12-YÛSUF SÛRESİ

Mekke'de inmiştir. 111 ayettir.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Elif. Lâm. Ra. Bunlar (hakikatleri) açıklayan kitabın âyetleridir.

İniş Sebebi:

Sûre icma ile Mekkidir.

İniş sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Sa’d b. Ebi Vakkas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kur’ân Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e indirildi, ashap: Ya Resûlallah, bize kıssa anlatsan, dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ:

"Elif. Lâm. Ra. Bunlar (hakikatleri) açıklayan kitabın âyetleridir... Sana kıssaların en güzelini açıklayacağız” âyetlerini indirdi. Bunu onlara bir zaman okudu, onlar da: Ya Resûlallah, bize hadis (söz) söylesen, dediler; bunun üzerine de Allahü teâlâ:

"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. 1

1 - Zümer: 23; Hakim, Müstedrek, 2/345.

Bütün bunlarda Kur’ân’lâ emrolundular. Avn b. Abdullah da şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı bir seferinde usandılar: Ya Resûlallah, bize konuşsan, dediler. Aziz ve celil olan Allah bunun üzerine:

"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi” (Zümer: 23) âyetini inzal etti. Sonra onlar yine usandılar: Ya Resûlallah, hadisin üstünde ve Kur’ân’ın altında bir şeyler söylesen, dediler ve kıssaları kastettiler; bunun üzerine Allahü teâlâ:

"Biz sana kıssaların en güzelini anlatacağız” âyetini indirdi. Onlar söz istediler, onlara sözün en güzelini, kıssa istediler, kıssaların en güzelini gösterdi.

İkincisi: Dahhâk,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yahudiler, bize Ya’kûb ’tan, evlatlarından ve Yûsuf’un durumundan konuş, dediler; bunun üzerine Allahü teâlâ:

"Elif. Lâm. Ra. Bunlar (hakikatleri) açıklayan kitabın âyetleridir. Şüphesiz biz, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik” âyetlerini inzal etti.

Zira Tevrat İbranice, İncil de Süryanice idi, siz ise Arapsınız; eğer ben onu Arapçadan başka bir dille indirse idim, onu anlayamazdınız, dedi. Biz de bu sûrenin başındakileri Yûnus suresinin başında anlatmış bulunuyoruz. Ancak şu kadar var ki, İbn Enbari bu sûrenin yorumunda ilâve edip şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı bıkıp da usanınca: Ya Resûlallah, bizi neşelendirecek bir şey söyle, dediler, o da şöyle dedi: İşte bunlar yararlanacağınız ve neşeleneceğiniz sözlerdir, gerçeği açıklayan kitabın âyetleridir, dedi.

"Açıklayan (mübin)” kelimesinin manasında da beş görüş vardır:

Birincisi: Onun helali de haramı da açıktır. Bunu İbn Abbâs ile Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: Diğer dillerde olmayan harfler kendisinde olduğu için açık dildir. Bunu da Halid b. Ma'dan, Muaz b. Cebel’den rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Doğru yolu ve irşadı açıktır, bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Hakkı batıldan ayırandır.

Beşincisi: İ’cazı o kadar açıktır ki, onunla yarışılmaz. Bu ikisini Maverdi, demiştir.

2

Şüphesiz biz, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ki, akıl erdiresiniz diye.

"Şüphesiz biz onu indirdik (inna enzelnahu)":

Hu zamirinde iki görüş vardır:

Birincisi: O, kitaba râcîdir, bu da cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Yûsuf kıssasına râcîdir, bunu da Zeccâc ile İbn Kasım zikretmişlerdir.

"Arapça bir Kur’ân olarak": Kur’ân’ın manasını ve türevini Nisa suresi, âyet: 82’de zikretmiş bulunuyoruz. İnsanlar Kur’ân’da Arapça'nın dışında bir şey olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir; bizim görüşümüz odur ki, onda Arapçadan başka bir kelime yoktur.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Kim Kur’ân’da Arapçadan başka kelime olduğunu iddia ederse, Allah’a karşı büyük konuşmuş olur, demiş ve:

"Şüphesiz biz onu Arapça bir Kur’ân yaptık” (Zuhruf: 3) âyetini delil getirmiştir. İbn Abbâs, Mücâhid ve İkrime’den ise onda Arapçadan başka kelimeler bulunduğu rivayet edilmiştir;

meselâ "siccil", "mişkat", "yemm", "tur", "ebarik", "istebrak” vs. gibi.

Ben şeyhimiz dilci Ebû Mansur'dan şöyle okudum:

Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Bunlar Ebû Ubeyde’den daha bilgindirler; onlar bir şey söylemiş, o ise onlara muhalefet etmiştir. İnşallah ikisi de haklıdır; şöyle ki, bu kelimeler Arapçaya başka dillerden girmiştir; sonra Araplar o kelimeleri dillerinde konuşunca onların Arapçalaştırmasıyla Arapça olmuştur. Onlar asıllan itibarı ile yabancı ise de bu durumuyla Arapçadırlar. Bu izah her iki görüşün de doğru olduğunu gösterir.

"ki, akıl erdiresiniz diye":

İbn Abbâs: Anlarsınız, demiştir.

3

Biz bu Kur’ân'ı sana vahyetmekle kıssaların en güzelini sana anlatacağız. Şüphesiz sen bundan önce gafillerden idin (bundan haberdar değildin).

"Biz sana kıssaların en güzelini anlatacağız":

İniş sebebini sözün başında anlattık, bunun özel bir sebebi de vardır, o da Said b. Cübeyr’den rivayet edilmiştir: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı Selman’nın yanında toplandılar: Bize Tevrat'tan anlat; çünkü onda güzel şeyler vardır, dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ:

"Sana kıssaların en güzelini anlatacağız” âyetini indirdi. Yani Kur’ân kıssaları Tevrat’takinden daha güzeldir, demektir. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Biz sana onu en güzel şekilde açıklayacağız. Kâss: Kıssayı doğru olarak anlatan, demektir.

"Bima evhayna ileyke": Sana bu Kur’ân’ı vahyetmekle demektir.

Âlimler şöyle demiştir: Yûsuf kıssasına kıssaların en güzeli denilmesi şundandır; çünkü onda peygamberlerden iyi kimselerden, meleklerden, şeytanlardan, davarlardan, kralların yaşantılarından, kölelerden, tüccarlardan, bilginlerden, erkeklerden, kadınlardan ve onların fendlerinden, tevhitten (Allah'ın birliğinden), fıkıhtan, sırdan, rüya tabirinden, siyasetten, iyi geçimden, ev idaresinden, eziyete sabretmekten, ağır başlılıktan, onûrdan, hikmetten ve daha birçok acayip şeylerden bahsedilmiştir.

"Ve in künte":

"İn” hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, kad (gerçekten) demektir.

İkincisi: Olumsuzluk edatıdır.

"Ondan önce”

İbn Abbâs: Kur’ân'ın inmesinden önce, demiştir.

"Gafillerden": Yûsuf kıssasını ve kardeşlerinin ona yaptıklarını bilmekten gafillerden.

4

Hani, Yûsuf, babasına:

"Babacığım, şüphesiz ben on iki yıldızla güneşi ve ayı gördüm, onları bana secde ederlerken gördüm” demişti.

"îz kale Yûsufu":

"iz” edatı hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Geçmiş bir fi'le bağlıdır,

Mana da şöyledir: Nahnu nekussu aleyke iz kale Yûsufu.

İkincisi: O gizli bir fi’le bağlıdır, takdiri şöyledir: Üzkür iz kale Yûsufu. Bu iki görüşü Zeccâc ile İbn Enbari zikretmişlerdir (manada fazla bir değişme yoktur. Mütercim).

"Ya ebeti": Ebû Cafer ile İbn Âmir te’nin fethası ile (ya ebete) okumuşlar, he ile vakfetmişlerdir.

İbn Kesir de vakıfta onlara katılmıştır. Diğerleri ise tenin kesresi ile okumuşlardır. Kim te'yi fethalerse, ya ebetâ demek istemiş; ye hazfedildiği gibi elifi de hazfetmiştir. Elifi göstermek üzere de fetha kalmıştır. Nitekim kesre de ye’yi gösterir. Kim de he ile vakfederse, vakıfta te’nin he’ye dönüşmesindendir.

Ebû Cafer ikisinde de aynın sükunu ile ahade aşre ve tis’ate aşre okumuştur.

Yûsuf’un gördüğü şeyler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, güneşi, ayı ve yıldızları gördü. Bu, çoğunluğun görüşüdür.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Akıllı cem’i gibi "raeytühüm” demesi, secdenin akıllı hareketinden olmasındandır. Meselâ:

"Ya eyyühen nemlüdhulu mesakineküm” (Neml: 18) âyetinde olduğu gibi.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yıldızlar tabirde kardeşleri, güneş annesi, ay da babası idi. Bunu Yakub’a anlatınca kardeşlerinin kıskançlığından korktu.

Süddi de şöyle demiştir: Güneş annesi, ay da teyzesi idi. Çünkü annesi ölmüştü.

İkincisi: O, ebeveynini ve kardeşlerini kendine secde ederlerken gördü; bunu da (hüm) zamiri ile ifade etti. Bu da İbn Abbâs ile Katâde’den rivayet edilmiştir. "Raeytühüm” kavlinin tekrar edilmesine gelince,

Zeccâc: Cümle uzayınca tekit için tekrar etmiştir, demiştir.

Yûsuf bu rüyayı kaç yaşında iken gördüğünde de üç görüş vardır:

Birincisi: Yedi yaşında idi.

İkincisi: On iki yaşında idi.

Üçüncüsü: On yedi yaşında idi.

5

Dedi:

"Ey oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır!"

Müfessirler şöyle demişlerdir: Ya’kûb , Yûsuf’un kardeşlerinin rüyasının tabirini bileceklerini anladı;

"rüyanı kardeşlerine anlatma; sana tuzak kurarlar” dedi.

İbn Kuteybe: Sana hile ve suikast yaparlar, demiştir. Başkası da, "leke

"deki “Lâm” ın zait, mananın da: Feyekiduke şeklinde olduğunu söylemiştir. Apaçık düşman da: Düşmanlığı belli olandır.

6

“Böylece Rabbin seni seçecek, sana hadiselerin tevilini öğretecek ve nimetini sana ve Ya’kûb hanedanına tamamlayacaktır. Nitekim daha önce de iki atan İbrahim ile İshak’a tamamlamıştı. Şüphesiz Rabbin ilim sahibidir, hikmet sahibidir".

"Böylece Rabbin seni seçecek":

Zeccâc şöyle demiştir: Seni yücelttiği, halini düzelttiği gibi Rabbin seni seçecek ve kardeşlerinin arasından seni süzecektir. İctiba’nın manasını En’am: 87’de şerh etmiş bulunuyoruz.

İbn Abbâs da: Seni peygamberliğe seçecektir, demiştir.

"Sana hadiselerin tevilini öğretecektir":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Rüya tabirini öğretecektir, bunu İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde, demişlerdir. Tabire tevil demesi, rüyanın sonucunu açıklamasındandır.

İkincisi: O, ilim ve hikmettir (sana ilim ve hikmeti öğretecektir).

Üçüncüsü: Peygamberler, ümmetler ve kitapların anlatısını öğretecektir. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Mukâtil de:

"Min” burada zaittir demiştir.

"Sana nimetini tamamlayacaktır":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Peygamberlikle, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Şanını yüceltmekle.

Üçüncüsü: Kardeşlerini ona muhtaç edip de onlara ikramda bulunması ile. Bu ikisini Maverdi, zikretmiştir.

"Ya’kûb hanedanı":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yakub’un evlatlarıdır, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Ya’kûb , karısı ve on bir çocuğudur. Yûsuf’a secde etmeleri ile onlara nimetini tamamladı.

Üçüncüsü: Ailesidir, bunu da Ebû Ubeyde, demiş ve âl kelimesinin uheyl şeklinde tasgir edilmesini (küçültülmesini) delil olarak göstermiştir.

"Daha önce bunu İbrahim ile İshak’a tamamladığı gibi":

İkrime şöyle demiştir: İbrahime olan nimeti, onu ateşten kurtarmasıdır, İshak’a olan nimeti de onu boğazlanmaktan kurtarmasıdır.

"Şüphesiz Rabbin ilim sahibidir": Yani peygamberliği kime vereceğini bilir.

"Hikmet sahibidir": Halkım idare etmede.

7

Yemin olsun, Yûsuf ta ve kardeşlerinde (onları) soranlar için ibretler vardır.

"Yemin olsun, Yûsuf’ta ve kardeşlerinde": Yani Yûsuf’un haberinde ve kardeşlerinin kıssasında

"âyetler": Yani onlardan soranlar için ibretler vardır. Onun her hali ibrettir. İbn Kesir, (tekil olarak)

"ayetün” okumuştur.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yahudiler Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e Yûsuf kıssasından sormuşlardı; o da onlara Tevrat’ta olduğu gibi cevap verince buna şaşmışlardı.

Bu ibretlerin fonksiyonu hakkında da beş görüş vardır:

Birincisi: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in gerçek peygamber olduğunu göstermesi; çünkü görmediği ve kitaplara bakmadığı bir topluluktan haber vermişti.

İkincisi: Allahü teâlâ’nın Yûsuf suresinde ona karşı yapılan zulümleri açıklaması.

Üçüncüsü: Rüyasının doğru çıkıp yorumunun olduğu gibi gerçekleşmesi.

Dördüncüsü: Nefsine hakim olup şehvetini yenmesi ve sonunda emaneti yerine getirmesi.

Beşincisi: Umutsuzluktan sonra sevincin meydana gelmesi.

Eğer: "Neden özellikle soranlar için ibret vardır, dedi, hâlbuki başkaları için de ibret vardır?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi:

Mana şöyledir: Soranlar için de diğerleri içinde ibret vardır, ancak soranlar zikredilmekle yetinilmiş, diğerleri söylenmemiştir. Nitekim şu âyette:

"Elbiseler sizi sıcaktan korur” (Neml: 81) denilmiş, soğuk zikredilmemiştir.

İkincisi: Yûsuf kıssasında soranlar için ibret olunca, başkaları için de olur, soranların özellikle zikredilmesi, sormalarının acayip bir sonuç meydana getirip haberi ortaya çıkarmasındandır.

8

Hani (kardeşleri) demişlerdi: "Gerçekten Yûsuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz, bir topluluğuz. Şüphesiz babamız apaçık bir yanlışlık içindedir".

"Hani demişlerdi": Yani Yûsuf’un kardeşleri.

"Yûsuf ve kardeşi": İbn Yamin (Bünyamin)i kastediyorlar. Ona İbn Yamin denilmesi, annesinin loğusalık halinde ölmesindendir. Yamin ağrı demektir. Bünyamin onun ana baba bir (öz) kardeşi idi, diğerleri ise baba değil, ana bir kardeşleri idiler.

Âyette geçen "usbe” kelimesi için

Zeccâc şöyle demiştir: Usbe lügatte işleri bir ve birbirlerinin yaptığını yapan ve haklı haksız birbirlerini kayıran topluluktur.

Müfessirlerin usbe’nin sayısı hakkında altı görüşleri vardır:

Birincisi: Sayısı ondan çoktur, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: On ilâ kırk arasıdır. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiş,

Katâde de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Onlar altı veya yedi kişidir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Dördüncüsü: On ilâ on beş arasıdır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Beşincisi: Cemaattir, bunu da İbn Zeyd, İbn Kuteybe ve Zeccâc, demişlerdir.

Altıncısı: On’dur, bunu da Mukâtil, demiştir.

Ferrâ’ da: On ve daha fazlasıdır, demiştir.

"Şüphesiz babamız apaçık bir yanlışlık içindedir":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Yanlış bir görüş içindedir, bunu İbn Zeyd, demiştir.

İkincisi: Şekavet içindedir, bunu da Mukâtil, demiştir, maksat dünya meşakkati, demektir.

Üçüncüsü: Bizi eşit sevmesi gerekirken doğru yoldan sapmıştır. Çünkü bizim ona faydamız daha çoktur.

Zeccâc şöyle demiştir: Eğer, dinde yanlışlık içindedir, deselerdi, kâfir olurlardı; ancak, iki küçük oğlunu bizden daha çok seviyor, oysa biz daha kalabalığız ve kendisi için daha faydalıyız, demek istemişlerdir.

9

"Yûsufu öldürün yahut onu bir yere atın ki, babanızın yüzü /teveccühü yalnız size kalsın; siz de sonradan iyi bir topluluk olursunuz".

"Uktulu Yûsufe":

Ebû Ali şöyle demiştir: İbn Kesir, Nâfi ve Kisâi, tenvinin zammesiyle: Mübinün utkulu” okumuşlardır. Çünkü onun hareketlenmesi iki sakinin yan yana gelmesindendir. Onu ses uyumundan dolayı zamme ile harekelediler;

"meddün", "ve zulumatün” dedikleri gibi. Ebû Amr, Âsım, İbn Âmir ve Hamze de, tenvinin kesri ile okumuş, zammeye ses uyumunu dikkate almamışlarıdr; nitekim

"medde” "zulumatün” demişlerdir.

Müfessirler: Kurraların kendi aralarındaki görüşleri böyledir, demişlerdir.

"Evitrahunu ardan":

Zeccâc şöyle demiştir:

"Ardan” "fi"nin düşürülmesi (hazf-i harfi cer) ile mensûb olmuş, fiil de ona yaklaşmıştır,

Mana da şöyledir: Evitrahuhu ardan yebudu biha an ebihi (onu babasından uzaklaştıracak bir yere atın). Başkası da şöyle demiştir: Ardan te’küluhu fiha essibau (onu canavarların parçalayacağı bir yere atın).

"Babanızın teveccühü size kalır": Yani Yûsuf’lâ meşgul olmayı bırakır, demektir.

"Ondan sonra olursunuz": Yani Yûsuf'tan sonra demektir,

"iyi bir topluluk":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu öldürdükten sonra Tevbe ederek iyi kimseler olursunuz. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Babanızın yanında halinizi düzeltirsiniz. Bunu da Mukâtil demiştir. Onların kıssalarında acayip bir nükte vardır, o da şudur: Onlar günahtan önce Tevbeye karar verdiler, işte mü’min de böyle olmalı; ne kadar günah işlese de Tevbeyi unutmamalıdır.

10

İçlerinden bir sözcü:

"Yûsuf'u öldürmeyin; onu kuyunun dibine atın; kafilenin biri onu alır. Eğer yapacaksanız” dedi.

"İçlerinden bir sözcü dedi":

Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: O, Yahuda’dır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiş; Vehb b. Münebbih, Süddi ve Mukâtil de böyle demişlerdir.

İkincisi:

O, Şem’un (Şimon)dur, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Rubil’dir, bunu da Katâde ile İbn İshak, demişlerdir. Ğayabetül cüb:

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Her şey ki, araya girerek bir şeyi görmene mani olur, işte o gayabe’dir. Cüb de örülmemiş kuyudur.

Zeccâc şöyle demiştir: Ğayabe: Göremediğin veya bir şeyi sana göstermeyen her şeydir. Şair Münahhil de şöyle demiştir:

Eğer bir gün ölürüm (toprak beni sitreder) de beni göremezseniz,

Aşirette ve ailede yolumu izleyin.

Cüb: Taşla örülmeyen kuyudur. Ona cüb denilmesi kesilip (kazılıp) da onda taşla örme vs. gibi bir şey yapılmamasındandır.

İbn Abbâs:

"Gayabetil cübb": Kuyunun karanlıklandır, demiştir.

Hasen de: Dibidir, demiştir.

Nâfi, çoğul kalıbında "Ğayabatil cüb” okumuş, onda birçok karanlıklar olduğunu tahayyül etmiştir. Harice de Nâfi’den: Ye’nin şeddesiyle: "Ğayyabat” okuduğunu rivayet etmiştir.

Hasen, Katâde ve Mücâhid, elifsiz, ye de sakin olarak: "Ğaybetil cüb” okumuşlardır.

Bu kuyu nerede idi, bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Ürdün toprağında idi, bunu Vehb, demiştir. Mukâtil de, Ürdün toprağında, Yakub’un evinden üç fersah uzaklıkta olduğunu söylemiştir.

İkincisi: Beytülmakdis’tedir, bunu da Katâde, demiştir.

"Onu kafilenin biri alsın":

İbn Abbâs: Yolculardan birileri alsın, demiştir.

"Eğer yapacak iseniz": Yani ona ne yapacağınızı içinizde sakladıysanız, demektir. Kurraların çoğu ye ile,

"yeltekıthu” okumuşlardır. Hasen, Katâde ve İbn Ebi Able de te ile okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir: Bütün nahivciler bunu câiz görürler. Çünkü bazı seyyare de seyyaredir (müennestir). Sanki: Teltekıhtu seyyaretü ba’zısseyyare, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Kim te ile okursa, ba’z’ın başındaki fi’li müennes yapmış olur, hâlbuki ba’z müzekkerdir. Bunu yapması mana itibarı iledir, çünkü tevili: Teltekıthus seyyaretü'dür.

Şair de şöyle demiştir:

Yılların geçmesinin benden bir şeyler aldığını gördü;

Tıpkı ayın son gecelerinin hilaldan bir şeyler aldığı gibi.

Yani: Raetissinine, demek istemiştir. Başkası da şöyle demiştir:

Uzun geceler beni hızla bozdular,

Boyumdan aldılar, enimden aldılar.

Yani: Elleyali esraat, demek istemiştir. Şair Cerir de şöyle demiştir:

Zübeyr'in haberi gelince, Medine’nin surları

Ve alçak gönüllü dağlar baş eğdiler.

Yani: Tevadaatil medinetü demek istemiştir. Bir başkası da şöyle demiştir:

Benim yaydığım sözden kızardı,

Tıpkı mızrağın ucunun kanla kızarması gibi.

Yani: Kema şerikatil kanatü demek istemiştir. (Bütün bu örneklerde müzekker kelime yanındakinden müenneslik almıştır. Mütercim).

11

Dediler:

"Ey babamız, sana ne oluyor da Yûsuf'u bize güvenmiyorsun? Hâlbuki biz onun iyiliğini düşünenleriz".

Müfessirler şöyle demişlerdir: O topluluk Yûsuf’a tuzak kurmayı kararlaştırınca babasına:

"Ya ebeti maleke late’menna” (baba bize niçin güvenmiyorsun, dediler). Bir bölük kurra, mimin fethi ve ilk nunu ikincisine idgamla

"menna” okumuş, idgam edilen nunun zammesine de işaret (işmam) etmişlerdir. Mekki şöyle demiştir: Çünkü aslı

"menüna"dır. Sonra ilk idgam edilmiştir, işmam da ilk nununun zammesine delalet etmek üzere kalmıştır. İşmam: İşitilen bir ses olmadan dudakları büzmektir. O, idgamdan sonra ve ikinci nunun fethasından önce yapılır. İbn Keysan işmama, işaret, der. Revm’e de işmam der. Revm ise harekeyi andırmak üzere hafifçe işitilen zayıf bir sestir. Ebû Cafer de, idgam edilenin irabına işaret (işmam) etmeden nunun fethi ile okumuştur. Hasen de mimin zammı ile

"maleke lâ te’münna” okumuştur. İbn Mukassim de asıl üzere iki nunla

"te’menüna” okumuştur,

Mana da şöyledir: Neden Yûsuf'u bize güvenmiyorsun da bizimle beraber göndermiyorsun? Artık o büyüdü, fakat geçimle ilgili hiçbir şey bilmiyor.

"Biz ise onun için iyi düşünüyoruz": Sana işaret ettiğimiz şeylerde.

12

"Onu yarın bizimle (kıra) gönder de bol bol yesin ve oynasın. Şüphesiz biz onun için elbette muhafızlarız".

"Onu yarın bizimle beraber gönder": Kıra gönder. Mukâtil kelâmda takdim ve tehir vardır, demiştir, şöyle ki, onlar: Onu bizimle beraber gönder, dedikleri zaman babası; Onu götürmeniz beni üzer, dedi. Onlar da:

"Neden bize güvenmiyorsun?” dediler.

"Nerta’ ve nelab": İbn Kesir, İbn Âmir ve Ebû Amr, ikisinde de nunla ayın da sakin olarak "nerta’ ve nel’ab” okumuşlardır. Zeyd, Ya’kûb ’tan rivayetle sadece "nerta'"da onlara katılmıştır.

"Nerta"ın manasında ise üç görüş vardır:

Birincisi: Eğleniriz, demektir, bunu da Dahhâk, demiştir.

İkincisi: Koşarız, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Yeriz, demektir. Reteatil ibilü denir ki, deve otladı, demektir. Erta'tüha ise: Onu otlamaya salıvermektir. Şair de şöyle demiştir:

Onunla karşılaştığım zaman bana dosttur,

Yalnız kaldığı zaman ise etimi otlar.

Yani: Gıybet eder. Bu İbn Enbari ile İbn Kuteybe’nin görüşüdür. Âsım, Hamze ve Kisâi de ikisinde de ye, aynın ve benin cezmi ile

"yerta’ ve yel’ab” okur, Yûsuf’u kastederler. Nâfi de yesiz olarak (sadece kesre ile) "nertai” okumuştur.

İbn Kuteybe de, mana şöyledir, demiştir: Birbirimize bekçilik ederiz, birbirimizi korur, muhafaza ederiz. Bu itibarla: Raakallah, denir ki: Allah seni muhafaza etsin, demektir. Bana İbn Kesir’den vasılda da vakıfta da ayından sonra ye ile "netraî” okuduğu rivayet edildi. Enes ile Ebû Recâ’ da merfu nun, meksur te ve sakin ayınla "nürtiu", nunla da "nel’ab” okumuşlardır.

Ebû Ubeyde de: Develerimizi otlatırız, demiştir.

"Nel’ab” kavline gelince,

İbn Abbâs: Eğleniriz, demiştir.

Eğer:

"Ya’kûb , oynama kelimesini neden reddetmedi?” denilirse.

Cevabı iki açıdan verilmiştir:

Birincisi: Onlar o zamanlar peygamber değillerdi, bunu Ebû Amr el - Alâ, demiştir.

İkincisi: Onlar mübah oyunu kastetmişlerdi, bunu da Maverdi, demiştir.

13

(Ya’kûb ) dedi: "Şüphesiz onu götürmeniz beni üzer ve ben siz gafilken onu kurt yemesinden korkarım".

"Onu götürmeniz beni gerçekten üzer": Çünkü benden uzaklaşır, ben de onu göremem.

"Ve ehafu en ye’külehüzzi’b": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım, İbn Âmir ve Hamze, üç yerde de hemze ile:

"ez - Zi'b” okumuşlardır. Kisâi, Ebû Cafer ve Şeybe de hemzesiz okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Aslı hemzelidir, tezaebetirrihu denir ki: Fırtına her taraftan kurt gibi geldi (ısırdı) demektir.

Özellikle kurdun zikredilme sebebinde ise üç görüş vardır:

Birincisi: Babası rüyasında bir kurdun Yûsuf’a saldırdığını görmüştü. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Topraklarında kurt çok idi, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Onun adına korkmuş, bunu kurtla kinaye yollu söylemiştir, bunu da Maverdi, demiştir.

"Sizler ondan gafillerken":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Oyuna dalmışken.

İkincisi: Davarlarınızla meşgul iken.

14

(Kardeşleri):

"Yemin olsun ki, biz bir topluluk iken onu kurt yerse, o takdirde biz, elbette ziyan edenlerdeniz” dediler.

"Biz bir topluluk iken onu kurt yerse": Yani kurdun ona kastettiğini görür de onu çeviremezsek, demektir.

"O takdirde biz, elbette ziyan edenleriz": Yani aciz kimseleriz.

İbn Enbari şöyle demiştir: Kim mensûb olarak "usbeten” okursa, takdiri: Ve nahnu nectemiu usbeten (biz bir grup olarak toplanmışken) demektir.

15

Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya karar verince, (bunu gerçekleştirdiler). Biz de ona (Yûsuf'a):

"Yemin olsun, bu işlerini onlara haber vereceksin” diye vahyettik.

"Onu götürüp de": Bu kelâmda kısaltma ve gizleme vardır, takdiri şöyledir: Onu oğullarıyla beraber gönderdi, onlar da onu götürüp de,

"karar verince": Yani onu kuyunun dibine atmaya karar verince, demektir.

Kıra Gitme Kıssalarına İşaret

Müfessirler şöyle demişlerdir: Kardeşleri Yûsuf’a:

"Bizimle çıkıp oynamak ve avlanmak istemez misin?” dediler. O da: Evet, dedi. Kardeşleri: Babandan seni bizimle göndermesini iste, dediler. O da: Yaparım, dedi. Hep birlikte Yakub’un yanına girdiler: Babamız, Yûsuf bizimle çıkmak istiyor, dediler. O da Yûsuf’a:

"Oğulcağızım, sen ne diyorsun?” dedi. O da: Evet, babacığım, kardeşlerimin bana çok yumuşak ve gayet nazik davrandıklarını görüyorum, bana izin vermeni istiyorum, dedi. Onu kadeşleriyle beraber gönderdi. Kıra varınca, ona karşı içlerindeki düşmanlığı açığa vurdular, ona kaba konuştular. O da kime sığmdıysa kendine vurmaya ve eziyet etmeye başladı. Kararlarını anlayınca: Ya’kûb babam, Yûsuf’u ve kardeşlerinin ona yaptığını görsen üzülür ve ağlardın. Baba, sana verdikleri sözü ne çabuk da unuttular, vasiyetini yerine getirmediler, dedi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Dahhâk, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rubil onu yakalayıp yere vurdu, sonra göğsüne çöktü, onu öldürmek istedi. Yûsuf ona: Yapma kardeşim, beni öldürme, dedi. O da: Ey Rahil’in oğlu, ey rüyaların adamı, söyle rüyana, seni elimizden kurtarsın, dedi. Boynunu kırmak için büktü, Yûsuf: Yahuda, Allah için olsun, beni kurtar, dedi. Beni öldürmek isteyen bunun elinden kurtar, dedi. Yahuda ona acıdı, kardeşlerim, "size bundan daha iyi ve onun için de daha hafif bir şey tavsiye edeyim mi?” dedi. Onlar da: "Nedir o?” dediler. Yahuda: Onu kuyuya atın, bir kervan onu götürsün, dedi. Onlar da: öyle yapalım, dediler. Onu kuyuya götürdüler, gömleğini soymaya başladılar. O da: Kardeşlerim, gömleğimi neden çıkarıyorsunuz? Onu bana geri verin; onunla avret yerimi örteyim ve onu kefen edineyim, dedi. Allah kuyunun içinde suda bir taş çıkardı, Yûsuf ayaklarını onun üzerine koydu.

Süddi şöyle demiştir: Onu kuyuya sarkıtmaya başladılar, o da kuyunun kenarına yapışmaya başladı, ellerini bağladılar, gömleğini çıkardılar, o da: Kardeşlerim, gömleğimi bana geri verin de avret yerimi kapatayım, dedi. Onlar da: Güneşe, aya ve on bir yıldıza yalvar, dediler. Onu kuyuya sarkıttılar; ortasına gelince ölmek üzere onu atmak istediler. Kuyuda su vardı, onun içine düştü. Sonra oradaki bir taşın üzerine çıkıp ayakta durdu. Onu kuyuya atınca ağlamaya başladı, ona seslendiler, kendisine acıdıklarını zannetti, onlara cevap verdi. Üzerine bir kaya atıp onu ezmek istediler. Yahuda onlara engel oldu. Yahuda ona yemek getirirdi.

Ka’bu’l - Ahbar şöyle demiştir: Ellerini boynuna bağladılar, gömleğini soydular, Allah ona bir melek gönderdi, ellerini çözdü ve ona suyun içinden bir taş çıkardı. Yûsuf taşın üzerine oturdu.

Ya’kûb İbrahim’in ateşe atıldığı gün üzerindeki gömleğini bir kamışa koyup Yûsuf’un boynuna astı. Melek de onu Yûsuf’a giydirdi. Kuyu aydınlandı.

Hasen de şöyle demiştir: Yûsuf kuyuya atılınca suyu tatlandı, başka yiyecek ve içeceğe ihtiyaç duymadı.

Cebrâil yanına geldi, ona can yoldaşı oldu. Akşam olunca Cebrâil gitmek üzere ayağa kalktı, Yûsuf ona: Sen buradan çıkarsan, ben yalnızlıktan ürkerim, dedi. O da şöyle dedi: Bir şeyden korktuğun zaman şöyle de: Ya sarihal müstasrihin, veya ğavsel müsteğisin, veya müferrice kerbil mekrubin (ey yardıma çağıranların yardımcısı, ey imdat isteyenlerin medetkârı ve ey darda kalanların sıkıntısını def eden!). Yerimi görüyorsun, halimi biliyorsun. Hiçbir işim sana gizli değildir! Yûsuf bunları deyince, melekler etrafını sardılar. Kuyuda ona üç gün arkadaş oldular. Kardeşleri ise kuyunun etrafında davarlarını otlatıyorlardı.

Muhammed b. Müslim et - Taifi şöyle demiştir: Yûsuf kuyuya atılınca: Ya şahiden gayra ğaib, veya kariben gayra baid, veya ğaliben gayra mağlub, ic’al li ferecen mimma ene fih (ey gözden kaybolmayan şahit, ey uzaklaşmayan yakın ve ey mağlup olmayan galip, beni içinde bulunduğum bu halden kurtar), dedi, bir gece orada kalmadı.

Kuyuya atıldığı zaman kaç yaşında olduğunda da dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: On iki yaşında idi, bunu Hasen, demiştir.

İkincisi: Altı yaşında idi, bunu da Dahhâk, demiştir.

Üçüncüsü: On yedi yaşında idi, bunu da İbn Saib, demiştir. Hasen’den de aynısı rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: On sekiz yaşında idi.

"Ona vahyettik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O ühamdır, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: O gerçek vahiydir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, onlara bu yaptıklarını haber vereceksin ve sen onlardan üstün olacaksın, diye vahyetti.

"Onlar farkında değillerken":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara haber verdiğin zaman senin Yûsuf olduğunu fark edemeyecekler. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiş, Mukâtil de ona katılmıştır.

İkincisi: Vahyi bilmezler, bunu da Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd, demişlerdir. Birinciye göre bu söz,

"onlara haber vereceksin” cümlesine bağlı olur. İkinciye göre de

"Ona vahyettik” cümlesine bağlı olur. Humeyd diyor ki: Hasen Basri'ye:

"Mü’min mü’mini haset eder mi?” dedim. O da:

"Yakub’un oğullarını nasıl da unuttun?” dedi.

16

Akşamleyin babalarına ağlayarak geldiler.

"Vecau ebahüm işaen yebkun": Ebû Hureyre, Hasen, İbn Semeyfa’ ve A’meş, aynın zammesiyle: "Uşaen” okumuşlardır.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yatsı üzeri geldiler ki, karanlıkta yalandan uydurdukları mazeretleri daha iyi kabul olunsun. Yakub, seslerini işitince irkildi: "Neyiniz var, oğullarım, koyunlarınıza bir şey mi oldu?” dedi. Onlar da: Hayır, dediler. Kendisi de:

"Yûsuf nerede?” dedi.

17

Dediler:

"Ey babamız, biz gittik yarışıyorduk. Yûsuf'u eşyalarımızın yanında bıraktık; onu kurt yedi. Biz doğru söylesek de sen bize inanacak değilsin".

"Ey babamız, biz gittik yarışıyorduk, dediler":

Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: Ok atma yarışı yapıyorduk, bunu İbn Abbâs ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

Mana da: Ok atmada birbirimizi geçmeye çalışıyorduk, demektir.

İkincisi: Koşu yapıyorduk, bunu da Süddi, demiştir.

Üçüncüsü: Avlanıyorduk, bunu da Mukâtil, demiştir. Mana birinciye göre şöyle olur: Kim daha uzağa atacak diye yarışıyorduk. İkinciye göre de: Ayak koşusu yapıyorduk. Üçüncüye göre de: Avlanmak için yarışıyorduk.

"Yûsuf'u eşyamızın yanında bıraktık": Yani elbiselerimizin.

"Sen bize inanacak değilsin": Yani bizi doğrulayacak değilsin, demektir.

"Doğru söyleyenler olsak da":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Doğru da söylesek de. Bunu İbn İshak, demiştir.

İkincisi: Senin nazarında biz doğru sözlü de olsak, bizi Yûsuf konusunda yine itham edersin, çünkü onu çok seviyorsun. Bunu da Zeccâc, demiştir.

18

Üzerinde yalan kan bulunan gömleğini getirdiler.

"Hayır, dedi, nefisleriniz size bir iş süslemiş. Artık benim işim güzelce sabretmektir. Bu anlattıklarınıza karşı ancak Allah’tan yardım istenir".

"Ve cau alâ kamisıhi bidemin kezib": Dilciler şöyle demişlerdir: Bidemin mekzubun fih (yalan, sahte kan). Araplar çoğu konuşmalarında mastarı ism-i mef’ul yerinde kullanırlar; meselâ kezib için mekzub, akl için ma’kul ve celd için meclud, derler.

Şair de şöyle demiştir:

Sonunda kemiklerinin üzerinde et,

Gönlü için de akıl bırakmayınca...

Burada: Makul, demiş, aklı kastetmiştir. Ötekisi de şöyle demiştir:

Gerçekten göğü kudreti ile yükseltene ant içerim ki,

Taziye de dayak da son kertesine varmıştır.

Burada meclud demiş, celd kastetmiştir. Leyse lifülanin akdü re’yin derler ki, ma’kudu re’yin (tutarlı bir görüşü yoktur), demek isterler. Haza maün sekbün derler ki, meskub (dökülmüş) su demek isterler. Haza şerabün sabbun, derler ki, masbubun (dökülmüş) demek isterler. Maun ğavrun, derler ki, Ğairun (derin su) demek isterler. Recülün savmun, derler ki, saim (oruçlu adam) demek isterler. İmretün nevhun, derler ki, naihatün (ağlayan) kadın demek isterler.

Bu Kelâmın hepsi Ferrâ’, Ahfeş, Zeccâc, İbn Kuteybe ve diğerlerinin sözlerinden alınmıştır (mastar hem ism-i fail, hem ism-i mef'ul yerinde kullanılmıştır. Mütercim).

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bir oğlak tutup kestiler, sonra Yûsuf'un gömleğini kana buladılar, onu da getirdiler. Üzerinde hiç yırtık yoktu.

Ya’kûb : Yalan söylediniz, eğer onu kurt yese idi, gömleğini parçalardı, dedi.

Katâde: Ceylan kanı idi, demiştir. İbn Ebi Able de, mensûb olarak,

"bidemin keziben” okumuştur. İbn Abbâs, Hasen ve Ebû’l - Âliyye de noktasız dal ile:

"Bidemin kidbin” okumuşlardır ki, taze kan, demiştir.

"Bel sevvelet": Süsledi,

"nefisleriniz size bir iş": Anlattığınızın dışında bir iş süsledi.

"Fesabrun cemil": Halil, mana şöyledir demiştir: Benim işim güzel sabırdır, benim inandığım şey güzel sabırdır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Sabr, merfudur, çünkü kendi nefsini taziye etmiştir,

Mana da şöyledir: Ma huve illassabru (yapacağım yalnız sabırdır). Eğer onlara sabretmelerini tavsiye etse idi, mensûb (sabren) söylerdi.

Kutrub da şöyle demiştir: Sabri sabrun cemilün (benim sabrım güzel bir sabırdır). İbn Mes’ûd, Übey ve Ebû’l - Mütevekkil mensûb olarak: "Fesabren cemilen” okumuşlardır.

Zeccâc da: Sabr-ı cemil içinde telaş olmayan ve insanlara şikayet bulunmayan sabırdır, demiştir.

"Bu anlattıklarınıza karşı ancak Allah'tan yardım istenir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu nitelediğiniz yalana karşı, demektir.

İkincisi: Bu anlattığınızı taşıyabilmek için, demektir.

19

Bir kervan geldi. Sucularını gönderdiler. Kovasını kuyuya sarkıttı:

"Hey müjde, işte bir çocuk!” dedi. Onu ticaret malı olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını pekiyi bilendir.

"Ve caet seyyaretün": Yürüyen bir topluluk (kervan) geldi, demektir.

"Feerselu varidehüm":

Ahfeş şöyle demiştir: Seyyare’yi müennes, varid'i müzekker yaptı, çünkü seyyare’nin manası, erkekler topluluğudur (küllü cem’in müennes = bütün cemiler müennestir. Mütercim).

Zeccâc da şöyle demiştir: Varid, topluluğa su çekmek için önden giden kimsedir.

Bu sucunun isminde iki görüş vardır:

Birincisi: Malik b. Zu’r b. Ayfa b. Medyen b. İbrahim’dir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Micles b. Ravil’dir. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir.

"Kovasını sarkıttı": Yani aşağıya gönderdi.

Zeccâc şöyle demiştir: Edleytdelve, kovayı dolması için aşağı sarkıtmaktır. Delevtüha ise: Onu çıkarmaktır.

"Kale ya Büşra": İbn Kesir, Nâfi', Ebû Amr ve İbn Âmir, elifli ve ye ile:

"Ya büşrâye” okumuşlardır. Verş, Nâfi’den yenin sükunu ile:

"Büşray” ve

"mahyay” (En’am: 162),

"mesvay” (Yûsuf: 23) okumuşlardır. Âsım, Hamze ve Kisâi de elifle yesiz olarak

"ya Büşrâ” okumuşlardır. Âsım ranın fethi, Hamze de imalesi ile okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim "ya Büşra” diye okursa, muhatapları uyarmak için ünlem yapmıştır. Çünkü büşra (müjde) cevap veremez, akıl da edemez. Bu durumda mana: Sevinin, ey müjde, şimdi senin zamanındır, demek olur. Aynı şekilde: Ya acabah, dersen de böyledir ki, sanki şaşın, ey şaşma, şimdi senin zamanındır, demek olur. Biz de bu manayı Hûd: 69 ve 74 âyetlerinde şerh etmiş bulunuyoruz.

"Ya Büşra” kıraatinin manası şöyle olabilir: Ey buradakiler, işte müjde! Oradakileri uyarmak maksadıyla şöyle de olabilir: Ey müjde, bu senin zamanındır. Bunu da az önce anlatmış bulunuyoruz. Süddi, sucunun, Büşra isminde birine seslendiğini söylemiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu görüşlerin hepsi de câizdir. Büşra’nın bir kadın ismi olması da câizdir. Ebû Recâ’ ile İbn Ebi Able, şeddeli ye ve elifsiz olarak:

"Ya büşreyye” okumuşlardır.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Sucu kovasını kuyuya sarkıtınca Yûsuf ipe sarıldı, sucu baktı ki, dünya güzeli bir çocuk. Arkadaşlarına: Müjde, diye seslendi. Onlar da: "Ne var?” dediler. O da: Kuyuda bir çocuk var, dedi. Ona ortak olmak için yanına koştular ve onu kuyudan çıkardılar. Birbirlerine: Bunu arkadaşlarınıza söylemeyin, yoksa size ortak olmak isterler. Eğer size:

"Bu nedir?” diye sorarlarsa, bunu kuyunun başındakiler bize sermaye olarak verdiler, onların adına Mısır’da satacağız” deyin, dediler. Yûsuf’un kardeşleri geldiler, onu kuyuda bulamadılar; baktılar ki, birkaç kişi, Yûsuf da yanlarında. Onlara: Bu bizim kölemizdir, kaçtı, dediler. Malik b. Zu’r: Onu sizden satın alıyorum, dedi. Ona yirmi dirhem, bir takım elbise ve bir çift ayakkabıya sattılar. Malik bunu arkadaşlarından gizledi: Bunu suyun başındakiler Mısır’da onların adına satmamız için verdiler, dedi.

"Ve eserruhu bidaaten":

Zeccâc şöyle demiştir:

"Bidaaten": Hâl olarak mensubtur, sanki: Ve eserruhu cailihi bidaaten demek olur,

İbn Kuteybe de: Eserru fi enfüsihim ennehu bidaatün ve ticaretün şeklinde olduğunu söylemiştir (manalar yakındır. Mütercim).

Bunu yapanların kimler olduğu hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Kuyu başına gelenlerdir, onlar onu satın aldıklarını arkadaşlarından gizlediler ve kuyu başındakilerin onu kendileri adına satmak için verdiklerini söylediler. Biz de bu manayı İbn Abbâs'ın söylediğini ve Mücâhid’in de aynı fikirde olduğunu zikretmiştik.

İkincisi: Onlar kardeşleridir, onun durumunu gizlediler ve: O bizim satılık malımızdır, dediler. Yine bu mana da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

"Allah onların ne yaptıklarını pekiyi bilendir": Bunlar hem satıcılar hem de alıcılar olabilir.

20

Onu düşük bir fiyata, sayılı birkaç dirheme sattılar. Onda rağbetsiz idiler.

"Ve şerevhu": Bu kelime zıt anlamlı lâfızlardandır: Şereytüşşey’e denir ki: Sattım demektir. Ve şereytuhu denir ki: Satın aldım demektir. Eğer:

Onu sattılar manasına olursa, onlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Kardeşleridir, bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: Kervandır, onu kardeşleri satmadı. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. Eğer: satın aldılar manasına olursa, onlar da kervancılardır.

"Düşük bir fiyata":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Haram paraya demektir. Bunu İbn Abbâs, Dahhâk ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: O, az paraya demektir, bunu da İkrime ile Şa’bî, demişlerdir.

İbn Kuteybe de: Düşük fiyata demiştir.

Üçüncüsü: Eksik paraya demektir. Çünkü sayıca yirmi dirhem idi, fakat tartısı az idi. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

"Sayılı":

Ferrâ’ şöyle demiştir, "sayılı” denilmesi, azlığını göstermek içindir.

İbn Kuteybe de: Kolay paraya demiştir ki, az olduğu için sayması kolay olmuştur. Eğer çok olsa idi, sayması da zor olurdu.

İbn Abbâs şöyle demiştir: O zamanlarda kırktan az dirhemi tartmazlardı. Ona değer vermedikleri için tartmadılar da, denilmiştir.

O dirhemlerin sayısında da beş görüş halinde ihtilaf edilmiştir:

Birincisi: Yirmi dirhemdir, bunu İbn Mes’ûd, bir rivayette İbn Abbâs, bir rivayette İkrime, Nevf eş - Şami, Vehb b. Münebbih, Şa’bî, Atıyye, Süddi, Mukâtil ve diğerleri demişlerdir.

İkincisi: Yirmi dirhem, bir takım elbise (altlık ve üstlük) ve bir çift ayakkabı. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Yirmi iki dirhemdir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mücâhid de böyle demiştir.

Dördüncüsü: Kırk dört dirhemdir, bunu da bir rivayette İkrime ve İbn İshak, demişlerdir.

Beşincisi: Otuz dirhem, bir çift ayakkabı ve bir takım elbise. Ona Ibranice şöyle demişlerdi. Ya kölemiz olduğunu ikrar edersin ya da seni onlardan alır öldürürüz, dediler. O da: Hayır, köleniz olduğumu ikrar ederim, dedi. Bunu da İshak b. Bişr, bazı şeyhlerinden zikretmiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Parasını bölüştüler: onunla bir ayakkabı ve bir de mest aldılar.

İyilerden biri şöyle demiştir: Allah’a yemin ederim ki, Yûsuf’u düşmanlarının birkaç dirheme satması, senin kendi nefsini bir saatlik zevke satmandan daha acayip değildir.

"O hususta rağbetsiz (zahid) idiler": Zühd bir şeye değer vermemektir.

Değer vermeyenlerin kimler olduklarında da iki görüş vardır:

Birincisi: Kardeşleridir, bunu İbn Abbâs, demiştir.

Buna göre "fihi” zamirinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Yûsuf'a râcîdir, çünkü onun Allah katındaki değerini bilemediler. Bunu Dahhâk ile İbn Cüreyc, demişlerdir.

İkincisi: O, paraya râcîdir.

Ona kıymet vermemelerinin sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Kalitesi düşük olduğu için.

İkincisi: Onların maksadı Yûsuf'u uzaklaştırmak idi, para değildi.

İkincisi: Onlar Yûsuf’u satın alan kervan halkıdır.

Değer vermemelerinin sebebinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar fiyatının düşük olmasından şüphe ettiler.

İkincisi: Kardeşleri onu hain ve kaçkın köle olduğunu iddia etmişlerdi.

Üçüncüsü: Çünkü onun hür olduğunu bildiler.

21

Onu Mısır’dan alan, karısına:

"Bunun yerine değer ver (ona iyi bak); umulur ki, bize fayda verir yahut onu evlat ediniriz", dedi. Böylece Yûsuf'u o yere (Mısır’a) yerleştirdik ki, ona rüyaların tabirini öğretelim. Allah işine hakimdir. Ancak insanların çoğu bilmezler.

"Onu Mısır’dan satın alan dedi ki,":

Vehb şöyle demiştir: Kervan onu Mısır’a götürünce, esir pazarında durup onu satışa sundular, insanlar onun fiyatını artırmaya başladılar, öyle ki, ağırlığınca miske, ağırlığınca gümüşe ve ağırlığınca ipeğe kadar çıkardılar. Sonunda onu Kıtfir adında bir adam o fiyata aldı. Fir’avn’in sekreteri ve hazinedarı idi. İmanlı birisi idi.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Kıtfir onu Malik b. Zur’dan yirmi dinar, bir çift ayakkabı ve iki beyaz elbiseye aldı. Evine dönünce karısına: Buna iyi bak, dedi. Bazıları da onun isminin Atfir olduğunu söylemişlerdir.

Kadının adında da iki görüş vardır:

Birincisi: Rail bint Rayil’dir, bunu da İbn İshak, demiştir.

İkincisi: Ezliha (Zeliha) bint Temliha'dır, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Ekrimi mesvahu (ona iyi bak)": Ona katında değer ver, demektir ki: Seveytü bilmekâni sözünden gelir, bir yerde ikamet etmek manasınadır.

Zeccâc şöyle demiştir: Yanımızda kaldığı sürece ona iyi bak demiştir.

İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: insanların en ferasetlisi (en ileri görüşlüsü) şu üç kimsedir: Karısına

"Yûsuf’a iyi bak, belki bize menfaati dokunur” diyen kimse;

"baba Mûsa’yı işçi tut” (Kasas: 26) diyen Şuayb'in kızı ve Ömer’i yerine halife atayan Hazret-i Ebû Bekir.

"Belki bize fayda verir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Büyüdüğü zaman işlerimizi görür.

İkincisi: Kârla satarız.

"Yahut onu evlat ediniriz":

İbn Abbâs: Oğul ediniriz, demiştir. Başkası da: Onların çocukları yoktu, Aziz iktidarsızdı, demiştir.

"Bunun gibi Yûsuf’u yerleştirdik": Yani onu kardeşlerinden kurtardığımız ve onu kuyunun karanlıklarından çıkardığımız gibi onu Mısır toprağına yerleştirdik ve onu Mısır hâzinesinin başına getirdik,

"ona öğretelim diye (velinuallimehu)":

İbn Enbari şöyle demiştir: "velinuallemehu

"ya vavın gelmesi, gizli bir fiilden dolayıdır, lâm’ı getiren de odur, mana da: Mekkenna liYûsufa filardı, demektir. Ona özel olarak bunu yapmamızın sebebi ona rüya tabirlerini öğretmemiz içindir. Bunun tefsiri de: Yûsuf: 6’da geçmiş bulunuyor.

"Allah işine (emrihi) hakimdir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Zamir Allah'a râcîdir,

Mana da şöyledir: O takdir ettiğini yerine getirmeye hakimdir, bu mana da İbn Abbâs’ın görüşünden alınmıştır.

İkincisi: O Yûsuf’a râcîdir,

Mana da şöyledir: Allah Yûsuf’un işine hakimdir, onun için ne murat etmişse ona erdirmeye kadirdir. Bu da Mukâtil’in görüşünden alınmıştır. Bazıları da şöyle demişlerdir: Allah onun işine hakimdir, şöyle ki, Yakub, Yûsuf’a, rüyalarını kardeşlerine anlatmamasını söyledi, onlar ise bunu öğrendiler. Sonra Yakub, ona hile yapmamalarını istedi, fakat onlar yaptılar. Sonra Yûsuf’un kardeşleri onu öldürmek istediler, buna güçleri yetmedi. Sonra onu bir kervan alsın da izi tozu kalmasın istediler, bunu yapamadılar. Sonra onu köle olması için sattılar, Allah işine hakim oldu; onu kral yaptı. Babalarını ondan soğutmak istediler, o ise bunu yapmadı. Sonra ağlayarak ve gömleğine kan sürerek Yakub’u kandırmak istediler, bunu başaramadılar. Sonra onun arkasından iyi kişiler olalım, dediler, günahlarını unuttular, yıllar sonra onu ikrar etmek durumunda kaldılar:

"Biz gerçekten hatalı idik” (Yûsuf: 97) dediler. Sonra onun sevgisini babalarının yüreğinden silmek istediler; o ise gittikçe arttı. Sonra Züleyha kocasına:

"Ailene kötülük yapmak isteyenin cezası şudur” (Yûsuf: 25) diyerek iftira etmek istedi, yine onun işi üstün geldi, sonunda Züleyha’nın ailesinden biri Yûsuf’un lehinde şahitlik etti. Kralın sakisi onu unuttu, Yûsuf da zindanda yıllarca kaldı.

22

Yûsuf güçlü kuvvetli çağına varınca ona hikmet ve İlim verdik. Biz, iyilik edenleri böyle mükafatlandırırız.

"Yûsuf güçlü kuvvetli çağına varınca": Güçlü kuvvetlinin manasını En’am: 152’de zikrettik.

Âlimler burada bunun o yaşın ne olduğunda sekiz görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O otuz üç yaşıdır, bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid ile

Katâde de böyle demişlerdir.

İkincisi: On sekiz yaşıdır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve İkrime de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Kırk yaşıdır, bunu da Hasen, demiştir.

Dördüncüsü: Büluğa ermektir, bunu da Şa’bî, Rebia, Zeyd b. Eslem ve oğlu demişlerdir.

Beşincisi: Yirmi yaşıdır, bunu da Dahhâk, demiştir.

Altıncısı: On yedi ilâ kırk arasıdır, bunu da Zeccâc, demiştir.

Yedincisi: Otuz sekiz yaşma varmaktır, bunu da İbn Kuteybe nakletmiştir.

Sekizincisi: Otuz yaşıdır, bunu da bazı müfessirler, demişlerdir.

"Ona hikmet verdik":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O anlayış ve akıldır, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Peygamberliktir, bunu da İbn Saib, demiştir.

Üçüncüsü: Hekim (hikmet sahibi) kılınmıştır. Bunu da Zeccâc demiş ve şunu ilâve etmiştir: Her alim, hekim değildir. Asıl hekim ilmi ile amel eden alimdir, ilmi sayesinde cahillerin yaptığmdan çekinendir.

Dördüncüsü: İsabetli (hikmetli) söz söylemektir, bunu da Sa’lebi demiştir.

Dilciler şöyle demişlerdir: Araplara göre hikmet, kişiyi cahillik ve hatadan çeviren, bunlara fırsat vermeyen ve nefsi utandıracak ve onu zarara sokacak şeylerden alıkoyan durumdur. Atın gemi (hakemesi) buradan gelir. Aslında lügatte: Ahkemtü, mani oldum, demektir. Hakime hakim denilmesi de zulme ve haksızlığa mani olduğu içindir.

Burada ilimden ne murat edildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Fıkıhtır.

İkincisi: Rüya ilmidir.

"İyilik edenleri de böyle mükafatlandırırız": Yani Yûsuf'a öğrettiğimiz ve onu koruduğumuz gibi iyi amel eden ve kötülüklerden sakınanı da helakten korur ve onu sapıklıktan muhafaza eder; Yûsuf’a yaptığımız gibi onu ilim ve hikmet ehlinden kılarız.

İyilik edenler kimler olduğunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar belalara sabredenlerdir.

İkincisi: Hidayete erenlerdir, bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Mü’minlerdir. Muhammed b. Cerir şöyle demiştir: Her ne kadar bunun zahiri bütün iyilik edenlere şamil ise de bundan maksat Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir,

Mana da şöyledir: Yûsuf belâya duçar olduktan sonra onu Mısır’a yerleştirdiğim ve ona ilim verdiğim gibi sana da aynısını yapar ve seni de kavminin müşriklerinden kurtarırım.

23

Onun (Yûsufun), evinde bulunduğu kadın, ondan murat almak istedi. Kapıları sıkıca kapattı:

"Haydi gel!” dedi. O da:

"Allah’a sığınırım!” Şüphesiz o, benim efendimdir. Konumumu güzel yaptı (bana iyi baktı). Şüphesiz zâlimler iflah olmaz” dedi.

"Onun, evinde bulunduğu kadın ondan murat almak istedi": Yani ondan cinsel ilişki talebinde bulundu. Kadının adı yukarıda geçmişti.

Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Züleyha ondan kadınların erkeklerden istediği şeyi istedi.

"Ve kalet heyte lek": İbn Kesir, henin fethi, yenin sükunu ve tenin zammesiyle:

"Heytü lek” okumuştur. Nâfi ile İbn Âmir de, henin kesresi, yenin sükunu ve tenin fethasiyle:

"Hite lek” okumuşlardır. Bu Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh'ten rivayet edilmiştir. Hulvani, Hişam’dan, o da İbn Âmir’den aynısını rivayet etmiş, ancak o, hemzeli okumuştur.

Ebû Ali el - Farisi de: Bu hatalıdır, demiştir. İbn Âmir’den ise, henin kesresi yenin yerine hemze ile te de mazmum olarak:

"Hi’tü lek” rivayet edilmiştir. İbn Abbâs, Ebudderda ve Katâde’nin okuyuşu da böyledir.

Zeccâc şöyle demiştir: O, hey’etten gelir ki, Züleyha: Senin için hazırlık yaptım demiş gibi olur. İbn Muhaysın ile Talha b. Mûsarrif de İbn Abbâs gibi, ancak hemzesiz okumuşlardır. İbn Muhaysın’dan henin fethi ve tenin kesri ile okuduğu da rivayet edilmiştir. Bu Ebû Rezin ile Humeyd’in de kıraatidir. Velid b. Utbe'den, henin ve tenin kesri, hemzeli olarak okuduğu rivayet edilmiştir.

Ebû’l - Âliyye’nin kıraati de böyledir. İbn Hasyem de böyle okumuştur, ancak o hemzesiz tilavet etmiştir. Velid b. Müslim’den, o da Nâfi’den hemzeli olarak henin kesri ve tenin fethi rivayet edilmiştir. İbn Mes’ûd, İbn Semeyfa, İbn Yamur ve Cahderi de henin ve tenin zammı, ye de şeddeli ve meksur olarak, arkasından da sakin hemze ile:

"Huyyi’tü lek” okumuşlardır. Übey b. Ka’b de:

"Ha ene lek” okumuştur. Diğerleri de henin ve tenin fethi, hemzesiz olarak:

"Heyte lek” okumuşlardır.

Zeccâc da şöyle demiştir: En iyi lügat ve Arap dilinde en çok kullanılan budur, manası da: Davet ettiğim şeye gel, demektir. Şair de şöyle demiştir:

Mü’minlerin Emiri, Irak’ın kardeşi Hazret-i Ali’ye şunu ulaştırın:

Sen Irak’a geldiğin zaman, Irak halkının

Boynunu uzatmış seni beklediklerini görürsün, artık gel, gel!

Beytin sonundaki heyte lek: Gel, demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Heyyete fülanün lifülanin derler ki: Falancayı çağırdı, ona seslendi, demektir.

Bir şairde de şöyle demiştir:

Kiracının susması beni şüphelendirdi;

Eğer kendi kastedilse idi, ses verirdi (heyyete).

Beyitte geçen eskete: Suskun olmaktır. Âlimler

"heyte lek” deyiminin hangi dilden olduğunda dört görüş bildirerek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O Arapça’dır, bunu Mücâhid demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Onun Kureyş lehçesinden olduğu, ancak az kullanıldığı için unutulur hale geldiği söylenmiştir. Allahü teâlâ ise o kelâmı dile getirdi, çünkü aslı Arapçadır. Bu kelimenin mastarı yoktur, çekimi yoktur, tesniyesi yoktur, cem’i ve müennesi yoktur. ….çin: Heyte leküma, cem’i için: Heyte leküm; müennes cem’i için de: Heyte lekünne denilir.

İkincisi: O, Süryanicedir, bunu da Hasen, demiştir.

Üçüncüsü: Havranicedir, bunu da İkrime ile Kisâi, demişlerdir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Onun Havran dilinden Mekke diline geçtiği; onların da bunu kullandıkları söylenmiştir.

Dördüncüsü: O Kıbticedir, bunu da Süddi, demiştir.

"Maazallah":

Zeccâc şöyle demiştir: O mastardır, mana da: Bunu yapmaktan Allah’a sığınırım, demektir. Uztü iyazen ve maazen ve maazeten diye çekilir.

"Şüphesiz o benim efendimdir": Yani Aziz benim efendimdir, demektir.

"Bana iyi baktı": Yanında kaldığım uzun süre içinde geçimimi üstlendi, demektir.

"Şüphesiz zâlimler iflah olmazlar": Yani eğer bunu yaparsam, bana bunca ikram ettikten sonra ailesine hiyanet etmiş ve zalim olmuş olurum. Burada zâlimlerin, zina edenler olduğu da söylenmiştir.

24

Yemin olsun, o (kadın) ona (Yûsuf'a) niyet kurdu, o da, eğer Rabbinin delilini görmese idi, ona niyet kurmuştu. İşte biz böylece ondan kötülüğü ve fuhşu çevirelim, diye. Çünkü o, ihlaslı kullarımızdandır.

"Velekad hemmet bihi": Hem, Arapçada birinin içinden bir şeyi yapmayı geçirip de yapmamasıdır.

Züleyha’nın niyetine gelince,

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf'u kendine doğru çağırıp sırt üstü yatmasıdır. Yûsuf'un niyetinde ise beş görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O da Züleyha gibi aynı şeyi duymuştu, eğer Allah onu korumasa idi o işi yapardı.

 Hasen Basri, Said b. Cübeyr, Dahhâk ve Süddi bu görüştedirler. Bu da genel olarak geçmiş müfessirlerin (mütekaddiminin) görüşüdür. İçlerinde

İbn Cerir Taberî ile İbn Enbari’nin de bulunduğu müteahhirinden bir grup da bunu tercih etmişlerdir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Dilde: Hememtü bifülanin ve hemme bi, deyip de, farklı niyetlerde olduklarını söylemek câiz değildir. Bu görüşü destekleyenler seleften ve büyük Âlimlerden çoğunun bu görüşte olmasını delil getirmişlerdir. Az sonra Yûsuf’un gördüğü burhan hakkında diyeceklerimiz de bunu göstermektedir. Ve onlar şöyle demişlerdir: Zaten Yûsuf’un, aklından geçen şeyden Allah’tan korkarak dönmesi onun düşündüğü şeyin günahını siler atar ve onun yüce makamları hak ettiğini gösterir.

Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen şu sahih hadis de buna delalet eder: Üç kimse sefere çıktılar; bir mağaraya sığındılar. Yukarıdan bir kaya parçası düşüp mağaranın ağzını kapattı. Onlar da: Herkes yaptığı en faziletli ameli dile getirsin, (belki kurtuluruz) dediler. Biri şöyle anlattı: Allah’ım, sana malumdur ki, benim bir amcam kızı vardı, ben ondan murat (kâm) almak istedim. O ise ancak yüz dinara razı oldu. Ben o parayı getirip de ona o işi yapacağım zaman titredi ve: Ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmamıştım, dedi. Ben de kalktım ve yüz dinarı ona verdim. Eğer bunu senin rızan için yaptığımı biliyorsan, bizi bu dar yerden kurtar, dedi, taşın üçte biri yerinden oynadı. Hadis herkesçe bilinen bir şeydir. Ben de bunu

"el - Hadaik” kitabında zikretmiş bulunuyorum. Buna göre deriz ki: Züleyha bir şey düşündü, bunu neredeyse karar seviyesine çıkardı; böylece zinada ısrar etmiş oldu. O, yani Yûsuf ise elinde olmayarak bunu kalbinden geçirdi, karar vermedi. Onun için günahı düşünmemiş oldu. Çünkü iyi bir kimsenin oruç olduğu halde aklından soğuk su içmek geçer. İçmediği takdirde bu vesveseden dolayı sorumlu tutulmaz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: Ümmetim diliyle söylemeyip veya amel etmedikçe içinden geçen şeyden affedilmiştir. Ve sallallahu aleyhi ve sellem: "Israr edenler helak oldu, demiştir. Israr ise ancak kalbin azim ve karan ile olur. İçten geçen şey ile kalbin azim ve kararı arasında fark vardır. Süfyan Sevri’ye:

"Bir insan aklından geçen şeyden sorumlu tutulur mu?” dediler, o da: Eğer karar vermişse evet, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sahih hadisi de bunu teyit eder: Allahü teâlâ şöyle buyurur: Bir kulum bir kötülüğe niyet eder de onu yapmazsa, onu yazmam. Eğer amel ederse, onu üzerine bir günah olarak yazarım. 4

4 - Müslim, iman, hadis no, 203,204; Tirmizî, Tefsirü sûre 6, bab, 10; Ahmed, Müsned, 1/227,243.

Kadı Ebû Ya’lâ da Yûsuf’un düşüncesinin azim ve karar niteliğinde olmayıp şehvet arzusu türünden olduğuna şu cümleleri delil getirmiştir:

"Allah korusun, o benim efendimdir",

"böylece ondan kötülük ve fuhşu uzaklaştırmak istedik". Bütün bunlar onun isyana kararla hiçbir alakasının olmadığını ve eteğinin temiz olduğunu gösterir.

Eğer: "Kur’ân iki düşüncenin de eşit olduğunu söyledi, siz neden ayrı olduğunu söylüyorsunuz?” denilirse.

Cevap şöyledir: Eşitlik düşüncenin başında vardır, sonra kadınınki karar düzeyine çıkmıştır, delili de Yûsuf’tan murat almak isteyip önüne uzanmasıdır. Yûsuf’un düşüncesi ise onunki gibi değildir, daha düşüktük kararı yoktur, delili de ondan kaçması ve

"Allah korusun” demesidir. Buna göre Yûsuf’un isteği sırf hatıra cinsindendir, azim düzeyine çıkmamıştır.

Müfessirlerin, şalvarının uçkurunu çözdü, o işi yapacak gibi oturdu demeleri doğru değildir. Eğer böyle olsa idi, o işe azmetmiş olurdu ki, peygamberler zinaya azmetmekten masundurlar.

İkinci görüş: Kadın ona döşek açmak istedi, o da nikahlı karısı olmasını içinden geçirdi. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncü görüş: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Kadın ona niyetlendi, eğer Yûsuf da Rabbi’nin burhanını görmese idi, o da ona niyetlenirdi, burhanı görünce, o niyet gerçekleşmedi. "Levla"nın cevabı başa geçmiştir. Nitekim şöyle denir: Kad künte minel halikine levla enne fülanen ahlesake (eğer filanca seni kurtarmasa idi helak olmuştun). Şairin şu sözü de bunun gibidir:

Kavmim beni hür bir kadına açıkça çağırmasın,

Eğer ben öldürülmüş olursam, Amir de sağ kalırsa.

Lein küntü maktulen ve tesleme Amirün, fela yedunu kavmi, demek istemiş; cevap önce verilmiştir. Kutrub da buna kani olmuştur. Bazıları ise bunu reddetmişlerdir, İbn Enbari de onlardandır. Ve şöyle demişlerdir: "Levla"nın cevabının kendinden önce gelmesi, şazdır (kural dışıdır), hoşa gitmeyen bir şeydir. Fasih Arapçada bulunmaz. Delil olarak getirilen beyit ise, zaruriyat-ı şi’riyedendir.

Çünkü şair şi’rini düzeltmekle uğraşırken sıkışır, kelimeyi tam yerine koyamaz; sona bırakması gerekeni başa alır, başa alması gerekeni de sona bırakır. Zaruretten dolayı normali bırakıp anormali kullanır. Şair şöyle demiştir:

Rabbi benden dolayı Adiy b. Hatim’e ceza versin,

Beni bırakıp yardım etmediği için, tam ceza versin.

Takdiri şöyledir: Ceza anni Adiyyebni Hatimin rabbuhu; darda kalınca, Rab kelimesini öne aldı.

Başka bir şair de bu kabilden şöyle demiştir:

Mus’ab’a arkadaşları vefasızlık edince,

Bu satışı ölçek ölçek ödedi.

Lemma cefa Mûsaben ihvanuhu, demek istemiştir.

Ferrâ’ da şöyle bir beyit getirmiştir:

İhsanını istemek için geldim, ey Yahya'nın oğlu, kesildikten sonra,

Sana karşı bütün sebeplerim.

Tekattaat kelimesini aslı yokken, sırf vezin düzelsin diye iki te ile

"tetekattaat” şeklinde söylemiştir.

Sa’lep de şöyle bir beyit getirmiştir:

Benim şeklimle senin şeklin farklıdır,

Ey kadın, sen rahat yaşama sarıl, müreffeh yaşa, beyazlaşırsın.

Aslı olmadığı halde beytin cüzlerini tamamlamak için bir dat ilâve etti, tebyadıdı, dedi.

Ağızlarından ağzıma tükürsünler,

Ben havlayan ve uluyan o ikiye gitmek için yuları elime alıyorum.

Şi’ri düzelsin diye mimden sonra bir vav ziyade etmiştir (femeveyhima). Bu gibi şeyler Allah’ın fasih olarak inen kitabına yaraşmaz. Çünkü bunlar zaruriyat-ı şi’riyedendir.

Dördüncü görüş: Yûsuf ona vurmak ve kendinden uzaklaştırmak istedi; buna göre Rabbinden gördüğü burhan, eğer ona vurursa vurması ona karşı bir delil olması idi. Çünkü kadın: O benden istedi; ben de ona vurdum, demiştir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Beşinci görüş: Yûsuf ondan kaçmayı düşündü, bunu da Sa’lebi nakletmiştir. Bu rezil bir görüştür; şöyle mi demek istiyor: Yûsuf ondan kaçmak istedi, burhanı görünce, yanında kaldı! Bazı Âlimler şöyle demişler: Yûsuf’un düşüncesi, peygamberler için câiz olan küçük günahlar türündendir. Allah’ın onları bu gibi şeylere müptela kılması, O'nun korkusunu taşımaları ve affına mazhar olarak nimetini tanımaları içindir. Bir de rahmetini ummada onları günahkarlara önder etmek istemesindendir.

Hasen Basri şöyle demiştir: Allahü teâlâ peygamberlerin kıssalarını onları ayıplamak için size anlatmadı, ancak rahmetinden ümit kesmemeniz için anlattı. Yani Hasen Basri demek istiyor ki, peygamberlerin delili daha kesindir (her şeyi daha iyi bilirler); onların Tevbesini kabul edince, sizinkini daha çabuk kabul eder. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allahü teâlâ’nın karşısına kim çıkmışsa mutlaka bir kötülüğe niyet etmiş veya onu yapmıştır. Ancak Zekeriyya oğlu Yahya bundan müstesnadır ki, o, ne düşünmüş ne de yapmıştır.

"Levla en raa burhane Rabbih": Levla’nın cevabı atılmıştır. Zeccâc, mana şöyledir demiştir: Levla en raa burhane rabbihi leemda ma hemme bihi (eğer Rabbinin delilini görmese idi, aklından geçenleri uygulardı).

İbn Enbari de: Lezena (zina ederdi), delili görünce, zinadan yüz çevirdi, demiştir.

Gördüğü delil hakkında da altı görüş vardır:

Birincisi: Ona babası Ya’kûb göründü, İbn Ebi Müleyke,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Ey Yûsuf, zina edip de tüyü yolunmuş; uçamayan kuş gibi mi olmak istiyorsun?” diye bir ses geldi, sese bir cevap vermedi. İkinci kez ses geldi, yine cevap vermedi; yine gözüne Ya’kûb göründü; göğsüne vurdu; Yûsuf da ayağa kalktı, şehveti parmak uçlarından çıktı. Dahhâk da

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yûsuf babası Yakub’un suretini evin ortasında parmaklarını ısırır vaziyette gördü; arkasını dönüp kaçtı ve: Babacığım, senin hakkın için olsun, bu işe bir daha dönmeyeceğim, dedi. Ebû Salih de İbn Abbâs'tan şöyle rivayet etmiştir: Yakub’un suretini duvarda dudaklarını ısırır vaziyette gördü.

Hasen Basri de şöyle demiştir: Cebaril ona odanın tavanında başparmağını veya başka bir parmağını ısırır vaziyette göründü.

Mücâhid, Said b. Cübeyr, İkrime, Katâde, İbn Sîrin, Dahhâk ve diğerleri de böyle demişlerdir.

İkrime de şöyle demiştir: Yakub’un bütün çocuklarının on ikişer çocuğu oldu, ancak Yûsuf’un o şehvetten dolayı bir eksik, on bir çocuğu oldu.

İkincisi: O (delil) Cebrâil aleyhisselam idi. İbn Ebi Müleyke,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ona Ya’kûb göründü, bırakmadı, bunun üzerine:

"Tüyü yolunmuş kuş gibi mi olmak istiyorsun?” diye bir ses geldi; yine vazgeçmedi, sonunda Cebrâil sırtına bir tekme vurdu; sıçrayıp kalktı.

Üçüncüsü: Züleyha kalktı, evin bir köşesinde duran bir putunu örttü, Yûsuf ona: "Ne yapıyorsun?” dedi. O da: İlâhmın beni bu kötü halde görmesinden utanıyorum, dedi. O da: "Sen düşünmeyen ve işitmeyen bir puttan utanıyorsun da ben herkesin ne yaptığım bilen Allah’ımdan utanmayayım mı?” dedi. İşte gördüğü delil bu idi. Bunu Ali b. Ebû Talib, Ali b. Hüseyn ve Dahhâk, demişlerdir.

Dördüncüsü: Allah ona bir melek gönderdi, kadının yüzüne kanla: "Zinaya yaklaşmayın, o ne kötü bir yoldur!” yazdı. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demiştir. Muhammed b. Ka’b el - Kurazi’den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: O, bu âyeti kadının iki gözü arasında yazılı gördü. Ondan

başka bir rivayette de: Onu duvarda yazılı gördü, denilmiştir. Mücâhid de

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: İkisinin arasında bir el (kavşaklardaki trafik polisinin "dur!” diyen eli gibi bir el) göründü, bu elin pazusu ve bileği yoktu, onda şöyle yazılı idi:

"Zinaya yaklaşmayın, o ne kötü bir yoldur!” (İsra: 32); Yûsuf da kalkıp kaçtı. İkisinin de korkuları geçince tekrar döndüler. Yûsuf oturunca, baktı ki, aralarında bir el, içinde şöyle yazılı:

"Onda Allah’a döndürüleceğiniz günden korkun” (Bakara: 281); Yûsuf yine kalkıp kaçtı. Tekrar dönünce, Allahü teâlâ, Cebrâil’e: Bu hatayı işlemeden kuluma yetiş dedi. Cebrâil de elini veya parmağını ısırır vaziyette süzülüp indi ve şöyle diyordu: "Sen ki, Allah katında peygamberlerden yazılısın, beyinsizler gibi mi yapacaksın?!” diyordu.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Ona el göründü, üzerinde İbranice şöyle yazılı idi.

"Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden (hiç böyle yapamayan gibi olur mu?)” (Ra’d: 33). Bunun üzerine ikisi de çekildiler. Tekrar dönünce el de geri döndü ve üzerinde:

"Şüphesiz üzerinizde kiramen katibin, hafaza melekleri vardır” (İnfitar: 11, 12) yazılı idi; onlar da çekildiler. Tekrar dönünce el de döndü, üzerinde:

"Zinaya yaklaşmayın...” âyeti yazılı idi. Yûsuf ve kadın dördüncü kez dönünce, elin üzerinde:

"Allah’a döndürüleceğiniz günden korkun” yazılı idi; Yûsuf da arkasını dönüp kaçtı.

Beşincisi: O, kapıya yaklaşmış olan Aziz idi. Bunu da İbn İshak, bazı ilim adamlarından rivayet etmiştir. İbn ishak şöyle demiştir: O burhan (delil) efendisinin hayali idi, onu kapının yanında görünce kaçtı.

Altıncısı: O burhan Yûsuf’un bildiği helâl ve haramlar idi. Zinanın haram olduğunu gördü. Bu da Muhammed b. Ka’b el - Kurazi’den rivayet edilmiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Yûsuf, Allah’ın delilini kendi üzerinde gördü, işte burhan dediği odur. Bu görüş doğrudur; bundan öncekiler hiçbir şey değildir. Onlar hikayecilerin uydurmasından ibarettir. Ben de bunların bozuk olduğuna

"el - Muğni fittefsir” kitabında işaret ettim.

Değerli bir peygamberin korkutulduğu, uyarıldığı ve o günahı bırakmaya zorlandığı halde nasıl böyle bir şeyde ısrar edebilir?! Bu gayet çirkin bir şeydir.

"İşte böyle": Yani ona o delili gösterdik ki,

"ondan kötülüğü çevirelim (savalım)": Kötülük de efendisine hiyanet etmesidir. "Fahşa” da: Fuhuş yapmaktır. "Innehu min ibadinel muhlasin": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, “Lâm” ın kesresi ile okumuşlardır,

Mana da şöyledir: Çünkü o, dinlerini Allah'a ihlasla icra eden kullarımızdandır. Âsım, Hamze ve Kisâi de, “Lâm” ın fethası ile okumuşlar: O, Allah’ın kötülük ve fuhuştan halas ettiği kimselerdendir, demek istemişler. Bazı müfessirler de: Kötülük: Zina, fahşa da: isyanlardır, demişlerdir.

25

İkisi de kapıya koştular. Kadın, onun gömleğini arkadan yırttı. İkisi kapının yanında kadının efendisi ile karşılaştılar. Kadın:

"Ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan yahut acıklı bir azaptan başkası değildir” dedi.

"İkisi de kapıya koştular": Yani Yûsuf ile kadın. Her ikisi de diğerini geçmek için çaba gösterdi; Yûsuf onu geçip kapıyı açmak istedi, kadın da onu geçip kaçmaması için kapıyı tutmak istedi. Arkadan ona yetişip gömleğine sarıldı; onu kendine çekti; böylece gömleği arkadan yırtıldı. Yani kadın onu arkasından kopardı. Çünkü Yûsuf kaçıyor, o da onu kovalıyordu.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Gömleğini ikiye ayırdı; çıkınca efendisine rastladılar, kapının yanında kadının kocasına tesadüf ettiler. İşte kadın o anda bir hile düşündü ve hemen kendini temize çıkarmak için

"ailene kötük etmek isteyenin cezası şudur” dedi.

İbn Abbâs: Zina etmek isteyenin cezası demek istemiştir, demiştir.

"Onun cezası ancak zindana atılmaktır": Yani zindandan başkası değildir,

"yahut acıklı bir azaptır", yani kırbaçla dövülmektir. Yûsuf o zaman kızdı ve:

26

(Yûsuf):

"O, benden murat almak istedi” dedi. Kadının ailesinden bir şahit şahitlik etti:

"Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğrudur; o (erkek) yalancılardandır".

27

"Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, o (kadın) yalan söylemiştir; o doğrulardandır” (dedi).

"O benden murat almak istedi” dedi.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Aziz, Yûsuf’a:

"Ey Yûsuf, aileme hiyanet mi ettin, bana cefa mı ettin, seni uslu biri görüyordum, beni aldattın mı?” dedi. İşte Yûsuf o zaman:

"O, benden murat almak istedi” dedi.

"Kadının ailesinden bir şahit şahitlik etti": Şöyle ki, sözleri çelişince doğrunun bilineceği bir şahide ihtiyaç duydular.

Bu şahitte üç görüş vardır:

Birincisi: O, beşikte bir çocuk idi. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan, Şehr b. Havşeb de Ebû Hureyre’den rivayet etmiş; Said b. Cübeyr, Dahhâk, Hilal b. Yesaf ve diğerleri de böyle demişlerdir.

İkincisi: O, kralın gözdesi idi, bunu da İbn Ebi Müleyke, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle demiştir: O, kadının amcası oğlu idi, aklı başında bir adamdı: Biz kapının arkasından koşuşmalar ve gürültü işittik; eğer gömlek önden yırtılmışsa, ey Züleyha, sen doğrusun, o yalancıdır. Eğer arkasından yırtılmışsa, o doğrudur, sen yalancısın, dedi. Bazıları da o, kadının teyzesinin oğlu idi, demişler.

Üçüncüsü: O (şahit) gömleğin yırtığıdır. Bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir. Bu zayıftır, çünkü

"kadının ailesinden” denilmiştir.

Eğer: Burada şahidin şahitliği nasıl şarta bağlandı, hâlbuki şart eden şart ettiği şeyi bilmemektedir?” denilirse.

Buna iki türlü cevap verilmiştir; bunları İbn Enbari demiştir:

Birincisi: Şahit, bildiği bir şeye şahitlik etmiştir; sanki o, Yûsuf ile Züleyha'nın bazı konuşmalarını işitmiştir, ancak şahitliğini bir şarta bağlamıştır ki, şahitliği akıl ve mantık tarafından kabul edilsin ve muhatapları bağlasın. Onun için sanki: Bence Yûsuf doğrudur; eğer benim size şart ettiğim şeyi iyi düşünürseniz, sözümü anlarsınız, demek istemiştir. Bu, hikmet sahibi kimselerin şu sözüne benzer:

Eğer kader hak ise, hırs gereksizdir. Eğer ölüm hak ise, dünyaya güvenmek ahmaklıktır (şahit ikilem yapmıştır. Mütercim).

İkinci cevap: Şahit kesin konuşmamış ve macerayı gerçek olarak bilememiştir, ancak görüşünü o anda aklına geldiği şekilde söylemiştir.

"Bir şahit şahitlik etti” sözünün manası: Bildirdi ve açıkladı, demektir. Benim görüşüme göre gömleği ölçü almak lazımdır ki, haini bulalım, demiştir. Bu iki cevap konuşanın (yetişkin) bir adam olduğunu gösterir. Eğer beşikte bir çocuk idi, dersek, şartın ileri sürülmesi Yûsuf’un o işten beri olduğunu doğrular; çünkü onun konuşması acayip bir şeydir ve şüphe bırakmayacak bir mucizedir.

28

(Züleyha’nın kocası), onun gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce,

"bu, siz kadınların fendidir. Şüphesiz sizin fendiniz büyüktür” dedi.

"Gömleğin arkadan yırtıldığını görünce": Bunu gören ve:

"Bu, siz kadınların fendidir” diyen hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O kocasıdır.

İkincisi: Şahittir.

"Innehu min keydikünne"deki

innehu zamirinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, gömleğin yırtılmasına râcîdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: "Kadının

"ailene kötülük yapmak isteyenin cezası şudur” sözüne râcîdir,

Mana da şöyledir: Senin bu sözün siz kadınların fendidir. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: Kadının istediği kötülüğe râcîdir, bunu da Maverdi zikretmiştir.

İbn Abbâs da şöyle demiştir:

"Şüphesiz sizin fendiniz", yani işiniz

"büyüktür", suçsuzla suçluyu birbirine karıştırmaktadır.

29

"Ey Yûsuf, sen bundan vazgeç; (ey Züleyha) sen de günahın için istiğfar et. Şüphesiz sen günahkarlardansın” dedi.

"Ey Yûsuf, sen bundan vazgeç": Mana: Ey Yûsuf, bundan yüzünü çevir, demektir.

Bu sözü söyleyen hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, amcasının oğlu olan şahittir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, kocadır, bunu da bir grup müfessir, demiştir.

İbn Abbâs: Bu işten vazgeç, bunu kimseye söyleme ve Züleyha’nın durumunu gizle, demiştir. Halebi de Abdülvaris'ten:

"Yûsufu a’rada an hâza” diyerek haber şeklinde ra’nın fethi ile rivayet etmiştir (Yûsuf bundan yüzünü çevirdi).

"Sen de istiğfar et":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kocandan af dile de seni cezalandırmasın. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Günahından Tevbe et, çünkü sen günah işledin.

Bu sözü söyleyende de iki görüş vardır:

Birincisi: Amcasının oğludur.

İkincisi: Kocasıdır.

"Şüphesiz sen günahkarlardansın": Yani hata edenlerdensin.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Sonra bu haber Mısır’da yayıldı, kadınlar konuşmaya başladılar. Bu da:

"Şehirde kadınlar dedi ki,” sözüdür.

Kadınların sayısı hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar dört kişi idiler: Kralın sakisinin karısı, sekreterinin karısı, aşçısının karısı ve Yûsuf’un zindan arkadaşının karısı. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Onlar beş kişi idiler: Aşçının karısı, sakinin karısı, zindancının karısı, sekreterin karısı ve kahyanın karısı. Bunu da Mukâtil, demiştir.

30

Şehirdeki kadınlar:

"Aziz’in karısı, delikanlısının nefsinden murat almak istiyor. Sevgi yüreğinin zarına işlemiş. Şüphesiz biz, onu elbette apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.

Aziz, onların dilinde kral, demektir, feta da köle manasınadır.

Zeccâc şöyle demiştir: Onlar kralın kölesine feta (delikanlı) derlerdi. Kadınların Züleyha hakkında konuşmaları, onu suçlamak ve Yûsuf'u temize çıkarmak içindi.

"Sevgi onun yüreğinin zarına işlemiş": Yani Yûsuf’un sevgisi, kadının kalbinin zarına (yüreğine) işlemiş, demektir.

Şeğaf kelimesi üzerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: O, kalp ile gönül arasında bir zardır. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, kalbin zarıdır (pericarditis), bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

İbn Kuteybe de: Zarı kastetmemiş, ancak kalbi kastetmiştir, demiştir. Şeğaftü fülanen, denir ki: Kalbinden vurmaktır. Kebettuhu: Ciğerinden vurmaktır. Batantuhu da: Karnından vurmaktır.

Üçüncüsü: Kalbin derinliği ve içi demektir.

Dördüncüsü: İçte, böğürde olan bir hastalıktır, şöyle bir beyit getirmişlerdir:

Onun önüne içte bir üzüntü geçti,

Böğrün içinde, doktorların parmaklarla aradığı yerde.

İki görüşü de Zeccâc, demiştir.

Esmaî de şöyle demiştir: Şuğaf Araplarca, kamın iç kısmında sağ böğürde olan bir hastalıktır. Beyitte geçen şerasif: Eğe uçlarında olan kemirdeğe denir, tekili de şürsuf tur.

Abdullah b. Amr, Ali b. Hüseyn, Hasen Basri, Mücâhid, İbn Muhaysın ve İbn Ebi Able, ayınla "kad şaafeha” okumuşlardır ki, sanki hastalık her tarafı sarmış demektir. Şaaf: Dağların başıdır.

"Şüphesiz biz onu apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz": Yani Yûsuf’u bu kadar sevdiği için doğru yoldan çıkmış görüyoruz, demektir. Mübin de: Açık demektir.

31

(Züleyha) onların dediklerini işitince, onlara haber gönderdi ve onlar için birer koltuk hazırladı ve her birine bir bıçak verdi. Ve:

"Yûsuf, karşılarına çık!” dedi. Kadınlar onu görünce, ona büyük değer verdiler ve ellerini kesip,

"hâşâ, Allah için, bu, bir insan değildir. Bu, ancak şerefli bir melektir” dediler.

"İşitince": Yani aziz’in karısı,

"onların tuzaklarını (mekr)":

Bunun üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onların dedikodularını ve ayıplamalarını. Bunu da İbn Abbâs, Katâde, Süddi ve İbn Kuteybe, demişlerdir.

Zeccâc şöyle demiştir: Bu dedikoduya tuzak demesi şunun içindir; çünkü onlara durumu bildirmiş ve gizlemelerini istemişti. Onlar ise ona tuzak kurup sırrını ifşa etmişlerdi.

İkincisi: O, gerçekten tuzaktır, bunu Yûsuf’u kendilerine göstermesi için planlamışlardı. Bunu da İbn İshak, demiştir.

"A’tedet":

Zeccâc şöyle demiştir: A’tedet kökünden ef’alet veznindedir, bir şey için yaptığın her hazırlığa atad, denir. A’tedet: Sabit ve değişmeyen şeye de denir.

İbn Kuteybe de: A’tedet, Eaddet (hazırladı), manasınadır, demiştir.

Mütteke’ ise, onda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, oturacak yer, meclistir, mana da: Onlara bir meclis hazırladı, demektir. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: O, yaslanacak yastıktır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mütteke’: Yemek, içmek veya konuşmak için yaslanacak şeydir (koltuk).

Üçüncüsü: O, yemektir, bunu da Hasen, Mücâhid ve Katâde, demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: İtteke’na: Yemek yedik, demektir. Şair Cemil b. Ma’mer de şöyle demiştir:

Hep sefa içinde idik, yedik,

Testilerden de helâl şarap içtik.

Bunun da aslı şudur: Birini yemeğe davet ettiğin zaman ona oturması ve rahat etmesi için yer hazırlarsın; o nedenle yemeğe isitare ile müttek’e (kürsü, sandalye) denilmiştir. Ezheri de şöyle demiştir: Yemeğe, mütteke’ denilmesi, şunun içindir, çünkü cemaat yemek için toplandıkları zaman bir şeylere yaslanırlar. Bu ümmet ise bundan men edilmiştir. Mücâhid, tenin sükunu ve şeddesiz olarak

"mütken” okumuştur.

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O turunçtur, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid, Yahya b. Yamur ve diğerleri demiştir. Şairin şu beytinde de bu manaya kullanılmıştır:

Tûruncun aramızda (koklamak için) dolaştığını görürsün.

Buradaki mütk, turunç demektir.

İkincisi: O da yemektir, bunu da İkrime, demiştir.

Üçüncüsü: Bıçakla kesilen her şeydir. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Dördüncüsü: O zümaverd’dir, ki, kadın budu dedikleridir. Dahhâk’ten de böyle rivayet edilmiştir. Bir grup dilciden de onların mütteke’yi mütk ile açıkladıkları rivayet edilmiştir. İbn Cüreyc’ten de onun, mütteke’: Tûrunçtur ve bıçakla kesilen her şeydir, dediği rivayet edilmiştir.

Dahhâk’tan da, mütteke’: Bıçakla kesilen her türlü meyve ve sebzedir, dediği rivayet edilmiştir. Başkaları da iki kıraat arasında fark görmüşler:

Mücâhid şöyle demiştir: Kim şedde ile mütteke’ okursa, yemektir. Kim de şeddesiz mütk okursa, turunçtur.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Kim

"mütken” okursa, turuncu kastetmiştir. Onun kadınbudu olduğu da söylenmiştir. Ne olursa olsun, bana göre mütk denilmesi, bıçakla kesildiği içindir; sanki o, betk’ten alınmıştır ki, onun be’si mîm’e çevrilmiştir. Nitekim semede re’sehu ve sebedehu denir ki, başını koparmaktır. Şerrün lâzım ve lazib de kaçınılmaz şerdir. Benin mime çevrilmesi çoktur, çünkü mahreçleri yakındır.

"Ve her birine bir bıçak verdi": Bunu yapması şunun içindir, çünkü verdiği yemek bıçağa ihtiyaç duyulan türden idi. Şöyle de denilmiştir: Züleyha’nın maksadı ellerini kesmekle onları rezil etmekti, çünkü onlar da kendisini rezil etmişler, skandal çıkarmışlardı.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Kadınlara birer bıçak verdi ve onlara: Ben size bildirinceye kadar bıçakları kullanmayın, dedi. Sonra da Yûsuf’a:

"Karşılarına çık!” dedi.

Zeccâc şöyle demiştir: İstersen "ve kalet’teki te’yi mazmum okursun, istersen meksur okursun. Kesre asildir, çünkü te ile hı sakindir. Kim de zammeli okursa, kesreden sonra zammenin dile ağır gelmesindendir. Yûsuf'un çıkmaması mümkün değildi, çünkü Züleyha’nın kölesi durumunda idi. Bazı ilim adamları da şöyle demiştir: Kadın sadece.

"Çık” dedi.

"Aleyhinne = karşılarına” kelimesini içinde gizledi, Hak Teala ise sanki dille söylenmiş gibi kadının içinden geçeni haber verdi. Meselâ:

"Biz sizi ancak Allah rızası için yediriyoruz... “(İnsan: 9) âyeti de böyledir. Onlar bunu açıkça söylemediler, ancak içlerinden geçirmişlerdi. Bunun doğruluğunu şu da gösterir ki, eğer o güzel gence, şu fettan kadınların karşına çık, dese idi, Yûsuf bunu yapmazdı.

"Ekbernehu":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu gözlerinde büyüttüler, demektir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, İbn Ebi Necih de Mücâhid’ten rivayet etmiş; Katâde ile İbn Zeyd de böyle demişlerdir.

İkincisi: Hayız görüp adet oldular, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ali b. Abdullah b. Abbas da babasından: Sevinçten adet gördüler, dediğini rivayet etmiştir. Bu hususta şair de şöyle demiştir:

Biz kadınlara temiz günlerinde yaklaşırız,

Adet gördüklerinde yaklaşmayız.

Bu manayı Leys de Mücâhid’ten rivayet etmiş, İbn Enbari de bunu tercih etmiştir. Bazı dilciler ise bunu reddetmişlerdir. Ebû Ubeyde'den: Arap dilinde ekberne’nin adet gördüler manasına gelmesi yoktur, ancak onu gözlerinde gayet büyük görmelerinden adet görmüş olabilirler, dediği rivayet edilmiştir. Zeccâc’tan da bunu kabul etmediği rivayet edilmiştir.

"Ellerini kestiler":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Ellerini kanattılar, meyvenin yerine ellerini kestiler. Bunu İbn Abbâs ile İbn Zeyd demişlerdir.

İkincisi: Ellerini kestiler, öyle ki, koparıp attılar, bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Ellerini yaraladılar, parmak uçlarını kesip kopardılar. Bunu da Vehb b. Münebbih demiştir.

"Ve kulne hâşe” lillâh": Ebû Amr iki yerde de vasılda elifle

"hâşâ” okumuştur. Kurralar vakıfta elifin hazfinde ittifak etmişlerdir. Ebû Amr da aslı üzere tam olarak hâşâ okumuştur. Diğerleri ise elifi hazfetmişlerdir. Bu kelime iki yerde kullanılır:

Birincisi: İstisna.

İkincisi: Kötülükten beri etmek için. Aslı

"hâşâ"dır: Küntü fi hâşâ fülanin (falancanın tarafında idim) sözünden gelir. Hâşâ ise taraf, demektir. Şöyle bir mısra getirmişlerdir:

Bize katılmayan yoldaş hangi taraftadır?

Yani hangi cihettedir, demektir.

Mana da: Yûsuf insan olmaktan uzaktır, çünkü melek simadır. Aziz’in karısının yalanından dolayı bir kenarda kaldı diyenler de olmuştur. İbn Abbâs ile

Mücâhid de:

"Hâşe lillâh", maazallah manasınadır, demişlerdir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir:

"Beşeren": mensubtur, çünkü o, be harfi çeri ile kullanılır, hicaz halkı neredeyse be’siz telaffuz etmezler. Onu hazfedince bir izi kalsın istediler ve onu harfi çerin hazfi ile mensûb ettiler.

"Mahünne ümmehatihim” (Mücadele: 2) kavli de böyledir. Necid halkı ise be ile de be'siz de söylerler. Onu düşürdükleri zaman merfu okurlar. Arapçada iki kullanımın en güçlüsü budur.

Zeccâc şöyle demiştir: Merfu olması iki kullanımın en güçlüsüdür, demek yanlıştır; çünkü Allah’ın kitabı lügatlerin en güçlüsüdür. Kims de onu merfu olarak okumamıştır. Halil, Sibeveyh ve bütün eski nahivciler

"beşeren” mensubtur, çünkü ma’nın haberidir; ma da "leyse” gibidir, demişlerdir. Ben de derim ki: Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Nehik, İkrime, Muaz el - Kari ve diğerleri, merfu olarak:

"Mahaza beşerün” okumuşlardır.

Übey b. Ka’b, Ebû’l - Cevza ve Ebussevvar, benin ve “sîn” in kesri elifi maksura ve tenvinle

"mahaza bişiren” okumuşlardır. Ferrâ’ da: Bu satın alınmamıştır, manasınadır, demiştir.

İbn Mes’ûd da elifi memdude ve hemze ile tenvinli olarak:

"Bişirain” okumuştur.

"İn hâza illâ melekün": Übey, Ebû Rezin, İkrime, Ebû Hayve ve Cahderi, “Lâm” ın kesri le:

"Melikün” okumuşlardır.

32

"İşte, kendisi hakkında beni kınadığınız (genç) budur! Yemin olsun, ben onun nefsinden murat almak istedim, fakat o çekindi. Yemin olsun, eğer kendisine emrettiğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve küçülenlerden olacaktır!” dedi.

"İşte kendisi hakkında beni kınadığınız genç budur":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Kadınların akılları başlarından gidip de ellerini kesince, böyle dediler.

Eğer:

"O mecliste hazır olduğu halde ona işaret ederek nasıl "fezalikünne” dedi?” denirse, buna iki cevap verirler, bunları da İbn Enbari zikretmiştir:

Birincisi: Yûsuf meclisten ayrıldıktan sonra "zalikünne” diyerek uzağa işaret etmiştir.

İkincisi: Kelâmda

"hâza” gizlenmiştir, takdiri: Feza zalikünne, demektir.

"Beni kendisi hakkında kınadınız": Yani sevgisi hakkında demektir. Sonra sevgisini onların yanında ikrar edip:

"Yemin olsun, ben onun nefsinden murat almak istedim, fakat o bundan çekindi": Yani kaçındı, demektir.

"Veleyekunen minessağirin":

Zeccâc şöyle demiştir: En iyi kıraat "veleyekunen” şeklinde şeddesiz okumak ve elifle vakfetmektir. Çünkü nun-ı hafife vakıfta elife çevrilir. Meselâ: Idriben zeyden dersin, vakfettiğin zaman: Idrıba, dersin. Şeddeli nunla da "veleyekunenne” şeklinde de okunmuştur. Ben ise bundan hoşlanmıyorum, çünkü Mushafâ aykırıdır. Zira şeddeli nun hiçbir şeye çevrilmez. Sağirun ise: Küçülenler, hor olanlar, demektir.

33

(Yûsuf da): "Rabbim, zindan benim için onların beni davet ettikleri şeyden daha iyidir. Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meylederim ve cahillerden olurum” dedi.

"Dedi: Rabbim, zindan benim için daha iyidir":

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Züleyha kadınlara:

"İşte kendisi hakkında beni kınadığınız budur” deyince, onlar da: Sana kınama yoktur, dediler. O da: öyleyse Yûsuf’a söyleyin benim ihtiyacımı görsün, dedi. Onlar da: Ey Yûsuf, bunu yap, dediler. Züleyha da: Yemin olsun ki, eğer dediğimi yapmazsa, onu zindanda çürütürüm, dedi. İşte o zaman Yûsuf:

"Rabbim, zindan benim için daha iyidir” dedi (Rabbissicnü ehabbü ileyye). Ya’kûb yalnız burada “sîn” in fethi ile

"es - secnü” okumuştur.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kim “sîn” in kesri ile

"essicnü” okursa, onu mekan (yer) ismi yapmış olur,

Mana da şöyle olur: Zindan benim için günah işlemekten daha iyidir. Kim de fetha ile okursa, mastardır,

Mana da şöyledir: Zindana girmek benim için daha iyidir.

"Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen": Yani beni korumazsan,

"onlara meylederim": Saba ilellehvi yabsu sabven ve subuvven ve sabaen denir ki: Bir şeye meyletmektir. İbn Enbari de, Kelâmın manası şöyledir, demiştir: Allah’ım, onların hilelerini benden çevir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ:

34

Rabbi de onun duasını kabul edip hilelerini ondan çevirdi. Çünkü O, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.

"Rabbi duasını kabul etti” demiştir.

Eğer: ‘Aziz'in karısı tek idi, nasıl çoğul olarak:

"Keydehünne” dedi?” denilirse, buna üç cevap verilmiştir:

Birincisi: Araplar çoğulu tekil yerine kullanırlar, meselâ biri: Harectüt ilel basrati bissüfüni (Basra’ya gemilerle gittim) der ki, aslında bir gemi ile gitmiştir.

İkincisi: Esas kastedilen Aziz’in karısıdır, diğer kadınlar ise onu yaptığı işte desteklemişlerdir.

Üçüncüsü: O; Aziz’in karısı ile dünya kadınlarından aynı hileyi yapanları kastetmiştir.

35

Sonra deliller gördükten sonra akıllarına onu bir süreye kadar zindana atma fikri geldi.

"Sonra deliller gördükten sonra akıllarına geldi":

Delillerden ne murat edildiğine dair üç görüş vardır:

Birincisi: O, gömleğin yırtılması ve amcası oğlunun kadının aleyhinde karar vermesidir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, gömleğin dilinmesi, şahidin şahitliği, ellerinin kesilmesi ve kadınların onu gözlerinde çok büyütmeleridir. Bunu da Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Yûsuf’un cemali (güzelliği) ve iffetidir. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Kadınlar Züleyha’ya Yûsuf'u hapse atmasını zindanda boş kaldığı zaman onu cezp etmeyi düşündükleri için bu işarette bulundular ve: Onu zindana atarsan, halkın yayılan dedikodusu kesilir, senin onu sevmediğini görürler ve zindan da onun burnunu sürter, dediler. Kadınlar çekilince Züleyha yine ondan murad almak istedi, o ise gittikçe ondan uzaklaştı. Züleyha umudunu kesince, efendisine: Bu köle beni rezil etti, onu görmekten nefret ediyorum, dedi. Kocası da ona izin verdi, o da Yûsuf’u zindana attı ve ona zarar verdi.

Süddi şöyle demiştir: Kadın, kocasına: Ya bana izin verirsin ben de çıkar özrümü beyan ederim ya da beni hapsettiğin gibi onu da hapsedersin, dedi. Aziz ve arkadaşları Yûsuf’u hapsetmeyi daha uygun gördüler.

Zeccâc şöyle demiştir: Aziz, Yûsuf’a sadece, bu işten vazgeç, demişti. Sonra bu fikirder döndü.

İbn Enbari âyetin manasında iki görüş vardır, demiştir:

Birincisi: "Sonra akıllarına geldi": Yani konuşma, görüşme ve düşünme sonunda akıllarına onu zindana atma geldi.

İkincisi: Sonra Yûsuf hakkında fikir değiştirdiler, vallahi lenescününnehu (yemin olsun ki, onu zindana atacağız), dediler. Lâm gizli yeminin cevabıdır. Âyette geçen hin kelimesi ise kısa ve uzun zamana denir.

Bundan ne murat edildiği hususunda da müfessirlerin beş görüşü vardır:

Birincisi: Beş yıldır, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Bir yıldır, yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Yedi yıldır, bunu da İkrime demiştir.

Dördüncüsü: Dedikodu kesilinceye kadardır, bunu da Atâ’, demiştir.

Beşincisi: O süresi belli olmayan bir zamandır, bunu da Maverdi zikretmiştir. Doğrusu da budur, çünkü onlar Yûsuf’u belli bir süre için zindana atmadılar.

Müfessirler ancak zindanda kaldığı süreyi zikretmişlerdir.

36

Zindana onunla beraber iki genç girdi. Biri: Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkarken görüyorum” dedi. Ötekisi de:

"Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı; bundan kuşların yediğini görüyorum. Bize bunların tabirini haber ver. Şüphesiz biz, seni iyilik edenlerden görüyoruz” dedi.

"Onunla beraber zindana iki genç girdi":

Zeccâc şöyle demiştir: Bunda daha önce zikredilmese de onun hapse atıldığına delil vardır.

"Feteyan": Bu iki kimsenin genç veya yaşlı olmaları câizdir, çünkü onlar köleye genç, derlerdi.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Onlara "feteyan” denilmesi, köle olmalarından dolayıdır. Araplar genç de olsa yaşlı da olsa köleye feta (çocuk, uşak) derler.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Mısır kralı yaşlandı, ondan bıktılar; ekmekçisi ile sakisini ayartıp onu zehirlemek istediler. Bu da krala ulaştı; onları hapsetti. Yûsuf zindandakilere: Ben rüya tabir ederim, demişti. Gençlerden biri, arkadaşına: Gel, bu İbrani genci deneyelim, dedi.

Onların rüyaları gerçek mi idi, yoksa düzmece mi idi?

Bunda üç görüş vardır:

Birincisi: O yalan idi, onu denemek için ona sordular. Bunu İbn Mes’ûd ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi: O gerçek idi, bunu da Mücâhid ile İbn İshak, demişlerdir.

Üçüncüsü: Onlardan asılan yalancı, ötekisi ise doğru idi. Bunu da Ebû Miclez, demiştir.

"Biri dedi": Yani saki olan dedi.

"Ben kendimi görüyorum": Yani rüyada,

“şarap sıktığımı": Yani üzüm sıktığımı görüyorum.

Üzüme şarap demesinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Ona sonra alacağı konum itibarı ile isim vermiştir; çünkü mana karışmaz. Nitekim: Fülanün yatbahu acürren ve yamelüddibse (filanca tuğla pişiriyor, pekmez yapıyor) derler ki, aslında kerpiç pişiriyor ve hurma işliyordun Bu da müfessirlerin çoğunun görüşüdür.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Neden böyle denilmiştir, çünkü Araplar aşıla denecek şeyi fer’a da derler, meselâ filanca tuğla pişiriyor, dedikleri gibi (onun aslı kerpiç idi. Mütercim).

İkincisi: Hamr Uman lehçesinde yaş üzümdür, bunu da Dahhâk ile Zeccâc, demişlerdir.

İbn Kasım şöyle demiştir: Kureyş bu lehçeyi konuşur ve onu bilirdi.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Ben şaraplık üzüm sıkıyorum, şarabın aslını ve şarabın sebebini sıkıyorum. Bu durumda muzaf hazfedilmiş ve muzafun ileyh onun yerine geçmiştir. Meselâ:

"Köye sor” (Yûsuf: 82) âyetinde olduğu gibi (köy halkına sor, demektir. Mütercim).

Ebû Salih, İbn Abbâs’tan naklen şöyle demiştir: Yûsuf bir gün ekmekçi ile sakiyi üzgün gördü: "Neyiniz var?” dedi. Onlar da: Rüya gördük, dediler. Yûsuf da: Onu bana anlatın, dedi. Saki şöyle dedi: Ben üzüm bağına girdiğimi gördüm, üzerinde üzüm olan üç salkım kopardım. Onları bardağa sıktım, sonra onu krala getirdim; o da içti. Ekmekçi de şöyle dedi: Ben de kralın mutfağından başımda üç ekmek sepeti olarak çıktım. Üzerlerine kuşlar konup onlardan yediler.

"Bize onun tabirini haber ver": Yani bize bunu yorumla, dediler.

"Gerçekten biz seni iyilik edenlerden görüyoruz":

Bunda beş görüş vardır:

Birincisi: Çünkü o hastaları ziyaret eder, onları tedavi eder ve üzgünleri teselli ederdi. Bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Eğer rüyamızı tabir edersen, seni iyilik eden olarak görürüz. Bunu da İbn İshak, demiştir.

Üçüncüsü: Seni iyi ilim öğrenenlerden görüyoruz. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir. Buna göre ihsan kelimesinin mef'ulü hazfedilmiş olur, tıpkı:

"Vefihi yasının” (Yûsuf: 49) âyetinde olduğu gibi. Yani o yılda üzüm ve susam sıkarlar, demektir. Onun alim olduğunu onlara ilim öğrettiğinden bildiler.

Dördüncüsü: Biz seni rüya tabirini iyi bilen bir kimse olarak görüyoruz. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Beşincisi: Allah’a itâat etmenle nefsine iyilik ettiğini görüyoruz. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

37

(Yûsuf) dedi: Ne zaman size yiyeceğiniz bir yemek gelirse, mutlaka o gelmeden önce size onun yorumunu (ne olduğunu) haber veririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben, Allah’a iman etmeyen ve ahireti de inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim".

"Ne zaman size yiyeceğiniz bir yemek gelirse":

Bu Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Size uyanıkken bir yemek gelirse onu size ulaşmadan önce haber veririm. Çünkü o da İsa aleyhisselam gibi gaipten haber verirdi. Bu da Hasen'in görüşüdür.

İkincisi: Rüyanızda yiyeceğiniz bir yemek görürseniz size mutlaka gelmeden önce onun tabirini yaparım. Bu da Süddi’nin görüşüdür.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ona:

"Bunu nasıl biliyorsun, sen peygamber değilsin, falcı değilsin, astrolog da değilsin?” dediler. O da:

"Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir” dedi.

Eğer: Bütün bunlar onların sorularının cevabı değildir, sorularının cevabı nerede?” denilirse, bunun dört cevabı vardır:

Birincisi: Birinin öleceğini bildiği için onları ahiretten nasiplenmeye davet etti. Bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: Doğrudan cevap vermemesi birinin başına kötü bir şey geleceğindendir. Bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

Üçüncüsü: Onlara cevap vermeden önce onları imana davet etmekle başlamıştır. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Dördüncüsü: Onların rüyalarında yalancı olduklarını zannetti; o yüzden cevap istememeleri için o da öyle davrandı. Onlar ısrar edince cevap verdi. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Âyette geçen millet: Din manasınadır.

"Hüm” zamirinin tekrarı da tekit içindir.

38

"Ben, atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Bizim için hiçbir şeyi Allah’a şirk koşmamız olmaz. Bu, bizim ve insanların üzerinde Allah’ın lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler":

"Bizim için hiçbir şeyi Allah’a şirk koşmamız olmaz":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Allah bizi şirkten korudu, demek istiyor.

"Bu, bizim üzerimizde Allah’ın lütfundandır": Yani bizim iman etmemiz Allah’ın tevfiki iledir.

"İnsanların üzerinde": Yani onlara dinini göstermesi ile mü’minlere olan lütfundandır.

İbn Abbâs:

"Bu, bizim üzerimizde Allah’ın lütfundandır” kavlini bizi peygamberler kılması,

"insanlara lütfundandır", bu da bizi onlara göndermesiyledir, demiştir.

"Ancak insanların çoğu": Mısır halkından insanların çoğu,

"şükretmezler": Allah’ın nimetine şükredip O’nu birlemezler.

39

"Ey zindan arkadaşlarım, dağınık ilâhlar mı daha hayırlıdır, yoksa bir tek kahredici Allah mı?"

"Dağınık ilâhlar mı": Yani küçüklü, büyüklü putlar mı?

"Daha hayırlıdır?": Daha çok övülmeye haklıdır,

"yoksa bir tek kahredici Allah mı?": Yani O, ilâhlığa putlardan daha haklıdır, demektir. Vahid’e gelince: Hattâbî şöyle demiştir: O, devamlı tek olan birdir. Arkadaşı, ortağı, benzeri olmayan, birçok unsurlardan oluşan diğer bireylere benzemeyendir. Çünkü O’ndan başka her şey bir açıdan tektir, birçok açıdan ise tek değildir. Vahid’in kendi lâfzından tesniyesi yoktur: Vahidani denmez. Kahhar ise: Yaratıklarından dikkafalılık edeni cezalandırmakla ezen, bütün halkı ölümle kahreden demektir. Başkası da şöyle demiştir: Kahhar: Her şeyi ezip hor eden, teslim alıp zelil kılan demektir.

40

"O’ndan başka ancak sizin ve atalarınızın ad verdiği ve haklarında Allah’ın bir delil indirmediği birtakım isimlere tapıyorsunuz. Hüküm yalnız Allah’ındır. Ancak kendisine ibadet etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler".

"Ma ta’buaune min dunihi": Neden iki yerine çoğa hitap etmiştir; çünkü o ikisinin şirkine katılanları da kastetmiştir.

"O’ndan başka": Yani Allah’tan başka, demektir.

"Onlar başka değil birtakım isimlerdir": Yani ilâhlar ve ilâhlar kuru isimlerdir. Bu isimlerin manaları putlar için doğru değildir. Sanki onlar boş isimlerdir. Sanki onlar da kuru isimlere tapıyorlar. Çünkü bunların manaları doğru değildir.

"Allah onlara bir delil indirmemiştir": Onlara ibadet hususunda bir delil indirmemiştir.

"Hüküm yalnız Allah’ındır": Yani hüküm vermek, emir ve yasak koymak ancak O’na aittir.

"İşte doğru din budur": Yani tevhid dini budur.

"Ancak insanların çoğu bilmezler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O’ndan başkasına ibadet etmenin câiz olmadığını bilmezler.

İkincisi: İtâat edenler için ne gibi sevap, isyan edenler için de ne gibi azap olduğunu bilmezler.

41

Ey zindan arkadaşlarım, gelelim ikinizden birine; o, efendisine şarap sıkacak. Diğerine gelince, o da asılacak. Kuşlar başından yiyecek. Fetva istediğiniz iş hükme bağlanmıştır".

"Amma ahadüküma feyeski rabbehu hamra": Rab burada: Efendi manasınadır.

İbn Saib şöyle demiştir: Saki rüyasını Yûsuf'a anlatınca, ona: Güzel bir rüya, üç dal üç gündür. Bunlar bitince kral sana haber gönderecek ve seni eski işine alacaktır. Eskisi gibi güzellikler içinde olacaksın, dedi. Ekmekçiye (aşçıya) da: Rüyan iyi değildir, üç sepet üç gündür. Sonra bunlar bitince kral sana haber gönderecek, seni asıp öldürecek, kuşlar da başından yiyecek, dedi. Onlar da: Biz bir şey görmedik, dediler. O da:

"Fetvasını istediğiniz şey hükme bağlandı” dedi. Yani: İş bitti, doğru da söyleseniz, yalan da söyleseniz başınıza gelecektir, dedi.

Eğer: "Neden kesin konuştu, hâlbuki tabir bazen doğru çıkar, bazen de yanlış çıkar?” denilirse, buna iki cevap verilmiştir:

Birincisi: O bunu Allah’tan gelen vahiyle kesin söyledi. Yalan rüyanın tabiri gerçekleşmez. Yûsuf'un:

"İş bitti” demesi, onun vahiy ile olduğunu gösterir.

İkincisi: O kesin söylemedi, çünkü:

"O ikisinden kurtulacağını zannettiği kimseye dedi ki,” ifadesini kullanmıştır. Bu cevabın sahipleri şöyle demişlerdir:

"İş bitti” kavlinin manası: Benden beklediğiniz cevap böyledir, yoksa nasıl gerçekleşeceğini bilmiyorum, demektir. İlk cevabın sahipleri de: Burada zan, bilmek manasınadır, demişlerdir.

42

Yûsuf, o ikiden kurtulacağını kesin bildiği kimseye.

"Efendinin yanında beni yad et” dedi. Şeytan ona bunu efendisine bahsetmeyi unutturdu. Böylece Yûsuf zindanda birkaç sene kaldı.

"O ikiden kurtulacağını kesin bildiği kimseye dedi": Yani sakiye dedi.

Bu zan hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: İlim manasınadır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, yakin’in zıttı olan zandır. Bunu da Katâde, demiştir.

"Beni efendinin yanında yad et": Yani sahibinin yanında, o da kraldır. Ona: Zindanda haksız yere hapsedilmiş bir genç vardır, de. Kralın adı Velid b. Reyyan'dır.

"Şeytan ona bunu efendisine anlatmayı unutturdu":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Şeytan sakiye Yûsuf’u efendisine anmayı unutturdu. Bunu Ebû Salih, İbn Ababs’tan rivayet etmiş; İbn İshak da böyle demiştir.

İkincisi: Şeytan Yûsuf’a Rabbini zikretmeyi unutturdu. Ondan zindandan çıkma umuduyla krala anmasını istedi. Bunu da Mücâhid, Mukâtil ve Zeccâc, demişlerdir. Bu, kasdi bir unutmadır, yanlışlıkla olan bir unutma değildir. Aksi de bir önceki görüştür.

"Böylece zindanda birkaç sene kaldı": O zamana kadar kaldığının dışında; bu da bir mahluka güvendiği için bir ceza idi.

Âyette geçen bıd' kelimesi üzerinde de dokuz görüş vardır:

Birincisi: Yedi - dokuz arasıdır. İbn Abbâs’tan şöyle rivayet edilmiştir: Ebû Bekir,

"Elim. Lâm. Mîm. Ğulibetirrum” (Rum: 2) âyeti inince Kureyş’le bahse girdi; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem: Aman tedbirli ol, çünkü bıd’ yedi - dokuz arasıdır, dedi.

İkincisi: On iki senedir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan demiştir.

Üçüncüsü: Yedi yıldır, bunu da İkrime, demiştir.

Dördüncüsü: Beş ilâ yedi yıldır, bunu da Hasen, demiştir.

Beşincisi: Dört ilâ dokuzdur, bunu da Mücâhid, demiştir.

Altıncısı: Üç ilâ dokuzdur, bunu da Esmaî ile Zeccâc, demişlerdir.

Yedincisi: Bıd’ üç - dokuz - on arasıdır, bunu da Katâde, demiştir.

Sekizincisi: On’dan aşağıdır, bunu da Ferrâ’, demiştir. Ahfeş de: Bıd’: Birden - on’a kadardır, demiştir.

Dokuzuncusu: Onluk ve yarısı bile değildir ki, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

İbn Kuteybe de: Bir ilâ dört arası demek istemiştir, demiştir. Esrem de, Ebû Ubeyde’den, bıd’: Üç - beş arasıdır dediğini rivayet etmiştir.

Zindanda tam olarak ne kadar kaldığı hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: On iki yıl. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: On dört yıl, bunu da Dahhâk, demiştir.

Üçüncüsü: Yedi yıl, bunu da Katâde, demiştir. Malik b. Dinar da şöyle demiştir: Yûsuf, sakiye

"beni efendine an” deyince, kendisine:

"Ey Yûsuf, benden başka vekil mi tuttun? Ben de seni uzun yıllar zindanda hapsedeceğim, denildi. Yûsuf o zaman ağladı ve:

"Ya Rabbi, belamın çokluğu kalbime unutturdu, yazıklar olsun kardeşlerime!” dedi.

43

Kral:

"Ben (rüyamda) şişman yedi inek görüyorum, onları yedi arık inek yiyor. Yedi de yeşil başak, diğer kuru (yedi) başak görüyorum. Ey ileri gelenler, eğer rüya tabir ediyorsanız, rüyama açıklık getirin” dedi.

"Kral dedi": Yani Mısır’ın en büyük kralı.

"Ben görüyorum": Yani rüyamda görüyorum, demektir. "Raeytü” demedi, bu dilde câizdir; bir kimse: Raeytü yerine era diyebilir.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Allahü teâlâ’nın Yûsuf için zindanda tespit ettiği süre dolunca, Cebrâil zindanda yanına girdi, ona çıkma, Mısır’a kral olma ve babasına kavuşma müjdesi verdi. Akşam olunca, o gece kral yedi inek gördü; bunlar denizden çıktılar, arkalarından da yedi zayıf inek çıktı. Zayıflar şişmanların yanına gitti, kuyruklarından tutup onları boynuzlarına kadar yedi. Zayıflarda artan bir şey de olmadı. Yedi yeşil başak gördü, onların yanına yedi kuru başak geldi, onları yedi.

Kuru başaklarda bir artma olmadı. Kral halkının eşrafını çağırdı, onlara rüyasını anlattı, onlar da: Karışık düşlerdir, dediler.

Zeccâc şöyle demiştir: İcaf: Gayet zayıf demektir. Mele’ ise: İşlerde başvurulan ve görüşlerine uyulan kimselerdir. "Lirrür’ya"daki lâm, mef'ulu daha açığa çıkarmak için gelmiştir.

Mana da: İnkütüm taburun (eğer tabir ediyorsanız) demektir. Sonra lamla bunu açıklamış ve "lirrü’ya (rüyayı) demiştir. Rüyayı tabir etmenin manası da: Sonunun ne olacağını haber vermektir. O, ibrünnehr’den türemiştir ki, nehrin kıyısı demektir. Abertünnehre: Nehri geçtim, kıyısına geldim, demektir.

İbn Enbari lâm üzerinde iki görüş zikretmiştir:

Birincisi: O, tekit (pekiştirme) içindir.

İkincisi:

"İla” manasını ifade etmektedir, mana da: Eğer rüyaya yorum getirirseniz, demektir.

44

Onlar da:

"Bunlar karışık düşlerdir. Biz, böyle düşlerin tabirini bilmeyiz” dediler.

"Adğasu ahlamin (bunlar karışık düşlerdir, dediler)":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Adğas’ın tekili dığs’tır, o da birçok insanların gördükleri tabiri olmayan rüyalardır. Ot kalabalığı gibi rüya kalabalığıdır. Aslında dığs, ot demeti demektir.

Kisâi de: Adğas, karışık rüyalardır, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

"Adgasu ahlam": insanların topladığı ve içinde çeşitli otların bulunduğu bitki demeti gibi karışık şeylerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Adğas, lügatte yeşil ot vs. gibi tutam ve demete denir. Onun için krala: Sizin rüyanız karışık demetler gibidir, açık değildir, dediler.

"Biz düşlerin tabirini bilmeyiz": Yani karışık rüyalan yorumlayanlayız. Başkası da şöyle demiştir: Biz bu nitelikteki rüyaların tabirini bilmeyiz. Ahlam ise: Hulumun çoğuludur, o da insanın rüyasında gördüğü doğru ve yanlış şeylerdir.

45

O ikisinden kurtulan dedi ve bir zaman sonra hatırladı:

"Ben size onun yorumunu / tabirini bildireceğim; beni hemen gönderin".

"O ikisinden kurtulan dedi": Yani o ki, gençten öldürülmekten kurutulan dedi ki, o da sakidir, "veddekere": Yani Yûsuf’un durumunu ve tavsiye ettiği şeyi hatırladı.

Zeccâc şöyle demiştir: İddekere’nin aslı: İztekere’dir. Fakat te dalla değiştirilmiş ve dal da dala idgam edilmiştir. Hasen de şeddeli zal ile: "Vezzekere” okumuştur.

"Ba’de ümmetin” ise: Bir zaman sonra, demektir. O da Yûsuf’un ondan sonra zindanda geçirdiği süredir. Bunun açıklaması da yukarıda geçmiştir. İbn Abbâs ile Hasen,

"ba’de emetin” okumuşlardır ki, unuttuktan sonra, demektir.

Eğer: Bu,

"şeytan ona Rabbisinin zikrini unuturdu” kavlinde unutanın saki olduğunu gösterir, şunda şüphe yoktur ki, kim: Unutan Yûsuf idi, derse, saki unutmamış olur?” derse.

Cevap şöyledir: Kim: Unutan Yûsuf derse, "vezzekere"nin manası, zekere olur. Nitekim Araplar: Halebe manasında, ihtelebe (süt sağdı), ğada manasında iğteda derler. O zaman daha önce unutma olayının geçmesi söz konusu olmaz. Ebû Salih de

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Sakinin Yûsuf’un haberini krala zikretmeyip de ta kralın rüyasını tabir ettirme ihtiyacı duyuncaya kadar bekletmesinin sebebi, Yûsuf’tan bahs etmesinin kendini hapse attıran suçu hatırlatma korkusudur. Bu, İbn Enbari'nin verdiği cevaptır.

"Ben size onun yorumunu bildiririm": Yani Yûsuf tarafından.

"Feersiluni": Ya’kûb burada,

"vela takrabuni” (Yûsuf: 60’ta),

"en tüfenniduni” (Yûsuf: 94'te) iki halde de ye ile okumuştur. Saki, saygı için krala cemi sigası ile hitap etmiştir. Ona ve etrafına hitap etmiştir de denilmiştir. Kelâmda kısaltma vardır, takdiri şöyledir: Onu gönderdiler, o da Yûsuf’a geldi: Ey özü sözü doğru (sıddîk) Yûsuf, dedi. Sıddîk: Çok doğru konuşandır. Nitekim fissîk (çok fasık) ve sikkîr (çok sarhoş) demektir. Bunun açıklaması da Nisa: 69’da geçmiştir.

46

Ey özü sözü doğru Yûsuf, bize yedi zayıf ineğin yediği yedi şişman inek ve yedi kuru başağın yediği diğer yedi yeşil başak hakkında açıklama yap. Belki insanlara dönerim de, umulur ki, (kıymetini) bilirler” dedi.

"Belki insanlara dönerim": Yani krala, arkadaşlarına ve rüyasını tabir ettirmek için topladığı bilginlere, demek istiyor.

"Umulur ki, bilirler": Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kralın rüyasının tabirini bilirler.

İkincisi: Senin değerini bilirler de kurtuluşuna sebep olur.

İbn Enbari "lealle"nin tekrar edilmesi için de iki görüş zikretmiştir:

Birincisi: İlk "lealle” fetva ile ilgilidir. İkincisi: Rucû’ / dönmeye râcîdir. İkisi de "key = için” manasınadır.

İkincisi: Birincisi "asâ = umulur ki,” manasınadır. İkincisi: "Key = için” manasınadır. Bu cevap:

"Lealehum yarifuneha izenkalebu ilâ ehlihi leallehüm yerciun” (Yûsuf: 63) kavli için de geçerlidir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: O zaman Yûsuf’un efendisi Aziz vefat etmiş, karısı onunla ilişiğini kesmişti. Bazıları da: Aziz ölmemişti, demişlerdir. Yûsuf, sakiye şöyle dedi: Krala söyle: Bolluk yedi yıl bu yıllardır, bunlardan sonra zor yedi yıl gelecektir. Ancak tedbir alırsanız rahat atlatırsınız. Elçi krala dönüp bunu haber verdi. Kral da ona: Ona dön ve:

"bu nasıl olacak?” diye sor, dedi. O da: Tezraune seb’a sinine deeben (yedi yıl normal şekilde ekersiniz) dedi.

İbn Kesir, Nah, İbn Âmir, Hamze, Kisâi, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek sakin hemze ile

"de’ben” okumuşlardır. Ancak Ebû Amr vasıl halinde hemzesiz okurdu.

Hafs, Âsım’dan hemzenin fethi ile "deeben” rivayet etmiştir.

Ebû Ali de şöyle demiştir:

"De’b” kelimesinin hemze ile okunuşu daha çoktur. Kanaatimce feth ile (deeb) okumak da lügattir.

"Deeben"in manası: Adetiniz üzere arkaya arkaya ziraat yapın, demektir.

Mana da: Terzeraune daibin demektir,

"de’b” "daibin” yerine kullanılmıştır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mana: Ted’ebune de’ben demektir.

"Tezraun” lâfzı, ted’ebun’a delalet etmektedir. De’b: Bir şeyi ve adeti bırakmamaktır.

Eğer: "Nasıl gaybi bildiğine hükmedip"tezraune” dedi de, inşallah demedi?” denilirse, bunun dört cevabı vardır:

Birincisi: O tabir aziz ve celil olan Allah’ın vahyi ile idi.

İkincisi: O, bunu Allahü teâlâ’nın kendisine öğrettiği doğru tabir ilmi üzerine kurdu, o nedenle şüphe etmedi.

Üçüncüsü: İçinden "inşallah” dedi. Nitekim kardeşleri de:

"Ailemize zahire getirir ve kardeşimizi de koruruz” (Yûsuf: 65) derken içlerinden, inşallah demişlerdi. Çünkü onlar vaatlerini yerine getireceklerine güvenemiyorlardı. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Dördüncüsü: o, onların amiri durumunda idi, sanki onlara: Yedi yıl ekin ekin, demiştir.

47

O da şöyle dedi:

"Yedi yıl arka arkaya (ekin) ekersiniz. Biçtiklerinizi, yiyeceğiniz az bir miktar dışında başağın içinde bırakın".

"Onu başağında bırakın": O zaman daha çok dayanır ve bozulmaz. "Şidad": İnsanlara zorluk veren kıtlık yıllardır.

"Yer bitirir": Yani bolluk yıllarında sakladıklarınızı alır götürür, demektir. Yılları yemekle niteledi, hâlbuki yıllarda yenilir; bu, leylün naim (uyuyan gece) türündendir ki, onda uyunur.

48

"Sonra bunun ardından yedi zor / kurak yıl gelir; (tohumluk olarak) sakladığınız az bir miktarın dışında önceden biriktirdiklerinizi yer bitirir".

"Tohumluk olarak sakladığınız az bir miktarın dışında": Tuhsınun, muhafaza ettiğiniz ve biriktirdiğiniz, demektir.

49

Sonra bunun ardından bir yıl gelir; insanlar bol yağmura kavuşur ve onda (meyve) sıkar (hayvan sağarlar).

"Sonra bunun ardından bir yıl gelir": Eğer "Neden müennes olan "“sîn

“ in"e işaret ederek "zalike” dedi?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir; bunları İbn Kasım zikretmiştir:

Birincisi: Seb’ lâfzı müennestir, fakat üzerinde tenis alâmeti yoktur; o nedenle müzekkere benzemiştir. Meselâ:

"Essemaü münfatırün bih” (Müzzemmil: 18) âyetinde olduğu gibi. Müzekker şeklinde münfatırrün, denilmiştir; çünkü üzerinde tenis alâmeti yoktur.

Şair de şöyle demiştir:

Ne bulut yağmurunu gönderdi,

Ne de yer otunu bitirdi.

Anlatığımız gerekçelerden dolayı "ebkale” demiştir.

İkincisi: "Zalike” kuraklığa işarettir, bu da Mukâtil’in görüşüdür. Birincisi de Kelbî'nin görüşü idi.

Katâde şöyle demiştir: Allah Yûsuf'a ilaveten onların sormadığı bir yılm da bilgisini vermiştir.

"Fihi yuğasünnasu":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara yağmur verilir, demektir. Bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: Bolluk olur, demektir, bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Vefihi yasının": İbn Kesir, Nâfi', Ebû Amr, İbn Âmir ve Âsım, ye ile:

"Yasırun okumuşlardır. Hamze ile Kusai de soranlara hitap şeklinde te ile (tasırırun) okumuşlardır.

"Yasının” lâfzında da beş görüş vardır:

Birincisi: Üzüm, zeytin ve meyve sıkarlar, demektir. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Katâde ile cumhûr da böyle demişlerdir.

İkincisi:

"Yasının": Yahtelibun (süt sağarlar) demektir. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İbn Enbari de babasından, o da Ahmed b. Ubeyd’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yasırun kelimesinin tefsiri, süt sağarlar, demektir. Çünkü hayırları artacak ve bollukları genişleyecektir. Şairin şu beytini delil getirmiştir:

Eğer bedevilerin yiyecekleri ve

Sağılacak sütleri olmazsa, ne ile korunurlar?

Burada yu’saru kelimesi yuhlebu yerine kullanılmıştır.

Üçüncüsü: Kurtulurlar, demektir, bu da asardan gelir, asar ise necat bulmaktır. Usra da kurtuluştur. Fülanün fi usratin denir ki, güç yetmez kale içindedir, demektir. Şair de şöyle demiştir:

O kadar susuz olduğu halde istemeyenlere yardım eder,

Mağlupların ve ezilenlerin yardımcısıdır.

Burada yardımcı manasına kullanılmıştır.

Şair Adiy de şöyle demiştir:

Eğer boğazıma sudan başka bir şey tıkansa idi,

Herkes gibi ben de su ile kurtulmaya çalışırdım.

Bu, Ebû Ubeyde’nin görüşüdür.

Dördüncüsü: İstedikleri şeyi elde ederler, demektir. Yine bu da Ebû Ubeyde’den rivayet edilmiş ve şöyle demiştir: Mutasar: Bir şeyi ele geçirip alan demektir. Bu âyet de bundandır, İbn Ahmer’in şu beyti de bundandır:

Yaşam bütün bereketi ile (gelmiş),

Sen de dallarından tutmuşsun.

Beşincisi: Kendilerine verilir, geçimleri bol olduğu için onlar da başkalarına verirler. Bunu İbn Enbari, bazı dilcilerden rivayet etmiştir.

Said b. Cübeyr de:

"Ye'nin zammı ve sad’ın fethi ile:

"Yu’sarun” okumuştur.

Zeccâc da: Yağmura kavuşurlar demek istemiştir diye açıklamıştır. Bu:

"Sıkışan bulutlardan (musırat) şarıl şarıl yağmur indirdik” (Nebe’: 14) kavlinden gelir.

50

Kral: Onu bana getirin” dedi. Elçi ona gelince:

"Efendine dön; ona ellerini kesen kadınların durumunu sor, neydi? Şüphesiz efendin onların tuzaklarını pekiyi bilendir” dedi.

"Kral: Onu bana getirin, dedi":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Saki krala dönüp de ona rüyasının tabirini anlatınca, kralın içine onun dediğinin doğru olduğu fikri girdi ve: Rüyamı tabir edeni bana getirin, dedi. Elçi de Yûsuf’a: Krala buyur, dedi. O ise atılan iftiradan beraat etmedikçe dışarı çıkmak istemedi ve:

"Efendine dön": Yani krala dön",

"ona kadınların durumunu sor” dedi. İbn Ebi Able âyette geçen nisve kelimesini nunun zammesiyle: Nüsve” okumuştur,

Mana da şöyledir: Krala sor kadınların durumunu incelesin ki, benim gerçekten temiz olduğumu anlasın. Kralın kendisini şüpheli veya fuhuş sanığı olarak görmesini istemedi; iyice aklandıktan sonra kendisini görmesini istedi.

"Şüphesiz Rabbim onların tuzaklarını pekiyi bilendir” kavlinin zahiri bunun Allahü teâlâ olduğunu göstermektedir. İbn Cerir Taberî de: Bununla efendisi Aziz’i kastetmiştir, demiştir, mana da: O benim suçsuz olduğumu bilir, demektir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den Yûsufıin bu âlicenaplığını ve hemen çıkmak istememesini beğendiği ve şöyle dediği rivayet edilmiştir: Soylu, soylu oğlu, soylu oğlu o Yûsuftur ki, Yakub oğlu, İshak oğlu ve İbrahim oğludur. Eğer ben onunki kadar zindanda kalsa idim de bana böyle bir davet gelse idi, hemen kabul ederdim.

Kadınlardan bahsedip de Aziz’in karısını anmamasında da dört görüş vardır:

Birincisi: Adab-ı muaşeret ve nezaketinden dolayı onu da onların içine katmıştır. Bunu Zeccâc, demiştir.

İkincisi: Çünkü o, kralın karısı idi, böylece onu korumuş oldu.

Üçüncüsü: Çünkü kadınlar onun aleyhinde, kendisinin ise lehinde şahitlik etmişlerdi.

Dördüncüsü: Çünkü onu anmada bir nevi itham vardı. Bu üç görüşü Maverdi zikretmiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Elçi, krala Yûsuf’un mesajını iletti; kral da kadınları çağırdı. Onların arasında Aziz’in karısı da vardı. Onlara:

51

(Kral):

"Yûsuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman sorununuz ne idi?” dedi. Onlar da:

"Hâşâ Allah için, biz ondan bir kötülük görmedik” dediler. Aziz’in karısı:

"İşte şimdi hak meydana çıktı; onun nefsinden ben murat almak istedim. O, gerçekten doğru söyleyenlerdendir” dedi.

"Meseleniz ne idi?": Yani durum ve olay nedir, dedi?

"Yûsuf’tan murat almak istediğiniz zaman".

Eğer:

"Yûsuf’tan bir tek kadın murat almak istemişti, neden onları çoğul yaptı?” denilirse, buna üç cevap verilir:

Birincisi: Onları çoğul yapması, onların içinden bizzat murat almak isteyen bilinsin içindir.

İkincisi: Ondan murat almak isteyen Züleyha idi, öteki kadınlar da onun bu dummunu kabul etmekle onlar da murat almak istemişlerdir.

Üçüncüsü: Onları hitapta çoğul yapmışsa da mana içlerinden birinedir, çünkü bazen karışıklık olmadığı zaman nevi (tür) cins yerine kullanılır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in: Siz kadınlar cehennem halkının çoğunluğunu teşkil ediyorsunuz sözü de bunu gösterir. Onlara çoğul olarak hitap etmişse de maksat bazılarıdır. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Hâşe lillâh":

Zeccâc şöyle demiştir: Hasen, şinin sükunu ile okumuştur, nahivciler arasında sükunun câiz olmadığına dair ittifak vardır. Çünkü iki sakini cem etmek câiz değildir. Arap dilinde böyle bir -şey yoktur. Sonunda kadınlar krala Yûsuf’un kötülükten beri olduğunu bildirdiler. O zaman Aziz’in karısı:

"İşte şimdi hak meydana çıktı” dedi. Burada geçen haşhaşa: Hıssa’dan türemiştir. Yani hak hisse ve ciheti, bâtıll hisse ve cihetinden ayrıldı (hak bâtıll meydana çıktı) demektir.

İbn Kasım da şöyle demiştir:

"Haşhaşa": Vuzaha kavuşmak ve açığa çıkmak manasınadır. Araplar: Hashasal bairi fi burukihi derler ki,. Deve çöküp yerleşti ve çakıl taşlarını ayırdı manasınadır.

Müfessirlerin Züleyha’nın suçunu hemen itiraf etmesi hakkında iki görüşleri vardır:

Birincisi: O, kadınların Yûsuf’u temize çıkardıklarını görünce, ikrar etmekten başka çarem kalmadı, dedi ve ikrar etti. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

İkincisi: O, Tevbesini açıkladı ve Yûsuf’un doğruluğunu gerçekleştirdi. Bunu da Maverdi, demiştir.

52

"Bu, benim ona gıyabında hiyanet etmediğimi ve Allah’ın da gerçekten hainlerin tuzağını başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindir":

"Bu, benim ona gıyabında hiyanet etmediğimi bilmesi içindir":

Mukâtil: "Zalike (uzağa işaret)

"hâza” (yakına işaret) manasınadır, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Haza ile zalike bu ve benzeri durumlarda birbirinin yerine kullanılır. Çünkü haber daha yeni cereyan etmiştir. Sanki hâza ile işaret edilecek kadar göz önündedir. Durum böyle gerçekleştiği için ona zalike ile işaret etmek mümkün olmuştur. Çünkü aklen kabul edilen bir şey gaip gibidir.

Bu sözü söyleyen hakkında da üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Yûsuf tur. Bir şahıstan bir şey nakledip de hemen arkasından başka birinden de nakledilmesi en karışık ifade şekillerindendir. Bunun benzeri şudur:

"O, sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor” (A’raf: 110). Bu, Mısır’ın ileri gelenlerinin sözüdür. "Ne emrediyorsunuz?": Bu da Fir'avn'in sözüdür. Şu da öyledir:

"Oranın şerefli halkını hor ederler” (Neml: 34). Bu, Belkıs’ın sözüdür,

"işte böyle yaparlar": Bu da Allahü teâlâ’nın sözüdür. Şu da öyledir:

"Bizi yatağımızdan kim kaldırdı?” (Yasin: 52). Bu, kâfirlerin sözüdür. Melekler de:

"Bu, Rahman'ın va'dettiği şeydir” dediler. Bu gibi şeyler konuşmada câizdir, çünkü mana açıktır.

Yûsuf bu sözü nerede söyledi? Bunda da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Saki, Yûsuf’a dönüp de zindanda ona Aziz’in karısının ve diğer kadınların krala ne cevap verdiklerini söyleyince, işte o zaman:

"Bilsin ki,...” demiştir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; İbn Cüreyc de böyle demiştir.

İkincisi: Bunu kralın huzuruna çıktıktan sonra demiştir. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

"Bu, şunu bilmesi içindir": Yani bu benim kralın elçisini reddetmem şunu bilmesi için, demektir.

"Bilsin” diye işaret edilenin,

"ben ona hiyanet etmedim” sözünde kastedilenin kim olduğunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, Aziz’dir, bilsin ki, ben ona karısı hakkında hiyanet etmedim,

"gıyabında": Yani o evden çıktıktan sonra. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, Mücâhid, Katâde ve cumhûr böyle demişlerdir.

İkincisi:

"Bilsin ki,” denen zat, kraldır,

"ona hiyanet etmedim” denilen de Aziz’dir.

Mana da şöyledir: Kral bilsin ki, ben Aziz’e evde yokken ailesine hiyanet etmedim. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: İki yerde de işaret edilen kraldır,

Mana da şöyledir: Kral bilsin ki, ben ona yani kendisine gıyabında hiyanet etmedim.

Krala hiyanet yorumunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Çünkü Aziz onun veziridir,

Mana da şöyledir: Ben ona vezirinin karısı hususunda hiyanet etmedim. Bunu da İbn Enbari demiştir.

İkincisi: Ben ona kız kardeşinin kızı hakkında hiyanet etmedim. Çünkü Züleyha kralın kızkardeşinin kızı idi. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

Dördüncüsü:

"Bilsin ki,” sözünde işaret edilen Allah’tır,

Mana da şöyledir: Allah bilsin ki, ben O’na hiyanet etmedim. Mücâhid'ten,

İbn Enbari şöyle dedi diye aktardığı rivayet edilmiştir: Bilmeyi zahirde Allah’a nisbet etmiştir, o mana itibarı ile mahluklara aittir, meselâ şu âyette olduğu gibi:

"Ta ki, içinizden mücahitleri bilelim” (Muhammed: 31).

Eğer:

"Yûsuf bunu kralın meclisinde dedi ise nasıl,

"bilsin ki,” dedi de :"sen bilesin” demedi, halbuki ona hitap ediyordu?” denilirse.

Cevap şöyledir: Eğer, kralın meclisinde hazır idi, dersek, ye ile hitabı tercih etmesi, krala saygı göstermek içindir. Nitekim bir adam vezire karşısında: Vezirin görüşü benim dilekçemi imzalamak yönündedir, der. Eğer: Mecliste değildi, dersek, o zaman te ile hitap etmeye gerek yoktur. Aynı şekilde: Eğer Aziz’i kasdettti, Aziz de o sırada kralın meclisinde yoktu, dersek, yine mesele kalmaz.

İkinci görüş: 9

9- Bir sonraki dipnota bakınız.

Bu Aziz’in karısının sözüdür. Buna göre yukarıya bağlıdır,

Mana da şöyledir: Yûsuf bilsin ki, ben ona şimdi gıyabında yalan söyleyerek hiyanet etmedim.

Üçüncüsü: 10

10 - Bu ikisi: Bilsin ki, ben ona gıyabında hiyanet etmedim, diyen hakkındaki ikinci ve üçüncü görüştür.

Bu, Aziz’in görüşüdür.

Mana da şöyledir: Yûsuf bilsin ki, ben ona gıyabında hiyanet etmedim, güveninin mükafatını görmezden gelmedim. Bu iki görüşü Maverdi, nakletmiştir.

"Gerçekten Allah hainlerin tuzağını başarıya ulaştırmaz":

İbn Abbâs: Zina edenlerin amelini doğrulamaz, demiştir. Başkası da: Kendisine hiyanet edeni doğru yola iletmez; sonunda onu perişan eder, demiştir.

53

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum. Şüphesiz nefis daima kötülüğü emreder, ancak Rabbimin merhamet ettiği hariç. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir".

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum": Bu sözü kimin söylediği hakkında üç görüş vardır: Bunlar da bir önceki âyette geçmiştir.

O, Yûsuf’tur diyenler, bunu deme sebebi üzerinde beş görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: O:

"Bilsin ki, ben ona gıyabında hiyanet etmedim” dediği zaman, Cebrâil ona göz kırptı:

"O işi aklından geçirdiğin zaman da mı?” dedi. O da:

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum” dedi. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, çoğunluk da böyle demiştir.

İkincisi: Yûsuf:

"Ben ona hiyanet etmedim” deyince, o işi aklından geçirdiğini düşündü ve:

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum” dedi. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bunu deyince kendini tezkiye etmiş olmaktan korktu ve:

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum” dedi. Bunu da Hasen, demiştir.

Dördüncüsü: Bunu dediği zaman, yanındaki melek: Aklından geçirdiğin şeyi hatırla, dedi. O da:

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum” dedi. Bunu da Katâde, demiştir.

Beşincisi: Bunu dediği zaman Aziz’in karısı: "Uçkurunu çözdüğün zaman da mı?” dedi. O da:

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum” dedi. Bunu da Süddi, demiştir.

Bunu Aziz’in karısı dedi, diyenlere göre de

Mana şöyledir: Ben kendimi temize çıkarmıyorum; çünkü ben ondan murat almak istedim.

Bunu Aziz dedi, diyenlere göre ise

Mana şöyledir: Ben kendirpi Yûsuf’a sui zan da bulunmaktan temize çıkarmıyorum; çünkü bu aklıma gelmiştir, dedi.

"Leemmaretün bissui": İbn Âmir ile Küfe uleması - ancak Rüveys hariç - iki hemze ile "bissui illâ” okumuşlardır.

Ebû Amr ile İbn Şenbuz, İkinciyi yerinde bırakarak ve birinciyi hazfederek okumuşlardır. Nazif de Kunbul’dan birinciyi bırakarak ve ikinciyi ye’ye dönüştürerek okumuşlardır.

Ebû Cafer, Verş ve Rüveys de birinciyi yerinde bırakarak ve ikinciyi de şöyle böyle yumuşatarak:

"Bussui illâ (gizli bir ayın sesiyle) okumuşlardır. İbn Füleyh de ikinciyi yerinde bırakarak ve birinciyi vava dönüştürerek, vavı da vava idgam ederek okumuşlardır ki, o zaman

"illâ"nın hemzesinden önce meksur ve şeddeli bir vav meydana gelir.

"İlla ma rahime rabbi": İbn Enbari demiştir ki:

Müfessirler şöyle demiştir: Bu, istisnai munkatıdır,

Mana da şöyledir: Ancak Rabbimin rahmeti güvencedir.

Ebû Salih de, İbn Abbâs’tan, mana şöyledir dediğini rivayet etmiştir: Ancak Rabbimin rahmet ettiği müstesnadır.

"Ma"nın"men” manasına olduğu da söylenmiştir:

Maverdi şöyle demiştir: Kim: Bu, Aziz’in karısının sözüdür, derse,

Mana şöyledir: Ancak şehvetini yenmede ve onu çekip atmada Rabbimin merhamet ettiği müstesnadır. Kim de, o Aziz’in sözüdür, derse,

Mana şöyledir: Ancak Rabbimin sui zandan kurtardığı veya kendisine sebat verdiği hariçtir ki, o acele etmez.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bu, Yûsuf'un sözüdür görüşü, iki bakımdan daha doğrudur:

Birincisi: Çünkü ulema o görüştedir.

İkincisi: Çünkü kadın putperest idi, âyetin içeriği de aziz ve celil olan Allah’ı bilmeyenden çok Yûsuf’un sözü olmasına uygundur.

Müfessirler şöyle demiştir: Kral Yûsuf’un mazur olduğunu görüp de onun güvenilir biri olduğunu anlayınca:

54

Kral:

"Onu bana getirin; onu kendime gözde yapayım” dedi. Onunla konuşunca: "Şüphesiz sen bugün yânımızda itibarlısın (iade-i itibar, mütercim), güvendesin” dedi.

"Onu bana getirin, onu kendime gözde edeyim” dedi. Yani özel danışmanım yapayım, o hususta bana kimse ortak olmasın.

Eğer: "Geçen kısmın bir yerinde, Yûsuf kralın meclisinde:

"Bilsin ki, ben ona gıyabında hiyanet etmedim", demişti; öyleyse nasıl oluyor da kral, yanındaki biri için,

"onu bana getirin” der?” denilirse.

Cevap şöyledir: Bu görüşün sahipleri şöyle derler: Kral ona görev vermek için, onu rüyasını tabir ettirmek üzere çağırdığı meclisten başka bir meclise getirmek için emretti.

Vehb de şöyle demiştir: Yûsuf, kralın huzuruna girdiğinde kral yetmiş dil konuşuyordu; ne zaman bir dille konuşursa, Yûsuf da ona o dille cevap verdi; kral da buna şaştı. Yûsuf o gün için otuz yaşında idi. Ve kral: Rüyamın yorumunu senin ağzından dinlemek istiyorum, dedi. Yûsuf da anlattı, o da:

"Ey doğru konuşan Yûsuf, sen ne diyorsun?” dedi. O da: Bu bol yıllarda daha çok ekin eker ve buğday stok edersin, insanlar erzak için sana gelirler. Yanında kimsenin anbarmda olmayan maddeler toplanmış olur, dedi. Kral da:

"Bunu kim yapabilir?” dedi. Yûsuf da:

"Beni Mısır’ın hâzinelerinin başına getir” dedi.

İbn Abbâs şöyle demiştir:

"Sen itibarlısın, güvendesin” sözünden: Seni mülkümün başına getirdim ve sana güvendim demek istedi.

Mukâtil de şöyle demiştir: Mekîn: itibarlı, emin de: Koruyucudur, demiştir.

55

(Yûsuf):

"Beni bu yerin hâzinelerinin başına getir. Çünkü ben iyi koruyan, çok iyi bilenim” dedi.

"Beni bu toprağın hâzinelerinin başına getir": Yani senin hâzinelerinin başına, demektir.

Hâzinelerden ne murat edildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Mal hâzineleri (Beytülmal). Bunu İbn Saib, demiştir.

İkincisi: Erzak hâzineleri. Bunu da İbn Saib, demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: "Neden bunu istedi?” Çünkü peygamberler adaletle gönderildiler; bunu kendisinden daha iyi yapacak kimsenin olmadığını biliyordu.

"Ben iyi koruyan ve iyi bilenim":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bana verdiğin görevi iyi yaparım, açlığın ülkede ne zaman başlayacağını iyi bilirim. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Hesabı iyi yaparım, dilleri iyi bilirim. Bunu da Süddi, demiştir. Şöyle ki, insanlar krala her taraftan gelirler ve değişik dillerle konuşurlardı.

Kral ona o gün görev verdi mi, yoksa vermedi mi?

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Ona bir sene sonra görev verdi.

Dahhâk, İbn Abbâs’tan, o da Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah, kardeşim Yûsuf'a merhamet etsin, eğer: Beni Mısır toprağı hâzinelerinin başına getir, demeseydi, onu derhal göreve getirirdi. Fakat kendisi istediği için bir sene sonra göreve getirdi.

Mukâtil de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Eğer Yûsuf, ben iyi korur ve iyi bilirim, inşallah, deseydi, o anda göreve getirilirdi.

Mücâhid de şöyle demiştir: Kral Yûsuf’un eliyle Müslüman oldu. Siyer Âlimleri şöyle demişlerdir: Yûsuf kralın sarayında bir yıl oturdu, yıl bitince kral onu çağırdı; ona taç giydirdi, kılıç kuşandırdı ve ona altından bir taht yapılmasını buyurdu. Tahtın üzerine ibrişimden bir cibinlik kuruldu. Yûsuf tahtın üzerine ay gibi oturdu. Bütün krallar ona boyun eğdi, kral da evine çekildi ve işini ona teslim etti. Kutayfir de görevinden azledildi, yerine Yûsuf getirildi. Kutayfir birkaç gün sonra öldü. Kral, Yûsuf’u Kutayfir’in karısı ile evlendirdi. Yûsuf gerdeğe girince Züleyha'ya:

"Bu, o istediğin haram şeyden daha iyi değil mi?” dedi. O da: Ey doğru sözlü Yûsuf, beni kınama, ben dünya güzeli idim, sahibim de iktidarsız olduğu için bana gelemiyordu, dedi. Yûsuf onunla gerdeğe girince, onun bakire olduğunu gördü. İki oğlan çocukları oldu: Birisine İfrayim, diğerine de Mişa adlarını koydular. Mısır mülkünü sağlama aldı.

İkincisi: Ona bir buçuk yıl sonra görev verdi, bunu da Mukâtil, İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

Üçüncüsü: İşi ona hemen o vakit teslim etti, bunu da Vehb ile İbn Saib, demişlerdir.

Eğer:

"Yûsuf nasıl: ben iyi korurum ve iyi bilirim, dedi de, inşallah demedi?” denirse, buna üç türlü cevap verilmiştir:

Birincisi: İnşallah dememesi göreve tam bir yıl sonra gelmesine sebep olmuştur. Bunu da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den az önce zikretmiş bulunuyoruz.

İkincisi: O içinden, inşallah, demiştir, nitekim kardeşleri de:

"Ailemize erzak getiririz” derlerken öyle yapmışlardı.

Üçüncüsü: O; benim kommam ve bilgim, başkalarınkinden fazladır, demek istemiştir. Bu durumda inşallah demeye gerek kalmamıştır. Çünkü içinde şüphe yoktur. Bu görüşleri İbn Enbari zikretmiştir.

Eğer. "Nasıl böyle demekle kendini methetti, hâlbuki peygamberlere ve iyi kimselere tevazu yaraşır?” denirse.

Cevap şöyledir: Onun övünmesinin içinde kibir ve gurur yoktu, onun niyeti adaleti ayakta tutmak ve haksızlığı yok etmek idi. Bu da güzel olduğu için câizdir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de: Ben âdemoğullarının en şereflisiyim, demiştir.11

11 - Tirmizî, Menakıb, 1; Darimi, Müsned, Mukaddime, 8, uzun bir hadisin parçasıdır.

Hazret-i Ali radıyallahu anh de: Ben ne kadar Kur’ân âyeti varsa, gece mi indi, yoksa gündüz mü indi bilirim, demiştir.

İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Eğer Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen birini bilseydim ve deve ile de oraya gidilebilseydi, ona giderdim. Bu gibi şeyler Allah’a şükür ve nimet sahibini büyütme mahiyetinde söylenmiştir. Bunu da Muhammed b. Kasım, demiştir.

Kadı Ebû Ya’lâ da: Yûsuf kıssasında insanın kendini, bilmeyenlere karşı fazileti ile tanıtmasının câiz olduğuna ve bunun:

"Kendinizi temize çıkarmayın” (Yûsuf: 32) kabilinden mahzurlu olmadığına işaret vardır.

56

Böylece Yûsuf'u o yere yerleştirdik. Nereyi dilerse oraya konar. Rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. İyilik edenlerin mükafatım zayi etmeyiz.

"Ve kezalike mekkenna liYûsufe": Kelâmda söylenmeyen sözler vardır: Takdiri şöyledir: Kalec’alni alâ hazainil ard, kale: Kad faaltü (beni hâzinenin başına getir, dedi. O da: Getirdim, dedi). Bu atılmıştır, çünkü:

"Böylece Yûsuf'u o yere yerleştirdik” sözünde buna işaret vardır.

Mana da şöyledir: Kötülüğü ondan def ettiğimiz, onu zindandan kurtardığımız ve onu krala sevdirdiğimiz gibi onu Mısır toprağının her yerinde güç sahibi kıldık.

"Ondan nereyi dilerse oraya konar":

İbn Abbâs: İstediği yere iner, demiştir. İbn Kesir ile Mufaddal, nun ile:

"Haysu neşau” okumuşlardır.

"Rahmetimizi dilediğimize özel olarak nasip ederiz": Yani peygamberlik ve kurtuluş gibi nimetimizi özel olarak veririz.

"İyilik edenlerin mükafatını zayi etmeyiz": Yani mü’minlerin mükafatını, demektir. Şöyle denilmiştir: Yûsuf Mısır halkına erzakları malları, ziynetleri, davarları, gayrimenkulleri, köleleri karşılığında sattı. Sonra onlara evlatları ve canları karşılığında sattı. Sonra da krala: "Rabbimin bana yaptığını nasıl görüyorsun?” dedi. Kral da: Biz sana bağlıyız, dedi. O da: Ben de seni ve Allah’ı şahit tutuyorum ki, ben de Mısır halkını azat ettim ve mülklerini de onlara geri verdim, dedi. Yûsuf o günlerde doyuncaya kadar yemezdi, açları unutmaktan korkuyorum, derdi.

57

Şüphesiz ahiretin mükafatı iman eden ve sakınanlar için daha hayırlıdır.

"Şüphesiz ahiretin mükafatı daha hayırlıdır":

Mana şöyledir: Yûsuf’a ahirette vereceğimiz ona dünyada verdiğimizden daha hayırlıdır. Onun açtığı sabır yolundan giden diğer mü’minlere de aynısını yaparız.

58

Yûsuf'un kardeşleri gelip huzura girdiler; onları tanıdı. Onlarsa onu tanımadılar.

"Yûsuf'un kardeşleri geldiler": Dahhâk,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kral Mısır’ın işlerini Yûsuf'a devredince, Yûsuf insanlara nâzik davrandı, onları İslâm’a davet etmeye başladı. Onlar da iman edip onu sevdiler. İnsanlar kıtlığa maruz kalınca, bu, Kenan iline de sıçradı; Ya’kûb çocuklarını erzak için Mısır’a gönderdi. Yûsuf'un haberi her tarafa yayıldı; adalet ve merhameti her yerde duyuldu, Ya’kûb : Oğullarım, Mısır’da iyi bir kral olduğunu işittim, siz de ona gidin, benden selam söyleyin; kendinizi tanıtın, belki sizi sayar, dedi. Onlar da gidip huzuruna girdiler; Yûsuf onları tanıdı; onlarsa kendisini tanımadılar: "Nereden geliyorsunuz?” dedi. Onlar da: Kenan ilinden, Ya’kûb denen yaşlı bir babamız vardır, sana selamı var, dediler. Yûsuf ağladı, yaşlarını durdurmaya çalışıp: Belki sizler casuslarsınız, ülkemin açık tarafını görmeye geldiniz, dedi. Onlar da: Hayır vallahi, biz Kenan'dan geliyoruz, halkımız zorluk içindedir. Babamız, sana gitmemizi buyurdu, senin haberini aldı, dediler. O da: "Kaç kişisiniz?” dedi. Kardeşleri de: On bir kişiyiz. Aslmda on iki kişi idik, birini kurt yedi, dediler.

"Doğru söylediğinizi kim biliyor? Bana baba bir kardeşinizi de getirin, dedi.

Ebû Salih de,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onun yanına girip de onunla İbranice konuşunca, Yûsuf onları kuşkulandırmamak için tercümana:

"Onlara casus olduklarını söyle, sizi kralınız gönderdi, Mısır halkını görüp haber vermek, sonra da üzerimize ordu ile gelmek için, dedi. Onlar da: Hayır, biz kendi halinde kimseleriz, babamız yaşlı bir ihtiyardır, biz on iki kişi idik, birimiz koyun güderken öldü, onun ana bir kardeşini de babamızın yanında bıraktık, dediler. Yûsuf da: Eğer doğru söylüyorsanız içinizden birini yanımda rehin bırakın, bana kardeşinizi getirin, dedi ve Şem'un’u tutukladı.

Yûsuf’un onları ne ile tanıdığı hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onları görünce tanıdı. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Onları tanımadı, sonra onlar kendilerini tanıttılar. Bunu da Hasen, demiştir.

"Vehüm lehu münkirun":

Mukâtil: Onu tanımadılar, demiştir.

Tanımamalarının sebebi hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar onun kâfir bir kral olduğunu sanıyorlardı, ondan şüphelerini giderecek bir şey ummuyorlardı.

İkincisi: Onlar Yûsuf'u yerel kıyafet ve süs içinde gördüler, bu da onu tanımamalarına sebep oldu. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan onun ipek elbiseler giydiğini ve boynunda da altın bir halka olduğunu rivayet etmiştir.

Eğer: "Nasıl tanımazlar, bütün güzelliğin yarısı onda idi, onu nasıl başkasına benzetirler?” denilirse.

Cevap şöyledir: Onlar ondan çocukken ayrıldılar ve onu yaşlı iken gördüler. Durumlar değişirir. Onun bu mertebeye çıkacağını da tahmin edemediler.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Ona güzelliğin yarısı verilmiştir, sözünün manası şudur: Allah güzellik için bir sımr ve hudut koymuştur; bunu da melek olsun, huri olsun, halkından istediğine nasip etmiştir. Yûsuf'a da bu güzelliğin yansım vermiştir. Sanki o bu haliyle o güzel yüzlere bedeldir. Yoksa halkın zannettiği gibi ona bu güzellik verilmiş, halka da onun yarısı verilmiş değildir.

59

Onların zahire yüklerini hazırlayınca.

"Bana baba bir kardeşinizi de getirin. Görmüyor musunuz, ben size ölçeği tam yapıyorum ve ben konukseverlerin en hayırlısıyım” dedi.

"Velemma cehhezehüm bicehazihim": Cehheztül kavme techizen denir ki: Birilerine işlerine yarayacak şeyleri hazırlamaktır. Cihazül beyt de: Ev eşyasıdır.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf kardeşlerinden her birine bir deve yükledi ve:

"Benim size ölçeği tam yaptığımı görmüyor musunuz?” dedi. Yani size eksiksiz veriyorum, demektir.

"Ben konukseverlerin en hayırlısıyım": Yani Misafir kabul edenlerin en hayırlısıyım. Çünkü onları güzel ağırlamıştı. Sonra onları kardeşlerini getirmedikleri takdirde cezalandırmakla tehdit etti ve.

60

Eğer onu bana getirmezseniz, yanımda sizin için bir ölçek / azık yok ve bana yaklaşmayın” dedi.

"Eğer onu bana getirmezseniz sizin için yanımda erzak yoktur” dedi.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Yani bundan sonra yoktur, demektir. Bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: O anda onlara bir şey vermedi, demektir. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir.

61

(Kardeşleri):

"Onu babasından isteyeceğiz. Ve mutlaka yapacağız” dediler.

"Onu babasından isteyeceğiz, dediler": Yani kendisinden talep edeceğiz, demektir. Âyette geçen müravede: Bir şeyi ısrarla istemektir.

"Ve mutlaka yapacağız":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Biz onu sana getireceğiz ve onu getirmek için sana garanti veriyoruz. Bu da Kelbî'nin kanaatidir.

İkincisi: Bu tekit için söylenmiştir, bunu da Zeccâc, demiştir. Buna göre garanti ettikleri fiil istemeye râcîdir; o zaman tekidin manası doğru olur.

Üçüncüsü: Onu babamızdan devamlı isteyeceğiz ve onu göndermesi için hep onunla istişare edeceğiz. Bu da istemeden başka bir şeydir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Eğer: "Kardeşini isteme Yûsuf için nasıl câiz olur ki, bu babasını üzer?” denilirse, buna beş cevap verilmiştir:

Birincisi: Bunun Yakub’un büyük sevap kazanması için acısını artırmak üzere Allah’ın emri ile olması câizdir. En açık da budur.

İkincisi: Onu hapsetmek için istemedi; onu tanıyınca: Ey Yûsuf, senden ayrılmam, dedi. O da: Seni hapsetmem mümkün değildir, ancak feci bir şey uydurmamız lâzım, dedi. O da: Aklına ne geliyorsa yap, dedi. Bunu da Ka’b, demiştir.

Üçüncüsü: Bundan Yakub’u Yûsuf’un durumuna karşı uyandırmak istemiştir.

Dördüncüsü: İki çocuğun da geri dönmeleriyle Yakub'un sevincinin katlanması için yapmıştır.

Beşincisi: Kardeşleriyle birleşmeden önce kendi öz kardeşini çabucak sevindirmek istemiştir. Bütün bu cevaplar, birincisi hariç, yersizdir, Vehb b. Münebbih’ten rivayet ettiğimiz şey de bunu göstermektedir: Allahü teâlâ Yûsuf’lâ Yakub’u buluşturunca, Ya’kûb ona:

"Aramızdaki mesafe bu kadar yakınken neden bana mektup yazıp da yerini bildirmedin!?” dedi. O da:

Cebrâil bana bunu yapmamamı emretti, dedi. O da:

Cebrâil’e sor, dedi. Sorunca: Allah bana böyle buyurdu, dedi. Rabbine sor, dedi. O da sordu; O da: Yakub’a sor, "kurttan korktun da bana güvenmedin?” dedi.

62

(Yûsuf) uşaklarına: "Sermayelerini yüklerinin içine koyun. Olur ki, ailelerine döndükleri zaman onları tanırlar da belki onlar geri dönerler” dedi.

"Vekale lifityanihi": İbn Kesir, Nâfi', Ebû Amr, Ebû Bekir de Âsım'dan rivayetle: "Lifityetihi” okumuşlardır. Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek: "Lifityanihi” okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Fitye, feta’nın çoğuludur, az sayı ifade eder. Fityan da çok sayı içindir.

Mana da şöyledir: Uşaklarına:

"Sermayelerini yüklerinin içine koyun” dedi: O da buğday almak için getirdikleri paradır. "Fi rihalihim": Rahl: Yolcu için hazırlanan her şeye rahl, derler.

"Belki onu tanırlar": Onu tanırlar da geri dönerler, demektir.

Bundan ne kasdettiği hususunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Babalarının yanında tekrar dönmeleri için gümüş olmadığından korkmuş; o nedenle dirhemlerini yüklerinin içine koymuştur. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar paralarını tanıdıkları zaman onu almayı helâl saymayacakları için iade etmek üzere gelirler umut etmiştir. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Üçüncüsü: O, muhtaç olan babasından ve kardeşlerinden para almayı çirkin görmüş, niçin almadığını bilmedikleri bir cihetten ikram ve ihsan olarak onu iade etmiştir. Bunu da İbn Cerir Taberî ile Ebû Süleyman Dımeşki, zikretmişlerdir.

Dördüncüsü: Bilsinler ki, geri gelmelerini istemesi, mallarına tamah ettiği için değildi. Bunu da Maverdi, demiştir.

Beşincisi: Onları geri getirmek için onlara ikram etmek ve iyiliğini göstermek istemiştir.

63

Onlar babalarına dönünce:

"Ey babamız, bizden ölçek / zahire alıkonuldu. Onun için kardeşimizi bizimle beraber gönder de ölçekle alalım. Mutlaka biz onun için muhafızlarız” dediler.

"Babalarına dönünce":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onlar Yakub’a dönünce: Ey Babamız, en hayırlı bir kimse gördük, bizi konuk etti, bize en iyi şekilde ikram etti. Eğer Ya’kûb oğullarından biri olsa idi, bize öyle ikram etmezdi, dediler.

"Bizden ölçek alıkonuldu": Bunda iki görüş vardır, onlar da:

"Yanımda size ölçek yoktur” âyetinde geçti (Yûsuf: 61).

Eğer: Onlara vermedi, dersek,

"munia” lâfzının manası açıktır.

Eğer: Vermemekle korkuttu, dersek,

bu manada da iki görüş vardır:

Birincisi: Bize bu vakitten sonra verilmeyecektir

"yumneu", demektir. Nitekim: Sen bir adama:

"Dehalte vallahinnare bima faalte (Allah’a yemin ederim ki, sen bu yaptığınla ateşe girdin) dersin.

İkincisi:

Mana şöyledir: Ey babamız, eğer onu bizimle göndermezsen bize buğday vermeyecekler. Burada

"munia” lâfzı "yumnau” yerine kullanılmıştır. Meselâ:

"Yahsebu enne malehu ahledehu” (Hümeze: 3) âyetinde

"ahledehu", "yuhliduhu” yerine kullanılmış;

"ve nada ashabunnari” (A’raf: 50) kavlinde "nada", "yünadi yerinde kullanılmış;

"ve iz kalellahu ya İsa” (Maide: 116) kavlinde "kale", "yakulu yerinde kullanılmıştır. Bu iki manayı İbn Enbari zikretmiştir.

"Feersil maana ehana nektel": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, nun ile "nektel” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de, ye ile: "Yektel” okumuşlardır.

Mana şöyledir: Eğer onu bizimle gönderirsen, bize erzak verirler, yoksa vermezler.

64

(Babaları): "Size onu güvenir miyim? Meğer ki, daha önce kardeşine güvendiğim gibi ola. Allah koruyucu olarak daha hayırlıdır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir” dedi.

"Onu size güvenir miyim?": Yani güvenmem, ancak Yûsufu güvendiğim gibi güvenirim. Yani bu güven ona hiyanet ettikleri zaman fayda sağlamadı, demektir.

"Fallahu hayrun hafiza": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle:

"Hıfza” okumuşlardır, Mana da şöyledir. Onun muhafazası sizin muhafazanızdan daha hayırlıdır. Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, elifle:

"Hayrun hafıza” okumuşlardır.

Ebû Ali de: Onun nasbi hal üzere değil de temyiz üzeredir, demiştir.

65

Eşyalarını açınca, sermayelerinin kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler.

"Ey babamız, (daha) ne istiyoruz; işte sermayemiz bize iade edilmiş. Ailemize zahire getiririz, kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü artırırız. Bu (kral için) kolay bir ölçektir” dediler.

"Eşyalarını açınca"; yani erzak çuvallarını, demektir.

"Eşyalarını buldular": erzak parası olarak götürdüklerini buldular.

"Rüddet":

Zeccâc şöyle demiştir: Aslı "rudidet

"tir. Dal ikinci dal’a idgam olundu, ra da mazmum olarak kaldı. Kim ra’nın kesresi ile (riddet) okursa, kesreyi dal’dan nakletmiş olur; nitekim aynı şey "kıyle” ve

"biy'a

"da da yapılmıştır. Bu da dal'ın aslının meksur olduğunu göstermek içindir.

"Ma nebği":

"Ma” üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi: O istifham içindir,

Mana da şöyledir: Daha ne istiyoruz, eşyalarımız bize iade edilmiş?

İkincisi: O nefy (olumsuzluk) edatıdır,

Mana da şöyledir: Biz bir şey istemiyoruz, yani geri dönmek için senden dirhem istemiyoruz, bu, dönmemiz içen yeter, demektir. Böylece dönmelerine izin vermesi için gönlünü almak istemişlerdir. İbn Mes’ûd, İbn Yamur, Cahderi ve İbn Hayve, Yakub’a hitaben te ile:

"Ma tebği” (ne istiyorsun?) okumuşlardır.

"Ve nemirü ehlena": Yani ailemize erzak temin ederiz, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Mare ehlehu yemirühüm meyren, vehüve mairün denir ki: Ailesine başka memleketten gıda maddesi getirmektir.

"Kardeşimizi koruruz":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bizimle beraber gönderdiğin kardeşimiz Bünyamin’i koruruz. Çoğunluk böyle demiştir.

İkincisi: Kralın rehin aldığı kardeşimiz Şem’un’u koruruz. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan naklen demiştir.

"Bir deve yükü arttırırız": Bununla kardeşlerinin hissesini kastediyorlar. Çünkü Yûsuf, her kişiye bir deve yükünden fazla vermiyordu.

"Bu kolay bir ölçektir":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Bu, hızlı bir ölçektir, onda bekleme yoktur. Demek istiyorlar ki: O bizimle beraber gelirse, kral bize hemen erzak verir. Bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Bu, yaptığımız gibi kolay bir ölçektir (erzak almadır). Bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: Bu sana getirdiğimiz birkaç ölçektir, bize yetmez. Bunu da Maverdi, demiştir.

66

(Ya’kûb ): "Kuşatılma durumu hariç, onu bana geri getireceğinize dair Allah’tan sağlam bir söz vermedikçe onu sizinle asla göndermeyeceğim” dedi. Ona sözlerini verince.

"Allah bu dediklerimize vekildir (şahittir)” dedi".

"Bana Allah’tan sağlam bir söz vermedikçe": Yani güveneceğim bir söz vermedikçe, mana da: Karşımda Allah’a karşı yemin etmedikçe, demektir.

"Onu mutlaka getireceğinize": Yani onu bana iade edeceğinize.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bu lâm, gizli bir kasemin cevabıdır, özeti şöyledir: Ve tekulu: Vallahi lete’tünneni bihi (Allah’a yemin ederiz ki, onu sana getiririz, dersiniz).

"Meğer ki, kuşatılasınız":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Hepiniz helak olasınız, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Aranıza öyle bir engel gire ki, onu bana getirmeye gücünüz yetmeye. Bunu da Zeccâc, demiştir.

"Ona sağlam bir söz verince": Yani onu getireceklerini taahhüt edince,

bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Muhammed sallallanu aleyhi ve sellem ve Rabbi katındaki derecesi hakkı için yemin ettiler. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Onlar Allahü teâlâ’ya yemin ettiler. Bunu da Süddi, demiştir.

"Allah bu dediklerimize vekildir, dedi":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, dediklerimize şahittir.

İkincisi: Onu yerine getirmeye kefildir. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

67

"Ey oğullarım, (şehre) bir kapıdan girmeyin; ayrı ayrı kapılardan girin. Ben sizden Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi savamam. Hüküm ancak Allah’ındır. Yalnız O’na güvendim ve güvenenler yalnız O’na güvensinler” dedi.

"Bir kapıdan girmeyin":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onlar yolculuğa hazırlanınca, Ya’kûb onlara şöyle dedi: Mısır’a

"bir kapıdan girmeyin".

Bu kapıdan ne kasdettiğine dair iki görüş vardır:

Birincisi: Mısır’ın kapılarından birini kasdetmiştir. Mısır’ın dört kapısı vardı. Bunu cumhûr, demiştir.

İkincisi: O, kapıları değil, yolları kasdetmiştir. Bunun benzerini Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Bunu demekle ne kasdetti?

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlara göz değmesinden korktu. Onlar çok güzel ve çok güçlü insanlar idiler. Bu da İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde’nin görüşüdür.

İkincisi: O, suikasta uğramalarından korktu, çünkü Mısır’da itham ediliyorlardı. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir.

Üçüncüsü: O, Yûsuf lâ tek başına görüşmelerini istemişti. Bunu da İbrahim Nehaî, demiştir.

"Ben sizden (Allah’tan) gelecek hiçbir şeyi savamam": Yani Allah’ın takdir ettiğini sizden def edemem; çünkü O, isterse sizi dağınık iken de helak eder. Bunun tasdiki, arkasındaki:

"Bu, onlardan (Allah’tan gelecek) hiçbir şeyi savacak değildi. Ancak Yakub'un içindeki bir ihtiyacı / dileği gidermiş oldu” âyetinde görülmektedir. O da: Öyle girmelerini onlara olan şefkatinden dolayı istemesidir.

Zeccâc şöyle demiştir: Bu istisnai munkatıdır,

Mana şöyledir: Ancak bu Yakub’un içinden geçen bir dilektir.

İbn Abbâs da: "Kadaha": Onu açıkladı, dile getirdi, demiştir.

68

Babalarının dediği yerden girince, bu, onlardan Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi savacak değildi. Ancak Yakub’un içindeki bir ihtiyacı / dileği gidermiş oldu. Şüphesiz o, kendisine öğrettiğimizden dolayı gerçekten ilim sahibi idi. Ancak insanların çoğu bilmezler.

"Şüphesiz o, kendisine öğrettiğimizden dolayı gerçekten ilim sahibi idi":

Bunda da yedi görüş vardır:

Birincisi: O, kendisine öğrettiğimiz şeylerden dolayı muhafızdır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: O, onların tek kapıdan girmelerinin kendilerini Allah’tan gelecek bir şeyden koruyamayacağını bilen birisi idi. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demiştir.

Üçüncüsü: O, kendisine öğretilen şeylerle amel eden biri idi. Bunu da Katâde, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Amele ilim denilmesi, ilmin amelin ilk sebebi olmasındandır.

Dördüncüsü: O, va’dimizin doğruluğuna kesin inanan biri idi. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Beşincisi: O, vasiyetimizi tutan biridir, bunu da İbn Saib, demiştir.

Altıncısı: O, başına Allah’ın takdir ettiğinden başkasının gelmeyeceğini öğrettiğimiz şeyi bilen biridir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Yedincisi: O, kendisine öğrettiğimiz için ilim sahibidir, bunu da Ferrâ’, demiştir.

69

Yûsuf'un huzuruna girince, kardeşini kendine çekti; "Gerçekten ben senin kardeşinim; onların yaptıklarından üzülme” dedi.

"Yûsuf’un huzuruna girince": Yani kardeşleri,

"kardeşini kendine çekti": Yani Bünyamin’i. O, ana baba bir kardeşi idi. Onu bağrına bastı ve onu yanına oturttu.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Medli hemze ile: Aveytü fülanen ileyye denir ki: Onu bağrıma basüm, demektir. Medsiz hemze ile de: Eveytü ilâ beni fülanin ise: Birilerine sığınmaktır.

"Gerçekten ben senin kardeşinim":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kardeşleri yanına girince, onları kapıda bekletti ve kendi kardeşini içeri aldı. Ona:

"Adın nedir?” dedi. O da: Bünyamin, dedi. ‘Annenin adı nedir?” dedi. O da: Lavi kızı Rahil, dedi. Yûsuf derhal sıçradı, onun boynuna sarıldı ve:

"Ben gerçekten senin kardeşinim” dedi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. Aynı şekilde İbn İshak da: Ona kardeşi olduğunu haber verdi, demiştir.

İkincisi: Ona bunu itiraf etmedi: Ben senin ölen kardeşinin yerindeyim (beni öyle say), dedi. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Şöyle de denilmiştir: Onları sofraya ikişer ikişer oturttu; Bünyamin tek kalınca ağladı: Eğer kardeşim hayatta olsa idi benimle beraber otururdu, dedi. Yûsuf onu bağrına bastı ve: Seni tek görüyorum, dedi ve onu kendi sofrasına oturttu. Gece olunca, odalarda ikişer ikişer yattılar. O yalnız kaldı, Yûsuf: Bu da benimle uyusun, dedi. Onunla baş başa kalınca: "Senin ana bir kardeşin var mı?” dedi. O da: Vardı, fakat öldü, dedi. O da:

"Beni ölen kardeşinin yerine kabul eder misin?” dedi. Bünyamin de: Ey Kral, kim senin gibi kardeşi bulabilir? Ancak sen Yakub ile Rahil’den meydana gelmedin, dedi. Yûsuf ağladı, kalkıp onu kucakladı ve:

"Gerçekten ben senin kardeşin Yûsuf’um", dedi.

"Üzülme": Mahzun olma, kederlenme.

Zeccâc şöyle demiştir: Mahzun olma, kendini koy verme.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"Tebteis": Tefteil veznindedir, bu’s kökünden gelir ki, o da zarar ve şiddettir, demiştir. Yani onların yaptıkları zoruna gitmesin, demektir.

"Onların yaptıklarından": Onlar Yûsuf ile kardeşini annelerinin babası olan dedelerinin puta tapması ile kınarlardı. Yûsuf da: Onların bizi kınamalarına üzülme, dedi. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Bundan sonra seni suçlayacakları hırsızlıktan dolayı üzülme. Bu durumda "kârnı",

"yekunuune” manasına olur. Şair de şöyle demiştir:

Ben benden öncekilere yetiştim

Ve benden sonrakilere kasidede yapacak bir şey bırakmadım.

(Burada kâne, yukunu manasında kullanılmıştır. Mütercim).

Bir başkası da şöyle demiştir:

Onun mezarının her tarafını onların kanlarıyla boya,

O zaten kan ve kurban kardeşi idi.

Burada da kâne yerine yekunu kullanılmıştır. Bu da Mükatil'in görüşüdür.

Üçüncüsü: Bizi kıskanmalarına ve babamızın yüzünü bizden çevirme hırslarına üzülme. Bu manaya da İbn İshak kail olmuştur.

70

Zahire yüklerini onlara hazırlayınca, su kabını / ölçeği onun yükün içine koydu. Sonra bir ünleyici:

"Ey kafile, sizler mutlaka hırsızlarsınız!” diye seslendi.

71

Onlar da dönüp: "Ne arıyorsunuz / kaybettiniz?” dediler.

"Zahire yüklerini onlara hazırlayınca":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onlara bol bol ölçerek verdi ve kardeşlerine yüklediği gibi Bünyamin için de onun adına bir deve yükledi. Ölçeği de onun yükünün içine koydu. O da suva’ denen kap idi. Bu ikisi aynı şeye denir; meselâ; buğday için bür ve hınta, sofra için maide ve huvan gibi. Bazıları da: Gerçek isim: Suva’dır, sikaye ise sıfattır, demişlerdir. Nitekim: Kûz ve ina derler, özel isim: Kûzdur.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf, o su kabını başkasıyla ölçülmesin diye (resmi) ölçek yapmıştı. Kardeşlerine de ikram olsun diye aynı kapla ölçtüğü söylenmiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf’un kardeşleri hareket edip de yola koyulunca, arkalarından takipçiler gönderdi. Onlara yetişip durdurdular.

"Sonra bir ünleyici ünledi":

Zeccâc şöyle demiştir: Sonra bir ilancı bildirdi. Azentuhu bişşey’i, fehüve mü’zinün denir ki: Bildirmektir. Azentü ise ilanı çok yapmaktır, yani arka arkaya ilan etmektir.

"Ey kervan": Yani, ey kervan halkı demek istiyor. Müennes yapması ise îyr lâfzından dolayıdır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: îyr ancak deve sahiplerine denir.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: îyr: Binilen ve hareket halindeki develere denir.

İbn Kuteybe de. "îyr: Devenin üzerindeki kimselerdir, demiştir.

Eğer:

"Yûsuf için hırsızlık yapmayan birini hırsız ilan etmek nasıl câiz olur?” denilirse, buna dört cevap verilmiştir:

Birincisi:

Mana şöyledir: Siz Yûsufu babasından koparıp da kuyuya attığınız zaman gerçek hırsızlar idiniz. Bunu da Zeccâc, demiştir.

İkincisi: Ünleyici, Yûsuf’un ölçeği kardeşinin yüküne koyduğunu bilmeden ünlemiştir; böylece sözünde yalancı olmamış olur. Bunu da İbn Cerir, demiştir.

Üçüncüsü: Ünleyici onlara Yûsuf’un emri olmadan, hırsızlar, diye ünlemiştir.

Dördüncüsü:

Mana şöyledir: Sizler görünürde sizin gerçek durumunuzu bilmeyenlerin nazarında hırsızlarsınız. Meselâ şurada olduğu gibi:

"Yaptığını tat, sen onurlu ve saygın kimsesin” (Duhan: 49). Yani sen kendi kanaatine göre böylesin, bizce öyle değilsin, demektir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in: İbrahim üç yalan söyledi hadisi de böyledir. Yani yalana benzer söz etti, aslında öyle değildi, demektir.

72

Dediler: Kralın ölçeğini / su kabını arıyoruz. Onu getirene bir deve yükü (zahire) var ve ben buna kefilim".

"Dediler": Yani Yûsuf’un kardeşleri dediler.

"Onlara dönüp":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: (İnleyene ve arkadaşlarına dönüp.

İkincisi: Önleyici ve yanındakiler Yûsuf’un kardeşlerine dönüp bu iddiada bulundular. "Ne arıyorsunuz?": Neyiniz kayboldu?

"Kralın ölçeğini (suvaını) arıyoruz, dediler":

Zeccâc şöyle demiştir: Suva ile sa’ aynıdır. Müzekker de müennes olur. Sa’ da öyledir; o da müzekker ve müennes olur. Ye ile: "Suya’” okuyan olmuştur, noktalı ğaymla: "Savğ” okuyan olmuştur, noktasız ayın ve şadın fethi ve zammı ile "sava” ve "suva” okuyan olmuştur. Ebû Hureyre de "Saal meliki” okumuştur. Bütün bu lügatler aynı manayadır. Ancak noktalı ğayın ile savğ, suğtu’nun mastarıdır, kap için sıfattır. Çünkü o kap altından dökme idi.

Onun cinsinde de beş görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O zebercetten bir kadeh (kupa) idi.

İkincisi: O bakırdan idi, bu iki görüş İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O mücevherle işlenmiş gümüş bir su kabı idi. Bunu da İkrime, demiştir.

Dördüncüsü: Altından bir kâse idi, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Beşincisi: Mis’ten, yani bakırdan bir kap idi. Bunu da Zeccâc nakletmiştir.

Onun niteliğinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, mekik gibi uzun bir şeydi.

İkincisi: O tasa benzeyen bir şeydi.

"Onu getiren için": Yani ölçeği getiren için.

"Bir deve yükü": Yani erzak vardır.

"Ben ona kefilim": Yani onu getirene yükü ile bir deveye kefilim, bunu da ünleyici diyordu.

73

Dediler:

"Allah'a yemin ederiz ki, bizim bu toprakta bozgunculuk için gelmediğimizi bilmişsinizdir. Ve biz hırsızlar değiliz".

"Kalu tallahi":

Zeccâc şöyle demiştir:

"Tallahi", vallahi manasınadır, ancak te ile yalnız aziz ve celil olan Allah ismiyle yemin edilir; Terabbi leefalenne denilmez. Te vavdan dönüşmüştür. Nitekim vüras için türas; yevtezinü için yettezinü, denir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Ta vava ibdal edilmiştir, tıpkı tuhme, türas ve tücah’ta olduğu gibi. Bunların aslı vuhme, vüras ve vücah'tan gelmedir. Onların da aslı vihame, virase ve vech’tir. Araplar: Tarrahmani, demezler, ama: Tallahi derler. Çünkü Allah’ın yeminde kullanılması çoktur, Rahman’da öyle değildir. O nedenle çok kullanılan yerlerde vavdan dönme olarak te gelmiştir.

"Muhakkak bilmişsinizdir": Yani Yûsuf’u kastediyorlar.

"Biz bu yerde bozgunculuk etmek için gelmedik": Kimseye haksızlık veya hırsızlık etmek için gelmedik.

Eğer:

"Tanımadıkları kimselerin bilmelerine nasıl yemin ettiler?” denilirse.

Cevap üç türlüdür:

Birincisi: Onlar bunu şunun için dediler; çünkü onlar yüklerinden çıkan dirhemleri iade ettiler, onu helâl saymadılar. Bu durumda

Mana şöyledir: Yemin olsun ki, biz dirhemlerinizi size iade ettik, onlar ise aldığımız erzakın bedelinden daha çoktur. Bu durumda sizin ölçeğinizi nasıl helâl sayarız? Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mukâtil de böyle demiştir.

İkincisi: Çünkü onlar Mısır’a bir şey yemesin diye develerinin ve merkeplerinin ağzını bağlayarak girdiler. Başkaları ise böyle yapmazlardı. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Mısır halkı onları kimseye haksızlık etmeyen birileri olarak tanımışlardı.

74

Dediler:

"Eğer yalancılar iseniz onun cezası nedir?"

"Onun cezası nedir":

Mana şöyledir: Ünleyen ve arkadaşları:

"Onun cezası nedir?” dediler.

Ahfeş şöyle demiştir: İstersen hu zamirini hırsıza gönderirsin, istersen hırsızlığa gönderirsin.

"Eğer yalancılar iseniz": Yani:

"Biz hırsızlar değiliz” sözünüzde.

75

Onlar da: Onun cezası; kimin yükünde bulunursa, cezası odur. Biz zâlimleri (hırsızları memleketimizde) böyle cezalandırırız” dediler.

"Dediler": Yani Yûsuf’un kardeşleri dediler,

"onun cezası kimin yükünde bulunursa odur": Yani bu hareketiyle köle edilir.

İbn Abbâs: Ya’kûb ailesinin kanunu böyle idi, demiştir.

76

Kardeşinin kabından önce onların kaplarından başladı. Sonra da onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz, Yûsuf'a hile öğrettik. Yoksa kralın dininde kardeşini alacak değildi (böyle hüküm yoktu). Ancak Allah’ın dilemesi hariç. Dilediğimiz kimsenin derecelerini artırırız. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.

"Onların kaplarından başladı":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Önleyici onları döndürüp Yûsuf'a getirdi ve: Mutlaka kaplarınız aranacaktır, dedi.

"Başladı": Yani Yûsuf,

"onların kaplarından önce kardeşinin kabından", töhmeti izale etmek için böyle yaptı. Kardeşinin kabına gelince: Bunun bir şey alacağını sanmıyorum, dedi. Onlar da: Allah’a yemin ederiz ki, onun da kabına bakmadan buradan ayrılmayız; bu senin için de daha iyidir, dediler. Onun eşyasını açınca ölçeği buldular. İşte:

"Sümmestehreceha (sonra onu çıkardı)” dediği budur.

“Ha” zamirinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, hırsızlığa râcîdir, bunu da Ferrâ’, demiştir.

İkincisi: Ölçeğe (su kabına) râcîdir, bunu da Zeccâc, demiştir. Üçüncücü: Müennes kabul edenlere göre suva (ölçek) lâfzına râcîdir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Kardeşleri, Bünyamin’e dönüp: "Sen ne yaptın?! Bizi rezil ettin, sıddik babanı küçük düşürdün", dediler. O da: Dirhemleri yükünüze koyan bunu da benim yüküme koymuş, dedi. Yûsuf, ne yapacağını kardeşine söylemişti.

"Böylece Yûsuf’a hile öğrettik":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Ona böyle yaptık, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Ona hile öğrettik, keyd: Hile demektir. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

Üçüncüsü: Bunu Yûsuf için istedik, bunu da İbn Kasım zikretmiştir.

Dördüncüsü: Kardeşini tutuklaması için yaptığı şeyi ona ilham ederek tedbir aldık.

İbn Enbari şöyle demiştir: Allahü teâlâ kardeşlerinin zannetmedikleri şekilde Yûsuf’un derecesini yükseltme ve nimetini tamamlama gibi tedbir alınca bunu mahlukların hilesine benzetti. Çünkü onlar kurdukları tuzağı, tuzak kurdukları kimseden gizlerler.

"Yoksa kralın dininde kardeşini alacak değildi":

Burada dinden ne kastedildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, saltanattır,

Mana da şöyledir: Kralın saltanatında böyle bir şey yoktu. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O hükümdür, mana da: Kralın hükmünde bu yoktu. Çünkü kralın hükmüne göre hırsıza ancak dayak atılır ve ödetilirdi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. Açıklaması şöyledir: Eğer kardeşini kralın kanunlarına göre muhakeme etse idi, onu hapsetmesi mümkün olmazdı. Çünkü kralın hükmü tazmin ve darptan ibaret idi. Allahü teâlâ Yûsuf’un kardeşlerine, hırsızın cezası köleliktir sözünü söyletti. Bu da Yûsuf’un Allah’ın dilemesiyle muzaffer olması için ona öğrettiği hoş bir hile idi. İşte:

"Allah’ın dilemesi hariç” sözünün manası budur. Şöyle de denilmiştir: Meğerki Allah kardeşini tutuklayacak bir sebep göstermeyi dilemiş ola.

"Nerfau derecatin men neşau": Ya’kûb , iki yerde de ye ile:

"Yerfau derecati men neşau” okumuştur. Kufeliler tenvirde

"derecatin” okumuşlardır,

Mana da şöyledir: Biz dereceleri çeşitli ihsanlar, türlü türlü ikramlar, ilim kapıları, nefsi ezme, hidayete erme ile yükseltiriz, tıpkı Yûsuf’u yükselttiğimiz gibi.

"Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır": Yani Allah’ın ilimle yükselttiği her ilim sahibinin üstünde ondan daha bilgilisi vardır. İlim Allahü teâlâ’ya varıncaya kadar böyledir. Başkasının ilminde ise kemal (mükemmellik) yoktur.

Bu kelâmdan kastedilen şey hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Yûsuf, kardeşlerinden daha bilgilidir, onun üstünde de ondan daha iyi bilen biri vardır.

İkincisi: Böylece ilmin büyüklüğüne dikkat çekilmiş ve onun kavranamayacak kadar çok olduğu beyan edilmiştir.

Üçüncüsü: O, kibirlenmemesi için alime tevazuu öğretmedir.

77

Dediler:

"Eğer çaldıysa, onun kardeşi de daha önce çalmıştı". Yûsuf bunu içinde sakladı / içine attı, onlara belirtmedi. "Sizin yeriniz daha kötüdür. Anlattığınız şeyi Allah daha iyi bilir” dedi.

"Dediler": Yani Yûsuf’un kardeşleri, dediler.

"Eğer çaldıysa": Bünyamin’i kastediyorlar,

"daha önce de kardeşi çalmıştı": Şimdi de Yûsuf’u kastediyorlar.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf üç defa ceza çekti: Sakiye:

"Beni efendinin yanında an” dedi; zindanda yıllarca kaldı. Aziz için:

"Bilsin ki, ben ona gıyabında hiyanet etmedim” dedi; Cebrâil de ona:

"O duyguyu kalbinden geçirdiğin zaman da mı?” dedi. O da:

"Ben kendimi temize çıkarmıyorum” dedi. Kardeşleri için:

"Muhakkak sizler hırsızlarsınız” dedi; onlar da:

"Eğer çaldıysa onun kardeşi de daha önce çalmıştı” dediler.

Bu hırsızlıktan neyi kastettikleri hakkında da yedi görüş vardır:

Birincisi: O, kıtlık yıllarında babasının sofrasından yiyecek çalar onu yoksullara yedirirdi. Bunu Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, teyzesinin bir sürmeliğini çalmıştı. Bunu da Ebû Mâlik, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, annesinin babası olan dedesinin bir putunu çalmış onu kırıp yola atmıştı. Kardeşleri onu bununla ayıpladılar. Bunu da Said b. Cübeyr, Vehb b. Münebbih ve Katâde, demişlerdir.

Dördüncüsü: Yûsuf’un halası - ki, İshak oğullarının en yaşlısı idi - Yûsuf’a bakar (büyütür) ve onu çok severdi. Yûsuf büyüyüp de serpilince, Ya’kûb onu istedi, halası da: Ben onun yokluğuna dayanamam, dedi.

Ya’kûb ise: Ben de onu bırakamam, dedi. Halası gitti İshak’ın kemerini aldı, onu Yûsuf’un iç giysisinin altına bağladı, sonra da: İshak’ın kemerini kaybettim, bakın onu kim aldı, dedi. Onu Yûsuf ta buldular.

Ya’kûb bundan haberdar edildi, halası da: Allah’a yemin ederim ki, ona istediğimi yaparım (o benim kölemdir) dedi.

Ya’kûb da, istediğini yap, dedi. Böylece kadın ölünceye kadar Ya’kûb Yûsufu alamadı, işte kardeşlerinin ayıpladıkları şey budur. Bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Beşincisi: Ona bir gün bir dilenci geldi, o da gidip bir şey çaldı, onu dilenciye verdi. Onu bu hareketinden dolayı kınadılar.

O şeyde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, bir yumurta idi, bunu Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Bir koyun idi, bunu da Ka’b, demiştir.

Üçüncüsü: Bir tavuk idi, bunu da Süfyan b. Uyeyne, demiştir.

Altıncısı: Yakub’un çocukları sofrada idiler, Yûsuf etli bir kemiğe baktı, onu sakladı; kardeşleri onu bundan dolayı ayıpladılar. Bunu da Atıyye el - Avfi ile Idris el - Evdi, demişlerdir. Bütün bu hareketlerde hırsızlık sayılacak bir şey yoktur. Ancak şeklen hırsızlığa benzemektedir. Kardeşleri ona kızdıkları zaman bununla ayıplarlardı.

Yedincisi: Onlar ona nispet ettikleri şeyde iftira ediyorlardı. Bunu da Hasen, demiştir. Ebû Rezin ile İbn Ebi Able: “sîn” in zammı, ranın kesri ve şedde ile: "Fekad sürrika” (kardeşi çalındı) okumuşlardır.

"Feeserreha Yûsufu fi nefsihi” (Yûsuf onu içinde sakladı):

Bu zamirde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, bundan sonra söylenen

"sizin yeriniz daha kötüdür” sözüne râcîdir. Bu manayı el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, Yûsuf hakkında söyledikleri

"daha önce de kardeşi çalmıştı” sözlerine râcîdir. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Buna göre

Mana şöyledir: O sözün cevabını sakladı, onlara karşılık vermedi.

Üçüncüsü: O, delile râcîdir,

Mana da şöyledir: Onu hırsızlıkla itham etmelerinde delili sakladı (o an için bir şey demedi). Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Sizin yeriniz daha kötüdür":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Yûsuf’un yaptığından daha kötüdür, çünkü siz kardeşinize zulmettiniz ve babanıza asi oldunuz.

İkincisi: Allah katında yeriniz daha kötüdür. Bunu da Maverdi, zikretmiştir.

"Anlattığınız şeyi Allah daha iyi bilir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Dediğiniz şeyleri, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Yalan söylediğiniz şeyleri, bunu da Katâde, demiştir. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Kardeşinin hırsızlık yapıp yapmadığını Allah daha iyi bilir.

Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf ölçeği kardeşinin yükünden çıkarınca onu tınlattı, sonra onu kulağına yaklaştırdı: Benim ölçeğim sizin on iki erkek olduğunuzu ve kardeşinizi götürüp sattığınızı haber veriyor, dedi. Bunun üzerine Bünyamin:

"Ey kral, ölçeğine kardeşimden sor; o sağ mıdır?” dedi. Bir daha tınlattı, sonra da: O sağdır, yakında onu göreceksin, dedi. O da:

"Ona sor, onu benim yükümün içine kim koydu?” dedi. O da onu tınlattı: Benim bu ölçeğim öfkelidir, şöyle diyor: Bana sahibimi nasıl sorarsın, kiminle beraber olduğumu gördün? Bunun üzerine Rubil kızdı, Yakub’un oğulları da kızdıkları zaman güç yetmez olurlardı, ancak kendilerinden biri ona dokunursa öfkesi dinerdi, şöyle dedi: Allah’a yemin ederim ki, ey kral, ya bizi bırakırsın ya da öyle bir haykırırım ki, Mısır’da ne kadar hamile kadın varsa çocuğunu düşürür, dedi. Yûsuf da oğluna: Kalk, Rubul’in yanına git, ona dokun, dedi. Çocuk da bunu yapınca öfkesi geçti. Rubil:

"Bu nedir, bu memlekette Ya’kûb soyundan biri mi var?” dedi. Yûsuf da:

"Yakub da kimdir?” dedi. O da: Ey kral, Yakub’u hiç söyleme, o İsrâil'dir (Allah’ın kuludur), Allah’ın kurbanının oğludur, o da Allah’ın dostunun oğludur, dedi. Kardeşlerini kurtarmaya bir yol bulamayınca, onun yerine içlerinden birini almasını istediler. İşte:

"Ey Aziz, gerçekten onun yaşlı büyük bir babası var” dedikleri budur. Yani yaşta büyüktür. Saygınlıkta büyüktür diyenler de olmuştur.

"Onun yerine birimizi al": Yani onun yerine birimizi köle olarak al.

78

Onlar:

"Ey Aziz, gerçekten onun çok büyük / yaşlı bir babası vardır. Onun yerine birimizi al. Şüphesiz biz seni iyilik edenlerden görüyoruz” dediler.

"Şüphesiz biz seni iyilik edenlerden görüyoruz".

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Geçmişte böyle olduğunu biliyoruz.

İkincisi: Eğer dediğimizi yaparsan. O da:

79

"Eşyamızı yanında bulduğumuzdan başka birini almaktan Allah korusun! Şüphesiz bizler o zaman gerçekten zâlimler oluruz!” dedi.

"Allah korusun, dedi": Bunun tefsiri de, Yûsuf: 33’te geçmiştir.

Mana da şöyledir: Suçlunun yerine suçsuzu almaktan Allah’a sığınırım.

80

Ümitlerini kesince bir tarafa çekilip fısıldaşmaya başladılar. Büyükleri:

"Bilmediniz mi, şüphesiz babanız sizden Allah adına sağlam bir söz almıştı. Daha önce de Yûsuf hakkında kusur işlemiştiniz. Babam bana izin verinceye veyahut Allah benim için hükmedinceye kadar buradan ayrılmayacağım. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır” dedi.

"Ondan ümitlerini kesince (felemmesteyesu minhu)": Yani meyus olunca, demektir.

"Minhu"daki zamirde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Yûsuf’a râcîdir,

Mana da şöyledir: Yûsuf’un, kardeşlerini serbest bırakmasından ümitlerini kesince.

İkincisi: Kardeşlerine râcîdir,

Mana da şöyledir: Kardeşlerinden ümitlerini kesince.

"Halasu neciyya (fısıldaşmak üzere bir tarafa çekildiler)": Yani insanlardan ayrıldılar, yanlarında başkaları yoktu. Fısıldaştılar, tartıştılar, istişare ettiler. Kavmün neciyyün denir, çoğulu: Enciye gelir. Şair şöyle demiştir:

Şüphesiz ben, topluluk fısıldaşmaya çekilip de

Boyunları ip (püskül) gibi düşünce...

Neden tekil olarak "neciyya” dedi; çünkü mastar yerinde kullanılmıştır; onun da ikilisi, cem’i ve müennesi birdir.

Zeccâc şöyle demiştir: Babalarına yanlarında kardeşleri olmadan gittikleri takdirde ne yapacaklarını gizlice konuşmak üzere bir tarafa çekildiler.

"Büyükleri dedi":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Akılca büyükleri.

Sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Yahuda'dır, o yaşça en büyükleri değildi; yaşça en büyükleri Rubil idi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiş; Dahhâk ile Mukâtil de ona katılmışlardır.

İkincisi: O, Şem’un’dur, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: O, yaşça büyükleri olan Rubil’dir, bunu da Katâde ile Süddi, demişlerdir.

"Bilmediniz mi, babanız sizden Allah adına sağlam bir söz almıştı":

Kardeşinizi muhafaza etme ve onu kendisine getirme konusunda.

"Daha önce de Yûsuf hakkında kusur işlemiştiniz (ve min kablu ma farrattüm)":

Ferrâ’ "ma” mahallen merfudur, sanki şöyle demiştir: Ve min kablu tefritüküm fi Yûsuf. İstersen mahallan mensûb yaparsın,

Mana da şöyle olur: Bunu bilmediniz mi ve daha önce Yûsuf hakkındaki kusurunuzu bilmediniz mi? İstersen

"ma"yı sıla (zait) yaparsan, sanki: Ve min kablu farrattüm fi Yûsuf, demiş gibi olur.

Zeccâc: Bu, yani

"ma"nın zait olması yorumların en iyisidir, demiştir.

"Ben bu yerden asla ayrılmayacağım (felen ebrehel arda)": Yani Mısır toprağından çıkmayacağım. Beraharrecülü berahan denir ki, yerinden ayrılmaktır,

"Babam bana izin verinceye kadar":

İbn Abbâs: Gelmem için bana haber gönderinceye kadar demiştir.

"Yahut Allah benim için hükmedinceye kadar":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Allah benim için hükmedip kardeşimi bana gönderinceye kadar.

İkincisi: Allah bana kılıçla hükmedip de ben de kardeşimi hapsedenlerle savaşıncaya kadar.

Üçüncüsü: İşimde bir karar verinceye kadar.

"O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır": Yani en adili ve en faziletlisidir.

81

Babanıza dönün:

"Ey babamız, şüphesiz oğlun hırsızlık yaptı. Biz ancak bildiğimize şahitlik ettik. Biz gaybin bekçileri değiliz” deyin.

"Şüphesiz oğlun hırsızlık etti (innebneke serak)":

İbn Abbâs, Dahhâk ve İbn Cüreyc de Kisâi’den naklen “sîn” in zammı, ranın şedde ve kesresi ile: "Sürrika” okumuşlardır.

"Biz ancak bildiğimiz şeye şahitlik ettik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Biz hırsızlığına ancak bilerek şahitlik ettik, çünkü çalınan şeyi yükünde gördük. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Biz Yûsuf’un yanında, hırsız hırsızlığı ile köle edilir hükmüne ancak senin dininden bildiğimiz şeyle şahitlik ettik. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

"Biz gaybin bekçileri değiliz":

Bunda da sekiz görüş vardır:

Birincisi: Gayb gecedir,

Mana da şöyledir: Biz gece ne yaptığını bilmedik, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. Bu da suçlamanın gece olduğunu gösterir.

İkincisi: Biz oğlunun hırsızlık yaptığını bilmiyorduk. Bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiş; İkrime, Katâde ve Mekhûl da böyle demişlerdir.

İbn Kuteybe, mana şöyledir, demiştir: Biz onu sana mutlaka getireceğiz diye söz verdiğimizde onun hırsızlık yapıp da yakalanacağını bilmiyorduk.

Üçüncüsü: Biz onu hırsızlık yapmayacak şekilde koruyanlayız. Bunu Abdülvehhab, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Biz onun kralın bir şeyini çaldığım bilmedik, onun için hırsızın köle edileceğine hükmettik. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Beşincisi:

Mana şöyledir: Hırsızlık malının yükünden çıkarıldığını gördük, gerisini bilmeyiz; belki ona komplo olarak hırsızlık yaptırmışlardır. Bunu da İbn İshak, demiştir.

Altıncısı: Biz oğlunu gıyaben koruyanlayız, biz ancak onu gözümüzün önünde iken koruruz. Bizden kaybolduğu zaman ne yaptığını bilemeyiz.

Yedincisi: Eğer oğlunun başma bu belanın geleceğini bilse idik, onu yolculuğa çıkarmazdık. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir.

Sekizincisi: Başına Yûsuf'unki gibi bir musibetin geleceğini bilemedik; eğer bilseydik, onu yanımızda götürmezdik. Bunu da İbn Keysan, demiştir.

82

İçinde bulunduğumuz köye, aralarında döndüğümüz kervana sor. Gerçekten bizler doğru söyleyenleriz.

"Köye sor":

Mana şöyledir: Babanıza:

"İçinde bulunduğumuz köye sor” deyin. Köyden Mısır’ı kastediyorlar.

"Aralarında döndüğümüz kervana sor": Kervan halkına sor, demektir. Sabahleyin Kenan’lı bir grupla karşılaşmışlardı. İbn Enbari, mananın şöyle olması da câizdir, demiştir: Köye ve kervana sor, onlar anlar; çünkü sen peygambersin, peygamberler ise taşlara ve hayvanlara hitap ederler. Bu durumda âyette gizli kelime kalmamış olur.

83

(Babaları):

"Hayır, nefisleriniz size bir iş süslemiş. Artık (bana) güzelce sabretmek düşer. Allah'tan bana onların hepsini getirmesini umarım. Şüphesiz O, en iyi bilen, hikmet sahibidir” dedi.

"Hayır, nefisleriniz size bir iş süslemiş": Kelâmda kısaltma vardır,

Mana şöyledir: Babalarına döndüler, ona bunu dediler; o da onlara böyle dedi. Bunu da sûrenin başında (Yûsuf: 18'de) şerh etmiş bulunuyoruz.

Hangi sebepten onlara böyle dediği hususunda da üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, içlerinden geride kalanın onları tasdik etmek için hile ve tuzak olarak geri kaldığım zannetti. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir.

İkincisi:

Mana şöyledir: Nefisleriniz size kardeşinizi yanınızda götürmenin yarar sağlayacağını süslemiş, ama zarar getirdi. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

Üçüncüsü: Nefisleriniz size onun hırsız olduğunu süslemiş, o ise öyle değildir.

"Allah’tan bana onların hepsini getirmesini umarım": Yani Yûsuf, Bünyamin ve Mısır’da kalan kardeşlerini demek istiyor.

Mukâtil şöyle demiştir: Mısır’da Yahuda ile Şem’un kaldı.

"Hepsini getirmesi” sözü ile de bu dördü kastetmiştir.

"Şüphesiz O, en iyi bilendir": Yani şiddetli hüznümü en iyi bilendir. Yerlerini en iyi bilendir, diyenler de olmuştur.

"Hikmet sahibidir": Bana verdiği hükümde.

84

(Ya’kûb ) onlardan yüz çevirdi: "(Ya esefâ alâ Yûsufe) Ey Yûsuf'a duyduğum hüzün (vah yavrum!) dedi. Üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık o yutkunmakta (üzüntüsünü içine atmakta) dır.

"Onlardan yüz çevirdi": Onlarla daha çok konuşmak istemeyip yüz çevirdi, üzüntüsü ile baş başa kaldı, Yûsuf'u anmakla da derdini tazeledi

"ey Yûsuf’a duyduğum hüzün” dedi.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ey Yûsuf’a duyduğum uzun hüzün.

İbn Kuteybe de: Esef, derin hasrettir, demiştir.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Bu ümmete musibet anında öyle bir şey verilmiştir ki, kendilerinden önce hiçbir peygambere verilmemiştir, o da:

"İnna lillâh ve inna ileyhi raciun"dur (Allah’tan geldik, O’na döneceğiz) (Bakara: 156). Eğer bu peygamberlere verilse idi, Yakub’a verilirdi, çünkü o:

"Ey Yûsuf'a duyduğum hüzün” demiştir.

Eğer, "bu şikayettir, sabır nerede?” denilirse.

Cevap iki yöndendir:

Birincisi: O, Allah’a şikayet etti, O’ndan şikayet etmedi.

İkincisi: O, bununla dua etmek istedi; mana şöyledir. Ya Rabbi, Yûsuf’a olan hüznüme merhamet et. İbn Enbari de bazı dilcilerden şöyle dediklerini rivayet etmiştir: Yakub’un lafzen hüzne hitap etmesi, mecazdır, dış mâna kastedilmemiştir, özeti şöyledir: Ya İlâhi, üzüntüme merhamet et veya sen üzüntümü görensin, bu üzüntümdür, demiş ve lâfız itibarı ile üzüntüye seslenmiştir. Aslında ünlediği başkadır,

"ey hasretimiz” dediği gibi. Mana: Ey kimseler, hasretimizden haberdar olun, demektir. Ve şöyle demiştir: Üzülmede ve nefsin istenmeyen şeyden ve beladan kaçınmasında, eğer günaha sokacak bir dille ifade edilmemiş ve ancak Rabbine şikayet etmiş ise, bunda kusur ve günah yoktur.

"Ey hüznüm” demesi, Rabbine şikayet olduğu için kınanmamıştır. Rivayet edildiğine göre Hasen Basri’nin kardeşi ölmüştü, Hasen çok telaş etti, bu hususta kendisine sitem ettiler; o da: Allahü teâlâ’nın Yakubu,

"ey Yûsuf'a olan hüznüm” demekle ayıplamadığını görüyorum da ondan, dedi.

"Üzüntüden gözlerine ak düştü": Yani beyaz duruma dönüştü. Gözü gitti mi, yoksa gitmedi mi?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Gözü gitmiştir, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Gözüne çok ağlamadan dolayı ak düştüğü için görmesi zayıflamıştı. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

Mukâtil de: Altı sene iki gözü de görmemiştir, demiştir.

İbn Abbâs da:

"Minel hüzni": Yani ağlamaktan, demiştir. Demek istiyor ki, göz gülleleri çok ağlamaktan bembeyaz oldu. Hüzün ağlamaya sebep olduğu için ağlamaya hüzün denilmiştir. Sabit el - Bünani de şöyle demiştir:

Cebrâil, Yûsuf'un yanına girdi, Yûsuf:

"Ey Rabbinin kıymetli meleği, Yakub’un ne yaptığını biliyor musun?” dedi. O da: Evet, dedi. Yûsuf: "Ne yaptı?” dedi. O da: Gözlerine ak düştü, dedi.

"Hüznü ne derecededir?” dedi. O da: Yavrularını kaybetmiş yetmiş kadınının hüznü kadar, dedi.

"Bundan dolayı ona sevap var mı?” dedi. O da: Yüz şehit sevabı var, dedi.

Hasen Basri şöyle demiştir: Hüzün tam seksen sene Ya’kûb ’tan ayrılmadı ve gözlerinin yaşı kurumadı. O gün gözü gittiği zaman yeryüzünde Allah katında ondan daha kıymetlisi yoktu.

"Artık o, yutkunmaktadır (kezîm)": Kezîm, kâzım manasınadır, o da hüznünü içinde tutup dışarı vurmayan, demektir. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Biz de bunu

"velkazıminel ğayza” kavlinde anlatmış bulunuyoruz (Al-i İmran: 134).

85

Çocukları:

"Allah’a yemin ederiz ki, Yûsuf Yûsuf diye hastalanıp eriyecek yahut helak olacaksın” dediler.

"Tallahi tefteü Yûsufe (Allah’a yemin ederiz ki, Yûsuf Yûsuf diye)":

İbn Enbari şöyle demiştir: Manası: Vallahi demektir. Bu kasemin cevabı da gizli lâm’dır ki, tevili: Tallahi latefteü’dür. Yeri belli olduğu için dıştan onu atmakla kelâmda hafiflik meydana gelmiştir. Nitekim Araplar: Vallahi aksıdüke ebeden, derler ki, lâ aksıdüke (sana hiç gelmek istemiyorum) demek isterler. Şair İmruul Kays de şöyle demiştir:

Allah’a yemin ederim ki, hep senin yanında oturacağım,

Başımı ve organlarımı kesseler de.

Ebrehu demekle, laebrahu kasdetmiştir. Hansa da şöyle demiştir:

Yemin ederim hiçbir ölene üzülmeyeceğim,

Veya ağıt yakan bir kadına: "Nesi var?” demeyeceğim.

Âsa yerine laâsa, demek istemiştir.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Cenaze teskeresi, üzerinde ne gibi iyilik olduğunu bilmez,

Taşıyanlar da ne taşıdıklarını bilmezler.

Allah’a yemin ederim ki, musibetimi hiçbir zaman unutmayacağım.

Develer iniltilerini bana duyurdukları sürece.

Ensa demiş, laensa kastetmiştir.

Ebû Imran, İbn Muhaysın ve Ebû Hayve, be ile

"billahi” okumuşlardır. Kur’ân'ın her yerindeki kasemleri de böyle okumuşlardır.

"Tefteü” lâfzına gelince:

Müfessirler ve dilciler şöyle demişlerdir: Manası: Yerinden ayrılmaktır. Kelâmın manası ise: Yûsufu anmaktan vazgeçmiyorsun, demektir.

Ebû Ubeyde delil için şöyle bir beyit getirmiştir:

Atlılar hep dönüyor, kimi katılıyor,

Kimi de arkada kalıyor.

İbn Kasım da şöyle bir beyit getirmiştir:

Bizim adamlarımız kaya kuşu sürüsü gibi

Hareket edip Sahr oğullarını kuşattılar.

"Hatta tekune haradan":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, ağır hasta, demektir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Ahradahul hüznü denir ki, üzüntü birini bitirmektir.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Harad: Üzüntü veya sevginin erittiği kimsedir. Bu, muhrad yerinde kullanılmıştır ve şöyle bir delil getirmiştir:

Ben öyle bir kimseyim ki, sevgi beni sıkıştırdı,

Öyle ki, eriyip çürüdüm, hastalık beni yiyip bitirdi.

Yani eritti, demek, istemiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Harad: Bedeni çürüyendir, mana da: Hastalanıp eriyeceksin, demektir.

İkincisi: Aklı gidendir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan demiştir, İbn İshak da: Aklı bozulan, demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Harad: Bazen de ahlakı bozulana denir.

Üçüncüsü: O, bedeni ve aklı bozulandır, recülün hârıdün va harıdun denir; hârıd tesniye, cemi ve müennes olduğu halde, harid cemi de olmaz tesniye de olmaz, çünkü o mastardır. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

Dördüncüsü: O ihtiyarlıktır, bunu da Hasen, Katâde ve İbn Zeyd, demiştir.

"Yahutta helak olanlardan olacaksın": Yani öleceksin demek istemişlerdir.

Eğer:

"Başka türlü olabilecek şeye nasıl yemin ettiler?” denilirse, Cevap şöyledir: Kelâmda söylenmeyen sözler vardır, takdiri (açılımı) şöyledir: inne hâza fi takdirina ve zannina (bu, bizce böyledir).

86

O da:

"Ben kederimi ve üzüntümü ancak Allah’a şikayet ediyorum. Allah’tan sizin bilmediklerinizi biliyorum!” dedi.

"innema eşku bessi":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bess: şiddetli üzüntüdür, ona böyle denilmesi, sahibinin dayanamayıp yere serilmesindendir.

"Allah’a (şikayet ediyorum)": Yani ben size şikayet etmiyorum, bunu da yukarıda geçtiği üzere ona sert ve kaba davranmalarından demiştir.

Hâkim Ebû Abdullah, "Sahih"inde Enes b. Malik’in Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ederek şöyle dediğini nakletmiştir: Yakub’un bir din kardeşi vardı, ona bir gün:

"Ey Ya’kûb , senin gözünü ne aldı? Belini ne büktü?” dedi. O da: Gözümü alan, Yûsuf’a ağlamak, belimi büken de Bünyamin’e üzülmektir, dedi. Ona Cebrâil geldi:

"Ey Ya’kûb , Allah sana selam söylüyor ve:

"Beni başkalarına şikayet etmekten utanmıyor musun?” diyor dedi. O da: Ben üzüntü ve kederimi Allah’a şikayet ediyorum, dedi. Cebrâil de: Allah kime şikayet ettiğini pekiyi biliyor, dedi. Sonra Ya’kûb şöyle dedi: Ey Rabbim, bu yaşlı ihtiyara merhamet etmeyecek misin? Gözümü aldın, belimi büktün; bana çiçeğimi geri ver de ölmeden önce bir koklayayım. Sonra bana ne istersen yap. Cebrâil geldi: Ey Ya’kûb , Allah sana selam söylüyor ve: Müjde (sevin); izzet ve celalime yemin ederim ki, eğer ikisi de ölü olsalar onları diriltirim. Sen yoksullar için yemek yap, çünkü benim en sevdiğim kullarım yoksullardır. Gözünü niçin aldığımı, belini niçin büktüğümü ve Yûsuf’un kardeşlerinin Yûsuf’a yaptıklarını niçin yaptığını biliyor musun? Siz bir koyun kestiniz. Falanca yoksul size geldi, oruçtu, ona hiçbir şey vermediniz, Ya’kûb bundan sonra kahvaltı yapmak istediği zaman birine emreder şöyle ünletirdi: Haberiniz olsun ki, yoksullardan kim Ya’kûb ’lâ kahvaltı yapmak isterse, gelsin Ya’kûb ’lâ beraber kahvaltı etsin. Kim oruç ise Ya’kûb 'lâ beraber oruç açsın. 13

13 - Hakim, Müstedrek, 2/348.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Allahü teâlâ Yakub’a vahyetti ve: "Seni niçin cezalandırdığımı ve Yûsuf'u senden seksen sene niçin uzaklaştırdığımı biliyor musun?” dedi. O da: Hayır, dedi. Allahü teâlâ da şöyle dedi. Çünkü sen bir oğlak kesip kebap ettin, komşunu düşünmedin, sen yedin, ona yedirmedin. Bazıları da bunun sebebi şöyledir, demişlerdir: Ya’kûb bir ineğin buzağısını karşısında boğazladı, o ise böğürüyordu, ona acımadı.

Eğer:

"Yûsuf kral olduktan sonra babasına karşı nasıl sabretti?” denilirse.

Müfessirler buna üç cevap vermişlerdir:

Birincisi: Bunun Allahü teâlâ’nın emri ile olması câizdir, bu da açıktır.

İkincisi: Onu hemen çağırmamakla kral onların çok fakir olduklarını zannetmesin istedi.

Üçüncüsü: O, zindandan çıktıktan sonra derece derece tam sevince kavuşmak istedi. Doğrusu bunun Allahü teâlâ’nın emriyle olmasıdır. O zaman belâya sabrettiği için Yakub’un derecesi yükselecekti. Yûsuf da babası üzüldüğü için büyük acı duyuyor, fakat bunu önleyemiyordu.

"Sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Yûsuf’un rüyasının sadık olduğunu ve bizim ona secde edeceğimizi biliyorum. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Yûsuf’un sağ salim olduğu hususunda sizin bilmediğinizi biliyorum. Şöyle ki, ölüm meleği ona geldi, Ya’kûb ona:

"Oğlum Yûsuf’un canını aldın mı?” dedi. O da: Hayır, dedi.

Üçüncüsü: Allah’ın rahmet ve kudreti hususunda sizin bilmediğinizi biliyorum. Bunu da Atâ’, demiştir.

Dördüncüsü: Oğulları ona Aziz’in davranışını anlaünca, onun Yûsuf olmasını içinden geçirdi. Bunu da Süddi, demiştir. Bunun içindir ki, onlara:

"Gidin araştırın” demiştir.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Ölüm meleği ona:

"Yûsuf’un canını almadım” deyince, yüzü ışıdı, sonra da sabah olunca oğullarına:

"Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın” dedi.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir:

"Tahassesu": Haberini sorun, onu bulunması muhtemel yerlerde arayın, demektir.

87

"Ey oğullarım, gidin; Yûsufu ve kardeşlerini araştırın. Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Çünkü kâfir topluluktan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez".

Eğer: "Nasıl

"min Yûsufe” dedi; genellikle "tahassestü an keza” denir?” denecek olursa, buna İbn Enbari iki cevap zikretmiştir:

Birincisi: Mana: An Yûsufe demektir, ancak an’in yerine vekaleten

"min” gelmiştir. Nitekim Araplar: Haddesem fülanün min fülanin derler ki, anhu demek isterler (yani an yerine min kullanırlar).

İkincisi: Kısımlara ayırmak için

"min” tercih edilmiştir, mana: Yûsuf’un haberlerinden bir haber sorun, demektir.

"Allah’ın rahmetinden (ravh) umudunuzu kesmeyin":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Rahmetinden demektir, bunu da İbn Abbâs ile Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: Allah’ın vereceği iç rahatlığından demektir. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Allah’ın bolluğundan, bunu da İbn Kasım nakletmiştir Esmaî şöyle, demiştir: Ravh: Gam ve kederden rahat etmektir Mana erbabı şöyle demişlerdir: Allah’ın vereceği rahatlıktan umut kesmeyin

"Çünkü Allah’ın rahmetinden kâfir topluluktan başkası umut kesmez": Çünkü mü’min zor anlarında Allah’ı umar.

88

(Kardeşleri): Yûsuf’un huzuruna girince:

"Ey Aziz, bize ve ailemize darlık dokundu ve biz, değersiz bir ticaret malı getirdik. Sen bize ölçeği tam ver ve bize lütufta bulun. Şüphesiz Allah lütufta bulunanlara mükâfat verir.

"Felamma dehalu aleyhi": Kelâmda atılan kelimeler vardır, takdiri şöyledir: Feharacu ilâ mısra, fedehalu alâ Yûsufe (Mısır’a çıktılar, Yûsuf'un huzuruna girdiler) ve:

"Ey Aziz, dediler": O zaman Mısır krallarına bu isim verilirdi.

"Bize ve ailemize darlık dokundu": Yani fakirlik ve ihtiyaç, demek istiyorlar.

"Biz değersiz bir ticaret malı getirdik":

Bu ticaret malının mahiyetinde de yedi görüş vardır:

Birincisi: O, birkaç dirhem idi, bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: O ip ve harar gibi eski eşya idi. Bunu da İbn Ebi Müleyke, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Süzme kuru peynir idi, bunu da Hasen, demiştir.

Dördüncüsü: Ayakkabı ve deri idi. Bunu da Cüveybir, Dahhâk’tan rivayet etmiştir.

Beşincisi: Mukl ağacının kavutu idi, bu da yine Dahhâk’tan rivayet edilmiştir.

Altıncısı: Çam fıstığı idi, bunu da Ebû Salih, demiştir.

Yedincisi: Biraz yün ve biraz da tereyağı idi. Bunu da Abdullah b. el - Haris, demiştir.

Müzcat’ın manasında da beş görüş vardır:

Birincisi: O az demektir. Avfi,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir. O, önemsiz birkaç dirhem idi, bunu Mücâhid, İbn İshak ve

İbn Kuteybe demişlerdir. Zeccâc da, lügatte tevili şöyledir demiştir: Müzcat: îtilen ve kabul edilmeyen şeye denir. Fülanün yüzcil ayşe denir ki: Yaşamını az bir şeyle geçirmektir.

Mana da şöyledir: Biz günlerimizi onlarla geçirip gıdamızı onlardan alıyoruz, bol bol kullanmıyoruz. Şair de şöyle demiştir:

O öyle cömerttir ki, yüz yeni doğurmuş deveyi bağışlar,

Yavruları da arkasından gelir.

Burada geçen tüzci, yavrularını arkadan iter, sürer, demektir.

İkincisi: O, değersiz demektir, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan demiştir.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Değersiz şeye müzcat denmesi, infak eden tarafından def edilip makbul olmamasındandır. Bu: İzca'dan gelir, izca da Araplarda: Sürmek ve itmek, demektir. Şu beyti delil getirmiştir:

İtilen misafirler ve geceleri sürülen dullar,

Milhan'a ağlasınlar.

Üçüncüsü: Geçmeyen para demektir, yine bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan nakletmiştir.

Dördüncüsü: Eski püskü eşyadır, bunu da İbn Ebi Müleyke, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Beşincisi: Eksik paradır, bunu da Ebû Husayn, İkrime’den rivayet etmiştir.

"Bize ölçeği tam ver": Yani onu tamamla, sermayemizin değersizliğinden dolayı eksik verme, demektir.

"Bize lütufta bulun (sadaka et)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: En kalitelisiyle kalitesizi arasında bir değerle bize sadaka et, bunu Said b. Cübeyr ile Süddi demişlerdir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Ondan istedikleri müsamaha sadakaya benziyordu, ama öyle değildi.

İkincisi: Kardeşimizi iade ederek bize lütufta bulun, bunu da İbn Cüreyc, demiştir. Çünkü onlar peygamberler idiler, peygamberlere de sadaka helâl değildir.

Üçüncüsü: Bize hakkımızdan fazlasını sadaka et, bunu da İbn Uyeyne demiş ve sadakanın, peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den önceki peygamberlere helâl olduğuna kani olmuştur. Bunu da ondan Ebû Süleyman Dımeşki, Ebû’l - Hasen Maverdi ve Ebû Ya’lâ b. el - Ferrâ’ aktarmışlardır.

"Şüphesiz Allah lütufta bulunanlara mükâfat verir": Yani sevap verir.

Dahhâk şöyle demiştir: Neden:

"Eğer bize sadaka edersen Allah sana sevabını verir?” demediler; çünkü onun mü’min olduğunu bilmiyorlardı.

89

O da: "Siz cahillerken Yûsuf'a ve kardeşine ne yaptığınızı bildiniz mi?” dedi.

"Yûsuf'a ve kardeşine ne yaptığınızı bildiniz mi?":

Onlara bunu ne için dediği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlara bir belge çıkardı, bunda onu Malik b. Zu’r’a sattıklarını yazıyordu, altında da Yahuda’nın imzası vardı. Belgeyi okuyunca, doğruluğunu itiraf ettiler ve:.Bu bizim bir kölemizi satarken verdiğimiz bir belgedir, dediler. Yûsuf o zaman: Sizler cezayı hak ediyorsunuz, dedi ve öldürülmelerini emretti. Onlar da: Eğer bunu yapacaksan, eşyalarımızı Yakub’a götür, dediler. Sonra Yahuda kardeşlerinden birine döndü:

"Babamız bir evladını kaybettiği için bu kadar üzüldü, şimdi hepimizin öldürüldüğünü duyunca hali ne olur?” dedi. O zaman Yûsuf onlara acıdı, onlara durumu açıkladı ve bu sözü dedi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar:

"Bize ve ailemize darlık dokundu” dedikleri zaman onlara merhamet etti ve onlara bu sözü söyledi. Bunu İbn İshak, demiştir.

Üçüncüsü: Ya’kûb ona bir mektup yazdı: Evlatlarımı bana iade ettin ettin, yoksa sana öyle bir beddua ederim ki, yedinci çocuğuna yetişir, dedi. O zaman Yûsuf ağladı ve onlara bunu dedi.

"Hel” edatı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, kıssayı büyütmek için kullanılan bir istifhamdır, yoksa bizzat soru sormak için kullanılmış değildir.

Mana da şöyledir: Bu yaptığınız ne kadar büyüktür, sıla-i rahmi terk etme ve hukuku çiğneme gibi tercih ettiğiniz bu şey ne kadar da çirkindir! Bu, Arabın: "Sen kime isyan ettiğini biliyor musun, sen kime düşmanlık ettiğini biliyor musun?” demesine benzer; bundan soru sormayı kastetmez, fakat işin korkunçluğunu bildirmek ister. Şair de şöyle demiştir:

Mervan oğulları benim söz dinleyeceğimi ve emre itâat edeceğimi mi bekliyor?

Bundan soru sormayı kastetmiyor; ancak böyle bir şeyi beklememelerini bildirmek istiyor. Ve, mananın şöyle olması da câizdir, demiştir: Siz Yûsuf’a ve kardeşine yaptığınızın şeyin sonunda Allah’ın onları o istenmeyen şeyden selamete çıkardığını biliyor musunuz? Bu âyet:

"Onlara bu işlerini haber vereceksin” sözünün tasdikidir.

İkincisi:

"Hel", "kad” manasınadır, bunu da bazı müfessirler, demişlerdir.

Eğer:

"Yûsuf’un yaptığı bilinen bir şeydir, kardeşine ne yaptılar; onu hapsetmeye çalışmadılar, bunu istemediler de?” denilirse.

Cevabı birkaç yöndendir:

Birincisi: Onu da Yûsuf'tan ayırdılar ve bu yüzden hayatını zehir ettiler.

İkincisi: Yûsuf kaybolduktan sonra ona çok eziyet ettiler.

Üçüncüsü: Ölçeği çalma hadisinde ona sövdüler.

"Sizler cahiller iken":

Bu sözde de dört görüş vardır.

Birincisi: Sizler çocukken, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Günahkârlar iken, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Babaya isyan etmek, akraba hakkını yerine getirmemek ve nefsinize uymakla cahillik ederken.

Dördüncüsü: Yûsuf’un, sonunda ne olacağını bilmezken. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir.

90

Onlar da: "Gerçekten (yoksa) sen Yûsuf musun?” dediler. O da:

"Ben Yûsufum, bu da kardeşimdir. Allah bize ihsan etti. Şüphesiz kim sakınır ve sabrederse, şüphesiz Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez” dedi.

"Einneke leente Yûsuf": İbn Kesir, Ebû Cafer ve İbn Muhaysın, haber tarzında

"inneke” (gerçekten sen Yûsuf'sun) okumuşlardır. Diğerleri de gerçek iki hemze ile okumuşlardır. Bazıları da ikisinin arasına bir elif getirmişlerdir.

Müfessirler kardeşleri onu tanıdılar mı yoksa benzettiler mi?” diye iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onu Yûsuf’a benzettiler, bunu İbn Abbâs bir rivayette demiştir.

İkincisi: Onu tanıdılar, bunu da İbn İshak, demiştir.

Onu hangi sebeple tanıdıkları hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, gülümsedi, iki ön dişlerini Yûsuf’un ön dişlerine benzettiler. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs'tan demiştir.

İkincisi: Onun alnının uç kısmında ben gibi bir işareti vardı, Yakub’un da öyle bir beni, İshak’ın da, Sara’nın da öyle bir işareti vardı. Tacı başından çıkarınca onu tanıdılar. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan demiştir.

Üçüncüsü: O, perdeyi kaldırınca onu tanıdılar. Bunu da İbn İshak, demiştir.

"Ben Yûsuf’um":

İbn Enbari şöyle demiştir: Neden ismini açıkladı da, ben O’yum, demedi? Çünkü kardeşlerinin ona yaptıkları zulmü büyütmek istemiştir. Sanki: işte o, kanını helâl saydığınız ve öldürmek istediğiniz kimse benim, demek istemiştir. İsmini açıklaması bütün bu manaları içeriyordu. Bunun içindir ki:

"Bu da kardeşim” dedi. Hâlbuki onu tanıyorlardı. Maksadı: Bu da benim gibi mazlumdur, demekti.

"Allah bize ihsan etti":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Dünya ve ahiretin iyiliğini vermekle.

İkincisi: Ayrılıktan sonra bir araya getirmekle.

Üçüncüsü: Esenliğe kavuşturup sonra da ikram etmekle.

"innehu men yettakı ve yasbir":

İbn Kesir, Kunbul rivâyetinde, vasılda ve vakıfta ye ile:

"Men yettekî” okumuş; diğerleri ise iki halde de yesiz okumuşlardır.

Kelâmın manasında da dört görüş vardır:

Birincisi: Kim zinadan çekinir ve belâya sabrederse, demektir.

İkincisi: Kim zinadan çekinir ve bekârlığa sabrederse, demektir.

Üçüncüsü: Kim Allah’tan korkar ve musibetlere sabrederse, demektir. Bu görüşler İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: Kim Allah’a isyandan çekinir ve hapse sabrederse, demektir. Bunu da Mücâhid, demiştir.

"Şüphesiz Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez": Yani hali bu olan kimsenin ecrini demektir.

91

Dediler:

"Allah’a yemin ederiz ki, gerçekten Allah seni bize üstün kıldı ve gerçekten biz suçlular idik".

"Allah’a yemin ederiz ki, gerçekten Allah seni bizden üstün kıldı": Yani seçti ve erdeme eriştirdi, demektir.

Ne ile üstün kıldığını kastetmişlerdi?

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Mülk ile, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Sabır ile, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan demiştir.

Üçüncüsü: Ağır başlılık ve affetmekle, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki zikretmiştir.

Dördüncüsü: İlim, akıl, güzellik ve ona verdiği diğer faziletlerle.

"Gerçekten biz suçlu idik (hâtıîn)":

İbn Abbâs: Senin işinde günahkâr ve suçlu idik, demiştir. İbn Enbari. Bu nedenle

"muhtıîn"' yerine "hâtıîn” tercih edilmiştir, demiştir, gerçi halk dilinde

"ahtae” maddesi, "hatie yahtau” maddesinden daha çok kullanılır, İsmül failinde hâtı’ denir ki: Günahkâr manasınadır. Ahtae yuhtıu, fehüve muhtı’ ise, doğruyu terk edip günah işlememektir. Şair de şöyle demiştir:

Kulların günah işlerler, sen ise Rah’sın.

Bütün istekler ve nihai kararlar iki avucunun içindedir.

Şair: Yahtaun demekle, günah işlerler demek istemiştir. Âyet başlarına (sonlarına) daha uygun olduğu için

"hatıîn"i, "muhtıin"e tercih ettiği de söylenmiştir.

Ferrâ’, "in” edatının manası hususunda da iki görüş bildirmiştir:

Birincisi: Gerçekten biz hatalı idik.

İkincisi: Biz başka değil, ancak hatalı idik.

92

O da:

"Bugün size kınamak yok. Sizi Allah bağışlasın / affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir".

"Bugün size kınama yoktur (lâ tesribe aleykümül yevm)": Ebû Salih, İbn Abbâs’tan: Bugün sizi bir daha ayıplama yoktur, dediğini rivayet etmiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir. Bugün demiştir, çünkü o, affın ilk günüdür, affeden de bu gibi durumda bir daha geriye dönüp ceza vermez. Saleb şöyle demiştir: Kad serrebe fülanün alâ fülanin denir ki,. Birinin suçlarını saymaktır.

İbn Kuteybe de: Bu günden sonra daha önce yaptıklarınızdan sizi ayıplama yoktur, demiştir. Aslında tesrib: Bozmaktır, serrebe aleyna, denir ki: İşi bozmaktır. Hadiste şöyle denilmiştir: Birinizin cariyesi zina ettiği zaman ona gereken haddi vursun, onu zina suçu ile ayıplamayın.

İbn Abbâs da:

93

"Şu gömleğimi götürün; onu babamın yüzünün üstüne bırakın; o zaman görür hale gelir ve bütün ailenizi bana getirin” dedi.

Yûsuf hakkını onlara helâl etti ve Allah’tan onları bağışlamasını diledi, demiştir.

Süddi de şöyle demiştir: Onlara kendini tanıtınca, onlara babalarını sordu; onlar da: Gözleri gitti, dediler. O da ona gömleğini verdi ve:

"Bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne bırakın, görmeye başlar” dedi. Bu gömlek gümüşten bir mahfaza içinde idi, kuyuya atıldığı zaman Yûsuf’un boynunda asılı idi. Cennetten çıkma idi. Bunun tefsiri Yûsuf: 18, 25, 26, 27 ve 28’de geçmiştir.

"Görür hale gelir": Tekrar görmeye başlar, demektir.

Eğer: "Gaip bir şey hakkında nasıl kesin konuştu?” denirse.

Cevap şöyledir: Bu, vahiy ile idi. Bunu da Mücâhid, demiştir.

"Bütün ailenizi bana getirin": Kelbî: Onların yetmiş kadar insan olduklarını söylemiştir.

94

Kervan (Mısır’dan) ayrılınca babaları:

"Muhakkak ben gerçekten Yûsufun kokusunu duyuyorum; eğer bunak olduğumu söylemezseniz” dedi.

"Kervan çıkınca": Yani Mısır’dan Kenan iline doğru çıkınca, demektir. Gömleği taşıyan da Yahuda idi.

Süddi şöyle demiştir: Yahuda, Yûsuf’a: Yakub’a yalandan kan sürülmüş gömleği ben getirdim; şimdi de onu sevindirmek için senin gömleğini götürüyorum, dedi.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Yalın ayak baş çıplak seğirterek çıktı; yanında yedi yufka ekmek vardı; hepsini yemeden oraya yetişti.

"Babalan onlara dedi": Yani Ya’kûb , yanında hazır bulunan ailesine, akrabalarına ve çocuklarına:

"Gerçekten ben Yûsufun kokusunu alıyorum” dedi. Almak, koklamak manasınadır. Şair de şöyle demiştir:

Sizin duyduğunuz ölü teskeresinin sesi değildir,

Fakat o, kırılan bellerin sesidir.

Duyduğunuz keskin misk kokusu değildir,

Fakat o, geride kalan övgüdür.

Eğer:

"Ya’kûb nasıl Mısır’da iken onun kokusunu duydu da yakınında kuyudayken ve çıktıktan sonra kokusunu duymadı?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Allahü teâlâ işin başında ona Yûsufun durumunu gizledi ki, ecri tam olsun, belâ sona erdiği ve def olduğu zaman da ona kokusunu duyurdu.

İkincisi: Bu gömlek, daha önce açıklaması geçtiği üzere bir gümüş mahfaza içinde Yûsuf’un boynunda asılı idi, onu açınca cennet kokuları dünyaya yayıldı; ta Yakub’a ulaştı.

Ya’kûb da kokunun o gömlekten geldiğini bildi.

Mücâhid de şöyle demiştir: Bir rüzgar esti, gömleğe vurdu, ondan da dünyaya cennet kokuları yayıldı, Yakub’a yetişti, o da cennet kokusunu aldı. Dünyada o gömlekten başka cennet kokusu olmadığını biliyordu. O nedenle:

"Gerçekten ben Yûsuf'un kokusunu alıyorum” dedi. Şöyle de denilmiştir: Saba rüzgarı Yûsuf’un kokusunu Yakub’a müjdeciden önce götürmek için Allah’tan izin istedi; o da ona izin verdi. Bunun içindir ki, her üzgün kimse saba rüzgarından hoşlanır. Sıkıntıda olanlar onun kokusunda bir rahatlık bulurlar. O doğu tarafından ılgıt ılgıt esen bir rüzgardır. Ebû Sahr el - Hüzeli de şöyle demiştir:

Onu unuttuğum zaman bunu dediğimde

Şafağın söktüğü taraftan saba rüzgarı esmeye başlar.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Ya’kûb , Yûsuf’un kokusunu sekiz günlük ve seksen fersahlık mesafeden hissetti.

"Eğer bunak olduğumu söylemezseniz (levla en tüfennidun)":

Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Bana cahil, demezseniz. Bunu Ebû Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mukâtil de böyle demiştir.

İkincisi: Bana, beyinsiz, demezseniz. Bunu da Abdullah b. Ebilhüzeyl, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Atâ’, Katâde ve bir rivayette de Mücâhid böyle demişlerdir.

Başka bir rivayette de: Aklın gitmiştir, demezseniz, demiştir.

Üçüncüsü: Beni yalanlamazsanız, bunu dael-Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş ve Said b. Cübeyr ile Dahhâk böyle demişlerdir.

Dördüncüsü: Bunak demezseniz, bunu da Hasen ve-bir rivayette de Mücâhid, demiştir.

İbn Abbâs: Fened: Yaşlılıktan dolayı aklın gitmesidir, demiştir.

Beşincisi: Beni acizlikle suçlamazsanız, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

Ebû Ubeyde de: Beyinsizlik ve acizlikle itham edip beni kınamazsanız, demiş ve şu beyti delil olarak getirmiştir:

Ey iki arkadaşım, beni kınamayı ve beyinsiz demeyi bırakın,

Kaçan şey geri gelmez (Allah’ın emri reddedilmez).

İbn Cerir Taberî de şöyle demiştir: Tefnid’in aslı: Bozmaktır, müfessirlerin sözleri birbirine yakındır. Ben Şeyh Ebû Muhammed b. el - Haşşab’tan şöyle dediğini işittim: "Levla en tüfennidun” kavlinde söylenmeyen kelimeler vardır, takdiri şöyledir: Eğer beni kınamazsanız size onun hayatta olduğunu söylerim.

95

Dediler:

"Allah'a yemin ederiz ki, gerçekten sen daha eski yanlışlığının içindesin".

"Dediler: Allah'a yemin ederiz ki, gerçekten sen daha eski yanlışlığının içindesin":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunu ona oğullarının oğulları (torunları) söylediler. Süddi de böyle demiş: Bu, torunlarının sözüdür, çünkü oğulları Mısır’da idi, demiştir.

Bu yanlışlığın manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, hata manasınadır, bunu da İbn Abbâs ile İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: O delilik manasınadır, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Üçüncüsü: O bedbahtlık ve cefa manasınadır, bunu da Mukâtil demiş ve bundan da dünyadaki bedbahtlığı kastetmiştir.

96

Müjdeci gelip de ona (gömleği) yüzünün üstüne bırakınca, derhal görür hale geldi. Ben size: "Şüphesiz ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi biliyorum, demedim mi?” dedi.

"Müjdeci gelince":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Yahuda’dır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan demiş; Vehb b. Münebbih, Süddi ve cumhûr da böyle demişlerdir.

İkincisi: O, Şem’un’dur, bunu da Dahhâk, demiştir.

Eğer: Burada  

"felamma en cae” deyip de, başka bir yerde (Bakara: 89)’da "felemma caehüm” demesinin arasında ne fark vardır?” denilirse.

Cevap şöyledir: İkisi de Kureyş’in geçerli lügatidir, Allahü teâlâ onlara ikisiyle de hitap etmiştir.

"En” edatının gelmesi, işin geçtiğini tekit etmek içindir, düşmesi de geçtiğinin bilinmesinden dolayıdır. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Onu bıraktı": Yani gömleği,

"onun yüzünün üstüne": Yani Yakub’un, demektir.

"Fertedde basira": İrtidad: Bir şeyin eski haline dönmesidir.

İbn Enbari şöyle demiştir: İtedde deyip de, rüdde dememesi, şunun içindir; çünkü bu, iki mef’ul alan fiillerdendir; sanki: Taletinnahletü, vallahu etaleha (hurma ağacı uzadı, onu Allah uzattı), teharreketiş şecerü, vallahu harrekeha (ağaç sallandı, onu Allah salladı) sözleri gibi olur.

Dahhâk şöyle demiştir: Kör olduktan sonra gözleri, zayıfladıktan sonra kuvveti, ihtiyarladıktan sonra gençliği ve üzüldükten sonra sevinci tekrar geldi.

Yahya b. Yeman da, Süfyan’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Müjdeci Yakub’a gelince, Ya’kûb :

"Onu hangi din üzerinde bıraktın?” dedi. O da: İslâm, deyince: İşte nimet şimdi tamam oldu, dedi.

"Şüphesiz ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi biliyorum, demedim mi?” dedi: Bundaki görüşler de az önce yukarıda geçmiştir.

97

Onlar da:

"Ey babamız, bizim için günahlarımıza istiğfar et. Gerçekten biz günahkarlardık” dediler.

"Ey babamız, bizim için günahlarımıza istiğfar et": Ondan yaptıkları şey için istiğfar etmesini istediler; çünkü o, duası makbul bir peygamberdir.

98

O da: "Sizin için Rabbime sonra istiğfar edeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” dedi.

"Sizin için Rabbimden sonra istiğfar edeceğim, dedi":

Geriye atma sebebinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Kabul saati zannettiği vakti beklemek için tehir etti.

Sonra bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Cuma gecesine tehir etti, bunu da İbn Abbâs, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.

Vehb de şöyle demiştir: Onlara yirmi küsur sene Cuma geceleri istiğfar ederdi.

İkincisi: Cuma gecesi seher vaktine erteledi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Tâvûs da: O, Aşure gecesi idi, demiştir.

Üçüncüsü: Seher vaktine tehir etti, bunu da İkrime, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; İbn Mes’ûd, İbn Ömer, Katâde, Süddi ve Mukâtil de böyle demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Duasını en çok kabul olunacağı vakte tehir etti, yoksa istiğfarı onlardan men etmedi. Bu da peygamberlerin ahlakına en uygun olanıdır.

İkinci görüş: Onları acele etmekten men etti. Atâ’ el - Horasani şöyle demiştir: İhtiyaçları gençlerden istemek yaşlılardan istemekten daha avantajlıdır; baksanıza, Yûsuf;

"Bugün size kınama yoktur” dedi; Ya’kûb ise:

"Sizin için Rabbime sonra istiğfar edeceğim” dedi.

Üçüncüsü: Yûsuf'a sormak için erteledi; eğer Yûsuf onları affederse onlar için istiğfar edecekti. Bunu da Şa’bî, demiştir. Enes b. Malik’ten rivayete göre onlar: Ey babamız, Allah bizi affederse, bize ne mutlu, eğer affetmezse dünyada hayır yüzü görmeyiz, dediler. Bunun üzerine Ya’kûb dua etti, Yûsuf da amin, dedi. Yirmi sene kabul olunmadı, sonra Cebrâil geldi: Allah evlatlarına ettiğin duayı kabul etti ve yaptıklarını bağışladı, dedi. Onun üzerine daha sonra peygamber olacaklarına güvenleri arttı.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf müjdeci ile beraber gerekli malzemeler ve iki yüz de dişi binek devesi göndermiş, babasından ailesini ve çocuklarını getirmesini istemişti. Ya’kûb hareket edip de Mısır’a yaklaşınca, Yûsuf kendinin üstü olan kraldan Yakub’u karşılaması için izin istedi; o da izin verdi. Halka da onunla beraber atlarına binip onları karşılamalarını emretti. Yûsuf dört b. askerle çıktı, Mısır halkı da onlarla beraber çıktı.

Şöyle de denilmiştir: Kral da onlarla beraber çıktı. Ya’kûb ’lâ Yûsuf karşılaşınca birlikte ağladılar, Yûsuf:

"Baba, bana ağladın, sonunda gözün gitti, kıyamette benimle buluşacağını bilmedin mi?” dedi. O da: Ey oğulcuğum, dininden dönersin de bir daha bir araya gelemeyiz, diye korktum, dedi.

Şöyle de denilmiştir: Karşılaşınca önce Ya’kûb selam verdi ve: "Selam sana, ey üzüntüleri gideren!” dedi.

99

Yûsuf'un huzuruna girince, Yûsuf ebeveynini yanına çekti ve:

"Allah dilerse Mısır’a emniyet içinde girin” dedi.

"Yûsuf’un huzuruna girince": Yani Ya’kûb ile evlatları, demektir.

Bu giriş üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Mısır toprağına girmedir, sonra onlara: Mısır’a girin", yani şehre girin, dedi.

İkincisi: O, Mısır’a girmedir, sonra da onlara:

"Mısır’a girin": Yani orayı vatan edinin, dedi.

"Ebeveynini kendine çekti":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar babası ile teyzesidir, çünkü annesi ölmüş idi. Bunu da İbn Abbâs ile cumhûr, demiştir.

İkincisi: Babası ile anasıdır, bunu da Hasen ile İbn İshak, demişlerdir.

"Allah dilerse (inşallah) emniyet içinde":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Kelâmda takdim ve tehir vardır,

Mana şöyledir: Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim, inşallah, çünkü O, gafur ve rahimdir. Bu da İbn Cüreyc’in görüşüdür.

İkincisi:

İnşallah güvene dönüktür, sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, olayların tamamen bittiğine güvenmedi.

İkincisi: İnsanlar eskiden mısır krallarından korkarlardı, onların pasaportu olmadan giremezlerdi.

Üçüncüsü: O, Mısır’a girmeye râcîdir (onunla ilgilidir), çünkü daha önce geçtiği gibi bunu onlara, şehre girmeden önce onlarla karşılaştığı zaman demişti.

Dördüncüsü: İn edatı, "iz = zaman” manasınadır.

"İn eradne tahussuna” (Nûr. 33) kavlinde olduğu gibi.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: O gün Mısır’a erkek ve kadın olmak üzere doksan küsur fert olarak girdiler.

İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Onlar doksan uç kışı olarak girdiler, Mûsa ile beraber altı yüz yetmiş b. olarak çıktılar.

100

Yûsuf ebeveynini tahta çıkardı. Hepsi ona secde ettiler. Yûsuf:

"Babacığım, işte önceden gördüğüm rüyanın tabiri budur. Rabbim onu gerçek kıldı. Bana ihsan etti. Çünkü beni zindandan çıkardı, şeytan aramızı bozduktan sonra kardeşlerimi çölden getirdi. Şüphesiz Rabbim dilediği şeyi lütfeder. Şüphesiz O, hakkıyle bilen, hikmet sahibidir".

"Ve rafea ebeveyhi alel arşi":

"Ebeveyhi” üzerinde de iki görüş vardır, bunlar da bir önceki âyette geçmiştir. Burada arş: Kralın tahtı demektir. Ebeveynini onun üzerine oturttu.

"Ona secdeye kapandılar": Yani ebeveyni ile kardeşleri, demektir.

"Lehu"daki he üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Yûsuf’a râcîdir, bunu da cumhûr, demiştir. Ebû Salih de, İbn Abbâs’tan naklederek şöyle demiştir: Onların secdeleri acemlerinki gibi rukû’ şeklinde idi.

Hasen de şöyle demiştir: Allah rüyayı gerçekleştirmek için onlara secde etmelerini emretti.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Ona saygı mahiyetinde eğildiler, yoksa ibadet manasında değil. O zamanın insanları birbirlerini secde ederek ve eğilerek selamlarlardı. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ise bunu yasakladı. Enes b. Malik şöyle rivayet etmiştir: Bir adam:

"Ya Resûlallah, birimiz dostu ile karşılaşıyor, ona eğilebilir mi?” dedi. O da:

"Hayır” dedi.

İkincisi: O, Allah’a râcîdir, mana da Allah’a secdeye kapandılar, olur. Bunu da Atâ’ ile Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demişlerdir. Bu durumda mana şöyle olur: Onlar kendilerini Yûsuf’lâ buluşturduğu için Allah’a şükür mahiyetinde secde ettiler.

"Rüyamın tabiri budur": Yani, gördüğümün tasdiki budur, rüyasında onların kendisine secde ettiklerini görmüştü; Allah da bunu ona uyanıkken gösterdi.

Rüyası ile tabirinin arasında kaç sene geçtiği hususunda yedi görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Kırk senedir, bunu Selman Farisi, Abdullah b. Şeddad b. el - Had ve Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Yirmi iki senedir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

Üçüncüsü: Seksen senedir, bunu da Hasen ile Fudayl b. İyad, demişlerdir.

Dördüncüsü: Otuz altı senedir, bunu da Said b. Cübeyr, İkrime ve Süddi, demişlerdir.

Beşincisi: Otuz beş senedir, bunu da Katâde demiştir,

Altıncısı: Yetmiş senedir, bunu da Abdullah b. Şevzeb, demiştir.

Yedincisi: On sekiz senedir, bunu da İbn İshak, demiştir.

"Ve kad ahsene bi” (bana ihsan etti)": Yani ileyye demektir ki, be, ilâ manasınadır. Bedv de: Düz yer manasınadır.

İbn Abbâs da: Bedv: Badiye, çöldür, demiştir. Onlar çadır ve davar halkı idiler, çadırda oturur, davar beslerlerdi.

"Min ba’di en nezeğaşşeytanu beyni ve beyne ihveti": Yani efsede (bozdu) demektir.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Nezeğa beynehüm yenzağu denir ki, bozmak ve tahrik etmektir. Bazıları da ze’yi meksur okur ve yenziğu, der.

"Şüphesiz Rabbim dilediği şeyi lütfeder": Yani işlerin inceliğini bilir. Biz de "latîf’in manasını En’am: 102’de şerh etmiş bulunuyoruz.

Eğer:

"Yûsuf'arka arkaya beş nimete kondu, neden sadece zindandan bahs etmekle yetindi, kuyuyu da zikretmesi gerekmez miydi, ki, en çetini o idi?” denilirse, bunun cevabı birkaç yöndendir:

Birincisi: O kuyuyu nezaketinden dolayı zikretmedi, çünkü kardeşlerine o yaptıkları şeyi hatırlatmak istemedi ve:

"Bugün size kınama yoktur” dedi.

İkincisi: O kuyudan köleliğe çıktı, zindandan ise krallığa, bunu zikretmek nimeti yad etmek için daha uygundu.

Üçüncüsü: Zindanda kalması kendisi için ceza idi, kuyu ise öyle değildi. Kendini affettiği için Allah’a şükretti.

Siyer Âlimleri şöyle demişlerdir: Ya’kûb , Mısır’a geldikten sonra orada yirmi dört yıl kalmıştır. Bazıları da: On yedi yıl, en rahat bir hayat sürdü, demiştir, öleceği zaman Şam’da babası İshak’ın yanına defnedilmesi için Yûsuf’a vasiyet etti; o da yerine getirdi. O zaman yüz kırk yedi yaşında idi. Sonra Yûsuf, cennete özlem duydu ve dünyanın fani olduğunu bildiği için ölümü istedi. İbn Abbâs ile Katâde ise şöyle demişlerdir: Ondan önce hiçbir peygamber ölümü istemedi, kendisi ise:

"Rabbim, bana mülk verdin” dedi. Yani Mısır mülkünü demek istedi.

"Bana rüyaların tabirini öğrettin": Bunun da tefsiri, Yûsuf: 6’da geçmiştir.

Âyette geçen

"min” edatı hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, zaittir, dolgu maddesidir.

İkincisi: Parça bildirmek içindir. Çünkü mülkün tamamı ve rüya tabirinin hepsi ona verilmedi.

101

Rabbim, bana mülk verdin ve bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin Yaratıcısı, benim dünyada ve ahirette velim / sahibim sensin. Canımı Müslüman olarak al ve beni salihlere kavuştur".

"Ey göklerin ve yerin Yaratıcısı": Bunu da: En’am: 6’da şerh etmiş bulunuyoruz.

"Benim sahibim sensin": Yani işlerimi gören sensin.

"Müslüman olarak canımı al":

İbn Abbâs: Beni onun üzerinde öldürünceye kadar İslâm’ı benden çekip alma, demek istemiştir, demiştir. İbn Akil de şöyle derdi. Yûsuf ölümü temenni etmedi, ancak canımı alacağın zaman Müslüman olarak al, dedi. Şeyh de: Doğrusu budur, demiştir.

"Beni salihlere kavuştur": Mana: Beni onların derecelerine ulaştır, demektir.

Onların kim oldukları hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar cennetliklerdir, bunu da İkrime, demiştir.

İkincisi: Atâ’ları İbrahim, İshak ve Ya’kûb ’tur, bunu da Dahhâk, demiştir. Şöyle demişler; Yûsuf öleceği zaman Yahuda’yı vasi tayin etti ve öyle öldü, insanlar onu nereye defnedecekleri hususunda anlaşamadılar; herkes bereketine nail olmak için kendi mahallesine gömülmesini istedi. Sonra bereketi herkese yetişsin diye onu Nil’e defnetmeye karar verdiler. Onu mermerden bir sandukaya koydular. Mûsa aleyhisselam onu Mısır’dan çıkarken taşıdı ve Kenan toprağına defnetti. Hasen Basri de: Yûsuf, yüz yirmi yaşında vefat etti, demiştir. Mukâtil ise onun Yakub’un ardından iki sene sonra vefat ettiğini söylemiştir.

102

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Sen onlar (kardeşleri) işlerine karar verip tuzak kurarlarken yanlarında değildin.

"Bunlar gayb haberlerindendir": Yani Yûsuf ve kardeşleri hakkında anlattığımız şeyler, senin için gaip sayılan haberlerdendir; Allah onu sana peygamberliğine delil olmak üzere indirdi. "Sen onların yanında değildin": Yani Yûsuf’un kardeşlerinin yanında, demektir,

"işlerine karar verirlerken": Yani onu kuyuya atmaya azmettikleri zaman.

"Onlar tuzak kuruyorlardı": Yûsuf’a. Bunda Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in gerçek peygamber olduğuna delil vardır; çünkü o, kıssaya şahit olmamıştı, kitap da okumamıştı, insanı aciz bırakan bu harika kelâmla bunu anlatınca onun vahiy ile olduğunu göstermiştir.

103

Ne kadar çaba göstersen de insanların çoğu mü’minler değildir.

"Ne kadar çaba göstersen de insanların çoğu mü’minler değildir":

İbn Enbari şöyle demiştir: Kureyşlilerle Yahudiler Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasını sordular; o da onlara açık ve anlaşılır şekilde cevap verdi. O ise onların îslamlarına sebep olacağını umuyordu. Onlarsa umudunu boşa çıkardılar. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem buna üzüldü, Allahü teâlâ da onu bu âyetle teselli etti. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Sen onları hidayet etmeye ne kadar hırs göstersen de insanların çoğu inanmazlar.

104

Sen onlardan buna karşı bir ücret istemiyorsun. O, âlemler için ancak bir öğüttür.

"Sen onlardan buna karşı istemiyorsun": Yani Kur’ân’a, onu okumaya ve onları hidayet etmene karşı,

"bir ücret istemiyorsun.

"O, âlemler için ancak bir öğüttür": O onların ıslah ve kurtuluşları için öğütten başka bir şey değildir.

105

Göklerde ve yerde nice âyet vardır ki, üzerinden yüz çevirerek geçerler.

"Keeyyin": Nice, demektir.

"Âyet": İse Göklerde ve yerde Allah’ın birliğini gösteren alâmet ve delil demektir.

"Onlardan geçerler": Yani düşünmeden ve ibret almadan onları geçer giderler, demektir.

106

Onların çoğu Allah’a iman etmezler. Onlar ancak müşriklerdir.

"Onların çoğu iman etmezler. Onlar ancak müşriklerdir":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar müşriklerdir,

sonra bunun onlarla ilgili olan manasında iki görüş vardır:

Birincisi: Onları Yaratanın ve onlara rızık verenin Allah olduğuna inanırlar, fakat O’na şirk koşarlardı. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, İkrime, Şa’bî ve

Katâde de böyle demişlerdir.

İkincisi: O, Arap müşriklerinin lebbeyk duaları hakkında indi, onlar şöyle derlerdi: Lebbeyk allahümme lebbeyk lâ şerike leke lebbeyk, illâ şeriken hüve leke, temlikuhu vema melek (buyur, Allah’ım, buyur. Buyur, senin ortağın yoktur, ancak bir ortağın vardır ki, sen ona da onun sahip olduğu şeylere de sahipsin) derlerdi. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar Hıristiyanlardır; Onları Yaratan’ın ve rızıklarını verenin Allah olduğuna inanırlar, bununla beraber O’na şirk koşarlar. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar münafıklardır; zahiren insanlara gösteriş için iman ederlerdi, içlerinden ise inkâr ederlerdi. Bunu da Hasen, demiştir.

Eğer:

"Müşrikleri nasıl imanla niteledi?” denirse.

Cevap şöyledir: Ondan maksat gerçek iman değildir;

Mana şöyledir: Onların çoğu, dilleriyle iman etseler de, müşriklerdir.

107

Onlar farkında olmadan Allah’ın azabından kaplayıcı bir felaket gelmesinden yahut kıyametin ansızın gelmesinden emin mi oldular?

"Allah'ın azabından kaplayıcı bir felaket gelmesinden emin mi oldular (ğaşiyetün min azabillah... bağteten)?":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Ğaşiye: Çul gibi kaplayan demektir. Bağteten ise: Ansızın beklenmeyen şey manasınadır.

108

De ki: Benim yolum budur: Allah’a basiretle davet ediyorum. Ben de... Bana tabi olanlar da... Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.

"De ki: Benim yolum budur (kul hazihi sebili)": Ey Muhammed. Müşriklere de ki: Davet ettiğim ve benim üzerinde bulunduğum çığır benim yolumdur, yani benim sünnetim ve metodumdur. Sebil: Müzekker de müennes de olur. Bunu Al-i İmran: 195’te zikretmiş bulunuyoruz.

"Allah’a basiretle davet ediyorum": Yaniyakîn üzere demektir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Hiçbir Müslüman aziz ve celil olan Allah’a davetten hali değildir; çünkü o, Kur’ân okuduğu zaman içindeki şeyle Allah’a davet etmiş olur. Kelâmın,

"ilallah"ta tamam olması câizdir, Sonra yeni söze başladı ve: Ben de... Bana tabi olanlar da...” dedi.

"Allah’ı tenzih ederim":

Mana şöyledir: Allah’ı şirk koştukları şeylerden tenzih etmek için, sübhanallah, de.

109

Senden önce ancak kentler halkından birtakım erkekleri (peygamberler olarak) gönderdik. Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akibeti nasıl oldu, görsünler? Gerçekten ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?

"Senden önce ancak birtakım erkekler gönderdik": Bu:

"Allah bir melek göndermeli değil miydi?” sözleri üzerine indi;

Mana şöyledir: Seni elçi olarak göndermemizden nasıl şaşıyorlar; diğer peygamberler de senin gibidirler?

"Yuhi ileyhim": Hafs, Âsım’dan rivayet ederek, nunla "nuhi” okumuştur. Kentlerden maksat da: Şehirlerdir.

Hasen de şöyle demiştir: Allah ne çöl halkından ne cinlerden ne de kadınlardan peygamber göndermemiştir.

Katâde şöyle demiştir: Çünkü şehir halkı çöl ve çadır halkından daha bilgili ve daha akıllı (uslu)durlar.

"Yeryüzünde dolaşmadılar mı?": Yani senin peygamberliğini inkâr eden müşrikler. "Görsünler": İnanmayan milletlerin ölüm yerlerine baksınlar da ondan ibret alsınlar. "Gerçekten ahiret yurdu":

Yani cennet,

"daha hayırlıdır": Dünyadan.

"Sakınanlar için": Yani şirkten.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Dâr (yurt) ahirete muzaf kılınmıştır ki, o da ahirettir; çünkü Araplar lâfız farklı olursa bir şeyi kendi nefsine muzaf kılarlar; meselâ:

"Lehüve hakkul yekîn” (Vakıa: 96) kavli gibi. Hak: Yakin’in ta kendisidir. Eteytükel âmel evvel ve yevmel hamiş de böyledir (sana geçen sene ve Perşembe günü geldim).

"Efela takılun": Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?: Medine halkı, İbn Âmir, Hafs, Mufaddal ve Ya’kûb , te ile:

"Ta’kılun” okumuşlar; diğerleri ise, ye ile (yakılun) okumuşlardır.

Mana da şöyledir: Bunu akıl edip de inanmıyorlar mı?

110

Nihayet peygamberler ümitlerini kesip de yalanlandıklarını iyice anladıkları zaman, onlara yardımımız gelir. Dilediklerimiz kurtarılır. Azabımız günahkarlar topluluğundan geri çevrilmez.

"Nihayet peygamberler ümitlerini kestikleri zaman": Mana birinci âyetle ilişkilidir, takdiri şöyledir: Senden önce ancak birtakım erkekler gönderdik; onlar da kavimlerini davet ettiler; kavimleri inanmadılar, onlarsa sabrettiler, davetleri ve kavimlerinin yalanlaması uzadı, sonunda peygamberler ümitlerini kestiler.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kavimlerinin tasdikinden ümitlerini kestiler, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kavimlerine azap edeceğimizden ümitlerini kestiler, bunu da Mücâhid, demiştir.

"Ve zannu ennehüm kad küzibu": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, şeddeli zal ve mazmum kâf ile: "Küzzibu” okumuşlardır.

Mana da şöyledir: Peygamberler yalanlandıklarını iyice bildiler. O zaman bu zan yakîn manasına olur. Bu da Hasen, Atâ’ ve Katâde’nin görüşleridir. Âsım, Hamze ve Kisâi de şeddesiz olarak. "Küzibu” okumuşlardır,

Mana şöyledir: Kavimleri peygambere va’d edilen yardım hususunda yalancı çıkarıldılar. Bu doğru değildir, çünkü peygamberler böyle düşünmezler. Ebû Rezin, Mücâhid ve Dahhâk da kâfin ve dalın fethi ve şeddesiz olarak: "Kezebu” okumuşlardır. Yani kavimleri onların yalan söylediklerini zannettiler. Bunu da Zeccâc, demiştir.

"Onlara yardımımız geldi": Yani peygamberlere geldi.

"Fenünci men neşau":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, iki nunla, ilki şeddeli, İkincisi sakin, ye de sakin olarak: "Fenünci” okumuşlardır. İbn Âmir, Ebû Bekir, Hafs, hepsi de Âsım rivâyetinde ve Ya’kûb , şeddeli mîm, meftuh ye ve tek nunla: "Fenücciye” okumuşlar ve: Mü’minlerin inen azaptan kurtarıldığı manasını vermişlerdir.

111

Yemin olsun onların kıssalarında akl-ı selim sahipleri için ibret vardır. Bu (Kur’ân) uydurulacak bir söz değildir, ancak önündekinin tasdiki, her şeyin açıklaması, iman eden bir topluluk için de bir rehber ve bir rahmettir.

"Yemin olsun onların kıssalarında vardır (lekad kane fi kasasıhim)": Yani Yûsuf ve kardeşlerinin haberinde, demektir. Abdülvaris, kafin meksur olduğunu rivayet etmiştir; Katâde ile Ebû’l - Cevza’nın kıraati de böyledir.

"ibret": Yani öğüt vardır.

"Akl-ı selim sahipleri için": Bu da iki yöndendir:

Birincisi: Yûsuf’un kölelikten sonra Aziz ve kral olması; çünkü ona bunu yapan, Muhammed’i de aziz etmeye ve kelimesini yüceltmeye kadirdir.

İkincisi: Düşünen bilir ki, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmi olduğu halde bu kıssayı Tevrat’a uygun olarak kendiliğinden meydana getiremez; bu da onun gerçek peygamber olduğunu gösterir.

"Bu uydurulacak bir söz değildir":

işaret edilen şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Kur’ân’dır, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: Geçen kıssalardır, bunu da İbn İshak, demiştir. Birinci görüşe göre:

"Önündekinin tasdikidir” sözünün manası şöyle olur: Ancak o, kendinden önceki kitapların tasdikidir.

"Her şeyin açıklamasıdır": Yani din işlerinden ihtiyaç duyulan her şeyin, demektir.

"Bir rehberdir": Açıklamadır.

"İman eden bir topluluk için rahmettir": Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in getirdiği şeyleri tasdik edenler için, demektir. İkinci görüşe göre de

Mana şöyledir: Yûsuf ve kardeşlerinin haberinden her şeyin açıklamasıdır.

0 ﴿