14-İBRAHİM SÛRESİMekke’de inmiştir. 52 ayettir. Mekke’de inmiştir, bu hususta ulema arasında bir ihtilaf da bilmiyoruz. Ancak İbn Abbâs ile Katâde’den gelen bir rivayet vardır ki, onlar, iki âyetin dışında Mekki olduğunu söylemişlerdir. O iki âyet de şunlardır: "Elemtere ilellezine beddelu nimetallahi küfren” âyeti ile arkasındaki ayettir (İbrahim: 28, 29). Bismillahirrahmanirrahim 1Elif. Lâm. Ra. Bu, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, O mutlak galip, övgüye layık (Allah) ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır. "Elif. Lâm. Ra": Bunun açıklaması Yûnus: l’de geçmiştir. "Kitabun": Zeccâc, mana şöyledir demiştir: Bu, kitaptır, o kitap da: Kur’ân'dır. Karanlıklardan ve aydınlıktan ne murat edildiği hususunda üç görüş vardır: Birincisi: Karanlıklar: Küfür (inkâr)dır, aydınlık da: İmandır. Bunu el-Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Karanlıklar: Sapıklıktır, aydınlık da: Hidayettir. Bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir. Üçüncüsü: Karanlıklar: Şek ve şüphedir, nûr da: Yakîn (kesin iman)dır. Bunu da Maverdi, zikretmiştir. "Rablerinin izni ile": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Rablerinin emriyle, demektir. Bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Rablerinin tevfiki ile, bunu da Ebû Süleyman, demiştir. Üçüncüsü: Bu, iznin ta kendisidir, Mana da şöyledir: Sana onları öğretmeye izin vermesiyle, demektir. Bunu da Zeccâc demiş ve şöyle açıklamıştır: Sonra da, aydınlığın ne olduğunu bildirip: "Mutlak galip, övgüye layık Allah’ın yoluna” demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu, Arapların şu sözü gibi bir misaldir: Celestü ilâ Zeydin, ilel akılil fadıli (Zeyd’in, yani akıllının ve faziletlinin yanına oturdum). "İla", durumun önemini vurgulamak için tekrar edilmiştir. Şair de bu kabilden olarak şöyle demiştir: Ayağım uyuştuğu zaman bunu iyi edecek olanı andım, Lübna, diye ismiyle çağırdım ve onu davet ettim, O kimseyi davet ettim ki, eğer nefsim beni dinlese idi, Sevgisinden onu önüne atar, işi bitirirdim. Burada işi büyütmek için "daavtü” (davet ettim) lâfzını tekrar etmiştir. 2O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlere! "Allahillezi lehu ma fissemavati": İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi, bedel olarak: "el - Hamidi lillahi” okumuşlardır. Nâfi, İbn Âmir, Eban ve Mufaddal da, yeni söz başı olarak: "el - hamidi. Allahu” okumuşlardır. Âyetin lâfızlarının manası da yukarıda geçmiştir. 3Onlar ki, dünya hayatını ahirete tercih ederler, (insanları) Allah’ın yolundan çevirirler ve onda bir eğrilik ararlar. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedir. "Onlar ki, dünya hayatını tercih ederler": Yani onu yeğlerler, demektir. "Ahirete": İbn Abbâs şöyle demiştir: Ahiret işini önemsemeyerek acele ile dünyalığı alırlar. "Allah’ın yolundan çevirirler": Yani insanları O’nun dinine girmekten alıkoyarlar. "Onda bir eğrilik ararlar": Bunu da Al-i İmran: 99’da şerh etmiş bulunuyoruz. "İşte onlar bir sapıklık içindedirler": Haktan kaçan bir sapıklık, demektir. "Uzak": Doğrudan uzak demektir. 4Biz her peygamberi ancak kavminin dili ile gönderdik ki, onlara (Allah'ın emirlerini) açıklasın. Böylece Allah dilediği kimseyi saptırır ve dilediği kimseyi de hidayete erdirir. O, mutlak galip, hikmet sahibidir. "Kavminin dili ile": Yani kendi lügatleri ile demektir. İbn Enbari şöyle demiştir: Araplara göre lügat: Konuşulan sözdür. Bu, leğattairü yelğu, sözünden alınmıştır ki, kuş alaca karanlıkta seslenmektir. Ebû Recâ’, Ebû’l - Mütevekkil ve Cahderi, “Lâm” ın ve “sîn” in ref'i, elifsiz olarak. "İlla bilüsüni kavmihi” okumuşlar; Ebû'l - Cevza ile Ebû İmran da, “Lâm” ın kesri, “sîn” in sükunu ve elifsiz olarak: "Bilisni kavmihi” okumuşlardır. "Onlara açıklaması için": Yani kendisi ile gönderileni açıklasın da onlar da anlasınlar, diye. Bu âyet indi, çünkü Kureyş: Ne oluyor, bütün kitaplar başka dillerde iniyor da bu, Arapça’dır, demişlerdi. 5Mûsa’yı, kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat, diye âyetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda her çok sabreden, çok şükreden için gerçek ibretler vardır. 6Hani Mûsa, kavmine şöyle demişti: Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Çünkü sizi Fir’avn hanedanından kurtarmıştı. Size azabın kötüsünü reva görüyor; oğullarınızı kesiyor ve kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda da Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı. "En ahric kavmeke": Zeccâc şöyle demiştir: "En” açıkla”Ma” edatıdır, Mana da şöyledir: Ona: Kavmini çıkar, dedik. Karanlıklarla aydınlığın açıklaması da, Bakara: 257’de geçmiş bulunuyor. "Onlara Allah’ın günlerini hatırlat": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar, Allah’ın nimetleridir. Bunu da Übey b. Ka’b, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiş;1 Mücâhid, Katâde ve İbn Kuteybe de böyle demişlerdir. 1 - Ahmed, Müsned, 5/121. İkincisi: Onlar, kendilerinden önceki milletlerin başlarına gelen olaylardır, bunu da İbn Zeyd, İbn Saib ve Mukâtil, demişlerdir. Üçüncüsü: Onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği günler ile Nûh, Ad ve Semud kavimlerine gazap ettiği günlerdir. Bunu da Zeccâc, demiştir. "Şüphesiz bunda": Yani bu hatırlatmada, "her çok sabreden için gerçek ibretler vardır": Yani Allah’a itâate ve isyanından kaçınmaya sabredenler için, demektir. "Çok şükredenler": Yani nimetlerine, demektir. Sabbar: Çok sabreden, şekur da: Çok şükreden, demektir. Neden özellikle bunlar için ibretler vardır, dedi? Çünkü ancak bunlar ondan yararlanırlar. Bundan ötesi de Bakara: 49’da şerhedilmiş durumdadır. 7Hatırlayın, Rabbiniz şöyle bildirmişti: "Yemin olsun, eğer şükrederseniz (nimetimi) mutlaka artırırım. Yemin olsun, eğer nankörlük ederseniz şüphesiz azabım pek çetindir". "Ve iz teezzene Rabbüküm": Bu, A’raf: 167’de anlatılmıştır. "Yemin olsun eğer şükrederseniz mutlaka artırırım": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Eğer nimetlerime şükrederseniz, taatimi mutlaka artırırım. Bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: Eğer nimet vermeme şükrederseniz mutlaka lütfumu artırırım, bunu da Rebi’ demiştir. Üçüncüsü: Eğer beni birlerseniz, ben de dünyada hayrınızı artırırım. Bunu da Mukâtil, demiştir. 8Mûsa şöyle dedi: "Eğer siz ve bütün yeryüzündekiler nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah zengindir, övgüye layıktır". "Yemin olsun eğer nankörlük ederseniz": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, tevhidi inkâr etmektir. İkincisi: Nimetleri inkâr etmektir. "Şüphesiz Allah zengindir, övgüye layıktır": Yani halkına muhtaç değildir, fiillerinde övülendir; çünkü O, ya lütuf olarak vermiştir, ya da adalet etmiştir. 9Sizden öncekilerin, Nûh, Ad, Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin - ki, onları ancak Allah bilir - haberi size gelmedi mi? Peygamberleri onlara açık deliller getirdiler; onlar ellerini ağızlarına götürüp: "Şüphesiz biz sizinle gönderilen o şeyi inkâr ettik ve şüphesiz biz, bizi davet ettiğiniz o şeyden kuşku verici bir şüphe içindeyiz” dediler. "Onları ancak Allah bilir": İbn Enbari şöyle demiştir: Sayılarını ancak O bilir; kaldı ki, Allahü teâlâ Araplardan ve başkalarından öyle milletler helak etmiştir ki, haberleri kesilmiş, izleri silinmiştir. Onları Allah’tan başka kimse bilmez. "Ellerini ağızlarına götürdüler": Bunda da yedi görüş vardır: Birincisi: Onlar, öfkelerinden parmaklarını ısırdılar, bunu İbn Mes’ûd ile İbn Zeyd, demişlerdir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Burada "fi", "ilâ” manasındadır, Kelâmın anlamı da şöyledir: Kin ve öfkelerinden dolayı ellerini ısırdılar. Nitekim şair de bu kabilden olarak şöyle demiştir: Onlar kasetçiyi sinirlendirdiler, öyle ki, on parmağını ısırdı. Şair el - Hüzeli’nin şu şiiri de öyledir: Isırarak parmaklarını bitirdi, Sonunda inciğini ısırmaya başladı. Demek istiyor ki: Bütün parmaklarını yedi, sonunda kolun inciğini ısırmaya başladı. İkincisi: Onlar Resûlüllah’a gelip de, Resûlüllah da: Ben Resul'üm deyince, ona sus, dediler ve onu reddetmek ve yalanlamak için parmaklarını kendi ağızlarına götürdüler. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Onlar Allah’ın kitabını dinledikleri zaman gürültü ettiler, ellerini ağızlarına götürdüler. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Onlar susturmak için ellerini peygamberlerin ağızlarının üzerine koyup kapattılar. Bunu da Hasen, demiştir. Beşincisi: Onlar ağızlarıyla yalanladılar ve sözlerini reddettiler. Bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir. Altıncısı: Bu, bir misaldir, manası da şöyledir: Onlar kabul etmeleri istenen haktan vazgeçtiler ve ona iman etmediler. Redde fülanün yedehu ilâ fihi, denir ki: Susup cevap vermemektir. Bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. Yedincisi: Kabul ettikleri takdirde Allah’tan nimet olacak şeyleri reddettiler. Bu durumda eydi, eyadi (nimetler) manasına, "fi” de "be” manasına olur. Anlam da şöyledir: Nimetleri ağızlarıyla reddettiler. Bunu Ferrâ’, demiş ve şöyle yorumlamıştır: Araplardan "fi"yi be yerinde kullananları görüyoruz: Edhalekallahu bilcenneti derler ki, filcenneti demek isterler (Allah seni cennete koysun). Birileri bana şöyle bir beyit okudu: Ona sokakta bulunan bir çocuk olarak rağbet ediyorum, Ancak ben Senbes kabilesine rağbet etmem. Kendi kızını kastederek erğabu fiha demiş, erğabu biha demek istemiştir. Senbes de kabilenin adıdır. "Şüphesiz biz size indirilen o şeyi inkâr ettik": Yani sizin iddianıza göre gönderildiğiniz şeyi inkâr ettik, yoksa onların gönderildiklerini ikrar etmiş değillerdir. Âyetin kalan kısmının tefsiri de, Hûd: 62'de geçmiştir. 10Peygamberleri de: "Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah'ta şüphe mi var? O sizi günahlarınızı bağışlamak ve sizi belli bir süreye kadar ertelemek için çağırıyor” dediler. Onlar da: "Siz ancak bizim gibi bir insansınız. Bizi atalarımızın ibadet ettikleri şeyden çevirmek istiyorsunuz. Öyleyse bize açık bir delil getirin” dediler. "Peygamberleri: "Allah’ta şüphe mi var?” dediler": Bu, ret manasına bir istifhamdır, mana da: Allah’ta, yani O’nun birliğinde şüphe yoktur, demektir. "Sizi çağırıyor": Peygamberler ve kitaplarla, “sizi günahlarınızdan bağışlaması için": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Min” edatı zaittir, tıpkı: "Fema minküm min ahadin anhu haödzin” (Hakka: 47) kavlinde olduğu gibi. Ebû Zueyb de şöyle demiştir: Ey Kadın, sen ondan şikayet ettiğin zaman seni iki kat sevgi ile cezalandırdım, Seni benden önce iki kat cezalandıran olmamıştır. Burada: Min ahadin geçmişse de ahadün demektir. "Sizi belli bir süreye kadar ertelemesi için": O da ölümdür, mana da: Size acele ile azap etmez, demektir. "Kalu = dediler": Yani peygamberler, "in entüm": Yani siz değilsiniz, demektir. "Ancak bizim gibi bir insansınız": Yani sizin bize bir üstünlüğünüz yoktur. Âyette geçen sultan: Delil, manasınadır. Peygamberler de dediler: 11Peygamberleri de onlara: "Biz ancak sizin gibi bir insanız; ancak Allah kullarından dilediğine ihsan eder. Allah’ın izni olmadan size bir delil getirmemiz söz konusu değildir. Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler” dediler. "Biz de ancak sizin gibi insanız": Böylece bunu itiraf ettiler. "Ancak Allah kullarından dilediğine ihsan eder": Yani peygamberliği ve risaleti kastediyorlar. "Allah’ın izni olmadan size bir delil getirmemiz söz konusu değildir": Yani bunu kendiliğimizden yapamayız, demektir. 12Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki, O bize yollarımızı göstermiştir? Bize ettiğiniz eziyetlere mutlaka sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler". "O, bize yollarımızı göstermiştir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bize doğru yolumuzu açıklamıştır. İkincisi: Bize tevekkül yolunu tarif etmiştir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e bu ve benzerlerinin anlatılması, Efendimizin sabırda öncekilere uyması ve başlarından geçen maceraları bilmesi içindir. 13Kâfirler peygamberlerine şöyle dediler: "Ya sizi toprağımızdan mutlaka çıkaracağız yahutta dinimize dönersiniz". Bunun üzerine Rableri de onlara: "Zâlimleri mutlaka helak edeceğiz” diye vahyetti. "Zâlimleri mutlaka helak edeceğiz": Yani kâfirleri peygamberlerle helak edeceğiz. 14"Elbette sizi onlardan sonra o toprağa yerleştireceğiz. Bu, huzurumda durmaktan korkanlar ve tehdidimden korkanlar içindir". "Onlardan sonra": Helaklerinin ardından demektir. "Zalike = bu": Yani yerleştirme "huzurumda durmaktan korkan kimse içindir": İbn Abbâs: önümde durmaktan korkan için, demiştir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Araplar bazen fi'li kendi nefislerine nispet ederler, bazen de fi’lin üzerinde gerçekleştiği nesneye nispet ederler; meselâ: Kad nedimtü alâ darbi (nefse nispet) iyyake ve nedimtü alâ darbike (nesneye nispet) derler ki: Seni dövdüğüme pişman oldum, demektir. "Ve tec’alune rizkaküm” (Vakıa: 82) kavli de böyledir ki, rızki iyyaküm, demektir (nefse nispet). "Ve hafe vaidi": Ya’kûb iki halde de (vasılda da vakıfta da) yeyi ispat etmiş (vaîdî) okumuş, Verş de vasılda onu izlemiştir. 15Fetih istediler. Her inatçı zorba da perişan oldu. "Fetih istediler": Yani yardım istediler. İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Humeyd ve İbn Muhaysın, emir kipi olarak tenin kesresiyle: "Vesteftihu” (fetih isteyin) okumuşlardır. Fetih isteyenlerin kim olduğu hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar peygamberlerdir. Bunu İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde, demişlerdir. İkincisi: Onlar kâfirlerdir; fetih istemeleri de azap istemeleridir; meselâ: "Rabbimiz bize payımızı acele ver” (Sad: 16) ve: "Eğer bu senin katından bir hak ise...” demeleri gibi. Bu da İbn Zeyd'in görüşüdür. "Her inatçı zorba da perişan oldu": İbn Saib: Dua anında hüsrana uğradı, demiştir. Mukâtil de: Azap indiği zaman hüsrana uğradı, demiştir. Ebû Süleyman Dımeşki de: İcabetten mahrum kaldı, demiştir. Cebbar ile anîd’in manasını da Hûd: 59’da şerh etmiş bulunuyoruz. 16Onun arkasında da cehennem var. İrinli bir sudan içirilir. "Vemin veraihi cehennem (onun arkasında cehennem vardır)": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Vera, ön manasınadır. İbn Abbâs: Önünde cehennem vardır şeklinde murat etmiştir, demiştir. Ebû Ubeyde de: "Min veraihi": önünde vardır, demiştir. El - Mevtü min veraike, denir ki, önünde ölüm var, demektir. Misal olarak şu beyti getirmiştir: Mervan oğulları onları dinleyeceğimi ve onlara itâat edeceğimi mi sanıyor? Benim kavmim Temimdir, önümde de çöl vardır. İkincisi: O, "ba’de = sonra” manasınadır. İbn Enbari: "Min veraihi", umutsuzluğunun ardında cehennem vardır, demiştir. "Hâbe” umutsuzluğu gösterir, ondan kinayedir. "Vera” kelimesi "sonra - ba’d” manasına alınmıştır. Nitekim Şair Nabiğa da şöyle demiştir: Yemin ettim, nefsin için şüphe bırakmadım,. Allah’tan (yeminden) sonra bir kimse için gidecek yer yoktur. Veraallahi demekle, ba’dallahi demek istemiştir. Vera arka ve ön manalarına gelir; çünkü önündeki şey, gözden kaybolduğu zaman arka olur. Şair de şöyle demiştir: Eğer ölümüm gecikirse, önümde Sıkı kavranmış değnekten başka ne vardır? Zeccâc şöyle demiştir: Vera, bazı dilcilerin dediği gibi zıt anlamlar içeren kelimelerden değildir. Sa’leb’e: "Neden öne vera denilir?” diye sordular; o da şöyle dedi: Vera ister önünde olsun, isterse arkanda olsun, gözünden kaybolan şeye denir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bu, ancak günler, geceler ve zaman gibi vakit birimlerinde câiz olur; Veraeke berdün şedidün, ve beyne yedeyke berdün şedidün (arkanda / önünde şiddetli soğuk vardır), denilir. Ama önünde duran bir adam için: Hüve veraeke ve arkanda duran adam için: Hüve beyne yedeyke, diyemezsin. "İrinli bir sudan içirilir": İkrime, Mücâhid ve dilciler: Sadid: İrin ve kandır, demişler. Bunu da Katâde demiştir; o, kâfirin derisi ile etinin arasından çıkan şeydir. Kurazi de: O, cehennem halkının atık suyudur; o da zina edenlerin cinsel organlarından akan sıvıdır. İbn Kuteybe de, mana şöyledir, demiştir: Onlara su yerine irin içirtilir. Bunun teşbih üzere söylenmiş olması da câizdir: Yani onlara içirilen su irin gibidir. 17Onu yutmaya çalışır, fakat neredeyse boğazından geçiremez. Ölüm ona her yerden / taraftan gelir de ölmez. Onun arkasında da ağır bir azap vardır. "Yetecerrauhu": Tecerru içilecek şeyi yudum yudum içmeye çalışmaktır, onu bir seferde içemez; çünkü ondan hiç hoşlanmamaktadır; onu içmekten ikrah etmektedir. "Onu neredeyse boğazından geçiremez": Yani onu yutamaz; Sâğa leyeşşey’ü ve esağtuhu denir ki, boğazımdan kolay geçti, demektir. Ebû Ümame, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ona yaklaştırılır, ondan tiksinir; daha yaklaştırıldığı zaman yüzünü kavurur ve başının postu yere düşer. Onu içtiği zaman bağırsaklarını doğrar, öyle ki, arkasından çıkar. 2 2 - imam Ahmed, Müsned, 5/265. "Ölüm ona gelir": Yani ölümün kaygısı, sıkıntısı ve acısı ona gelir, "her taraftan": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Vücudundaki bütün kıllardan, bunu da Atâ’, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Süfyan Sevri de: Her damardan, demiştir, İbn Cüreyc de şöyle demiştir: Canı gırtlağına takılır; ağzından çıkmaz ki, ölsün, geri yerine dönmez ki, rahat etsin. İkincisi: Her taraftan; üstünden ve altından, sağından ve solundan, arkasından ve önünden gelir. Yine bunu da İbn Abbâs, demiştir. Üçüncüsü: O, ateşte kâfirin başına gelen belalardır ki, (Allahü teâlâ) ona ölüm demiştir. Bunu da Ahfeş, demiştir. "Oysa o ölecek değildir": Yani hayatın kesilip atılacağı ölüm değildir. "Onun arkasından da": Yani o azaptan sonra da vardır. İbn Saib: İrinin arkasından vardır, demiştir. "Ağır bir azap": İbrahim Teymi de: Cehennemde ebedi kalma kararından sonra, demiştir. Ğalîz de: Ağır ve çetin, demektir. 18Rablerini inkâr edenlerin hali şöyledir: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgarın savurduğu bir kül gibidir. Kazandıkları şeyden hiçbir şeye güç yetiremezler. İşte uzak sapıklık budur. "Rablerini inkâr edenlerin hali şöyledir": Ferrâ’ şöyle demiştir: Mesel (ha) kelimesi onlara izafe edilmiş, aslında amellerindir, mana da: Kâfirlerin amellerinin misali şöyledir, demektir. Şu âyet de öyledir: "Allah’a karşı yalan söyleyenleri kıyamet gününde görürsün ki, yüzleri kap karadır” (Zümer: 60). Yani yüzlerini görürsün, demektir. Asıf, irapta yevme'ye tabi kılınmış; aslında rüzgara aittir. Bu da iki açıdan câizdir: Birincisi: Fırtına, her ne kadar rüzgara ait ise de, gün de onunla nitelenebilir; çünkü rüzgar onda oluşmaktadır. Binaenaleyh: Soğuk gün ve sıcak gün dediğin gibi fırtınalı gün demen de câizdir. İkincisi: Sen: Fi yevmin asıfîrrihi (fırtınası esen bir günde) demek istiyor, rüzgarı atıyorsun. Çünkü o, sözün başında geçmişti. Nitekim şair de şöyle demiştir: Zırhların iyiliği derilerimizi güldürür, Güneşin batıp da ortalığın karardığı günde.. Kasifeşşems, demek istemiştir. Sibeveyh’ten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu âyette söylenmeyen kelimeler vardır, Mana da şöyledir: Sana anlattıklarımızdan biri de kâfirlerin halidir. Sonra yeni söze başlamış ve: Onların amelleri rüzgarın savurduğu kül gibidir, demiştir. Nehaî, İbn Yamur ve Cahderi, yevm kelimesini tenvinsiz olarak: "Fi yevmi asıfin” okumuşlardır. Müfessirler, âyetin manası şöyledir, demişlerdir: Müşriklerin Allah’a yaklaşmak için bütün yaptıkları şeyler, boşa gitmiştir, ondan yararlanamazlar; rüzgarın savurduğu küle benzer, ondan hiçbir şeyi elde edemezler. Onlar dünyada kazandıkları şeylerden ahirette hiçbirini ele geçiremezler, sevabını bulamazlar. "İşte uzak sapıklık budur": Yani kurtuluştan uzak, demektir. 19Görmedin mi, Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Dilerse sizi götürür ve yeni bir halk getirir. "Görmedin mi?": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Manası şöyledir: Sana haber verilmedi mi? Bunu İbn Saib, demiştir. İkincisi: Bilmedin mi? Bunu da Mukâtil ile Ebû Ubeyde, demişlerdir. "Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır": Müfessirler şöyle demişlerdir: Yani onları boş yere yaratmadı; onları büyük bir iş için yarattı, demektir. "Dilerse sizi götürür": İbn Abbâs şöyle demiştir: Ey kâfirler, Allah dilerse sizi öldürür ve sizin yerinize sizden daha hayırlı ve sizden daha itâatkâr bir kavim getirir. Bu, Mekke halkına hitaptır. 20Bu da Allah'a zor değildir. "Bu da Allah’a zor değildir": Yani O’nun için imkansız ve yapılamaz bir şey değildir. 21Hepsi Allah’ın karşısına çıktılar. Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Şüphesiz biz size tabi idik. Şimdi bizden Allah’ın azabından (az) bir şey def edebilir misiniz?” dediler. Onlar da: "Eğer Allah bize hidayet etse idi, elbette biz de size hidayet ederdik. Artık sızlansak da sabretsek de bizim için birdir. Bizim için bir sığınak da yoktur” dediler. "Hepsi Allah’ın huzuruna çıktılar": Lâfzı mazi (geçmiş) ise de manası gelecek zamandır, anlam da şöyledir: Yeniden dirilme gününde kabirlerinden çıktılar, astlar da üstler de toplandılar. "Zayıflar dediler": Onlar da astlardır, tabi olanlardır. "Kibirlik taslayanlara": Onlar da üstlerdir. "Biz size tabi idik (inna künna leküm tebean)": Zeccâc şöyle demiştir: O, tabi kelimesinin çoğuludur: Tabi ve tebe’, denir, üpkı: Gaib ve gayeb gibi. Mana da şöyledir: Bizi davet ettiğiniz şeylerde size tabi olduk. "Şimdi bizden def edebilir misiniz?": Yani bizden uzaklaştırabilir misiniz? "Allah’ın azabından (az) bir şey". O zaman liderler derler: "Eğer Allah bize hidayet etse idi": Yani bize dünyada doğru yolu gösterse idi, biz de size gösterirdik. Demek istiyorlar ki: Allah bizi saptırdı, biz de sizi sapıklığa davet ettik. "Artık sızlansak da sabretsek de bizim için birdir": İbn Zeyd şöyle demiştir: Cehennemdekiler birbirlerine: Gelin ağlayıp yalvaralım; çünkü cennetlikler cennete ağlama ve sızlamaları ile ulaştılar, derler ve ağlar ve yalvarırlar. Bunun bir yarar sağlamadığını görünce: Gelin sabredelim; cennetlikler cennete sabırla ulaştılar, derler ve öyle bir sabrederler ki, daha onun gibisi görülmemiştir. İşte o zaman: "Sızlansak da sabretsek de bizim için birdir” derler. Malik b. Enes, Zeyd b. Eslem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yüz sene sızlandılar ve yüz sene sabrettiler. Mukâtil de şöyle demiştir: Beş yüz sene sızlandılar ve beş yüz sene de sabrettiler. Biz, mahîs kelimesinin manasını Nisa suresi, âyet: 121'de şerh etmiş bulunuyoruz. 22Şeytan iş bitirdiği zaman şöyle dedi: "Şüphesiz Allah size hak va'detti, ben de size va'dettim, size karşı va'dimden caydım. Benim sizin üzerinizde bir yetkim yoktu; ancak sizi davet ettim; siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın; kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce beni (Allah'a) ortak koşmanızı inkâr ettim. Şüphesiz zâlimler için acıklı bir azap vardır". "Şeytan dedi": Müfessirler: Maksat İblis'tir, demişlerdir. "İş bitirildiği zaman": Yani iş bitip de cennetlikler cennete ve cehennemlikler de cehenneme girdiği zaman, cehennemlikler toplanır, İblis'i kınarlar. O da aralarında ayağa kalkar ve şöyle der: "Şüphesiz Allah size hak va’detti": Yani size bugünün geleceğini va’detti ve va'dini de gerçekleştirdi. "Ben de size va’dettim": Bugünün olmayacağını va’dettim. "Benim size karşı bir yetkim yoktu": Yani iddia ettiğim şeye karşı size bir delil açıklayamadım. Bazı müfessirler de: Ben size sahip değildim ki, sizi zorlayaydım, demişlerdir. "Ancak sizi davet ettim": Bu, istisna-i munkatıdır, mana da: Fakat sizi davet ettim, demektir. "Siz de bana icabet ettiniz; öyleyse beni kınamayın, kendinizi kınayın": Çünkü bir delil olmadığı halde bana icabet ettiniz. "Ben sizi kurtaramam": Yardımınıza yetişemem. "Siz de beni kurtaramazsınız": Benim yardımıma yetişemezsiniz. Hamze ye’yi meksur olarak okumuş; diğerleri ise fetha ile okumuşlardır. Kutrub: O, yani Hamze’nin kıraati, Yerbu oğullarının lehçesidir, demiştir. İstasrahani fülanün feesrahtuhu denir ki: Benden imdat istedi, ben de yardımına koştum, demektir. "Şüphesiz ben inkâr ettim": Beni dünyada Allah’a ibadete ortak etmenizi, bugün inkâr ettim, demektir. "Şüphesiz zâlimler": Yani müşrikler, demektir. 23İman edip iyi şeyler yapanlar ise, içlerinde ebedi kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere Rablerinin izni ile girdirildi. Orada sağlık dilekleri selamdır. "Rablerinin izni ile": Yani Rablerinin emriyle demektir. "Orada sağlık dilekleri selamdır": Bunu da Yûnus suresi, âyet: 10’da zikretmiş bulunuyoruz. 24Görmedin mi, Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel söz; kökü sağlam / yerde, dalı gökte hoş bir ağaç gibidir. "Görmedin mi, Allah nasıl bir misal getirdi": Müfessirler şöyle demişlerdir: Kalp gözünle görüp de benim sana bildirmemle Allah'ın nasıl bir misal verdiğini, yani bir benzetme yaptığını görmedin mi? "Güzel söz": İbn Abbâs, O: Lailâhe illallah kelime-i tevhididir, demiştir. "Hoş bir ağaç gibi": Yani meyvesi hoş bir ağaç gibi demektir, anlaşıldığı için meyve zikredilmemiştir. Bu ağaçta da üç görüş vardır: Birincisi: O, hurma ağacıdır; o, Buharı ile Müslim’in "Sahihlerinde İbn Ömer hadisi olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilmiştir. 3 3 - Buhârî, Tefsirü sûre-i İbrahim, bab, 1; Et'ime, bab, 46; Müslim, Münafikin, hadis no, 64. Bunu Said b. Cübeyr de İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; İbn Mes’ûd, Enes b. Malik, Mücâhid, İkrime, Dahhâk ve diğerleri de demişlerdir. İkincisi: O, cennette bir ağaçtır, bunu da Ebû Zabyan, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: O, mü’mindir; onun aslı sağlamdır; o, yeryüzünde amel eder, ameli ise göğe yükselir. 25Meyvesini Rabbinin izni ile her zaman verir. Allah, belki öğüt alırlar diye misaller getirir. "Meyvesini her zaman verir": Mü’min Allah’ı gündüzün her saatinde zikreder. Bunu Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Kökü sağlamdır": Yerdedir. "Dalı” da: "Göklere": Yani semaya doğru yükselmektedir. Ükül: Meyve demektir. Hin hususunda ise altı görüş vardır: Birincisi: O, sekiz aydır, bunu aleyhisselam Efendimiz demiştir. İkincisi: Altı aydır, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, İkrime ve Katâde de böyle demişlerdir. Üçüncüsü: O, sabah akşamdır, bunu da Ebû Zabyan, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: O, senedir, yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiş; Mücâhid ile İbn Zeyd de böyle demişlerdir. Beşincisi: O, iki aydır, bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir. Altıncısı: O, sabah akşamdır ve her saattir. Bunu da İbn Cerir, demiştir. Kim sekiz ay, derse, ağacın zahir ve batın olarak meyve yüklenmesine işaret etmiştir. Kim: Altı ay derse, meyveye durmasından devşirmesine kadar geçen süreyi dikkate almıştır. Kim: Sabah akşam derse, toplanmasına işaret etmiştir. Kim: Senedir, derse, ancak yılda bir defa meyve vermesini dikkate almıştır. Kim iki ay derse, tam olgunlaşmasını göz önüne getirmiştir. İbn Müseyyeb: Hurma ancak iki ay meyveli kalır, demiştir. Kim her saat derse, meyvesinin devamlı yenmesindendir. Katâde: Meyvesi kış ve yaz yenir, demiştir. İbn Cerir de: Kışın çiçek tomurcuğu yenir, yazın da yeşil meyvesi, koruğu, tazesi ve kurusu yenir, demiştir. İmanın hurma ile temsil edilmesindeki hikmete gelince bu da birkaç yöndendir: Birincisi: O, çok sağlamdır, imanın mü’minin kalbindeki sağlamlığı onun sağlamlığına benzetilmiştir. İkincisi: O, çok yüksektir, mü’minin amelinin yüksekliği onun dallarının yüksekliğine benzetilmiştir. Üçüncüsü: Onun meyvesi her zaman bulunur; mü’minin kazandığı iman bereketi ve bütün vakitlerdeki sevabı onun çeşitleriyle beraber her zaman devşirilen meyvesine benzetilmiştir. Mü’min de her: Lailâhe illallah dedikçe, sevabı göğe yükselir, sonra ona hayrı ve menfaati gelir. Dördüncüsü: O, insana en çok benzeyen ağaçtır; çünkü bütün ağaçlar başı kesildiği zaman etraftan dal verir; ancak o böyle değildir; başı kesilirse kurur. Bir de o, aşılanmadan meyve vermez. Ayrıca o, rivayete göre Âdem aleyhisselem’ın artan toprağından yaratılmıştır. 26Kötü bir kelimenin hali de, toprağın üzerinden koparılan, sebatı olmayan kötü bir ağaç gibidir. "Kötü bir kelimenin hali": İbn Abbâs: O, şirktir, demiştir. "Kötü bir ağaç gibidir": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: O, acıhıyardır, bunu da Enes b. Malik, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiş; Enes ile Mücâhid de öyle demişlerdir. İkincisi: O, kâfirdir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. El - Avfi de ondan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kâfirin ameli kabul olunmaz ve Allahü teâlâ’ya yükselmez. Onun ne yerde sağlam bir kökü ne de gökte yüksek bir dalı vardır. Üçüncüsü: O, küsküt (bağbozan) sarmaşığıdır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Bu, bir misaldir, belli bir ağaç değildir. Bunu da Ebû Zabyan, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Beşincisi: O, sarımsaktır, bu da yine İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. "Üctüsset": Kökünden koparıldı, kesildi, demektir. Zeccâc: Üctüsset, lügatte tüm cüssesinden yakalandı, demiştir. "Onun için bir sebat yoktur": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onun kökü yoktur, yere bir damar salmamıştır. İkincisi: Onun sebatı yoktur. Kâfirin bu ağaca benzetilmesinin manası şudur: Kâfirin ne iyi bir ameli ne de güzel bir sözü göğe yükselmez; sözünün de sağlam bir aslı yoktur. 27Allah; iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sabit sözle sabit kılar. Allah zâlimleri saptırır ve Allah dilediğini yapar. "Allah iman edenleri sabit kılar": Yani onları sabit sözle hak üzerinde sabit kılar ki, o da lâilâhe illallah kelime-i tevhididir. "Dünya hayatında ve ahirette": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Dünya hayatı: Yeryüzündeki hayat zamanıdır, ahiret de: kabirde sorgu zamanıdır. Bera b. Azib bu manaya kail olmuş ve bunu destekleyen hadisler vardır. İkincisi: Dünya hayatı: Kabirde sorgu zamanıdır, ahiret de: Kıyamette sorgudur. Bu manaya da Tâvûs ile Katâde kail olmuşlardır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu âyet kabir azabı, iki meleğin sorgusu ve Allahü teâlâ’nın sorgu anında mü’minlere hak kelâmını telkin edip onları hak üzerinde sabit kılması hakkında inmiştir. "Allah zâlimleri saptırır": Yani müşrikleri saptırır, demektir. Onları bu kelimeden saptırır. "Allah dilediği şeyi yapar": Mü’minleri hidayet etmek ve kâfirleri saptırmak gibi dilediği şeyi yapar. 28Şunları görmedin mi, Allah'ın nimetini küfürle değiştirdiler ve kavimlerini helak yurduna kondurdular. "Şunları görmedin mi, Allah’ın nimetini küfürle değiştirdiler": Bunların kim oldukları hakkında yedi görüş vardır: Birincisi: Onlar Kureyş’ten en rezil Ümeyye oğulları ile Muğire oğullarıdır. Bu da Ömer b. Hattab ile Ali b. Ebû Talib’ten rivayet edilmiştir. İkincisi: Onlar Kureyş’in münafıklarıdır. Bunu da Ebuttufeyl, Hazret-i Ali’den rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Ümeyye oğulları, Muğire oğulları ve Bedir’e katılanları savaşa sürükleyen reisleridir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Mekke halkıdır, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Dahhâk da böyle demiştir. Beşincisi: Onlar, Bedir savaşma katılan müşriklerdir, bunu da Mücâhid ile İbn Zeyd, demişlerdir. Altıncısı: Onlar Kureyş kâfirlerinden Bedir'de öldürülenlerdir, bunu da Said b. Cübeyr ile Ebû Mâlik, demişlerdir. Yedincisi: Bu, bütün müşrikler için geneldir, bunu da Hasen, demiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah’ın nimetini küfre çevirmeleri şöyledir: Allahü teâlâ onlara Resul’ünü göndermek ve onları haremine yerleştirmekle ihsan etti; onlar ise Allah’ı ve Resul’ünü inkâr ettiler, kavimlerini O’nu inkâra çağırdılar; işte: "Kavimlerini helak yurduna kondurdular” kavli budur. Darul bevar helak yurdudur, sonra da onu: 29Yani girecekleri cehenneme (kondururlar). Orası ne kötü karargahtır. "Girecekleri cehennem” diyerek tefsir etti. Yani onun sıcağını çekerler, demektir. "Ve bi’sel karar": Orası ne kötü karargahtır, demektir. 30(İnsanları) O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler tuttular. De ki: “(Biraz) zevklenin. Şüphesiz dönüşünüz ateşedir". "Allah’a eşler tuttular": Bunu Bakara: 22’de açıklamış bulunuyoruz. "Liyudıllu "daki lâm, akibet (sonuç bildiren) lamdır; onun şerhi de Yûnus: 88’de geçmiş bulunuyor. Kim ye’nin zammı ile "liyudıllu” okursa, insanları Allah’ın dininden saptırmaları için, demek istemiştir. "De ki: "Zevklenin": Yani dünya hayatınızda, bu da onlar için tehdittir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Eğer kâfir hasta olsa da uyuyamasa, aç kalıp da yiyip içemese, yine de bu, ahirette çekeceği azabın yanında nimet sayılırdı Eğer mü'min de en sefalı bir hayat sürse, bu da ahirette kavuşacağı nimetin yanında ıstırap olurdu. 31İman eden kullarıma de ki: Namazı kılsınlar ve içinde ne bir alışveriş ne de dostluk olmayan gün gelmeden önce kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık harcasınlar (infak etsinler). "Kul liibadiyellezine amenu (iman eden kullarıma de ki,)": İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, "ibadiye"nin ye’sini sakin okumuşlardır. "Yukimussalate": Manası şöyledir: Kullarıma de ki: Namazı kılın ve infak edin, kılsınlar ve infak etsinler; iki emir atılmış ve iki cevap da bırakılmıştır. Şair de bu kabilden şöyle demiştir: Sen nasıl bir adamsın, nasıl bir adamsın, Savaşta: öne kim çıkacak denildiği zaman! Kim çıkacak denildiği zaman, sen çıkarsın, demek istemiştir. Mananın şöyle olması da câizdir: Kullarıma de ki: Namazı kılsınlar ve infak etsinler. Böylece emir kalıbından vazgeçilmiş, haber kalıbına geçilmiştir. Mananın şöyle olması da câizdir: Liyukimussalate ve liyünfiku (namazı kılsınlar ve infak etsinler). Emir lamı, kul = de lâfzından dolayı atılmıştır. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Hilâl: Haleltü fülanen hilalen ve muhalleten kavlinden gelir, isim de hullettir ki: Dostluk demektir. 32Allah O’dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi. Onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Emri ile denizde akması için gemileri size ram etti ve nehirleri de size ram etti. "Nehirleri size ram etti": Yani size boyun eğdirdi, istediğiniz yere akar, onda istediğiniz yönde gemiler yüzdürürsünüz. 33Güneşi ve ayı sürekli olarak size ram etti. Geceyi ve gündüzü size ram etti. "Güneşi ve ayı size ram etti": Onlardan istifade etmeniz ve ışıklarından aydınlanmanız için. "Daibeyn": Sürekli olarak demektir. Bitki ve diğer şeyleri ıslah etmede emrinizde çalışırlar, bundan yorulmazlar. Deub: Bir şeyin adet üzere işine devam etmesi demektir. "Geceyi size ram etti": Onda rahat etmeniz ve bedenlerinizi dinlendirmeniz için. "Gündüzü de": Geçiminizi temin etmeniz için. 34(Allah) size her istediğinizden verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini sayarsanız bitiremezsiniz. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür. "Allah size her istediğinizden verdi": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Mana şöyledir: İstediğiniz her şeyden verdi. Bunu da Hasen ile İkrime, demişlerdir. İkincisi: İstemiş olsaydınız istediğinizin hepsinden verdi. Bunu da Ferrâ’, demiştir. Üçüncüsü: Her istediğiniz şeyden bir şey verdi, şey’i gizlemiştir; "ona her şeyden verilmiştir” (Neml: 23) kavlinde olduğu gibi ki, zamanındaki her şeyden bir şey verilmiştir, demektir. Bunu da Ahfeş, demiştir. Dördüncüsü: İstediğiniz ve istemediğiniz her şeyden; çünkü siz güneşi, ayı, ne de doğrudan verdiği birçok nimeti istemediniz. Birinci ile yetinerek ikinciyi söylememiştir. Meselâ: "Sizi sıcaktan koruyan libaslar” (Nahl: 81) kavli gibi (soğuktan da koruduğu söylenmemiştir. Mütercim). Bunu da İbn Enbari, demiştir. Beşincisi: İbn Mes’ûd, Ebû Rezin, İkrime, Katâde, Eban da Âsım’dan, Ebû Ya’kûb da Hatim’den, bunların kıraatlerine göre izafetsiz tenvinle: "Min küllin ma” denilmiştir ki, mana: Her şeyden istemediğinizi verdi, demektir. Bunu da Katâde ile Dahhâk, demişlerdir. "Eğer Allah’ın nimetini sayarsanız": Yani lütuf ve ihsanını demektir. "Bitiremezsiniz": Çokluğundan dolayı onların hepsini saymayı başaramazsınız. "Şüphesiz insan": İbn Abbâs: Ebû Cehil’i murat etmiştir, demiştir. Zeccâc da: İnsan cins ismidir, ondan sadece kâfir kastedilir, demiştir. "Lezalumun keffar": Burada zalum: Kendisine nimet vermeyene şükredendir. Keffar da Allahü teâlâ’nın nimetlerini inkâr edendir. 35Hatırla o zamanı ki, İbrahim: "Rabbim, bu şehri emniyetli kıl ve beni de oğullarımı da putlara ibadet etmemizden uzaklaştır” demişti. "Rabbim, bu şehri emniyetli kıl": Bunun tefsiri Bakara: I26’da geçmiştir. "Beni ve oğullarımı uzaklaştır (vecnübni ve beniyye)": Yani beni ve onları bir tarafa çek, Mana da şöyledir: Beni onların ibadetinden uzak kalmada sabit eyle. 36"Rabbim, onlar insanlardan çoğunu saptırdılar. Artık kim bana tabi (muti) olursa, şüphesiz o, bendendir. Kim de bana asi olursa, şüphesiz sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin". "Rabbim, şüphesiz onlar insanlardan çoğunu saptırdılar": Yani putlar saptırdılar. Onlara saptırma veya başka bir fiil isnat edilemez; ancak insanlar onların yüzünden saptıkları için sanki onlar saptırmış gibi oldu. "Kim bana tabi olursa": Tevhid dininde, "şüphesiz o bendendir": Yani o, benim milletimdendir. "Kim de bana asi olursa, şüphesiz sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin ": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Kim bana asi olur da sonra Tevbe ederse, şüphesiz sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin. Bunu da Süddi, demiştir. İkincisi: Kim bana şirkten başka bir şeyde isyan ederse, bunu da Mukâtil b. Hayyan, demiştir. Üçüncüsü: Kim bana isyan eder de kâfir olursa, şüphesiz sen çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicisin; Tevbe ederse, onu tevhid dinine hidayet edersin. Bunu Mukâtil, demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Muhtemeldir ki, İbrahim aleyhisselam bu duayı Allahü teâlâ ona şirki kabul etmeyeceğini bildirmeden önce etmiştir; nitekim babası için de istiğfar etmişti. 37"Ey Rabbimiz, şüphesiz ben, zürriyetimden bazısını kutsal evinin yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen de insanların gönüllerini onlara meylettir ve onlara meyvelerden rızık ver; belki onlar şükrederler". “Ey Rabbimiz, ben zürriyetimden bazısını yerleştirdim (min zürriyeti)": "Min” edatı hakkında iki görüş vardır: Birincisi: Bazısı manasınadır, bunu da Ahfeş ile Ferrâ’, demiştir. İkincisi: Tekit içindir, mana da: Zürriyetimi yerleştirdim, demektir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. "Ekinsiz bir vadiye": Yani Mekke’ye demektir. O zamanlar orada ne ekin ne de su vardı. "Kutsal (muharrem) Ev’inin yanında": Ona haram denilmesi, haramlarının helâl sayılamayacağı ve hakkının hafife alınamayacağındandır. Eğer: "Kutsal evinin yanında” demenin ne manası olur ki, o zamanlar orada ev yoktu; onu İbrahim bir müddet sonra yaptı?” denilirse. Cevap üç türlüdür: Birincisi: Allahü teâlâ Beyt’in mevkiini yeri ve gökleri yarattığı günden itibaren kutsal kılmıştır. Bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: Tufan günlerinde kaldırılmadan önceki Ev’inin yanında, demektir. Üçüncüsü: Ezeli ilminde orada bir ev yapılacağı geçmiş olan evinin yanında demektir. Bu ikisini İbn Cerir zikretmiştir. Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle derdi: Kelâmın zahiri bu duanın Beytullah yapılıp da Mekke şehir olduktan sonra edildiğini gösterir. Müfessirler ise aksi kanattedirler. İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: İbrahim aleyhisselam Şam’dan çıktı, yanında da oğlu İsmail ile annesi Hacer vardı. Cebrâil de yanlarında idi. Nihayet Mekke'ye vardı, orada Mekke’nin dışında kendilerine Amalike denen birtakım insanlar vardı. Beytullah o gün için kızıl bir tepe halinde idi. İbrahim, Cebrâil’e: "Bunları burada bırakmakla mı emrolundum?” dedi. O da: Evet, dedi. Onları Hicr’in bir tarafına indirdi; Hacer’e de, orada bir çardak kurmasını emretti. Sonra da: "Ey Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını buraya yerleştirdim... “dedi. Hicaz halkı ile Ebû Amr: "İnniye eskentü” şeklinde ye’yi fetha ile okumuşlardır. "Rabbena liyukimussalate": Bu lâm'ın müteallakı (bağlı olduğu yer) hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: "Vecnübni ve beniyye en nabüdel ansam” kavline bağlıdır, Mana da şöyledir: Onları putlardan uzak tut ki, namazı dosdoğru kılsınlar. Bu da Mukâtil’in görüşüdür. İkincisi: Eskentü” kavline mütealliktir, Mana da şöyledir: Onları Beyt’inin yanına yerleştirdim ki, namazı dosdoğru kılsınlar; çünkü Beytullah namazların kıblesidir. Bunu da Maverdi zikretmiştir. "Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir": Yani insanlardan bir cemaatin kalplerini demektir. İbn Enbari şöyle demiştir: Neden kalplere gönüller, dedi? Çünkü kalp gönüle yakın ve komşudur. Şair İmruulkays şöyle demiştir: (Sevgilim) bana bir (bakış) oku attı, gönlüme değdi. Ayrılık sabahında, ben de hıncımı alamadım (karşılık veremedim). Bir başkası da şöyle demiştir: Sanki gönlüm her atlı geçtikçe, Yuvasına gitmek isteyen karganın kanadı gibidir. Bir başkası da şöyle demiştir: Gönlüm beni öyle bir aşka sürükledi ki, Ben o uzun özleme çok sabırlıyım. Bütün bu şairler gönül demekle, kalbi kastetmişlerdir. "Tehvi ileyhim": İbn Abbâs: Onları özlet, demiştir. Katâde de: Onları arzulat, demiştir. Ferrâ’ da: Onları istet, demiştir. Nitekim: Raeytü fülanen yehvi nahveke dersin ki, falanca seni istiyor, demektir. Bazıları da: Tehvahüm manasında: "Tehva ileyhim” (ilâ’yi zait olarak) okumuşlardır; "Redife leküm” (Neml: 72) kavlinde olduğu gibi ki, redifeküm, demektir. "İla” sözü pekiştirmek için gelmiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: "Tehvi ileyhim": onlara ulaştır, indir, manasınadır. Bu meylin manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O, hacca meyletmektir, bunu da çoğunluk, demiştir. İkincisi: O, Mekke’de oturma arzusudur, bunu da Atıyye, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Said b. Cübeyr de, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Eğer İbrahim aleyhisselam: insanların gönüllerini onlara meylettir, deseydi, Yahudiler de Hıristiyanlar da haccederledi. Ancak o: İnsanlardan bir kısmını, demiştir. 38"Rabbimiz, şüphesiz sen bizim gizlediğimizi ve açıkladığımızı bilirsin. Ne yerde ne gökte Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz". "Rabbimiz, sen bizim gizlediğimizi bilirsin": Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Gizlediğimiz, İsmail’in ayrılığına duyduğumuz hasrettir, açıkladığımız da, ona olan sevgimizdir. Müfessirler şöyle demişlerdir: İbrahim bunu, İsmail Harem’e inip de ondan ayrılmak istediği zaman demiştir. 39"Bana ihtiyarlığıma rağmen İsmail’i ve İshak’ı bağışlayan Allah’a hamd olsun. Şüphesiz Rabbim elbette duayı işitendir". "Bana ihtiyarlığıma rağmen bağışlayan Allah’a hamd olsun": Yaşlandıktan sonra veren, demektir. "İsmail’i ve İshak’ı": İbn Abbâs şöyle demiştir: İsmail, İbrahim doksan dokuz yaşında iken doğmuştur, İshak da o, yüz on iki yaşında iken doğmuştur. 40"Rabbim, beni namazı dosdoğru kılan eyle, zürriyetlerimden de. Ve duamı kabul et". "Rabbena ve tekabbel duaî": İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Hübeyre de Hafs, o da Âsım’dan rivayet ederek, vasılda ye ile: "Vetakabbel duâî” okumuşlardır. Bezzi de İbn Kesir’den, ye ile vasi ve vakfettiğini, söylemiştir. Kunbul da İbn Kesir’den vasılda ye'yi işmam ederek (ye kokusu vererek) okuduğunu, tam ye ile okumadığını ve elifle de vakfettiğini, demiştir. Diğerleri ise her iki halde de ye’siz okumuşlardır. Ebû Ali şöyle demiştir: Vakf ve vaslı ye ile yapmak esastır, işmam da câizdir, çünkü kesre ye’yi göstermektedir. 41"Rabbimiz, beni, anamı babamı ve mü’minleri hesabın kurulduğu gün bağışla". "Rabbimiz, beni ve anamı babamı bağışla": İbn Enbari şöyle demiştir: İslâm’a girmelerine tamah ederek istiğfar ettiğinde ebeveyni hayatta idiler. Ebeveyni ile Âdem ile Havva’yı kastettiği de söylenmiştir. İbn Mes’ûd, Übey, Nehaî ve Zührî, İsmail ile İshak’ı kastederek: "Veliveledeyye” okumuşlardır. Daha önce zikredilmeleri de buna delalet eder. Mücâhid de, tekil olarak: "Velivalidi” okumuş; Âsım el - Cahderi de vavın zammı ile: "Velivüldi” okumuştur. Yahya b. Yamur ile el - Cevni de vavın fethi ve dalın kesri ile tekil olarak: "Veliveledi” okumuşlardır. "Hesabın kurulduğu gün": Yani amellerin karşılığı verildiği gün, demektir. Mananın: İnsanlar hesaba durdukları gün, şeklinde olduğu da söylenmiş; hesap zikredilmiş, insanlar zikredilmemiştir. Çünkü mana anlaşılmaktadır. 42Sakın Allah’ı zâlimlerin yaptıkları şeylerden gafil zannetme. Onları ancak gözlerin belereceği güne erteliyor. "Sakın Allah’ı zâlimlerin yaptıkları şeylerden gafil zannetme": İbn Abbâs: Bu, zalim için tehdit, mazlum için de tesellidir, demiştir. "innema yuahhirühüm": Ebû Abdurrahman es - Sülemi, Ebû Rezin ve Katâde, nun ile: "Nuahhirühüm” okumuşlardır ki: Cezalarını erteliyor, demektir. "Gözlerin belereceği güne": Yani o gün mahlukatın gözleri dikilir, korkunç haller göründüğü için kapanmaz. 43Başlarını kaldırarak koşacaklar, gözleri kendilerine dönmez. Gönülleri de boştur. "Muhtı’îne": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Ihta: Gözü kırpmadan bakmaktır. Bunu El - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Dahhâk ve Ebudduha da böyle demişlerdir. İkincisi: O, hızla koşmaktır, bunu da Hasen, Said b. Cübeyr, Katâde ve Ebû Ubeyde demişlerdir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Ahtaalbairü fi seyrihi denir ki: Deve hızlı yürümektir. Kime doğru hızlı koştukları hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Davetçiye doğru, bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Ceheneme doğru, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Muhtı’: Başını kaldırmayan, demektir. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. "Muknii ruusihim": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Başlarını kaldırarak, demektir. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Said b. Cübeyr, Katâde ve Ebû Ubeyde de böyle demişlerdir. Ebû Ubeyde şunu delil getirmiştir: (Ne var, dercesine), bana doğru başını salladı ve kaldırdı, Sanki beklediği bir şeyi görmüş gibi. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Mukni re’sehu: Başını kaldırıp gözü ile önündeki şeye bakan kimse, demektir. Zeccâc da: Başlarını kaldırmışlar, öyle ki, boyunlarına yapıştırmışlardır, demiştir. "Muhtıîne muknii ruusihim": ikisi de hâl olarak mensubtur, Mana da şöyledir: O günde gözleri belerir, başları havaya kalkmış olarak. İkincisi: Başlarını eğerek, demektir. Bunu da Maverdi, Müerric’ten nakletmiştir. "Gözleri kendilerine dönmez": Yani o kadar dikkatli bakarlar ki, gözlerini kırpmazlar, hep açık kalır. İbn Kuteybe, mana: Onlar tek şeye bakarlar, demiştir. Hasen de şöyle demiştir: Kıyamet gününde insanların yüzleri göğe doğrudur, kimse kimseye bakmaz. "Gönülleri de boştur": Gönüller, kalplerin yuvalarıdır. Kelâmın manasında da dört görüş vardır: Birincisi: Kalpler yerinden çıkmış, gırtlaklara dayanmıştır. Bunu Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Katâde şöyle demiştir: Kalpler göğüslerden çıkmış, boğazlara takılmıştır. Gönülleri boştur, içinde bir şey yoktur. İkincisi: Gönüllerinde hayır namına bir şey yoktur, harabe gibidir. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Gönülleri deliktir (kırıktır) bir şey anlamaz. Bunu da Mürre b. Şerahil demiştir. Zeccâc da: Yırtıktır, korkudan dolayı bir şey anlamaz, demiştir. Dördüncüsü: Gönülleri boştur, onların akılları yoktur. Bunu da Ebû Ubeyde demiş ve Hassan b. Sabit’in şu beytini delil getirmiştir: Duyun ve benden Ebû Süfyan’a ulaştırın: Senin için boştur, korkak ve ödleksin. Buna göre mana şöyle olur: Kalpleri, korkunç şeyler gördüğü için akıldan halidir. Araplar içi boş her şeye: Hava, derler. İbn Kuteybe de: Korku ve endişeden dolayı yürekleri titrektir, demiştir. 44İnsanları kendilerine azabın geleceği bir günden uyar. Zâlimler: "Rabbimiz, bizi yakın bir süreye ertele de davetine icabet edelim ve peygamberlere tabi olalım” derler. Hâlbuki önceden "size zeval yoktur” diye yemin etmiştiniz. "insanları uyar": Yani onları korkut. "Kendilerine azabın geleceği günden": Bundan kıyamet günü kastedilmiştir. Neden onda özellikle azap vardır, denilmiştir; hâlbuki onda sevap da vardır? Çünkü söz asilere tehdit mahiyetinde söylenmiştir, İbn Abbâs: Burada insanlardan Mekke halkı murat edilmiştir, demiştir. "Zâlimler derler": Yani müşrikler. "Rabbimiz, bizi yakın bir süreye ertele": Yani bize az bir mühlet ver. Mukâtil şöyle demiştir: Dünyaya dönmek istemeleri, dünyadan yakında çıktıklarındandır. "Davetine icabet edelim": Yani tevhide. Onlara şöyle denir: "Daha önce yemin etmemiş miydiniz?": Yani dünyada iken bir daha dirilmeyeceğinize ve dünyadan ahirete intikal etmeyeceğinize yemin etmiştiniz. 45Sizler kendilerine zulmeden kimselerin yerlerine yerleştiniz. Onlara nasıl yaptığımız sizin için meydana çıktı ve size misaller getirdik. "Sizler kendilerine zulmeden kimselerin yerlerine yerleştiniz": Yani onların mekanlarına ve köylerine yerleştiniz; meselâ Hicr, Medyen ve halkı azap gören kentler gibi. "Kendilerine zulmettiler "in manası: Küfür ve isyan etmekle kendilerine zarar verdiler, demektir. "Ve tebeyyene leküm": Ebû Abdurrahman es - Sülemi ile Ebû’l - Mütevekkil en - Naci, te’nin zammesiyle, "ve tübüyyine” okumuşladır. "Onlara nasıl yaptık": Yani onlara nasıl azap ettik, demektir. Onlara ne yaptığımızı bildikten sonra meskenlerinden ibret alarak emrimize muhalefetten kaçınmalı idiniz. "Size misaller getirdik": İbn Abbâs: Kur’ân’daki misalleri kasdetmiştir, demiştir. 46Onlar gerçekten tuzaklarını kurdular. Tuzakları Allah’ın yanındadır. Her ne kadar ondan dağlar kayacak olsa da. "Onlar gerçekten tuzaklarını kurdular": İşaret edilen kimseler hakkında dört görüş vardır: Birincisi: O, İbrahim'le Rabbi hakkında tartışan Nemrut'tur, o şöyle dedi: Gökte ne olduğunu görmeden bu işe son vermeyeceğim, dedi ve iki kartal yavrusu getirilmesini emretti. Onlar beslendi, iyice şişmanlayıp da irileşince, bir sandık yapılmasını emretti. Sonra ortasına tahtadan oturacak bir yer yaptırdı; o yerin baş kısmına çok kırmızı et koydu. Sonra iki kartalı aç bıraktı, ayaklarını kirişlerle sandığın ayaklarına bağladı. Kendisi ve bir arkadaşı içine girip kapısını kapattı. Sonra kartalları uçurttu, onlar eti yakalamak istiyordu; onun için göğe yükseklere çıktılar. Sonra Nemrut, arkadaşına: "Kapıyı aç, bak ne görüyorsun?” dedi. O da açtı: Yeri dumanlar içinde görüyorum, dedi. O da: Kapat, dedi, sonra epey daha göğe yükseldiler. Sonra: Aç da bak, dedi. O da: Gökten başka bir şey göremiyorum, gittikçe uzaklaşıyoruz, dedi. O da: Tahtayı dünyaya doğru çevir, dedi. O da çevirdi. Kartallar eti yakalamak için yere süzüldüler, dağlar bunun gürültüsünü işitti, neredeyse yerinden oynayacaktı. Bu, Ali b. Ebû Talib’in görüşüdür. Ondan gelen bir rivayette kartalların dört olduğu söylenmiştir. Süddi de şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: O durmadan göğe yükseldi, yerin denizle kuşatıldığını gördü. Yer suyun ortasında kirmen ağırşağı (kirmen; tahta yün veya iplik eğrilen araç, ağırşak; kirmende ipi ağırlaştırmak için alt ucuna geçirilen yarım küre biçiminde, ortası delik ağaç veya kemik parça) gibi görünüyordu. Sonra daha da yükseldi, karanlığa girdi; alüm da üstünü de göremedi. Bundan telaşlandı, eti yere doğru çevirdi; kartallar süzüldüler. Nemrut yere inince Kule yapmaya başladı. İbn Abbâs’tan da onun önce kuleyi yapıp sonra kartallarla göğe çıktığı rivayet edilmiştir. Göğe çıkamayınca kale biçiminde bir kule yaptı. Allah da ona temelinden gelip onu yerle bir etti (Babil kulesi. Mütercim). İkrime de şöyle demiştir: Sandıkta onun yanında bir genç vardı, yay ve ok kuşanmıştı. Göğe bir ok attı, o da kanlı olarak döndü, o zaman: Gök ilâhsının işini bitirdim dedi. O ise yerle gök arasında muallakta duran bir denizdeki balığın kanı idi. Yükseklerden korkunca, adamına: Tahtayı yere çevir, dedi. O da çevirdi. Kartallar da yere süzüldü, dağlar gökten bir emir indiğini zannetti ve yerinden oynadı. Başkası da şöyle demiştir: Dağlar bunu görünce kıyamet koptuğunu zannetti, neredeyse yerinden oynayacaktı. Said b. Cübeyr ile Ebû Mâlik bu manaya gitmişlerdir. İkinci görüş: O, Babil kralı Buhtunassar'dır, bu kıssa onun başından geçmiştir. Kartallar eti yakalamak için Allah’ın dilediği kadar yükselince ona: "Ey azgın, nereye gitmek istiyorsun?” diye ses geldi. O da korktu, sonra üstünden bir ses işitti, yere indi. Dağlar bunu görünce kıyametin koptuğunu zannetti; neredeyse yerinden kayacaktı. Bu da Mücâhid’in görüşüdür. Üçüncüsü: burada işaret edilenler eski milletlerdir. İbn Abbâs ile İkrime: Şirkleridir, demişler. Dördüncüsü: Onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i öldürmek ve Mekke’den çıkarmak için tuzak kuranlardır. "Tuzakları Allah’ın yanındadır": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O’nun katında koruma altındadır, sonra onları cezalandıracaktır. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. İkincisi: Tuzaklarının cezası Allah’ın yanındadır, demektir. "Ve in kâne mekrühüm": Ebû Bekir, Ömer, Ali, İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b, İbn Abbâs, İkrime ve Ebû’l - Âliyye dal ile: "Ve in kâde mekrühüm” okumuşlardır. "Litezule minhül cibal": Çoğunluk "litezule"nin birinci lamını kesre ve ikincisini fetha ile "litazule” okumuş ve: Tuzaklarından dağlar kaymaz, bunu yapamayacak kadar zayıf ve gevşektir, demek istemişlerdir. Hasen Basri de böyle tefsir etmiştir. Kisâi de birinci “Lâm” ın fethi ve ikincisinin zammı ile "letuzulu” okumuş ve: Neredeyse tuzaklarından dağlar yerinden oynayacaktı, demek istemiştir. İbn Enbari de böyle tefsir etmiştir. Dağlardan ne murat edildiğinde de iki görüş vardır: Birincisi: Bilinen dağlardır, bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in durumu ve dininin sağlam dağlar gibi duruşu için misal getirilmiştir. Mana da şöyledir: Eğer tuzakları dağları yerinden oynatacak kerteye ulaşsa, yine de İslâm'ın durumu sarsılmaz. Bunu Zaccac, demiştir. Ebû Ali de bunun doğruluğunu: 47Öyleyse, sakın Allah’ın peygamberlerine va’dinden cayacağını zannetme. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir. "Sakın Allah’ın peygamberlerine va’dinden cayacağını zannetme” kavli gösterir demiştir. Yani Allah sana onlara galip geleceğini va’detmiştir, demektir. İbn Abbâs da: Va’di ile yardım, fetih ve dinin açığa çıkarılması kastedilmiştir, demiştir. "Şüphesiz Allah mutlak galiptir": Yani yanına yaklaşılmaz, "intikam sahibidir” kâfirlerden, demektir. O da onları küfürlerine karşı cezalandırmasıdır. 48O gün yer başka yerle değiştirilir, gökler de. Kahredici bir tek Allah'ın huzuruna çıkarlar. "Yevme tübeddelül ardu ğayral ardı": Eban nun ile ve dalın kesri ile "yevme nübdilül", nasb ile de "el - arda” ve tenin kesri ile de "vessemavati” rivayet etmiştir. "Ğayra’nın nasbında ise ihtilaf yoktur. Yerin değiştirilmesinde de iki görüş vardır: Birincisi: Yer o yerdir, onda ilâve eksiltme yapılır; tepeleri, dağları, dereleri ve ağaçları gider, deri gibi dümdüz olur. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ebû Hureyre de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yer başka yerle değiştirilir; deri gibi dümdüz olur. 4 4 - Taberi. Tefsir, 13/252. İkincisi: O, başkasıyla değiştirilir. Sonra bunda da dört görüş vardır: Birincisi: O, gümüş gibi bembeyaz ve üzerinde günah işlenmemiş bir yerle değiştirilir. Bunu Amr b. Meymun, İbn Mes’ûd’dan, Atâ’ da İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid de böyle demiştir. İkincisi: Yer, ateşe çevrilir, bunu da Übey b. Ka'b, demiştir. Üçüncüsü: O, gümüş bir yerle değiştirilir. Bunu da Enes b. Malik, demiştir. Dördüncüsü: Yer beyaz bir ekmeğe dönüştürülür; mü’min ayaklarının altından yer. Bunu Ebû Hureyre, Said b. Cübeyr ve Kurtubi, demişlerdir. Başkaları da şöyle demiştir: Ehl-i İslâm hesap işi bitinceye kadar ondan yer. Göklerin değiştirilmesine gelince, onda da altı görüş vardır: Birincisi: Onlar altına çevrilir, bunu Hazret-i Ali radıyallahu anh, demiştir. İkincisi: Onlar, cennetlere çevrilir, bunu da Übey b. Ka’b, demiştir. Üçüncüsü: Onların değiştirilmesi, güneşinin köreltilip yıldızlarının dökülmesidir. Bunu da İbn Abbâs demiştir. Dördüncüsü: Onların değiştirilmesi, durumlarının bozulması; bir defa erimiş maden gibi, bir defa da erimiş yağ gibi olmasıdır. Bunu da İbn Enbari demiştir. Beşincisi: Onların değiştirilmesi kitap tomarı gibi dürülmesidir. Altıncısı: Yarılıp gölgelememesidir. Bu ikisini Maverdi zikretmiştir. "Bir tek kahredici Allah’ın huzuruna çıkarlar": Yani kabirlerinden çıkarlar, demektir. 49O gün günahkarların bukağılarla bağlandıklarını görürsün: "Günahkarları görürsün": Yani kâfirleri, demektir. "Mukarranin": Karrentüşşey’e bişşey’i denir ki: Bir şeyi bir şeye yaklaştırıp yan yana getirmektir. "Kimlerle yan yana getirilip bağlanacakları” hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar şeytanlarla bağlanır, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Onların elleri ve ayakları boyunlarına bağlanır. Bunu da İbn Zeyd demiştir. Üçüncüsü: Birbirlerine bağlanırlar, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. "Asfad = bukağılar” hakkında da üç görüş vardır: Onlar demir halkalardır. Bunu İbn Abbâs, İbn Zeyd, Ebû Ubeyde, İbn Kuteybe, Zeccâc ve İbn Enbari, demişlerdir. İkincisi: Onlar kelepçeler ve bukağılardır, bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Kelepçelerdir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki demiştir. 50Gömlekleri katrandan. Yüzlerini ateş kaplar. 51Allah her nefse kazandığının cezasını versin diye. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. Serabile gelince, Ebû Ubeyde: Onlar gömleklerdir, tekili sirbal’dır, demiştir. Zeccâc da: Sirbal: Her türlü giyeceğe denir, demiştir. Katranda üç lügat (okunuş) vardır: Kafin fethi ve tının kesri (kadran), kafin fethi ve tının sükunu (katran), kafin kesri ve tının sükunu (kıtran). Manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O, erimiş bakırdır. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O, deveye sürülen katrandır, bunu da Hasen, demiştir. O, bir ağaçtan sızan bir sıvıdır, deveye yağ gibi sürülür. Zeccâc şöyle demiştir: Elbiselerinin katrandan olması, çabuk tutuşup deriye sirayet ettiği içindir. Eğer Allahü teâlâ ondan daha fazla yakacak bir şey isteseydi, ona da gücü yeterdi, ancak gerçeğini bildikleri şeyle onları ikaz etmiştir. İbn Abbâs, Ebû Rezin, Ebû Miclez, İkrime, Katâde, İbn Ebi Able ve Ebû Hatim de Ya’kûb ’tan rivayet ederek kafin kesri, tının sükunu ve tenvirde: "Min kıtrin", katı’ hemzesinin fethi ve meddi ile "ânin” okumuşlardır ki, kıtr: Bakır, "ânin” de çok sıcak, demektir. "Yüzlerini ateş kaplar": Yani üstlerinden bürür, demektir. "Liyecziye"deki lâm da, "berezu” kavline mütealliktir. 52Bu, insanlara bir tebliğdir, uyarılmaları için ve bilsinler ki, O, bir tek Allah'tır. Ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar diye. "Bu, insanlara bir tebliğdir": Bu diye işaret edilen şey hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, Kur’ân’dır. İkincisi: Uyarıdır. Belağ da: Yeterli, demektir. Mukâtil de: insanlardan maksat, Mekke halkıdır, demiştir. "Uyarılmaları için": Yani Kur’ân indirilmiştir ki, insanlar onunla uyarılsınlar ve içindeki delilleri bilsinler. "O, ancak bir tek İlâhtır". "Veliyezzekkere": öğüt alsın diye, "akl-ı selim sahipleri". |
﴾ 0 ﴿