzesiz olarak. Erceytül emre, derler ki, işi tehir ettim, demektir. Kays kabilesinin geneli de böyle der. Temim oğullarının bazıları ise, hemze ile: Erce’tül emre, derler. Kurralar hemzeye düşkün (hevesli) iseler de hemzenin terki daha iyidir.

"Şehirlere gönder": Yani Mısır şehirlerine.

"Haşirin": Sihirbazları sana toplayıp getirecek kimseler, demektir.

İbn Abbâs: Onlar: Zaptiyelerdir, demiştir.

112

"Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler” dediler.

"Ye’tûke bikülli sahirin alîm":

İbn Kesir, Nâfi Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir: "Sahir", Yûnus: 79’da:

"Bikülli sahir” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de, iki yerde de: "Sehharin” okumuşlardır. Şuara: 37’de ise onun "sehhar” olduğunda ihtilaf yoktur.

113

Sihirbazlar Fir’avn’e gelip:

"Eğer biz galip olursak, gerçekten bize bir ücret var mı?” dediler.

"İnne lena le-ecren":

İbn Kesir, Nâfi ve Hafs da Âsım’dan rivayetle haber olarak hemzenin kesri ile:

"İnne lena leecren” okumuşlardır. Şuara: 41’de de medli ve hemzenin fethi ile: "Âyinne” okumuşlardır. Ancak Hafs, Âsım’dan Şuara: 41’de iki hemze ile:

"Einne” rivayet etmiştir.

Ebû Amr da iki surede de medli olarak "Âyinne lena” okumuştur.

İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan naklen, iki yerde de iki hemze ile okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Burada istifham konuya daha uygundur; çünkü onlar kendileri için ücretin kesin olduğunu bilmediler, sadece bunu sordular.

114

O da:

"Evet, şüphesiz siz (bana) yaklaştırılanlardan olursunuz” dedi.

115

(Sihirbazlar):

"Ey Mûsa, sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” dediler.

116

O da: "Siz atın” dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler/boyadılar ve (ortaya) büyük bir sihir getirdiler.

"İnsanların gözlerini büyülediler/boyadılar":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: İnsanların gözlerini büyülediler ve gözlerini aldılar.

"Vesterhebuhum": Onları korkuttular, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Korkunç adamlarını çağırdılar, insanları korkuttular.

117

Mûsa’ya:

"Asanı at” diye vahyettik. Bir de gördüler ki, o, onların uydurduklarını yutuyor.

"Feiza hiye telkafu":

Âsım, lâm sakin kaf da burada, Taha: 69’da ve Şuara: 45’te şeddesiz olarak

"telkafu” okumuştur. Bezzi, İbn Füleyh de İbn Kesir’den rivayetle kafin şeddesi ile:

"Telekkafu” okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Lekaftüşşey’e lekafen ve lekafanen denir ki: Yutmak manasınadır.

"Ma ye’fikun": Yalandan uydurdukları şeyleri, demektir. Çünkü onların yılan olduklarını iddia etmişlerdi.

118

Böylece hak gerçekleşti, yaptıkları da bâtıll (hiç) oldu.

"Hak gerçekleşti":

İbn Abbâs: Meydana çıktı, demiştir.

"Yaptıkları şeyler de bâtıll oldu": Yani gösterdikleri büyüler.

119

Orada mağlup oldular ve küçülerek döndüler.

120

Sihirbazlar secdeye kapandılar.

121

"Biz, âlemlerin Rabbine iman ettik” dediler.

122

"Mûsa ile Harun’un Rabbine".

Kıssalarına işâret

Sihirbazların sayısında on üç görüş ileri sürerek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Yetmiş ikidir, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Yetmiş iki bindir, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Mukâtil de böyle dçmiştir.

Üçüncüsü: Yetmiştir, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: On iki bindir, bunu da Ka’b, demiştir.

Beşincisi: Yetmiş bindir, bunu da Atıyye, demiştir. Bir rivayette Vehb de böyle demiştir, ancak Fir’avn içlerinden yedi binini seçmiştir.

Altıncısı: Abdümünim b. İdris, babasından, o da Vehb’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mûsa ile yedi yüz bin sihirbazdan seçilen yetmiş bin sihirbaz karşılaştı. Sonra Fir’avn yetmiş binden de yedi bini seçti.

Yedincisi: Yirmi beş bindir, bunu da Hasen, demiştir.

Sekizincisi: Dokuz yüzdür, bunu da İkrime, demiştir.

Dokuzuncusu: Seksen bindir, bunu da Muhammed b. Münkedir, demiştir.

Onuncusu: Otuz küsur bindir, bunu da Süddi, demiştir.

On Birincisi: On beş bindir, bunu da İbn İshak, demiştir.

On İkincisi: On dokuz bindir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, rivayet etmiştir.

On Üçüncüsü: Dört yüzdür, bunu da Sa’lebî hikaye etmiştir.

Reislerinin isimlerine gelince, İbn İshak şöyle demiştir: Sihirbazların reisleri şunlardır: Satur, Azur, Hutat ve Mûsaffa. Onlar iman ettiler. İbn Makula da böyle hikaye etmiştir. İbn İshak’ın dışındakilerden de Sabura ile Azura’yı gördüm.

Mukâtil: En büyüklerinin ismi, Şem'un idi, demiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Kalın ipler ve uzun tahtalar attılar ki, mile mil çapında idi. Mûsa da asasını attı, o iplerinden ve sopalarından daha büyük idi. Ufku kapladı, sonra seksen ziralık ağzını açtı, onların attıkları ipleri ve sopaları yuttu. Eline geçirdiği ne kadar kaya ve ağaç varsa hepsini yemeye başladı, insanlar da bakıyorlardı. Fir’avn ise bozuntuya vermeyerek gülüyordu. Yılan Fir’avn’e doğru geldi, o da: Mûsa, Mûsa, diye bağırdı, Mûsa da onu tuttu. Sihirbazlar bunun gökten (İlâhi) olduğunu, sihir olmadığını anladılar; secdeye kapandılar: Âlemlerin Rabbine iman ettik, dediler. Fir’avn de:

"Beni mi kastediyorsunuz?” dedi. Onlar da Mûsa ile Harun’un Rabbini, dediler. Sabahleyin sihirbaz idiler, akşamleyin şehit oldular.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Asa büyük bir yılan olunca insanların üzerine saldırdı, ondan kırıldılar, birbirlerini ezdiler. Onlardan yirmi beş b. kişi öldü.

Süddi şöyle demiştir: Mûsa, sihirbazların büyüğü ile karşılaştı, ona: "Söyler misin, yarın seni mağlup edersem, bana iman eder misin?” dedi. O da: Yarın sana öyle bir sihir getireceğim ki, onu hiçbir sihirbaz mağlup edemez, Allah’a yemin ederim ki, eğer beni mağlup edersen, mutlaka sana iman ederim, dedi.

Eğer: Mûsa’nın onlara: "Ne atacaksanız atın, demesi câiz midir, halbuki sihir işi küfürdür?” denirse, buna üç türlü cevap verilir:

Birincisi: Emrinin anlamı şöyledir: Eğer haklı iseniz hünerinizi atın, dedi.

İkincisi: Doğru olanı atın; bozuk ve imkansız olanı atmayın, dedi. Bu ikisini Maverdi, zikretmiştir.

Üçüncüsü: Onlara atmalarını emretmesi, mucizesinin daha açık olması içindir. Çünkü onlar atınca, Mûsa da asasını attı ve onları yuttu. Bunu da Vahidi, demiştir.

Eğer: Nasıl: "Sihirbazlar secdeye atıldı” denir ki, onlar kendi istekleri ile secdeye kapanmışlardı?” denilirse, cevap şöyledir: Allahü teâlâ’nın gösterdiği şeyle bütün şüpheler ortadan kalkınca, gördükleri o büyük şey onları hemen secdeye kapanmaya zorladı, böylece mucizelerin büyüklüğünü gördüklerinden dolayı bundan etkilenmiş oldular. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Sihirbazlar iman edince, İsrâil oğullarından altı yüz b. kişi Mûsa’nın arkasına düştü.

123

Fir’avn:

"Ben size izin vermeden ona iman ettiniz. Şüphesiz bu, şehirde halkını ondan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Yakında bilirsiniz!” dedi.

"Âmentüm":

Nâfi, İbn Âmir ve Ebû Amr soru şeklinde hemze ve med ile okudular; Hamze, Kisâi, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle ikincisi medli olmak üzere iki hemze ile okudular.

Hafs da Âsım’dan rivayetle haber tarzında "âmentüm” okudu. İbn İhrit, İbn Kesir’den: "Kale Fir’avnü ve’mentüm” şeklinde istifham hemzesini vava çevirerek ve ikincisini şöyle böyle yumuşatarak okuduğunu rivayet etmiştir. Kunbul da Kavvas’tan İbn İhrit kıraatinin aynısını aktardığını rivayet etmiştir. Ancak o, vavdan sonra hemze getirirdi.

Ebû Ali de: Vavdan sonra hemze vardır, çünkü bu vav, istifham hemzesinden dönüşmüştür, istifham hemzesinden sonra

"efealtüm"ün hemzesi vardır, demiş ve onu gerçekleştirmiş ve harekeli okumuştur.

"Şüphesiz bu kurduğunuz bir tuzaktır":

İbn Saib şöyle demiştir: Bu Mûsa ile kendi aranızda buraya gelmeden önce Mısır’ı işgal edip halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir plandır.

"Yakında bilirsiniz": Yaptığınız şeyin akibetini bilirsiniz.

124

"Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da sizi, hepinizi mutlaka asacağım".

"Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim": Bu da sağ el ile sol ayağı kesmektir.

İbn Abbâs: Bunu ilk yapan ve ilk insan asan Fir’avn’dir, demiştir.

125

(Sihirbazlar): Gerçekten biz, Rabbimize döneceğiz” dediler.

126

"Senin bizden hoşlanmaman, sadece Rabbimizin bize gelen âyetlerine iman ettiğimiz içindir. Rabbimiz, üzerimize sabır aktar ve bizi Müslümanlar olarak öldür".

"Bizden hoşlanmaman": Yani bizim hiçbir şeyimizi beğenmemen ve bize dil uzatman sırf iman ettiğimiz içindir.

"Rabbimiz, üzerimize sabır aktar":

Mücâhid şöyle demiştir: Ellerimizi ve ayaklarımızı kesmesine ve bizi asmasına karşı sabır ver ki, geri küfre dönmeyelim.

"Bizi Müslümanlar olarak öldür": Mûsa’nın dininde ihlaslı kulların olarak.

127

Fir’avn’in kavminden ileri gelenler:

"Mûsa’yı ve kavmini, bu toprakta bozgunculuk etmeleri ve seni ve ilâhlarını bırakmaları için terk mi edeceksin?” dediler. O da:

"Oğullarını öldüreceğiz ve kızlarını sağ bırakacağız. Şüphesiz biz, onların üstünde ezicileriz” dedi.

"Mûsa’yı ve kavmini bırakacak mısın?": Bu ileri gelenlerin Fir’avn’i kışkırtmasıdır.

Yeryüzünde bozgunculuktan da ne kastettikleri hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Kıbtilerin oğlan çocuklarını öldürmek ve kızlarını sağ bırakmak, tıpkı onların İsrâil oğullarına yaptıkları gibi. Bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Onların halkı Fir’avn’e muhalefete ve ona tapmayı terk etmeye çağırmalarıdır.

"Veyezereke": Kurraların çoğunluğu rayı mensûb olarak okumuşlardır. Hasen ise merfu okumuştur.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim mensûb okur da, "veyezereke” derse, vavla istifhamın cevabı olarak mensûb okur.

Mana da: "Sen Mûsa’yı, Mûsa da seni terk mi etsin?” olur. Kim de merfu okursa, onu cümle başı yapar ve mana da:

"Mûsa ile kavmini terk mi edeceksin ki, o da seni ve ilâhlarını terk eder?” olur. En iyisi

"Etezerü"nün üzerine ma’tûf olmasıdır, o zaman mana: "Sen Mûsa’yı, Mûsa da seni mi edecek?", yani onu salıverecek misin?” olur.

"İlâhlarını":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Fir’avn kavmi için küçük ilâh heykelcikleri yapmış ve onlara tapmalarını emretmiş; ben de sizin ilâhınızım ve bu putların da ilâhsıyım, demişti.

"En büyük ilâhınız benim” (Naziat: 24) kavli de bunu gösterir. Başkası da şöyle demiştir: Kavmi, ona yaklaşmak için bu putlara taparlardı.

Hasen de şöyle demiştir: O, gizlice bir tekeye tapardı. Onun gizlice bir sığıra (Apis öküzüne) taptığı da söylenmiştir. Boynuna bir şey asar ve ona tapardı diyenler de olmuştur.

İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Hasen, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Ebû’l - Âliyye ve İbn Muhaysın, hemzenin kesri ve kasrı, “Lâm” ın fethi ve arkasından elifle: "Veİlâheteke” okumuşlardır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mana: Seni ve ilâhlığını terk mi etsin?

İbn Enbari şöyle demiştir: İlâhe, ibadet etmek demektir,

Mana da şöyle olur: Seni ve insanların sana ibadet etmesini terk eder.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Kim: "Ve aliheteke” okursa; seni ve taptığın güneşi terk eder olur. Araplarda güneşe tapan bir kavim vardı, ona yani güneşe, İlâhe, yani İlâhça, derlerdi. Şair A’şa da şöyle demiştir:

Devem Rehb’i hatırlamıyorum,

Yakınımdaki İlâheye de az önce döndüm.

Yani güneşe taptığını ve o kadınla meşgul olduğu için devesini ihmal ettiğini demek istiyor.

"Senukattilü ebnaehüm":

Ebû Amr, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, şedde ile "senükattilü” ve

"yukattilüne ebnaeküm” (A’raf: 141) şeklinde; Nâfi de şeddesiz okumuştur.

İbn Kesir de, şeddesiz olarak "senaktülü", şeddeli olarak da

"yukattilune” okumuştur. Mûsa’yı öldürmekten oğlan çocuklarını öldürmeye dönmesi, bunu rahat yapacağını bildiği içindir.

"Biz onların üzerinde ezicileriz": Yani mülk ve saltanat ile onların üzerindeyiz. İsrâil oğulları oğlan çocuklarının tekrar öldürülmesinden dert yanınca Mûsa:

128

Mûsa, kavmine:

"Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. O’na kullarından dilediklerini mirasçı kılar. Sonuç müttakilerin” dedi.

"Allah’tan yardım isteyin ve sabredin” dedi. Yani size yapılana dayanın, dedi.

"Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır, onu kullarından dilediğine miras kılar":

Âyette geçen yurisüha lâfzını Hasen, Hübeyre de Hafs ve Âsım'dan rivayetle şeddeli olarak

"yüverrisüha” okumuşlardır. Böylece Mûsa onlara Fir’avn ve kavmi helak olduktan sonra topraklarını Allah’ın kendilerine vereceği ümidini sağlamak istemişti.

"Sonuç müttakilerindir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Cennettir.

İkincisi: Galibiyet ve zaferdir.

129

Onlar da:

"Biz sen bize gelmeden önce de, bize geldikten sonra da eziyet çektik” dediler. O da: "Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve sizi bu yerde onların yerine geçirir de nasıl yaptıklarınıza bakar” dedi.

"Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik":

Bu eziyette de altı görüş vardır:

Birincisi: Birinci ve ikinci eziyet, cizye alınmasıdır, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Birincisi, oğlan çocuklarının boğazlanması, İkincisi de Fir’avn’in onları takip ederken arkalarından yetişmesidir. Bunu da Süddi, demiştir.

Üçüncüsü: Birincisi, öğleye kadar zor işlerde çalıştırılıp günün kalan kısmında kendileri için kazanç sağlamalarıdır. İkincisi de gündüz boyu yemeden içmeden zor işlerde çalışmalarıdır. Bunu da Cüveybir, demiştir.

Dördüncüsü: Birincisi, kerpiç kesmeleridir, çamura karıştırdıkları samanı Kiptiler verirdi; İkincisi artık samanı da kendileri temin etmek zorunda kaldılar. Bunu da İbn Saib, demiştir.

Beşincisi: Birincisi oğlan çocuklarının öldürülmesi ve kız çocuklarının sağ bırakılmasıdır. İkincisi de Fir’avn’in onlara takat getiremeyecekleri işleri teklif etmesidir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Altıncısı: Birincisi, ağır işlerde çalıştırılmaları, oğlan çocuklarının öldürülüp kız çocuklarının sağ bırakılmasıdır. İkincisi de o işkencenin tekrar edilmesidir.

"Bize gelmenden önce":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bize mesajla gelmenden önce ve onu getirdikten sonra. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bizi halas edeceğine dair Allah'ın va’dini getirmenden önce ve onu getirdikten sonra. Bunu da Maverdi, zikretmiştir.

"Umulur ki, Allah düşmanınızı helâk eder":

Zeccâc: Asâ fi’li umut ve korku içindir, ancak Allah’ın verdiği ümide bel bağlamak vaciptir.

"Sizi yeryüzüne halife kılar":

Bu halife kılmada da iki görüş vardır:

Birincisi: O Fir’avn ve kavmine halef olmaktır.

İkincisi: Allah’ın halifesi olmaktır, çünkü mü’minler yeryüzünde Allah’ın halifeleridir.

Yeryüzünde de iki görüş vardır:

Birincisi: Mısır toprağıdır, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Şam toprağıdır, bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Nasıl amel edeceğinize bakacaktır":

Zeccâc şöyle demiştir: O işin sizden sadır olmasını görecektir; çünkü sizi yaptığınız şeyle cezalandırır, yapacağınızı bildiği şeyle değil.

130

Yemin olsun, Fir’avn hanedanını, belki ibret alırlar diye kıtlıkla ve ürün eksikliği ile yakaladık.

"Fir’avn hanedanını kıtlıkla yakaladık":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bu mecaz yoluyla: Onları kıtlıkla denedik, demektir. Fir’avn hanedanı da: Dininin mensupları ve kavmidir.

Mukâtil şöyle demiştir: Onlar Mısır halkıdır.

"Sinîn": Yıllarca süren kıtlık ve yokluktur.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Es - Sinûn": Arap dilinde uzun süren kıtlık demektir. Messethümüs senetü denir ki: Kıtlık yıllar ve zor yıllar, onlara dokundu, demektir. Onları neden sıkıntı ile yakalamıştır? Çünkü şiddet halleri kalpleri inceltir ve Allah’ın yanındaki şeylere ve onlara dönmeye rağbeti artırır.

Katâde şöyle demiştir: Kıtlık: Kırlarda ve davarlarda olmuştu, ürün eksikliği de şehirlerde ve köylerde olmuştu.

Dahhâk,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onların her şeyleri kurudu, davarları kırıldı, öyle ki, Nil de kurudu. Fir’avn’in etrafında toplanıp: Eğer sen, iddia ettiğin gibi ilâh isen Nil’imizi su ile doldur, dediler. O da: Sabahleyin su sizi bastıracaktır, dedi. Yanından çıktıkları zaman Fir’avn:

"Ben ne yaptım? Ben sabahleyin Mısır Nil’inin suyunu getirebilir miyim? Yoksa bana inanmazlar, dedi. Gece yarısı olunca gusül etti, sonra kıl bir kaftan giydi, sonra yalın ayak çıktı, Nil’in ortasında durdu: Allah’ım, bilirsin ki, senin Nil’i su ile doldurmaya gücün yeter, dedi. Henüz yerinden kımıldamamıştı ki, suyun şırıltısını duydu, çünkü Allah onu o yüzden helak etmek istemişti. Ben de (İbn Cevzi) derim ki: Bu hadis, pek sağlam değildir; çünkü adam yani Fir'avn ilâh tanımaz, Allah’a inanmaz idi. Eğer bu olay doğru ise onun ikrarı İblis’in ikrarı gibidir ve inadına muhalefet etmektedir.

131

Onlara iyilik geldiği zaman:

"Bu, bize aittir” derler. Eğer başlarına bir musibet gelirse, Mûsa’ya ve yanındakilere uğursuzluk yüklerlerdi. Bilin ki, onların uğursuzlukları Allah katındadır; ancak çokları bilmezler.

"Onlara iyilik geldiği zaman": O; yağmur, bolluk, rızık genişliği ve esenliktir.

"Bu bize aittir, derler": Yani ileriden beri rızkımız bol olduğu gibi bunu hak ettik, derler; onu Allah'tan bilip de ona şükretmezler.

"Eğer başlarına bir kötülük gelirse": O da kıtlık, kuraklık ve beladır.

"Mûsa’ya ve yanındakilere uğursuzluk yüklerler": Onları uğursuz sayarlar. Araplar kuş uçurtur; soldan uçanı uğursuz, sağdan uçanı da uğurlu sayarlardı.

"Bilin ki, onların uğursuzlukları Allah katındadır":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir:

"Elâ": Dikkat, pekiştirme ve mecaz edatıdır.

"Tairuhum": Hisse ve payları demektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir:

"Bilin ki, onların uğursuzları Allah katındadır": Yani Başlarına gelenler Allah’tandır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mana: Bilin ki, başlarına gelen uğursuzluk, ahirette kendilerine va’dedilendir, yoksa dünyada karşılaştıkları şeyler değildir.

132

Dediler:

"Bizi büyülemek için bize her ne mucize getirirsen, biz sana inanmayız

"dediler.

"Ve kalu mehma":

Zeccâc şöyle demiştir: Nahiv bilginleri,

"mehrna"nın aslının ma ma olduğunu, ancak dilde kolaylık olsun diye ilk elifin heye dönüştüğünü söylemişlerdir. Birinci

"ma” ceza ma’sıdır, İkincisi ise cezayı pekiştirmek için ilâve edilmiştir. Dilcilerin buna delili de şudur: Ceza harfleri içinde

"ma"dan başka kendisine ilâve edilen bir edat yoktur. Allahü teâlâ şöyle demiştir:  

"Feimma teskafennehüm” (Enfal: 57), in teskafennehüm kavlin gibidir. Ve şöyle demiştir:

"Ve imma tu’ridanne anhüm". (İsra: 28) Bu durumda ikinci

"ma” şart ve ceza için olur. Esas söz ilk açıklamadır, halkın kullanışı da onun üzerinedir.

İbn Enbari şöyle demiştir:

"Meh"in manasının

"yapma” olduğunu söyleyenlere göre,

"meh” üzerinde vakfetmek güzel olur. Tercihe şayan olan ise

"ma"sız onun üzerinde vakfetmemektir. Çünkü o, Kur’ân’da tek harf halindedir.

133

Biz de onların üzerine tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kanı ayrı ayrı mucizeler olarak gönderdik. Onlar da kibir tasladılar ve günahkar bir kavim oldular.

Tufan üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O sudur,

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allah üzerlerine sekiz gün boyunca yağmur indirdi.

Said b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk, Ebû Mâlik ve Mukâtil bu manaya kail olmuşlar; Ferrâ’ ile

İbn Kuteybe de onu tercih etmişlerdir.

İkincisi: O ölümdür, bunu da Hazret-i Âişe radıyallahu anha Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiş; Mücâhid, Atâ’, Vehb b. Münebbih ve İbn Kesir de böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: O ölettir, yine Mücâhid ile Vehb’ten nakledilmiştir.

Haşarat üzerinde de yedi görüş vardır:

Birincisi: O, buğdaya düşen güvedir, bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, kendisi de bunu demiştir.

İkincisi: O debadır (küçük çekirgedir). Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid ile Atâ’ da onu demişlerdir.

Katâde şöyle demiştir: Kummel: Çekirge yavrusudur.

İbn Abbâs da: Deba: kanadı bitmemiş çekirgedir, demiştir.

Üçüncüsü: O, siyah küçük hayvanlardır. Bunu da Hasen ile Said b. Cübeyr, demişlerdir. Bu hayvanın güve olduğu da söylenmiştir.

Dördüncüsü: O bokböceğidir, bunu da Habib b. Ebi Sabit, demiştir.

Beşincisi: O, kımıldır, bunu da Atâ’ el - Horasani ile Zeyd b. Eslem, demişlerdir.

Altıncısı: O piredir, bunu da İbn Zeyd nakletmiştir.

Yedincisi: O hamnan denen bir çeşit kenedir.

Bunu da Ebû Ubeyde demiştir.

Hasen, İkrime ve İbn Yamur, kafin zammı ve mimin sükunu ile "kuml” okumuşlardır.

Kan hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Suları kan oldu, bunu da cumhûr demiştir.

İkincisi: O yakalandıkları burun kanamasıdır, bunu da Zeyd b. Eslem, demiştir.

Olayın şerhine işaret

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlara tufan geldi, bir kimse işine çıkamaz oldu, öyle ki, boğulmaktan korktular, Mısırlılar: Ey Mûsa, Rabbine dua et de bunu üzerimizden kaldırsın, o zaman sana iman ederiz ve İsrâil oğullarını seninle beraber göndeririz, dediler. Onlar için dua etti, Allah da onlardaki sıkıntıyı def etti, onlara daha önce olmadığı kadar bolluk verdi. Onlar da: Biz bunu istemiyorduk, dediler. Allah da onların üzerine çekirge gönderdi; yerden biten her şeyi yedi. Onlar da: Rabbine dua et, dediler. O da dua etti; Allah da o sıkıntılarını da def etti. Mahsullerini evlerde sakladılar, Allah da onların üzerine buğday biti gönderdi; adam değirmene on ölçek buğday götürürdü, geriye üç ölçek kaldığını görürdü. Ondan bunun da kaldırılması için dua etmesini istediler, o da dua etti, bu sıkıntıları da gitti, yine iman etmediler; Allah onlara kurbağalar gönderdi. Bundan daha zoru yoktu. Kurbağalar kaynayan ve köpüren tencerelere gelir, kendini onların içine atardı, yemekleri murdar olur ve ateşleri sönerdi. Kurbağalar kara hayvanı idiler, Allah onlara kıyamete kadar suyu ve toprağı soğutma kabiliyeti vermiştir. Ondan istekte bulundular, onlar için dua etti; yine iman etmediler. Allah da onların üzerine kan gönderdi; nehirleri ve kuyuları kan aktı, tatlı su bulamadılar. İsrâil oğulları tatlı su içerlerdi. Onlardan biri İsrâil oğullarının nehrine gider de temiz su almak isterse, içine girdiği andan itibaren kan olurdu. Önündeki ve arkasındaki su ise tatlı ve temiz idi. Ona bir türlü ulaşamazdı. Fir’avn, ilâhma yemin ederim ki, ey Mûsa, eğer bu pisliği üzerimizden kaldırırsan, sana mutlaka iman ederiz ve İsrâil oğullarını kesinkes seninle göndeririz, dedi. Mûsa dua etti, kan gitti, suları tatlandı. Onlar da: Allah’a yemin ederiz ki, sana iman etmeyiz de İsrâil oğullarını seninle göndermeyiz, de dediler.

"Ayrı ayrı mucizeler olarak":

İbn Kuteybe: Her iki mucizenin arasında bir mevsim vardı, demiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bir mucize cumartesinden gelecek cumartesine kadar kalırdı, sonra onun ardından bir ay rahat ederlerdi. Sonra da öteki mucize gelirdi. Vehb b. Münebbih de: Her iki mucize arasında kırk gün vardır, demiştir. İkrime de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mûsa, sihirbazları yendikten sonra Fir’avn ailesinin arasında yirmi yıl kaldı, onlara çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gibi mucizeler gösterirdi.

"Kibir tasladılar":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: İman etmekten.

İkincisi: Uslanmaktan.

134

Üzerlerine azap çökünce:

"Ey Mûsa, Rabbinin adına sana verdiği söz hürmetine, bizim için dua et. Eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana iman edeceğiz ve mutlaka İsrâil oğullarını seninle göndereceğiz” dediler.

"Üzerlerine azap (ricz) çökünce":

Bu azap hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O taun (ölet)tir, onlardan yetmiş binini helak etti. Bunu İbn Abbâs ile Said b. Cübeyr, demişlerdir.

İkincisi: O Allah’ın onlara Mûsallat ettiği çekirge, haşarat vd. gibi azaptır. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Zeccâc: Ricz azap yahut azaba götüren iştir, demiştir. Azapta riczin manası şiddetli ve arka arkaya gelen sarsıntıdır.

Ricz lügatte: Sürekli harekettir, nakatün recazü derler ki, ayağa kalktığı zaman ayakları titreyen deve demektir. Şiirde recez de bundandır, çünkü o da çok kısa beytlerdir, beytten beyte geçiş hızlıdır meselâ şunun gibi:

Ya ley teni fiha ceza,

Ahubbufiha ve ada’

(Keşke genç bir devem olsa da tırıs ettirsem ve koştursam.)

İmam Halil, recezin şiir olmadığını iddia etmiş, onun iki üç beytlik şeyler olduğunu söylemiştir.

"Sana verdiği söz hürmetine":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onunla dua etmeni tavsiye ettiği şey hürmetine.

İkincisi: Sana takdim edip de onunla dua ettiğin takdirde kabul ettiği şey hürmetine.

Üçüncüsü: İman edenden azabı kaldıracağına dair sana verdiği söz hürmetine.

Dördüncüsü: Bu yemin manasınadır, sanki kendilerine dua etmesi için yemin ettirdikleri söz hürmetine demek olur.

135

Onlardan azabı onların ulaşacakları bir süreye kadar kaldırınca, birden yeminlerini bozdular.

"Ulaşacakları bir süreye kadar": Yani denizde boğulma vakitlerine kadar, demektir.

"Birden yeminlerini bozarlar": Yani verdikleri sözü tutmazlar.

136

Biz de onlardan intikam aldık; âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyle onları denizde boğduk.

"Biz de onlardan intikam aldık":

Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir. Onlara gazap ederek onlardan öcümüzü aldık. Bu öç de onları denizde bogmamızdır.

İbn Kuteybe: Yemm Süryanice’de denizdir, demiştir.

"Onlardan gafil idiler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Mucizelerden gaffl idiler. Gafletleri de onlardan ibret almamalarıdır.

İkincisi: İntikamdan gafil idiler.

137

Zayıf görülen o kavmi de bereket verdiğimiz o yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâil oğullarına güzel kelimeleri, sabretmeleri yüzünden tamam oldu. Fir’avn ve kavminin yaptıkları şeyleri ise helak ettik.

"O kavmi mirasçı kıldık": Yani İsrâil oğullarını.

"Onlar ki, zayıf görülüyorlardı": Yani oğullarının boğazlanması, kızlarının istihdam edilmesi ve erkeklerinin ağır işlerde çalıştırılması ile hor görülüyorr lardı.

"O yerin doğularına ve batılarına":

Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Şam’ın doğularına ve batılarına, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Şam ve Mısır topraklarının doğularına ve batılarına.

Üçüncüsü: Bu geneldir, yerin doğusuna ve batısına demektir.

"Oraya bereket verdik":

İbn Abbâs: Su ve ağaçla, demiştir.

"Rabbinin güzel sözü tamam oldu": Bu da İsrâil oğullarına düşmanlarının helak edilmesi ve onların yerlerine geçmeleriyle ilgili olarak Allah’ın verdiği sözdür. Bu:

"Yeryüzünde zayıf görülenlere ikram etmek istiyoruz” (Kasas: 5) âyetinde açıkça görülmektedir. Bütün bunlara neden böyle denildiğinin sebebini de Al-i İmran: 146’da açıklamış bulunuyoruz.

"Sabretmeleri sebebiyle": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ’nın taatine.

İkincisi: Fir’avn’in eziyetine.

"Demmerna": Helak ettik, demektir.

"Fir’avn’in ve kavminin yaptıklarını": Binaları, çiftlikleri helak ettik, demektir. Dirnar ise helak manasınadır.

"Vema kanu yarişun": Ve kurdukları binaları.

 İbn Kesir, Nâfi', Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayetle burada ve Nahl: 68’de ranın kesresiyle

"yarişun", İbn Âmir ile Ebû Bekir de Âsım rivâyetinde ikisini de ranın zammesiyle (yaruşun) okumuşlardır. İbn Ebi Able de, şedde ile,

"yuarrişun” okumuştur.

Zeccâc şöyle demiştir: Areşe yarişü ve yaruşu, bina etmek, yapmak manasınadır.

138

İsrâil oğullarını denizden geçirdik. Putlarına ibadet eden bir kavme geldiler.

"Ey Mûsa, onların ilâhsı gibi bize de bir ilâh yap” dediler. O da: Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz", dedi.

"Yakufun":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım, İbn Âmir ve Ya’kûb , kâfin zammesiyle

"yakufun"; Hamze, Kisâi ve Mufaddal da, kâfin kesresiyle okumuşlardır. İbn Ebi Able de ye ile kâf da şeddeli olarak okumuşlardır.

"Yakufune alâ esnamin lehum": Putlarına ibadete devam eden, onu bırakmayan demektir. Bir şeyi bırakmayan ve ona devam edene: Akefe yakifu ve yakufu, denir.

Katâde de şöyle demiştir: Onlar Rakka’da konaklayan bir kavim idi. Lahm kabilesinden idiler. Başkası da şöyle demiştir: Onların putları sığır heykelleri şeklinde idi. Bu onların büyük cahilliklerini haber vermektedir, çünkü mucizeleri gördükten sonra bile Allah’tan başkasına ibadet etmenin câiz olacağını zannetmişlerdi.

139

"Şüphe yok ki, bunların içinde bulundukları şey helak olmuştur ve yaptıkları bâtılldır".

"Şüphe yoktur ki, bunların içinde bulundukları şey helak olmuştur":

İbn Kuteybe: Burada geçen mütebberün kelimesi helak olmuştur, tebâr da helaktir, demiştir.

140

Dedi:

"Allah’tan başkasını mı size bir İlâh olarak arayayım? O ki, sizi âlemlere üstün kılmıştır".

"Kale eğayrallahi ebğiküm İlâhen": Ebğiküm: "Size arayayım mı? demektir. Bu istifham, olumsuzluk manasınadır. İçlerinde İbn Abbâs ile Mücâhid’in de bulunduğu bir grup müfessir: Burada âlemlerden maksat kendi zamanlarıdır, demişlerdir.

141

Hani, sizi Fir'avn hanedanından kurtarmıştık. Size azabın kötüsünü reva görüyorlardı. Oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı canlı bırakıyorlardı. Bunda da size büyük bir azap vardı.

"Ve iz enceynaküm": İbn Âmir, müfred gaip sığasıyla: "Ve iz encaküm” okumuştur.

142

Mûsa ile otuz gece sözleştik ve onu on ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin edilen vakti kırk gece olarak tamam oldu. Mûsa, kardeşi Harun'a: "Kavmimde halifem ol, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma "dedi.

"Mûsa ile otuz gece sözleştik":

Mana şöyledir: Ona otuz gecenin geçmesini va’dettik.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Mûsa kavmine: Rabbim bana otuz gece va’detti, dedi. Mûsa Rabbine gidince, on artırdı; işte fitneye düşmeleri bu on günde oldu.

Eğer:

"Bu on gece niçin artırıldı?” denilirse, cevap şöyledir:

İbn Abbâs demiştir ki: Mûsa o otuz günü gecesi ve gündüzüyle oruç tuttu, ay bitince, oruçlunun ağız kokusu ağzında iken Rabbisiyle konuşmak istemedi ve yeryüzü bitkilerinden bir şeyler yedi ve onu çiğnedi. Allah da ona:

"Ağzın eski halini alıncaya kadar seninle konuşmam. Oruçlunun ağzının kokusu misk kokusundan daha güzel olduğunu bilmez misin?” diye vahyetti ve ona on gün daha oruç tutmasını buyurdu.

Ebû’l - Âliyye de şöyle demiştir: Mûsa Tûr’da kırk gece eğleşti. Bize ulaştığına göre oradan ininceye kadar abdest bozmadı.

Eğer:

"Rabbinin tayin edilen vakti tam kırk gece oldu” demenin ne manası vardır,

otuza on daha ilâve edilince bu bilindi?” denilirse, buna birkaç türlü cevap verilir:

Birincisi: O, tekit (pekiştirme) içindir.

İkincisi: onun on saat değil, on gece olduğunu bildirmek içindir.

Üçüncüsü: Eklenen on’un otuzdan olmasını ortadan kaldırmak için. Çünkü onun yirmi olup da on eklenmekle otuz olduğu akla gelebilir. Bu va’din de ne için olduğunu Bakara: 51’de açıklamış bulunuyoruz.

"Islah et":

İbn Abbâs: Islah emri ver, demiştir.

Mukâtil de: Kibar davran, demiştir.

143

Mûsa, tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca: "Rabbim, bana görün; sana bakayım” dedi. O da: "Sen beni asla göremezsin. Ancak dağa bak; eğer yerinde durursa, sen de beni görürsün” dedi. Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti ve Mûsa baygın düştü. Ayılınca: "Seni tenzih ederim. Sana Tevbe ettim ve ben, mü’minlerin ilkiyim” dedi.

"Mûsa tayin ettiğimiz vakitte gelince":

Zeccâc: Ona belirlediğimiz vakitte gelince, demiştir.

"Rabbi onunla konuştu": Ona kelâmını duyurdu. Onun Allah’tan duyduklarında arada kimse yoktu.

"Kale Rabbi erini enzur ileyk": Yani kendini bana göster, dedi.

"Kale len terani": Allah’ın görülmeyeceğini söyleyenler: "Len” edatı ebedi olumsuzluk edatıdır demişlerdir ki, bu, yanlıştır. Çünkü ebedilik kastedilmeyen yerlerde de bu gelmiştir; meselâ:

"Velen yetemennevhu bima kaddemet eydihim” (Bakara: 95) âyetinde olduğu gibi. Sonra bunu cehennemde iken temenni edeceklerini haber verdi ve:

"Ya Malikü liyakdı aleyna rabbuk” (Zuhruf: 77) dedi. Bir de İbn Abbâs, Tefsir’inde şöyle demiştir: Bu, Mûsa’nın:

"Kendini bana göster” sözünün cevabıdır; bana kendini ahirette göster, demedi. Sadece dünyada göster, demek istedi. Onun da sualine cevap verildi. Bazıları da: Beni istemekle göremezsin, demiştir. Bu âyette görmenin mümkün olduğuna delil vardır, çünkü Mûsa Allah’ı bildiği halde O’ndan bunu istedi. Eğer imkansız olduğunu bilse idi, Mûsa için onu istemek câiz olmazdı. Mûsa’nın bu gibi şeyi bilmemesi câiz değildir. Çünkü Peygamberlerin Allah bilgisinde eksiklik yoktur. Bir de Allahü teâlâ, neden benden böyle bir şey istedin, demedi: ancak göremeyeceğini bildirdi. Eğer mümkün olmasa idi,

"ben görünmem” derdi. Baksanıza, Nûh aleyhisselam: "Şüphesiz oğlum benim ailemdendir” (Hûd: 45) demekle; "şüphesiz o senin ailenden değildir” (Hûd: 46), dedi ve onu reddetti. Allah’ı görmenin câiz olduğunu gösteren şeylerden biri de onu dağın yerinde durmasına bağlamış olmasıdır. Bu da imkansız değildir. Bu da onun mümkün olduğunu gösterir. Baksanıza, kâfirlerin cennete girmeleri imkansız olunca, onu imkansıza bağladı ve:

"Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe giremezler” dedi (A’raf: 40).

"Eğer dağ yerinde durursa": Sabit kalır ve sarsılmazsa, demektir.

"Felemma tecella rabbuhu":

Zeccâc: Rabbi tecelli edince, görünüp açığa çıkınca, demiştir.

"Caalehu dekken":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, burada ve Kehf: 98’de tenvinle

"dekken” okumuşlardır.

Âsım da burada tenvin ve elif-i maksura ile

"Dekkâ"; Kehf: 98'de de tenvinsiz olarak ve elif-i memdude ile

"dekkâe” okumuştur.

Hamze ile Kisâi de, her iki yerde de tenvinsiz ve elif-i memdude ile

"dekkâe” okumuşlardır.

Ebû Ubeyde:

"Caalehu dekken": Onu dümdüz etti, demiştir. Çünkü dek yeryüzü ile bir olandır. Nakatün dekkâü denir ki: Hörgücü silinmekle sırtı dümdüz olmuş deve, demektir.

İbn Kuteybe de: Hörgücü yapışmış, demiştir. Dekektü’nün aslının: Dakaktu olduğu; mahreçleri yakın olduğu için de kafin kâf çevrildiği söylenmiştir. Enes b. Malik de, "caalehu dekken” kavlinde: Dağ yere battı, demiştir. O dağın adı: Zübeyr’dir; Medyen’de en büyük dağ odur. Dağlar böbürlendiği zaman o tevazu gösterince, Allah ona tecelli etti.

"Ve harra Mûsa saika":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Baygın düştü, bunu da İbn Abbâs, Hasen ve İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: Ölü olarak düştü. Bunu da Katâde ile Mukâtil, demişlerdir. Birincisi daha doğrudur; çünkü Allahü teâlâ:

"Ayılınca” demiştir ki, bu, ölü için denilmez. Bir gün bir gece baygın kaldığı da söylenmiştir.

"Seni tesbih ederim, sana Tevbe ettim": Tevbe ettiği şeyde de üç görüş vardır:

Birincisi: Allah’ı görmek istemesinden, bunu İbn Abbâs ile Mücâhid, demiştir.

İkincisi: İzin istemeden önce meseleye atılmaktan.

Üçüncüsü: Dünyada O’nu görmeyi câiz görmesinden.

"Ben mü'minlerin ilkiyim":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Dünyada asla görülmeyeceğine iman edenlerin ilkiyim. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: İsrâil oğulları mü’minlerinin ilkiyim. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

144

Dedi:

"Ey Mûsa, şüphesiz ben, seni mesajlarımla ve kelâmımla insanların üzerine seçtim. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol".

"İnnistafeytüke":

İbn Kesir ile Ebû Amr ye’nin fethi ile:

"İnniye” okumuşlardır. Nâfi de (tekil olarak)

"birisaleti” okumuştur.

Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Seni mesajım ve kelâmım sebebiyle insanların üzerine seçkin kıldım. Eğer Mûsa Allah’tan başkasının kelâmını işitmiş olsa idi,

"seni mesajım ve kelâmımla seçtim” demezdi. Çünkü Allah’ın kelâmını melekler indirir.

145

Biz onun için levhalarda bir öğüt ve her şey için bir açıklama olmak üzere her şeyden yazdık. "Öyleyse sen de onları sılaca tut ve kavmine, en güzelini almalarını emret. Size fasıkların yurdunu göstereceğim".

"Ona levhalarda her şeyden yazdık":

Levhaların mahiyetinde (ne olduğunda) yedi görüş vardır:

Birincisi: Onlar zebercettir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Yakuttur, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Üçüncüsü: Yeşil zümrüttür, bunu da Mücâhid, demiştir.

Dördüncüsü: Dolu (buz tabakası) dır.

Beşincisi: Tahtadır, bunu da Hasen, demiştir.

Altıncısı: Taştır, bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir.

Yedincisi: Zümrüt ve yakuttur, bunu da Mukâtil, demiştir.

Levhaların sayılarında da dört görüş vardır:

Birincisi: Yedi adettir, bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: İki adet levhadır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Ferrâ’ da tercih etmiştir. Ve şöyle demiştir: (İki levha olduğu halde) Allahü teâlâ’nın onlara levhalar demesi, Arapların cem’i tesniye yerinde kullanma adetlerine göredir, meselâ şuralarda olduğu gibi: "Ve künna lihükmihim şahidin” (Enbiya: 78); Dâvud ile Süleyman’ı murat etmiştir; "fekad sağat kulubuküma” (Tahrim: 4)

Üçüncüsü: On adettir, bunu da Vehb, demiştir.

Dördüncüsü: Dokuz adettir, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Her şeyden": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Dininde helâl, haram, vacip vs. gibi ihtiyaç duyulan her şeyden.

İkincisi: Hikmet ve ibretlerden.

"Öğüt olmak için": Yani cahillikten men etmek için.

"Açıklamak için": Emir, yasak, hudut ve hükümler gibi her şeyi açıklamak için.

"Onu sıkı tut":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Ciddiyet ve kararlılıkla tut, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: İtâatle tut, bunu da Ebû’l - Âliyye, demiştir. Şükürle tut, bunu da Cüveybir, demiştir.

"Kavmine en güzelini almalarını emret": Eğer:

"İçindekilerin hepsi güzel değil midir?” denilirse, buna şöyle iki cevap verilir:

Birincisi:

Mana şöyledir: Güzelini alsınlar, ki, hepsi güzeldir. Bunu da Kutrub, demiştir.

İbn Enbari:

"En güzeli", "güzel” yerine kullanılmıştır, demiştir; meselâ Şair Ferezdak’ın şu beytinde olduğu gibi:

Göğü yükselten Allah, bize direkleri

Çok sağlam ve çok uzun bir bina yapmıştır.

Sağlam ve uzun demek, istemiştir. Başkası da şöyle demiştir: Burada

"en güzel” kelimesi dolgu için (zait olarak) kullanılmıştır.

İkincisi: Onun içindekilerin bazıları diğer bazılarından daha güzeldir. Sonra bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlara orada hayır emredildi, şerden de men edildiler; binaenaleyh hayır işlemek daha güzeldir.

İkincisi: Onlar içine öyle güzel şeyler almıştır ki, bazısı bazısından daha güzeldir; meselâ kısas ile af, intikam ile misilleme gibi. Böylece onlar en güzelini almakla emrolundular.

Bu iki görüşü Zeccâc, demiştir. Buna göre mana şöyle olur: Onlar kesin emirlere ve faziletlere tabi olurlar. Bir öncekine göre de mana şöyle olur: Onlar güzellikle nitelenen şeye tabi olurlar ki, o da taattir, çirkinlikle nitelenen şeyden de uzak dururlar ki, o da masiyettir.

Üçüncüsü: En güzeli; farzlar ve nafilelerdir, daha az güzeli de mubahlardır.

Dördüncüsü: Bir kelimenin iki veya üç manası olup hakka en yakın olanını almaktır.

Beşincisi: En güzeli; farzlarla nafileleri cem etmektir.

"Size fasıkların yurdunu göstereceğim":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O cehennemdir, bunu da Hasen ile Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: O, Fir’avn ve kavminin yurdudur ki, Mısır'dır, bunu da Atıyye el - Avfi, demiştir.

Üçüncüsü: Helak olan zorbaların ve Amalikalıların yurtlarıdır. Şam’a girerken onlara gösterecektir. Bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Onlar fasıkların ölecekleri yerlerdir, bunu da Süddi, demiştir. Kelâmın manası şöyledir: Emrime karşı gelenlerin akibetlerini size göstereceğim. Bu da muhalefet eden için tehdit ve muvafakat eden (dinleyen) için de bir uyarıdır.

146

Yeryüzünde haksız yere kibir gösterenlerden âyetlerimi çevireceğim. Eğer bütün âyetleri görseler, onlara iman etmezler. Eğer doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Eğer sapık yolu görseler, onu yol edinirler. Bu böyle; çünkü onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar ve onlardan gafil oldular.

"Yeryüzünde haksız yere kibir gösterenlerden âyetlerimi çevireceğim":

Bu âyette iki görüş vardır:

Birincisi: O, gördükleri mucizelerde Mısır halkına özeldir.

İkincisi: O, geneldir, doğrusu da budur.

Âyetlerde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar okunan âyetlerdir.

Sonra Kelâmın manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onları anlamalarına mani olacağım.

İkincisi: Onlara iman etmelerine mani olacağım.

Üçüncüsü: Onları iptal etmek gayesiyle itirazdan alıkoyacağım.

İkincisi: Onlar; gök, yer, güneş, ay vs. gibi mahluklardır; Buna göre de mana şöyle olur: Onları yarattığım şeyleri düşünmek ve onlardan ibret almaktan çevireceğim.

"Kibir gösterenlerin”

Manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: îmandan ve Peygambere tabi olmaktan kibir gösterenler.

İkincisi: İnsanları hor görüp kendilerini onlardan üstün görenler.

"Ve in yerev sebilerrüşdi":

İbn Kesir, Nâfi', Ebû Amr ve Âsım, ranın zammesi ve sükunla "sebilerrüşdi” okumuşlardır.

Hamze ile Âsım da, ranın fethası ve şin de harekeli olarak "sebilerreşedi” okumuşlardır.

"Bu böyle, çünkü onlar":

Zeccâc şöyle demiştir: Allah bunu onlara,

"âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyle yaptı":

Yani onlara imanı terk etmek ve onların üzerinde düşünmemekle gafillerin durumuna düştüler. Mananın: Onun cezasından gafil idiler, şeklinde olması da câizdir.

147

Âyetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar yaptıklarından başkasının mı cezasını çekecekler?

148

Mûsa’nın kavmi onun ardından ziynet takımlarından böğürmesi olan bir buzağı heykeli edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara yol göstermediğini görmediler mi? Onu edinmekle zalim oldular.

"Mûsa’nın kavmi onun arkasından edindiler": Yani sözleşme için dağa hareketinden sonra,

"min huliyyihim":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, hanın zammesiyle:

"Min huliyyihim” okumuşlardır.

Hamze ile Kisâi de, hanın kesresi ile (hiliyyihim) okumuşlardır.

Ya’kûb da hanın fethi, “Lâm” ın sükunu ve ye de şeddesiz olarak okumuşlardır. Iiuliyy: Haly’in cem’idir, sedy ve südiy gibi. O da: Altın ve gümüşten süs eşyasıdır.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Huliyyihim"de hayı kesre okuyan “Lâm” ın kesresine tabi olmak için okumuştur. Ceset de düşünmeyen ve iyiyi kötüyü ayırmayan demektir. O sadece cüsse manasınadır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Ona ceset denmesi, onda ruh olmadığını ve şahsının da heykel ve suret şeklinde olduğunu ve ona ne ruh ne de nefis verilmediğini gösterir. Huvar ise öküzün sesidir: Haretil bakaratü tehuru ve ceeret tec’erü denir ki: Böğürmek manasınadır. Araplardan hayvanların sesleri için şöyle dedikleri nakledilmiştir: Raal bairü ve cercere ve hedere ve kabkabe, deve köpürdü demektir; sahalel feresü ve hamhame denir ki, at kişnedi demektir; şehakal himarü ve nehaka denir ki, eşek anırdı demektir; şahacel bağlu denir ki, katır anırdı demektir; seğatişşatü ve yaaretinna’cetü denir ki, koyun meledi demektir; beğamezzabyü ve nezebe denir ki, ahu meledi demektir; zeerel esedü ve nehet ve neet denir ki, aslan kükredi demektir; va’vaazzi’bu denir ki, kurt uludu demektir; nehemel filü denir ki, fil homurdandı demektir; zekahal kırdu denir ki, maymun ses çıkardı demektir. Dabahassalebü denir ki, tilki avaz çıkardı demektir; avel kelbü ve nebeha denir ki, köpek uludu demektir; saetil fe’retü denir ki, fare ciyakladı demektir; naakal ğurabu denir ki, karga gakladı demektir; zekaaddikü ve sekaa denir ki, horoz öttü demektir; saferennesrü denir ki, kartal ıslık çaldı demektir; hederel hamamü ve hedele denir ki, güvercin öttü demektir; nekadatid dafadiu ve nakkat denir ki, kurbağa vırakladı demektir; azakatil cinnii denir ki, cin ses verdi demektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Öküz böğürdüğü zaman secdeye kapanırlardı, sustuğu zaman da başlarını kaldırırlardı.

Ebû Salih rivâyetinde de şöyle denilmiştir: O sadece bir defa böğürdü, bir daha böğürmedi. Vehb de böyle demiştir.

Mücâhid şöyle derdi: Onun böğürmesi içine hafif rüzgarın girmesiyle idi. Bu da onda ruh olmadığını gösterir. Ebû Rezin el - îcli ile Ebû Miclez de, merfu cim ile: "Lehu cuvarun” okumuşlardır.

"Onun kendileriyle konuşmadığını görmüyorlar mı?": Yani konuşamadığını, demektir.

"Onlara yol göstermediğini": Delile giden bir yol açmadığını görmüyorlar mı?

"Onu edindiler": Yani onu ilâh edindiler, demektir.

"Zâlimler oldular":

İbn Abbâs: Müşrikler oldular, demiştir.

149

Buna pişman olup da kendilerinin saptıklarını görünce:

"Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyan edenlerden oluruz” dediler.

"Velamma sukita fi eydihim": Pişman oldukları zaman, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Yaptığına pişman ve ettiği kusurdan dolayı hayıflanan kimseye: Kad sukita fi yedihi, ve uskıta fiyedihi (pişman oldu) denir. İbn Semeyfa ile Ebû Amr el - Cuni, “sîn” in fethi ile: "sekata” okumuşlardır.

Zeccâc da mana şöyle demiştir: Pişmanlık ellerine düşünce, kalbe ve nefse düşen şey gözle görülene benzetilmiştir.

Müfessirler: Bu pişmanlık Mûsa’nın dönüşünden sonra olmuştu, demişlerdir.

"Lein lem yerhamna rabbuna":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Âsım, ye ve ref ile

"yerhamna rabbuna” "ve yağfir lena” okumuşlardır.

Hamze ile Kisâi de, te ile

"terhamna” "ve tağfirlena” ve nasb ile de: "Rabbena” okumuşlardır.

150

Mûsa kavmine öfkeli ve üzgün olarak dönünce:

"Arkamdan ne kötü halifelik ettiniz. Rabbinizin emrini acele mi ettiniz?” dedi ve levhaları atarak kardeşinin başından (saçından) tutup kendine doğru çekti. (Kardeşi):

"Anamın oğlu, kavim beni zayıf gördüler (horsundular), neredeyse beni öldüreceklerdi. Düşmanları bana güldürme ve beni zâlimler kavmi ile bir tutma” dedi.

"Ğadbane esifa":

Esif lâfzında da üç görüş vardır:

Birincisi: O üzgündür, bunu da İbn Abbâs, Hasen ve Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Telaş ve paniktir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Çok öfkeli demektir, bunu da İbn Kuteybe ile Zeccâc, demişlerdir. Ebudderda da: Esif, öfkenin ötesinde ondan daha şiddetli bir aşamadır, demiştir.

"Kale": Dedi, yani kavmine,

"bi’sema haleftumuni min ba’diye": Hicaz halkı ile Ebû Amr, ye’yi fetha ile okumuşlar, mana da: Ayrılığımdan sonra buzağıya tapmakla ne kötü yaptınız, demek olur.

"Eaciltüm emre rabbiküm":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Aciltülemre veşşey’e denir ki: onu geçtim, demektir. Bu âyet de ondandır. A’celtuhu ise: Onu acele etmeye kışkırttım, demektir.

İbn Abbâs da: Rabbinizin belirlediği vakti acele ettiniz, ona sabretmediniz, demiştir.

Hasen de: Kırk gecelik randevuyu kastediyor, demiştir.

"Levhaları attı": Yani üzerinde Tevrat yazılı olanları. Atma sebebinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onların buzağıya tapmış olmalarını görünce kızmasıdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Başkasının, yani ümmet-i Muhammed’in faziletlerini görünce bu ona zor geldi, onları yere attı, bunu da Katâde, demiştir ki, uzak bir ihtimaldir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Levhaları atıp da kırılınca, onlardan yedide altısı kaldırıldı, geriye yedide biri kaldı.

"Kardeşinin başını tuttu":

Başından neresini tuttuğunda üç görüş vardır:

Birincisi: Sakalı ve örgüsüdür.

İkincisi: Başının saçıdır.

Üçüncüsü: Kulağıdır. Bunu yapması da şunun içindir: Onun yani Harun’un onların arasında kalıp kendisine yetişmemesi ve neler yaptıklarını bildirip de dönüp durumu telafi etmemesi ve onları doğruya çevirmesi olayını terk etmekle Allah’a isyan ettiğini sanmıştı. Bunu da:

"Onların saptıklarını gördüğün zaman bana gelmekten seni ne men etti?” (Taha: 92 - 93) kavli göstermektedir.

"İbne ümme":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Hafs -Âsım rivâyetinde- mensûb olarak: "Kalebne ümme” okumuşlardır.

İbn Âmir, Hamze, Kisâi, Ebû Bekir de -Âsım’dan rivayetle- mimin kesresiyle okumuşlardır. Taha: 94’te de durum böyledir.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim mimi fetha ile okursa, bu ismin çok kullanılmasındandır. Kim de kesre ile okursa, onu tek isim kıldıktan sonra nefsine muzaf etmesindendir. Araplardan kimi, yeyi isbat ederek:

"Yebne ümmî” derler. Şair de şöyle demiştir:

Yebne ümmî (anamın oğlu) ve ey öz kardeşim,

Beni uzun süre şiddetli zamana sen bıraktın.

Ebû Ali de şöyle demiştir:

"Yebne ümme” diye meftuh okuyanın, Ümmâ deyip de elifi atması muhtemeldir. Meksur okuyup da

"ibne ümmî” diyenin de ye yi atması da muhtemeldir.

"Eğer: "Neden "anamın oğlu” dedi,

"babamın oğlu demedi?” denilirse, İbn Abbâs, cevap şöyledir, demiştir: O, onun ana baba bir kardeşi idi. Böyle demesi de onu acındırmak içindir.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: İnsan ananın adı anılınca babanın adından daha çok duygulanır. Bunu da Sa’lebî hikaye etmiştir.

"Gerçekten kavim": Yani buzağıya tapanlar,

"istadafuni": Beni horsundular.

"Fela tüşmit biyel a’dae": Abdullah b. Abbas, Malik b. Dinar ve İbn Âsım, meftuh te ve meftuh mîm ile "fela teşmet", ref ile

"ela’dau” okumuşlardır.

Mücâhid, Ebû’l - Âliyye, Dahhâk ve Ebû Recâ’ da, tenin fethi ve mimin kesri "felateşmit", nasb ile de,

"el - a’dae” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile İbn Ebi Able de böyle okumuşlar; ancak

"el - a’dau"yu merfu okumuşlardır. A’dadan, yani düşmanlardan kasıt da buzağıya tapanlardır,

"beni kılma": Yani kızgınlık ve bana cezada,

"zalim kavimle beraber": Onlar ise yine buzağıya tapanlardır.

151

(Mûsa): Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin, dedi.

Kardeşinin mazereti meydana çıkınca:

"Rabbim, beni bağışla, dedi".

152

Şüphesiz buzağıyı (ilâh) edinenlere Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir horluk erişecektir. İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız.

"Dünya hayatında bir horluk":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, cizyedir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kendilerini öldürmeleri emridir, bunu da Zeccâc, demiştir. Birinciye göre onlara nispet edilen cizye evlatları için mevzu bahis olur. Çünkü onlar öldürüldüler ve cizye vermediler.

Atıyye de şöyle demiştir: Bu âyet; Kurayza ve Nadiyr oğullarının başına gelen ölüm ve sürgün hakkındadır; çünkü onlar da buzağıya tapanları tutmuş ve onlardan razı olmuşlardı.

"İftiracıları da böyle cezalandırırız":

İbn Abbâs şöyle demiştir: İşte benden başka ilâh edinenleri böyle cezalandırırım. Malik b. Enes de: Nerede bir bid’atçı varsa, mutlaka onu bir horluk bürümüştür, demiş ve bu âyeti okumuştur. Süfyan b. Uyeyne de şöyle demiştir: Yeryüzünde nerede bir bid’atçı varsa, mutlaka kendini kaplayan bir zillet içinde kalmıştır ve o da Allahü teâlâ’nın kitabındadır.

"O nerede?” dediler, o da: şu âyeti okumadınız mı?” dedi:

"Şüphesiz buzağıyı ilâh edinenlere Rablerinden dünya hayatında bir gazap ve horluk erişecektir". Onlar da:

"Ey Muhammed’in babası, bu, buzağıya tapanlara hastır, dediler. O da: Hayır, arkasını okuyun:

"Biz iftiracıları da böyle cezalandırırız” buyuruyor; o nedenle o kıyamet gününe kadar bütün iftiracılar ve bid’atçılar için geçerlidir, dedi.

153

Kötülükleri yapıp da sonra arkasından Tevbe ve iman edenler var ya, şüphesiz Rabbin bunların ardından elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Kötülükleri yapanlar":

Kötülükler hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O şirktir.

İkincisi: Şirk ve diğer günahlardır.

"Sonra bunların ardından Tevbe ettiler": Yani kötülüklerinin ardından, demektir.

"İman ettiler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’a iman ettiler. Bu da: Kötülükler şirktir, diyenlerin görüşlerine göredir.

İkincisi: Allah’ın Tevbeyi kabul edeceğine iman ettiler.

"Şüphesiz Rabbin bunların ardından": Yani kötülüklerin ardından, demektir.

154

Mûsa’nın öfkesi dinince, levhaları aldı. Bir nüshasında:

"Hidayet ve rahmet Rablerinden korkanlar içindir” yazılı idi.

"Ve lemma sekete an Mûsal ğadabu":

İbn Abbâs ile Ebû İmran, “sîn” in fethi, kâfin şeddesi ve arkasından te ile "sekkete” okumuşlar ve nasb ile

"el - ğadaba” okumuşlardır.

Said b. Cübeyr, İbn Yamur ve Cahderi, “sîn” in zammesi, kâfin şeddesi ve kesri ile "sülckite” okumuşlardır.

İbn Mes’ûd, İkrime ve Talha da nun ile "sekene” okumuşlardır.

Zeccâc: "Sekete” sekene manasınadır, demiştir. Sekete yeskütü sekten denir ki, sakinleşmek demektir. Sekete yeskütü sükten ve sükuten denir ki, susmak manasınadır. Bazıları da ters çevirerek mana: Velamma sekete Mûsa anil ğadabi demiştir, meselâ: Edhaltül kalensüvete fi re’si denir ki, mana: Başımı şapkanın için soktum, demektir. Birincisi Arapça bilginlerinin görüşüdür.

"Levhaları aldı": Yani attığı levhaları aldı.

"Vefi nüshatiha” kavlinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onlardan kalanlarda, demektir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Ondan alman bir nüshada demektir, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

"Rablerinden korkanlar için":

Bunlar hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, bütün Allah’tan korkanlar içindir, İbn Abbâs’ın görüşünün manası da budur.

İkincisi: Onlar özellikle Muhammed ümmetidir, Katâde’nin görüşünün manası da budur.

155

Mûsa o belli vaktimiz için kavminden yetmiş adam seçti. Onları sarsıntı tutunca: "Rabbim, eğer isteseydin, bunları da beni de daha önce helak ederdin. Bizi içimizden beyinsizlerin yaptığı yüzünden mi helak edeceksin? Bu, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola iletirsin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın” dedi.

"Vehtare Mûsa kavmehu": Mana: İhtare min kavmihi (kavminden) seçti demektir,

"min” edatı atılmıştır. Araplar: İhtertükel kavme derler ki: İhtertüke minel kavmi, demektir. Şahit olarak şöyle bir şiir getirmişlerdir:

Minnel lezihtiyrer ricale semahaten

Ve cuden iza hebber riyahuz zeaziu.

(Her tarafı sarsan rüzgarlar estiği zaman seçilen

Cömert ve eli bol adamlar bizdendir).

Bu; İbn Kuteybe, Ferrâ’ ve Zeccâc’ın görüşüdür.

Bu belli vakitte de dört görüş vardır:

Birincisi: O, Mûsa’nın Tevrat’ı alması için Allahü teâlâ’nın belirlediği vakittir. Ona yanında yetmiş kişi getirmesini emretmişti. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Nevf el - Bikali de böyle demiştir.

İkincisi: O, Allahü teâlâ’nın Mûsa’ya belirlediği vakittir, ona Rablerine dua etmeleri için kavminden yetmiş kişi seçmesini emretmişti. Onlar da dua ettiler: Allah’ımız, bize bizden önce kimseye vermediğin ve bizden sonra da kimseye vermeyeceğin şeyi ver, dediler. Allah da bundan hoşlanmadı ve onları sarsıntı tuttu. Bunu Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bu, Allah’ın Mûsa için belirlediği vakittir; çünkü İsrâil oğulları ona: Bir grup, Allah’ın seninle konuşmadığını iddia ediyor, bizden yanına başka bir grup al da konuşmanı dinlesin, iman etsinler ve o töhmet gitsin, dediler. Allah da ona kavminden yetmiş adam seç, sonra onları sen ve Harun’lâ beraber dağa çıkar, dedi. O da Yuşa b. Nun’u yerine halife bıraktı ve bunu yaptı. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir.

Dördüncüsü: Bu, Allah’ın Mûsa’ya belirttiği bir vakittir ki, bir grup İsrâil oğulları ile huzuruna çıksın ve buzağıya tapanların yaptıklarından özür dilesin. Bunu da Süddi, demiştir.

İbn Saib de: Mûsa, Rabbine izni olmadan gelmezdi, demiştir.

Recfe ise, şiddetli sarsıntı, demektir.

Onları sarsıntı tutmasının sebebinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Bu, onların Mûsa’nın Harun’u öldürdüğünü iddia etmeleridir, bunu da Ali b. Ebi Talib, demiştir.

İkincisi: Duada haddi aşmalarıdır. Bunu da Ebû Talha’nın İbn Abbâs’tan rivâyetinde zikretmiştik.

Üçüncüsü: Onlar buzağıya tapanları men etmediler de razı olmadılar da. Bu da İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

Katâde ile İbn Cüreyc de şöyle demişlerdir: Onlara iyiliği emretmediler ve onları kötülükten men etmediler ve onlardan ayrılmadılar.

Dördüncüsü: Allah’ın kelâmını duymayı istediler, onu duyunca da

"Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla iman etmeyiz” (Bakara: 55) dediler. Bunu da Süddi ile İbn İshak, demişlerdir.

"Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin":

Süddi şöyle demiştir: Mûsa kalkıp ağladı ve: Rabbim, İsrâil oğullarına döndüğüm zaman onlara ne diyeceğim, sen onların en iyilerini helak ettin?

"İsteseydin beni de onları da daha önce helak ederdin” dedi.

Zeccâc şöyle demiştir: Eğer isteseydin onları üzerlerine yazdığın sarsıntı ile denemeden önce helak ederdin. Şöyle de denilmiştir: Eğer isteseydin onları ve beni çıkışımızdan önce helak ederdin. İsrâil oğulları bunu gözleriyle görür ve beni suçlamazlardı.

"Bizi içimizden beyinsizlerin yaptığı ile mi helak edeceksin?": Bu merhamet dilenme sorusudur, yani bizi helak etme, demektir.

İbn Enbari de: Bu inkâr yoluyla sorudur ki: Sen bunu yapmazsın, demek istemiştir. Burada

"beyinsizler": Buzağıya tapanlardır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Mûsa onların, arkadaşlarının buzağıya tapmalarıyla helak edildiklerini zannetmişti; halbuki:

"Allah’ı bize açıkça göster” demeleriyle helak edilmişlerdi.

"Bu senin imtihanından başkası değildir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O denemedir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve Said b. Cübeyr ile Ebû’l - Âliyye de böyle demişlerdir.

İkincisi: Azaptır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve

Katâde de böyle demiştir.

"Sen bizim velimizsin": Yani yardımcımız ve koruyucumuzsun.

156

Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük. (Allah) buyurdu:

"Azabımı dilediklerime dokundururum. Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu da sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerime inananlara yazacağım".

"Bize yaz": Yani bize gerçekleştir ve vacip kıl.

"Bu dünyada iyilik": Bu da salih amellerdir.

"Ahirette de": O da bağışlanma've cennettir.

"Şüphesiz biz sana döndük": Yani Tevbe ettik. Bunu İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Ebû’l - Âliyye, Katâde, Dahhâk ve Süddi, demişlerdir.

İbn Kuteybe de:

"Ellezine hadu” (Bakara: 62) kavli de bundandır ki, sanki bir şeyden başka bir şeye dönmüş gibidirler, demiştir. Ebû Vecze es - Sa’di, henin kesresiyle:

"İnna hidna ileyk” okumuştur. İbn Enbari de mana: Değişmeyiz, demiştir. Çekimi de: Hade yehudu ve yehidü şeklindedir.

"Azabi usiybü bihi men eşaü": Hasen el - Basri, A’meş ve Ebû’l - Âliyye, noktasız sin ile, mensûb olarak:

"Men esae” okumuştur.

"Rahmetim her şeyi kaplamıştır":

Bu kelâmda da dört görüş vardır:

Birincisi: Çıkışı genel ise de manası özeldir, tevili de: Rahmetim ümmet-i Muhammed’den bütün mü’minleri kaplamıştır, demektir. Çünkü:

"Onu takva sahiplerine yazacağım” demiştir. Bunu da İbn Abbâs, söylemiştir.

İkincisi: Bu rahmet dünyada genel, ahirette ise özeldir, tevili de: Rahmetim dünyada iyi ve kötü her şeyi kaplamıştır, ahirette ise takva sahiplerine özeldir. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. Buna göre rahmetin dünyada kafire olması rızık kazanması ve sıkıntısının def edilmesidir, meselâ Karun hakkındaki:

"Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et” kavli gibi (Kasas: 77).

Üçüncüsü: Rahmet Tevbedir ki, o herkes için geneldir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Dördüncüsü: Rahmet bütün halkı kapsar, ancak kâfirler bundan hariçtir; eğer faraza onun içine girmeleri takdir edilse idi, onları da kaplardı. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Rahmetim dünyada her şeyi kaplamıştır:

"Onu da (ahiretten) korkanlar için yazacağım".

Müfessirler de:

"Onu yazacağım": Vacip kılacağım, manasınadır, demişlerdir. Sakınanlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar şirkten sakınanlardır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: İsyanlardan sakınanlardır, bunu da Katâde, demiştir.

"Zekâtı verirler":

Kavli üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, malların zekatıdır, bunu da cumhûr, demiştir.

İkincisi: Ondan maksat Allah ve Resul’üne itâattir, bunu da İbn Abbâs ile Hasen Basri, demişlerdir. Onlar zekatın nefsi temizleyip arındıran şeyle amel etmek olduğuna kail olmuşlardır.

İbn Abbâs ile

Katâde şöyle demişlerdir:

"Rahmetim her şeyi kapladı": Âyeti inince, İblis: Ben de o şeyin içine dahilim, dedi ve ümitlendi; Allahü teâlâ bunu İblis’in içinden çekip çıkardı ve şöyle dedi:

"Onu kötülüklerden sakınanlar, zekât verenler ve âyetlerime iman edenlere yazacağım” dedi. Bu sefer de, Yahudiler: Biz de kötülüklerden sakınıyoruz, zekâtı veriyor ve Rabbimizin âyetlerine iman ediyoruz, dediler: Allahü teâlâ bunu da kursaklarında koydu:

"Onlar ki, ümmi peygambere iman ederler” kısmını indirdi. Nevf şöyle demiştir: Allahü teâlâ Mûsa’ya: Yeryüzünü size temizleyici ve mescit yapacağım, evlerinize sekine koyacağım ve size Tevrat’ı ezbere okutturacağım; öyle ki, onu içinizden erkek, kadın, hür, köle, küçük ve büyük, herkes okuyacaktır, dedi. Mûsa da bunu kavmine haber verdi; onlar da: Biz ancak kilise ve havralarda namaz kılmak istiyoruz; sekinenin de ancak Tabut’ta olmasını istiyoruz; Tevrat’ı da ancak yüzünden okumak istiyoruz, dediler. Cenab-ı Allah da:

"Ben de onu takva sahiplerine yazacağım” (müflihun'a kadar: âyet 157), dedi.

Takva sahipleri, sakınanlar, zekât verenler... kurtuluşa erenler onlardır, denen kimseler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman edip ona tabi olanların hepsidir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir, bunu da Süddi ile Katâde, demişlerdir.

Ona ümmi denilmesinde iki görüş vardır:

Birincisi: Çünkü o, okuyup yazmaz.

İkincisi: Çünkü o, Ümmülkura’ya (Mekke’ye) mensuptur.

157

Onlar ki, ümmi Peygamber Resul’e uyarlar. Onu yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı bulurlar. Kendilerine iyiliği emreder ve onları kötülükten men eder. Onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri de haram eder. Ağır yüklerini ve üzerlerindeki zincirleri onlardan atar. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve onunla beraber indirilen nûra tabi olanlar var ya, işte onlar kurtulanların ta kendileridir.

"Onu yanlarında yazılı bulurlar": Yani onun sıfat ve peygamberliğini bulurlar.

"Onlara iyiliği emreder":

Zeccâc şöyle demiştir: Bunun cümle başı olması da câizdir,

"onu yanlarında bulmaları” onlara iyiliği emretmesi manasına olması da câizdir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ma’ruf: İyi ahlak ile sıla-i rahimdir. Kötülük de: Putlara tapmakla sıla-i rahmi terk etmektir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Ma’ruf: İman, münker de: Şirktir. Başkası da şöyle demiştir: Ma’ruf: Haktır, çünkü akıl onun doğruluğunu bilir. Münker de: Bâtılldır, çünkü akıl onun doğruluğunu kabul etmez.

Temiz şeyler üzerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar, helaldir, mana da: Onlara helali helâl eder olur.

İkincisi: Onlar eski Arapların temiz gördüğü şeylerdir.

Üçüncüsü: İsrâil oğullarına haram edilen içyağlarıdır.

Dördüncüsü: Arapların bahire, şaibe, vasiyle ve ham gibi haram ettikleri şeylerdir.

Murdar şeyler hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar haramdır, mana da: Onlara haramı haram eder olur.

İkincisi: Arapların pis kabul edip yemedikleri şeylerdir, meselâ yılan ve haşarat gibi.

Üçüncüsü: Onların helâl gördükleri bazı şeylerdir, meselâ leş, kan ve domuz eti gibi.

"Ve yedau anhum ısrahum":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi, "ısrahum” okumuşlar; İbn Âmir de cemi olarak elif-i memdude ile "âsarahum” okumuştur.

Bu ısr üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’nın İsrâil oğullarından Tevrat’taki şeylerle amel edeceklerine dair aldığı sözdür, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Cumartesinin haram edilmesi, içyağlarının, damar ve sairenin yemesi ve diğer zor işler gibi onlara getirdiği zorluklardır. Bunu da Katâde, demiştir.

Mesruk şöyle demiştir: İsrâil oğullarından bir adam günah işlerdi; sabahleyin kefaretinin evinin kapısı üzerinde yazılı olduğunu görürdü; eğer kefareti iki gözünü çıkarmak ise, onları çıkarırdı.

"Üzerindeki zincirleri (ağlalı) da atar":

Zeccâc şöyle demiştir: Zincirin zikredilmesi temsil yoluyladır, meselâ: Bunu boynuna tok yaptın, dersin ki, orada tok filan yoktur. Maksat tok gibi ondan ayrılmıyorsun, demektir. Zincirler: Onlardan diyetin kabul edilmemesi, Cumartesi günü çalışmamaları ve derilerine değen idrarı makasla kesmeleri gibi şeylerdir.

"Ona iman ederler": Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman edenler.

"Ona saygı gösterenler (ve azzeruhu)": Eban bunu şeddesiz olarak

"azeruhu” şeklinde rivayet etmiştir.

Manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Ona yardım edip destek verenler, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Ona tazim edenler, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

"Onunla beraber indirilen nûr da": Kur’ân’dır, ona nûr demesi, onun kalplerde açıklamasının gözlerdeki ışığın açıklaması gibi olmasındandır.

"Ma’ahu” kavlinde de iki görüş vardır:

Birincisi:

"Aleyhi = üzerine” manasınadır.

İkincisi: Zamanında indirilen demektir.

Katâde şöyle demiştir: Ona yardım meselesine gelince, onda herkesi geçtiniz. Ancak en hayırlınız onunla beraber indirilen nûra tabi olandır.

158

De ki:

"Ey insanlar, şüphesiz ben, sizin hepinize gönderilen Allah’ın peygamberiyim. O (Allah) ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O’ndan başka İlâh yoktur. Diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve Allah ve kelimelerine iman eden o ümmi peygambere iman edin. Ona tabi olun ki, hidayete eresiniz.

"O ki, Allah’a ve kelimelerine iman eder":

Kelimeler hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O Kur’ân’dır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Katâde de: Kelimeleri, âyetleridir, demiştir.

İkincisi: O İsa aleyhisselam’dır, bunu da Mücâhid ile Süddi, demişlerdir.

159

Mûsa'nın kavminden de hakkı gösteren ve onunla adalet eden bir cemaat vardır.

"Mûsa’nın kavminden hakkı gösteren bir cemaat vardır":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Hakka davet ederler.

İkincisi: Onunla amel ederler.

"Onunla adalet ederler":

Hak ile hüküm verirler, demektir. İşaret edilen cemaat hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Çin’in ötesinde kendilerine İslâm daveti ulaşmamış bir kavimdir. Bunu da İbn Abbâs ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: Onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e iman edenlerdir, meselâ Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi. Bunu da İbn Saib, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar kendi peygamberleri zamanında hakka sarılan kimselerdir. Bunu da Maverdi, zikretmiştir.

160

Onları on iki ümmet kabilelere ayırdık. Mûsa’ya da, kavmi kendisinden su istedikleri zaman, âsanı taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar fışkırdı. Her grup su içecek yerlerini bildi. Bulutu onlara gölgelik yaptık ve üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın (eti) indirdik. "Size rızık ettiklerimizin temizlerinden yiyin” dedik. Onlar bize zulmetmediler; ancak kendilerine zulmediyorlardı.

"Katta’nahum": Onları ayırdık, demektir.

"On iki kabileye (esbat)": Bunlar Ya’kûb evlatlarıdır. On iki erkek çocuğu idiler, her birinin bir torunu oldu.

Ferrâ’ şöyle demiştir: "Sıbt müzekker olduğu halde neden

"isnetey aşrete” dedi? Çünkü arkasında "ümemen” lâfzı vardır, ümemden dolayı tenis cihetine gitmiştir. Eğer sıbtm müzekker oluşundan dolayı

"isney aşere” deseydi, yine de acizdi.

Zeccâc: Mana: Onları on iki fırkaya ayırdık, demiştir.

"Esbatan” "firkaten” lâfzının sıfatıdır, sanki: Caalnahum esbatan ve Ferrâ’knahum esbatan demiş gibi olur. Bu durumda

"esbatan", "isnetey aşrete"den bedel, "ümemen” de esbatan’ın sıfatı olur. Esbat İsmail oğulları ile İshak oğullarını ayırmak için İshak oğullarında kabileler karşılığında kullanılan bir terimdir.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Esbat, İsrâil oğullarının kabileleridir, tekili sıbt’tır.

"Min eyyi sıbtın ente?” denir ki: Sen hangi kabile ve soydansın, demektir.

"Fenbeceset":

İbn Kuteybe: Fışkırdı, demiştir. Tebeccesel mau denir ki, tefeccere gibidir. Kıssa da Bakara: 58 - 60 âyetlerinde zikredilmiştir.

161

Hatırla o zamanı ki, onlara: "Şu kente yerleşin. Ondan istediğiniz yerden yiyin.

"Hıtta” deyin, kapıdan secde ederek girin ki, hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere daha fazla vereceğiz” dedik.

"Nağfir leküm hatayaküm":

İbn Kesir, Âsım, Hamze ve Kisâi, te ile hemzeli ve cemi olarak: "Nağfir leküm hatiatiküm” okumuşlardır.

Ebû Amr da: "Nağfir leküm hatayaküm” okumuştur ki, hatayaküm, kadayaküm veznindedir ve onda te yoktur.

Nâfi de mazmum te ile

"tuğfer” ve mazmum te ve hemze ile cemi kalıbında

"hatiatüküm” okumuş, İbn Âmir de mazmum te ile

"tuğfer” okumada ona katılmış, ancak o, hatietüküm"ü müfret okumuştur.

162

İçlerinden zalim olanlar, o sözü kendilerine denenden başkası ile değiştirdiler. Biz de ettikleri zulüm yüzünden üzerlerine gökten bir azap indirdik.

163

Onları deniz kıyısındaki o kentten sor. Hani Cumartesi günü haddi aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi tatil yaptıkları gün balıkları alcın akın geliyor; tatil yapmadıkları günde onlara gelmiyordu. İşte ettikleri fasıklık yüzünden onları böyle deneriz.

"Onları sor": Yani Yahudi sıbtlarını (kabilelerini). Bu, onaylatma ve azarlama sorusudur ki, onlara eski küfürlerini ve geçmiş peygamberlerine muhalefetlerini ikrar ettiriyor ve onlara ancak vahiyle bilinecek şeyi haber veriyor.

O kent hakkında beş görüş vardır:

Birincisi: O, Eyle’dir, bunu da Mürre, İbn Mes’ûd’dan, Ebû Salih de İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve Hasen, Said b. Cübeyr, Katâde ve Süddi de böyle demişlerdir.

İkincisi: O Medyen’dir, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O Medyen sahilidir, bu da Katâde’den rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O Taberiye’dir, bunu da Zührî, demiştir.

Beşincisi: O Makna denen bir kenttir, Medyen ile Aynuna arasındadır. Bunu da İbn Zeyd demiştir.

"Hadıratel bahr": Denize mücavir, yakın ve sahil kenti demektir.

"İz yadune": Zulmediyorlardı, demektir. Ada fülanün yadu udvanen ve adven ve uduvven denir ki, zulmetmek manasınadır.

"İz” mahallen mensubtur, mana: Cumartesi günü zulmettikleri vakitten sor, demektir.

"İz te’tihim hitanuhum” da

"yadune"nin mefulu olarak mahallen mensubtur, mana da: Balıkların geldiği vakit onların zulümlerini sor, demektir. "Şurrean” ise: Açıktan demektir.

"Böylece deneriz": Yani bu şiddetli deneme gibi onları fasıklıkları yüzünden böyle deneriz. Uzak bir ihtimal olmak üzere mananın şöyle olması da câizdir: "Cumartesi olmadığı gün balıklar böyle açıktan ve akın akın gelmezdi. Bu durumda "nebluhum” cümle başı olmuş olur. Hasen, A’meş, Eban ve Mufaddal da - Âsım’dan rivayetle - yenin zammesiyle

"yüsbitun” okumuşlardır.

164

Hani içlerinden bir cemaat:

"Allah’ın helak edeceği veyahut şiddetli bir azap edeceği bir topluma niçin öğüt veriyorsunuz?” demişlerdi. Onlar da Allah'a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)" demişlerdi.

"İçlerinden bir cemaat dedi":

Kent halkı üç gruba ayrıldılar:

Birincisi: Balık avlayıp yiyen grup.

İkincisi: Onları men eden ve azarlayan grup.

Üçüncüsü: Avlanmayıp da men eden gruba:

"Allah'ın helak edeceği bir topluluğa niçin öğüt veriyorsunuz?” diyen grup. O işi bırakmayacaklarını bildikleri bir topluluğa öğüt vermelerinden dolayı onları kınadılar. Men eden grup da:

"Mazireten ilâ rabbiküm (Rabbinize karşı mazeret için)” dediler: İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, merfu olarak:

"Maziretün” okumuşlardır ki: Bizim onlara öğüt vermemiz, bir mazerettir, demektir.

Mana da şöyledir: İyiliği emretmek boynumuzun borcudur, Allah katında mazur olmak için onlara öğüt vermemiz lazımdır. Hafs da Âsım’dan rivayetle mensûb olarak

"mazireten” okumuştur. Bu da: İyice özür dilemek için demektir.

"ki, sakınırlar diye": Yani öğüdü dinleyip de isyanı terk etmeleri mümkündür, demektir.

165

Onlar kendilerine verilen öğüdü unutunca, kötülükten men edenleri kurtardık ve zulmedenleri fasıklıkları yüzünden şiddetli bir azapla yakaladık.

"Onlar kendilerine verilen öğüdü unutunca": Yani kendilerine verilen va’zı terk edince, demektir.

"Kötülükten men edenleri kurtardık": Onlar da münkerden alıkoyanlardır. Zulmedenler de Cumartesi günü haddi aşanlardır.

"Biazabin beisin":

İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, faîl vezninde ve be ile ye arasında hemze ile

"beîsin” okumuşlardır.

Nâfi de hemzesiz olarak benin kesresi ile

"bîysin” okumuştur.

İbn Âmir de öyle okumuştur, ancak o hemzelemiştir. Harice de Nâfi’den benin fethası ile hemzesiz olarak "fa’l” vezninde

"beysin” rivayet etmiştir.

Ebû Bekir de Âsım’dan, "fey’al vezninde,

"bey'esin” rivayet etmiştir.

İbn Abbâs, Ebû Rezin ve Eyyub da, "fey’al” vezninde

"bey’âs” okumuşlardır. Ebû Abdurı ahman es - Sülemi ile Muaz el - Kari de benin fethası, hemzenin kesri ve yesiz olarak "neis” vezninde

"beis” okumuşlardır.

Dahhâk ile İkrime de, "kayyim” gibi yenin şeddesi ile

"beyyis” okumuşlardır.

Ebû’l - Âliyye ile Ebû Miclez de, benin ve “sîn” in fethası, meksur hemze ile yesiz ve elifsiz "feil” vezninde

"beis” okumuşlardır.

Ebû’l - Mütevekkil ile Ebû Recâ’ da be’den sonra elif ve med ve meksur hemze ile "fail” vezninde

"bais” okumuşlardır.

Ebû Ubeyde de: Beis: Çok şiddetlidir, demiş ve şu beyti delil getirmiştir: Bana çok kızdığından benim için onlarda Şiddetli bir tesir görmezsin.

Zeccâc da şöyle demiştir: Beise yebesü be’sen denir ve dördüncü baptan geldiği gösterilir. Âti ise: Çok kötü, bozgunculuğun içine dalan ve öğüt dinlemeyen dik kafalı demektir. Bakara suresi, âyet: 65’te de suretlerinin nasıl değiştiğini zikretmiştik.

Hasen Basri şöyle derdi. Allah’a yemin ederim ki, o balıkların etini yemek, Allah katında Müslümanların kanlarını akıtmaktan daha büyük günah değildir.

166

Men edildikleri şeye karşı kibirlik edince, onlara:

"Aşağılık maymunlar olun” dedik.

167

Hani, Rabbin, yemin olsun ki, onların üzerlerine kıyamet gününe kadar onlara azabın kötüsünü reva görecek kimseleri göndereceğim, diye bildirmişti. Şüphesiz Rabbin cezayı gerçekten çabuk verendir. Şüphesiz O, pek bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Ve iz teezzene rabbüke":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Rabbin bildirdi, demektir. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. Ve şöyle demiştir: O, âzentüke bilemri (işi sana bildirdim) sözünden gelir.

İbn Enbari de.

"Teezzene” ilan etti manasınadır, demiştir. Meselâ: Taallem enne fiilanen kaimün (bil ki, filanca ayaktadır) denir.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Allah İsrâil oğulları peygamberlerine bildirdi.

İkincisi: Buyurdu manasınadır, bunu da Atâ’, demiştir.

Üçüncüsü: Va’detti, demektir ki, bunu da Kutrub demiştir.

Dördüncüsü: Yemin etti, demektir, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Onlara mutlaka gönderecektir": Yani Yahudilerin üzerine.

Mücâhid de: Yahudilerle Hıristiyanların üzerine isyanlarından dolayı gönderecektir, demiştir,

"men yesumuhum":

"onlara reva görecek",

"azabın kötüsünü". Gönderilen hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile ümmetidir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi. Araplardır, onlardan haraç alırlardı, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. O şöyle demiştir: Mûsa’dan başka haraç alan peygamber yoktur, o on üç sene haraç aldı, sonra da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e verildi.

Süddi şöyle demiştir: Allah onlara Arapları gönderdi; onlardan cizye alır ve onları öldürürlerdi.

 Azabın kötüsünde de dört görüş vardır:

Birincisi: Cizye almaktır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Miskinlik ve cizyedir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Haraçtır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve Said b. Cübeyr de bunu demiştir.

Dördüncüsü: O, Müslüman oluncaya veya cizye verinceye kadar öldürülmeleridir.

168

Onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde iyiler de vardır, bunun altında olanlar davardır. Onları, belki dönerler diye iyiliklerle ve kötülüklerle denedik.

"Onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık":

Ebû Ubeyde: Onları fırkalara ayırdık, demiştir.

İbn Abbâs da: Onlar Yahudilerdir; içinde Yahudi olmayan bir memleket yoktur.

Mukâtil de: Onlar İsrâil oğullarıdır, demiştir. Manasının: İşleri karışık, söz birlikleri yoktur şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"İçlerinde iyiler vardır": Onlar; İsa ile Muhammed aleyhimesselam’a iman edenlerdir.

"Bunun altında olanlar da vardır": Onlar da kâfirlerdir.

İbn Cerir şöyle demiştir: Onlar İsa gönderilmeden ve dinden dönmeden önce bu sıfatta idiler.

"Ve belevnahüm": Onları denedik, demektir.

"İyiliklerle": Yani hayır, bolluk ve esenlikle demektir,

"ve kötülüklerle": O da kıtlık, şer ve zorluklardır, iyilik ve kötülükler insanı itâate teşvik eder; nimetler artması ve elden çıkma korkusu ile teşvik eder. Kötülükler de def edilmesi ve onlardan kurtulmak için taate teşvik eder.

"ki, dönerler": Yani Tevbe ederler.

169

Onların artlarından kitaba mirasçı olan kötü bir nesil geldi. Onlar bu en adi dünyanın metamı alır ve:

"Yaptıklarımız bağışlanır” derler. Eğer onlara benzeri bir meta gelirse, onu alırlar. Kendilerinden, Allah’a karşı hak olmayan şeyi söylemeyeceklerine dair kitabın sözü alınmadı mı? Ondaki şeyleri okumamışlar mıydı? Halbuki ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Akıl etmiyorlar mı?

"Artlarından geldi": Yani bu anlattıklarımızın arkalarından.

"Halfün": El - Cuni ile Cahderi “Lâm” ın fethi ile:

"Halefun” okumuşlardır.

Ebû Ubeyde: Half ile halef birdir, demiştir. Bazıları da lamı harakeli olanı (halefi) iyi, sakin olanı (halfi) de kötü olana tahsis ederler.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Half: Kötü insan ve kötü sözdür ki, hâza halfün minel kavi derler.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Araplar “Lâm” ın sükunu ile halfi kötü ve yerilen şeyde, “Lâm” ın fethi ile halefi de iyi ve övülen şeyde kullanırlar. Bazen de half övülen, halef de yerilen kimse için kullanılır; ancak tercihe şayan olan bizim anlattığımızdır.

Bu arkadan gelenlerin kimler olduğunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu da İbn Abbâs ile İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: Hıristiyanlardır.

Üçüncüsü: Bunlar ümmet-i Muhammed’dendir. Bu iki görüş Mücâhid’ten nakledilmiştir.

Eğer:

"Half tekildir, nasıl çoğul kalıbı ile

"ye’huzune” dedi? Meryem: 59’da da bu şekilde:

"edau” demiştir?” denilirse, İbn Enbari buna iki cevap vermiştir:

Birincisi: Half, halif’in cem’idir, meselâ: Rekb’in rakib’in ve şerb’in de şarib’in çoğulu olması gibi.

İkincisi: Half masdardır, tesniye ve cemi, müzekker ve müennes için kullanılır.

"Mirasçı oldular": Kitap onlara seleften halefe miras gibi intikal etti.

Bu durumda kitap hakkında da kendiliğinden üç görüş meydana çıkar:

Birincisi: O Tevrat’tır.

İkincisi: İncil’dir.

Üçüncüsü: Kur’ân’dır.

"Bu en adi dünyanın metaını alırlar": Dünya metaına araz denmesi, göze arız olup göründüğü içindir. Ona devam süresi kısa olduğu için denilmiştir diyenler de vardır.

İbn Abbâs da: Helâl ve haramdan hoşlarına gideni alırlar, demiştir. Bunun, hükümde rüşvet almak olduğu da söylenmiştir.

Metâın el - edna ile nitelenmesinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O dünüv’den (yakınlıktan)dır.

İkincisi: O denaet (adiliktendir.

"Yaptıklarımız bağışlanır":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Biz sorumlu tutulmayız. Bunu Allah’a karşı boş hülyalara daldıkları için derler.

İkincisi: O öyle günahtır ki, onu Allah bizim için bağışlar. Bunu da Allahü teâlâ’nın rahmetini umdukları için derler.

"Eğer onlara benzeri bir meta gelirse onu alırlar":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Onları hiçbir şey doyurmaz, onlar muhtaç olmadıkları şeyi de alırlar, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Onlar günahta ısrar eden kimselerdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

"Kendilerinden, Allah’a karşı hak olmayan şeyi söylemeyeceklerine dair kitabın sözü alınmadı mı?”

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allahü teâlâ Tevrat’ta onlardan haktan başka söz söylemeyeceklerine dair sağlam söz aldı. Onlar ise bâtıll sözleri söylediler. O da Tevbe etmedikleri günahı Allah’ın mecburen bağışlayacağını söylemeleridir. Tevrat'ta ise üzerinde ısrar edilen günahın bağışlanacağı hususunda bir kayıt yoktur.

"Ve deresu ma fihi": Bu, "verisu” lâfzına ma’tûftur, mana da:

"Ondakini okudular” demektir. Sanki: Bilerek muhalef ettiler manası çıkar.

"Ahiret yurdu": Yani ondaki sevap,

"sakınanlar için daha hayırlıdır. Akıl etmiyorlar mı?” Baki faniden hayırlıdır, demek istiyor.

İbn Âmir, Nâfi ve Hafs da Âsım'dan rivayetle te ile (takılun), diğerleri de ye ile (yakılun) okumuşlardır.

170

Kitaba sarılıp da namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz biz, ıslah edenlerin mükafatını zayi etmeyiz.

"Vellezine yümessikune bilkitabi":

İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan rivayetle şeddeli olarak

"yümessikune” okumuşlardır.

"Vela tümsiku biisamil kevafiri” (Mümtehine: 10) şeddesiz okumuşlardır. Ebû Amr ise bu ikisini şeddeli okumuştur.

Ebû Bekir de Âsım’dan bu ikisini şeddesiz okuduğunu rivayet etmiştir. Messektii bişşey’i, ve temessektü bihi, vestemsektti bibi, vemtesektü bihi, denir. Bu âyet Yahudi ve Hıristiyanların kitabın hududuna riayet edip onu değiştirmeyen mü’minleri hakkında inmiştir. İbn Selam ile arkadaşları da bunlardandır.

İbn Enbari şöyle demiştir:

"Ellezine"nin haberi,

"inna” ile arkasından gelenlerdir. Onun

"muslihin” kelimesinden sonra takdir edilen bir zamiri vardır; tevili şöyledir; Vellezine yümessikune bilkitabi inna lanudiu ecrel muslihine minhüm. İşte bu sebepten dolayı ecrin korumasını şarta bağlamıştır. Çünkü içlerinde ıslahatçı olmayanlar da vardır. Bazı nahivciler de şöyle demişlerdir: Muslihun, âyetin başındaki ellezineden ibarettir, onlara göre mana özetle şöyledir: Vellezine yümessikune bilkitabi, ve ekamussalate, inna lanudiu ecrehüm (kitaba sarılan ve namazı kılan ıslahatçıların ecirlerini zayi etmeyiz). Hüm zamiri muslihin şeklinde açıklanmıştır.

Meselâ şöyle denir: Aliyyün lakiytül Kisâiyye, ve Ebû Saidün reveytü anil Hudri (Ali Kisâi ile görüştüm ve Ebû Said el - Hudri’den hadis rivayet ettim). Lakiytühu ve reveytü anhu demek istemiştir.

Şair de şöyle demiştir:

Ey Leyla’nın Rabbi, sen her yerdesin

Ve sen Allah’ın umduğum rahmetisin.

O'nun rahmetisin diyecek yerde, Allah’ın rahmetisin, demiştir.

171

Hani biz dağı sanki bir gölgelik gibi üstlerine kaldırmıştık da onun üstlerine düşeceğini iyice anlamışlardı. "Size verdiklerimizi kuvvetle (sıkı) tutun ve ondakini hatırlayın. Belki sakınırsınız (demiştik).

"Ve iz netaknel cebele fevkahum": Yani dağı tepelerine kaldırdığımızı hatırla.

Mücâhid: Dağı yerden çıkardı, üstlerine gölgelik gibi kaldırdı, onlara: Ya iman edersiniz yahutta üzerinize düşer, denildi.

Katâde de şöyle demiştir: Dağın dibine kondular, dağ üstlerine kaldırıldı: Ya emrimi tutarsınız yahutta onu üstünüze atarım, dedi.

"Ve zannu ennehu vakıun bihim":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O bildiğimiz zandır.

İkincisi: O, yakîn (kesin bilgi) manasınadır. Âyetin kalan kısmı ise Bakara suresi, âyet: 63’de tefsir edilmiştir.

172

Hani, Rabbin âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutmuş:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da:

"Evet, şahit olduk” demişlerdi. (Bunu yapması) kıyamet gününde: "Gerçekten biz bundan gafildik” dememeniz içindir.

"Hani Rabbin âdemoğullarından almıştı": İbn Abbâs, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den:

"Allah Âdem’in belinden Na’man denen yerde söz aldı” dediğini rivayet etmiştir. Na’man, Arafat’a yakın bir yerdir. Bunu da İbn Kuteybe zikretmiştir. Yarattığı bütün zürriyeti onun belinden çıkardı, onları küçük karıncalar gibi önüne saçtı, sonra da onlarla karşı karşıya konuştu ve:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi.

"Onlar da: Evet, şahitlik ettik, dediler ki, kıyamet gününde biz bundan gafildik demeyesiniz". Âyetin manası şöyledir: Rabbin âdemoğullarından bellerinden söz aldı.

"Min zuhurihim” kavli,

"min beni ademe"den bedeldir. Neden:

"Min zuhurihim, dedi de, min zahri Âdeme, demedi?” denirse, cevap şöyledir: Çünkü onları birbirlerinin bellerinden çıkardı, bu nedenle Âdem’i zikretmeye gerek kalmadı; çünkü onların Âdem’in evlatları olduklarını biliyordu. Onlar ise onun belinden çıkarılmışlardı.

"Zürriyyatihim":

İbn Kesir, Âsım, Hamze ve Kisâi, tekil olarak: "zürriyyetehüm” okumuşlardır; Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir de, cemi olarak: "Zürriyyatihim” okumuşlardır.

Ebû Ali: Zürriyet kelimesi tekil de çoğul da olur, demiştir.

"Onları kendilerine şahit tuttu":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onları ikrar ettirerek kendilerine şahit tuttu, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Onlara yaratıkları ile birliğini göstermiştir, bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: Bunu ikrar ettirmekle onları birbirlerine şahit tuttu, bunu da İbn Cerir, demiştir.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Mana: Onlara:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi şeklindedir. Bu da ikrar ettirme sorusudur. Onlar da: Evet, Rabbimiz olduğuna şahitlik ettik, dediler.

Süddi, şöyle demiştir: "Şehidna” Allahü teâlâ’nın ve meleklerinin onların âdemoğullarının ikrarına şahit olduklarını haber vermesidir.

"Belâ” üzerinde vakfetmek hoş olur, çünkü zürriyetin sözü orada bitmiştir.

Kelbî de şöyle iddia etmiştir: Zürriyet: Evet deyince, Allah da meleklere. Şahitlik edin, dedi. Onlar da: Şahitlik ettik, dediler.

Ebû’l - Âliyye de Übey b. Ka’b’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah onların hepsini topladı, onları çifter çifter etti, sonra onlara şekil verdi, sonra da konuşmalarını istedi, arkasından da:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Onlar da: Evet, bizim İlâhımız olduğuna şahitlik ettik, dediler. O da: Ben de yedi kat gökleri ve yedi kat yerleri şahit tutuyor ve atanız Âdem’i de şahit tutuyorum ki, yarın

"kıyamet gününde, bizim bundan haberimiz yoktu", biz bunu bilmiyorduk demeyesiniz.

Süddi de şöyle demiştir: Bir kısmı isteyerek cevap verdiler, bir kısmı da istemeyerek takiyye ederek cevap verdiler.

"Enyekulu": Ebû Amr, ye ile

"en yekulu",

"ev yekulu” şeklinde, diğerleri de bu ikisini te ile (tekulu) okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Ebû Amr’in dayanağı: "Ve iz ahaze rabbüke” kavli ile "kalu belâ” kavlidir. Te ile okuyanların dayanağı da sözün:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"şeklinde hitap sigasıyla devam etmesidir.

"Yekulu” (desinler) sözünün manası da: Li-ellâ yekulu (demesinler)dir, tıpkı

"en temide biküm” (Lokman: 10) kavli gibi.

"İnna künna” kavlinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O söz ve ikrara işarettir.

İkincisi: O’nun yaratıcı olduğuna işarettir. Bu âyet bütün kâfirlerden söz aldığına dair bir hatırlatma ve kâfirlerin: Biz bu sözden gafildik, onu hatırlamıyoruz dememeleri için bir kanıttır. Allahü teâlâ doğru sözlü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dili ile haber verdikten sonra onu unutmaları bu delili düşürmez. Bu, doğru sözlü peygamberin ifadesi ile sabit olunca, insanların içinde bir hatırlatma gibi olur ve delil sürekliliğini korur.

173

Yahut: "Sadece atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik. Bâtılla sapanların yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?” dememeniz için.

"Yahut: Sadece atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik": Biz de senin İlâhlığını bilmeden onların yolundan gittik.

"Bâtılla sapanların yüzünden bizi helak mi edeceksin?": Onlar seninle beraber bir İlâhın olduğu iddiasında bâtıll idiler. Allah da onların ileri sürdükleri delili bu gibi şeyle kesip attı.

Çünkü onlara her birinden söz aldığını hatırlattı. İlim adamları zürriyeti konuşturması ve onlara akıl ve fikir verip de kendilerine arz edileni anlamaları hususunda bizim açıkladığımız görüştedirler. Bazıları zürriyetlerden söz almanın manası, nutfe olduktan sonra onları dünyaya getirmesi; kendilerini şahit tutmasının manasının da O'nun âyet ve delillerle yaratıcı olduğu zorunlu bilgisini vermesidir, demişlerdir. Onlar bunu bilip de bütün görüp ve müşahede ettikleri şeyler onları tasdike davet edince, kendi nefislerine karşı şahitlik etmiş gibi oldular. Nitekim bir âyette:

"Kendilerine karşı küfürle şahitlik ettiler” (Tevbe: 17) demiştir ki, kendilerini şahit tutma ile aynıdır. Biz kafirdik demeseler de, böyle demiş gibilerdir. Nitekim bir adam: Bütün organlarım senin doğruluğuna şahitlik etti der ki, bunu bildim, demektir.

"Allah şahitlik etti” (Al-i İmran: 19) kavli de bu kabildendir. Allah'ın şahitlik etmesi, açıklayıp bildirmesidir. Bu sözün benzerini İbn Enbari de nakletmiştir ki, birincisi daha doğrudur. Çünkü nakillere uygundur.

174

İşte âyetleri böyle açıklıyoruz, belki dönerler.

"İşte âyetleri böyle açıklıyoruz": Yani söz almada açıkladığımız gibi, âyetleri de böyle açıklıyoruz ki, kullar onları iyice düşünsünler de gereği üzere amel etsinler.

"Belki dönerler": Yani üzerinde bulundukları küfürden tevhide dönerler.

175

Onlara, kendisine âyetlerimizi verip de onlardan sıyrılan, şeytanın kendisini peşine taktığı için azgınlardan olan kimsenin haberini oku.

"Onlara oku":

Zeccâc şöyle demiştir: Bu yukarıya ma’tûftur,

Mana da şöyledir: Onlara Rabbinin Âdem’in zürriyetlerinden söz almasını oku

"ve onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini de oku":

Bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: O, İsrâil oğullarından Belam b. Ebur adında bir adamdı, bunu da İbn Mes’ûd, demiştir.

İbn Abbâs da: O, Belam b. Baur’dur, demiştir.

Mücâhid, İkrime ve Süddi de böyle demişlerdir. El - Avfi de İbn Abbâs'tan onun Yemen halkından Belam olduğunu rivayet etmiştir.

İbn Ebi Talha da ondan onun Zorbalar şehrinden olduğunu rivayet etmiştir.

İkincisi: O, Ümeyye b. Ebissalt’tır. Bunu da Abdullah b. Amr b. el - As, Said b. Müseyyeb , Ebû Ravk ve Zeyd b. Eslem, demişlerdir. Ümeyye, kitap okumuştu, Allah’ın bir peygamber göndereceğini bilirdi, onun da kendisi olduğunu ummuştu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gönderilince onu kıskandı ve kâfir oldu.

Üçüncüsü: O, Rahip Ebû Amr idi. Şa’bî,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ensar: O, Mescid-i Dırar’ın kendisi için yapıldığı Rahiptir, derlerdi. İbn Müseyyeb’ten de aynısı rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O İsrâil oğullarında bir adamdı, kendisine kabul olunacak üç dua verilmişti: Bir karısı vardı, ondan da bir çocuğu vardı. Kadın çirkin ve iğrenç idi. Kadın: Allah’a dua et de beni İsrâil oğullarının en güzel kadını yapsın, dedi. O da dua etti. Kadın, İsrâil oğullarında bir benzerinin olmadığını anlayınca, kocasını istemedi ve başkasını istedi. Kadın onu istemeyince o da onu uluyan dişi bir köpek yapması için Allah’a dua etti. Böylece iki duası gitti. Kadının oğulları geldiler: Biz buna dayanamayız, annemiz uluyan bir dişi köpek oldu, insanlar bizi kınıyor; Allah’a dua et de onu eski haline getirsin, dediler. O da Allah'a dua etti. Kadın da eski haline döndü. Böylece adamın üç duası da gitmiş oldu. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bize bu hadiste rivayet edilen "semice” kelimesi mimin kesresi iledir. Sibeveyh Araplardan “sîn” in sükunu ile: Recülün semcün dediklerini; “sîn” in kesresi ile semiciin demediklerini rivayet etmiştir.

Beşincisi: O münafıktır, bunu da Hasen Basri, demiştir.

Altıncısı: O, kendisine hak verildikten sonra ondan soyunup çıkan bütün Yahudi, Hıristiyan ve hamilerdir. Bunu da İkrime demiştir.

Ona verilen âyetler üzerinde de beş görüş vardır:

Birincisi: O, Allah’ın en büyük ismidir (ismi azam). Bunu Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, İbn Cübeyr de böyle demiştir.

İkincisi: O Aziz ve celil olan Allah'ın kitaplarından bir kitaptır. İkrime,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: O Belam’dır, ona bir kitap verilmişti, o ise ondan sıyrılıp çıktı.

Üçüncüsü: Ona peygamberlik verilmişti, susması için kavmi ona rüşvet verdi; o da sustu, onlara karışmadı. Bunu da Mücâhid, demiştir. Bu akla uzaktır, çünkü Allahü teâlâ ancak bu gibi halden masum olanı elçiliğine seçer.

Dördüncüsü: Onlar, tevhid delilleridir ve o delilleri anlamaktır.

Beşincisi: Onlar aziz ve celil olan Allah’ın kitapları hakkında bilgidir. Tefsirlerde meşhur olan onun Belam olduğudur.

Müfessirlerin anlattıklarına göre onun hikayesi şöyledir: Mûsa aleyhisselam onun memleketini işgal etti, onlar kâfir idiler, o duası kabul olunan biri idi. Kralları ona: Mûsa’ya beddua et, dedi. O da: O benim dinimdendir, ona beddua etmem yakışık almaz, dedi. Kral, asılması için bir darağacı kurulmasını emretti, Belam bunu görünce dişi merkebine bindi ve Mûsa’ya beddua etmek üzere çıktı. Onların askerlerini görünce, merkep durdu, Belam ona vurdu; o da: Bana niçin vuruyorsun? İşte ateş, önümde alevleniyor, benim yürümeme mani oluyor, dön, dedi. O da dönüp krala haber verdi. Kral da: Ya ona beddua edersin yahutta seni asarım, dedi. Şehre girmemesi için Mûsa’ya ismi azam ile beddua etti, Allah da onun duasını kabul etti, Mûsa ile kavmi onun bedduasından dolayı Tih çölüne düştü. Mûsa: Ya Rabbi, biz hangi günahtan Tih çölüne düştük, dedi? O da: Belam’ın duası ile dedi. O da: Ya Rabbi, bana karşı duasını kabul ettiğin gibi benim de ona karşı duamı kabul et, dedi. İsmi azami ondan çekip alması için Allah’a dua etti. Dua da ondan alındı.

Şöyle de denilmiştir: Belam kavmine kadınları süsleyip Mûsa’nın askerlerinin arasına göndermelerini emretti, böylece zina aralarında yayılsın da onları yensinler istiyordu. Dediklerine göre, daha sonra Mûsa onu öldürdü. Süddi şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: Bel’am gönüllü olarak kavmine geldi: İsrâil oğullarından korkmayın, siz onlarla savaşmak için çıkar, ben de onlara beddua edersem helak olurlar, dedi. Onların dünyalıklarından istifade etti. Bu da Tih sahrasında kırk sene dolaştıktan sonra idi. O zaman peygamberleri Yuşa b. Nun idi; Mûsa değildi.

"Onlardan sıyrıldı": Yani onların ilminden çıktı, demektir.

"Şeytan onu peşine taktı": İbn Kuteybe. Ona yetişti, demiştir. İttebatül kavme, denir ki, birilerine yetişmek manasınadır. Tebitühüm ise: Arkalarından gitmektir. Talha b. Mûsarrif de şedde ile: "Fettebeahu” okumuştur. Yezidi de: Etbeahu ile ittebeahu ikisi de lügattir, ancak

"etbeahu” şeddesizdir, birinin izini takip etmek manasınadır.

"İttebaahu” ise şeddeli olup birinin yaptığını yapmak, demektir. Etbaneke deyip de ittebanake manasını kasdetmek câiz değildir; çünkü onun manası sana uyduk, demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Tebiarrecülü eşşey’e vettebeahu denir ki, ikisi bir manayadır. Zira Allahü teâlâ bir yerde:  

"Femen tebia hüdaye” (Bakara: 38) demiş, bir yerde de:  

"Feetbeahüm Fir’avnü” (Yûnus: 90) demiştir.

"Azgınlardan oldu":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Sapıklardan oldu.

İkincisi: Bozulup helak olanlardan oldu. Bunu da Zeccâc, demiştir.

176

Eğer istese idik, bunlar (âyetler) vasıtasıyla onu elbette yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve keyfine uydu. Onun hali köpeğin hali gibidir ki: ona saldırsan da solur yahut bıraksan da solur. İşte âyetlerimizi inkâr eden o kavmin hali budur. Sen kıssayı anlat, belki iyice düşünürler.

"Eğer isteseydik onu bunlarla elbette yükseltirdik":

"Refa’nahu"daki hu (onu) zamirinde iki görüş vardır:

Birincisi: O zikri geçen insana râcîdir, bu da cumhûrun görüşüdür.

Mana da şöyledir: Eğer istese idik kendisine öğrettiğimiz şeyle o insanın derecesini elbette yükseltirdik.

İkincisi: O, âyetleri inkâra râcîdir, bu durumda da mana şöyle olur: Eğer isteseydik onu âyetlerimizi inkâr etmekten elbette yükseltirdik. Bu mana Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Eğer isteseydik onunla işlediği günahın arasına girerdik.

"Ancak o yere saplandı": Yani dünyaya meyletti ve onda huzur buldu.

Zeccâc şöyle demiştir: Ahlede ve halede denir, ancak birincisi lügatte daha çoktur. Burada geçen yer, dünyadan ibarettir. Çünkü dünya, üzerindeki her şeyle Yer’dir.

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, dünya halkına meyletti. Onun, bu hareketiyle karısını razı ettiği de söylenmiştir; çünkü onu bu yaptıklarına o sürüklemiştir. Amca oğullarını ve kavmini razı ettiği de söylenmiştir.

İkincisi: O dünya şehvetlerine meyletti. Bu da:

"Hevesine uydu” kavli ile açıklanmıştır ki,

Mana şöyledir: O hevesinin isteğine uydu.

İbn Zeyd de: Hevesi kavminin isteğiyle beraberdi, demiştir. Bu âyet, ilimden sapıp hevesine uyan Âlimler için en zor âyetlerdendir.

"Onun hali köpeğin hali gibidir ki, ona saldırsan da solur yahut bıraksan da solur": Manası şöyledir: Kâfiri azarlasan da vazgeçmez, hali üzere bıraksan da doğru yolu bulamaz. Her iki durum ona göre köpeğin iki hali gibidir; çünkü o kovulsa ve kovmak için üzerine gidilse de solur, hali üzere bırakılsa ve yatsa da solur. Özellikle soluyan köpeğe benzetilmiştir.

Mana şöyledir: Onun hali soluyan köpeğin hali gibidir. Yalnız soluyan köpeğe benzetilmesi, onun en çirkin ve en iğrenç bir durum olmasındandır.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Her soluyan ya yorgunluktan veya susuzluktan solur, ancak köpek hariçtir ki, o, rahatken de solur, yorgunken de solur. Allah onu, âyetlerini ikrar edene misal getirmiş ve şöyle demiştir: Ona öğüt versen de o sapıktır, öğüt vermesen de sapıktır; köpek gibi ki, onu azarlasan koştursa da solur veya hali üzere yatarken bıraksan da solur.

Müfessirler şöyle demişlerdir: O, rüyasında İsrâil oğullarına beddua etmekten men edildi, yine vazgeçmedi; dişi merkebi ona seslendi, yine de aymadı. Bunun için ona ve diğer kâfirlere bu misal getirildi. Bu da:

"İşte bu, âyetlerimizi inkâr eden kavmin misalidir” sözü ile ifade edilmiştir. Çünkü kafire vaaz etsen de o sapıktır, onu bıraksan da o sapıktır. Ona peygamber ve âyet gönderilse de gönderilmese de bildir.

"Sen kıssayı anlat":

Atâ’ şöyle demiştir: Küfredip peygamberleri inkâr edenlerin kıssasını anlat.

177

Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden güruhun hali ne kötüdür!

"Sâe meselen": Saeşşey’ü yesuu, denir ki: Bir şey çirkin olmaktır.

Mana da: Sae meselen meselül kavmi (o kavmin misali ne kötü misaldir) şeklindedir. Muzaf atılmış,

"meselen” de temyiz olarak mensûb olmuştur.

"Onlar kendilerine zulmediyorlardı": Yani günahla kendilerine zarar veriyorlardı.

178

Allah kime hidayet ederse o, doğru yolu bulur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir.

179

Yemin olsun, gerçekten cinden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri var, onlarla anlamazlar; gözleri var, onlarla görmezler; kulakları var, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.

"Ve lekad zere’na": Yarattık, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Adamın zürriyeti de bundandır ki, o da ondan yaratılmıştır. Ancak Araplar onu hemzesiz telaffuz ederler.

"Licehenneme": Bu lâm’a bazı edebiyatçılar, akibet lamı derler, meselâ:

"Liyekuna lehum adüvven ve hazena” (Kasas: 8) âyetinde de böyledir. Şairin şu şi’ri de bunun gibidir:

Mallarımızı mirasçılar için biriktiririz,

Evlerimizi de zamanın harap etmesi için yaparız.

Bir adam, Ömer b. Abdülaziz’i ölen oğlundan dolayı taziye etmek için huzuruna girdi ve şöyle bir beyit okudu:

Ey Mü’minlerin Emiri, sizi taziye ederim (müteselli olun),

Küçük çocuk, bu gördüğün şey için doğar ve beslenir.

Allahü teâlâ bu âyette geleceğe nüfuz eden ilmiyle onların inkârdan dolayı bu akibete maruz kalacaklarını haber vermiştir.

"Onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar": O kavim haktan ve onu düşünmekten yüz çevirince, anlamayan, görmeyen ve işitmeyen durumuna düştüler.

Muhammed b. Kasım en - Nahvi de şöyle demiştir: Allahü teâlâ bütün bunlardan ahiret işini murat etmiştir, çünkü onlar, dünya işini iyi bilirler.

"Onlar hayvanlar gibidirler": Onları hayvanlara benzetti; çünkü onlar işitmez, görmez ve ibret almazlar. Sonra da:

"Hatta onlar daha da sapıktırlar” dedi.

Çünkü hayvanlar kendilerine yararlı ve zararlı şeyi görürler; bazı gördüklerini bırakmazlar. Bunların çoğu ise kendisinin muannit olduğunu bilir ve ateşe atılır.

"İşte onlar gafillerin ta kendileridir": Ahiret işinden gafildirler.

180

En güzel isimler Allah’ındır; O’na onlarla dua edin. O’nun isimlerinde sapanları bırakın. Onlar yaptıkları o şeyle cezalanacaklar.

"En güzel isimler Allah'ındır":

İniş sebebi şöyledir: Bir adam namazında Allah’a dua etti, Rahman’a dua etti; Ebû Cehil: Muhammed ve ashabı bir tek Rabbe ibadet ettiklerini iddia etmiyorlar mıydı? Buna ne oluyor da ikiye dua ediyor?” dedi. Allahü teâlâ bunun üzerine bu âyeti indirdi. Bunu Mukâtil, demiştir. El - Hüsna, ahsen’in müennesidir. Âyetin manası da: Allah'ın isimleri güzeldir demektir. Maksat içlerinde güzel olmayanlar da vardır, demek değildir.

Maverdi şöyle demiştir: Bundan maksat, öyle isimler vardır ki, onlarla dua edildiği zaman nefisler gazap ve azaba değil de af ve rahmete meyleder, demektir.

"O’na onlarla dua edin": Yani onlarla çağırın, meselâ: Ya Allah, ya Rahman gibi.

"Vezerullezine yülhidune fi esmaihi":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, yenin zammesiyle

"yülhidune” okumuşlardır. Nahl: 103 ve Secde (Fussilet): 40’ta da böyle okumuşlardır.

Hamze ise bunlarda hanın ve yenin fethi ile:

"Yelhadune” okumuştur. Halef de, Nahl: 103’de böyle okumuştur.

Ahfeş de şöyle demiştir: Elhade ile lahade ikisi de lügattir. Kim bu ikisi ile okursa, iki lügati de almak istemiştir. Sanki ilhad, doğruluktan sapmaktır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Haksızlık eden ve sapanlar demiştir. Kabrin lahdi de bundandır ki, o da bir tarafa açıldığından böyle denilmiştir (buna sapıtma, derler. Mütercim).

Zeccâc da şöyle demiştir: Bir kimsenin Allahü teâlâ’nın kendine vermediği isimle dua etmesi uygun değildir; meselâ: Ya cevad der de, ya sahi diyemez. Ya kavi der de, ya celd diyemez; ya rahîm der de, ya refik diyemez. Çünkü Allah kendini bu isimlerle nitelememiştir.

Ebû Süleyman el - Hattâbî de şöyle demiştir: Bu âyetin delili de şudur: Allah’ın isimlerinde yanlış etmek ve onlardan ayrılmak sapmaktır. Halkın dilinde: Ya Sübhan, ya Burhan gibi şeyler duyulur ki, bunlar terk edilmesi gereken yakışıksız şeylerdir, bunlara itibar edilmez. Hatta bazıları: Ya Rabbe Taha ve Yasin, der.

İbn Abbâs: Ya Rabbel Kur’ân diyen bir adamı reddetmiştir.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği de rivayet edilmiştir: O’nun isimlerinden sapmaları onun isimlerini putlara vermeleridir; meselâ Allah'tan Lât’ı, Aziz’den Uzza’yı ve Mennan’dan da Menat’ı türettiler.

Cumhûr bu âyetin muhkem olduğu görüşündedir; çünkü o, tehdit mahiyetinde varit olmuştur, meselâ:

"Beni yarattığım o kimse ile baş başa bırak” (Müddessir: 11) âyeti gibi. Bazıları da onun savaş âyetiyle mensuh olduğunu söylemiştir; çünkü

"isimlerinde sapanları bırakın” kavli, kâfirlere ilişmemeyi gerektirir. Bu da İbn Zeyd’in görüşüdür.

181

Yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki, hakkı gösterir ve onunla adalet ederler.

"Yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki, hakkı gösterirler": Yani hak ile amel ederler.

"Onunla adalet ederler": Yani onunla amel etmekle adaleti sağlarlar.

Bu Âyetten kimlerin kastedildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar muhacirler, ensar ve bu ümmetten onlara güzellikle tabi olanlardır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İbn Cüreyc şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Bu, hakkı tutan, hak ile veren ve hak ile hükmeden ümmetimdir” demiştir.8

8 - Taberi, Tefsir, 13/286.

Katâde de şöyle demiştir: Bize ulaştığına göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Bu size aittir, ötekilere de aynısı verilmiştir” der ve sonra da:

"Mûsa kavminden bir kavim vardır ki, hak ile yol gösterir ve onunla adalet ederler” (A’raf: 159) âyetini okurdu.

İkincisi: Onlar bütün halktır, bunu da İbn Saib, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar peygamberlerdir.

Dördüncüsü: Onlar Âlimlerdir. Bu iki görüşü Maverdi, beyan etmiştir.

182

Âyetlerimizi yalanlayanları ise bilmedikleri yerden yavaş yavaş yakalarız.

"Âyetlerimizi yalanlayanlar":

Ebû Salih, İbn Abbâs’tan: Onlar Mekke halkıdır, dediğini rivayet etmiştir.

Mukâtil de: Âyet alay eden Kureyşliler hakkında inmiştir, demiştir.

"Senestedricühüm": Halil b. Ahmed: Onların ansızın ömür defterlerini düreriz, demiştir.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Istidrac: Bir şeye gizlice azar azar hücum etmeden yaklaşmaktır (sokulmaktır). Aslı dereceden (basamaktan) gelir ki, çıkan ve inen basamak basamak çıkar ve iner. Derecel kitaba da ondandır ki, kitabı yavaş yavaş dürmektir. Derecel kavmu da: İnsanların arka arkaya ölmeleridir. Yezidi de şöyle demiştir: İstidrac: Birine bilmediği yerden gelmektir.

İbn Kuteybe de: Onlara azar azar bilmedikleri yerden şiddet tattırmak, onlara ansızın saldırmayıp açıktan gelmemektir. Ezheri de şöyle demiştir: Onları ummadıkları yerden azar azar yakalayacağız. Şöyle ki, Allah onlara aldanacakları ve meyledecekleri nimetler verir, sonra da onları en gafil anlarında yakalar.

Dahhâk da şöyle demiştir: Onlar yeni yeni günahlar işledikçe, biz de onlara yeni yeni nimetler veririz (tuzak için, gazabına. Mütercim).

"Bilmedikleri yerden":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: İstidracı bilmedikleri yerden.

İkincisi: Helaki bilmedikleri yerden.

183

Ben onlara süre tanıyorum. Şüphesiz benim tuzağım sağlamdır.

"Ve ümli lehüm": İmla: Mühlet vermek ve ertelemektir.

"İnne keydi metin":

İbn Abbâs: Tuzağım sağlamdır, demiştir.

İbn Fâris de: Keyd, hile ve tuzaktır, demiştir. Uğraştığın her şeye keyd, hile (çare) bulmak denir. Allah'ın tuzak ve hilesi, tuzak kuranlara karşılığını vermesidir. Bunu da Bakara: 15 ve Al-i İmran: 54’te anlatmış bulunuyoruz. Allah’ın onlarla alay etmesi, onları aldatması da böyledir.

184

Arkadaşlarında herhangi bir delilik olmadığını düşünmediler mi? O, apaçık bir uyarıcıdan başkası değildir.

"Arkadaşlarında herhangi bir delilik olmadığını düşünmediler mi?”

Âyetin iniş sebebi şöyledir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, geceleyin Safa tepesinin üzerine çıktı ve Kureyş aşiretini kol kol çağırdı: Ey filan oğulları, ey filan oğulları, ey filan oğulları, dedi, onları Allah’ın şiddet ve azabından uyardı. İçlerinden sözcüleri: Sizin bu arkadaşınız mutlaka delidir, sabaha kadar seslenip durdu, dedi. Âyet bunun üzerine indi.9

9- Taberi, Tefsir, 13/289.

Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. Âyetin manası şöyledir. Düşünmediler mi ki, arkadaşlarında bir delilik yoktur. Böylece onları onun durumunu düşünmeye teşvik etti ki, onun delilikten beri olduğunu bilsinler.

"O değildir, ancak apaçık bir uyarıcıdır": Doğru yolu açıklar. Sonra da onları ilme götürecek bakışa teşvik edip:

185

Göklerin ve yerin mülküne, Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olacağına bakmadılar mı? Artık ondan (Kur’ân’dan) sonra hangi söze iman edecekler?

“Göklerin ve yerin mülküne bakmadılar mı?” dedi. Maksat buradan hareketle bunların yaratıcısına ve idarecisine ulaşmalarıdır. Melekutun manası da En’am: 75’de geçmiştir.

"Vema halakallahu min şeyin ve en asa en yekune kadikterebe ecelühüm": İbn Mes’ûd, Übey ve Cahderi, çoğul olarak: Âcaluhum” okumuşlardır. Âyetin manası şöyledir: Yerin ve göklerin mülküne, Allah’ın onlarda yarattığı bütün şeylere, ecellerinin yaklaşmış olup da küfür üzere ölerek cehenneme gideceklerine bakmadılar mı?

"Ondan sonra hangi söze iman ederler?": Yani Kur’ân ve ondaki açıklamalardan sonra. Sonra imandan yüz çevirme sebeplerini anlatarak:

186

Allah kimi saptırırsa, ona hidayet edecek yoktur. Onları taşkınlıkları içinde bocalamaya bırak.

"Men yudlilullahu fela hadiye leh ve yezeruhum (Allah kimi saptırırsa, ona hidayet edecek yoktur ve onları bırakır) dedi.

İbn Kesir, Nâfi ve İbn Âmir, nun ile merfu olarak "nezeruhum” okumuşlardır.

Ebû Amr da: Ye ile merfu olarak

"yezeruhum” okumuştur.

Hamze ile Kisâi de, ye ile cezimli olarak:

"Yezerhüm” okumuşlardır. Kim merfu okursa, cümle başı yapar. Kim cezm eder de "ve yezerhüm” derse, onu fenin mahalline atfeder. Sivebeyh: Fe mahallen meczumdur, mana da: Men yulilullahu yezerhu, demiştir. Tuğyan ile ameh'in manaları da Bakara suresi, âyet: 15’te geçmiştir.

187

Sana kıyametten, ne zaman gerçekleşeceğinden soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Allah katındadır. Onu vaktinde ancak O açıklar. O göklere ve yere ağır basmıştır. Size ancak ansızın gelir. Sanki sen onu tam manasıyla biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.

"Sana kıyametten soruyorlar":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Yahudilerden bir topluluk:

"Ya Muhammed, bize haber ver, kıyamet ne zamandır?” dediler. Âyet bunun üzerine indi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kureyşliler: Ya Muhammed, bizimle senin aranda akrabalık vardır, bize kıyametin ne zaman kopacağım açıkla, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Katâde, demiştir. Urve de şöyle demiştir: Kıyametten soran, Utbe b. Rebia’dır. Burada kıyametten maksat da mahlukatın öldüğü andır.

"Eyyane mürsaha":

Ebû Ubeyde: Müısası, yani sonu ne zamandır, demiştir. Mürsessefine: Geminin durduğu, demir atılan yerdir,

İbn Kuteybe şöyle demiştir:

"Eyyane": Meta manasınadır; meta da: Ne zaman demektir. Bize göre aslı: Eyye evanin’dir. Hemze ile vav atılmış ve ikisi bir kelime kılınmıştır. Resa filardı da: Yere gömülüp sabit olmaktır, dağlara, revasiy denmesi de bundandır. Zeccâc da Kelâmın manası:

"O ne zaman olacaktır?” demiştir.

"De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır": Yani onun ilmini kendine saklamıştır.

"Lâ yücelliha livaktihe": Onu vaktinde açıklamaz

"ancak O” açıklar.

"O yere ve göğü ağır basmıştır":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onun vukuu gökler ve yer halkına ağırdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. Gerekçesi şudur: İyi ve kötü herkes ondan korkar.

İkincisi: Onun durumu göklerde de yerde de azimdir, büyüktür. Bunu da İkrime, Mücâhid ve İbn Cüreyc demişlerdir.

Üçüncüsü: Onun durumu gizlidir, ne zaman olacağı bilinmez. Bunu da Süddi, demiştir.

Dördüncüsü: "Fi",

“alâ” manasınadır, anlam da şöyledir: O göklere ve yere ağır basmıştır. Bunu da Katâde, demiştir.

"Size ancak ansızın gelir": Yani füc’eten (hiç beklenmediği anda) gelir.

"Keenneke hafiyyün anha":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Sana onu soruyorlar, sanki sen onlara bunu lütfediyorsun, gibi.

"O bana çok lütufkârdır” (Meryem: 47) âyetinde de böyledir. Avfi, İbn Abbâs’tan, Esbat da Si'ıddi’den: Sanki onların arkadaşı imişsin gibi, demişlerdir.

İkincisi: Sanki onlara cevap verecekmişsin gibi.

İbn Ebi Talha da, İbn Abbâs’tan: Sanki sen onların sorusundan hoşlanıyorsun gibi, demişlerdir.

Husayf de, Mücâhid’ten: Sanki sen onu sormalarını istiyormuşsun gibi, demişlerdir.

Zeccâc da: Sanki sen sorularından neşe duyuyormuşsun gibi, demiştir.

Üçüncüsü: Sanki sen onu biliyormuşsun gibi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan nakletmiştir. İbn Zeyd ile Ferrâ’ da aynı görüştedirler.

Dördüncüsü: Sanki sen son bilgiyi aldın da onu öğrendin gibi. Bunu da İbn Ebi Nüceyh, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkrime de: Sanki sen ondan sorumlusun gibi, demiştir.

İbn Kuteybe de: Onu bilenden maksat şenmişsin gibi, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bunda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Bütün hedef şenmişsin gibi onu sana soruyorlar. Hafiy, Arap dilinde: İlgili kimse, demektir.

"De ki: Onun ilmi ancak Allah katındadır": Yani onu ancak Allah bilir.

"Fakat insanların pek çoğu bilmezler":

Mukâtil ile kalabalık bir grup: Burada insanlardan maksat Mekke halkıdır, demişlerdir.

"Bilmezler":

Kavlinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onun olacağını bilmezler, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: Onun ilminin Allah katında saklı olduğunu bilmezler. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

188

De ki: Allah dilemedikçe ben kendime ne bir fayda ne de bir zarar vermeye sahip değilim. Eğer ben gaybi bilse idim, mutlaka hayrı çoğaltırdım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben iman edecek bir kavim için sadece bir uyarıcı ve müjdeciyim.

"De ki: Ben kendime ne bir fayda ne de bir zarar vermeye sahip değilim":

İniş sebebi şöyledir: Mekke halkı.

"Ya Muhammed, Rabbin sana fiyatlar yükselmeden önce ucuzluğu haber vermiyor mu ki, satın alır ve kâr edersin, kıtlık olacak toprağı bildirmiyor mu ki, oradan bol bölgeye gidersin?” dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Fayda ve zarardan ne kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O bütün fayda ve zarar verecek şeyler için geneldir, bunu da cumhûr, demiştir.

İkincisi: Fayda: Hidayet, zarar da: Sapıklıktır, bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

"Allah dilemedikçe": Yani O’nun bana mülk edindirmek istediği hariçtir. Bu sıfatta olan bir kimse kıyametin ne zaman kopacağını nereden bilir?

"Eğer ben gaybi biliyor olsa idim":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Eğer bir yerde kıtlık olacağını ve yağmur yağmayacağını daha önce bilse idim, önceden tedbir alırdım, demektir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Eğer satın aldığım zaman kâr edeceğim şeyi bilseydim, çok hayır işlerdim. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Eğer ne zaman öleceğimi bilse idim, iyi ameli çok yapardım, bunu da Mücâhid, demiştir.

Dördüncüsü: Eğer bana sorulan gaip şeyi bilseydim, ona cevap verirdim.

"Bana kötülük de dokunmazdı": Yani beni yalancı çıkarmazlardı. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Gayb, göremediğin her şeydir.

Burada hayırdan ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O iyi ameldir.

İkincisi: Maldır.

Üçüncüsü: Rızıktır.

"Bana kötülük dokunmazdı":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, fakirliktir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O bütün üzücü şeylerdir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Deliliktir, bunu da Hasen Basri, demiştir.

Dördüncüsü: Yalanlamadır, bunu da Zeccâc, demiştir.

Hasen Basri’nin görüşüne göre bu kelâm, söz başı olur,

Mana da şöyledir:

Bende delilik yoktur. Ben ancak bir uyarıcıyım. Diğer görüşlere göre de: Yukarının devamı olur.

189

O ki, sizi bir erkek candan yarattı ve ondan da ona alışsın diye eşini yarattı. Onu bürüyünce hafif bir yük yüklendi de onunla geçti. Ağırlaşınca, ikisi Rableri Allah’a şöyle dua ettiler; eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, mutlaka şükredenlerden olacağız.

"O ki, sizi bir erkek candan yarattı": Candan maksat: Âdem; eşinden maksat da: Havva’dır.

"Ona alışsın diye": Onunla arkadaşlık etsin ve ona sokulsun, diye.

"Onu bürüyünce": Yani onunla birleşince, demektir.

Zeccâc: Bu, cimadan en güzel kinayedir, demiştir. Hami, hanın fethi ile: Karında olan şeydir, yahut ağacın çıkardığı meyvedir. Himl ise, hanın kesresiyle: Taşınan yüktür. Hafif yükten maksat: Sudur (menidir).

"Femerret bih (onunla geçti)": Bir süre onunla geçti; oturup kalktı, ona ağır gelmedi.

Sa’d b. Ebi Vakkas, İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve Dahhâk: "Festemerret bih” okumuşlardır. Übey b. Ka'b ile el - Cuni de elif ziyadesiyle:

"İstemarret bih” okumuşlardır. Abdullah b. Amr ile el - Cahderi de, elifle ra da şeddeli olarak: "Femarret bih” okumuşlardır.

Ebû’l - Âliyye, Eyyub ve Yahya b. Yamur de, ra şeddesiz olarak: "Femeret bih” okumuşlardır ki: Hamile olup olmaması hususunda şüphe etti, demektir.

"Felemma eskalet": Yükü ağırlaşınca, demektir.

Ahfeş şöyle demiştir: Ağır yük sahibi olunca. Çünkü esmarna demek: Meyve sahibi olduk demektir.

"Rableri Allah'a dua ettiler": Yani Âdem ile Havva.

"Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen diye": Sağlıklı çocuktan da ne murat edildiği hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, kendilerine benzeyen bir insandır. Onun hayvan olmasından korkmuşlardı. Bu çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: O erkek çocuktur, bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Dua etme sebebinin açıklanması

Tefsirciler şöyle anlatmışlardır: İblis, Havva'ya geldi:

"Karnındakinin ne olduğunu biliyor musun, belki köpek veya domuz veyahut eşektir? Nereden çıkacağını biliyor musun; karnını mı yaracak yoksa ağzından mı çıkacak veyahut burnundan mı çıkacak?” dedi.

Bu, Havva’yı üzdü; o zaman Allah’a dua ettiler. İblis geldi: "Kendini nasıl buluyorsun?” dedi. O da: Oturduğum zaman kalkamıyorum, dedi. O da:

"İster misin, Allah’a dua edeyim, onu sen ve Âdem gibi bir insan yapsın; ona benim adımı kor musun?” dedi. O da: Evet, dedi. Onu sapasağlam doğurunca İblis ona geldi: "Neden ona bana va’dettiğin gibi isim vermiyorsun?” dedi. O da: "Senin ismin nedir?” dedi. O da: Haris, dedi. İblis’in melekler arasındaki adı Haris, idi. Havva da ona: Haris ismini verdi. Âdem’in rızasıyla: Abdişems ismini verdiği de söylenmiştir.

190

Onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine verdiği şeyde O’na ortaklar koşmaya başladılar. Allah, onların ortak koştukları şeyden yücedir!

Nitekim:  

"Felamma atahuma salihan caalalehu şürekae” kavli de bunu gösterir.

İbn Kesir, İbn Âmir, Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayetle, şin mazmum ve medli olarak: "Şürekae” okumuşlardır ki, şerik’in çoğuludur.

Nâfi, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek şinin kesresiyle cemi değil de masdar olarak "şirken” okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim "şirken” okursa, muzafi hazfetmiş olur, sanki: Caala lehu za şirkin ve zevi şirkin demek istemiştir. O zaman mana: Başkası için şirk kıldılar olur. Çünkü takdiri: Caala lahu zevişirkin olursa, mana da: Başkası için şirk kıldılar demek olur. Bu kıraat mana bakımından "şüreka” okuyanınki gibidir. Başkası da şüreka, şerik manasınadır, demiş; cem’i tekil yerinde kullanmıştır; tıpkı

"ellezine kale lehümünnasü innennase kad cemau leküm” (Al-i İmran: 173) kavlinde olduğu gibi. Şerik (ortak)tan maksat da İblis’tir, çünkü isimde ona itâat ettiler. Böylece taatte ortak oldu, ibadette değil. Haris’in Rableri olduğunu kastetmediler; ancak çocuklarının kurtuluşuna sebep olduğunu kastettiler. Bazen abd köle olmayana da denir. Şair şöyle demiştir:

Ben misafirin kölesiyim; evimde ikamet ettikçe,

Benim bundan başka kölelik tabiatım yoktur.

Mücâhid de şöyle demiştir: Âdem’in çocuğu yaşamazdı, şeytan: Çocuğunuz olduğu zaman ona benim adımı koyun, dedi. Onlar da ona: Abdülharis ismini koydular. Böylece isimde ona itâat etmiş oldular. İşte:

"Caala lehu şürekae fima atahuma” kavli budur. Bu da cumhûrun görüşüdür.

Bunda ikinci bir görüş daha vardır; bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir: Âdem şirk koşmadı, âyetin başı şükür, sonu ise

"ca’ala lehu şürekâe fima atahuma” kavli ile kendine ibadet edenlere getirdiği bir misaldir. Katâde, Hasen’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır. Allah onlara evlat nasip etti; onlar ise onları Yahudileştirdiler ve Hıristiyanlaştırdılar. Hasen ile Katâde'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:

"Caala lehu şüreka” kavlindeki zamir, Âdem oğullarından cana ve zevcesine aittir, Âdem ile Havva’ya ait değildir. Zamirin, veled-i saliha râci olduğu da söylenmiştir ki, o, kusursuz çocuk demektir.

Mana da: O çocuk Allah’a ortak kılındı olur. Neden, tesniye kalıbı ile: Caala denildi? Çünkü Havva her karında bir erkek bir kız olmak üzere ikiz doğururdu.

İbn Enbari de şöyle demiştir: O’na ortaklar koşanlar Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer Mekke kâfirleridir ki, onlar Âdem ile Havva evladındandır. Buna göre âyetin tevili şöyledir: Allah onlara düzgün bir evlat verince, evlatları O’na ortak kılındı. Evlat kaldırıldı, onlar yerine geçti. Nitekim:

"Veselil karyete” (Yûsuf: 82) demiştir. Süddi de şuna kani olmuştur:

"Allah onların ortak koştukları şeylerden yücedir!” kavli özel olarak Arap müşrikleri içindir ve o, Âdem kıssasından ayrıdır.

191

Bir şey yaratmayan ve kendileri yaratılanları mı ortak koşuyorlar?

"Bir şey yaratmayan şeyleri mi ortak koşuyorlar?": İbn Zeyd şöyle demiştir: Bu Âdem ve Havva ile ilgilidir, çünkü çocuklarına Abdişems ismini koydular. Şems (güneş) ise bir şey yaratamaz. Başkası da şöyle demiştir: Bu, kâfirlere râcîdir; şöyle ki, onlar putları Allah’a ortak koştular, onlarsa yaratamazlar.

"Onlar yaratılmışlardır” kavli onların mahluk olduğunu gösterir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Neden

"ma” dedikten sonra "vehüm yuhlakun” dedi? Çünkü

"ma” bire, ikiye ve çoğula denir. Putlar için neden "vehüm” dedi? Çünkü onlara tapanlar onların düşündüklerini ve iyiyi kötüyü ayırdıklarını iddia ettiler. O nedenle onlar insan yerine konuldu. Bu da:

"Raeytühüm li sacidin” (Yûsuf: 4) ve

"ya eyyühen nemlüdhulu mesakineküm” (Neml: 18) ve

"veküllün fifelekin yesbehun” (Yasin: 40) kavilleri gibidir. Şair de şöyle demiştir:

Ben şarabımı yudumladım, horoz da sabahleyin ötüyordu;

Büyükayı takımyıldızı yaklaşıp da aşağıya doğru inerlerken.

Sa’leb de Abde b. Tabib’e şu şi’ri delil olarak getirmiştir:

Horoz yüksek yere çıkıp ailesinin bazılarını

Sabah vakti çağırdığı zaman, onlar sİlâhsızlardı.

Onu davet eder kılınca, horozları bir topluluk kabul etti ve onları sİlâhsız gösterdi, onları bir aile saydı. Adamın ailesi de cemaati ve kavmidir (şair horoza insan gibi yaklaşmıştır. Mütercim).

192

Bunlar ne onlara (tapanlara) yardım edebilirler ne de kendilerine yardım ederler.

"Ne de kendilerine yardım ederler": Diyor ki: Putlar kendilerine ibadet edenlere yardım edemezler de kendilerini koruyamazlar da.

193

Eğer onları doğru yola çağırırsanız, size uymazlar. Onları davet etmeniz de davet etmeyip susmanız da sizin için birdir.

"Eğer onları davet ederseniz":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar zamiri putlara râcîdir,

Mana da şöyledir: Ey müşrikler, eğer putlarınızı doğru yola davet ederseniz, size uymazlar, çünkü onların aklı yoktur.

İkincisi: Kâfirlere râcîdir,

Mana da şöyledir: Ey Muhammed, eğer bu müşrikleri doğru yola çağırırsan, size tabi olmazlar; öyleyse sizin onları çağırmanız da susup da onlara bir şey dememeniz de birdir. Çünkü onlar hakka boyun eğmezler. Nâfi tenin sükunu ile "layetbeuküm” okumuştur.

194

Şüphesiz Allah’tan başka dua ettikleriniz de sizin gibi kullardır. Öyleyse onları çağırın da, eğer doğru söylüyorsanız size cevap versinler.

"Şüphesiz Allah’tan başka dua ettikleriniz": Yani putlar",

"sizin gibi kullardır": Yani onlar da Allah’ın emrine amade ve uysaldırlar. Neden

"ibadun” dedi ve "fed’uhum” dedi, halbuki putlar cansızdırlar? Bunu da

"vehüm yuhlekun” (âyet: 191) kavlinde açıklamış bulunuyoruz.

"Felyestecibu leküm": Size cevap versinler, demektir.

"Eğer doğru söyleyenler iseniz": Onların size yardım edecekleri ve karşılık verecekleri hususunda.

195

Onların yürüyecekleri ayakları var mı? Yahut onların tutacakları elleri var mı? Yahut onların görecekleri gözleri var mı? Yahut onların işitecekleri kulakları var mı? De ki: Ortaklarınızı çağırın, sonra da bana tuzak kurun; beni bekletmeyin.

"Onların yürüyecekleri ayakları var mı?": Yani iyi şeylere doğru.

"Yahut onların tutacak elleri var mı?": Kendilerini rahatsız edecek şeyi def etmede.

Ebû Cafer, burada ve Kasas: 19 ve Duhan: 16’da tının zammesiyle

"yabtuşun” okumuşlardır.

"Yahut onların işitecekleri kulakları var mı?": Yalvarmanızı Ve duanızı işitecekleri kulakları var mı? Burada ibadet edenlerin ibadet edilenlerden üstün olduklarına ikaz ve üstün oldukları şeylere ibadet ettikleri için de azarlama vardır.

"De ki: Ortaklarınızı çağırın": Hasen: Peygamberi ilâhları ile korkuturlardı, demiştir. Allahü teâlâ da:

"De ki: ortaklarınızı çağırın” dedi.

"Sonra bana tuzak kurun": Yani siz ve onlar, demektir.

"Beni bekletmeyin": Bunu geciktirmeyin.

İbn Kesir, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisa, vasılda ve vakıfta yesiz "sümme kiduni” okurlardı.

Ebû Amr, Nâfi de İbn Hammad rivâyetinde vasılda ye ile okumuşlardır. Verş, Kalun ve Müseyyebi de vasılda yesiz okuduğunu, vakfetmediğini rivayet etmiştir.

"Tunziruni": Ya’kûb vasılda da vakıfta da ye ile okumuştur.

196

Şüphesiz benim velim; kitabı indiren Allah’tır. O, salihlere de velilik eder.

"Şüphesiz benim velim Allah’tır": Yani yardımcım Allah’tır.

"O ki, kitabı indirdi": Kitap Kur’ândır, Yani: Beni kitap indirmekle teyit ettiği gibi bana yardım da eder, demektir.

197

O’ndan başka taptıklarınız, size yardım edemezler, ne de kendilerine yardım ederler.

"O’ndan başka taptıklarınız": Yani putlar,

"size yardım edemezler": Yani size kötülük etmek isteyeni def edemezler ve kendilerine yapılmak istenen kötülüğü de savamazlar.

198

Eğer onları doğru yola çağırırsanız, duymazlar. Onların sana baktıklarını görürsün, hâlbuki onlar görmezler.

"Eğer onları doğru yola çağırırsanız duymazlar":

Onların kimler olduğunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar putlardır. Sonra:

"Sana baktıklarını görürsün” kavlinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Karşında durduklarını görürsün, demektir. Araplar: Dari tanzuru ilâ darike (evim evine bakar) derler.

"Onlar görmezler": Çünkü onlarda ruh yoktur.

İkincisi: Veterahum keennehüm yanzurune ileyke (onların sana bakar gibi olduklarını görürsün), çünkü onların yapma gözleri vardır; teşbih kâfi düşürülmüştür, meselâ şurada olduğu gibi:

"Ve terennase sükara” (Hac: 2), keennehüm sükâra, demektir.

"Vehiim layübsırun": Aslında görmezler, demektir. Neden onlara canlı gibi

"hüm” zamiri kullandı, çünkü onlar görünüşte insan gibidirler.

İkinci görüş: Onlar müşriklerdir,

Mana da şöyledir: Onların sana gözleriyle baktıklarını görürsün, kalpleriyle görmezler.

199

Sen affı tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.

"Affı tut": Kolayı al, demektir. Bunun şerhi de Bakara suresi, âyet: 219’da geçmiş bulunuyor.

Tutması emredilen af hususunda üç görüş vardır:

Birincisi: İnsanların ahlakıdır, bunu İbn Zübeyr, Hasen ve Mücâhid, demişlerdir. O zaman mana şöyle olur: İnsanların ahlakından kolay olanı al, derine dalma, sonra sana kin beslerler.

İkincisi: O maldır.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Malın affından maksat zekattır. Bunu Mücâhid, Dahhâk rivâyetinde demiştir.

İkincisi: O zekât farz kılınmadan önce alman sadakadır. Sonra zekatla neshedildi. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Ondan maksat, müşriklere tolerans göstermek ve onları affetmektir. Sonra bu da kılıç âyetiyle neshedilmiştir.

"Ve’mür bilurfi": İyiliği, akla yatkın olanı emret.

"Cahillerden yüz çevir": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar müşriklerdir, onlardan yüz çevirmesi emredilmiştir. Sonra bu da kılıç âyetiyle neshedilmiştir.

İkincisi: Bu cahillik eden herkes için geneldir; her ne kadar onları onaylamamak gerekirse de cahilliklerine karşılık vermeyerek nefsi korumakla emredilmiştir. Bu âyet, çoklarına göre muhkemdir. Bazılarına göre de ortası muhkem, iki ucu, açıkladığımız gibi mensuhtur.

200

Eğer seni şeytandan bir fit dürterse, Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyle işiten, her şeyi bilendir.

"Eğer seni şeytandan bir fit dürterse": İbn Zeyd şöyle demiştir:

"Affı tut” âyeti inince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

"Ya Rabbi, ya öfke?” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi.

"İmma” edatının açıklaması da :  

"Feimma ye’dyenneküm minni hüden” (Bakara: 38) âyetinde geçmiştir.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Kelâmın mecaz yönü şöyledir: Seni şeytandan bir rahatsızlık, öfke ve acelecilik tutarsa.

Süddi de şöyle demiştir: Âyette geçen nezğ: Vesvese ve kuruntu, demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Nezğ: En küçük bir harekettir. Kad nezağtuhu dersin ki: Hareket ettirdim manasınadır. İstiazenin manası da yukarıda geçmiştir.

201

Şüphesiz sakınan kimselere şeytandan bir fit / vesvese dokunursa, iyice düşünürler; hemen onlar (gerçeği) görürler.

"Ve iza messhüm taifün":

İbn Kesir, Ebû Ubeyde ve Kisâi, elifsiz olarak:

"Tayfun” okumuşlardır.

Nâfi, Âsım, İbn Âmir ve Hamze de, elif-i memdude ve hemze ile:

"Taifün” okumuşlardır.

İbn Abbâs, İbn Cübeyr, Cahderi ve Dahhâk, şeddeli ye ve elifsiz olarak:

"Tayyifün” okumuşlardır.

Taif ile tayyif aynı manaya mıdır yoksa farklı mıdırlar, bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar aynı manayadır, bunlar da hayal gibi, gözünün önünden geçen şeydir. Bu, Ferrâ’’dan hikaye edilmiştir.

Ahfeş de şöyle demiştir: Tayf, Arap dilinde taiften daha çoktur. Şair de şöyle demiştir:

Ey kavim, o uzaktaki, nazlı ve baygın bakışlı

Kadının hayali (tayfi) ne kadarda hoştu!

İkincisi: Taif, bir şeyin etrafında dolaşan ve tavaf edendir. Tayf ise: Kaçıklık, vesvese akıldan geçen hatıradır. Bu da Ebû Amr'dan aktarılmıştır.

İbn Abbâs’tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Taif: Şeytanın fitidir; tayf ise, öfkedir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Taif, tayften gelir, fail veznindedir. Tayf de dilcilere göre: Şeytanın dürtüsüdür.

Mücâhid de onun öfke olduğunu iddia etmiştir.

"İyi düşünürler":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Günahlara niyet ettikleri zaman Allah'ı iyice düşünür, onları terk ederler. Bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Allah'ın onlara açıkladığı delil ve kanıtları iyi düşünürler. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: Allah’ın gazabını iyi düşünürler,

Mana da şöyledir: Şeytan onları helâl olmayan şeye sürüklediği zaman Allah’ın gazabını düşünür, geri çekilir ve düşünmekle hata yerlerini hemen görürler.

202

Onların kardeşleri onları sapıklığa çekerler, sonra da bırakmazlar.

"Ve ihvanuhum” (onların kardeşleri):

Bu “hüm” (onlar) zamiri hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, müşriklere aittir, bu durumda bu âyet, öncekinden evvel olur, takdiri de şöyledir: Cahillerden ve cahillerin kardeşlerinden yüz çevir, onlar da şeytanlardır.

"Yemuddunehüm filğayyi": Nâfi, yenin zammesi ve mimin kesresiyle:

"Yümiddunehüm” okumuştur.

Diğerleri de, yenin fethi ve mimin kesri ile okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Genel olarak Kur’ân’da övülen ve beğenilen şey için, ef’altü vezninde: Emdettü denilmiştir; meselâ.

"Etümidduneni bimalin” (Neml: 36);

"Ennema nümidühüm bihi min malin” (Mü'minun: 55);

"Ve emdednahüm bifakihetin” (Tûr: 22) gibi. Bunun aksine olan da medettü vezninde gelmiştir, meselâ:

"Veyemüddühüm fi tuğyanihim” (Bakara: 15) gibi. Bu da burada yenin fethası ile okumanın daha uygun olduğunu gösterir. Ancak Nâfi kıraatinin gerekçesi de bunun  

"febeşşirhüm biazabin elim” (Tevbe: 34) türünden olmasıdır.

Müfessirler şöyle demişlerdir:

"Yemüddunehüm filğayyi": Yani onlara süslerler ve onlardan onu bırakmamalarını isterler, demektir. Bu durumda

Mana da şöyle olur: Allah'tan korkanları şeytan bir hataya sürüklediği zaman ondan Tevbe ederler. Cahillerin kardeşleri olan şeytanlar da onları sapıklığa çekerler. Bu da Âlimlerin çoğunun görüşüdür. Bazıları da hüm zamirinin şeytanlara râci olduğunu söylemişlerdir.

Çünkü

"şeytanlar” kelimesi daha önce geçmiştir.

Mana da şöyledir: Şeytanların kardeşleri onları sapıklığa çekerler.

İkincisi:

Hüm” zamiri sakınanlara râcîdir,

Mana da şöyledir: Sakınanların müşriklerden kardeşleri onları çekerler. Şöyle de denilmiştir: Şeytanlardan kardeşleri onları çekerler, yani: Müslümanların da kendileriyle beraber küfre girmelerini isterler. Bu da bir cemaatin görüşüdür ki, İbn Enbari de içlerindedir. Eğer: Nasıl

"kardeşleri” denildi, halbuki onların dinlerinden değiller?” denilerse, cevap şöyledir: Eğer biz: Onlar müşriklerdir, dersek, onların neseben kardeşleri olmaları câizdir, yahutta insan olmalarından dolayıdır veyahutta kardeşleri gibi onlara nasihat etmelerinden dolayıdır. Eğer: Onlar şeytanlardır, dersek, bu da câizdir, çünkü onlarla sohbet etmektedirler. Birinci görüş daha doğrudur.

"Sümme lâ yuksirun": Zührî ile İbn Ebi Able, şeddeli olarak: "Lâ yukassırun okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir: Aksara yuksıru ve kassara yukassıru, denir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Onlar yaptıkları kötülükleri bırakmazlar, şeytanlar da onları bırakmazlar. Buna göre yuksirun kavli her iki grubun fi’linden olur. Bu da meşhur görüşe göredir. İkinci görüşe göre ise bunun yalnız kardeşlerin sıfatı olması gerekir.

203

Onlara bir mucize getirmediğin zaman:

"Onu (sağdan soldan) derleseydin ya", derler. De ki: Ben ancak bana Rabbimden vahyedilene uyarım. Bu (Kur’ân), Rabbinizden deliller ve iman eden bir toplum için de bir hidayet ve bir rahmettir.

"Onlara bir mucize getirmediğin zaman":

 Kelâmın manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara bir mucize getirmediğin zaman, onu inadına isterler, bunu da İbn Saib, demiştir.

İkincisi: Onlara vahiy geciktiği için bir mucize getirmediği zaman. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Onu sen derleseydin ya":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu kendiliğinden uydursaydın ya, bunu da

İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Süddi, İbn Zeyd, Ferrâ’, Zeccâc, İbn Kuteybe ve diğerleri demişlerdir.

Ferrâ’’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Araplar kendi uydurduğun söz için: İctebeytül kelâme, vahtelaktuhu verteceltuhu, derler.

İkincisi: Senden istemeden önce onu bizim için arasaydın ya! Bunu da Maverdi zikretmiştir. Birincisi daha doğrudur.

"De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyedilene tabi olurum": Yani durum benim elimde değildir.

"Bu, Rabbinizden kanıtlardır (basiretlerdir)": Kur’ân’ı kastediyor.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Besair; deliller, delil ve açıklama manasınadır, tekili: Basirettir.

Zeccâc da: Besair, bir şeyin meydana çıkıp açıklanmasıdır, demiştir.

204

Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhemet olunasınız.  

"Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin":

İniş sebebi hakkında beş görüşle ihtilaf ettiler:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem farz namazda okudu, ashabı da arkasında yüksek sesleriyle okudular; işte âyet bunun üzerine indi. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Müşrikler Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem namaz kıldığı zaman gelir, birbirlerine: Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, gürültü çıkarın, derlerdi. İşte âyet bunun üzerine indi. Bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir.

Üçüncüsü: Ensardan bir genç, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir şey okuduğu zaman o da okurdu, bu âyet bunun üzerine indi. Bunu da Zührî, demiştir.

Dördüncüsü: Onlar namaz ilk farz kılındığı zamanlarda namazda konuşurlardı; adam gelir, arkadaşına: "Kaç rekat kıldınız?” derdi, o da: Şu kadar, diye cevap verirdi. İşte bu âyet onun üzerine indi. Bunu da Katâde, demiştir.

Beşincisi: O Cuma günü hutbede imamı dinleme hakkında indi. Bu da Hazret-i Âişe, Said b. Cübeyr, Atâ’, Mücâhid, Amr b. Dinar ve diğerleri tarafından rivayet edilmiştir.

205

Rabbini içinden yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan açık bir sesle sabah akşam zikret. Gafillerden olma.

"Rabbini içinden zikret":

Bu zikir hakkında dört görüş vardır:

Birincisi: O namazda okumadır, bunu İbn Abbâs, demiştir. Buna göre gizli okunan namazlarda içinden okuması emredilmiştir.

İkincisi: Bu imamın arkasında içinden sessizce okumadır, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: O Allah’ı dille zikretmektir.

Dördüncüsü: O, Allah’ı devamlı düşünerek zikretmektir, Allahü teâlâ’dan gafil olmamaktır. Bu iki görüşü Maverdi, demiştir.

Bu zikirle kimin muhatap olduğu hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, namazda olsun veya hatipten olsun Kur’ân’ı dinleyendir. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

İkincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap ise de manası bütün mükellefler için geneldir.

"Yalvararak ve korkarak (tazarruan ve hifeten)": Tazarru: Tevazu göstererek önüne bakmaktır. Hiyfe de: Azabından sakınmaktır..

"Dunel cehri minel kavi (açık olmayan bir sesle)":

Cehr: Bir şeyi ilan etmektir. Recülün cehirrüssavt de: Yüksek sesli adam, demektir. Bu, zikrin dille olması için nasstır. İki şıkka ihtimali vardır:

Birincisi: Kur’ân okumaktır.

İkincisi: Dua etmektir. İkisinde de gizli yapmak menduptur (adaba uygundur). Ancak açık okunan namazlardaki adap da:

"Namazında yüksek sesle okuma, onda sesini fazla da kısma” (İsra: 110) diyerek belirtilmiştir. Ğudüv, ğudve’nin çoğuludur, âsâl da usul’un çoğuludur. Usul da asîl’in çoğuludur. Âsâl ise, çoğulun çoğuludur. Âsâl da akşam üzeri demektir.

Ebû Ubeyde: O, ikindi- akşam arasıdır, demiştir ve şu beyti örnek getirmiştir:

Hayatıma yemin ederim ki, sen, halkına saygı gösterdiğim

Ve akşam üzerleri avlusunda oturduğum evin reisisin.

İbn Abbâs’tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ğuduv: Sabah namazıdır. Âsâl da ikindi namazıdır.

206

Rabbinin katındakiler O’na kulluktan kibirlenmezler, O’nu tesbih ederler ve O’na secde ederler.

"Rabbinin katındakiler": Yani melekler,

"kibirlenmezler": Büyüklenmez ve gururlanmazlar.

"O'na kulluktan":

Bu kullukta da iki görüş vardır:

Birincisi: O, taattir.

İkincisi: Namaz ve onda tevazu göstermektir.

"Tesbih ederler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O’nu kusurdan tenzih ederler.

İkincisi: Sübhanallah, derler.

"O’na secde ederler": Yani namaz kılarlar. Âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir, denilmiştir: Mekke kâfirleri:

"Emrettiğin şeye mi secde edeceğiz?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi; kendilerinden daha şanlı olan meleklerin bile Allah'a ibadetten büyüklenmediklerini haber verdi. Ebû Hureyre de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Âdem oğlu secde âyetini okur da secde ederse, şeytan ondan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: Eyvah bana, bu, secde ile emredildi, secde etti; ona cennet vardır; ben ise secde ile emredildim; isyan ettim, benim için de cehennem vardır. 10

10 - Müslim, İman, hadis no, 133; İmam Ahmed, Müsned, 2/440.

0 ﴿