11-HUD SÛRESİ

Mekke’de inmiştir. 123 ayettir.

İNİŞ SEBEBİ:

İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan onun tamamının Mekke’de indiğini rivayet etmiştir. Hasen, İkrime, Mücâhid, Cabir b. Zeyd ve

Katâde de böyle demişlerdir.

İbn Abbâs'tan: Onun Mekki olduğu, ancak

"Ekımissalate tarafeyinnehari” (Hûd: 114) âyetinin Medeni olduğu da rivayet edilmiştir. Katâde’den de aynısı rivayet edilmiştir.

Mukâtil de: O,  

"felealleke tarikün bada mayuha ileyke” (Hûd: 12),

"ulaike yü’minune bih” (Hûd: 17) ve

"innel hasenati yüzhibnes seyyiat” (Hûd: 114) âyetleri hariç, Mekki olduğunu söylemiştir.

Ebû Bekir radıyallahu anh’ten rivayet edilmiştir: Ya Resûlallah, saçların erken ağardı, dedim. O da şöyle dedi. Beni Hûd suresi ile benzerleri olan el - Hakka, Vakıa, Amme yetesaelun ve Hel etake hadisül ğaşiye sureleri kocalttı, dedi. 1

1 - Tirmizî, Tefsirü sûre 56, bab, 6.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Elif. Lâm. Ra. Bu, bir kitaptır ki, âyetleri hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından sağlamlaştırılmıştır.

"Elif. Lâm. Ra": Bunun tefsirini Hûd suresinde yapmış bulunuyoruz.

Ferrâ’ şöyle demiştir: "Kitabun": kendinden önceki hece ile merfu olmuştur, sanki: Huruful hecai hazel Kur’ân (alfabe harfleri bu Kur’ân’dır) demiş gibisin. İstersen onu gizli mübteda ile merfu edersin (hâza kitabu). Kitap ise: Kur’ân’dır.

"Âyetleri sağlamlaştırılmıştır":

Bunda dört görüş vardır:

Birincisi: O sağlamlaştırılmıştır; diğer kitaplar ve şeriatler gibi neshedilmemiştir. Bunu da İbn Abbâs, demiş,

İbn Kuteybe de tercih etmiştir.

İkincisi: Emir ve yasaklarla sağlamlaştırılmıştır, bunu da Hasen ile Ebû’l - Âliyye demişlerdir.

Üçüncüsü: Batıldan sağlamlaştırılmış, yani uzaklaştırılmıştır. Bunu da Katâde ile Mukâtil, demişlerdir.

Dördüncüsü: Sağlamlaştırılmış, toplanmıştır, demektir. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Eğer "Nasıl burada bütün âyetleri demiş de,

"ondan bazı âyetler muhkemdir” (Al-i İmran: 8) demiş?” denilirse, bunun iki cevabı vardır:

Burada genel olarak bildirilen sağlamlaştırma oradaki özel sağlamlaştırmadan başkadır.

Birincisi: Genel sağlamlaştırmanın manasında beş görüş vardır: Bunun dördünü

"âyetleri sağlamlaştırılmıştır” kavlinde zikretmiş bulunuyoruz.

Beşincisi de şudur: O, Kur’ân nazmının icazı, belagati ve içine harika hikmetleri almasıdır, özel sağlamlaştırmanın manası da: onda karışıklığın olmayıp âyeti dinleyenlerin aynı şeyi anlamasıdır.

İkincisi: Sağlamlaştırma her iki yerde de birdir,

"âyetleri sağlamlaştırılmıştır” kavlinden murat edilen şudur: Bazıları gayet açık olmak ve karışık olmamakla sağlamlaştırılmıştır. Böylece özele genel ifadesi kullanılmıştır. Nitekim Araplar şöyle derler: Kad ekeltü taame Zeyd’in (Zeyd’in yemeğini yedim), yani bir kısmını yediğini kastederler ve: Kutilna ve rabbil Ka’beti (Ka’be’nin Rabbine yemin ederim ki, öldürüldük) derler, bazımız öldürüldü demek isterler. Bunu da İbn Enbari demiştir.

"Sonra da açıklanmıştır":

Bunda altı görüş vardır:

Birincisi: Helâl ve haram ile açıklanmıştır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Mükafat ve azap ile açıklanmıştır, bunu da Cisr b. Ferkad, Hasen’den rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Vaat ve tehditle açıklanmıştır, bunu Ebû Bekir el - Hüzeli yine Hasen’den rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Açıklanmış, tefsir edilmiştir, manasınadır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Beşincisi: Parça parça indirilmiştir, toptan indirilmemiştir. Bunu da İbn Kuteybe zikretmiştir.

Altıncısı: Allah’ın birliği, peygamberliğin gerçek oluşu ve şeriatlerin mevcudiyeti için ihtiyaç duyulan bütün delillerle açıklanmıştır.

"Hikmet sahibi Allah tarafından": Yani katından demektir.

2

Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, diye. Şüphesiz ben O'ndan (gelen) bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.

"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, diye": Ferrâ’, mana: Âyetleri, Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, diye açıklanmıştır, demiştir.

"Ve enistağfiru":

"En” harfi cerin atılması ile mahallen mecrurdur.

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Size Allah’tan başkasına ibadet etmemenizi ve O’na istiğfar etmenizi emrediyorum.

Mukâtil de şöyle demiştir: Bu ibadetten maksat, Tevhidtir, hitap da Mekke kâfirlerinedir.

3

Rabbinizden bağışlanma dileyin, diye. Sonra da O'na Tevbe edin ki, sizi belli bir süreye kadar faydalandırsın ve her fazilet sahibine sevabını versin. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım.

4

Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O, her şeye kadirdir.

"Rabbinize istiğfar edip sonra da O’na Tevbe etmenizi":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Burada Tevbe ve istiğfar şirktendir, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Geçmiş günahlardan O’na istiğfar edin, sonra da gelecek günahlar ne zaman işlenirse ona da Tevbe edin. Ferrâ’’dan, onun: Burada "sümme = sonra” vav manasınadır, dediği rivayet edilmiştir.

"Sizi güzel bir fayda ile faydalandırsın":

İbn Abbâs: Size rızık ve bolluk lütfetsin, demiştir.

İbn Kuteybe de: Size ömür versin, demiştir. Aslında imta: Uzatmaktır: Emtaallahu bike, metteallahu bike, imtaan ve meatan denir ki: Allah sana uzun ömürler versin, demektir. Araplar uzun şeye: Mati, derler, Meselâ: Cebelün mati (yüksek dağ) gibi. Ve kad meteanneharü” da: Günler uzadı, demektir.

"Belli bir süre (ecel-i müsemma)":

Bundan murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, ölümdür, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen ile

Katâde de böyle demişlerdir.

İkincisi: O, kıyamet günüdür, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

"Her fazilet sahibine sevabını versin":

(Fadlehu) zamirinde iki görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’ya râcîdir.

Sonra Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Her iyilik ve hayır gibi fazilet sahibine sevabını versin, o da cennettir.

İkincisi: İyi amele hidayet etme gibi lütfunu versin.

İkincisi: O, kula râcîdir, o zaman da mana şöyle olur: İyiliğini ve itâatini artıran herkese artırdığı iyliğin sevabını versin de onu dünyada yüksek makam, ahirette de bol ecirle üstün kılsın.

"Eğer yüz çevirirseniz (ve in tevellev)": Yani emredildiğiniz şeylerden yan çizerseniz, demektir. Ebû Abdurrahman Sülemi, Ebû Miclez ve Ebû Recâ’, tenin zammesiyle: "Ve in tuvellu” okumuşlardır.

"Şüphesiz ben sizin için korkarım": Burada: "Kul = de” sözü gizlidir.

"Büyük bir gün": Bu da kıyamet günüdür.

5

Bilin ki, onlar ondan gizlenmek için göğüslerini kıvırırlar. Bilin ki, onlar elbiselerine bürünürlerken onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da bilir. Şüphesiz O, göğüslerin özünü pekiyi bilendir.

"Bilin ki, onlar göğüslerini kıvırırlar":

İniş sebebi üzerinde beş görüş vardır:

Birincisi: O, Ahneş b. Şerik hakkında inmiştir. O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile oturur, onu gerçekten sevdiğine dair yemin ederdi. Içindekinin tersini gösterirdi. Âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, açık arazide abdest bozmaktan ve kadınla cimâ etmekten utanan kimseler hakkında indi. Bunu da Muhammed b. Abbad, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, bir münafık hakkında inmiştir; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile karşılaştığı zaman onu görmemek için göğsünü ve sırtını döner, başını eğer ve yüzünü kapatırdı. Bunu da Abdullah b. Şeddad, demiştir.

Dördüncüsü: Müşriklerden birkaç kişi şöyle dediler:

"Kapılarımızı kapatır, perdelerimizi indirir, elbiselerimizi başımıza çeker ve göğüslerimizde Muhammed’in düşmanlığını saklarsak, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bizi nereden bilecek?” dediler. Allah da ona içlerinde gizledikleri şeyi haber verdi. Bunu da Zeccâc zikretmiştir.

Beşincisi: Bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e şiddetle düşmanlık eden bir topluluk hakkında indi. Ondan Kur’ân’ı işitikleri zaman sesini duymamak ve kulaklarına Kur’ân’dan bir şey girmemesi için göğüslerini kıvırır, başlarını eğer ve örtülerini üzerlerine çekerlerdi. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Yesnune sudurehum": Seneytüşşey’e denir ki, katlamak ve dürmektir.

Kelâmın manasında da beş görüş vardır:

Birincisi: Göğüslerinde Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e düşmanlık saklarlardı. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Göğüslerinde küfrü gizlerlerdi, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Allah’ın kitabını duymamak için göğüslerini kıvırırlar - dı, bunu da Katede, demiştir.

Dördüncüsü: Birbirlerine Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellemle ilgili bir şeyler fısıldarlardı. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Beşincisi: Allah’tan utandıklarından göğüslerini kıvırırlardı. Bu da İbn Abbâs’tan naklettiğimiz şeye göredir.

İbn Enbari şöyle demiştir: İbn Abbâs bunu

"ela innehüm testevni suduruhum” şeklinde okur ve şöyle tefsir ederdi: Bazıları açık arazide abdest bozmaktan ve kadınla cimâ etmekten utanırlardı. Testesni: Tef’av’ilü veznindedir, manası göğsünü aşırı derecede kıvırmaktır. Nitekim Araplar: İhlevleşşey’ü derler ki: Bir şey çok tatlı olmaktır. Antere de şöyle demiştir:

Allah eski yurt kalıntılarını kahretsin,

Geçen yılları anmanı da kahretsin.

Arzulayıp da eline geçmeyen

Ve çok tatlanan şeyi de kahretsin.

Buna göre bu, mü’minler hakkındadır. Diğer görüşlere göre ise münafıklar hakkındadır. Bu görüşlerden

"göğüslerini katlarlar” kavlinin manasında iki görüş ortaya çıkmıştır:

Birincisi: O gerçek göğüslerdir.

İkincisi: Göğüslerdekini gizlemektir.

"Liyestahfu minhü":

"Minhü"nün hesi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O Allahü teâlâ’ya râcîdir.

İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir.

"Ela yestağşune siyabehüm":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Araplar

"ela” edatını tekit ve ikaz için getirirler.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

"Yestağşune siyabehüm": Elbiseye bürünmek ve içinde gizlenmektir.

Katâde de şöyle demiştir: Âdemoğlunun en gizli hali belini eğip de elbisesine bürünüp düşüncesini içinde sakladığı pozisyondur.

İbn Enbari şöyle demiştir: Allah ona onların açıkladıklarını bildiği gibi gizlediklerini de bildiğini de bildirmiştir.

"Şüphesiz O, göğüslerin özünü pekiyi bilendir": Bunu da Al-i İmran: 119’da şerh etmiş bulunuyoruz.

6

Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’ın üzerine olmasın. Allah onun duracak yerini de emanet edilecek yerini de bilir. (Bunların) hepsi apaçık bir kitaptadır.

"Vema min dabbetin filardı":

Ebû Ubeyde:

"Min” zait harflerdendir, mana da: Vema dabbetün şeklindedir, demiştir. Dabbe: Hareket eden her canlıdır.

"Ancak Allah’ın üzerinedir": Uleman: Bu, O’nun için bir lütuftur, mecburiyet değildir, demişlerdir. Burada

“alâ” da "min” manasınadır. Biz müstekar ve müstevda kelimelerinin manasını da En’am: 67’de zikretmiş bulunuyoruz.

"Hepsi bir kitaptadır": Yani Allah’ın yanında Levh-i Mahfuz’dadır. Bu da müfessirlerin görüşüdür. Zeccâc da, mana: Aziz ve celil olan Allah’ın ilminde tespit edilmiştir, demiştir.

7

O (Allah) ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arş’i su üzerinde idi. (Bunu da) hanginizin ameli daha güzeldir sizi denemek için yaptı. Yemin olsun ki, eğer onlara, "şüphesiz siz ölümden sonra diriltileceksiniz” desen, "kâfirler mutlaka:

"Bu ancak apaçık bir sihirdir” derler.

"O’nun Arş’i su üzerinde idi": İbn Abbâs. Arş tahttır, demiştir. Arş suyun üzerinde iken su da havanın üzerinde idi.

Katâde de: Bu, göklerle yer yaratılmadan önce idi, demiştir.

"Sizi denemek için": Yani karşılık vereceği şekilde denemek için; o zaman göklerin ve yerin âyetlerinden ibret alana sevap verir, inat edenlere de azap eder.

"Hanginiz amelce daha güzeldir":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Hanginiz akılca daha güzel, aziz ve celil olan Allah’ın haramlarından daha çok çekinen ve Allah’ın taatine daha hızlı koşandır. Bunu İbn Ömer, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.

İkincisi: Hanginiz Allah’ın taatini daha çok yapandır, bunu da İbn Abbâs demiştir.

Üçüncüsü: Hanginiz akılca daha tamdır, bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Hanginiz dünyaya daha az kıymet verendir. Bunu da Hasen ile Süfyan, demiştir.

"Bu ancak apaçık bir sihirdir":

Zeccâc: Sihir onlara göre bâtıll şeydir, sanki: Şüphesiz bu, apaçık bâtıll bir şeydir, demişlerdir. Böylece Allahü teâlâ onlara gökleri ve yeri yaratmanın ölüleri diriltmeye de delalet ettiğini bildirmiştir.

8

Yemin olsun, eğer azabı onlardan sayılı bir süreye kadar geciktirsek mutlaka,

"onu ne tutuyor?” diyecekler. Bilin ki, onlara geldiği zaman onlardan çevrilmiş değildir ve o alay ettikleri şey onları kuşatmıştır.

"Yemin olsun, eğer azabı onlardan geciktirsek":

Müfessirler: Bunlar Mekke kâfirleridir, demişlerdir. Belli süreden maksat da belli eceldir,

Mana da şöyledir: Onlar bir ümmet gelip ondan önceki ümmetin geçmesine kadar bekletilirler, demektir.

"Onu ne tutuyor diyecekler": Bunu da sırf yalanlamak ve alay etmek için dedeler.

"Bilin ki, onlara geldiği gün onlardan çevrilmiş değildir": Bazıları şöyle demişlerdir: Azap onlara geldiği zaman geri çevrilmez. Diğerleri de şöyle demişlerdir: Onlara Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in kılıcı çekildiği zaman küfür ehli bitinceye ve tevhid kelâmı yükselinceye kadar kınına sokulmayacaktır.

"Onları kuşattı":

Ebû Ubeyde: Onlara indi ve başlarına geldi, demiştir.

"Alay ettikleri şeyde” de: iki görüş vardır:

Birincisi: O, Peygamber ile kitaptır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. O zaman mana şöyle olur: Alaylarının cezası onları kuşatmıştır.

İkincisi: O azaptır,

"onu ne tutuyor” diyerek onunla alay ederlerdi. Bu da Mukâtil’in görüşüdür.

9

Yemin olsun, eğer insana bizden bir rahmet tattırsak, sonra da ondan çekip alsak, şüphesiz o, elbette umudunu kesendir, çok nankördür.

"Yemin olsun, eğer insana bizden bir rahmet tattırsak": Kimin hakkında indiğinde üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Velid b. Muğire hakkında inmiştir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O Abdullah b. Ebi Ümeyye el - Mahzumi hakkında inmiştir.

Üçüncüsü: İnsan burada cins ismidir, mana da: İnsana (herkese) tattırsak, demektir. Bunu da Zeccâc, demiştir. Rahmetten maksat da afiyet, mal ve evlat gibi nimettir. Yeus: Umut kesendir.

Ebû Ubeyde: O, yeistü kökünden feul veznindedir, demiştir.

Mukâtil de: O, darlıkta hayırdan umudunu kesen, bollukta da O’nun nimetini inkâr edendir, demiştir.

10

Yemin olsun ki, eğer ona kendisine dokunan sıkıntıdan sonra nimet tattırsak, mutlaka: "Kötülükler benden gitti” der. Şüphesiz o, şımarıktır, böbürlenendir.

"Yemin olsun ki, ona nimet tattırsak":

İbn Abbâs: Sağlık ve bol rızık demiştir.

"Kendisine dokunan sıkıntıdan sonra": Hastalık ve fakirlikten sonra.

"Mutlaka kötülük benden gitti, der": Kötülük demekle sıkıntı ve hastalığı kastetmiştir. "Şüphesiz o şımarıktır": Kibirli ve mağrurdur.

"Böbürlenendir":

İbn Abbâs: Ona verdiğim bol rızıkla evliyalarıma karşı övünür, demiştir.

Eğer:

"İnsanın

"kötülük benden gitti” demekle suçlanmasının ve sevinmekle de kınanmasının mantığı nedir? Hâlbuki Allahü teâlâ şehitler için:

"Sevinirler?” demiştir, denilirse.

Buna İbn Enbari cevap vermiş ve şöyle demiştir.

"Benden kötülük gitti” demesi, Allah’ın nimetini itiraf etmeyip, savulan beladan dolayı O’na şükretmemesinden dolayıdır. Onu sevinmekle kınaması da, sevinmenin şımarıklığa ve Allah'ın ibadetinden büyüksünmeye götürmesindendir. Şair şöyle demiştir:

Terslikler bana namusumu unutturmaz,

Neşe anında da üstümü başımı çıkarmam.

Yani şımarıklıktan böyle yapmam, demektir. Şehitlerin sevinmesinde ise ne kibir ne de kendini beğenme yoktur. Bilakis o, şükürle birleştiği için güzel görülmüştür.

11

Ancak sabreden ve iyi şeyler yapanlar bundan müstesnadır ki, işte onlara bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.

"Ancak sabredenler müstesnadır":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu istisna insandandır, sabredenler insan manasınadır, meselâ:

"Şüphesiz insan ziyandadır, ancak iman edenler müstesnadır” (Asr: 2,3) âyetlerinde olduğu gibi.

Zeccâc da: Bu istisna, birinciden değildir, Mana da şöyledir, demiştir: Ancak sabreden öyle değil.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Birinci sıfat kâfirlerindir, sabredenler ise Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabıdır.

12

Belki de sen, onların:

"Ona bir hazine indirilmeli değil miydi? Yahut onunla beraber bir melek gelmeli değil miydi?” demelerinden, sana vahyedilenlerin bazılarını terk edeceksin ve buna göğsün daralacaktır. Sen ancak bir uyarıcısın. Allah her şeye vekildir.

"Belki de sen, sana vahyedilenlerin bazısını terk edeceksin":

İniş sebebi şudur: Mekke kâfirleri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e:

"Bundan başka bir Kur’ân getir yahut onu değiştir” (Yûnus: 15) dediler; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Müslüman olurlar ümidiyle onlara ilâhlarının ayıplarını duyurmamak istedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Mukâtil, demiştir.

Âyetin manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Belki de sen ilâhların durumuyla ilgili olarak sana vahyedilenlerin bir kısmından vaz geçmek istiyorsun ve:

"Ona bir hazine indirilmeli değil mi?” demeleri korkusuyla da yüklendiğin şeye göğsün daralıyor.

İkincisi: Belki de sen aklını karıştırmalarından dolayı onların seni Rabbinin emri olan bazı vahiylerden uzaklaştıracaklarını sanıyorsun. Âyette geçen daik: Dar manasınadır.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Demelerinden sözünün,

"demelerini istemediğinden” manasına olduğunu söylemiştir. Senin görevin onları sana indirilen vahiyle uyarmaktır, yoksa onların teklif ettikleri mucizeleri getirmek değildir.

"Allah her şeye vekildir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah her şeyin muhafızıdır.

İkincisi: Her şeye şahittir. Biz de bunu Al- i İmran: 173’te zikretmiş bulunuyoruz.

13

Yoksa:

"Onu (Kur’ân’ı) kendisi mi uydurdu?” diyorlar. De ki: Siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin ve eğer doğru söylüyorsanız Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın.

"Em yekulunefterahu":

"Em” edatı, "bel = hayır” manasınadır.

"İfterahu” da: Kendi uydurdu, demektir.

"De ki: Getirin onun gibi on sûre": Bana cevap için belagatli on sûre, "uydurulmuş": Sizin iddianıza göre.

"Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın": Benzerini getirmede yardımcı olmak üzere.

"Eğer doğru iseniz":

"Onu kendi uydurdu” sözünüzde.

14

Eğer sana cevap vermezlerse, bilin ki, o, ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir ve O'ndan başka İlâh yoktur. Artık sizler Müslümanlarsınız, değil mi?

"Eğer size cevap vermezlerse": Benzerini getirmede, o zaman delil karşısında mağlup olmuşlar, demektir.

Eğer: "Nasıl: De ki: getirin” sözünde tekil kullandı da,

"eğer size cevap vermezlerse” sözünde çoğul kullandı?” denilerse, buna iki cevap verilir:

Birincisi: İki yerde de hitap Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’edir. Bu durumda

"size” hitabı saygı ve ululama için olmuş olur. Çünkü teke çoğul lâfzı ile hitap etmek onu ululamaktır. Bu da müfessirlerin görüşüdür.

İkincisi: O, birincide Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap olduğu için tekil yapmış, İkincide de Peygamber sallallahu aleylıi ve sellem ile ashabına hitap olduğu için çoğul yapmıştır. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

"Bilin ki, ancak Allah'ın izni ile indirilmiştir":

Bunda da iki görüş vardır:

Onu, indirdiğini bilerek ve onun kendisi tarafından hak olduğunu bilerek indirmiştir.

İkincisi: Onu içindeki gaybi haber vererek, bu da olmuş ve olacak şeye delalet ederek indirmiştir. Bu ikisini Zeccâc zikretmiştir.

"O'ndan başka ilâh yoktur": Yani bunu bilin, demektir.

"Artık sizler Müslümanlarsınız, değil mi?": Bu istifham da emir manasınadır.

Bununla kimlere hitap edildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Mekke halkıdır. Müslüman olmalarının manası da Allah’a ihlasla ibadet etmeleridir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabıdır. Bunu da Mücâhid, demiştir.

15

Kim dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsa, onlara amellerini tam olarak veririz. Onların orada hakları kısılmaz.

"Kim dünya hayatını ve süsünü istiyorsa": Kimler hakkında indiğinde dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O bütün insanlar hakkında geneldir, bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: O, ehl-i kıble (Müslümanlar) hakkındadır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

Üçüncüsü: O, Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır, bunu da Enes, demiştir.

Dördüncüsü: O, gösteriş için ibadet edenler hakkındadır, bunu da Mücâhid, demiştir. Atâ’ da İbn Abbâs’tan: Kim peşin dünyayı ister ve öldükten sonra dirilmeye ve amelin karşılığına inanmazsa dediğini rivayet etmiştir. Başkası da: O, ancak kâfir hakkındadır, çünkü mü’min dünyayı da ahireti de ister, demiştir.

"Onlara amellerini tam olarak veririz": Yani amellerinin karşılığım, demektir.

"Orada":

Said b. Cübeyr: Yaptıkları iyiliğin karşılığı dünyada verilir, demiştir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Kim sadaka ve sıla-i rahim gibi bir amel eder de Allah’ın rızasını kastetmezse, Allah onun sevabını dünyada verir ve dünyada onu belalardan korur.

"Onların orada":

İbn Abbâs: Yani dünyada, demiştir.

"Hakları kısılmaz": Dünyada amellerinden hiçbir şey eksiltilmez.

16

İşte onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Yaptıkları orada boşa gitmiştir ve yaptıkları hükümsüzdür.

"İşte onlar": Yani Allah’tan başkası için amel edenler,

"onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur ve yaptıkları boşa gitmiştir": Yani dünyada yaptıkları iyilikler. Allah’tan başkası için

"yaptıkları da boşa gitmiştir".

İçlerinde Mukâtil'in de bulunduğu bir grup müfessir: Bu ayete göre, kim ameliyle dünyayı isterse ona amelinin sevabı olan rızık ve hayır orada verilir. Ancak bu âyet:

"Dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen veririz” (İsra: 18) kavli ile neshedilmiştir, demişlerdir. Bu doğru değildir; çünkü ancak O’nun dilediğine eksiksiz verilir (her dünyalık isteyene değil. Mütercim).

17

(Hiç bu); Rabbinden bir delil üzerinde bulunan, onu O’ndan bir şahit takip eden ve ondan önce de Mûsa’nın kitabı önder ve rahmet olarak (kendisini haber veren) kimse gibi midir? İşte onlar ona iman ederler. Hiziplerden kim onu inkâr ederse, ona va’dedilen yer ateştir, öyleyse ondan şüphe içinde olma. Çünkü o, Rabbinden (gelen) haktır. Ancak insanların çoğu iman etmezler.

"(Hiç bu); Rabbinden bir delil (beyyine) üzerinde olan gibi midir?":

Beyyineden ne murat edildiği hususunda dört görüş vardır:

Birincisi: O dindir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: O Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’dir, bunu da Dahhâk, demiştir.

Üçüncüsü: Kur’ân’dır, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Dördüncüsü: Beyan (açıklama) dır. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Men” (kim) ile işaret edilen hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’dir, bunu da İbn Abbâs ile cumhûr, demiştir.

İkincisi: Onlar Müslümanlardır. Bu da Dahhâk’ın görüşünün sonucudur.

"Yetluhu":

Bunun üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onu takip eder (ona uyar) demektir.

İkincisi: Onu okur, demektir.

"Yetluhu"daki “He” zamiri konusunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir.

İkincisi: Kur’ân’a râcîdir.

"Onun gibi uydurulmuş on sûre getirin” (Hûd: 13) âyetinde de konusu geçmiştir.

Şahitten ne kastedildiği hususunda da sekiz görüş vardır:

Birincisi: O Cebrâil'dir. Bunu da İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücâhid, İkrime, İbrahim ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in Kur’ân okuyan dilidir. Bunu da Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh ile Hasen, Katâde ve diğerleri demişlerdir.

Üçüncüsü: O, Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh’tir,

"yetluhu” da ona tabi olur manasınadır. Bunu da bir topluluk Ali b. Ebû Talib’ten rivayet etmiş; Muhammed b. Ali ile Zeyd b. Ali de böyle demişlerdir.

Dördüncüsü: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’dir; o, Allahü teâlâ’dan şahittir. Bunu da Hasen b. Ali radıyallahu anh, demiştir.

Beşincisi: O, onu muhafaza eden ve onu doğru yola sevk eden melektir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Altıncısı: O, Kur’ân’ı tasdik ederek okuyan İncil'dir; her ne kadar Kur’ân’dan önce inmişse de böyledir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i Tevrat müjdelemiştir. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

Yedincisi: O; Kur’ândır, onun nazım ve i’cazı (mucizeliği)dir. Bunu da Hüseyn b. Fadl, demiştir.

Sekizincisi: O; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in şekli (eşkâli), yüzü ve özellikleridir. Çünkü her akıllı kimse ona baktığı zaman onun, Allah’ın Peygamberi olduğunu anlar.

"Minhu"daki “He” zamirinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’ya râcîdir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir.

Üçüncüsü: Beyyineye (delile) râcîdir.

"Ve min kablihi (ondan önce)”

Bu “He” zamirinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e râcîdir, bunu Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Kur’ân’a râcîdir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: İncil’e râcîdir. Yani İncil’den önce

"Mûsa’nın kitabı” tasdik ederek Muhammed’e tabi olur. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir,

Mana da şöyledir: Bundan önce de Mûsa’nın kitabı, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in durumunu açıklayan bir delil olur. Bu durumda

"kitabu Mûsa” kavli,

"ve yetluhu şahidün minhu” kavli üzerine ma’tûf olur, yani onu Mûsa’nın kitabı okur (izah eder) demek olur. Çünkü Mûsa ile İsa, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i Tevrat ve İncil’de müjdelemişlerdir,

"imamen” de hal olarak mensubtur.

Eğer:

"Onu Tevrat nasıl okur ki, o, ondan öncedir?” denilirse, şöyle cevap verilir: Onu müjdeleyince sanki onu okumuş gibi okur. Çünkü tasdik ederek ona tabi olmuştur.

İbn Enbari şöyle demiştir:

"Kitabı Mûsa” mana itibarı ile mef’uldur, çünkü (lienne Cibrîle telahu alâ Mûsa, demektir (Cebrâil onu Mûsa’ya okumuştur). Kitap merfudur, aslında o arkasında gizli bir şeyin mef'uludur, tevili (açılımı) da şöyledir: Ve min kablihi kitabu Mûsa, yani telahu Cibrîlü eydan. Nitekim Araplar: Ekremtü ahake ve ebuke, der ve eb kelimesini merfu okurlar; yeni cümle kurmuş gibi vehüve mükremün demek isterler.

Mana da: Ona da ikram edilmiştir, demektir. Bazıları da, kitabu Mûsa’nın fail olduğuna kail olmuşlardır; çünkü o da İncil’in okuduğu gibi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i tasdik ederek okumuştur.

Âyetin özeti şöyledir: Rabbinden bir delil üzerinde olan, böyle olmayan gibi midir?

Zeccâc şöyle demiştir: Zıddı (yani böyle olmayan) zikredilmemiştir; çünkü arkasında ona delil vardır, o da:

"Meselül fekirayni kela’ma velasammi” (Hûd: 24) kavlidir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Âyetten önce, dünyaya meyleden bir kavim zikredilince, bu âyet geldi, Kelâmın takdiri de şöyledir. Hali böyle olan kimse, dünyayı isteyen kimse gibi midir? Cevaptan yukarıda geçen ile yetinildi. Çünkü onda bunu gösteren delil vardır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Hazfedilmesi, mananın açık olmasındandır. Kur’ân’da ve şiirde hazfedilip de takdir edilen çok şey vardır, meselâ şair şöyle demiştir:

Yemin ederim ki, eğer bize O'nun elçisi olarak senden başkası gelseydi,

Fakat seni asla reddetmeyiz

(onu reddederdik demek istiyor ve bu kısmı atmıştır. Mütercim).

Eğer: Rabbinden bir delil üzerinde olandan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem murat edilirse, âyetin manası şöyle olur: Bu Peygamber'e bir şahit tabi olur o da Cebrâil aleyhisselam’dır.

"Minhu": Yani Allah’tan demek olur.

"Şahid"in Ali b. Ebû Talib olduğu da denilmiştir.

"Minhu” (ondan): Yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den, demek olur.

"Yetluhu” onu, yani Kur’ân’ı Cebrâil okur, diyenler olmuştur ki, o Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah katından geldiğine şahittir. Şöyle de denilmiştir: Kur’ân’ı Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem okur ve o, Allah’tan gelen bir şahittir. Kur’ân'ı Peygamber’in dili okur; öyleyse onun dili O’ndan bir şahittir. Bir şahit Muhammed’i tasdik ederek ona tabi olur da denilmiştir ki, o da Allahü teâlâ tarafından gönderilen Cebrâil’dir. Peygamber’e kendi nefsinden bir şahit de tabi olur denilmiştir ki, o da onun hâli ve doğruluğuna delalet eden tavır ve hareketidir. Eğer: Rabbinden bir delil üzerine olanlar Müslümanlardır, dersek, mana şöyle olur: Onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olurlar, o da delil (rehberidir. Bu Peygamber’e de onu tasdik eden bir şahit tabi olur.

"Önder ve rahmet olarak": Ona önder denilmesi, doğru yolun onunla bulunmasındandır. Rahmettir, yani rahmet sahibidir, demektir. Bundan da Tevrat’ı murat etmiştir, çünkü o, ona iman eden için rehber idi ve rahmete sebep idi.

"İşte onlar":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Mûsa’nın ashabına işarettir.

İkincisi: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına işarettir.

Üçüncüsü: Mûsa, İsa ve Muhammed ümmetlerinden hakka tabi olanlara işarettir.

"Bihi"deki he üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Tevrat'a râcîdir.

İkincisi: Kur’ân’a râcîdir.

Üçüncüsü: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir.

"Hiziplerden": Kimlerin murat edildiğine dair dört görüş vardır:

Birincisi: Bütün milletlerdir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

İkincisi: Yahudi ve Hıristiyanlardır, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Kureyş’tir, bunu da Süddi, demiştir.

Dördüncüsü: Ümeyye oğulları, Muğire b. Abdullah el - Mahzumi oğulları ve Ebû Talha b. Abdüluzza ailesidir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Ona va’dedilen yer cehennemdir": Yani onun varacağı yer cehennemdir, demektir. Hassan b. Sabit şöyle demiştir:

Onları kuşluk vakti ölüm havuzlarına sürdünüz,

Onların varacağı yer cehenemdir, ölüm de onlara yetişecektir.

"Fela tekü fi miryetin minh": Hasen ile Katâde, Kur’ân’ın her yerinde mimin zammesi ile

"müryetin” okumuşlardır.

Kinaye (bu zamiri) ile ne kastdedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, kâfirin sonunu haber vermektir,

Mana da şöyledir: Ona inanmayanların sonunun ateş olacağında şüphe etme. Bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür.

O, Kur’ândır,

Mana da şöyledir: Kur’ân'ın Allah tarafından olduğunda şüphe etme. Bunu da Mukâtil, demiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Burada insanlardan maksat: Mekke halkıdır.

18

Allah’a yalan uydurandan daha zalim kimdir? İşte onlar Rablerine sunulurlar. Şahitler:

"İşte Rablerine yalan söyleyenler bunlardır” derler. Bilin ki, Allah’ın laneti zâlimlerin üzerinedir.

"İşte onlar Rablerine sunulurlar": Başkaları da sunulacak olmakla beraber yalnız onlardan bahsedilmesi, onlardan behemehal intikam alınacağını tekit etmek içindir.

"Şahitler” gelince:

Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar peygamberlerdir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Meleklerdir, bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Bütün mahşer halkıdır, yine bunu da Katâde, demiştir.

Mukâtil de: "Şahitler": İnsanlardır, demiştir. Nitekim: "Şahitlerin önünde” denir ki: İnsanların önünde, demektir.

Dördüncüsü: Melekler, peygamberler ve ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, insanlara şahitlik ederler, organlar âdemoğluna şahitlik eder. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Beşincisi: Peygamberlerle mü’minlerdir, bunu da Zeccâc, demiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Şahitlerin Allahü teâlâ’nın bildiği bir şeyi haber vermelerinin faydası: Şahitlik edilen konunun önemim ve inkârı mümkün olmadığını göstermektir.

19

Onlar ki, insanları Allah’ın yolundan çevirirler ve ona bir eğrilik ararlar. Onlar ahireti de inkâr ederler.

"Onlar ki, insanları Allah’ın yolundan çevirirler": Bunun tefsiri yukarıda geçmiştir (A’raf: 45).

"Vehüm bİlâhireti hüm kafinin": Hüm zamirinin iki defa tekrar edilmesi, küfür hallerini vurgulamak içindir.

20

İşte onlar yeryüzünde (bizi) aciz bırakamazlar ve onlar için Allah'tan başka dostlar yoktur. Onların azapları katlanır. Çünkü onlar (hakkı) dinleyemiyor ve (onu) göremiyorlar.

21

İşte onlar kendilerini ziyan ettiler ve uydurdukları şeyler de onlardan kaybolup gitti.

"işte onlar yeryüzünde bizi aciz bırakamazlar":

İbn Abbâs: Yere emredip de onları yutmasını emretmemi önleyemezler, demiştir.

"Onlar için Allah’tan başka dostlar yoktur": Yani onların taptıklan arasında benim azabımı önleyecek dostu yoktur, demektir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Araplarda: Benden kaçacak ne bir dağın ne de bir deliğin yoktur, sözü yaygın olduğu için Allahü teâlâ onlara bu kabilden şunu bildir ki, onlar O’ndan kaçıp kurtulamazlar, bütün yeryüzünü dolaşsalar onun azabına engel olacak bir şey bulamazlar.

"Dostlardan” kavlinde gizli söz vardır, özeti şöyledir: Onları Allah’ın azabından kurtaracak dostlar yoktur. Bu kısım, belli olduğu için atılmıştır.

"Onların azabı katlanır": Yani insanları Allah’ın yolundan çeviren başkanların azabı katlanır. Bu da onları saptırmalarından ve başkalarının onlara uymalarındandır.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Yeryüzünde bizi aciz bırakamazlar": Yani dünyada demektir. Ve onları Allah’ın intikamından alıkoyacak dostları yoktur. Sonra yeni söze başlayıp:

"Onlar için azap katlanır", dedi. Bu da O’nun Peygamberini, ölümden sonra dirilip mahşerde toplanma gibi büyük olayları inkâr etmelerinden dolayıdır.

"Onlar hakkı dinleyemiyorlardı":

Bundan kimlerin kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar kâfirlerdir.

Sonra bunun manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar hayrı dinlemeye, hakkı görmeye ve Allah’a itâat etmeye güç yetiremediler. Çünkü Allahü teâlâ onlarla bunun arasına girdi. Bu da İbn Abbâs ile Mukâtil’in görüşlerinden çıkarılmıştır.

İkincisi:

Mana şöyledir: Dinleyebilecekleri halde dinlemedikleri ve Allah’ın delillerini görüp ibret alabilecekleri halde almamaları sebebiyle onlara azap katlandı,

"makânu": Bima kânu demektir. Be hazfedilmiştir, nitekim Araplar: Leecziyenneke ma amilte ve bima amilte (çalışmanın karşılığını mutlaka vereceğim), derler. Bunu da Ferrâ’ zikretmiştir. İbn Enbari de delil olarak şu beyti getirmiştir:

Biz çiğ eti pahalıya alır,

Tencelerde pişirdikten sonra misafire bolca ikram ederiz.

Beytte geçen, nuğalillahme, nuğali billahmi, demektir.

Üçüncüsü: Onlar şiddetle küfürlerinden ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e aşırı düşmanlıklarından dolayı onun dediklerini anlamayamadılar. Bunu da Zeccâc demiştir.

İkincisi: Onlar putlardır,

Mana da şöyledir: İlâhlarının ne kulakları ne de gözleri vardır, bunun için dinleyemediler ve göremediler. Buna göre

"makânu” sözü onların dostlarına râci olur ki, onlar da putlardır. Yine bu mana da İbn Abbâs’tan nakledilmiştir.

22

Şüphe yok ki, onlar ahirette en çok ziyan edenlerin ta kendileridir.

"Lacereme":

İbn Abbâs: Gerçekten onlar ziyan edenlerdir, demiştir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: "Lacereme” aslında labüdde ve lamehalete (şüphe yoktur) demektir. Böyle devam etti, sonra çok kullanılınca, "gerçekten” manasına geldi. Baksanıza, Araplar, Lacereme leatiyenneke (şüphe yok sana geleceğim), lacereme lekad ahsente (gerçekten iyi ettin) derler ki, aslı ceremtü’den gelir ki, günah işledim, demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir:

"Lacereme": Faydalı olduğunu zannederi şeyi bertaraf etmektedir, sanki

Mana şöyledir: Layenfaahüm zalike cereme ennehüm fİlâhireti hümül ahserun: Yani bu fiil onları ahirette hüsrana götürdü demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: "Lâ” kâfirlerin ahirette şerden kurtulacaklarını zannettikleri şeyi rettir,

Mana da şöyledir: Azabım onlardan def olmaz, onlara olan gazabımı çevirecek bir dost da bulamazlar.

Sonra "cereme” ile yeni bir söze başladı, bunda iki görüş vardır:

Birincisi: O, şu manayadır: Kesebe küfrühüm vema kadderu minel batili vukual azabi bihim (küfürleri ve takdir ettikleri bâtıll onlara azaba düşmeyi kazandırdı); cereme fiili mazidir, manası da kesebe (kazandırdı)dır. Faili ise tahtinde müstetir küfür ve bâtılldır.

İkincisi: Cereme’nin manası: Gerçekleştirdi ve doğruladı demektir. O fiil mazidir, faili de altında gizlidir.

Mana da şöyledir: Ehakka küfrühüm vukual azabi velhüsrani bihim (küfürleri onlara azap ve hüsran kazandırdı). Şair de şöyle demiştir:

Ebû Uyeyne’ye öyle bir darbe indirdi ki,

Sonunda Fezare kabilesinin kızmasını temin etti (ceremet).

O vuruş Fezare’yi öfkelendirdi demek istemiştir. Araplardan kimileri "cereme” lâfzını özellikle "lâ” ile birlikte kullandığı zaman bozarlar; bazıları: "Lâ cürm” derler. Başkaları: mimi atarak "Lacer” derler. "Lâ za cerem", mimsiz şekilde "lâ za cer", "vela in za cerem", "vela an za cerem” diyenler de vardır ki, hepsi aynı manayadır, gerçekten, demektir.

23

Şüphesiz onlar ki, iman ettiler, iyi şeyler yaptılar ve Rablerine boyun eğdiler, işte onlar cennet yaranıdırlar. Onlar orada ebedi kalıcılar.

"Ve ahbetu ilâ rabbihim":

Bunda da yedi görüş vardır:

Birincisi: Rablerinden korktular, bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Rablerine döndüler, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Rablerine Tevbe ettiler, bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Rablerinde huzur buldular, bunu da Ferrâ’, demiştir.

Yedincisi: Rablerine tevazu gösterdiler, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

Eğer: "Ve ahbetu ilâ rabbihim” deyiminde neden

"İla” lâm’a tercih edildi? Hâlbuki adet icabı ahbetu lirabbihim denilmeli idi?” denilirse.

Cevap şöyledir: Mana: Korkularını, huşularını ve ihdaslarını Rablerine yönelttiler ve Rablerinde huzur buldular, demektir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Araplar bazen

"ilâ” yerine lâm kullanırlar, meselâ:

"Bienne rabbeke evlah leha” (Zelzele: 5);

"ellezihedanalihaza” (A’raf: 43) âyetlerinde olduğu gibi. Arapçada: Fülanün yuhbitü ilallah deyip de, yef’alü zalike muveccihehu ilallah (bunu Allah’a yönelerek yapıyor) manasına almak câizdir. Bazı müfessirler de şöyle demişlerdir: Bu âyet Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı hakkında, önceki de müşrikler hakkında nazü olmuştur. Sonra iki grup için bir misal getirip:

24

O iki grubun hali kör ve sağırla gören ve işitenin hali gibidir. Bunların hali bir olur mu? Öğüt almıyor musunuz?

"İki grubun hali körle sağır gibidir” dedi.

Mücâhid şöyle demiştir: İki grup: Mü’minle kâfirdir. Kör ile sağır kâfirdir, görenle işiten de mü’mindir.

Katâde de şöyle demiştir: Kâfir haktan kör ve sağır olandır, mü’min de hakkı gören, onu işiten, sonra da ondan yararlanandır.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bu kelâmda söylenmeyen kelime vardır, takdiri de: Meselül ferikayni kemeselil a’ma demektir (iki gurubun hali körün hali gibidir).

Zeccâc da şöyle demiştir: Müslümanlar grubunun hali görenle işiten, kâfirler grubunun hali de kör ile sağırın hali gibidir. Çünkü onlar düşmanlıklarında ve anlamamalarında işitmeyen ve görmeyen gibidir.

"Bu ikisinin halleri bir olur mu?": Yani eşit değildirler, demektir.

Mana da şöyledir: Nasıl bu ikisi sizce eşit değilse, kafirle mü’min de Allah katında eşit değildir.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Burada

"hel” edatı olumluluk bildirir, soru manasına değildir.

Mana da: Bir olmazlar demektir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir:

"Yestevun” dememesi, körle sağırın aynı cinsten ve işitenle görenin de aynı cinsten olmasındandır. Meselâ biri: Merertü bil akili velebibi (akıllı ve zekiye rastladım) demesi gibi ki, ikisi aynı kişidir. Şair de şöyle demiştir:

Bilmiyorum, bir yere gitmeye niyetlendiğim zaman,

Hayrı kastederek, karşıma hangisinin çıkacağını.

Tesniye kalıbı ile

"eyyühüma” (hayırla şerden hangisini) dedi, hâlbuki yalnız hayrı zikretti; çünkü mana bilinmektedir. Zira hayrı arayan şerden kaçar.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Körle sağır kâfirin sıfatları, işitenle gören de mü’minin sıfatlarıdır. Dört mevsuf varken fiil iki mevsufa yöneltildi. Nitekim şöyle dersin: Elakıl velalim vezzalim velcahil hadara meclisi (akıllı ile alim ve zalim ile cahil meclisime geldiler). Dört şeyden bahsettikten sonra ikiden haber verirsin. Çünkü ilimle nitelenen kişi aynı zamanda akılla da nitelenendir. Cahillikle nitelenen de zulümle nitelenendir. Nitelenen iki olunca, onlardan haber de iki ile verilmiş, sıfatların ayrı olmasına iltifat edilmemiştir. Baksanıza şöyle demen câizdir: Eledibü Vellebibü velkerimü velcemilü kasadeni (edepli, akıllı, kerem sahibi ve güzel kişi beni ziyaret etti). Birkaç sıfat geçtikten sonra fi’li tekil olarak kullandı, çünkü bunlarla nitelenen tek kişidir. Sıfatları sıfatların üzerine atıf harfi ile atfetmek câizdir. Meselâ:

"Ettaibunel abidune” (Tevbe: 112) dedikten sonra:

"elamirune bilmearufi vennahune anilmünker” demiş; vavın gelmesi emredenlerle men edenlerin ayrı olmalarını gerektirmemiştir. Şöyle de denilmiştir: İyiliği emreden aynı zamanda kötülükten de men eder. Vavın gelmesi, iyiliği emretmeye delalet eder. Çünkü iyiliği emretme, kötülüğü men etmekten ayrılamaz, ama hamd edenler seyahat edenlerden, seyahat edenler de hamd edenlerden ayrı olabilir. Bu aynı zamanda Arapların mevsuf bir iken sıfatı sıfatın üzerine atfettiklerini de gösterir. Şairin, Said b. Amr b. Osman Bin Affan’a şöyle hitap etmesi gibi.

Said, Amr’ın oğlu zannediyor ki,

Beni horladığı zaman ben buna razı olacağım.

İbn Amr’ı, Said’in üzerine atfetmiştir, hâlbuki ikisi birdir.

25

Yemin olsun biz, Nûh’u kavmine gönderdik. "Şüphesiz ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım” (dedi).

26

"Allah’tan başkasına ibadet etmeyesiniz, diye. Şüphesiz ben sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum".

"Velekad erselna Nuhan ilâ kavmihi inni": İbn Kesir, Ebû Amr ve Kisâi, hemzenin fethi ile:

"Enni” okumuşlardır. Takdiri de: Erselnahu bienni, şeklindedir. Aslında,

"biennehu lehüm nezirün” şeklinde olmalı idi. Fakat gaipten haber sigasından Nûh kavmine hitaba geçilmiştir. Nâfi, Âsım, İbn Âmir ve Hamze de, hemzenin kesri ile: "înni” okumuşlar, kavi maddesi gizlemişlerdir; takdiri de: "Fekale lehüm inni nezirün” şeklindedir.

27

Kavminden ileri gelen kâfirler:

"Biz seni ancak kendimiz gibi bir insan görüyoruz ve sana ancak basit görüşlü ayak takımımızın tabi olduğunu görüyoruz. Senin için üzerimizde bir üstünlük görmüyoruz. Bilakis sizi yalancılar zannediyoruz” dediler.

"Seni ancak kendimiz gibi bir insan olarak görüyoruz": Yani bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Senin bize üstünlüğün yoktur. Erazil lâfzına gelince,

İbn Abbâs: Aşağılar, ayak takımı, demiştir.

İbn Kuteybe de: O,

"erzel"in çoğuludur, recülün rezlün, ve kad rezüle rezaleten ve rüzuleten babından gelir, demiştir. Erazilin manası da: Kötü kimseler, demektir.

"Badiyerre’y": Çoğunluk hemzesiz olarak

"badiye” okumuştur. Ebû Amr ise dald’dan sonra hemze ile okumuştur.

"Er - Re’y” lâfzını Ebû Amr’ın dışındakilerin hepsi hemze ile okumuşlardır. Ulemanın hemzesiz

"badi” kelimesinin manası üzerinde üç görüşü vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Sana ancak aşağı ve ayak takımımızın ilk görüşte uyduklarını görüyoruz. Yani şöyle demek istiyorlar: Onlardaki bu akıl noksanlığı hiç kimseye kapalı değildir ki, bize muhalefet etsinler. Bu Mukâtil ile diğerlerinin görüşüdür.

İkincisi:

Mana şöyledir: Bu topluluk görünürde sana tabi olmuşlardır; onların içinde ise bunun aksi vardır.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Onlar dış görüşleri ile sana tabi oldular; eğer senin dediklerini iyice düşünseler ve üzerinde dursalardı, sana tabi olmazlardı. Bu iki görüşü Zeccâc, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu üç görüş, hemzesiz okuyanlara göredir. Çünkü o beda yebdu babındandır ki, görünmek manasınadır. Ama kim de

"badi’” diye hemzelerse, onun manası da: İlk düşüncedir, yani: Sana ilk gördüklerinde tabi olmuşlardır. Eğer düşünselerdi onlar da bizim gibi sana inanmazlardı, demektir.

"Sizin için üzerimizde bir üstünlük görmüyoruz":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Yaratılışta bir üstünlük görmüyoruz. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Mal, mülk vb. şeylerde bir üstünlük görmüyoruz. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Siz Nûh’a tabi olmakla üstün kılınmadınız, bize muhalefetiniz de bir fazilet değildir ki, onu elde etmek için size tabi olalım. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

"Bilakis sizi yalancılar zannediyoruz":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Sizi kesin olarak böyle biliyoruz.

İkincisi: Sizi böyle sanıyoruz. Bunu da Mukâtil, demiştir.

28

O da:

"Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem, bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli kalmışsa? Hoşlanmadığınız halde sizi ona zorlayacak mıyız?"

"Söyleyin bana, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem": Yani bir yakîn ve basiret üzerinde isem, demektir.

İbn Enbari şöyle demiştir:

"İn küntü” şarttır, arkasından şüphe istemez; şüphe ancak bâtıll ehli muhataplarda olur. Takdiri şöyledir: Ben size göre Rabbimden bir delil üzerinde isem. "Ve bana kendi katından bir rahmet vermişse":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O peygamberliktir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Hidayettir, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Feummuiyet aleyküm":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, mîm şeddesiz ve ayın da meftuh olarak: "Feamiyet” okumuşlardır.

İbn Kuteybe de mana şöyledir, demiştir: Ona karşı kör oldunuzsa. Amiye aleyyel emrü denir ki, meseleyi anlamadım demektir. Amiytü anhu da aynı manayadır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu Arapların fiil isnat ettikleri şeylerdendir, meselâ: Yüzük parmağıma girdi, mest ayağıma girdi, gibi. Aslında parmak yüzüğe girer ve ayak meste girer. Durum bilindiği takdirde bunu câiz görmüşlerdir.

Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım'dan rivayet ederek, aynın zammesi ve mimin şeddesi ile "Feummiyet” okumuşlardır.

İbn Enbari, bunun manası şöyledir demiştir: Allah sizi ondan kör etti, çünkü siz bedbahtlığa mahkum kimselersiniz.

Übey b. Ka’b ile A’meş de böyle: "Feammaha aleyküm” (Allah sizi ondan kör etti) okumuşlardır.

İşaret edilen şey hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Kanıttır.

İkincisi: Rahmettir.

"Sizi ona zorlayacak mıyız?": Yani onu kabul etmeye zorlayacak mıyız? Bu da manası ret olan bir istifhamdır: Sizi kendiliğimizden zorlamaya gücümüz yetmez, demektir.

Katâde de şöyle demiştir: Allah’a yemin ederim ki, eğer Allah’ın Nebisinin (Nûh’un) gücü yetseydi kavmini ona zorlardı, fakat buna gücü yetmedi. Şöyle de denilmiştir: Nûh’un maksadı onların:

"Sizin için bize karşı bir üstünlük görmüyoruz” sözlerine cevap vermek idi; böylece kendisinin üstünlüğünü ve Rabbinden getirdiği şeylere iman edenlerin üstünlüğünü açıklamak istedi. Çünkü Allah ona kendi katından bir rahmet vermiş ve yalanlayanlardan ise bu çekilip alınmıştı.

29

"Ey kavmim, buna karşı sizden bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’ın üzerinedir. Ben, iman edenleri kovacak değilim. Çünkü onlar, Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum".

"Buna karşı sizden istemiyorum": Yani nasihatime ve sizi davetime karşı, demektir,

"mal” (para, ücret): İstemiyorum ki, beni itham edesiniz.

İbn Enbari şöyle demiştir: Rahmet; hidayet ve iman manasına olduğu için, müzekker kullanması (aleyhi) câiz olmuştur.

"Ben iman edenleri kovacak değilim":

İbn Cüreyc şöyle demiştir: Ondan kibir ve gururlarından dolayı onları kovmasını istemişlerdi. O da: Onları kovmak benim için câiz değildir, çünkü onlar Rablerine kavuşacaklar, O da onlara imanlarının mükafatını verecek; kendilerine zulmeden ve kendilerini küçültenlerden de haklarını alacaktır.

"Ancak ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu işin Allahü teâlâ tarafından olduğunu cahillik edip bilmiyorsunuz. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bana mü’minleri kovmamı emrettiğinizi bilmiyorsunuz. Bunu da Ebû Süleyman, demiştir.

30

"Ey kavmim, eğer onları kovarsam, bana Allah’tan kim yardım eder. Hiç düşünmüyor musunuz?"

"Ey kavmim, bana kim yardım eder": Yani eğer onları kovarsam beni Allah’ın azabından kim kurtarır?

31

Ben:

"Yanımda Allah’ın hâzineleri var, demiyorum. Gaybi de bilmem. Ben meleğim de demiyorum. Gözlerinizin hor gördükleri için:

"Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir” de demem. Onların içlerindekini Allah bilir. Şüphesiz ben, o takdirde elbette zâlimlerden olurum".

"Yanımda Allah’ın hâzineleri var, demiyorum":

İbn Enbari şöyle demiştir: Hâzinelerden Allah’ın halktan gizlediği gayb ilmini kastetmiştir. Çünkü ona: Sana ancak onlar görünüşte tabi oldular, aslında seninle beraber değillerdir, demişlerdi. O da onlara: Benim yanımda Allah’ın gayb hâzineleri yoktur ki, onların içlerindekini bileyim, dedi. Neden gaybelere, hazineler, denildi? Çünkü onlar insanlardan saklı ve onlardan gizlidir de ondan. Süfyan b. Uyeyne de şöyle demiştir: Kur’ân âyetleri hâzinelerdir, bir hâzineye girdiğin zaman ondakini tanımadan çıkmamaya çalış.

"Gaybi de bilmem": Şöyle denilmiştir: Onlara böyle demesi, şundan dolayıdır: Kuraklık olmuştu, ona,

"yağmur ne zaman gelir?” dediler.

"Azap ne zaman gelir?” diyenler de olmuştur. O da: Ben gaybi bilmem, dedi.

"Ben bir meleğim de demiyorum": Bu da onların:

"Sen de bizim gibi bir insansın” (Hûd: 27) sözlerine cevaptır.

"Vela ekulu lillezine tezderi a’yunukum": Gözlerinizin mü’minlerden hakir ve küçük gördükleri için diyemem.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Tezderi": Az ve değersiz görmektir. Zereytü alerrecüli: Bir adamı ayıplamak ve yaptığını hor görmektir. Ezreytü bihi de: Kusurlu saymaktır. Tezderi’nin aslı: Tezteri’dir. Te, ze’den sonra geldiği için dal olmuştur. Çünkü te fısıltılı harflerdendir, fısıltılı harflerin sesi de gizlidir, ze’den sonra da te gizlenir; o nedenle sesi çıksın diye dal’a çevrilmiştir.

"Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir":

İbn Abbâs: îman vermeyecektir, demiştir. Kelâmın manası şöyledir: Onların içlerini bilme imkanım yoktur ki, onlar için kesin bir şey söyleyeyim. Onları hor görmenizden dolayı ecirleri boşa gitmez.

"Şüphesiz ben o takdirde elbette zâlimlerden olurum": Eğer yukarıda zikri geçen sözleri dersem zâlimlerden olurum. Eğer onları kovarsam zâlimlerden olurum diyenler de olmuştur.

32

Onlar da:

"Ey Nûh, gerçekten sen bizimle uğraştın, hem de çok uğraştın. Öyleyse, eğer doğru söyleyenlerden isen, ettiğin tehdidi bize getir” dediler.

33

Dedi:

"Onu size ancak Allah getirir. Ve siz O’nu aciz bırakacaklar da değilsiniz".

"Kad cadeltena” (bizimle uğraştın):

Zeccâc şöyle demiştir: Cidal aşırı derecede husumet ve tartışmadır. O, cedl kökünden alınmıştır ki, ipi şiddetle bükmektir. Şahin kuşuna ecdel denir, çünkü o en şiddetli (yırtıcı) kuştur. Bu kelime: "Fe ekserte cedlena” şeklinde de okunmuştur.

"Bizi tehdit ettiğin şeyi getir":

İbn Abbâs: Azabı kastediyorlar, demiştir.

"Eğer doğru söyleyenlerden isen": Onun bize geleceğini doğru söyleyenlerden isen, demektir.

34

"Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. Rabbiniz O’dur ve yalnız O’na döndürüleceksiniz".

"İn erettü en ansaha leküm": Bu âyette iki şart vardır; birincinin cevabı nasihattir, İkincinin cevabı da, faydadır.

"İn kânallahu yüridü en yuğviyeküm":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Sizi azdırmak isterse demektir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Sizi helâk etmek isterse, demektir. Bunu da İbn Enbari nakletmiş ve bu, kabul edilemez bir görüştür, demiştir.

Üçüncüsü: Sizi azdırıp helak etmek isterse, demektir. Bunu da Zeccâc, demiştir.

"O Rabbinizdir": Yani size en yakındır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder (davranır).

"Yalnız O’na döndürüleceksiniz": Ölümden sonra.

35

Yoksa,

"onu (Kur’ân’ı) kendisi mi uydurdu?” diyorlar. De ki:

"Eğer ben uydurdu isem, günahım banadır. Ben sizin işlediğiniz günahlardan beriyim".

"Em yekulune":

Zeccâc: Eyekulune ile eşittir, demiştir.

"İfterahu":

İbn Kuteybe: İftira: Uydurmaktır, demiştir.

"Fealeyye icrami (günahım banadır)": Yani eğer ben yaptı isem o uydurmanın günahı banadır.

"Ben sizin işlediğiniz günahlardan beriyim": İnanmamadan dolayı işlediğiniz günahlardan, demektir. Ebû'l - Mütevekkil ile İbn Semeyfa, hemzenin fethi ile: "Fealeyye ecrami” okumuşlardır.

36

Nûh’a şöyle vahyolundu: "Şüphesiz kavminden (şimdiye kadar) gerçek iman edenlerden başkası iman etmeyecektir. Sen onların yaptıklarına üzülme".

"Nûh’a şöyle vahyolundu: "Şüphesiz kavminden sana (şimdiye kadar) gerçek iman edenden başkası iman etmeyecektir":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Ona böyle vahyedilince onlara:

"Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma” (Nûh: 26) diye beddua etmeyi câiz gördü.

Fela tebteis : İbn Abbâs ile

Mücâhid: Üzülme, demişlerdir. Ferrâ’ da. Kendini bırakıp üzülme, demiştir. Ebû Salih de İbn Abbâs’tan:

"Yaptıkları şey yüzünden": suya boğuldukları zaman üzülme, dediğini nakletmiştir.

37

"Gemiyi nezaretimiz altında ve vahyimizle yap. Zâlimler hakkında bana hitap etme. Çünkü onlar boğulmuşlardır".

"Vasnail fülke": Gemiyi yap, demektir (gemi sanayine dikkat. Mütercim).

"Bia’yünina":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Nezaretimiz altında, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bizim merhametimizle, bunu da Rebi’ demiştir.

Üçüncüsü: İlmimiz dahilinde, bunu da Mukâtil, demiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bizim ifadesini kullanması Arapların çoğulu tekil yerine kullanma adetlerinden dolayıdır. Meselâ: Basra’ya gemilerle gittik dersin. Âyette çoğul kullanması şunun içindir: Çünkü Krallar: Biz emir verdik ve biz yasakladık, derler.

"Vahyimizle":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu yapmanı emretmemizle.

İkincisi: Onu nasıl yapacağını sana öğretmemizle.

"Zâlimler hakkında bana hitap etme":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onları görmezden gelmemi isteme.

İkincisi: Onlara süre tanımamı isteme. Onu böyle konuşmaktan men etmesi, kabul edilmeyecek duada bulunmaması içindir.

Gemiyi Nasıl Yaptığına İşaret

Dahhâk, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Nûh’u döver, sonra da bir keçeye sarar evinin önüne atarlardı. Öldüğünü sanırlardı. Sonra çıkar onları yine davet ederdi. İmanlarından ümidini kesince, ona bir adam geldi, yanında da oğlu vardı, Nûh ise asasına dayanmış idi. Adam: Oğulcağızım, bu ihtiyara iyi bak, sakın seni kandırmasın, dedi. Oğlu da: Baba, bana bir sopa ver dedi; sopayı aldı, ona bir vurdu ki, başını yardı, kemiği göründü. Kanlar yüzüne aktı, o da: Rabbim, kullarının bana yaptığını görüyorsun. Eğer onlara ihtiyacın varsa, onları hidayet et, yoksa onlara hükmünü verinceye kadar bana sabır ver, dedi. Allah da ona şöyle vahyetti:

"Şüphesiz kavminden şimdiye kadar gerçek iman edenlerden başkası iman etmez... Gemiyi yap".

"Ya Rabbi, gemi nedir, dedi? O da şöyle dedi. O, ağaçtan bir evdir, suyun üzerinde yüzer, bana itâat edenleri onunla kurtarır, isyan edenleri suya boğarım, dedi. O da:

"Ya Rabbi, su nerede?” dedi. O da: Ben her istediğimi yapmaya kadirim, dedi. Nûh:

"Ya Rabbi, ağaç nerede?” dedi. O da: Ağaç dik, dedi. O da yirmi sene sac (tik) ağacı dikti. Onları davet etmekten vazgeçti. Onlar ise kendisiyle alay ediyorlardı. Ağaçlar yetişince, Rabbi ona emretti; o da onları kesti, kuruttu ve dizdi:

"Ya Rabbi, bu evi nasıl yapacağım?” dedi. O da: Onu üç surette yap; başı tavus kuşu başı gibi olsun, göğsü kuş göğsü gibi olsun, kuyruğu da horoz kuyruğu gibi olsun. Onu çok katlı yap, dedi. Allah ona gemi yapmayı öğretmek için Cebrâil’i gönderdi. Ona gemiyi hızlı yapmasını emretti, bana isyan edenlere öfkem arttı, dedi. O da kendisiyle beraber çalışmak üzere iki marangoz kiraladı. Ayrıca yanında oğulları Sam, Ham ve Yafes de vardı. Onlar ağaçları yontuyorlardı. Gemiyi altı yüz arşın uzunluğunda, üç yüz otuz arşın eninde ve otuz üç arşın yüksekliğinde yaptı. Allahü teâlâ ona zift pınarını fışkırttı, o da tahtaları onunla ziftledi.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onu üç katlı yaptı; birinci kata vahşi hayvanları, yırtıcıları ve haşaratı koydu, orta kata hayvanları ve davarları yerleştirdi. Kendisi ve yanındakiler de üst kata çıktılar.

Hasen Basri’den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nûh'un gemisinin uzunluğu b. iki yüz arşın, eni de altı yüz arşın idi.

Katâde de şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre uzunluğu üçyüz arşın, eni beş yüz arşın, yüksekliği de otuz arşın idi.

İbn Cüreyc de şöyle demiştir: Uzunluğu üç yüz arşın, eni yüz elli arşın ve yüksekliği de otuz arşın idi. En üst katta kuşlar, orta katta insanlar ve alt katta da yırtıcılar vardı.

Mukâtil Nûh’un gemiyi dört yüz yılda yaptığını iddia etmiştir.

38

Nûh gemiyi yapıyordu; ne zaman kavminden bir cemaat yanından geçse onunla alay ediyorlardı. O da: "Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay ederiz” dedi.

"Ne zaman kavminden bir cemaat yanından geçse onunla alay ediyorlardı":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Nûh’un gemi yaptığını görünce - ki, hiç gemi görmemişlerdi - onunla alay eder ve: "Peygamberlikten sonra marangozluğa mı başladın?” derlerdi. Bu da İbn İshak’ın görüşüdür.

İkincisi: Onlar Nûh’a: "Ne yapıyorsun?” dediler, o da: Suda yüzecek bir ev yapıyorum, dedi. Onun bu sözü ile alay ettiler. Bu da Mukâtil’in görüşüdür.

"Siz bizimle alay ederseniz biz de sizinle alay ederiz":

Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Eğer bizim sözümüzle alay ederseniz, biz de sizin gafletinizle alay ederiz.

İkincisi: Gemiyi yaparken işimizle alay ederseniz, biz de boğulurken sizinle alay ederiz. Bunu da müfessirler zikretmişlerdir.

Üçüncüsü: Eğer bizimle dünyada alay ederseniz, biz de sizinle ahirette alay ederiz. Bunu da İbn Cerir Taberî, demiştir.

Dördüncüsü: Eğer bizimle alay ederseniz, biz de size karşı Allah’tan yardım dileriz, dedi. Buna alay etme ismini verdi ki, iki lâfız bir olsun,

"Allah onlarla alay ediyor” (Bakara: 15) kavlinde olduğu gibi. Bu da İbn Enbari’nin görüşüdür.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Tufandan önce yeryüzünde ne ırmak ne de deniz vardı. Bunun için onunla alay ettiler. Deniz suları tufanın kalıntısıdır.

39

"İleride kendisini perişan edecek azabın kime geleceğini ve sürekli azabın kimin başına geleceğini (çullanacağını) bileceksiniz!"

"İleride bileceksiniz!": Bu tehdittir, manası da şöyledir: İleride kimin alay edilmeyi daha çok hak ettiğini ve kimin akibetinin hayır olduğunu öğreneceksiniz.

"Perişan edecek azabın kime geleceğini": Hor edecek azap demektir ki, o da suya boğmaktır.

"Yehullu aleyhi": Hak eden, demektir.

"Sürekli azap” da ahirette olacaktır.

40

Nihayet emrimiz gelip de fırın kaynayınca:

"Ona her çiftten ikişer yükle, aileni de; ancak üzerine söz geçen hariç. Bir de iman edenleri!” dedik. Onunla beraber ancak az kimse iman etmişti.

"Nihayet emrimiz gelince":

Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Azap ve helaklerine dair emrimiz gelince.

İkincisi: Azabımız gelince, ki, o da sudur. Su yerin etrafından gelmeye başladı, onu taç gibi kuşattı. Yağmur gökten bardaktan boşanırcasına yağdı, vahşi hayvanlar sudan kaçmak için yerin ortasını aradılar, sonunda geminin yanında toplandılar. O zaman her çiftten ikişer ikişer gemiye bindirdi.

"Ve farettennuru (fırın kaynadı)": Fevr: Kaynamaktır, fevvare de kaynayan kazanın attığı köpüktür. Bunu İbn Fâris , demiştir.

Müellif şöyle demiştir: Ben şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den, İbn Düreyd’den naklen şöyle dediğini dinledim: Tennur Farsça bir isimdir, Arapçalaşmıştır. Araplar onun bundan başka ismini bilmezler. Bunun içindir ki, Kur’ân'da bu gelmiştir. Çünkü onlara bildikleri şeyle hitap edildi.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Tennur, Arapça olsun, yabancı olsun bütün dillerde vardır.

Tennûrdan ne kastedildiği hususunda altı görüş vardır:

Birincisi: O yeryüzünün ismidir, bunu İkrime, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten rivayet etmiştir. Dahhâk da İbn Abbâs’tan: Tennur yeryüzüdür, dediğini rivayet etmiştir. Sanki ona: Suyun yeryüzünü kapladığını gördüğün zaman sen ve ashabın gemiye binin, denilmiştir. Bu da İkrime ile Zührî’nin görüşüdür.

İkincisi: O sabah aydınlığıdır, bunu da Ebû Cuhayfe, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten rivayet etmiştir.

İbn Kuteybe de: Tennur, namaz vaktindeki aydınlıktır, demiştir.

Üçüncüsü: O, şafağın sökmesidir, bu da Hazret-i Ali’den rivayet edilmiş, "farettennur": Şafak söktü, demiştir.

Dördüncüsü: O, güneşin doğmasıdır, yine bu da Hazret-i Ali’den nakledilmiştir.

Beşincisi: O, Nûh ailesinin ekmek fırınıdır. El-Avfi,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ailenin fırınından suyun çıktığını gördüğün zaman o, kavminin helakidir.

Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şunu da rivayet etmiştir: O, Âdem aleyhisselam’ın fırını idi, Allah onu Nûh'a hediye etti ve ona: Bundan su fışkırdığı zaman emrolunduğun şeyleri gemiye yükle denildi.

Hasen Basri de şöyle demiştir: O, taş fırın idi, bu da Mücâhid, Ferrâ’ ve Mukâtil’in görüşüdür.

Altıncısı: O, yerin en yüksek ve şerefli kısmıdır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Yerin yüksek ve değerli yerleri yüceliğinden dolayı fırınlara benzetilmiştir (ekmek fırını, buğday anbarı).

Tennurun nerede fışkırdığı hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O Küfe mescidinin yerinden kaynadı, bunu Habbe el - Üreni, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten rivayet etmiştir. Zir b. Hubeyş de: Fırın Küfe mescidinin sağ köşesinden kaynadı, demiştir.

Mücâhid de: Su fırından fışkırdı, karısı onu bildi ve Nûh’a haber verdi. Bu da Küfe tarafında idi.

Şa’bî de tennurun başka yerde değil Küfe tarafında olduğuna yemin ederdi.

İkincisi: O Hindistan’da fışkırdı, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O Nûh yurdunun en uzak bir yerinde idi, Şam’da Aynı Verde denilen bir mekanda idi. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Ona yükle": Yani gemiye bindir.

"Min küllin zevceynisneyni (her birinden ikişer çift)": Hafs, Âsım’dan tenvinle "küllin” rivayet etmiştir.

Ebû Ali de, mana şöyledir, demiştir: Her şeyden ve her çitten ikişer. Bu durumda muzafı hazfetmiştir. "lsneyn"in mensûb oluşu da zevceyn’e sıfat olmasındandır. Zevceynin çift olduğu bilindiği halde

"isneyn” lâfzı ile tekit edilmiştir.

Mücâhid de: Erkek ve dişi her sınıftan, demiştir.

İbn Kuteybe de: Zevç tek de olur, çift de olur. Burada tektir, âyetin manası da şöyledir: Her erkek ve dişiden iki tane yükle, demiştir. Zeccâc da mana: Her şeyden iki çift yükle, demiştir. Zevç Arap dilinde tek de olur, iki de olur, onlara zevcan, denir. İndi zevcani minettayr ise: Yanımda bir çift kuş vardır, demektir ki, erkekli ve dişili, demektir. Allahü teâlâ:

"İsneyn” diyerek zevci tesniye yapması da her hayvandan erkek ve dişiyi kastetmesindendir. Takdiri de: Min külli zekerin ve ünsa (her erkek ve dişiden) demektir.

"Aileni de": Yani aileni de gemiye bindir, demektir.

Müfessirler: Ailesiyle, ev halkını ve çocuklarını kastetmiştir, demiştir.

"Ancak aleyhinde söz geçen hariç": Yani Allah’tan helakine dair söz geçen hariç, demektir.

Dahhâk da: Onlar Nûh’un karısı ile oğlu Kenan’dır, demiştir.

"İman edeni de": Manası: İman edeni de gemiye bindir, demektir.

"Onunla beraber ancak az kimse iman etti":

Bunların sayısında da sekiz görüş vardır:

Birincisi: Onlar seksen erkek idiler, yanlarında da aileleri vardı. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Nûh kendisiyle beraber sekiz insan aldı: Üç oğlu, bunların üç karısı ve Nûh’un karısı. Bunu da Yûsuf b. Mihran, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar sekiz kişi idiler, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

Mukâtil de: Onlar kırk erkek ve kırk kadın idiler, demiştir.

Dördüncüsü: Kırk kişi idiler, bunu da İbn Cüreyc, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Beşincisi: Onlar otuz erkek idiler, bunu da Ebû Nehik, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Altıncısı: Sekiz kişi idiler. Hakem b. Uteybe de şöyle demiştir: Nûh, üç oğlu ve dört de kadını.

Katâde şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre gemiye binerek ancak Nûh, karısı, üç oğlu ve kadınları kurtulmuştur ki, toplam sekiz kişidirler. Bu da el-Kurazi ile İbn Cüreyc’in görüşüdür.

Yedincisi: Onlar yedi kişi idiler: Nûh, üç kadını ve üç oğlu. Bunu da A’meş, demiştir.

Sekizincisi: Onlar kadınları hariç on kişi idiler, bunu da İbn İshak, demiştir. Ondan şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Nûh’lâ beraber kurtulanlar şunlardır: Üç oğlu, bunların üç karısı ve iman edenlerden de altı kişi.

41

Ve dedi:

"Binin ona. Onun akması da durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Ve dedi": Yani Nûh, gemiye bindirmesi emredilenlere dedi.

"Binin” gemiye.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ona recebin onunda bindiler, ondan Aşure günü çıktılar. İbn Cüreyc de şöyle demiştir: Recebin onunda Cuma günü Ayni Verde’den hareket ettiler. Gemi Beytullah’ın olduğu yere geldi, orada bir hafta tavaf etti. Beyt o zaman göğe kaldırılmıştı. Gemi Cudi’de Bakırda (Bakırdağ) denen bir yerde Aşure günü durdu.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Fare geminin iplerini kemirdi, Nûh bundan şikayet etti, Allahü teâlâ ona vahyetti, o da aslanın kuyruğunu sıvazladı, iki kedi çıktı. Gemide dışkı vardı, bundan da Rabbine şikayet etti, Allah ona vahyetti, o da filin kuyruğunu sıvazladı, iki domuz çıkıp onu yediler.

"Bismillahi mecraha ve mürsaha":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, mimin zammesiyle:

"Mücraha” okumuşlardır.

Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, mimin fethasıyla ve ranin kesriyle:

"Mecriha” okumuşlardır. Hepsi mimin zammı ile:

"Mürsaha” okumuşlardır. Ancak İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek sini meftuh okurlardı. Nâfi, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle sin’i meksur ve tefhim ile (vurgulu) okurlardı.

Hamze, Kisâi ve Halef de imale ile okurlardı. Bunların içinde onu Allah’a sıfat yapan yoktur; o iki sıfatı ancak Hasen, Katâde, Humeyd el - A'rec, İsmail b. Mücalid de Âsım’dan rivayet ederek Allah’a sıfat yapmış; mimin zammı ve tam iki ye ile mübdiha ve münşiha vezninde

"mücriyha ve mürsiyha” okumuşlardır. İbn Mes’ûd, mimin fethi ve ranın imalesi, arkasından da elifle

"mecraha", mimin zammı ile de

"mürsaha” okumuştur. Eliften sonra sini de imale etmiştir. Ebû Rezin ile Ebû’l - Mütevekkil de, mimin ve ranın fethi, arkasından elifle

"mecraha", mimin zammesi ve “sîn” in fethi, arkasından da elifle

"mürsaha” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile İbn Yamur da her ikisinde de mimin fethi, ranın ve sin’in de fethi, arkalarından elifle

"mecraha ve mersaha” okumuşlardır. Yahya b. Vessab da iki mimi de fetha ile okumuş, ancak onlardaki ra’yı ve sin’i imale etmiştir. Ebû İmran el - Cuni ile İbn Cübeyr de ikisinde de mimin fethi, ranın ve sin'in fethi, hepsinde de arkasından elifle okumuşlardır. Kim iki mimi zamme ile okursa, onları ecra ve ersa babından getirir, kim de fetha ile okusa onları cereşşey’ü yecri mecra, resa yersi mersa babından getirir.

Zeccâc da şöyle demiştir:

"Bismillah", billahi demektir,

Mana da şöyledir: Allah onlara gemi yüzerken de dururken de bismillah demelerini emretti.

Kim iki mimin zammı ile okursa,

Mana şöyledir: Onun yüzmesi de demir atması da Allah iledir. Kim de fethi ile okursa,

Mana şöyledir: Onun yüzmesi Allah ile olur, durması da Allah ile olur. Şeyhimiz Ebû Mansur el - Lügavi’den şöyle dediğini işittim: Kim mimin zammı ile

"mücraha” okursa: Onu Allah yüzdürdü demek ister. Kim de fetha okursa, gemi kendisi yüzdü demek ister.

Dahhâk da şöyle demiştir: Nûh geminin yüzmesini istediği zaman, bismillah derdi, o da yüzerdi. Demir atmasını istediği zaman da, bismillah derdi, o da dururdu.

42

O (gemi), dağlar gibi dalgaların arasında onları götürüyordu. Nûh, ayrı bir yerde duran oğluna:

"Oğulcuğum, bizimle beraber b., kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi.

"O (gemi) dağlar gibi dalgaların arasında onları götürüyordu": Dalgaları büyüklükte ve yükseklikte dağlara benzetti. Suyun en yüksek dağdan kırk arşın yükseldiği söylenmiştir. On beş arşın rivâyeti de vardır. Bazı müfessirler suyun yerden göğe doğru yetmiş fersah yükseldiğini zikretmişlerdir.

"Nûh oğluna seslendi": Onun kâfir olduğunda ihtilaf etmemişlerdir.

İsminde ise iki görüş vardır:

Birincisi: Kenan’dır, bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: İsmi Şam’dır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Ubeyd b. Umeyr ile İbn İshak da böyle demişlerdir.

"Ve kâne fi ma’zilin": Ma'zil: Ayrı yer, demektir. Azl: Bir şeyi uzaklaştırmaktır. Kelâmın manasında da iki yorum vardır; bunları da Zeccâc zikretmiştir:

Birincisi: Gemiden uzak bir yerde idi.

İkincisi: Babasının dininden uzakta idi.

"Ya büneyyerkem mana": İbn Kesir, Nah, Ebû Amr, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, muzaf olarak ve yenin kesresi ile

"ya büneyyirkem” okumuşlardır. Ebû Bekir de Âsım’dan burada yenin fethi ile

"ya büneyye", Kur’ân’ın diğer yerlerinde kesresi ile rivayet etmiştir. Hafs da ondan Kur’ân’ın her yerinde tekil olduğu takdirde feth ile

"ya büneyye” rivayet etmiştir. Nahiv Âlimleri şöyle demişlerdir:

"Büneyye"de asli olarak üç ye vardır: Tasgir yesi, ondan sonra gelen ve lamül fiil denilen lâm, lamül fiilden sonra gelen izafet (iyelik) yesi. Kim

"ya büniy” okursa, ya büneyye kastetmiş, izafet yesini atmış, ona delalat etmesi için de kesreyi yerinde bırakmış olur, nitekim: Ya gulami akbil, denir. Kim de yeyi fetha ile okursa, lamel fi'lin kesresini fethaya çevirmiş olur, çünkü kesre ile beraber üç ye birleşirse dile ağır gelir. O nedenle izafet yesi elife çevrilir. Sonra da ye hazfedildiği gibi elif de hazfedilir; fetha de olduğu gibi kalır. Mananın şöyle olduğu da denilmiştir: Oğulcuğum, iman et ve bizimle beraber b..

43

Oğlu:

"Dağa sığınacağım; beni sudan korur” dedi. Nûh da:

"Bugün Allah’ın emrinden koruyacak yoktur, ancak Allah’ın merhamet ettiği müstesna (o korunur)” dedi ve aralarına dalga girdi; o da boğulanlardan oldu.

"Seâvi": Döneceğim, demektir.

"Dağ beni sudan korur": Yani suya boğulmaktan korur demektir.

"Bugün koruyucu yoktur":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bugün Allah’ın emrini durduracak yoktur. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Bugün korunmuş kimse yoktur. Dafık medfuk, sirrün katim (mektum) leylün naim gibi. Bunu da

İbn Kuteybe demiştir (bunlarda fail kalıbı mef’ul yerine kullanılmıştır. Mütercim).

"İlla men rahim": Bu, birinciden istisna değildir,

Mana da şöyledir: Ancak Allah’ın merhamet ettiği korunmuştur.

Mukâtil de: Merhamet ettiği ve gemiye binen kurtuldu, demiştir.

"Aralarına dalga girdi":

O ikinin kim ve ne olduğunda iki görüş vardır:

Birincisi: Nûh'un oğlu ile kurtarıcısı olduğunu zannettiği dağdır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid de böyle demiştir.

İkincisi: Nûh ile oğludur, bunu da Mukâtil, demiştir.

44

Ey yer, (suyunu) yut, ey gök, sen de (yağmurunu) kes, denildi. Su çekildi. İş bitirildi. Gemi Cudi’nin üzerinde durdu. "Zâlimler kavmi için uzak olsun!” denildi.

"Ey yer, suyunu yut": Bazıları âyetin dış manası üzerinde durmuş ve: Yer kendinden kaynayanı yuttu, gökten ineni yutmadı; o da deniz ve nehir haline geldi, demişlerdir. Bu İbn Abbâs’ın görüşüdür. Bazıları da şu kanaate sahip olmuşlardır: Ey yer, sen üzerindeki suyu yut, o da yerden kaynayan ve gökten inen sudur. Bu da yeryüzündeki her şey suya battıktan sonra olmuştur.

"Ey gök, sen de (yağmurunu) kes": Yani su indirmeyi durdur.

İbn Enbari şöyle demiştir: Su daha önce zikredildiği için mananın: "Su indirmeyi kes” demek olduğu anlaşılmıştır.

"Giydel mau": Yani su çekildi, azaldı, demektir.

Zeccâc: Ğadalmau yeğiydu, suyun yere çekilip kaybolmasıdır, demiştir. "Ğiyde” de işmam yaparak hafif zammeli okumak câizdir (meselâ: Guyde gibi).

"İş bitirildi":

İbn Abbâs: Suya boğulan boğuldu, kurtulan kurtuldu, demiştir.

Mücâhid de: İş bitirildi, yani Nûh kavminin helaki bitirildi, demiştir.

İbn Kuteybe de: İş bitirildi, yani faaliyet tamamlandı, paydos oldu, demiştir. İbn Enbari de, mana şöyledir, demiştir: Nûh kavminin helaki sonuçlandı. Kıssa onların helakini açıkça gösterdiği için işin ne olduğunu söylemeye gerek kalmamıştır.

"Gemi Cudi’nin üzerinde durdu": Cudi bir dağın ismidir. A’meş, yenin sükunu ile:

"Alel Cudiy” okumuştur. İbn Enbari de, yenin şeddesi ile

"el - Cudiyy” okumuştur, çünkü onda nisbet ye’si vardır. O, Aleviy ve Haşimiy’deki ye gibidir. Bazı kurralar ise şeddesiz okumuşlardır. Araplardan nisbet yesini şeddesiz telaffuz edenler vardır. Onu ref ve cer halinde sakin, nasb halinde de meftuh okur ve: Karne Zeydün el - Aleviy, reeytü Zeyden el - Aleviyye, derler.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Gemi Beytullah’ın yerini kırk gün tavaf etti, sonra da Allah onu Cudi’ye yönlendirdi; onun üzerinde durdu.

Bu dağın nerede olduğunda üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Musul’dadır, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Dahhâk da böyle demiştir.

İkincisi: Cezirede’dir, bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir.

Mukâtil de şöyle demiştir: O Musul’a yakın Cezire’dedir.

Üçüncüsü: Amid (Diyarbakır) tarafındadır, bunu da Zeccâc, demiştir.

Onun üzerinde durmasının sebebine gelince,

bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O suya gömülmedi, çünkü o gün dağlar yükseklik yarışına girip övündüler; o ise tevazu gösterdiğinden suya batmadı; gemi de onun üzerinde durdu. Bunu Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Su azalınca gemi onun üzerinde durdu, onun üzerinde durması da suyun azaldığını gösterdi.

"Zâlimler kavmi için uzak olsun!” denildi":

İbn Abbâs: Kâfirler Allah’ın rahmetinden uzak olsunlar, demiştir.

Eğer: "Suya boğulan hayvan ve çocukların günahı ne idi?” denilirse, cevap şöyledir: Onların da eceli gelmişti, suya boğularak öldüler. Bunu da Dahhâk ile İbn Cüreyc, demişlerdir.

45

Nûh, Rabbine seslendi: "Rabbim, şüphesiz oğlum, benim ailemdendir. Şüphesiz senin va’din haktır. Sen hakimlerin hakimisin!"

"Rabbim, şüphesiz oğlum benim ailemdendir": Nûh bunu niçin dedi? Çünkü Allahü teâlâ ona ailesini kurtaracağım va’detmişti. O da:

"Şüphesiz senin va’din haktır ve sen hakimlerin hakimisin” demişti.

İbn Abbâs da: Sen adillerin adilisin, demiştir.

İbn Zeyd de: Sen hak ile hüküm verenlerin en hakimisin, demiştir.

Nûh’un tartıştığı bu kimse hakkında iki görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Nûh’un sulbünden (nesebi sahih) oğludur, bunu da İbn Abbâs, İkrime, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Dahhâk ve cumhûr, demişlerdir.

İkincisi: O, yatağında doğmuş, fakat nesebi gayri sahih çocuğu idi, kendi oğlu değildi. İbn Enbari senedini göstererek Hasen Basri’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: O, Nûh’un oğlu değildi. Karısı zina etmişti.

Şa’bî de şöyle demiştir: O, Nûh’un oğlu değildi, karısı ona hiyanet etmişti. Mücâhid’ten aynısı rivayet edilmiştir. İbn Cüreyc de şöyle demişti: Nûh, onu oğlu zannettiği için ona seslendi, o ise sadece yatağında doğmuş birisi idi. Birinci görüşe göre

"o senin ailenden değildir” kavlinin manasında iki görüş ortaya çıkar:

Birincisi: O senin dininden değildir.

İkincisi: O, sana kurtaracağımı va’dettiğim aile efradından değildir.

İbn Abbâs: Hiçbir Peygamberin karısı kötü bir hareket etmiş değildir, mana şöyledir, demiştir: O kurtaracağımı va’dettiğim aile halkından değildir. Diğer görüşe göre: Kelâm zahirine göredir, birinci görüş daha doğrudur. Çünkü Kur’ân'ın zahirine uygundur ve çoğunluk da onun üzerinde icma etmiştir. Bu, bir peygamberin karısına zina isnadından daha iyidir.

46

“(Allah): Ey Nûh, şüphesiz o, senin ailenden değildir. Çünkü o(nun yaptığı) uygun olmayan bir ameldi. Öyleyse bilgin olmayan şeyden bana (soru) sorma. Cahillerden olmandan seni men ediyorum” dedi.

47

Nûh, "Rabbim, bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan, ziyan edenlerden olurum!” dedi.

"İnnehu amelün ğayrü salih": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hamze, merfu ve tenvinli olarak

"innehu amelün” ve yine merfu olarak "ğayrü salihin” okumuşlardır.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Hu (o) zamiri soruya râcîdir,

Mana da şöyledir: Bana o hususta soru sorman uygun bir hareket değildir. Bunu İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir. Bu da açıktır. Çünkü o hususta soru:

"Rabbim, o benim ailemdendir” kavlinde geçmişti. Zamir de ona râci oldu.

İkincisi: Zamir mevzu bahis olan kişiye râcîdir.

Bu manada da ortaya iki görüş çıkmıştır:

Birincisi: O, veledi zinadır, bunu da Hasen Basri, demiştir.

İkincisi: Onun yaptığı iyi bir hareket değildir, bunu da Zeccâc, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Kim veled-i zina derse,

Mana şöyledir: Oğlun olduğunu zannettiğin o kimsenin aslı bozuktur. Kim de: Onun yaptığı hareket uygun değildir (innehu zu amelin ğayrü salih), derse, muzaf olan zu’yu atmış, ameli onun yerine geçirmiş olur. Nitekim Araplar: Abdullah ikbalun ve idbarun, derler ki: Sahibü ikbalin ve idbarin demektir (Abdullah hem bahtiyardır hem de bahtsızdır). Kisâi de mimin kesri ve “Lâm” ın fethi ile:

"Amile", ranın fethi ile de "ğayra salihin” okumuş, onun müşrik olduğuna işaret etmiştir.

"Fela tes’elni ma leyse leke bihi ilm": İbn Kesir, Nâfi ve İbn Âmir, “Lâm” ın fethi ve nunun şeddesi ile: "Fela tes’elenne” okumuşlardır.

Ancak Nâfi ile İbn Âmir, nunu meksur, İbn Kesir de meftuh okumuşlardır. Vasılda da vakıfta da yeyi atmışlardır.

Âsım, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi de, lamı sakin ve nunu da şeddesiz okumuşlardır.

Ancak Ebû Amr ile Ebû Cafer vasılda ye ile okumuş, vakıfta onu atmışlardır. Ya’kûb yenin üzerinde vakfetmiş, her iki halde de onu atmışlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim nunu meksur okursa, sual maddesine iki mef’ûl vermiştir: Birisi: Mütekellim yesidir. Ötekisi de ismi mevsul (ma) dır. Mütekellim yesine muzaf olan ye de nunlar yan yana geldiği için atılmıştır. Vasıl halinde yenin atılmaması esastır, hazfi ise daha hafiftir, kesre de ona delalet etmekte ve mefulun manada saklı olduğunu bildirmektedir.

Sonra Kelâmın manasında (bilmediği şeyi istemesinde) üç görüş vardır:

Birincisi: Çocuğu kendine nisbet etmiştir ki, ondan değildir.

İkincisi: Onu Allah’ın kurtaracağını va’dettiği ailesinin arasına sokması.

Üçüncüsü: Kâfirleri azaptan kurtarmasını istemesi.

"Cahillerden olmandan seni men ediyorum":

Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Senin partinden olmayanı kurtarmamı istemekte cahillerden olmandan.

İkincisi: Va’dimi bilmeyenlerden olmandan, çünkü ben müminleri kurtaracağımı va’dettim.

Üçüncüsü: Soyunu bilmemenden, çünkü o, senin soyundan değildir.

48

"Ey Nûh, bizden selametle; senin ve seninle beraber olan ümmetlerin üzerine bereketlerle in. Birtakım ümmetler vardır; onları da yararlandıracağım, sonra da onlara bizden acıklı bir azap dokunacaktır", denildi.

"Ey Nûh, in":

İbn Abbâs: Gemiden yere inmesini istemiştir, demiştir.

"Biselamin minna": Selametle demektir.

"Senin üzerine bereketlerle":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onun üzerindeki bereketler, bütün insanlığın babası olmasıdır; çünkü bütün halk onun neslindendir.

"Seninle beraber olan ümmetlerin üzerine":

İbn Abbâs: Evlatları kastedilmiştir, demiştir. İbn Enbari de mana: Seninle beraber olanların zürriyetlerinden demiştir. Maksat: Zürriyetinden iman edenlerdir. Sonra da kâfirleri zikredip:

"Birtakım ümmetler de vardır” dedi. Onlar da zürriyetindendir, mana da: Sana anlattıklarımızın içinde birtakım ümmetler vardır. Durumlarını sana hikaye ettiklerimiz içinde de öyle ümmetler vardır ki,

"onları yararlandıracağız” yani dünyada.

"Sonra da bizden onlara acıklı bir azap dokunacaktır": Yani ahirette. Muhammed b. Ka’b el - Kurazi şöyle demiştir: O gün mü’min erkeklerin bellerinde ve mü’mine kadınların rahimlerinde ne kadar iman eden erkek veya kadın varsa, bu selamet ve bereketlere dahil olmuş, ne kadar da kâfir varsa o istifadeye ve azaba girmiştir.

49

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları önceden ne sen ne de kavmin bilmiyordunuz. Öyleyse sabret. Şüphesiz sonuç müttakilerindir.

"Bunlar gayb haberlerindendir":

"Tilke” (bunlar) ile işaret edilen şey hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Nûh kıssasıdır.

İkincisi: Kur’ân âyetleridir.

Mana şöyledir: Bunlar sana ve kavmine gaip olan (bilmediğiniz) haberlerdir.

Eğer:

"Burada nasıl"tilke” dedi de başka bir yerde "zalike” dedi?” denilirse:

Buna

İbn Enbari şöyle cevap vermiştir:

"Tilke” Kur’ân âyetlerine işarettir, "zalike” ise haber ve söze işarettir. İkisi de fasih lügatte bilinen şeylerdir. Adam: Kadime fülanün der, bunu işiten de: Kad ferihtü bihi ve kad sürirtü biha, der. Müzekker yaparsa kudum’u kasteder, müennes yaparsa kadme’yi kasteder (ikisi de, gelmesine sevindim demektir).

"Bundan önce": Yani Kur’ân’dan önce, demektir.

"Sabret": Nûh’un, kavminin eziyetlerine sabrettiği gibi.

"Şüphesiz sonuç": Yani zafer ve iktidar

"müttakilerindir": Yani Nûh kavminin mü’minlerinin olduğu gibi senin ve kavminindir.

50

Ad (kavmin) e de kardeşleri Hûd’u gönderdik.

"Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Siz ancak iftira edenlerlersiniz!” dedi.

51

"Ey kavmim, bunun için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni Yaradan'ın üzerinedir. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?"

"Sizler ancak iftira edenlersiniz": Yani sizler Putları Allah’a ortak etmekle yalancılarsınız. Bundan sonrasının

"bol yağmur göndersin” cümlesine kadar tefsiri Yûnus: 72’de geçmiştir. Bunun tefsiri de En’am suresi, âyet: 61’de geçmiştir. Onlara bunu (yağmur göndermeyi) demesinin sebebi şudur: Allahü teâlâ onlara üç yıl yağmur vermedi, kadınlarını da kısırlaştırdı. İman ettikleri takdirde ülkelerini ihya edeceğini ve onlara bol rızık vereceğini va’detti.

52

"Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin (istiğfar edin). Sonra da O’na Tevbe edin ki, üzerinize bol bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Günahkarlar olarak yüz çevirmeyin".

"Gücünüze güç katsın":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, evlat ve torunlardır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Şiddetinize şiddet katsın, bunu da Mücâhid ile İbn Zeyd, demişlerdir.

Üçüncüsü: Bolluğunuza bolluk katsın, bunu da Dahhâk, demiştir.

"Günahkarlar olarak yüz çevirmeyin":

Mukâtil: Şirk koşarak tevhitten yan çizmeyin, demiştir.

53

Onlar da:

"Ey Hûd, sen bize bir delil (delil) getirmedin. Biz senin sözünden dolayı ilâhlarımızı bırakacak değiliz ve sana inanacak da değiliz” dediler.

"Sen bize bir delil getirmedin": Açık bir delil demek istiyorlar.

"Biz ilâhlarımızı terk edecek değiliz": Yani putları.

"An kavlike” (senin sözünden):

"Bikavlike” (senin sözünle demektir.)

"Be” ile "an” birbirinin yerine kullanılır.

54

"Seni ancak bazı ilâhlarımız çarpmış demekten başka bir şey söylemeyiz". O da: "Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutarım. Siz de şahit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım” dedi.

"Biz ancak şunu deriz": Yani sana karşı çıkmamızın sebebinde sadece şunu deriz: Bazı ilâhlarımıza küfrettiğin için mutlaka onlar seni çarpmışlardır. Onları açıktan kötülemen aklının karışmasındandır.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Arani keza va'terai keza denir ki, başıma bir hal geldi, demektir. Bundan türeterek, senden ihsan istemeye gelene de: Arin, demişlerdir. Nabiğa da bunu şu beytinde kullanmıştır:

Senden ihsan istemeye geldim (ariyen);

Elbisem eskimiş ve hakkımda kötü şeyler düşünülmüşken.

"înni üşhidüllaha...":

Nâfi "inni"nin yesini harekeli okumuştur,

Mana da şöyledir: Eğer ben onları kötülediğim için ilâhlar beni cezalandırdı ise, ben onların kusurundan kesin bir bilgi üzerindeyim ve onlardan da uzağım. İşte ben onlara sataşmaya devam ediyorum.

55

"O’ndan başka (ortak koştuklarınızdan). Öyleyse hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da beni bekletmeyin".

"Öyleyse hepiniz bana tuzak kurun": Yani siz ve putlarınız bana zarar vermek için çare arayın, sonra da beni hiç bekletmeyin.

Zeccâc şöyle demiştir: Peygamberin tek başına olup da ümmetinin ona karşı birlik olması onların en büyük mucizeleridir. Onlara: Bana tuzak kurun der; onlardan hiç kimse de ona zarar veremez. Aynı şekilde Nûh da kavmine:

"İşinizi ve ortaklarınızı toplayın” (Yûnus: 71) demişti. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de:

"Eğer bir tuzağınız varsa bana karşı kurun” demişti (Mürselat: 39).

56

"Şüphesiz ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki, O, onların perçemlerinden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır".

"Ne kadar canlı varsa Allah onların perçeminden tutmuştur": Ebû Ubeyde, mana şöyledir, demiştir: Onlar Allah’ın kabza-i kudretinde, mülk ve saltanatındadır.

Eğer. "Neden özellikle perçem söylenmiştir?” denilirse.

Cevap şöyledir: Perçem başın ön kısmındaki saçtır, bir şahıs ondan yakalanırsa, bütün bedeninden yakalanmıştır ve onun için zillettir.

"Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır":

Mücâhid: Hak üzerindedir, demiştir. Başkası da: Kelâmda söylenmeyen kelime vardır, takdiri de şöyledir, demiştir: Şüphesiz Rabbim doğru yolu gösterir.

Eğer:

"Onları perçeminden yakalar” sözü ile doğru yolda olması arasında ne münasebet vardır?” denilirse, buna iki cevap verilir:

Birincisi: O, mahlukatın perçeminden yakaladığını haber verince, manası:

"Onun kabzasından çıkamazlar” demektir. Böylece O'nun öyle bir yolda olduğunu haber vermiştir ki, kaçan ondan kurtulamaz, saklanan da ona gizli kalmaz.

İkincisi:

Mana şöyledir: O, her kadar onlara kadir ise de onlara zulmetmez, onlara adaletten başka bir şey yapmaz. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir.

57

Eğer yüz çevirirseniz, benimle gönderilen şeyi size tebliğ etmiş bulunuyorum. Rabbim sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir; O’na hiçbir şeyle de zarar veremezsiniz. Şüphesiz Rabbim her şeyi muhafaza edendir.

"Eğer yüz çevirirseniz (fein tevellev)":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, fi’l-i mazidir, manası da: Eğer yüz çevirirlerse, demektir. Buna göre âyette söylenmeyen kelimeler vardır, özeti şöyledir: Eğer yüz çevirirlerse onlara: Ben size tebliğ ettim, de. Bu da Mukâtil ile diğerlerinin görüşüdür.

İkincisi: O hazıra hitaptır (emr-i hazırdır), takdiri de: Eğer yüz çevirirseniz, şeklindedir. Harekeli iki tenin yan yana oluşu dile ağır geldiğinden birisi ile yetinildi, ötekisi düşürüldü. Nitekim ünlü şair Nabiğa da şöyle demiştir:

Kişi uzun yaşamak ister,

Uzun yaşamak ise bazen zarar verir:

Yüzünün güleçliği gider

Ve tatlı hayat acı olur.

Günler öyle geçer ki,

Sevinecek bir şey bulamaz.

Şair, tetesarrafu diyecek yerde, tesarrafu demiş ve iki te’den birini düşürmüştür. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Rabbim sizin yerinize başka bir kavim getirir": Bunda da onlar için helakle tehdit vardır. "Inne rabbi alâ sıratın müştekim (şüphesiz Rabbim her şeyi muhafaza edendir)":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kullarının amellerini muhafaza etmektedir, onlara ona göre karşılık verecektir.

İkincisi:

“alâ” lâm manasınadır,

Mana şöyledir: Likülli şeyin hâfız (O her şeyi muhafaza edendir, beni de kötülükten muhafaza eder).

58

Emrimiz gelince, Hûd’u da onunla beraber iman edenleri de bizden bir rahmetle kurtardık ve onları ağır bir azaptan kurtardık.

"Emrimiz gelince":

Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Azabımız gelince, demektir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Onları helak etme emrimiz gelince.

"Hûd’u da onunla beraber iman edenleri de bizden bir rahmetle kurtardık":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onları azaptan nimetimizle kurtardık.

İkincisi: Onları imana hidayet etmek ve onları küfürden korumakla kurtardık. Bu iki görüş İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

"Onları ağır bir azaptan kurtardık": Yani çetin, demektir ki, o da Hûd kavminin hak ettiği dünya ve ahiret azabıdır.

59

İşte Âd budur! Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler. O’nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular.

"İşte Âd budur": Yani Âd kabilesi, demektir.

"O’nun elçilerine isyan ettiler": Birisi şöyle diyebilir: Onlara yalnız Hûd elçi olarak gönderilmişti, nasıl çoğul kalıbı kullanıldı?

Cevap üç mülahaza iledir:

Birincisi: Çoğul lâfzı zikredilmiş tekil kastedilmiştir, meselâ:

"İnsanları kıskanıyorlar mı?” (Nisa: 54) kavlinde insanlardan yalnız Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem irade edilmiştir.

İkincisi: Bir peygamberi reddeden bütün peygamberleri reddetmiş olur.

Üçüncüsü: Peygamberin her uyarışı yeni bir mesajdır ve onu getiren peygamberdir.

"Her inatçı zorbanın (cebbar) emrine uydular": Yani astlar üstlerin emrine tabi oldular.

Cebbar: Uzun olup da el yetmeyen, demektir.

Ulemanın cebbar kelimesi üzerinde dört görüşü vardır:

Birincisi: O, öfke ile öldüren ve öfke ile cezalandırandır. Bunu da Kelbî, demiştir.

İkincisi: O, istediği şeyi insanlara zorla yaptırandır. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: O, Mûsallattır.

Dördüncüsü: Kendini büyük gören, insanlara karşı kibir taslayandır. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir. Bizim zikrettiğimiz bu görüşlerin hepsini içine alır. Biz bunu Maide: 22'de daha geniş olarak şerh etmiş bulunuyoruz.

"Anîd (inatçı)” da: Hakkı kabul etmeyendir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Anud, anîd ve ânid: Sana karşı çıkıp itiraz edendir.

60

Bu dünyada da kıyamet gününde de lânete tabi tutuldular. Bilin ki, Ad, Rablerini inkâr ettiler. Bilin ki, Hûd kavmi Âd’e uzaklık (yazıldı)!

"Bu dünyada lânete tabi tutuldular": Yani onlara lânet ulandı, nereye gitseler onlarla beraber gider.

"Kıyamet gününde de": Yani kıyamet gününde de lânete tabi tutuldular, demektir.

"Elâ inne Âden keferu rabbehüm": Keferu birabbihim demektir, böylece be edatı hazfedilmiştir. Misal olarak şöyle bir mısra getirmişlerdir:

Emertükel hayra fefa’l ma ümirte: Sana hayrı emrettim, sen de sana emredileni yap (emertüke bilhayri demektir).

Zeccâc da şöyle demiştir:

"Elâ": başlama ve uyarı edatıdır.

"Bu’den” ise: Eb'adehumullahu febuidu bu’den, demektir.

Mana da şöyledir: Allah onları uzaklaştırdı, onlar da adam akıllı uzaklaştırıldılar. Esas mana: Onları rahmetinden uzaklaştırdı, demektir.

61

Semud kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik).

"Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. O, sizi yerden (topraktan) meydana getirdi. Sizi orada imara memur etti. Öyleyse O’na istiğfar edin. Sonra da O’na Tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, (duaları) kabul edendir.

"Sizi topraktan yarattı":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Atâ’nız Âdem’i topraktan yarattı.

İkincisi: Sizi dünyada meydana getirdi.

"Vesta’mereküm fiha":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Sizi ömrünüz olduğu sürece oraya yerleştirdi, demektir. Umra (hayat boyu geçerli olma) da bundan gelir. Bu Mücâhid’in görüşüdür.

İkincisi: Allah ömürlerinizi uzattı, demektir. Onlar b. - ilâ üç yüz yıl yaşarlardı. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Üçüncüsü: Sizi onu imara memur etti. Bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

62

"Ey Salih, sen bundan önce içimizde ümit beslenen biri idin. Bizi, atalarımızın taptıkları şeylere ibadetten men mi ediyorsun? Şüphesiz biz, bizi davet ettiğin şeyden işkillendiren bir şüphe içindeyiz” dediler.

"Sen aramızda ümit edilen biri idin":

Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar ona mevcut krallarından sonra krallık düşünüyordu; çünkü soylu ve servet sahibi idi. Bunu da Ka’b, demiştir.

İkincisi: O, putlarından nefret eder ve onların dininden uzak dururdu, dinlerine dönmesini umut ederlerdi. Onları açıktan uyarmaya başlayınca ümitleri kesildi. Mukâtil de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Onlar ondan hayır bekliyorlardı, onları uyarınca, hayrının kalmadığını iddia ettiler. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Şüphesiz biz işkillendiren bir kuşku içindeyiz": Eğer biri: "Neden burada

"innena” dedi de, İbrahim suresinde

"inna” dedi?” derse.

Cevap şöyledir: İkisi de Kur’ân’ın indiği Kureyş lehçesindendir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Kim

"innena” derse, harfi aslından çıkarmış olur, çünkü mütekillem zamiri "na"dır. Bu durumda üç nun bir araya gelmiş olur: "inne"nin iki nunu ile elife bitişik olan "na". Kim de

"inna” derse, üç nunun yan yana gelemesini dile ağır görüp üçüncüsünü atmış, ilk ikisini bırakmıştır. "Inni ve inneni, lealli ve lealleni, leyti ve leyteni de böyledir. Allahü teâlâ en üstün lehçe ile:

"Laalli ebluğul esbabe” (Gafir: 36) demiştir. Şair de öteki lehçe ile şöyle demiştir:

Ey kadın, bana bir cömert göster ki, zayıflıktan ölmüş olsun,

Veya ebedi yaşayan bir cimri göster, belki (lealleni) ben de senin gördüğünü görürüm.

Allahü teâlâ

"Ya leyteni küntü maahüm” (Nisa: 73) demiştir.

Şair de şöyle demiştir:

Cabir’in dileği gibi ki, hani, keşke ben (leyti),

Ona tesadüf etsem de malımın bir kısmını yolunda harcasaydım, demişti.

Mürîb ise: Şüpheye ve töhmete sebep olan şeydir. Burada rahmetten peygamberlik kastedilmiştir.

63

Dedi.

"Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem ve bana kendinden bir rahmet vermiş ise, O’na asi olursam, bana Allah’tan kim yardım eder? Siz benim zararımdan başka bir şeyimi artırmıyorsunuz!"

"Fema teziduneni gayra tahsir": Tahsir: Zarar ve ziyan, demektir.

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Ziyanınızı görmemi artırmaktan başka bir şey yapmaz. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Ferrâ’ da, mana şöyledir, demiştir: Ziyanınızı görmemden başkasını artırmaz, yani yanımda ne zaman bir özür beyan etseniz, bu sizin ziyanınızı artırır (özrünüz kabahatinizden büyük olur).

İbn el - A’rabi de şöyle demiştir: Sizin ziyanınızı artırır, benimkini değil. Bazıları mana şöyledir, demişlerdir: Dediğiniz şey yüzünden size nisbet ettiğim ziyandan başkasını artırmazsınız.

İkincisi: Eğer sizin dininize dönersem, benim ziyanımı artırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu mana da Mukâtil’in görüşünden alınmıştır.

Eğer:

"Bunun dış manası, Salih’in de ziyanda olduğunu, onlarınsa bunu artırdığını gösterir?” denilirse, bunun cevabını

"lev haracu fiküm ma zadukum illâ habala” (Tevbe: 47) âyetinde vermiş bulunuyoruz.

64

"Ey kavmim, işte size bir mucize olarak Allah’ın devesi! Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin. Ona kötülükle dokunmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalar".

"İşte size bir mucize olarak Allah’ın devesi": Bunu da A’raf suresi, âyet: 73’te şerh etmiş bulunuyoruz.

65

Derken onu kestiler; o da:

"Yurdunuzda üç gün faydalanın (yaşayın). İşte bu, yalanlanmamış bir vaattir", dedi.

"Yurdunuzda faydalanın": Yani hayatınızı yaşayın. Neden hayat için faydalanma demiştir? Çünkü canlı duyularından yararlanır da ondan (ölünce her şey biter).

"Üç gün":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Deve kesilince yavrusu dağa çıktı, üç defa köpürerek seslendi. Salih aleyhisselam da şöyle dedi: Her seslenmesi için size bir gün süre tanındı. Şunu bilin ki, birinci gün benizleriniz sararır, ikinci gün kızarır. Üçüncü günde de kararır, ilk sabah olunca benizleri sarardı. Haykırıp feryat ettiler, ağladılar, bunun bir azap olduğunu anladılar, ikinci gün sabah olunca, benizleri kızardı, yine yalvardılar, ağladılar. Üçüncü gün de sabah olunca benizleri katran sürülmüş gibi karardı. Hep birlikte haykırdılar: Azap geldi, dediler. Kefenlendiler, kendilerini yere attılar. Azabın nereden geleceğini bilmiyorlardı. Dördüncü gün sabah olunca, gökten bir sayha geldi, içinde bütün ölümler vardı. Göğüslerindeki kalpleri paramparça oldu.

Mukâtil de şöyle demiştir: Kendileri için mezarlar kazdılar. Dördüncü gün güneş yükselip de azabın gelmediğini görünce, Allah’ın kendilerine acıdığını zannettiler, mezarlarından çıktılar, birbirlerini çağırmaya başladılar. Birden Cebrâil indi, Şehrin üzerinde durdu, güneşin ışığını kapattı. Bunu görünce mezarlarına girdiler, Cebrâil de onlara: "ölün, Allah’ın laneti üzerinize olsun!” diye seslendi. Bunun üzerine canları çıktı. Evleri de sarsıldı, mezarlarının üzerine düştü.

"Bu bir va’ttir": Yani azap va’didir.

"Yalanlanmış değildir": Yani yalan değildir.

66

Emrimiz gelince Salih'i de onunla beraber iman edenleri de bizden bir rahmetle (azaptan) ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin O, çok kuvvetlidir, mutlak galiptir.

"Min hizyi yevmüz": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, mimin kesresiyle

"yevmüz” okumuşlardır. Kisâi de izafetle beraber fethası ile okumuştur. Mekki şöyle demiştir: Kim mimi meksur kılarsa, mureb ve mecrur kılmıştır, çünkü hizy lâfzı yevm kelimesine muzaftır, onu mebni kılmamıştır. Kim de meftuh kılarsa yevm’i feth üzere mebni sayar, çünkü zarf-ı lağve muzaf olmuştur, o da "iz"dir.

İbn Mes’ûd da tenvinle "ve min hizyin” ve mimin fethi ile de

"yevmeizin” okumuştur.

İbn Enbari de şöyle demiştir: "Ve min hizyi"deki vav, mahzuf bir şeye ma’tûftur, takdiri de şöyledir: Necceynahüm minel azabi ve min hizyi yevmüz (onları azaptan da o günün rezilliğinden de kurtardık). Ve şöyle de demiştir: Gizli bir fi’le ma’tûf olması da câizdir, tevilide şöyledir: Necceyna Salihen vellezine amenu maahu birahmetin minna ve necceynahüm min hizyiyevmüz (Salih'i ve onunla beraber iman edenleri bizden bir rahmetle kurtardık ve onları o günün rezilliğinden de kurtardık). Neden "ve aheze” dedi (ve ahazet demedi)? Çünkü sayha lâfzı siyah manasına alınmıştır.

67

O zâlimleri o (korkunç) ses yakaladı; yurtlarında diz çökerek kaldılar.

68

Sanki orada (hiç) ikamet etmemiş gibi. Bilin ki, şüphesiz Semud kavmi Rabbini inkâr ettiler. Bilin ki, Semud için uzaklık (yazıldı)!

"Elâ bu’den lisemud": "Semud lâfzının munsarıf ve gayri munsarif olmasında şu beş yerde: Hûd: 69

"elâ inne semude keferu rabbehum elâ bu’den lisemud", Furkan: 38:

"Ve Âden ve semude ve ashaberressi", Ankebut 38:

"Ve Âden ve semude ve kattebeyyene leküm", Necm: 51

"ve semude fema ebka". İbn Kesir, Ebû Amr, Nâfi ve İbn Âmir bunlardan dört yerde tenvinle okuyup

"elâ bu’den lisemud"da ise munsarif yapmamışlardır. Hamze ise bu beş yerde de munsarif yapmamıştır.

Kisâi de munsarif yapmıştır. Âsım’dan ise farklı rivâyetler vardır; Hasen el - Cu’fi, Ebû Bekir’den o da kendisinden geçen dört yerde Ebû Amr gibi mureb kıldığını rivayet etmiştir. Yahya b. Âdem ise onun üç yerde mureb kıldığını rivayet etmiştir: Hûd: 69

"elâ inne semude keferu", Furkan: 38 ve Ankebut: 38. Hafs da ondan bunlardan hiçbirini Hamze gibi mureb kılmadığını rivayet etmiştir.

Şu bilinmektedir ki, semuddan bazen kabile kastedilir, bazen da hay (lâfzı) kastedilir. Kabile kastedilerse, munsarif olmaz, hay kastedilirse, munsarif olur. Temas etmediğimiz konuların da tefsiri, A’raf: 73 ve Tevbe: Velekad caet rüsülüna âyetlerinde geçmiştir.

69

Yemin olsun ki, elçilerimiz İbrahim’e müjde ile geldiler. "Selam” dediler. O da: "Selam” dedi. Eğlenmeden kızartılmış bir buzağı getirdi.

Burada elçilerden maksat: Meleklerdir.

Sayılarında ise altı görüş vardır:

Birincisi: Onlar üç tane idiler: Cebrâil, Mikâil ve İsrafil. Bunu da İbn Abbâs ile Said b. Cübeyr, demişlerdir.

Mukâtil de: Cebrâil, Mikâil ve ölüm meleği, demiştir.

İkincisi: Onlar on iki tane idiler, yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Sekiz tane idiler, bunu da Muhammed b. Ka’b demiştir.

Dördüncüsü: Dokuz tane idiler, bunu da Dahhâk, demiştir.

Beşincisi: On bir tane idiler, bunu da Süddi, demiştir.

Altıncısı: Dört tane idiler, bunu da Maverdi nakletmiştir.

Bu müjdede ise dört görüş vardır:

Birincisi: O çocuk müjdesi idi, bunu da Hasen ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Lût kavminin helak müjdesi idi, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Peygamberlik müjdesi idi, bunu da İkrime, demiştir.

Dördüncüsü: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kendi sulbünden çıkacağına dair idi. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Kalu selamen":

İbn Enbari şöyle demiştir: Selamen lâfzı kavi maddesi ile mensûb olmuştur. Çünkü o, mekul-i kavidir, ikinci selam ise, gizli

"aleyküm” lâfzı ile merfudur. Ferrâ’ da, bunda iki mülahaza vardır, demiştir.

Birincisi: Gizli

"aleyküm” iledir, nitekim şair de şöyle demiştir:

Selam(ün), dedik, kadın beyinden çekindi,

Selamımızı ancak kaşlarıyla aldı.

Araplar şöyle derler: Karşılaştık: Selam(ün) selam(ün), dedik.

İkincisi: Gelen misafirler selam verdiler, onları beğenmeyince kendisi de: "Selam(ün) (üstüme iyilik), sizler kimsiniz?” dedi. Çünkü davranışlarını beğenmemişti. Hamze ile Kisâi, selam manasına: "Silm” okumuşlardır. Nitekim aynı vezinde hill ve helâl, hirm ve haram denir. Buna göre "silm

"in manası: Selamün aleyküm olur.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Lâfızları değişik olsa da iki kıraatin manası birdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kim "silm” okursa,

Mana şöyledir: Bizim işimiz selamettir, yani bize zarar yoktur.

"Fema lebise": Yani eğleşmedi, hemen kızarmış bir buzağı getirdi. Çünkü onları misafir zannetmişti. Melekler ona parlak oğlan çocukları donunda gelmişlerdi.

Haniz kelimesi üzerinde de altı görüş vardır:

Birincisi: Pişmiş, demektir, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Kızartılmış, suyu ve yağı damlayan, demektir. Bunu da Şimr b. Atıyye, demiştir.

Üçüncüsü: Yere gömülü ve üzeri kapalı şeyde (testide) pişirilen şeydir. Nitekim çöl halkı böyle yaparlar ve bilinen bir şeydir (cağ kebabı). Aslı mahnuz’dur, haniz, denilmiştir. Nitekim aynı vezinde tabîh ve matbuh, katil ve maktul vardır. Bu da Ferrâ’’nın görüşüdür.

Dördüncüsü: Kızarmış, demektir. Bunu da Ebû Ubeyde demiştir.

Beşincisi: Isıtılmış taşla kızartılmış, demektir. Bunu da Mukâtil ile

İbn Kuteybe demişlerdir.

Altıncısı: Haşlanmış demektir, bunu da Zeccâc zikretmiştir. Ve: O sadece kızartılmıştır, demiştir. Kızartılmış ve yağı damlayandır, taşla kızartılmış diyenler de vardır, denilmiştir.

70

Ellerinin ona uzanmadığını görünce, onlardan hoşlanmadı ve içinde bir korku hissetti. "Korkma; biz, Lût kavmine gönderildik” dediler.

"Ellerinin uzanmadığını görünce": Yani misafirlerin kızarmış buzağıya uzanmadığını görünce, demektir.

"Nekirehüm": Onlardan hoşlanmadı, demektir.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Nikirehiüm, enkerehüm ve istenkerehüm hepsi birdir. Şair A’şa şöyle demiştir:

(Kadın) benden hoşlanmadı (beni beğenmedi),

Beğenmediği de ak saçlarım ve kelliğim idi.

"İçinde onlardan bir korku hissetti": Yani içine bir korku girdi.

Ferrâ’ şöyle demiştir: O zamanlar misafir gelir de onlara yemek ikram edilince ona dokunmazlarsa, onları düşman veya hırsız zannederlerdi. İşte o zaman içinde bir korku hissetti. Onlar da bunu yüzünde görünce:

"Korkma, dediler".

"Şüphesiz biz Lût kavmine gönderildik":

Zeccâc şöyle demiştir: Biz onlara azap etmekle gönderildik.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu kısım niçin zikredilmedi? Çünkü öteki surede zikredilmekle ona işaret vardır.

71

Karısı da ayakta idi; güldü. Biz de onu İshak ile İshak'ın arkasından da Ya’kûb ile müjdeledik.

"Karısı ayakta idi": Adı Sara’dır,

nerede ayakta olduğu hususunda üç görüş vardır:

Birincisi: Perdenin arkasında idi, onların konuşmalarını dinliyordu. Bunu Vehb, demiştir.

İkincisi: Ayakta onlara hizmet ediyordu, bunu da Mücâhid ile Süddi, demişlerdir.

Üçüncüsü: Ayakta namaz kılıyordu, bunu da Muhammed b. İshak, demiştir.

"Güldü":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Burada gülme, şaşma manasınadır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi:

"Dahiket (güldü)nün manası: Hayız oldu (adet gördü) demektir. Bunu da Mücâhid ile İkrime demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu: Dahiketil ernebu sözlerinden gelir ki, tavşan hayız oldu, demektir. Buna göre hayız görmesi çocuk müjdesini tekit etmiş olur. Çünkü hayız görmeyen hamile kalmaz.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Dahiket"in hayız gördü manasına geldiği duyulmamıştır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Ferrâ’, Ebû Ubeyde ve Ebû Ubeyd,

"dahiket"in hayız gördü manasına gelmesini kabul etmemişlerdir. Başkaları ise böyle bir şeyi bildiklerini söylemiştir.

Şair şöyle demiştir:

Sırtlan Hüzeyl’in ölülerine güler,

Kurdun da onlara tekbir getirdiğini görürsün.

Bazı dilciler: Bunun hayız görür manasına olduğunu demişlerdir.

Üçüncüsü: O, bildiğimiz gülmedir, bu da çoğunluğun görüşüdür.

Gülme sebebinde de altı görüş vardır:

Birincisi: İbrahim’in misafirlerden çok korkmasına gülmüş ve:

"İbrahim kimden ve neden korkuyor? Misafirler topu topu üç kişidirler. O ise ailesinin ve hizmetçilerinin yanındadır?!” demiştir. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan demiş ve Mukâtil de aynısını söylemiştir.

İkincisi: O, meleklerin İbrahim’e verdikleri çocuk müjdesine güldü. Bu da yine İbn Abbâs ile Vehb b. Münebbih’ten rivayet edilmiştir. Buna göre gülmesi, müjdeye sevinmesindendir. Âyette de takdim ve tehir olur,

Mana da şöyledir: Karısı ayakta idi, biz de onu müjdeledik; o da güldü, İbn Kuteybe’nin tercihi de budur.

Üçüncüsü: Lût kavminin gafletinden ve azabın onlara yaklaşmış olmasından güldü. Bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Misafirlerin yemeğe el sürmemelerine güldü ve: "Ne tuhaf, misafirlere bizzat kendimiz hizmet ediyoruz, onlar ise yemeğimizi yemiyorlar!” dedi. Bunu da Süddi, demiştir.

Beşincisi: Güvende olmaktan sevindiği için güldü, çünkü o da İbrahim gibi korkmuştu. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

Altıncısı: O, İbrahim’e: Kardeşinin oğlu Lût’u yanına al, çünkü başlarına azap gelecektir, demişti. Melekler de onlara azap etmek için gelince, doğru düşündüğü için güldü. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Cebrâil, Sara’ya: Müjde, ey gülen kadın, İshak adında bir oğlun olacak, İshak’ın arkasından da Ya’kûb doğacaktır, dedi. Melekler onu İshak’ı doğurmak ve torununu görünceye kadar yaşamakla müjdelediler.

"Vera (arkasından)” kelimesinin manası üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O

"ba’de (sonra) manasınadır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mukâtil ile

İbn Kuteybe de bunu yeğlemişlerdir.

İkincisi: Vera, çocuğun çocuğu (torun) manasınadır. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiş, Şa’bî de böyle demiş, Ebû Ubeyde de onu tercih etmiştir.

Eğer:

"Ya’kûb nasıl İshak’ın torunu olur ki, o bizzat kendisinin çocuğudur?” denilerse, buna İbn Enbari cevap vermiş ve mana, şöyledir, demiştir: İshak'a nisbet edilenin arkasından da Yakub’u müjdeledik. Çünkü torun, İshak tarafından İbrahim’in idi. Bu durumda eğer: Torunlardan sonra da Yakub, dese idi, bu torunun İshak’a mı yoksa İsmail’e mi mensup olduğu bilinmezdi. O nedenle mana açığa çıksın, karışıklık olmasın diye İshak’a nisbet edildi.

İbn Enbari şöyle de demiştir: İbrahim’in İshak’tan başka çocuğunun mecaz yolu ile Sara’ya nisbet edilmesi de câizdir, o zaman âyetin tevili şöyle olur: Sara’ya nisbet edilen ve İshak tarafından İbrahim’e nisbet edilen, Yakub’u da müjdeledik. Kim de "vera” kelimesini

"arkasından” manasına alırsa mesele kalmaz, çünkü bu, Arapça’da gayet açıktır.

Kurralar Yakub kelimesinde ihtilaf etmişlerdir; İbn Kesir, Ebû Amr, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, ref ile

"Yakubu” okumuşlardır. İbn Âmir, Hamze ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, nasb ile

"Yakube” okumuşlardır.

Zeccâc da: Yakub’un merfu okunmasında iki mülahaza vardır, demiştir:

Birincisi: O muahhar mübteda ile merfudur, manası ise mukaddemdir, o da şöyledir: Ve Yakubu yahdüsü leha min verai İshaka (Sara’nın İshak’ın arkasından torunu Yakub olacaktır).

İkincisi: Ve sebete leha min verai İshaka Yakubu (Onun İshak’ın ardından Yakub torunu olacağı kesinleşti). (Yakub birincide haber, İkincide fail olarak merfudur. Mütercim).

Kim de onu mensûb okursa manayı dikkate almış olur,

Mana da şöyledir: Vehebna leha İshaka ve vehebna leha Yakube (Ona İshak’ı bağışladık ve ona Yakub’u da bağışladık).

72

(Karısı):

"Eyvah, ben bir koca karı, şu kocam da ihtiyar iken ben mi doğuracağım? Şüphesiz bu, şaşılacak bir şeydir!” dedi.

"Yaveyleta eelidü ve ene acuzün": Ya veyleta, büyük bir şey duyurulduğu zaman söylenir, beddua değildir. Bu, kadınlar bir şeye şaştıkları zaman dillerine gelen bir kelimedir.

"Eelidü” (doğuracak mıyım?)” sözü ise şaşma şeklinde sorudur.

Zeccâc şöyle demiştir: "Şeyhan” kelimesi hal olmak üzere mensubtur.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Böyle demekle kocasının ihtiyarlığını vurgulamak istemiştir.

O gün için İbrahim’le Sara’nın kaç yaşlarında olduklarında da dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: İbrahim doksan dokuz, Sara da doksan sekiz yaşında idi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: İbrahim yüz, Sara ise doksan dokuz yaşında idi. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: İbrahim doksan yaşında, Sara da aynı idi. Bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: İbrahim yüz yirmi, Sara ise doksan yaşında idi. Bunu da Ubeyd b. Umeyr ile İbn İshak, demişlerdir.

73

Onlar da:

"Allah’ın emrinden mi şaşıyorsun? Ey ev halkı, Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, övgüye layıktır, keremi boldur!” dediler.

"Allah'ın emrinden mi şaşıyorsun?": Yani kaza ve kudretinden demektir ki, o da iki yaşlıdan bir çocuk meydana getirmesidir.

Süddi şöyle demiştir: Sara, Cebrâil’e:

"Bunun işareti nedir?” dedi. O da eliyle kuru bir dal aldı, onu parmaklarının arasında eğdi, o da yemyeşil oldu. Sara: Öyleyse doğacak çocuğum Allah’a kurbandır, dedi.

"Allah’ın rahmet ve bereketi, ey ev halkı, sizin üzerinizedir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, meleklerin onlara duasıdır.

İkincisi: O, bunun böyle olacağına dair onlara haberdir.

O bereketlerden biri de İbrahim ve Sara’dan birçok peygamberler ve torunlar meydana gelmesidir. Hamîd ise: Övülen, demektir. Mecid’e gelince,

İbn Kuteybe: Macid demektir ki, şerefli manasınadır, demiştir.

Ebû Süleyman el - Hattâbî de: O keremi bol olandır, demiştir. Aslında mecd Arapçada: Bolluk manasınadır. Recülün macidün denir ki: İhsam bol cömert kişi demektir. Bir Arap atasözünde şöyle denilmiştir: Fi külli şecerin nar vestemcedel merhu velafar (her ağaçta ateş vardır, merh ile afarda ise fazlasıyla vardır).

74

İbrahim’den korku gidip de ona müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya başladı.

"İbrahim'den korku gidince": Yani onların yemeğe el sürmemelerinden dolayı telaşı gidince, demektir.

"Yücadilüna": Bunda gizli kelime vardır, ahaze ve akbele yücadilüna (bizimle mücadele etmeye başladı), yani elçilerimizle, demektir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Melekler ona:

"Biz bu kent halkını helak edeceğiz” (Ankebut: 31) deyince, o da:

"İçinde yüz mü’min bulunan bir kenti helak eder misiniz?” dedi. Onlar da: Hayır, dediler. O da:

"İçinde elli mü’min bulunan bir kenti helak eder misiniz?” dedi. Onlar da: Hayır, dediler. O: "Kırk olursa?” dedi. Onlar yine: Hayır, dediler. İbrahim durmadan rakamı indirdi, sonun da:

"İçinde bir mü’min olan kenti helak eder misiniz?” dedi. Onlar da: Hayır, dediler. İşte o zaman:

"Şüphesiz onda Lût vardır, dedi. Onlar da: Biz onda kimin olduğunu senden daha iyi biliriz, dediler” (Ankebut: 31). Bu, İbn İshak’ın görüşüdür. Başkası da şöyle demiştir: Ona: Eğer içinde beş kişi mü’min olursa azap etmeyiz, denildi. İçlerinde Lût ile iki kızından başkası bulunmadı.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir:

"içinde on dört mü’min bulunan bir kenti helak eder misiniz?” dedi. Onlar da. Hayır, dediler. İbrahim onları Lût’un karısı ile beraber on dört kişi olarak sayardı. Aslında on üç kişi idiler. O zaman İbrahim, durumu kabul etti.

75

Gerçekten İbrahim, cidden yumuşak huylu, kendini Allah’a veren çok içli idi.

"İnne İbrahime lehalîmün evvah": Bunu Beraet: 114’te tefsir etmiş bulunuyoruz. O zaman elçiler, İbrahim’e:

76

Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onlara reddolunmayan bir azap gelecektir.

"Ey İbrahim, bundan vazgeç": Yani bu tartışmadan vazgeç, dediler.

"Çünkü Rabbinin emri gelmiştir": Yani onlara azap emri gelmiştir, demektir. Şöyle de denilmiştir: Rabbinin azabı geldi, artık o reddedilmez. Çünkü Allah ona hüküm vermiştir.

77

Elçilerimiz Lût'a gelince, onların yüzünden üzüldü ve göğsü daraldı.

"Bu, çetin bir gündür!” dedi.

"Elçilerimiz Lût’a gelince":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Melekler İbrahim’in yanından Lût’un kentine doğru çıktılar. Oraya akşam üzeri geldiler.

Süddi de şeyhlerinden rivayet ederek: Öğle üzeri geldiler, demiştir. Onlar Sadom’a varınca Lût’un kızı ile karşılaştılar, o, ailesi için kuyudan su çekiyordu. Ona:

"Ey hanım kız, bizi konuk edecek bir ev var mı?” dediler. O da: Evet, ben gelinceye kadar burada bekleyin, dedi. Çünkü onlar için kavminden korkuyordu. Babasına geldi: Baba, yetiş, şehir kapısında birtakım gençler var, şimdiye kadar yüzleri onlarınkinden daha güzel birini görmedim. Kavmin onları yakalayıp da onları perişan etmesinler, dedi. Kavmi ise onu erkekleri misafir etmekten men etmişlerdi. Lût onları getirdi, onları Lût ailesinden başka kimse bilmedi. Karısı çıkıp kavmine haber verdi. Onlar da nefes nefese koşarak geldiler.

"Siye bihim":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onların adına kavmi için kötü düşündü, demektir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Eçilerin gelmesi onu üzdü, demektir. Çünkü onları tanımadı ve onlar için kavminden korktu. Bunu da İbn Cerir, demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Siye bihim aslında: Suvie bihim idi ki, su’ kökünden gelir. Ancak vav sakin kılınmış, kesresi de sin’e nakledimiştir.

"Ve daka bihim zer’an":

İbn Abbâs: Misafirleri için göğsü daraldı, sıkıştı, demiştir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Aslı: Ve daka zer’uhu bihim idi. Fiil zer’den Lût’a râci zamire verildi. Zer’ de fiilden ayrılmakla mensûb oldu. Tıpkı:

"Veştealerre’sü şeyba” (Meryem: 4) kavlinde olduğu gibi. Manası: İşteale şeybürre’si (başın beyaz saçları tutuştu) demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Daka fülanün biemrihi zer’an denir ki, başına gelen kötü durumdan çıkış yolu bulamamaktır. İbn Enbari de bunda üç görüş zikretmiştir:

Birincisi: Manası şöyledir: Başına öyle kötü bir iş geldi ki, onu kendinden def edemedi. Zer', bu manadan kinayedir.

İkincisi: Manası şöyledir: Sabrı azaldı ve başındaki kötü iş büyüdü. Aslı zerea fülanen el - kay’u’dur ki, midesi bulanıp kusmak zorunda kalmaktır.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Daka bihim vüs’uhu (imkanı yetmedi), zer’ ve zira imkan manasınadır. Çünkü zira (kol) eldendir, Araplar ise: Leyse hâza fi yedi (bu benim elimde değil) derler ki, bu benim imkanımı aşar, demektir. Bunun doğruluğunu da zira kelimesini zer’ yerinde kullanmaları gösterir: Dıktü bihazel emri ziraan, derler (bu işi kucaklayamam, göğüsleyemem). Şair de şöyle demiştir:

İleyke ileyke dâka bihim ziraan

(Ondan uzaklaş uzaklaş, onları kucaklayamaz).

Asîb kelimesine gelince:

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Asîb: insanları şerle saran çok zor şeydir. Misal olarak şu beyti getirmiştir:

Öyle zor bir gündür ki, kahramanları bile

Güçlü kimsenin yüksek selem (akasya) ağacını sardığı gibi sarar.

Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Çok çetin güne: Yevmün asibün ve yevmün asabsabün, derler.

78

Kavmi ona koşarak geldiler. Daha önce de kötü şeyler yapıyorlardı.

"Ey kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun. Beni misafirlerimin yanında rezil etmeyin, içinizde aklı başında bir adam yok mu?” dedi.

"Yuhreune ileyhi": İbn Abbâs ile

Mücâhid: Yuhreun, koşarak geldiler, demişler. Ferrâ’ ile

Kisâi de: Titreyerek koşmadıkça ona ihra, denmez demişlerdir.

İbn Kuteybe de: İhra, titremeye benzer, uhriarrecülü: Meçhul siga ile ur'ide gibidir: Adam koştu, demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: İhra, kavmin başına gelen bir şeydir, mana itibarı ile o fiil kendilerinindir, nitekim Araplar: Kad ûliarrecülu bilemri (adam kendini işe kaptırdı) derler ki, onu mef’ûl yaparlar, aslında fi’li yapan kendisidir. Ur'ide Zeydün ve sühiye Amrun da böyledir. Bu fiillerin hepsinde isim mef’ûl gibi takdir edilmiştir. Aslında fi’li yapan odur, ondan başka fail yoktur. İbn Enbari devamla şöyle demiştir: Bazı nahivciler şöyle demişlerdir: Bir fi’lin failini mef’ûl yapmak câiz değildir. Bu zikredilen fiillerin failleri ise atılmıştır; meselâ: "Ûlia Zeydün"ün takdiri: Evleahu tab’uhu ve cibilletuhu (Zeyd’i karakter ve yaratılışı o şeye tutkun kıldı) demektir. Ur'iderecülü de: Eradehu gadabuhu (öfkesi onu titretti) demektir. Sühiye Amr’un da: Caalehu sahiyen maluhu ve cehluhu (Amr’i malı veya cahilliği yanılttı) demektir. Konumuz olan "uhria"nın manası da Ehraahu havfuhu ve ru’buhu (korku ve endişesi onu koşturdu) demektir. Bundan dolayı bu isimler mef’ûl yerinde çıkmışlardır (kısacası bunlar fail değil naib-i faildirler demek istiyor. Mütercim). İbn Enbari son olarak şöyle demiştir: Bazı dilciler şöyle demişlerdir: Bir kimse korkarak koşmadıkça ona ihra denmez. Koşmasıyla beraber telaş ve paniği olmazsa muhri, denmez.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onların böyle nefes nefese koşmalarının sebebi, Lût’un karısının misafirlerin geldiğini haber vermesidir.

"Bundan önce": Yani Lût’a gelmelerinden önce,

"kötü şeyler yapıyorlardı": Yani o şeni hareketlerini kastediyor.

"İşte onlar kızlarımdır":

Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar sulbünden (öz) kızlarıdır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Eğer: "Nasıl cemi sigası kullandı, benati, dedi? Hâlbuki onlar iki tane (tesniye) idiler?” denilirse.

Cevap şöyledir: Bazen cemi tesniye yerine kullanılır, meselâ:

"Ve künna lihükmihim şahidin” âyetinde olduğu gibi.

İkincisi: Ümmetinin kadınlarını kastetmiştir, çünkü her peygamber ümmetinin babasıdır.

Mana da şöyledir: Onlara kızlarıyla evlenmelerini teklif etti veyahut kendi kadınları ile yetinmelerini emretti. Bu da Mücâhid, Said b. Cübeyr, Katâde ve diğerlerinin görüşüdür.

Eğer: "Kâfirlere mü’min kadınlarla evlenmeyi nasıl teklif etti?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Onun şeriatinde bu câiz idi. İslâm’ın başında da câiz idi, sonra kaldırıldı. Bunu da Hasen demiştir.

İkincisi: Onlara bunu Müslüman olmaları şartı ile teklif etti, bunu da Zeccâc demiştir. Onlara nikah kıyma şartı ile teklif etmesi de bunu destekler. Başka bir şarta bağlaması da câizdir.

"Onlar sizin için daha temizdir":

Mukâtil: Sizin için erkeklere yanaşmaktan daha helaldir, demiştir.

"Allah’tan korkun":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O’nun azabından korkun.

İkincisi: O’na isyan etmekten korkun.

"Vela tuhzuni fi dayfi": Ebû Amr ile Nâfi bu ye'yi harekeli okumuşlardır.

Bu rezilliğin manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: O onur kırıcı bir harekettir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Utanmadır,

Mana da şöyledir: Misafirlerime benim utanacağım bir iş yapmayın. Çünkü ev sahibi misafire dokunan her şeyden utanç duyar. Araplar: Kad haziyerrecülü yahza hizayeten derler ki, utanmaktır. Şair de bu manada şöyle demiştir:

Beyaz elbiseden utanmaz, ne zaman rüzgar ipek giysisini üzerine yapıştırır

Veya takıları boynundan giderse.

Üçüncüsü: Helak manasınadır. Çünkü bu durumda ev sahibine gelen bir kötülük onu helak eder. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Burada dayf: Edyaf (misafirler) manasınadır, tekil çoğula delalet eder, haulai resuli ve vekili (bunlar benim elçim ve vekilimdir) dediğin gibi.

"İçinizde aklı başında (reşîd) bir adam yok mu?":

Reşîdden ne murat edildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Mü’mindir.

İkincisi: İyiliği emreden, kötülükten men edendir. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Reşid'in mürşid manasına olması da câizdir, o zaman mana şöyle olur: İçinizde size öğüt verecek ve yaptığınız şeyin çirkin olduğunu söyleyecek mürşit (yol gösterici) biri yok mu? Bu durumda reşîd, ism-i fail manasına kullanılmış olur, tıpkı alîm ve şehîd gibi. Reşid’in irşat edilmiş manasına olması da mümkündür ki, o zaman da mana şöyle olur: İçinizde Allah’ın doğru yola götürmekle mutlu ettiği ve sizi bu utançtan çevirecek bir adam yok mu? Bu durumda reşîd, ism-i mef'ul manasına gelmiş olur, tıpkı kitabın sıfatı olan hakîm’in muhkem manasına geldiği gibi.

79

Dediler:

"Yemin olsun, gerçekten bilmişsindir ki, bizim senin kızlarında bir hakkımız yoktur ve şüphesiz sen, bizim ne istediğimizi iyi bilirsin".

"Kızlarında bir hakkımız yoktur":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bizim onlara ihtiyacımız yoktur. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Onlar bizim eşlerimiz değildir ki, onlarda bir hakkımız olsun. Bunu da İbn İshak ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

"Şüphesiz sen bizim ne istediğimizi bilirsin":

Atâ’ şöyle demiştir: Sen bizim kadınları değil, erkekleri istediğimizi bilirsin.

80

Lût: "Keşke size karşı bir gücüm olsaydı yahut sağlam bir kaleye sığınsaydım” dedi.

"Keşke size karşı bir gücüm olsa": Yani size karşı beni takviye edecek bir cemaatim olsa, demektir. Güçten cesaret kastetmiştir diyenler de olmuştur.

"Yahut sağlam bir kaleye sığınsaydım": Yani sizi bana yaklaştırmayacak aşiret ve taraftarlara katılsa idim. "Lev” şart edatının cevabı hazfedilmiştir, takdiri şöyledir: O zaman bu günahı işlemenize engel olurdum.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: "Âvî” eveytü ileyke, fe ene âvî üviyyen’den gelir ki, birine katılmaktır. Burada "rükn” kelimesi mecaz yolu ile güçlü, kalabalık ve yanına yaklaşılmayan oymak manasınadır. Nitekim şu beyitte böyledir:

Rükünler içinden öyle bir rükne sığınır ki,

Çok kalabalık ve yüksek bir şerefe haizdir.

Beyitte geçen tays lâfzı çok manasınadır, etana lebenün taysün ve şerabün taysün denir ki, bize çok süt ve içecek geldi, demektir.

Lût’un bunu ne zaman dediğinde de ihtilaf edilmiştir:

İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Lût kapısını kapatmıştı, melekler de yanında idi, onlarla tartışıyor ve onlara yalvarıyordu. Onlar ise kapıyı zorluyorlar ve duvardan aşmak istiyorlardı. Melekler onun sıkıntısını görünce: Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz; kapıyı aç ve bizi onlarla baş başa bırak, dediler. O da kapıyı açtı, kavmi içeri girdiler.

Cebrâil onlara azabı başlatmak için Rabbinden izin istedi, ona izin verdi. Kanadıyla onların yüzüne çarptı, onları kör etti. Çekilip: Canınızı kurtarın, canınızı kurtarın; Lût'un evinde dünyanın en büyük sihirbazı var, dediler. Ey Lût, sabahleyin görürsün deyip onu tehdit etmeye başladılar. Lût da meleklere:

"Onların helak vakitleri ne zamandır?” dedi. Onlar da: Sabah, dediler. O da: Onları şimdi helak etseniz, dedi. Melekler de: "Sabah yakın değil mi?” dediler.

Ebû Salih de, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onu tehdit edince, içinden: Yarın bunlar yanımdan giderler, ben de kavmimle başbaşa kalırım, onlar da beni mahvederler, dedi. İşte Lût o zaman: Keşke size karşı koyacak bir gücüm olsa, dedi.

Ben de derim ki: Bu durum ancak onların melek olduklarını bilmeden önce demiş olabilir. Bazıları şöyle demişlerdir: Bunu kapıyı kırıp da içeri girdikleri zaman söyledi. Başkaları da şöyle demişlerdir: Onları misafirlere yaklaşmayın diye men edip de onlar da kabul etmeyince dedi.

Hulasa: Rükn derken Allah'ın yardım ve inâyetini kastetmemiştir, çünkü hiçbir zaman ondan mahrum değildi. Bu kelime ile sadece aşiret ve aileyi kastetmiştir.

Ebû Hureyre, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Lût’a merhamet etsin, o sağlam bir köşeye sığmıyordu. Allah ondan sonra ne zaman bir peygamber gönderdi ise, mutlaka varlıklı ve adamı çok kabileden göndermiştir. 1

1 - Tirmizî, Tefsirü sûre 56, bab, 6.

81

(Elçiler):

"Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Sana asla dokunamazlar. Sen aileni gecenin bir bölümünde yürüt. İçinizden kimse arkasına bakmasın, ancak karın hariç. Çünkü onlara dokunan ona da dokunacaktır. Onların belirlenen vakitleri sabahtır. Sabah da yakın değil mi?” dediler.

"Sana asla dokunamazlar": Mukâtil burada söylenmeyen kelime vardır, takdiri şöyledir demiştir: Sana asla kötülük edemezler. Şöyle ki, onlar Lût’a: Biz senin yanında birtakım adamlar görüyoruz, bizim gözümüzü boyadılar, yarın sen ve ailen başınıza ne geleceğini bilirsiniz, dediler. Bunun üzerine Cebrâil de ona:

"Şüphesiz bizler Rabbinin elçileriyiz; sana asla ulaşamazlar” dedi.

"Feesri biehlik": Âsım, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, hemze ile "feesri” okumuşlar, onu esreytü babından getirmişlerdir. İbn Kesir ile Nâfi de, hemzesiz olarak sereytü’den getirip "fesri biehlik” okumuşlardır. Bunların ikisi de lügattir.

Zeccâc şöyle demiştir: Sereytü, ve esreytü: Gece yürüyüşü yapmaktır. Şair de şöyle demiştir:

Onları gece yürüttüm, öyle ki, binekleri yoruldu,

Hatta asil atlar bile yularla çekilmez oldu.

Şair Nabiğa da şöyle demiştir:

Gece ikizler burcundan ona bir bulut yürüdü,

Kuzey rüzgarı da ona donmuş dolular atıyordu.

Bu beyitte geçen esret, seret şeklinde de rivayet edilmiştir. Lût’un ailesine gelince: Onlar karısı ile iki kızından ibaret idi. Kızlarının adları: Rüsba ile Züarsa idi.

Süddi de şöyle demiştir: Büyüğünün adı: Reyye, küçüğünün adı da: Arube idi. Ailesinden maksat, iki kızıdır. Âyette geçen kıt’, kıt’a (parça) manasınadır. Mada kıt'un minelleyli denir ki, kıt’atün (gecenin bir kısmı geçti) demektir.

İbn Abbâs da: Bundan gecenin sonunu kastetmiştir, demiştir.

İbn Kuteybe de:

"Bikıt'in": Gecenin kalan son kısmında, demiştir.

İbn Enbari de: Kıt’ deyip kıt’ayı anlamak geceye hastır, yoksa: İndi kıt’un minessevbi deyip de kıt’atün kastetmek câiz değildir (yanımda bir parça kumaş vardır).

"İçinizden kimse arkasına bakmasın":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, içinizden kimse geri kalmasın, manasınadır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, bildiğimiz gibi arkasına bakmaktır. Bunu da Mücâhid ile Mukâtil, demişlerdir.

"İllemreetek": Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi te’nin nasbi ile okumuşlardır. İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Cemmaz da Ebû Cafer’den rivayet ederek tenin ref'i ile okumuşlardır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kim nasb ile okursa

Mana şöyledir: Feesri bihlike illemreetek. Kim de ref ile okursa "vela yeltefit minküm ahadün illemretük” manasına almıştır. Arkalarına bakmamalan da onların başına gelen azabı görmemeleri içindir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Merfu kıraatine görfe istisna munkatı olur, manası da şöyledir: Lâkin imreetük, feinneha teltefitii feyusibuha ma esabehüm (ancak karın geriye bakar, o da azaba duçar olur). İstisna munkatı olunca, geriye bakması Rabbine isyan olur. Çünkü bakmaması emrolunmuştur.

Katâde şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre karısı, Lût kentten çıkarken onunla beraber idi. Çökme ve yıkılma sesi duyunca arkasına baktı: Vah kavmim, dedi. Ona da bir taş değip onu da helak etti. İşte:

"innehu musibuha ma esabehüm, inne mevidehümüssubh” dediği budur. Helak zamanları da sabahtır.

"Sabah yakın değil midir?":

Müfessirler şöyle demişler: Melekler:

"Onların helak vakti sabahtır” dediler. Lût da: Ben daha çabuk istiyorum, dedi. Ona:

"Sabah yakın değil midir?” dediler.

82

Emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Üzerlerine istif edilmiş pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık.

"Emrimiz gelince":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın onlara azap emri demektir.

İkincisi: Emir azap manasınadır. Üçüncülü: Azaplarına hüküm manasınadır.

"Oranın üstünü altına getirdik": Orası dediği altı üstüne getirilen kentlerdir. Bunlar da Lût kavminin köyleridir. Biz de bunu Beraet: 70’te zikretmiş bulunuyoruz. Burada ise helak kıssalarına işaret edeceğiz:

İbn Abbâs şöyle demiştir: Cebrâil, Lût'a çıkmasını emretti: Sen çık, koyunlarını ve sığırlarını da çıkar, dedi. O da:

"Bunu nasıl yaparım, şehrin kapıları kapatılmıştır?” dedi.

Cebrâil kanadım açtı, onu, iki kızını ve neleri varsa onları kanadına alıp şehirden çıkardı. Cebrâil, Rabbine:

"Ya Rabbi, bunların helakini bana ver, dedi. Allah da ona: Onların helakini sen üstlen, diye vahyetti. Sabahleyin etraf aydınlanınca, Cebrâil onlara geldi, onları kanadına bindirdi, sonra onları yukarı kaldırdı, öyle ki, havadaki kuşlar da çıktı, nereye gittiğini bilmiyordu. Sonra onları ters çevirdi. Şiddetli bir ses işittiler, Lût’un karısı dönüp baktı; Cebrâil ona bir taş atıp onu öldürdü. Sonra yüksek bir yere çıktı, onların yola çıkanlarını, çobanlarını ve kentten ayrılanları gözetledi. Onlara taşlar atıp onları da öldürdü.

Süddi şöyle demiştir: Cebrâil yedi kat yerin dibinden onları söktü, onları dünya göğüne kaldırdı, öyle ki, göktekiler köpeklerin ulumasını işittiler. Sonra onları ters çevirdi. Başkası da şöyle demiştir: Beş kent idi, en büyükleri Sadom idi. Nüfüs da dört milyon idi. Her kentte yüz b. savaşçı olduğu söylenmiştir. Cebrâil onları göğe kaldmnca bir kaplan bile kırılmadı, onları ters çevirinceye kadar düşmedi. Beş kentten, bir kişinin kurtulduğu, onun da o kötü amele katılmadığı bildirilmiştir.

Yalnız

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Onları Cebrâil ile Mikâil havada ters çevirmişlerdir.

"Üzerlerine yağdırdık (vemtarna aleyha)":

Zamir hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O kentlere râcîdir.

İkincisi: Ümmete râcîdir.

Sicil lâfzı hakkında da yedi görüş vardır:

Birincisi: O Farsça sengikil (kiltaşılından gelmektedir ki, seng: Taş, kil de: Çamurdur. Bu da İbn Abbâs, İkrime ve Said b. Cübeyr’in görüşleridir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Onun başı taş, sonu çamurdur.

Dahhâk da: Yani pişirilmiş tuğladır, demiştir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Kim bu görüşe sahip olursa,

"çamurdan taş” (Zariyat: 33) kavliyle kıyas etmiştir. Ferrâ’ da onun pişirilip değirmen taşlan gibi olduğunu nakletmiştir.

İkincisi: O, gökle yer arasında boşlukta duran bir denizdir, taşlar oradan inmiştir. Bunu da İkrime, demiştir.

Üçüncüsü: Siccîl: Dünya göğünün ismidir, mana da: Dünya göğünden gelen taşlar yağdırdık, demektir. Bunu da İbn Zeyd söylemiştir.

Dördüncüsü: O sert taşların en katı çeşitidir, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. Delil olarak İbn Mukbil'in şu beyitini getirmiştir:

Ona kahramanların birbirlerine tavsiye ettiği şiddetli bir darbe indirdi (siccin).

İbn Kuteybe bu görüşü reddetmiş ve: Bu nun'lu bir kelimedir, o ise (siccîl) lamlı bir kelimedir. Bu beyitte geçen kelime fi’îl veznindedir, secentü kökünden gelmektedir ki, hapsettim, demektir. Sanki onu yerine mıhlayan bir darbe indirdi, demek istemiştir.

Beşincisi: "Siccîl” kavli sicil demektir ki, o da azaplarının yazıldığı defterdir. Bu da Zeccâc’ın tercihidir.

Altıncısı: O, esceltuhu’dan gelir ki, onu gönderdim, demektir, sanki taşlar onlara gönderilmiştir.

Yedincisi: O, esceltuhu’dan gelir ki, vermek demektir. Bu iki görüşü Zeccâc nakletmiştir.

"Mandud (istif edilmiş)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Birbiri ardından demektir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Dizilmiş, bunu da İkrime ile Katâde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Üst üste konulmuştur, çünkü o sıkıştırılıp taş haline getirilen çamurdur. Bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir.

"Müsevvemeten":

Zeccâc şöyle demiştir: İşaretlenmiş, bu sûme kökünden alınmıştır ki, alâmet demektir.

Alâmetinde de altı görüş vardır:

Birincisi: Kırmızı üzerinde beyazdır, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’- tan rivayet etmiştir. Hasen de böyle demiştir.

İkincisi: O mühürlü idi, taş beyaz idi, üzerinde siyah nokta vardı, yahut siyah idi, üzerinde beyaz benek vardı. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O siyah kırmızı çizgili idi, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Üzerinde serpiştirilmiş kırmızılık ve dal şeklinde kırmızı çizgiler vardı. Bunu da İkrime ile Katâde, demişlerdir.

Beşincisi: Üzerlerinde onların dünya taşlarından olmadığını gösteren işaretler vardı. Bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

Altıncısı: Onlardan her taşın üzerinde öldüreceği adamın ismi yazılı idi. Bunu da Rebi’, demiştir. O taşları görenlerden birinden: Onlar deve başı, deve ayağı ve insan yumruğu gibi idi dediği rivayet edilmiştir.

83

Rabbinin katında damgalanmış (taşlar). O, zâlimlerden uzak değildir.

"Rabbinin katında":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Rabbinin katından gelmiştir. Bunu da İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Rabbinin yanında hazırlanmıştır. Bunu da Ebû Bekir el - Hüzeli, demiştir.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Bu damga o taşlara Allah katında O’nun kudretinin büyüklüğünü ve azabının çetinliğini göstermek için vurulmuştur. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

Dördüncüsü:

"Rabbinin katında"nın manası: O'nun izni olmadan el sürülmeyecek hâzinelerinde, demektir.

"O, zâlimlerden uzak değildir":

Burada zâlimlerden kimlerin kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Burada zâlimlerden maksat, Kureyş kâfirleridir, Allah onları bu taşlarla korkutmuştur. Bunu da çoğunluk, demiştir.

İkincisi: O, bütün zâlimler için geneldir.

Katâde şöyle demiştir: Allah’a yemin ederim ki, Allah Lût kavminden sonra hiçbir zalimi bundan korumamıştır. Binaenaleyh Allah’tan korkun ve O’ndan sakınca üzerinde olur.

Üçüncüsü: Onlar Lût kavmidir,

Mana da şöyledir: Onlar zâlimlerden, yani Lût kavminden uzak değildir. Bunun da manası: Onları şaşırmaz, demektir.

84

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i (gönderdik).

"Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik yapmayın. Şüphesiz ben, sizi bir hayır içinde görüyorum. Ve ben sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum” dedi.

"Medyen’e": Bunu A’raf: 85’te zikretmiş bulunuyoruz.

"Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın": Yani noksan yapmayın, demektir. Onlar inançsızlıklarının yanı sıra bunu da eksik yaparlardı.

"Şüphesiz ben sizi bir hayır içinde görüyorum":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, fiyat ucuzluğudur, bunu da İbn Abbâs, Hasen ve Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: Mal bolluğudur, yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiş; Katâde ile İbn Zeyd de böyle demişlerdir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir:

Mallarınız çok, fiyatlarınız ucuzdur; eksik ölçüp tartmaya ne ihtiyacınız var?!

"Ben sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, pahalılıktır, fiyatların artmasıdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Kuraklık, kıtlık ve pahalılıktır.

İkincisi: Dünyada azaptır, o da başlarına gelendir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Ahir ette ateş azabıdır. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Ölçüyü ve tartıyı adalede yapın": Yani bunu adaletle tam yapın. İfa: Tam yapmak demektir.

85

"Yeryüzünde bozguncular olarak fenalık yapmayın": Ölçüyü ve tartıyı eksik tutarak.

86

"Allah’ın kalan rızkı sizin için daha hayırlıdır, eğer mü’minlerseniz. Ben, sizin üzerinizde bekçi değilim".

"Allah’ın kalan rızkı sizin için daha hayırlıdır":

Bunda da sekiz görüş vardır:

Birincisi: Ölçüyü ve tartıyı tam yaptıktan sonra kalan helâl kâr sizin için eksik yapmaktan daha hayırlıdır. Bunu da İbn Abbâs demiştir.

İkincisi: Allah'ın rızkı sizin için daha hayırlıdır, yine bu da İbn Abbâs'tan rivayet edilmiş; Süfyan da böyle demiştir.

Üçüncüsü: Allah’a itâat sizin için daha hayırlıdır. Bunu da Mücâhid ile Zeccâc, demişlerdir.

Dördüncüsü: Allah’ın verdiği nasip sizin için daha hayırlıdır. Bunu da Katâde, demiştir.

Beşincisi: Allah’ın rahmeti sizin için daha hayırlıdır. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Altıncısı: Allah'ın vasiyeti sizin için daha hayırlıdır, bunu da Rebi’, demiştir.

Yedincisi: Allah’ın ahiretteki sevabı sizin için daha hayırlıdır. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Sekizincisi: Allah’ın gözetlemesi sizin için daha hayırlıdır, bunu da Ferrâ’ zikretmiştir.

Hasen Basri de, te ile:

"Takıyyetullahi” okumuştur.

"Eğer mü'minler iseniz": O şeylerin hayırlı olması için imanı şart koştu, çünkü onlar, aziz ve celil olan Allah’a iman ederlerse, dediğini daha doğru anlarlar.

"Ben sizin üzerinizde bekçi değilim":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Sizinle savaşmak ve sizi imana zorlamakla emrolunmadım.

İkincisi: Ölçerken eksik yapmamanız için sizi denetlemekle emrolunmadım.

Üçüncüsü: Eğer size Allah’ın azabı gelirse sizi ondan koruyamam.

87

Dediler:

"Ey Şuayb, atalarımızın ibadet ettiklerini ve mallarımızda istediğimizi yapmayı bırakmamızı sana namazların mı emrediyor? Şüphesiz sen, gerçekten sen yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın".

"Esalâvatüke te’mürüke": Hamze, Kisâi, Halef ve Hafs, müfred sigası ile:

"Esalatüke” okumuşlardır.

Onun namazlarından ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Dinidir, bunu Atâ’, demiştir.

İkincisi: Okumasıdır, bunu da A’meş, demiştir.

Üçüncüsü: Bildiğimiz namazlardır. Şuayb aleyhisselam çok namaz kılardı.

"Yahut mallarımızda istediğimizi yapmayı":

Ferrâ’, âyetin manası şöyledir, demiştir: Namazların mı sana atalarımızın ibadet ettiklerini bırakmamızı yahut mallarımızda istediğimizi yapmayı bırakmamızı emrediyor?

Nunla (en nef’ale) okunduğu takdirde

Kelâmın manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Onların mallarında yaptıkları şey, eksik ölçüp tartmaktır, bunu da İbn Abbâs demiştir. Bu durumda

Mana şöyledir: Biz kendi aramızda yaptığımız şeyden razıyız.

İkincisi: Onlar dirhem ve dinarları keserlerdi, onları bundan men etti. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Kurtubi de: Dirhemleri kestikleri (küçülttükleri) için azap olundular, demiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Dahhâk b. Kays el - Fihri, te ile

"ma teşau” okumuş ve

"ennef ale"yi de

"ennetrüke"nin üzerine atfetmiş, böylece kelime gizlemeye ihtiyaç duymamıştır. Bu kıraate göre Şuayb onlara zekâtı emretti, onlar da kabul etmediler. Ebû Abdurrahman es - Sülemi, Dahhâk ve İbn Ebi Able de

"ev en tef ale fi emvaline ma teşau” şeklinde ikisinde de te ile okumuşlardır. Bu kıraatin manası da el - Fihri kıraatinin manası gibidir.

"Gerçekten sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar bunu alay yollu, dediler. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Katâde ile Ferrâ’ da böyle demişlerdir.

İkincisi: Ona: Sen beyinsizin teki ve cahilsin, dediler. Ayetteki şekli bu kinaye ile söylediler. Bunu da Zeccâc zikretmiştir.

Üçüncüsü: Onlar ona, akılsız ve sapık diyerek küfrettiler, aziz ve celil olan Allah da onu methetti ve: Hayır, sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başındasın, kâfirlerin dediği gibi değilsin, dedi. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, Ebû’l - Hasen el - Missisi’den nakletmiştir.

Dördüncüsü: Onlar onun gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında biri olduğunu itiraf ettiler ve: "Sen yumuşak huylu ve akıllı birisin, bizi mallarımızda istediğimizi yapmaktan niçin men ediyorsun?” dediler. Bunu da Maverdi, aktarmış, İbn Keysan da aynı kanaati beyan etmiştir.

88

Dedi:

"Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben, Rabbimden bir belge üzerinde isem ve kendinden bana güzel bir rızık vermişse! Sizi yasakladığım şeylerde size muhalefet etmek istemiyorum. Ben, gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Benim muvaffakiyetim ancak Allah iledir. Yalnız O’na tevekkül ettim ve yalnız O’na dönüyorum".

"Ya ben Rabbimden bir belge üzerinde isem": Bunun tefsiri de, Hûd suresi: 28 ve 29. âyetlerde geçmiştir.

"Ve kendinden bana güzel bir rızık vermişse":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O helâl rızıktır,

İbn Abbâs: Şuayb’in çok malı vardı, demiştir.

İkincisi: Peygamberliktir.

Üçüncüsü: İlim ve marifettir.

Zeccâc şöyle demiştir: Burada şartın cevabı zikredilmemiştir,

Mana da şöyledir: Eğer ben Rabbimden bir belge üzerinde isem, sapıklığın arkasına düşer miyim? Cevap, muhataplar bildiği için terk edilmiştir. Yukarıda bunun benzeri geçmiştir.

"Sizi yasakladığım şeylerde size muhalefet etmek istemiyorum":

Katâde şöyle demiştir: Ben sizi bir şeyden men edip de kendim onu irtikâp edecek değilim.

Zeccâc da şöyle demiştir: Size muhalefet etmekle onu irtikap etmek istemiyorum.

"Ben gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum": Yani ben size emrettiğim şeylerde elimden geldiği kadar ıslah etmek istiyorum. Elimden gelen de size tebliğ etmektir, sizi zorlamak değildir.

"Vema tevfiki illâ billah (benim muvaffakiyetim ancak Allah iledir)": Medinelilerle İbn Âmir ye’nin harekesiyle

"tevfikıye” okumuşlardır. Kelâmın manası şöyledir: Sizi ıslah etmeye çalışırken haklı çıkmam ancak Allah’ın yardımı iledir.

"Yalnız O’na tevekkül ettim": Yani işimi O’na ısmarladım. Bunu da:

"Ey Şuayb, seni mutlaka ülkeden çıkaracağız” (A’raf: 88) sözleriyle tehdit etmeleri üzerine demiştir. "Ve ileyhi ünîb": Yalnız O’na dönüyorum, demektir.

89

"Ey kavmim, bana muhalefetiniz, başınıza Nûh kavminin yahut Hûd kavminin veyahut Salih kavminin başına gelenler gibi bir şey getirmesin. Lût kavmi de size uzak değildir".

"Lâ yecrimenneküm şikakiye": Bu ye’yi İbn Kesir, Ebû Amr ve Nâfi, harekeli okumuşlardır.

Zeccâc da: Bana düşmanlığınız size azap kazandırmasın, diye mana vermiştir.

"Lût kavmi sizden uzak değildir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Lût kavminin yurtlarına yakın idiler.

İkincisi: Lût kavmi onlara yakın zamanda helak olmuştu.

Zeccâc şöyle demiştir: Lût kavminin helaki bildiklerin helakin en yakını idi. Neden

"baiden” lâfzını müfret yapmıştır? Çünkü onu kavmin sıfatı olmaktan çıkarmış, mahzuf bir şeyin sıfatı yapmıştır, o da şöyledir: Vema kavmu Lutın minküm bimekanin baidin (Lût kavmi size uzak bir yerde değildir).

90

"Rabbinizden istiğfar edin, sonra da O’na Tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim çok merhamet edicidir, çok sevendir".

"inne Rabbi rahimün vedud":

Rahîm’in manası yukarıda geçti.

Vedud’a gelince, İbn Enbari manası: Kullarını sevendir, demiştir. Vedittürrecüle evedduhu vüdden ve vedden ve vidden kavlinden gelir. Şöyle de denir: Veditürrecüle vidaden ve vüdaden ve vidadeten.

Hattâbî de şöyle demiştir: O vüd kökünden alınmış bir isimdir, bunda da iki mülahaza vardır:

Birincisi: Feûl, mef’ul manasında olmasıdır, nitekim şöyle denir: Recülün heyub, korkunç adam, feresün rekûb, binek atı manasına. Buna göre Allahü teâlâ da veli kullarının kalplerinde sevilmiştir, çünkü O’nun ihsanını bilirler.

İkinci mülahaza: Seven manasına olmasıdır, yani O, iyi kullarını sever. Şu manaya ki, amellerini kabul etmekle onlardan razı olur. Bunun manası da: Onları mahlukuna sevdirir demektir. Meselâ:

"Rahman onlar için kalplerde bir sevgi yaratır” (Meryem: 95) âyetinde olduğu gibi.

91

Dediler:

"Ey Şuayb, senin dediklerinden çoğunu anlamıyoruz. Ve biz, seni içimizde zayıf görüyoruz. Eğer aşiretin olmasaydı, mutlaka seni taşla öldürürdük. Sen bize göre değerli biri değilsin".

"Dediğin şeylerin çoğunu anlamıyoruz": İbn Enbari mana: Dediğin şeylerden çoğunun doğru olduğunu anlamıyoruz, demektir. Çünkü onlar başka bir dine tabi idiler. Onu sıkıcı bulduklarından anlamıyorlar gibi davranmış da olabilirler.

"Seni içimizde zayıf görüyoruz":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Zayıf, kör, demektir. İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve

Katâde: Şuayb a’ma idi demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Himyer lehçesinde köre zayıf derler.

İkincisi: Zelil ve hor. Bunu Hasen, Ebû Ravk ve Mukâtil, demişlerdir.

Ebû Ravk ise: Allah ne kör ne de kötürüm bir peygamber göndermemiştir, demiştir.

Üçüncüsü: Gözü zayıf demektir, bunu da Süfyan, demiştir.

Dördüncüsü: Kazanç elde edemeyen demektir, bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Aşiretin olmasa idi seni mutlaka taşla öldürürdük":

Zeccâc şöyle demiştir: Eğer aşiretin olmasa idi seni taşa tutardık. Taşla öldürme öldürmelerin en kötüsüdür. Aşireti onların dininden idi, o nedenle onlara meyledip saygı göstermişlerdir. Bazıları da taşlamanın burada sövme ve eziyet etme manasına olduğunu söylemişlerdir.

"Sen bize göre değerli biri değilsin":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Saygıdeğer.

İkincisi: Seni öldürmekten çekineceğimiz biri değilsin.

92

Dedi:

"Ey kavmim, aşiretim size göre Allah’tan daha mı şereflidir ki, O’nu arkanıza atılacak bir şey edindiniz. Şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı kuşatıcıdır".

"Erahti eazzü aleyküm minallah": Kufeliler ile Ya’kûb , "rahtiye"nin yesini sakin okumuşlardır,

Mana da şöyledir: Aşiretimi dikkate alıyorsunuz da Allah’ı almıyor musunuz?

"Onu arkanıza atacak bir şey edindiniz (ittehaztümuhu)":

Hu zamiri hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’ya râcîdir, bunu da cumhûr, demiştir. Ferrâ’ da mana şöyledir, demiştir: Allah’ın emrini arkanıza attınız.

Zeccâc da şöyle demiştir: Araplar önem verilmeyen her şey için: Filan bu işi arkasına attı, derler. Şair de şöyle demiştir:

Ey Temim oğlu Kays kabilesi, ihtiyacımı arkanıza atmayın,

Ben onun içinden çıkamayacak biri değilim.

İkincisi: O, Şuayb’in getirdiği prensiplere işaret etmektedir, bunu da Mücâhid, demiştir.

"Şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı kuşatıcıdır": Yani amellerinizi bilmektedir, sizi onlara göre cezalandırır. Bundan sonrasının tefsiri, "sevfe talemun” kavline kadar En’am: 135’te geçmiştir.

Eğer biri: "Nasıl burada

"sevfe” dedi, öteki surede (Enam: 135'te) "fesevfe?” dedi, derse, cevap şöyledir: Her ikisi de Araplarca güzeldir; eğer fe getirirlerse, sözü devam ettirmiş olurlar. Eğer düşürürlerse konuyu bitirmiş ve yeni bir söze başlamış sayarlar. Meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Innallahe ye’mürüküm en tezbehu bakareten kalu etettehizüna hüzüva” (Bakara: 67). Mana: Fekalu: Etettehizüna demektir. Söz tamam olduğu için fe atılmıştır. Şair İmruulkays de şöyle demiştir:

(Kadın): Allah’a yemin ederim ki, çaren kalmadı,

Bu suçtan kurtulacağını sanmıyorum, dedi.

Ben ise onu gece yürüttüm, ipek entarisinin Eteklerini sürüyordu.

Beyitte geçen harecet, feharecet manasınadır, söz bittiği için fe’yi atmıştır. Fekıımtü biha emşi rivâyeti de vardır.

93

"Ey kavmim, siz durumunuza göre (yapacağınızı) yapın. Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Bekleyin; şüphesiz ben de sizinle beraber bekliyorum".

"Bekleyin ben de sizinle beraber bekliyorum":

İbn Abbâs: Siz azabı bekleyin, ben ise sevabı bekliyorum, demiştir.

94

Emrimiz gelince Şuayb’i de onunla beraber İman edenleri de bizden bir rahmetle kurtardık. Zâlimleri ise o ses tuttu; hemen yurtlarında diz çökerek kaldılar.

"Zâlimleri ise o ses tuttu":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Cebrâil onlara bir haykırdı, oldukları yerde öldüler. Muhammed b. Ka’b de şöyle demiştir: Medyen halkı üç çeşit azap gördü: Yurtları sarsıldı, öyle ki, başlarına çökeceğinden korktular. Onlardan çıkınca şiddetli bir sıcağın altında kaldılar. Allah onlara gölgelik gönderdi; gölgeye gelin, dediler. Hepsi gölgeliğe girince onlara bir ses edildi, hepsi öldüler.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Hiç iki ümmet aynı şekilde azap edilmemiştir, ancak Şuayb ve Salih kavimleri hariçtir ki, bunlarıf altlarından bir ses tuttu. Şuayb kavmini ise üstlerinden tuttu. Gölgelik gibi bir bulut geldi, içinde rüzgar vardı, kaç zamandır rüzgarları kesilmişti. Gölgelenmek için altına girince rüzgar onları yaktı.

95

Sanki orada kalmamışlar gibi. Bilin ki, Semud kavmi uzak olduğu gibi Medyen için de bir uzaklık!

"Semud kavmi uzak olduğu gibi (kema baidet)": Semud kavmi helak olduğu gibi onlar da helak oldular, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Beide yeb’adü helak manasınadır; beude yeb’udu da uzaklaşma manasınadır.

96

Yemin olsun Mûsa’yı da âyetlerimizle ve apaçık bir kanıtla gönderdik.

"Yemin olsun Mûsa’yı âyetlerimizle gönderdik":

Zeccâc: Peygamberliğinin doğruluğunu gösteren işaretlerle demiştir. "Sultanin mübin” de: Apaçık bir kanıtla demektir.

97

Fir’avn’e ve ileri gelenlerine. Onlar Fir'avn’in emrine uydular. Fir’avn’in emri ise doğru değildi.

"Fir’avn’in emrine uydular": O da kendisine tapıp onu ilâh edinmeleri idi.

"Fir’avn'in emri doğru değildi": Yani hayrı gösteren bir yol değildi.

98

Kıyamet gününde kavminin başına geçecek. Onları ateşe götürmüştür. Varılan o yer ne kötüdür!

"Kıyamet gününde kavminin başına geçecek (yakdumu kavmehu)":

Zeccâc şöyle demiştir: Kademtül kavme akdümühüm, kadmen ve kudumen: Başlarına geçmektir. Mana da onları ateşe götürür, demektir. Bunu da:

"Onları ateşe götürmüştür” kavli göstermektedir,

İbn Abbâs da: Onları ateşe girdirir, demiştir.

Katâde de şöyle demiştir: Önlerinde gider, onları birden ateşe atar.

"Bi’sel virdül mevrud (varılan o yer ne kötüdür)":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Vird, varılan yerdir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Vird mastardır, manası da varmak demektir. Araplar onu varılan yer manasında kullanırlar. Cümlenin manası: Girilen o ateş ne kötü yerdir, demektir.

99

Bu dünyada da kıyamet gününde de lânete duçar oldular. Edilen o yardım ne kötüdür!

"Bu dünyada da kıyamet gününde de lânete duçar oldular":

Bu lanette iki görüş vardır:

Birincisi: O dünyada denizde boğulmaktır, ahirette de cehennem azabıdır. Bu da Kelbî ile Mukâtil’in görüşleridir.

İkincisi: O dünyada mü’minlerin, ahirette de meleklerin lanetidir. Bunu da Maverdi, zikretmiştir.

"Edilen o yardım ne kötüdür (bi’serrifdül merfud)":

İbn Kuteybe: Rifd: Hediyedir; lânet ne kötü hediyedir demek istiyor. Refettuhu erfüduhu denir ki: Vermek ve yardım etmektir. Merfud: Verilen şeydir.

100

Bunlar o kentlerin haberlerindendir; onu sana anlatıyoruz. Onlardan kimi ayakta, kimi ise biçilmiş.

"Bunlar o kentlerin haberlerindendir": Yani yukarıda helak edilen kentlerden geçen haberlerdir.

"Onu sana anlatıyoruz": Yani onu sana haber veriyoruz.

"Onlardan kimi ayakta":

Katâde: Ayakta, yeri görülen; biçilmiş de: İzi görülmeyendir, demiştir.

İbn Kuteybe de: Ayakta: Göze görünen, biçilmiş de: Yok edilip biçilendir, demiştir.

Zeccâc da: Ayakta: Duvarları kalan, biçilmiş de: Yere batıp eseri silinendir, demiştir.

101

Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince, Allah’tan başka ibadet ettikleri ilâhları, onlardan hiçbir şeyi defedemedi ve ziyanlarından başka bir şeyi de artırmadı.

"Biz onlara zulmetmedik": Azap ve helak ederek.

"Ancak onlar kendilerine zulmettiler": İnkar ve isyanlarla.

"İlâhları onlardan hiçbir şeyi defedemedi": Yani onlara bir fayda veremedi ve onlardan hiçbir şeyi defedemedi, demektir.

"Rabbinin emri gelince": Helak emri gelince.

"Artırmadılar": Yani ilâhları,

"ziyanlarından başka (tetbib)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O (tetbib), ziyandır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid ile

Katâde de böyle demişler; İbn Kuteybe ile Zeccâc da bunu tercih etmişlerdir.

İkincisi: O kötülüktür, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: İmha ve helak etmedir, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

Eğer.

"İlâhlar cansızdır, nasıl: "Zaduhum” dedi?” denilirse, buna iki cevap verilir:

Birincisi: Onlara ibadetleri ancak bunu artırdı, demektir.

İkincisi: Onlar kıyamette onlara yardım edecek ve kötülüklerini artıracaktır, demektir.

102

Rabbinin kentleri yakaladığı zaman yakalaması işte böyledir. Şüphesiz O’nun yakalaması acıklıdır, çok çetindir.

"Rabbinin kentleri yakalaması böyledir": Yani Ümmetlerin zikredilen helak ve azapları gibi, Rabbinin yakalaması da öyledir. "Zalim kentleri yakaladığı zaman": Kentlere zalim demiştir, maksat halklarıdır.

İbn Abbâs da: Burada zulüm inkâr manasınadır, demiştir.

103

Şüphesiz bunda ahiret azabından korkan için elbette bir ibret vardır. O, insanların kendisi için toplanmış olduğu bir gündür. O hazır olunan bir gündür.

"Şüphesiz bunda elbette bir ibret vardır": Yani ümmetlerin zikredilen azap ve yakalanışlarında. Âyet; İbret ve öğüttür.

"O insanların kendisi için toplanmış olduğu bir gündür": Çünkü insanlar onda mahşerde toplanırlar; ona iyi kötü, gök ve yer halkı şahitlik eder.

104

Biz onu (kıyamet gününü) ancak saydı bir süre için erteliyoruz.

"Vema nüehhirühu": Zeyd, Ya’kûb ’tan, Ebû Zeyd de Mufaddal’danye ile "vema yuehhiruhu” rivayet etmişlerdir.

Mana da şöyledir: Biz o günü ancak Allahü teâlâ’nın bileceği belli bir vakte erteliyoruz.

105

O gün hiçbir nefis O’nun izni olmadan konuşmaz. Onlardan kimi şaki (bedbaht), kimi ise said (mutlu)dur.

"Yevme ye’ti": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Kisâi, vasılda (geçişte) ye ile

"yevme yet’tî” okumuşlar, vakıfta da onu atmışlardır. Ancak İbn Kesir ye ile vakfeder ve ye ile vaslederdi. Âsım, İbn Âmir ve Hamze de vasılda da vakıfta da yesiz okurlardı.

Zeccâc şöyle demiştir: Nahivcilerin tercihi ye ile

"yevme ye’tî” okumaktır. Mushafta olan ve çoğunluğun kıraati ise tenin kesresi iledir. Hüzeyl kabilesi çoğunlukla bu ye’leri atarlar. Halil ile

Sibeveyh şöyle anlatmışlar: Araplar: Lâ edri, der ve yeyi atar, kesre ile yetinirler. Bunun da çok kullanmadan olduğunu iddia ederler.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Makabli meksur olan her ye ve makabli mazmum olan her vavı Araplar atar ye’de kesre ile vav’da da zamme ile yetinirler. Birisi bana şöyle bir şiir aktardı.

Ellerin öyle eldir ki, birinde dirhem durmaz (cömerttir),

Ötekisi de kılıçla kan verir (yiğittir).

Müfessirler şöyle demişlerdir:

"Yevme ye’tî": Yani o gün gelir, Allah’ın izni olmadan hiçbir nefis konuşmaz. Bütün mahlukat susar, ancak Allah’ın konuşmasına izin verdiği müstesna. Bundan maksat: Şefaattir, diyenler de olmuştur.

"Onlardan kimi şaki":

İbn Abbâs: Kiminin üzerine şakilik, kiminin üzerine de saadet yazılmıştır, demiştir.

106

Şakilere gelince, onlar ateştedir. Onların orada bir soluk verme ve soluk almaları vardır ki,!

"Lehüm fiha zefirün ve şehik":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Zefir eşeğin göğüsteki sesi gibidir, o anırırken ilk çıkardığı sestir, şehik de anırırken boğazdan son çıkardığı sestir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Dahhâk, Mukâtil ve Ferrâ’ da böyle demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Zefir: Şiddetli ve çirkin inlemedir. Şehik de: Şiddetli ve çok yüksek inlemedir. İkisi de dertlilerin çıkardığı seslerdendir. Küfe ve Basralı dilciler şöyle demişlerdir: Zefir eşeğin anırırken ilk çıkardığı sestir, şehik de anırırkan son çıkardığı sestir.

İkincisi: Zefir boğazda, şehik de göğüste olur. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Ebû’l - Âliyye ile Rebi’ b. Enes de böyle demişlerdir. İbn Abbâs’tan gelen başka bir rivayet de şöyledir: Zefir: Şiddetli sestir, şehik de zayıf sestir.

İbn Fâris de şöyle demiştir: Şehik zefirin tersidir, çünkü şehik nefesi içe çekmedir, zefir ise dışa vermedir. Başkası da şöyle demiştir: Zefir, şiddetli demektir, zefr’den gelir ki, o da sırta (ağır) bir şey yüklemedir, çünkü bu, zor bir şeydir. Şehik ise, Yüksek ve uzun nefestir, bu da cebelün şahikün deyiminden alınmıştır ki, yüksek dağ, demektir.

Üçüncüsü: Zefir eşeğin sesidir, şehik de katırın sesidir. Bunu da İbn Saib, demiştir.

107

Orada gökler ve yer durdukça ebedi kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna. Şüphesiz Rabbin dediğini hakkıyle yapandır.

"Gökler ve yer durduğu sürece orada ebedi kalacaklardır":

Bunda bilinen iki görüş vardır:

Birincisi: Gökler bizim bildiğimiz göklerdir, yer de bildiğimiz yerdir. İbn Kuteybe ile

İbn Enbari şöyle demişlerdir: Araplar ebediyeti ifade etmek için şöyle derler: Gece gündüz birbirini takip ettiği sürece; gökler ve yer devam ettiği sürece; deve geviş getirip süt verdiği sürece; deve ağır yük altında inlediği sürece bunu yapmam, derler ve buna benzer sözler çoktur. Onlar bu şeylerin değişmeyeceğine inanırlar. Allahü teâlâ da onlara dillerinde kullandığı şeyle hitap etti.

İkincisi: Onlar cennet ve cehennemin gökleri ve yeridir.

"Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna":

Cehennem halkı hakkında zikredilen istisna hususunda yedi görüş vardır:

Birincisi: O, şefaat sayesinde cehennemden çıkacak muvahitler hakkındadır. Bunu da İbn Abbâs ile Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: O yapmayacağına dair yapılan istisnadır; meselâ: Vallahi seni döveceğim, ancak bunu yapmayacağım dersin, ama onu dövmede kararlısın. Bunu da Ferrâ’ zikretmiştir. Ebû Salih’in İbn Abbâs’tan

"ancak Rabbinin dilemesi müstesnadır” sözünde naklettiği şey de budur; Allah onların orada ebedi kalmalarını dilemiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bunun faydası şudur: Eğer O dileseydi onlara merhamet ederdi, ancak bize onların cehennemde ebedi kalacaklarını bildirmiştir.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Onlar orada ebedi kalacaklardır, ancak Allahü teâlâ ateşe emreder, ateş de onları yer ve bitirir, sonra da onları yeniden yaratır, işte istisna o duruma dönüktür. Bunu da İbn Mes’ûd, demiştir.

Dördüncüsü: "îlla” siva (başka) manasınadır; maana recülün illâ Zeydün, dersin ki, yanımızda Zeyd’den başka bir adam vardır, demektir. Buna göre

Mana şöyledir: Orada gökler ve yer durduğu sürece kalacaklardır, ancak Rabbinin dilediği sonsuzluk ve fazlalıktan başka. Bu da Ferrâ’’nın tercihidir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bunun bir benzeri de konuşurken şöyle demendir: Seni bu evde oturtacağım, ancak senin istediğin hariç. Sen istersen daha fazla oturturum, demektir.

Beşincisi: Onlar kabirlerinden kalkıp mahşere gittikleri zaman kıyamet şartları içindedirler; istisna da hesapta bekledikleri zamandandır. Bu durumda

Mana şöyledir: Orada gökler ve yer durduğu sürece kalacaklardır, ancak hesap için bekledikleri miktar hariç. Bunu da Zeccâc zikretmiştir. İbn Keysan da şöyle demiştir: İstisna onların dünyada ve berzahta beklemelerine ve hesap için durmalarına dönüktür. İbn Kuteybe Mana da şöyledir, demiştir: Orada cehennemde ve cennette gök ve yer devam ettiği sürece kalacaklardır, ancak ondan Rabbinin onları imar etmek için dünyaya gönderdiği süre hariç. Sanki o, göğün ve yerin devamını Arapların kullandığı manaya almıştır. Göklerle yer sonlu olsa da böyle derler. Dilemeyi de onların devamından istisna etmiştir. Çünkü cennet ve cehennemlikler bir zamanlar gök ve yer devam ederken dünyada idiler; cennette veya cehennemde değillerdi.

Altıncısı: istisna onların cehennemde hıçkırmalarına dönüktür; ancak Rabbinin zikredilmeyen azap türleri hariç. Daha onlar için Rabbinin dileyip de zikretmediği azaplar vardır.

Yedincisi: "Ula” "kema = gibi” manasınadır, şu âyet de ondandır:

"Geçmişte olduğu gibi atalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın” (Nisa: 22). Bunu da Sa’lebî, demiştir.

108

Mutlulara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer durdukça orada ebedi kalacaklar. Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna. Bu da kesintisiz bir vergi olarak.

Cennet halkı hakkındaki istisna üzerinde de altı görüş vardır:

Birincisi: Bu, yapmadığı şey üzerine istisnadır.

İkincisi:

"İlla” "siva” manasınadır.

Üçüncüsü: O, hesap için beklemelerine ve kabirde kalmalarına râcîdir.

Dördüncüsü: O: Rabbinin onlar için zikredilmeyen nimetlerini artırması hariç, manasınadır.

Beşincisi:

"illâ” "kema = gibi” manasınadır. Bu görüşlerin izahı yukarıda geçti.

Altıncısı: istisna muvahhitlerden cehennemde kalanların beklemelerine dönüktür, sonra cennete girdirilirler. Bunu İbn Abbâs, Dahhâk ve Mukâtil, demişlerdir. O zaman ebediyetten yapılan istisna Müslümanların ateşte kalmaları üzerinde olmuş olur. Sanki şöyle demiştir: Ancak Rabbinin günahkarları cennete çıkarması hakkında dilemesi ve günahkarlardan dilediğini bir süre için ateşe atması hariç.

Kurralar "suidu” üzerinde ihtilaf etmişlerdir: İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek sin’in fethi ile "seidu” okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek sin’in zammı ile (suidu) okumuşlardır ki, ikisi de lügattir.

"Atâ’en gayra meczuz": Atâ’en kelâmdan anlaşılan şey ile mensubtur, sanki şöyle demiştir: A’tahum enneime ataen. Meczuz da: Kesik, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Cezeztü, cedettü, cezeftü ve cedeftü: Kesmek manasınadır.

109

Onların ibadet ettiklerinden şüphe içinde olma. Onlar da ancak önceden atalarının ibadet ettikleri gibi ibadet ediyorlar. Gerçekten biz onlara hisselerini eksiksiz vereceğiz.

"Şüphe içinde olma": Yani: Ey Muhammed, tereddüt etme,

"onların ibadet ettiklerinden", o müşriklerin putlara ibadet ettiklerinden şüphe etme ki, o, bâtıll ve sapıklıktır, ancak atalarını taklit ediyorlar.

"Gerçekten biz onlara hisselerini eksiksiz vereceğiz":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlara takdir edilen hayrı ve şerri eksiksiz vereceğiz. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Rızıktan nasiplerini, bunu da Ebû’l-Âliyye demiştir.

Üçüncüsü: Azapta hisselerini, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Bazıları da: Bu atalarının azaplarını eksiltmez, demişlerdir.

110

Yemin olsun biz, Mûsa’ya kitabı verdik de onda ihtilaf edildi. Eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilmiş olurdu. Şüphesiz onlar bundan kuşkuya düşüren bir şüphe içindedirler.

"Yemin olsun biz, Mûsa’ya kitabı verdik": Yani Tevrat'ı verdik,

"onda ihtilaf edildi"; kimi onu tasdik etti, kimi de yalanladı, tıpkı kavminin yaptığı gibi.

Müfessirler: Bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için tesellidir, demişlerdir.

"Eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Demek istiyor ki: Ben ümmetini kıyamet gününe kadar erteledim, eğer bu olmasa idi, onlara yalanlamalarından dolayı derhal azap ederdim.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Eğer onlara ceza gününe kadar süre tanınmış olmasa idi, dünyada aralarında hüküm verilirdi.

İbn Cerir de şöyle demiştir: Eğer Rabbinden halkına acele ile azap etmeyeceğine dair bir söz geçmiş olmasa idi, onlardan tasdik edenle etmeyen arasında etmeyenin helakine, tasdik edenin de kurtuluşuna dair mutlaka hüküm verilirdi.

"Şüphesiz onlar bundan bir şüphe içindedir": Yani Kur’ân’dan.

"Mürîb” de: kuşkuya düşüren, işkillendiren, demektir.

111

Şüphesiz Rabbin her birine amellerini mutlaka eksiksiz verecektir. Şüphesiz O, yaptıklarından haberdardır.

"Şüphesiz her birine": Bu surede kıssası anlatılanların hepsine demektir.

Mukâtil de: Bununla bu ümmetin kâfirleri kastedilmiştir, demiştir. Mana şöyledir diyenler de olmuştur: Şüphesiz mahluk olsun ya da beşer olsun herkese. "Leyüveffiyennehüm": Ebû Amr ile Kisâi şeddeli nun ile "ve inne", "lema

"yı da şeddesiz okumuşlardır. "Lema"daki lâm, tekit lâmıdır.

"İnne"nin haberi olan "ma"ya dahil olmuştur. "Leyüveffiyennehüm"deki lâm da kasem içindir, takdir de şöyledir: Allah’a yemin ederim ki, onlara eksiksiz verecektir.

"Ma” ise iki lamı birbirinden ayırmak için girmiştir. Mekki b. Ebi Talib şöyle demiştir: Bu

"ma"nın zait olduğu da söylenmiştir, ancak kaseme cevap olan iki lamı ayırmak için gelmiştir. İkisi de meftuhtur, araları

"ma” ile açılmıştır. İbn Kesir, şeddesiz olarak

"in” aynı şekilde "lema” okumuştur.

Sibeveyh de şöyle demiştir: Güvendiğimiz biri bize Araplardan bazılarının: İn Amren lemuntalikun, dediğini ve

"inneyi” tahfif ederek (şeddesiz okuyarak) ona amel ettirdiğini işittiğini söyledi ve şu beyti okudu:

Nice göğsü güzel yüz vardır ki,

Memeleri iki hokka gibidir.

Nâfi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle şeddesiz olarak

"in", şeddeli olarak da "lemma” okumuştur,

Mana da şöyledir: Ne kadar insan varsa şöyledir. Bu da şu sözüne benzer: Senden mutlaka yapmam istiyorum. Meselâ:

"İn küllü nefsin lemma aleyhe hafız (ne kadar nefis varsa üzerinde bir gözcü vardır” (Tarık: 4) âyetinde olduğu gibi.

Hamze, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayetle; "şeddeli olarak: "Lemma okumuştur.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Bu, izahı zor bir okuyuştur, çünkü: inne Zeyden illâ muntalikun demek hoş olmaz. Aynı şekilde "inne

"yi ve "lemma"yı şeddeli okumak da hoş olmaz. Kisâi’den "lemma"yı şeddeli okumanın izahını bilemedim dediği ve denen şeyi de akla çok uzak bulmadığı nakledilmiştir.

Mekki b. Ebi Talib de şöyle demiştir: Onun aslı "lemin ma” idi, sonra nun mime idgam olundu, dilde üç mîm toplandı; bu nedenle meksur mîm hazfedildi, takdir şöyledir: Ve inne küllen lemin halkın leyüveffiyennehüm (ne kadar halk varsa ona eksiksiz verecektir). Takdiri: "Leman ma” diyenler de olmuştur:

"Ma"daki mîm meftuhtur,

"ma” da zaittir. Dilde tekerrürden dolayı mimlerden biri atılır. Takdir de şöyledir: Lehalkun leyüveffiyennehüm; Kelâmın manası da şöyledir: Onlara amellerinin karşılığım eksiksiz ödeyecektir.

112

O halde sen emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle beraber Tevbe edenler de (öyle olsunlar). Taşkınlık etmeyin. Çünkü O, yaptıklarınızı görücüdür.

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol": İbn Uyeyne şöyle demiştir: Kur’ân'ın üzerinde dosdoğru dur.

İbn Kuteybe de: Emrolunduğun şeyin üzerinde devam et, demiştir.

"Seninle beraber Tevbe edenler de":

İbn Abbâs: Seninle beraber şirkten Tevbe edenler, demiştir.

"Taşkınlık etmeyin":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân’da taşkınlık etmeyin; sonra size emretmediğim şeyleri helâl ve haram edersiniz. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Rabbinize isyan etmeyin, muhalefet de etmeyin, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Tevhidi şirk ile karıştırmayın, bunu da Mukâtil, demiştir.

113

Zâlimlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Sizin için Allah’tan başka dostlar yoktur. Sonra yardım olunmazsınız.

"Zâlimlere meyletmeyin": Abdülvaris, Ebû Amr’dan tenin fethası ve kâfin zammesiyle

"terkunu” rivayet etmiştir. Bu, Katâde’nin de kıraatidir, Harun da Ebû Amr’dan tenin fethası ve kâfin kesresi ile

"terkimi” rivayet etmiştir. Mahbub da Ebû Amr’dan tenin kesresi ve kâfin fethası ile:

"Tirkenu” rivayet etmiştir. İbn Ebi Able de tenin zammesi ve kâfin fethası ile meçhul olarak

"türkenu” rivayet etmiştir.

Bu meyilden ne kastedildiği hususunda dört görüş vardır:

Birincisi: Müşriklere meyletmeyin, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Yaptıklarına rıza göstermeyin, bunu da Ebû’l - Âliyye demiştir.

Üçüncüsü: Müşriklere katılmayın, bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Zâlimlere yağcılık etmeyin, bunu da Süddi ile İbn Zeyd, demişlerdir.

"Sonra size ateş dokunur": Bunda da iki mülahaza vardır:

Birincisi: Size ateş değer, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Ateş nasıl ona yaklaşana geçer de onu yakarsa zulümleri de size geçer. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Sizin için Allah'tan dostlar yoktur": Yani azabınıza engel olacak yardımcılar yoktur, demektir.

114

Namazı gündüzün iki ucunda ve gecenin bir kısmında kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür.

"Namazı gündüzün iki ucunda kıl":

İniş sebebi şöyledir: Alkame ile Esved, İbn Mes’ûd’dan rivayet etmişlerdir; bir adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Ben bahçede bir kadını tuttum, onu öptüm ve ona sarıldım, ona dokundum ve ona her şeyi yaptım, ancak onunla olmadım, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sustu, bunun üzerine Allahü teâlâ:

"Namazı gündüzün iki ucunda kıl... “âyetini indirdi. Adamı çağırdı, âyeti ona okudu. Hazret-i Ömer:

"Bu ona mı mahsustur, yoksa genel midir?” dedi. O da: Hayır, bütün insanlar içindir, dedi. 3

3 - İmam Ahmed, Müsned, 1/445, 449; Müslim, Tevbe, hadis no, 42.

İbn Mes’ûd’dan başka bir rivayet de şöyledir: Bir adam bir kadını öptü; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip bunu anlattı; bunun üzerine bu âyet indi. Adam:

"Bu âyet benim içm midir?” dedi, o da: Ümmetinden bunu yapanlar içindir, dedi, 4

4 - Müslim, Tevbe, hadis no, 39.

Muaz b. Cebel de şöyle demiştir: Ben Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında oturuyordum, bir adam geldi:

"Ya Resûlallah, kendine helâl olmayan bir kadına dokunan adam hakkında ne dersin? Ona yapmadık bir şey bırakmadı; karısına yaptığı her şeyi yaptı, ancak onunla olmadı” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ona: "Güzelce bir abdest al, sonra kalk namaz kıl” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirdi. Muaz da:

"Bu ona mı hastır, yoksa Müslümanlar için genel midir?” dedi. O da: Hayır, bütün Müslümanlar için geneldir, dedi.

Bu adamın ismi hakkında ihtilaf edilmiştir: Ebû Salih, İbn Abbâs’tan: Onun Amr b. Guzeyye el - Ensari olduğunu rivayet etmiştir. Bu âyet onun hakkında indi. Kendisi hurma satardı, hurma almak için ona bir kadın geldi, kadın hoşuna gitti: Evde bundan daha iyi hurma var, benimle gel, sana ondan vereyim, dedi. O da Muaz’ın hadisi gibi anlattı.

Mukâtil de: O, Ebû Mukbil Amir b. Kays el - Ensari'dir, demiştir. Ahmed b. Ali b. Sabit el - Hatib el - Hafız da: Onun Ebû’l - Yüsr Ka'b b. Amr el - Ensari olduğunu zikretmiştir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e:

"Bu ona mı hastır?” diyen kimse hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, hikayenin kahramanı Ebû’l - Yüsr’dür.

İkincisi: Muaz b. Cebel’dir.

Üçüncüsü: Ömer b. Hattab’tır.

Âyetin tefsiri: "Namazı dosdoğru kıl": Yani rukuunu ve secdesini tam yap.

Gündüzün iki ucuna gelince, birinci ucu hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, sabah namazıdır, bunu da cumhûr, demiştir.

İkincisi: O, öğle namazıdır, bunu da İbn Cerir Taberî nakletmiştir.

İkinci ucu hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, akşam namazıdır, bunu da İbn Abbâs ile İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: ikindi namazıdır, bunu da Katâde, demiştir. Hasen Basri’den de her iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: öğle ile ikindi namazlarıdır, bunu da Mücâhid ile el - Kurazi, demişlerdir. Dahhâk'tan da her üç görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

"Ve zülefen minelleyl": Ebû Cafer ile Şeybe, “Lâm” ın zammesiyle "ve zülüf en” okumuşlardır.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Zülef:

Saatler demektir, tekili de zülfe'dir ki, saat, derece ve yakınlık manasınadır. Müzdelife’ye de bu itibarla öyle denilmiştir. Şair Accac şöyle demiştir:

Öyle bir abit ki, zaman ona hızla koştuğu için

Geceler nasıl saat saat ayın belini bükmüş de

Eğilmişse, onun belini öyle bükmüştür.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Ezlefeni keza indeke, derler ki: O şey beni sana yaklaştırdı, demektir. Aynı kökten gelen mezalif de: Menziller ve yollar, demektir. Zülef de öyledir.

Bunda (gecenin bir kısmında) müfessirlerin iki görüşü vardır:

Birincisi: O yatsı namazıdır. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan, Avf de Hasen’den ve İbn Ebi Necih de, Mücâhid’ten rivayet etmiş; İbn Zeyd de böyle demiştir.

İkincisi: O akşamla yatsı namazıdır. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Bunu Yûnus, Hasen’den, Mansur da Mücâhid’ten rivayet etmiş; Katâde, Mukâtil ve Zeccâc da böyle demişlerdir.

"Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir":

İyiliklerden murat edilen şey hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar beş vakit namazdır. Bunu da İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, İbn Müseyyeb, Mesruk, Mücâhid, Kurazi, Dahhâk ve iki

Mukâtil: İbn Süleyman ile İbn Hayyan demişlerdir.

İkincisi: Onlar sübhanallah, velhamdülillah, velâilâhe illallahu, vallahu ekber zikridir. Bunu da Mansur, Mücâhid’ten rivayet etmiştir. Birincisi daha doğrudur, çünkü cumhûr o görüştedir ve bunda Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den kesintisiz olarak rivayet edilen bir hadis vardır; onu da Hazret-i Osman b. Affan, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Hadis şöyledir: Kim benim bu abdestim gibi abdest alır, sonra öğleyi kılarsa, onunla sabah namazı arasındaki günahları bağışlanır. Kim ikindiyi kılarsa, onunla öğle namazı arasındaki günahları bağışlanır. Kim akşamı kılarsa, onunla ikindi arasındaki günahları bağışlanır. Kim de sonra yatsıyı kılarsa, onunla akşam namazı arasındaki günahları bağışlanır. Sonra da belki de gece toprağa belenerek yatar. Sonra eğer kalkar da abdest alır ve sabah namazını kılarsa, onunla yatsı arasındaki günahları bağışlanır. İşte iyilikler kötülükleri giderir, dediği budur. 5

5 - imam Ahmed, Müsned, sonunda şu ilâve vardır:

"Ya Resûlallah, iyilikler bunlardır, baki kalanlar hangisidir?” dediler. O da şöyle dedi: Onlar da şunlardır: Lailâhe illallah, sübhanallah, velhamdü lillâh, vallahu ekber, vela havle vela kuvvete illâ billah.

Burada zikredilen kötülüklerden ne murat edildiği hususunda ise

müfessirler: Onlar küçük günahlar, demişlerdir. Muaz b. Cebel rivayet etmiştir: Ya Resûlallah, bana vasiyet et, dedim o da: Nerede olursan ol Allah’tan kork, dedi. Ben de: Biraz daha et, dedim, o da: Kötülüğün arkasından iyilik yap ki, onu silsin, dedi. Ben de: Biraz daha yap, dedim, o da: İnsanlara güzel ahlak ile muamele et, dedi. 6

6 - İmam Ahmed, Müsned, 5/228, bu rivayet Muaz b. Cebel’dendir; 5/153, bu rivayet de Ebû Zer el - Ğifari’dendir.

"Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür":

Bu diye işaret edilen şeyde üç görüş vardır:

Birincisi: O Kur’ân’dır.

İkincisi: Namazı dosdoğru kılmaktır.

Üçüncüsü: Yukarıda geçen doğruluk, taşkınlık etmemek, zâlimlere meyletmemek ve namazı dosdoğru kılmak gibi geçenlerin hepsidir.

Öğütten murat edilen şey üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O Tevbe manasınadır.

İkincisi: O nasihat manasınadır.

115

Sabret. Şüphesiz Allah iyilik edenlerin mükafatını zayi etmez.

"Sabret":

Neye sabretmesi emredildiği üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi: Kavminin eziyetine karşı.

İkincisi: Namaza.

İyilik edenlerden kimlerin kastedildiğine dair de üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar namaz kılanlardır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: îhlaslılardır, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar amellerini güzel yapanlardır, bunu da Ebû Süleyman, demiştir.

116

Keşke sizden önceki ümmetlerden fazilet sahipleri olsaydı da (insanları) yeryüzünde fesat çıkarmaktan men etselerdi. Onlardan kurtardıklarımız da pek azdır. Zâlimler ise kavuştukları nimetin ardına düştüler ve günahkarlar oldular.

"Keşke önceki ümmetlerden olsa idi (ülu bakiyyetin)": İbn Abbâs ile Ferrâ’, mana: Ne yazık ki, olmadı, demişlerdir.

İbn Kuteybe de mana şöyledir, demiştir: Sizden öncekilerden fazilet sahipleri olsa idi. İbn Cemmaz, Ebû Cafer’den, be’nin kesri, kafin sükunu ve şeddesiz olarak, "ülu bikyetin” rivayet etmiştir.

"Ülu bakiyyetin"in manası üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Din sahipleridir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İbn Kuteybe de: Kavmün lehüm bakıyyetün ve fihim bakiyyetün denir ki: Akıllı ve hayırlı kimseler, demiştir.

İkincisi: İyiyi kötüyü ayıran kimselerdir.

Üçüncüsü: İtâatkâr kimselerdir. Bu ikisini Zeccâc zikretmiştir. Fülanün fihi bakiyyetin, dersen, manası: Faziletlidir, demektir.

"İlla kalilen minhüm (ancak onlardan pek azı)": Bu, istisna-i munkatıdır, yani: Ancak kurtardıklarımızdan pek azı kötülükten men ettiler, demektir.

Mukâtil de: Önceki ümmetlerden isyan ve şirki men eden ancak Peygamberlerle beraber kurtardıklarımızdan az kimselerdir, demiştir.

"Zâlimler ise kavuştukları nimetin ardına düştüler": Yani zulümleriyle birlikte nimetlerinin devamını istediler; lükslerinin azalmasını kabul etmediler.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Zevkleri ahiret işine tercih etiler. Ve şöyle demiştir: Kötü günahlarını cehenneme kadar takip ettiler de, denilmiştir.

117

Rabbin, halkı ıslahçı olan kentleri zulümle helak edecek değildi.

"Rabbin kentleri zulümle helak edecek değildi":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Suçsuz demektir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Şirk ile demektir, bunu da İbn Cerir ile Ebû Süleyman, demişlerdir.

"Halkı ıslahçı olanlar":

Bu kelâmda da üç görüş vardır:

Birincisi: Birbirine insaflı davranan, bunu da Kays b. Ebi Hazim, Cerir’den rivayet etmiştir. Ebû Cafer Taberi de: Mana şöyledir, demiştir: Eğer birbirlerine adil davranırlarsa, müşrik olsalar da helak edilmezler. Ancak birbirlerine zulüm ederlerse helak olurlar.

İkincisi: iyi amel eden ve itâatkar kimseler demektir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

Üçüncüsü: Mü’minlerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

118

Eğer Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı, (fakat onlar çeşitli dinler üzerinde) ihtilaf ediyorlar.

"Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet yapardı":

İbn Abbâs: Eğer onların hepsini Müslüman yapmak isteseydi, yapardı, demiştir.

"İhtilafta devam ediyorlar":

Burada işaret edilenler hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar hak ehli ile bâtıll ehlidir. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Buna göre mana şöyle olur: Bunlar onlara muhalefet ederler.

İkincisi: Onlar nefsi arzularına uyanlardır ki, durmadan ihtilaf ederler. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

119

Ancak Rabbinin merhamet ettiği hariç (onlar ihtilaf etmezler). Allah onları bunun için yaratmıştır. Rabbinin:

"Mutlaka cehennemi bütün cin ve insanlarla elbette dolduracağım” sözü tamam oldu.

"Ancak Rabbinin merhamet ettiği kimseler hariç":

İbn Abbâs: Onlar hak ehlidir, demiştir. Hasen de: Onlar Allah’ın merhamet ettiği kimselerdir ki, ihtilaf etmezler, demiştir.

"Onları bunun için yarattı":

"Bunun için” diye işaret edilen şeyde de dört görüş vardır:

Birincisi: O, üzerinde bulundukları duruma işarettir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onları iki fırka halinde yarattı: Bir fırkaya merhamet edilir ki, onlar ihtilaf etmezler. Bir fırkaya da merhamet edilmez ki, ihtilaf ederler.

İkincisi: Şakilik ve saitliğe râcîdir, yine bunu da İbn Abbâs, demiş, Zeccâc da bunu tercih ederek şöyle demiştir: Çünkü ihtilafları onları saadet ve şekavete götürür,

İbn Cerir de şöyle demiştir: "Velizalike"deki lâm, “alâ” manasınadır (onları bunun üzerine yarattı).

Üçüncüsü: İhtilafa râcîdir, bunu da İbn Mübarek, Hasen'den rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O, rahmete râcîdir, bunu da İkrime, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; İkrime, Mücâhid, Dahhâk ve Katâde böyle demişlerdir. Buna göre mana şöyle olur: Dinlerinde ihtilaf etmeyenleri rahmeti için yaratmıştır.

"Rabbinin sözü tamam oldu":

İbn Abbâs: Rabbinin şu sözü vacip (hak) oldu, demiştir:

"Cehennemi mutlaka dolduracağım": Cinlerin kâfirleri ve insanların kâfirleri ile.

120

Peygamberlerin haberlerinden kalbini tatmin edecek şeylerin hepsini sana anlatıyoruz. Bu hususta sana hak ve mü’minler için de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.

"Ve küllen nekussu": "Küllen", "nekussu” ile mensubtur,

Mana da şöyledir: Peygamberlerin haberlerinden ihtiyaç duyduğun her şeyi sana anlatıyoruz.

"Ma” "küllen"den bedel olarak mensubtur,

Mana da şöyledir: Sana kalbini tatmin edecek şeyleri anlatıyoruz. Kalbin tatmin edilmesinin manası da burada, teskin edilmesidir. Şüpheden dolayı değildir. Ancak şu kadar var ki, delil ve delil ne kadar artarsa, kalp de o kadar tatmin olur.

"Bunda sana hak geldi":

Bunda diye işaret edilen şeyde de dört görüş vardır:

Birincisi: O, bu suredir, bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Ebû’l - Âliyye demişler; Şeyban da Katâde’den rivayet etmiştir.

İkincisi: Dünyadır,

Mana da şöyledir: Sana bu dünyada geldi. Bunu da Said, Katâde’den rivayet etmiştir. Hasen'den de her iki görüşün benzeri gelmiştir.

Üçüncüsü: O, anlatılan kıssalardır.

Dördüncüsü: O, bizzat bu ayettir. Bu iki görüşü de İbn Enbari zikretmiştir.

Burada haktan ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, açıklamadır.

İkincisi: Kıssaların ve haberlerin doğruluğudur.

Üçüncüsü: Peygamberliktir.

Eğer:

"Ona bütün Kur’ânda hak gelmedi mi ki, özellikle bu surede geldi?” denilirse, cevap şöyledir: Eğer biz: Hak peygamberliktir, dersek,

"bunda” diye işaret edilen şey dünya olur ki,

Mana da şöyledir: Bu dünyada sana peygamberlik geldi. O zaman sorun ortadan kalkar. Eğer: O, suredir, dersek, buna da dört türlü cevap verilir:

Birincisi: Haktan maksat açıklamadır, bu sûre milletlerin helaki ve sonlarının açıklanması gibi şeyleri diğer surelerden daha çok içine almıştır. Böylece, bu sûre diye tahsis etmenin eseri ortaya çıkar. Bu da bazı müfessirlerin kail olduğu şeydir.

İkincisi: Bazı haklar bizce açığa çıkmasında ve kapalı kalmasında birbirinden farklıdır, bunun içindir ki, insanlar, biri öleceği zaman, filan hak içindedir (emr-i hak durumundadır), derler ki, daha önce batılın içinde olmasa da böyle derler. Oradaki durumu büyütmek isterler. Sanki her şeyi açıklayan hak bu surede diğerlerindekilerden daha açıktır. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür.

Üçüncüsü: Bu sûreye özellikle böyle denilmesi, onun faziletini anlatmak içindir, başka surelerde hak beyan edilse de böyle vurgulanmak istenmiştir, meselâ

"orta namaz” (Bakara: 238); "Cebrâil ve Mikâil(Bakara: 98) vurgulaması gibi. Bu da İbn Enbari’nin kanaatidir.

Dördüncüsü:

Mana şöyledir: Hak sana diğer surelerde gelmiş olmakla beraber bu surede de geldi. Bunu da İbn Cerir et - Taberi demiştir.

"Ve mü’minler için de bir öğüt ve hatırlatmadır": Yani bu sûreyi ve ümmetlerin başına gelen şeyleri dinledikleri zaman kalpleri yumuşar.

121

İman etmeyenlere:

"Durumunuza göre yapın (yapacağınızı); şüphesiz biz de yapanlarız", de.

"İman etmeyenlere:

"Durumunuza göre yapın yapacağınızı” de.” Bu, tehdit ve gözdağıdır,

Mana da şöyledir: Yapacağınızı yapın, yakında akibetinizin ne olduğunu göreceksiniz.

122

"Bekleyin; şüphesiz biz de bekleyenleriz".

"Bekleyin": Şeytanın size va'dettiğini.

"Şüphesiz biz de bekleyenleriz": Rabbimizin va’dettiğini.

Müfessirler şöyle demişler: Bu âyet onları amelleriyle başbaşa bırakmayı ve uyarmalarıyla yetinmeyi gerektiriyorsa da, kılıç âyetiyle neshedilmiştir.

Bil ki: Eğer biz: Âyetten maksat tehdittir, dersek, nesih söz konusu olmaz.

123

Göklerin ve yerin gaybi Allah’ındır. Bütün iş, yalnız O’na döndürülür. Sen de O’na ibadet et ve O’na tevekkül et. Rabbin sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.

"Göklerin ve yerin gaybi Allah’ındır": Yani bu ikisinde kullarından gaip olan ne varsa onun bilgisi Allah’ındır. "Ve ileyhi yurceul emru külluh": Nâfi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, yenin zammesiyle

"yurceul emru külluhu” okumuşlar; diğerleri ile Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek yenin fethasiyle okumuşlardır.

Mana da şöyledir: Bütün işler ahirette Allah’a döner.

"O’na ibadet et": Yani onu tevhid et, birle.

"O’na tevekkül et": Yani O’na güven ve itimat et.

"Vema rabbüke biğafilin amma yamelun": Nâfi, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek te ile

"tamelun” okumuşlardır. Diğerleri ise ye ile okumuşlardır.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim ye ile okursa,

Mana şöyledir: Onlara de ki: Rabbin onların yaptıklarından gafil değildir. Kim de te ile okursa, hitap Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile mü’min ve kâfir bütün halkadır. Bu da ye ile okumadan daha geneldir.

Mana da şöyledir: O, iyilik edeni iyiliği ile mükafatlandırır, kötülük edeni de kötülüğü ile cezalandırır. Ka’b de şöyle demiştir: Tevrat’ın sonu ile Hûd suresinin sonu aynıdır.

0 ﴿