15-HICR SÛRESİ

Mekke’de inmiştir.

99 ayettir.

Hepsi Mekki’dir, bunda da hiçbir ihtilaf bilmiyoruz.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Elif. Lâm. Ra. Bunlar kitabın ve açıklayıcı Kur’ân'ın âyetleridir.

"Elif. Lâm. Ra. Bunlar kitabın âyetleridir": Bunun açıklaması, Yûnus: l’de geçmiştir.

"Açıklayıcı Kur’ân’ın":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân kitabın ta kendisidir; onun iki ismi verilmiştir.

İkincisi: Kitap; Tevrat ile İncil’dir, Kur’ân da bizim kitabimizdir. Biz de Yûsuf suresinin başında mübin’in manasını zikretmiş bulunuyoruz.

2

Kâfirler zaman zaman Müslüman olsalardı, diye temenni edecek.

"Rübema":

İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, şeddeli olarak "rübbema” okumuşlardır. Nâfi, Âsım ve Abdülvaris de şeddesiz olarak "rübema” okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Esed ve Temim oğulları şedde ile "rübbema” derler; Hicaz halkı ile Kays’in çoğu da şeddesiz olarak "rübema” derler. Teymürrebab kabilesi de, ra’nın fethi ile: "Rebbema” der. Şöyle denilmiştir: Şeddesiz okunması, onda tad’if (tekit) olmasındandır. Tad’if harfleri de bazen atılır, meselâ

"inne” ve "lakinne"de olduğu gibi; onu tahfif etmişlerdir (in ve lâkin demişlerdir).

Zeccâc: Araplar: Rübbe recülin caeni ve rübe recülin caeni, derler demiş ve şu delili getirmiştir:

Ey Züheyr, artkafa (ense) ve şakak kılları ağarırsa da, gerçekten ben,

Nice deneyimli savaşçıları akranlarıyla çatıştırmışımdır.

Bu beyt Ebû Kebir el - Hüzeli’nindir, divanında şöyledir:

Nice büyük orduları emsali ile çatıştırdım.

Hey dal: Savaşa kışkırtılan topluluk (ordu) dur. Demek istiyor ki: Ben onları düşmanları ile çatıştırdım, savaş yönettim. "Rübbe” azlık ifade etmek için vaz edilmiştir, nitekim "kem” de çokluk için konulmuştur.

"Ma” ilâve edilmesi, arkasındaki fi’li telaffuz etmek içindir. Rübbe recülin caeni, ve rübema caeni Zeydün, dersin.

Ahfeş de şöyle demiştir: "Rübbe"nin yanına ma getirilmesi arkasındaki fi’li telaffuz etmek içindir, istersen

"ma"yı "şey” manasına alırsın: Rübbe şey’in demiş gibi olursun. Buna göre âyetin manası: Kâfirlerin istediği şeylerden biri de o şeyin sevgisidir, demek olur. Ebû Süleyman Dımeşki de:

"Ma” burada "hin = zaman” anlamınadır; mana da: O zaman kâfirler isterler, demektir.

Müfessirler kâfirlerin bu sözü ne zaman söyleyecekleri hakkında da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, ahirette olacaktır. Bu ne zaman olacaktır?

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Cehennemlikler ve yanlarında Allah’ın istediği kıble ehlinden kimseler ateşte toplandıkları zaman kâfirler, Müslümanlara: "Sizler müslümanlar değil miydiniz?” derler. Onlar da: Evet, derler: Kâfirler: İslâmınız bir işe yaramadı, siz de bizimle beraber ateşe girdiniz, derler. Onlar da: Bizim günahlarımız vardı, o yüzden yakalandık, derler. Allahü teâlâ dediklerini işitir; cehennemde ehl-i kıbleden kim varsa çıkarılmasını emreder. Kâfirler bunu görünce: Keşke biz de Müslüman olsa idik de onlar gibi biz de çıkarılsaydık, derler. Bunu Ebû Mûsa’l - Eş’ari, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. 1

1- Taberi, Tefsir, 14/2.

İbn Abbâs - bir rivayette - Enes b. Malik, Mücâhid, Atâ’, Ebû’l - Âliyye ve İbrahim de bu görüştedirler.

İkincisi: Allah onlara hep merhamet ve şefaat eder, sonunda: Müslümanlardan kim varsa cennete girsin, der. İşte o zaman kâfirler de Müslüman olmalarını isterler. Bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Kâfirler kıyameti gözleriyle gördükleri zaman, Müslüman olmalarını isterler. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Dördüncüsü: Kâfirler kıyamette kâfirin azap edildiği ve müslümanın esen kaldığı korkunç manzaralardan bir manzara gördükçe, bunu isterler. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

İkinci görüş: O, dünyada olacaktır; gözleriyle görüp de sapıklığın hidâyetten ayrıldığı belli olunca varacakları yeri öğrendikleri zaman, bunu isterler. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Eğer: "Rübbe” azlık içindir, bu âyet ise tehdit mahiyetinde varit olmuştur, tehdide de va’dedilen şeyin çok olması yaraşır?” denilirse, buna üç cevap verilir; bunları İbn Enbari zikretmiştir:

Birincisi: "Rübbema” azlık için de çokluk için de kullanılır. Nitekim nâhil de hem susuz hem de suya kanmış, cevn de hem siyah hem de beyaz için denilir.

İkincisi: Kıyametin korkuları ve başlarına gelecek diğer korkular o kadar çok olacaktır ki, akılları başlarına geldiği zaman bunu (Müslüman olmayı) isteyecekler.

Üçüncüsü: Bu korkutuldukları şey, azap hallerinden birinde istenecek şeylerden olsa veya insan içine düştüğü zaman pişman olmaktan korksa da onu kesin olarak bilmese idi, yine de ondan kaçınması lâzım gelirdi.

Eğer: "Rübema"dan sonra müstakbel (muzari) nasıl gelir, hâlbuki bunun yolu ondan sonra mazi gelmektir, meselâ: Rübema lekıytü Abdallah, denilir?” diye akla gelirse.

Cevap şöyledir: Allah’ın va’dettiği şey haktır, onun geleceği de geçmiş gibidir. Şu âyetler de bunu gösterir:

"Ve iz kalallahu ya İsabne Meryeme” (Maide: 116);

"ve nada ashabül cenneti” (A’raf: 44);

"velev tera iz feziu felavfevte” (Sebe’: 51). Kaldı ki, Kisâi ile Ferrâ’ Araplardan: Rübema yendemü fülanün dediklerini nakletmiş ve şairin şu beyitini delil getirmişlerdir:

Bazen insanlar öyle bir şeyden kaygılanır ki,

Günü gelince ilmek gibi çözülür.

(Burada rübbema teczau” demiştir.

3

Bırak onları, yesinler, zevklensinler, emel onları oyalasın. Sonra bilecekler.

"Bırak onları, yesinler": Yani kâfirleri bırak, dünyadan nasiplerini alsınlar, demektir,

"emel onları oyalasın": Yani dünyada umut ettikleri şeyler onları iman ve taatten nasip almaktan meşgul etsin, demektir.

"Sonra bilecekler": Kıyamete geldikleri zaman yaptıklarının vebalini çekerler. Bu, tehdit ve gözdağıdır.

Müfessirlere göre bu âyet, kılıç âyetiyle neshedilmiştir.

4

Hiçbir kenti helak etmedik, illâ ki, onların belli bir yazısı vardır.

"Hiçbir kenti helak etmedik": Yani bir kent halkım helak etmedik.

"İlla ki, onların belli bir yazısı vardır": Yani belirli bir süresi vardır; ne geçilir, ne de geç kalınır.

5

Hiçbir ümmet ecelini geçmez, gecikmezler de.

"Ma tesbiku min ümmetin eceleha":

"Min” dolgu maddesidir, zaittir,

Mana da şöyledir: Ulaşmaları takdir edilen vaktinden önce gelmez, ondan sonraya da kalmaz.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Neden, eceleha” dedi? Çünkü ümmet lâfzı müennestir de ondan. Sonradan (müzekker kalıbı ile)

"yeste’hirun” demesi de erkekler manasına olmasındandır.

6

Dediler:

"Ey kendisine zikir indirilen, şüphesiz sen gerçekten delisin":

"Dediler: Ey kendisine zikir indirilen":

Mukâtil şöyle demiştir: Bu âyet; Abdullah b. Ebi Ümeyye, Nadr b. Haris, Nevfel b. Halid ve Velid b. Muğire hakkında nazil oldu. İbn Abbâs, zikir: Kur’ân’dır, demiştir. Bunu da alay yollu dediler; çünkü eğer gerçekten onun zikir olduğuna inansalardı:

"Şüphesiz sen gerçekten delisin” demezlerdi.

Ebû Ali el - Farisi de şöyle demiştir: Bu âyetin cevabı, başka bir surede”

"Sen, Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin” (Kalem: 2) âyetinde verilmiştir.

7

"Eğer doğrulardan isen, bize melekleri getirsen, ya!".

"Levma te’tina (bize getirsen ya)":

Ferrâ’ şöyle demiştir: "Levma” ile "levla” hella manasınadır. Aynı şekilde

Ebû Ubeyde de: Bu ikisi aynı manayadır, demiş ve İbn Mukbil’in şu beytini delil getirmiştir:

Eğer haya ile din olmasa idi, siz beni şaşılığımla ayıpladığınız gibi

Ben de sizi bazı kusurlarınızla ayıplardım.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Melekleri istemeleri, onun doğruluğuna ve onu Allah’ın gönderdiğine şahitlik etmesi içindir. Allahü teâlâ da:

8

Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O takdirde onlara mühlet verilmez.

"Ma nünezzilül melaikete illâ bilhakkı (biz melekleri ancak hak ile indiririz)” diye cevap verdi. İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, meftuh te ile

"ma tünezzelü” ve ref ile de "el - melaiketü” okumuşlardır.

Ebû Bekir de, Âsım’dan mazmum te ve meçhul kalıbı ile "ma tünezzelü” rivayet etmiştir.

Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan, nun ve şeddeli ze ile "ma nünezzilü” ve yine nasb ile de "el - melakite” okumuşlardır.

Haktan ne murat edildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, iman etmedikleri takdirde azaptır, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Peygamberliktir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Ölürken ruhları kabzetmektir, bunu da İbn Saib, demiştir.

Dördüncüsü: O, Kur’ândır, bunu da Maverdi, nakletmiştir.

"Olmazlardı": Yani müşrikler,

"o takdirde bekletilenler": Yani melekler azapla indikleri zaman bekletilmezlerdi, demektir.

9

Gerçekten zikri biz, evet biz indirdik ve elbette onu mutlaka biz koruyacağız.

"Gerçekten zikri biz indirdik": Krallar bir şey yaptıkları zaman, bir tek kral, kendini ve adamlarını kastederek, biz yaptık, der. Sonra bu, kral tek başına da yapsa krallara hitapta adet ve usul haline geldi. Araplara da anlayacakları kendi dilleri ile hitap edildi. Zikir: Bütün müfessirlere göre Kur’ân’dır.

"Lehu"daki zamirin mercii hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, zikre râcîdir, bunu da çoğunluk, demiştir.

Katâde de şöyle demiştir: Allah onu indirdi, sonra da onu muhafaza etti. Artık İblis ona bir bâtıll ilâve edemez ve ondan bir hak eksiltemez.

İkincisi: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir,

Mana da şöyledir:

"Onu elbette biz koruyacağız": Şeytanlardan ve düşmanlardan. Çünkü onlar:

"Sen gerçekten delisin” demişlerdi. Bu; İbn Saib ile Mukâtil’in görüşüdür.

10

Yemin olsun, senden önce de evvelki ümmetlerin içinde (peygamberler) gönderdik.

"Yemin olsun, senden önce de gönderdik":

Yani peygamberler gönderdik, demektir. Gönderdik denildiği için peygamberler zikredilmemiştir. Şiye’: Fırkalar, ümmetler demektir.

Ferrâ’'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şia: Bir şey üzerinde toplanan ve birbirlerini izleyen ümmetler (taraftarlar) demektir.

11

Onlara bir peygamber gelmeye dursun, illâ onunla alay ederlerdi.

"Onlara bir peygamber gelmeye dursun, illâ onunla alay ederlerdi": Bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için tesellidir,

Mana da şöyledir: Sen sıkıntıya müptela olduğun gibi senden önceki her peygamber de sıkıntıya müptela olmuştur.

12

Bunun gibi, onu da (o alay etmeyi de) günahkarların kalplerine sokarız.

"Onu da kalplerine sokarız":

İşaret edilen şey hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, şirktir, bunu İbn Abbâs, Hasen ve İbn Zeyd, demiştir.

İkincisi: O, alay etmedir, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Yalanlamadır, bunu da İbn Cüreyc ile Ferrâ’, demişlerdir.

Âyetin manası şöyledir: Küfrü eski milletlerin kalplerine soktuğumuz gibi, yalanmayı da bunların kalplerine sokarız; onlar da iman etmezler. Sonra müşriklerden haber vererek:

"Ona inanmazlar” dedi.

İşaret edilen şey hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: O, Peygamberdir.

İkincisi: Kur’ân’dır.

Üçüncüsü: Azaptır.

13

Ona iman etmezler. Hâlbuki öncekilerin kanunu geçmiştir.

"Öncekilerin kanunu geçmiştir": bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın inanmayanlar hakkındaki helak kanunu geçmiştir.

İkincisi: Peygamberleri yalanma kanunu (alışkanlıkları) geçmiştir.

14

Eğer üzerlerine gökten bir kapı açsak da ondan çıkmaya başlasalar,

"Eğer üzerlerine gökten bir kapı açsaydık": Yani Mekke kâfirlerine, demektir.

"Fezallu fihi yarucun": Yukarı tırmansalardı, demektir. Zaile yef’alü keza: Bir şeyi gündüz boyu yapmaktır.

Çıkmalarına işaret edilenler kimlerdir?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar meleklerdir, bunu İbn Abbâs ile Dahhâk, demişlerdir,

Mana da şöyledir: Eğer gözlerinin perdesi açılsa da gökte meleklerin çıktığı bir kapı görselerdi, yine de iman etmezlerdi.

İkincisi: Onlar müşriklerdir, bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Mana da şöyledir: Eğer onları göğe ulaştırsaydık, inatlarından dolayı inkârdan başka bir şey hissetmezlerdi.

15

Mutlaka:

"Ancak gözlerimiz bağlandı. Hayır, biz büyülenmiş bir topluluğuz” derlerdi.

"Lekalu innema sükkiret ebsaruna": Çoğunluk kâfin şeddesi ile okumuşlardır. İbn Kesir ile Abdülvaris de şeddesiz olarak okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: İki kıraatin de manası biribirine yakındır, mana da: Gözleri tutulmaktır. Bu: Sekeretirrihu sözünden gelir ki: Rüzgar sakinleşmek ve durmaktır. Ebû Amr b. el - Alâ da şöyle demiştir: Şeddesiz olarak "sükiret"in manası, şarabın verdiği sarhoşluktan alınmıştır, yani: Gözleri şaşmış, aklı karıştığı için sarhoş adam gibi gözleri bozulmuştur.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Şeddesizin manası bu olursa, şeddelisinin manası da bu durumun çok ve arka arkaya olmasıdır.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Şedde ile "sükkiret” suyun akmasını engelleyen setten gelir; sanki set nasıl akmayı durdurmuşsa, onların gözleri de görmekten alıkonulmuştur.

Zeccâc da şöyle demiştir: Şedde ile sükkiret’i, uğşiyet ile tefsir etmişlerdir ki, perdelenmek demektir. Şeddesiz "sükiret” ise: Şaşmak ve durup görmemektir. Araplar: Sekeretirrihü, derler ki, rüzgar durmak manasınadır. El - Avfi,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"İnnema sükkiret ebsaruna": Gözlerimiz alındı ve gördüğümüz bize karışık geldi, büyülendi, demektir.

Mücâhid de: Sükkiret: Gözlerimiz boyandı, gözlerimize başka şeyler görünüyor, demiştir.

16

Yemin olsun, gökte burçlar yarattık ve onları bakanlar için süsledik.

"Yemin olsun, gökte burçlar yarattık":

Burçlar hakkında üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar güneşin ve ayın burçlarıdır, yani duraklarıdır. Bunu İbn Abbâs, Ebû Ubeyde ve diğerleri demişlerdir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Burçların adları şunlardır: Koç, boğa, ikizler, yengeç, aslan, başak, terazi, akrep, yay, oğlak, kova ve balık.

İkincisi: Onlar saraylardır, bu da yine İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Atıyye: Onlar içinde bekçiler bulunan saraylar (kuleler)dir, demiştir.

İbn Kuteybe de: Aslında burçlar kale burçlarıdır, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar, yıldızlardır, bunu Mücâhid, Katâde ve Mukâtil, demişlerdir. Ebû Salih de: Onlar: Büyük yıldızlardır, demiştir.

Katâde de onlara burçlar denilmesi, göründükleri içindir, demiştir.

"Onları süsledik": Yani onları yıldızlarla güzelleştirdik, demektir.

"Bakanlar için":

Bunlardan kimlerin murat edildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar görenlerdir.

İkincisi: İbret alanlardır.

17

Onları kovulmuş / taşlanmış her şeytandan koruduk.

"Onları kovulmuş her şeytandan koruduk": Yani onları şeytanın yetişmesinden veya onlarla ilgili bir şey bilmesinden koruduk, demektir, ancak kulak hırsızlığı eden hariçtir. Onu da ateş parçası izler. Recim ise, Al-i İmran: 36'da şerh edilmiştir.

Âlimler şunda ihtilaf etmişlerdir: Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem gönderilmeden önce de şeytanlara yıldızlar atılır mıydı, yoksa değil miydi?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gönderilinceye kadar onlara yıldız atılmazdı. Bu mana Said b. Cübeyr’in, İbn Abbâs’tan rivayet ettiği şu hadiste Buhârî ile Müslim’de rivayet edilmiştir, diyor ki: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bir bölük ashabı ile beraber Ukaz panayırına doğru gitti, şeytanlarla gök haberi arasına engel konulmuştu. Onlara ateş topları gönderildi. 2

2 - Buhârî, Ezan, bab, 5; Tefsirü sûre, 72, bab, 1; Müslim, Salat, hadis no, 149; Tirmizî, Tefsirü sûre, 72, bab, 1; Ahmed, Müsned, 1/252.

Bu hadisin zahiri, bunun daha önce olmadığını gösterir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bunun Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderilmesinden sonra olduğuna şu delalet eder ki, Arap şairleri şimşek ve hızlı şeylerle misal getirirlerdi de kayan yıldızlarla misal getirmezlerdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderilmesinden sonra bunlar meydana gelince, şairler bunları kullanmaya başladılar, Zürrimme şöyle dedi:

O, ifrit bir cinin arkasından atılan yıldız gibidir,

Gecenin karanlığında işaretli ve süzülen yıldız gibidir.

İkincisi: O, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderi - mesinden önce de vardı. Müslim’in Sahih'inde Ali b. Hüseyn’in İbn Abbâs’tan rivayet ettiği hadiste şöyle denilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir grup ashabı ile oturuyordu; birden bir yıldız kaydı, parladı; Peygamberimiz: "Cahiliye döneminde bu gibi şeye ne derdiniz?” dedi. Onlar da: Büyük biri öldü veya büyük biri doğdu, derdik, diye cevap verdiler. O da şöyle dedi: Bunlar bir kimsenin ölümü veya doğumu için atılmaz; ancak Rabbimiz bir şeye hükmettiği zaman, Arş’i taşıyan melekler tesbih ederler. Sonra alttaki gök halkı tesbih ederler. Bu gök halkına gelinceye kadar devam eder. Sonra yedinci gök halkı, Arş’i taşıyanlara: "Rabbiniz ne dedi?” diye sorarlar; onlar da haber verirler. Sonra her gök halkı öteki gök halkına sorar. Nihayet haber bu dünya göğüne varır. Cinler (tane gibi) kapılır ve onlara ateş topu atılır. Onların hak olarak getirdikleri doğrudur, ancak onlar yalan söyler ve ilaveler yaparlar. 3

3- Müslim, hadis no, 124; lirinizi, Tefsirü sere, 34, bab, 3; Ahmed, Müsned, 1/21.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şeytanlara gökler yasak değildi, İsa aleyhisselam doğunca üç gök yasaklandı; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem doğunca da hepsi yasaklandı. Zührî de şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem gönderilmeden önce de onlara ateş topu atılırdı, ancak gönderilince ağırlaştırıldı, şiddeti artırıldı. Bu, İbn Kuteybe’nin görüşüdür. O şöyle demiştir: Bu manayı eski şiirde de görmekteyiz; cahiliye şairi Bişr b. Ebi Hazim şöyle demiştir:

Kervanı toz kaplamıştır. Sıpa da arkalarında

Kayan yıldız gibi koşmaktadır.

Yine bir cahiliye şairi olan Evs b. Hacer de şöyle demiştir:

İnci gibi parlayıp kayan yıldız gibi süzüldü,

Arkasından çadır gibi toz bulutu etrafı kapladı.

18

Ancak kulak hırsızlığı eden müstesnadır ki, hemen onu apaçık bir ateş parçası / topu izler.

"Ancak kulak hırsızlığı eden hariç": Yani meleklerden duyduğunu kaçıran hariç, demektir.

İbn Paris te: Kulak hırsızlığı etmek, gizlice dilemektir, demiştir.

"Feetbeahu": Hemen onu izler, yani arkasına düşer,

"apaçık bir ateş topu":

İbn Kuteybe: Işık saçan yıldız, demiştir.

"Mübin"in açık, yani dünya halkının gördüğü şey diyenler de olmuştur. Şeytanlar ancak yerle ilgili haberleri çalmaya çalışır; ama aziz ve celil olan Allah’tan gelen vahiyler ise korunma altına alınmıştır.

Ateş parçasının öldürüp öldürmeyeceği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O yakar ve sersemletir, öldürmez, bunu İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: O, öldürür, bunu da Hasen, demiştir. Bu görüşe göre şeytan, dinlediğini yere ulaştırmadan önce öldürülür mü?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, bundan önce öldürülür, buna göre gök haberleri peygamberlerden başkasına ulaşmaz.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunun içindir ki, kâhinlik bitmiştir.

İkincisi: O, dinlediğini başka cinlere ulaştırdıktan sonra öldürülür, bunun içindir ki, tekrar dinlemeye dönerler. Eğer ulaştırmasa idi, tekrar dinlemeyi keserlerdi.

19

Yeri de döşedik, ona sabit dağlar attık ve onda ölçülü her şeyden bitirdik.

"Yeri de döşedik": Yani onu suyun üzerine yaydık,

"ona sabit dağlar": Yüksek dağlar attık,

"onda bitirdik":

İşaret edilen şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, yerdir, bunu da çoğunluk, demiştir.

İkincisi: Dağlardır, bunu da Ferrâ’, demiştir.

"Ölçülü her şeyden":

Kavlinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Ölçülü: Bilinen demektir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, İbn Cübeyr ve Dahhâk da böyle demişlerdir.

Mücâhid, İkrime ve diğerleri de: ölçülü: Miktarı belli, demişler. Buna göre

Mana şöyledir: Sanki tartılı gibi miktarı belli. Çünkü dünya halkı her şeyi ölçü ile bildikleri için Allahü teâlâ da bundan miktarı belli ve tartılı diye haber vermiştir.

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: O, Allahü teâlâ’nın takdirine göre cereyan etmektedir, Allahü teâlâ’nın takdirini geçemez, halk da onda artırma ve eksiltme yapamaz.

İkincisi: Bundan altın, gümüş, kurşun, demir, sürme vb. gibi tartılan şeyler kastedilmiştir. Bu mana Hasen, İkrime, İbn Zeyd ve İbn Saib’ten rivayet edilmiş; Ferrâ’ da bunu tercih etmiştir.

20

Orada sizin için ve rızkını vermediğiniz kimseler için geçimlikler yarattık.

"Sizin için orada geçimlikler yarattık":

Burada işaret edilen şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, yerdir.

İkincisi: Onlar bitirilen şeylerdir. Maayiş de: Maişetin çoğuludur, mana da: Sizin için orada geçiminizi temin edecek rızıklar verdik, demektir.

"Rızıklarını vermediğiniz kimseler için de geçimlikler yarattık":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar hayvanlar ve davarlardır, bunu İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

İkincisi: Vahşi hayvanlardır, bunu da Mansur, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

İbn Kuteybe de: Vahşi hayvanlar, kuşlar, canavarlar ve insanoğlunun rızkını vermediği bunlara benzer şeylerdir, demiştir.

Üçüncüsü: köleler ve cariyelerdir, bunu da Ferrâ’, demiştir.

Dördüncüsü: Köleler, davarlar ve hayvanlardır, bunu da Zeccâc, demiştir.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Men": Mahallen mensubtur,

Mana da şöyledir: Orada sizin için geçimlikler, köleler ve cariyeler kıldık. Bunun mahallen mecrur olduğu da söylenmiştir ki,

Mana şöyledir: Orada size ve rızkını vermediğiniz kimselere geçimlikler kıldık.

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Size havyanlar ve köleler verdik, rızıklarını temin etme külfetinden de kurtardık.

Eğer: "Nasıl:

"Men” burada vahşiler ve hayvanlar içindir, dersiniz, hâlbuki o akıllılar içindir?” denilirse, cevap şöyledir:

Vahşi hayvanlar ve diğerleri genellikle insanlara has olan geçimliklerle nitelenince - ki, insan için maaş, denir de at için maaş denilmez - o da insanlara tebean denilmiştir. Meselâ şuralarda olduğu gibi:

"Ya eyyühen nemlüdhulu mesakineküm"; (Neml: 19)

"raeytühüm li sacidin” (Yûsuf: 4), "küllün fi felekin yesbahun (Enbiya 33). Bir yerde insanlarla başkaları toplanırsa, insanlar akıl ve ayrım gücünden dolayı üstün sayılır, diğerleri de onlara tabi kılınır.

21

Hiçbir şey yoktur ki, onun hâzineleri / depoları yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli miktarda indiririz.

"Ve in min şey’in": Hiçbir şey yoktur ki, demektir.

"Onun hâzineleri yanımızda olmasın": Bu kelâm, her şey için geneldir. Bazıları bunun özel olup yalnız yağmur için kullanıldığını söylemişlerdir, mana da onlara göre şöyledir: Ne kadar yağmur varsa, onun depoları bizim yanımızdadır, yani bizim hüküm ve tedbirimizdedir, demektir.

"Biz onu indirmeyiz": Her sene,

"ancak belli miktarda indiririz” ne artar ne eksilir. Hiçbir sene yağmur diğer senekinden daha fazla olmaz. Ancak Allahü teâlâ onu dilediği kimselere çevirir ve dilediği kimselerden men eder.

22

Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik. Gökten de su indirdik; onu size içiriyoruz. Hâlbuki siz onu depolayanlar değilsiniz.

"Ve erselnerriyaha levakıha": Hamze ile Halef: "er - riha” şeklinde okumuşlardır.

Ebû Ubeyde de "levakıhın” melakıh manasına olduğunu ve mimin düştüğünü söyler, şairin şu beytini delil getirirdi:

Düşmanlıktan dolayı zillete düşenler Yezid’e ağlasın,

Ve afetlerin darmadağın ettiği kimseler de ağlasın.

Burada tavaih geçmişse de metavih demek istemiştir. Ona göre âyetin manası şöyledir: Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik; bu durumda fail, müf’il manasına olur. Nitekim

"Main dafik” (Tarık: 6)da da medfuk manasına;

"ve işetin radıyeh” (el - Hakka: 21 ve el - Karia: 7) de de mardıyye manasınadır. Leylün naimün kavli de menümün fih manasınadır. Ebkaletinnebtü fehüve bakılün denir ki: Mubkılün demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

Ebû Ubeyde şöyle demek istemiştir: Rüzgarlar ağacı da aşılar, bulutu da aşılar; sanki ondan bir meyve (sonuç) çıkar. Onu bu istenmeyen yoruma ne zorladığını bilmiyorum; çünkü o, Arap dilinde rüzgarlara lavakıh denildiğini, rüzgara da lakıh denildiğini görmüştür. Tırimmah güneşte kalan arkadaşlarının üzerine bir yaygı germiş ve şöyle demiştir:

Lakıh ve hail rüzgarlarından dolayı

Rahatsız olan arkadaşlarımı gölgelendirdim.

Beyitte geçen lakıh: Güney rüzgarıdır, hail de: Kuzey rüzgarıdır. Yine kuzey rüzgarına akim de derler. Akim, su taşımayan demektir. Nitekim güney rüzgarına da lakıh (su taşıyan) derler. Şair Küseyyir şöyle demiştir:

İnce toprağa akim rüzgarı değdi.

Yani: Kuzey rüzgarı demek istemiştir. Rüzgara lakıh, yani taşıyıcı demeleri buludan taşıyıp evirip çevirmesindendir. Sonra da bir yerlere getirir ve yağmur yağdırır. Buna göre ona hamil (taşıyıcı) denir.

"Sonunda bulutları taşır” (Araf: 57) âyeti de bunu göstermektedir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Rüzgarın taşıdığı su vs. dişi devenin karnındaki yavruya benzetilmiştir. Yine içinde şer barındıran savaş da harbün lakıh derler. Ebû Ubeyde’nin görüşüne göre "levakıh"ın manası: Rüzgarlar başka şeyleri taşır, demektir. İbn Kuteybe’nin görüşüne göre ise: O, kendi kendini taşır, demektir. Habislerin çoğu birinci görüşe işaret etmektedir. Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Allahü teâlâ bulutları aşılamak için rüzgarlar gönderir; onlar da suyu taşır, onu ağzından çıkarır, sonra onu yağmur olarak indirir; sütlü deve gibi fışkırır.

Dahhâk da şöyle demiştir: Allahü teâlâ rüzgarları bulutların üzerine gönderir; onları aşılar; su ile doldurur.

Nehaî de: Rüzgarlar bulutları aşılar da ağaçları aşılamaz, demiştir. Hasen ve diğerleri de: Bulutları da aşılar ağaçları da aşılar, demişler ve bulutları aşılayıp yağmur yağdırdığını, ağaçları da aşılayıp meyve verdirdiğini kastetmişlerdir.

"Gökten indirdik": Yani bulutlardan demektir.

"Su": Yani yağmur.

"Onu size içirdik":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Araplar şu ifadelerde birlik halindedirler: Bir adama dudağıyla su içirdikleri zaman:

Sekaytürrecüle feene eskıhi, derler; bir adama kanal açtıkları zaman da: Eskaytuhu ve sekaytuhu derler. Yağmurun sulamasına da: Sekaytü ve eskaytü, derler.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Gökten inen her şeyde iki lügat vardır: Eskauhullahu da derler, sekahullu da derler. Lebid de şöyle demiştir:

Kavmim Mecd oğullarına su içirdi;

Nümeyr’e ve Hilal kabilelerine de içirdi.

Her iki lügati de (seka ve eska) kullanmıştır. Bir adama su, şarap, süt vs. gibi bir şey içirirsen, yalnız: sakaytürrecüle dersin, bunda sadece bir lügat vardır, elif (eskaytü) yoktur. Eğer dudakla içmek kastedilirse sadece böyle denir. Ama ona sulama hakkı tanırsan: Eskaytuhu, eskaytü ardahu ve ibilehi (arazisini ve develerini suladım) dersin. İsteskaytü lehu da bu manayadır. Şair Zürrimme şöyle demiştir:

Devemi sevgilim Meyyete’nin izi üzerinde durdurdum

Onun yanında hep ağladım ve ona seslendim,

Onu (gözyaşımla) suladım, ona içimi öyle döktüm ki,

Neredeyse taşları ve oyun oynadığı yerler benimle konuşacaktı.

Birine tulum yapması için bir deri verdiğin zaman: Eskaytuhu iyyahu dersin.

"Siz değilsiniz onu": Yani indirilen suyu.

"Bi-hazinin":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Koruyanlar, yani onun depoları sizin ellerinizde değildir, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Engelleyiciler değilsiniz, bunu da Süfyan Sevri, demiştir.

23

Şüphesiz biz, gerçekten biz diriltir ve öldürürüz. Mirasçılar da biziz.

"Mirasçılar da bizleriz": Yani halk yok olduktan sonra O baki kalacaktır, demektir.

24

Yemin olsun, gerçekten içinizden öne geçenleri de bilmiş durumdayız, yemin olsun, gerçekten geri kalanları da bilmiş durumdayız.

25

Şüphesiz, onları toplayacak olan Rabbindir. Şüphesiz O, hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.

"Velekad alimnel müstakdimine minküm” (yemin olsun, gerçekten içinizden öne geçenleri bilmiş durumdayız)": îstakdemerrecülü denilir ki: Öne geçmektir, iste’here de: Geri kalmaktır.

İniş sebebi hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Güzel bir kadın, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in arkasında namaz kılardı. Bazıları onu görmemek için ön safa geçerdi. Bazıları da son safa durur, rukû’ ettiği zaman koltuğunun altından bakardı. İşte bu âyet bunun üzerine indi: Bunu Ebû’l - Cevza, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, birinci safta namaz kılmayı teşvik etti; ashap da izdiham ettiler. Evleri Medine’den uzak olanlar: Evlerimizi satar, mescide yakın evler satın alır ve ön safa yetişiriz, dediler. Âyet bunun üzerine indi. Manası da şöyledir: Sizler ancak niyetlerinize göre karşılık alırsınız. Onlar da bunun üzerine huzur bulup rahat ettiler. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Müfessirlerin öne geçenler ve geri kalanlar hakkında sekiz görüşleri vardır:

Birincisi: öne geçenler ön safa doğru ilerleyenlerdir, geri kalanlar da arkada kalanlardır. Bu da iniş sebebindeki iki görüşe göredir; birinci görüşe göre o: Takva için ilerleme ve hain bakıştan geri kalmadır. İkinciye göre: Fazilet için öne geçme ve mazeretten dolayı geri kalmadır.

İkincisi: Öne geçenler: Ölenlerdir, geri kalanlar da: Ölmeyip yaşayanlardır. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan, Husayf da Mücâhid’ten rivayet etmiş; Atâ’, Dahhâk ve el - Kurazi de böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: Öne geçenler: Yaratılıp dünyaya gelenlerdir, geri kalanlar da: Erkeklerin bellerinde olanlardır. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; İkrime de öyle demiştir.

Dördüncüsü: öne geçenler: Eski milletlerdir, geri kalanlar da: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Beşincisi: Öne geçenler: Hayırda ileri olanlardır, geri kalanlar da: Ona engel olanlardır. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Altıncısı: Öne geçenler savaş saflarında ilerleyenlerdir, geri kalanlar da: Geri çekilenlerdir. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Yedincisi: Öne geçenler: Savaşta öldürülenlerdir, geri kalanlar da: Gazilerdir, bunu da el - Kurazi, demiştir.

Sekizincisi: Öne geçenler: Halkın ilkidir, geri kalanlar da: Halkın sonudur. Bunu da Şa’bî, demiştir.

26

Yemin olsun, biz insanı kuru balçıktan, kokuşmuş / şekillenmiş siyah çamurdan yarattık.

"Yemin olsun, insanı yarattık": Yani Âdem'i,

"kuru balçıktan (salsaldan)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, ateş değmemiş kuru çamurdur, bir şeyle vurulduğu zaman çın çm diye ses çıkarır, kendine has bir ses duyulur. Bunu İbn Abbâs, Katâde, Ebû Ubeyde ve İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: O, kokuşmuş çamurdur, bunu da Mücâhid, Kisâi ve Ebû Ubeyd, demişlerdir. Sallellahmu denir ki: Etin kokusu bozulmaktır.

Üçüncüsü: O, kumla karıştırılmış çamurdur, bir şeyle vurulduğu zaman ses çıkarır. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

Hame’ ise:

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: O, hame’nin çoğuludur, kokuşmuş çamurdur, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir. Şunda ihtilaf yoktur ki, hame’: Kokusu bozulmuş siyah çamurdur. Süddi, şeyhlerinden rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Toprak ıslatılır, çamur olur; sonra terk edilir, kokar ve değişir.

Mesnun kelimesi üzerinde de dört görüş vardır:

Birincisi: O da kokuşmuş demektir, bunu da Mücâhid, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Mücâhid, Katâde ve diğerleri de böyle demişlerdir.

İbn Kuteybe de: Mesnun: Kokusu bozulmuş, demiştir.

İkincisi: O, yaş çamurdur, bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, dökülmüştür, bunu da Amr b. el - Alâ ile Ebû Ubeyd, demişlerdir.

Dördüncüsü: O, aşınmış demektir. Bunu da İbn Enbari zikretmiş ve şöyle demiştir: Kim, mesnun: Kokuşmuş, derse, tesenneşy’ü’den alır ki, kokmaktır. Allahü teâlâ’nın:

"Lem yetesenneh” (Bakara: 259) kavli de bundandır. Ona mesnun denilmesi, üzerinden çok seneler geçmesindendir. Kim de: Yaş (cıvık) çamur derse, akmasından ve yayılmasındandır; o zaman dökülüp akan su gibi olur. Kim de: Dökülmüş, derse, Arapların: Sünnet aleyyel mau (üzerime su döküldü) sözünü delil getirmiş olur. Masbub’un şekil ve kalıba dökülmüş olması da câizdir ki: Raeytü sünnete vechihi (yüzünün şeklini gördüm) sözünden gelir. Şair de şöyle demiştir:

Sana günah işlememiş bir yüz şekli / siması gösterir.

Düzdür; üzerinde ne ben ne de yara ve çıban izi vardır.

Kim de aşınmış, derse, Arapların: Senentül hacere alel haceri (taşı taşa sürttüm) sözünü delil getirmiş olur. Bileği taşma, misen denilmesi, demirin ona sürtülmesindendir. İbn Enbari (devamla) şöyle demiştir:

"Min"in tekrar edilmesi, şunun içindir; çünkü birincisi "halaknahu"ya mütealliktir, İkincisi, salsal’a mütealliktir.

Takdiri de şöyledir: Biz insanı kokuşmuş çamur olan salsaldan yarattık.

27

Cinleri de daha önce dumansız zehirli ateşten yarattık.

"Vel cânne (cinleri de)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, cinlerin bozulmuş şeklidir, nitekim maymun ve domuzlar da insanın bozulmuş (azmış) şeklidir. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. (Bu azan maymunlar ve domuzlar, şekilleri değişen Yahudilerdir, yoksa insanın atasıdır, demek istemiyor. Mütercim).

İkincisi: O, cinlerin atasıdır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. Dahhâk da ondan rivayet ederek şöyle demiştir: Cân, cinlerin babasıdır, şeytan değildir. Şeytanlar İblis’in çocuklarıdır, ölmezler ancak İblis’le beraber ölürler. Cinler ise ölürler; onların mü’minleri ve kâfirleri vardır.

Üçüncüsü: O, îblis’tir, bunu da Hasen, Atâ’, Katâde ve Mukâtil, demişlerdir.

Eğer: Cinlerin babası İblis değil midir?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: O, İblistir. Bu duruma göre bu görüş ondan öncekiyle aynı olur.

İkincisi: Cân: Cinlerin babasıdır, İblis ise şeytanların babasıdır. Bu durumda İbn Abbâs’tan anlattığımıza göre aralarında fark vardır. Âlimler şöyle demişlerdir: Ona cân denilmesi, gözlere görünmemesindendir.

"Daha önce": Yani Âdem yaratılmadan önce, demektir.

"Dumansız / zehirli ateşten": İbn Mes’ûd: Sıcak rüzgarın ateşinden demiştir ki, o da cehennem ateşinin yetmişte biridir. Semum lügatte: İçinde ateş bulunan sıcak rüzgardır (sam yeli). İbn Saib de: O, dumanı olmayan ateştir, demiştir.

28

Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben, kuru balçıktan, kokuşmuş / şekillenmiş siyah çamurdan bir insan yaratacağım” demişti.

29

"Onu tesviye ettiğim ve ona ruhumdan üfürdüğüm zaman ona secdeye kapanın".

"Onu tesviye ettiğim zaman": Yani suretini düzeltip de yaratılışını tamamladığım ve

"ona kendi ruhumdan üflediğim zaman": Bu ruh, insana hayat veren ruhtur, mahiyeti bilinmez. Allah’a izafe edilmesi, Âdem’i şereflendirmek içindir, buna mülk izafeti denir. Ona ruh verilmesine üfürme denilmesi de, bedenine rüzgar gibi girmesinden dolayıdır.

"Fekaû": Bu, vuku kökünden emirdir (kapanın demektir),

30

Bütün melekler ona toptan secde ettiler.

"küllühüm ecmeun (hepiniz toptan)": Sibeveyh ile Halil: Bu, tekit üstüne tekittir, demişlerdir. Müberred de:

"Ecmeûn": Secdede birleştiklerini gösterir, Mana da şöyledir demiştir: Hepsi bir halde secde ettiler.

İbn Enbari de: Bu böyledir, çünkü "küllen = (hepsi)” bir kavmin bir işte toplanmalarını gösterir, zamanda toplanmalarını göstermez.

Zeccâc da şöyle demiştir: Sibeveyh’in görüşü daha doğrudur; çünkü

"ecmain” marifedir, hâl olamaz.

31

İblis hariç. O, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi.

32

(Cenab-ı Allah):

"Ey iblis, neden secde edenlerle beraber olmadın?” dedi.

33

(O da):

"Ben kuru balçıktan kokuşmuş / şekillenmiş siyah çamurdan yarattığın bir insana secde edecek değilim” dedi.

34

"Çık oradan; çünkü sen kovulmuşsun” dedi.

35

"Gerçekten ceza gününe kadar lânet senin üzerinedir".

"Gerçekten lânet senin üzerinedir":

Müfessirler, mana şöyledir, demişler: Gök ve yer halkı hesap gününe kadar sana lânet eder. Neden:

"Ceza gününe kadar” dedi? Çünkü o öyle bir gündür ki, başı var, sonu yoktur. Fena bulmayan ebediyet yerine geçmiştir.

Mana da: Ebedi lânet sanadır, demektir.

36

O da: "Rabbim, diriltilecekleri güne kadar bana süre/mühlet ver” dedi.

37

O da: "Şüphesiz sen süre/mühlet verilenlerdensin” dedi.

38

"Belli vaktin gününe kadar".

"Belli vaktin gününe kadar": Mana: Mahlukatın ölmesiyle bilinen gün demektir. Ona cehennemde ebedi azabı tattırmadan önce ölüm acısını tattırmak istemiştir.

39

Dedi: "Rabbim, beni azdırdığın şeye yemin ederim ki, mutlaka onlara yeryüzünde (günahı) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım” dedi.

"Leüzeyyinenne lehüm filardı": Tezyinin mef’ulu atılmıştır, mana da: Leüzeyyinenne lehümül batıle hatta yakau fih (batılı onlara süsleyeceğim, onlar da içine düşecekler) demektir. "Veleuğviyennehüm": Onları mutlaka azdıracağım, demektir.

40

"Ancak onlardan ihlaslı kulların hariç".

İhlaslılar da: Dinlerini ihlasa zıt her türlü şaibeden arındıranlar, demektir. Burada manasını vermediğimiz kelimelerin tefsiri de A’raf: 16 ve diğer yerlerde geçmiştir.

41

Dedi:

"Bu, bana hak (layık) olan doğru bir yoldur".

"Bu, bana hak (layık) doğru bir yoldur": Bu Kelâmın manasında da üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Bu, sözü ile, ihlası kastetmiştir, mana da: Şüphesiz o ihlas, bana giden doğru bir yoldur, demektir.

"Aleyye = üzerime” de, "ileyye = bana” manasınadır.

İkincisi: Bu, benden geçen bir yoldur, çünkü ben gözetleme kulesindeyim; onlara amellerine göre karşılık veririm. Bu, tehdit mahiyetinde söylenmiştir: meselâ bir adama: Yolun buradan geçer, dersin. Bu,

"şüphesiz Rabbin bekleme yerindedir” (Fecr: 14) kavli gibidir.

Üçüncüsü: Bunu doğrultmak banadır, yani: Onu açıklamaya ve delillerle doğrultmaya ben kefilim. Katâde ile Ya’kûb , “Lâm” ın kesri, yenin ref ve tenvini ile:

"Haza sıratun aliy” okumuşlardır ki: Yüksek, demektir.

42

Şüphesiz, benim kullarımın üzerinde bir yetkin yoktur. Ancak azgınlardan sana tabi olanlar hariç".

"Şüphesiz kullarım":

Bunlar hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar mü’minlerdir.

İkincisi: Masum (günahtan korunmuşlardır. Bu ikisi Katâde’den rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: İhlaslılardır, bunu da Mukâtil, demiştir.

Dördüncüsü: îtaat edenlerdir, bunu da İbn Cerir, demiştir. Bu görüşlere göre âyet geneldir, özel manaya kullanılmıştır.

"Sultan = yetki” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, kanıttır, ;;bunu da İbn Cerir, demiştir. Buna göre mana: onları azdırma hususunda senin kanıtın yoktur, demektir.

İkincisi: O, ezmek ve yenmektir; onun ancak aldatma ve süsleme gücü vardır. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Süfyan b. Uyeyne'ye bu âyeti sordular, o da şöyle dedi: Senin onların üzerinde affıma girmeyecek bir günah işletme gücün yoktur.

43

"Şüphesiz cehennem elbette hepsinin buluşma yeridir".

"Şüphesiz cehennem elbette onların hepsinin buluşma yeridir": Yani onun ardına düşenlerin yeridir, demektir.

44

"Onun yedi kapısı vardır. Her kapı için onlardan ayrılmış bir bölük vardır".

"Onun yedi kapısı vardır": Onlar alçalan basamaklardır. Hazret-i Ali şöyle demiştir: Cehennemin kapıları sizin evlerinizin kapıları gibi değildir; ancak şöyle şöyledir, demiştir. Ravi, eliyle işaret ettiğini ve parmaklarını açtığını söylemiştir.

İbn Cerir de: Onun yedi kapısı vardır ve şöyledir, demiştir:

Birincisi: Cehennem, sonra Leza, sonra Hutama, sonra Sair, sonra Sekar, sonra Cahim, sonra Haviye’dir.

Dahhâk da şöyle demiştir: Onlar yedi tanedir, birbirinin altındadır; en üstünde tevhid ehli bulunur; günahlarına göre azap çeker, sonra çıkarlar. İkincisinde Hıristiyanlar vardır. Üçüncüsünde Yahudiler, dördüncüsünde Sabiiler, beşincisinde Mecusiler, akıncısında Arap müşrikleri, yedincisinde de münafıklar olacaktır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Azap hemen kapıda başladığı için kapı onun sebebi olmuştur; komşuluk dolayısıyla ismi ile adlandırılmıştır, örneğin abdest bozmaya, gait, denilmesi gibi.

"Onlardan her kapı için vardır": Yani îblis’in ardına düşenlerden vardır, demektir.

"Ayrılmış bir bölük (cüz)": Cüz: Bir şeyin parçası, demektir.

45

Şüphesiz müttekîler cennetlerde ve pınar başlarındadır.

"Şüphesiz müttekîler cennetlerde ve pınar başlarındadır": Takva ve cennetler kelimelerinin manasını Bakara: 1 ve 25’te şerh etmiş bulunuyoruz. Pınarlar ise: Su pınarları, içki pınarları, Selsebil ve Tesnim gibi cennet şarabı pınarlarıdır.

46

"Oraya korkusuzca girin".

"Girin oralara selametle": Yani onlara: Girin oralara selametle, denilir.

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Cehennemden selametle.

İkincisi: Bütün afetlerden selametle.

Üçüncüsü: Allah’ın selamlaması ile.

"Korkusuzca": Yani Allah’ın azabından korkusuzca.

İkincisi: Cennetten çıkmaktan korkmadan.

Üçüncüsü: ölümden korkmadan.

47

Biz onların göğüslerindeki kini sökmüşüzdür, karşılıklı tahtlar üzerinde kardeşler olarak.

"Onların göğüslerindeki kini sökmüşüzdür": Bunun tefsirin de A’raf: 43’te zikretmiş bulunuyoruz.

Müfessirler burada gereken tefsir ve

iniş sebebini orda zikretmişlerdir.

"Kardeşler olarak": Hâl olmak üzere mensubtur, mana da: Sevişerek, demektir.

Eğer: "îhvanen nasıl hâl olur, bu durumda kardeşliğin kinin söküldüğü anda olması gerekir, hâlbuki o, dünyada olmuştu?” denilirse.

Buna İbn Enbari cevap vermiş ve şöyle demiştir: Geçmiş kardeşliğin içine bazı kin ve haset girmiş olabilir; bu kinin söküldüğü zaman yapılan kardeşlik ise saftır ve ihlaslıdır. Bunun medh üzere mensûb olması da câizdir ki, mana: Kardeşleri hatırla, demek olur. Sürür (tahtlar) ise: Serir’in çoğuludur.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Zebercet, inci ve yakutla süslü tahtlar üzerine kurulurlar ki, genişliği Aden ile Eyle arası kadardır.

"Karşılıklı olarak": Birbirlerinin enselerini görmezler; nereye baksalar karşılarında sevecen yüzler görürler.

48

Orada onlara bir yorgunluk dokunmaz ve onlar oradan çıkacak da değiller.

"Orada onlara bir yorgunluk dokunmaz": Yani cennette yorgunluk ve bitkinlik yoktur.

49

Kullarıma haber ver ki, şüphesiz ben, evet ben çok bağışlayanım, çok merhamet edenim.

50

Ve şüphesiz benim azabım, o çok acıklı azaptır.

"Kullarıma haber ver ki, şüphesiz ben, evet ben çok bağışlayan, çok merhamet edenim":

İniş sebebi Abdullah b. Mübarek’in Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından birinden senediyle yaptığı şu rivayettir, diyor ki: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Şeybe oğullarının girdiği kapıdan Harem’e girdi, biz de gülüyorduk:

"Bakıyorum da gülüyorsunuz?” dedi. Sonra arkasını dönüp gitti. Hicr'e vardığı sırada, bize geri döndü ve: Ben çıktığım zaman bana Cebrâil aleyhisselam geldi: Ya Muhammed, Allahü teâlâ: Kullarımı niçin korkutuyorsun? Şüphesiz ben, evet ben çok bağışlayan ve çok merhamet edenim, buyurdu, dedi.4

4 - Taberi, Tefsir, 14/39.

İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr

"İbadiye” ve enniye” şeklinde ye’yi harekeli okumuşlardır; diğerleri ise sakin okumuşlardır.

51

Onlara İbrahim’in misafirlerinden haber ver.

"Onlara İbrahim’in misafirlerinden haber ver": Biz de kıssayı Hûd: 69’da şerh etmiş bulunuyoruz. Orada dayf in manasını ve korkma sebeplerini açıkladık. Vecel’in manasını da Enfal: 2’de zikrettik.

52

Hani, onun huzuruna girmişler de: "Selam” demişlerdi. O da: "Şüphesiz biz, sizden korkuyoruz” demişti.

53

Korkma, dediler, şüphesiz biz seni çok bilgili bir oğulla müjdeliyoruz".

"Çok bilgili bir oğlan çocuğu ile": Yani o çocuk buluğa erecek ve bilgili olacaktır, demektir.

54

Dedi:

"Bana ihtiyarlık dokunmuşken mi beni müjdeliyorsunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz?"

"Dedi: Beni müjdelediniz mi?": Yani çocukla,

"bana ihtiyarlık dokunmuşken": Yani ihtiyarlık ve yaşlılık dokunmuşken, demektir.

"Beni ne ile müjdeliyorsunuz (febime tübeşşirun": Ebû Amr, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, nunun fethi ile:

"Tübeşşirune” okumuşlardır.

Nâfi de nunun kesri ile (tübeşşiruni) okumuş, İbn Kesir'de ona katılmış, ancak onu şeddelemiştir. Bu da taaccüb istifhamıdır, sanki yaşlılığına rağmen çocuğunun olmasına şaşmıştır.

55

Dediler: "Seni hak ile müjdeliyoruz. Artık sen de umut kesenlerden olma!"

"Dediler: Seni hak ile müjdeledik": Yani Allah’ın takdir ettiği şeyin olmasıyla.

"Artık sen de umut kesenlerden olma": Yani ümidini yitirenlerden olma, demektir.

56

Dedi: "Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser?"

"Kale vemen yaknetu": İbn Kesir, Nâfi, Âsım, İbn Âmir ve Hamze, Kur’ân'ın her yerinde nunun fethi ile "vemen yaknetu” okumuşlar; Ebû Amr ile Kisâi de, nunun kesri ile

"yaknitu” okumuşlardır. Hepsi de

"min ba’di ma kanatu"yu (Şura: 28) nunun fethi ile okumuşlardır. Harice de Ebû Amr’dan, nunun zammı ile, "vemen yaknutu” okumuştur.

Zeccâc şöyle demiştir: Kanıta yaknetu ve kanata yaknitu denir, kunut ise umutsuzluk manasınadır. İbrahim umutsuz değildi, ancak o, çocuğun olmasını uzak bir ihtimal saymıştı.

57

Dedi:

"Ey elçiler, işiniz / mesele nedir?"

"Meseleniz nedir?": Yani işiniz nedir, dedi.

58

Dediler: "Şüphesiz biz, günahkarlar topluluğuna gönderildik".

"Onlar da: Biz gönderildik, dediler": Yani azapla gönderildik, dediler.

59

"Ancak Lût ailesi hariç. Şüphesiz biz onların hepsini kurtaracağız".

"Ancak Lût ailesi hariç": Bu, istisna-i muttasıl değildir. Lût ailesi de ona tabi olan mü’minlerdir.

"inna lemüneccuhum":

İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir, cimin şeddesi ile: "Lemüneccuhum” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de şeddesiz olarak okumuşlardır.

60

"Ancak karısı hariç. Onun şüphesiz geride kalacak olanlardan olduğunu takdir ettik".

"Ancak karısı hariç": Yani, karısı hariç, onları kurtaracağız, demektir.

"Kadderna":

Ebû Bekir, Âsım’dan şeddesiz olarak "kaderna rivayet etmiştir ki, mana birdir. Kaddertü ve kadertü denir ki, mana: Takdir ettik, hükme bağladık, demektir.

"Şüphesiz o geride kalacaklardandır": Yani azapta kalacak olanlardandır, demektir.

61

Elçiler Lût ailesine gelince,

62

Lût: "Şüphesiz sizler tanınmamış bir topluluksunuz” dedi.

"inneküm kavmün münkerûn": Yani sizi tanımıyorum, demektir.

63

Dediler:

"Hayır, biz sana onların şüphe ettikleri şeyi (azabı) getirdik".

"Onlar da: Hayır, biz sana onların şüphe ettikleri şeyi getirdik, dediler": Yani azabı kastediyorlardı. Onlar azabın inmesinden şüphe ediyorlardı.

64

"Sana hakkı getirdik. Şüphesiz biz, doğru söylüyoruz".

"Sana hakkı getirdik": Yani kavmin için kesin olan azap durumunu getirdik, demektir.

65

"Aileni gecenin bir kısmında yürüt. Sen de arkalarını izle. İçinizden kimse arkasına bakmasın. Emrolunduğunuzyere gidin".

"Arkalarını izle": Yani arkalarından git, demektir.

"Emrolunduğunuz yere gidin": Yani Cebrâil’in size emrettiği yere gidin.

Gitmeleri emredilen yer hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Şam’dır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Lût kavminin köylerinden bir köydür. Bunu da İbn Saib, demiştir.

66

Ona şu emri vahyettik ki, şüphesiz onların arkası, sabaha çıkarlarken kesilmiş (olacak) tır.

"Ona şu buyruğu vahyettik": Ona kavminin helak emrini vahyettik, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Âyetin kalan kısmı o emrin ne olduğunu açıklamıştır,

Mana da şöyledir: Ona bunların sonunun sabahleyin kesileceğini hükme bağladık. Dâbir’in ne olduğu da, En'am: 45 âyetinde geçmiştir, mana da: içinizden en son kalan da sabah vaktinde helak olacaktır, demektir.

67

Şehir halkı sevinerek geldiler.

"Şehir halkı geldiler": Onlar Lût’un kavmidir, Şehrin adı: Sadom’dur. "Seviniyorlardı": Lût’un misafirlerine, o çirkin hareketi yapmak için. Lût onlara:

68

(Lût) dedi: "Şüphesiz bunlar benim misafirlerimdir. Beni rezil etmeyin!".

"Bunlar benim misafirlerimdir; beni rezil etmeyin” dedi: Yani onlara kötülük yapmak istemenizle, demektir. Fedahahu yefdahuhu denir ki, birine utandıracak bir hareket yapmaktır. Ya’kûb vasılda da vakıfta da

"tefdahuniy” "vela tuhzuniy” şeklinde ye ile okumuştur.

69

"Allah’tan korkun, beni hor düşürmeyin!"

70

Dediler: "Seni âlemlerden men etmedik mi?” (kimsenin işine karışma, demedik mi?)

"Seni âlemlerden men etmedik mi?": Yani başkalarını misafir etmekten men etmedik mi, demektir.

71

(Lût) dedi:

"İşte bunlar, benim kızlarım, eğer bir şey yapacaksanız?"

"Benati inküntüm": Nâfi ile Ebû Cafer ye’yi harekeleyerek,

"benatiye” okumuşlardır.

72

Hayatına yemin olsun ki, şüphesiz onlar sarhoşlukları içinde bocalıyorlar.

"Leamrüke (hayatına yemin olsun ki,)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Manası şöyledir: Hayatına yemin olsun ki, ey Muhammed. Bunu Ebû’l - Cevza, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Yaşamına ahdolsun ki, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Ahfeş de böyle demiştir. Bu da birinci manaya dönüktür.

Üçüncüsü: Bunun manası şöyledir: Ümmetinin üzerindeki hakkına yemin olsun ki,. Araplar: Leamrullahi lâ ekumu (Allah’ın ömrüne yemin olsun ki, kalkamam), derler ve Allah’ın hakkına yemin olsun ki, demek isterler. Bunu da İbn Enbari zikretmiş ve şöyle demiştir: Amr kelimesinde üç lügat vardır: Amr, umr ve umur. Bu, Araplara göre beka ve devamlılık manasınadır.

Zeccâc şöyle nakletmiştir:

İmam Halil, Sibeveyh ve bütün dilciler: Amr ile umr'un aynı manaya olduğunda ittifak etmişlerdir. Yeminde kullanıldığı zaman, sadece fethalısını söylerler. Yeminde fethayı tercih etmeleri de fethanın daha hafif olmasındandır. Onlar yemini "leamri” ve "lemrüke” diyerek tekit ederler. Bunu çok kullanınca en hafifini tercih ettiler. Ve şöyle demiştir: Nahivciler: "Leamrüke” mübteda olarak merfudur, haber de mahzuftur, demişler,

Mana da şöyledir: Leamrüke kasemi ve leamrüke ma uksimu bihi (ömrün yeminimdir, ömrün yemin ettiğim şeydir). Böylece haber hazfedilmiştir. Çünkü sözden anlaşılmaktadır.

Mana da şöyledir: Yemin ederim ki:

"Şüphesiz onlar sarhoşlukları içinde bocalamaktadırlar".

Bu sarhoşluktan kastedilen şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, sapıklık manasınadır, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: Gaflet manasınadır, bunu da A’meş, demiştir. Biz de ameh’in manasını Bakara: 15’te şerh etmiş bulunuyoruz.

İşaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Lût kavmidir, bunu da çoğunluk, demiştir.

İkincisi: Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kavmidir. Bunu da Atâ’, demiştir.

73

Onları işrak vaktinde (güneş doğarken) o ses tuttu.

"Derken onları ses yakaladı": Yani azabın sesi ki, Cebrâil aleyhisselam'ın sesidir.

"Müşrikin":

Zeccâc şöyle demiştir: Eşrakna, fenahnu muşrıkun, derler ki, güneşin şurukuna yani doğmasına tesadüf etmektir. Nitekim: Asbahna derler ki, sabaha tesadüf etmektir. Şerekatişşemsü de: Güneş doğmaktır. Eşrakat ise: Aydınlatıp ortalığı ışığa gömmektir. Lügatin çoğu bu şekildedir. Şerekat ile eşrekat’in aynı manaya olduğu da söylenmiştir. Ancak:

"Müşrikin” güneşin doğmasına tesadüf edenler (sabaha çıkanlar) manasınadır.

74

Onların üstünü altına getirdik ve üzerlerine ateşte pişmiş çamurdan taş yağdırdık.

"Oranın üstünü altına getirdik": Âyetin manasını Hûd suresi, âyet: 82’de tefsir etmiştik.

Mütevessimîn’de ise dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar ferasetli kimselerdir. Ebû Said el - Hudri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar, görür". 4

4 - Tirmizî, Tefsirü sureti'l - Hicr, bab, 1.

75

Şüphesiz bunda ferasetli olanlar için açık deliller vardır.

"Şüphesiz bunda feraseti olanlar için açık deliller vardır” âyetini okudu ve: Onlar ferasetli kimselerdir, dedi. Mücâhid ile

İbn Kuteybe de böyle demişlerdir. İbn Kuteybe ayrıca şöyle demiştir: Tevessemtü fi fülanin elhayra denir ki: Onda hayır işareti gördüm, demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir: el - mütevessimun lügatte: Bir şeye iyi bakıp gerçek işaretini görenlerdir. Tevessemtü fi fülanin keza denir ki: Onda o şeyin işaretini gördüm, demektir. Başkası da şöyle demiştir: El - Mütevessim: Bir şeye delalet eden işarete bakandır.

İkincisi: İbret alanlardır, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Görenlerdir, bunu da Dahhâk, demiştir.

Dördüncüsü: Derin düşünenlerdir, bunu da İbn Zeyd ile Ferrâ’, demişlerdir.

76

Şüphesiz o, açık yol üzerindedir.

77

Şüphesiz bunda mü’minler için ibret vardır.

"Ve inneha = şüphesiz o": Yani Lût’un kenti, demektir.

"Açık bir yol üzerindedir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Açık yol üzerindedir. Bunu Nehşel, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Katâde ile Zeccâc da böyle demişlerdir.

İbn Zeyd de: İşlek yol üzerindedir, demiştir.

İkincisi: Helak olduğu gibidir, demektir. Bunu da Ebû Ravk, Dahhâk’tan, o da İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir,

Mana da şöyledir: O, helak olduğu hal üzere durmaktadır, şu ana kadar tamir edilmemiştir; ondan ibret almak mümkündür. O da Kureyş’in Şam yolu üzerindedir.

78

Şüphesiz Eyke halkı gerçekten zâlimlerdi.

"Şüphesiz Eyke halkı gerçekten zâlimlerdi":

Zeccâc şöyle demiştir: "în” ile lâm’ın manası tekit içindir. Eyk: Birbirine dolanmış ağaçlardır. Tekili de eykedir. Mana: Ağaç sahipleri, demektir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onlar Şuayb kavmidir. Ağaçlık (ormanlık) bir yerde yaşarlardı. Şuayb’i inkâr edince sıcak bir rüzgar ile helak edildiler, nitekim bunu Hûd suresi, âyet 87’de açıklamış bulunuyoruz.

79

Biz de onlardan intikam aldık. Bu ikisi açık yol üzerindedir.

"Bu ikisi":

Burada işaret edilen iki şey hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Eyke ile Lût kavminin şehridir. Bunu da çoğunluk demiştir.

İkincisi: Lût ile Şuayb'tir, bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

"Lebiimamin mubin": Açık yol üzerindedir, demektir. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Yola imam denilmesi, yolcunun onu hedef alıp menzil-i maksuda erişmesinden dolayıdır.

İkincisi: Açık bir kitapta yazılıdır, bunu da Süddi, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"İnnehüma = o ikisi": Lût ile Şuayb, gidilecek hak yol üzerindedirler, demektir.

80

Yemin olsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanladı.

"Yemin olsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanladı": Semud kavmini kastediyor.

İbn Abbâs: Onların yurdu Medine ile Şam arasında Hicr’de idi, demiştir.

Hicr hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, yaşadıkları vadinin ismidir, bunu da Katâde ile Zeccâc, demişlerdir.

İkincisi: Şehirlerinin ismidir, bunu da Zührî ile Mukâtil, demişlerdir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Peygamberlerden maksat yalnız Salih aleyhisselam’dır; çünkü bir peygamberi yalanlayan hepsini yalanlamış olur.

81

Onlara âyetlerimizi verdik; onlarsa ondan yüz çeviriyorlardı.

"Âyetler

"den murat edilen de: Dişi devedir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onda birçok âyetler vardı: Kayadan çıkması, çıktıktan az sonra doğurması, diğer develere benzemeyecek şekilde çok iri olması ve bütün kavme yetecek kadar sütünün bol olması gibi.

"Ondan yüz çeviriyorlardı": Onun üzerinde düşünüp de onu delil olarak kullanamadılar.

82

Dağlardan güvenli evler yontuyorlardı.

"Dağlardan güvenli evler yontuyorlardı": Bunu A'raf: 74’te şerh etmiş bulunuyoruz.

"Güvenli":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Üstlerine çökmekten güvenli idiler.

İkincisi: Harap olmaktan güvenli idiler.

Üçüncüsü: Aziz ve celil olan Allah’ın azabından güvenli idiler.

83

Sabaha girerlerken kendilerini o ses yakaladı.

84

Kazandıkları şeyler onlardan (hiçbir azabı) savmadı.

"Kazandıkları şeyler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Yaptıkları yontmalar.

İkincisi: Kazandıkları mallar ve davarlar.

85

Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki şeyleri ancak hak ile yarattık. Şüphesiz kıyamet muhakkak gelecektir. Onlardan güzelce yüz çevir.

"Ancak hak ile": Yani hak için ve hakkı açığa çıkarmak için ki, o da tasdik edenin sevabı ve yalanlayanın azabıdır.

"Şüphesiz kıyamet mutlaka gelecektir": Yani kıyamet gelecek; müşrikler de amellerinin cezasını çekeceklerdir.

"Onlardan güzelce yüz çevir": İçinde şikayet ve kabalık olmayan yüz çevirme ile.

Müfessirler: Bunun kılıç âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir.

86

Şüphesiz Rabbin O her şeyi yaratan, her şeyi bilendir.

"Hallak": Her şeyi yaratan demektir.

"Alîm"in şerhi de Bakara: 29’da geçmiştir.

87

Yemin olsun, sana yedi tekrarlanan (âyet) i ve Kur’ân-ı Azim’i verdik.

"Yemin olsun, sana yedi tekrarlanan (âyeti, seb’al mesani’yi) verdik":

İniş sebebi şudur: Bir günde Busra ve Ezruat’tan Kurayza ve Nadiyr Yahudilerine ait yedi kervan geldi. Kumaş, esans ve mücevherat taşıyordu. Müslümanlar: Keşke bu mallar bizim olsaydı, onlarla güçlenir ve onları Allah yolunda harcardık, dediler. Allahü teâlâ da bunun üzerine bu âyeti indirdi ve: Size bu yedi kafileden daha hayırlı yedi âyet indirdim, dedi.

"Sakın gözlerini dikme...” kavli de bunun doğruluğunu göstermektedir. Bunu Hüseyn b. Fadl, demiştir.

Seb’al mesani’den ne murat edildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, Fatiha(tü’l- Kitap) suresidir, bunu da Ömer b. Hattab, Hazret-i Ali, İbn Mes’ûd - bir rivayette, İbn Abbâs - çoklarının ondan yaptıkları rivayette - Ebû Hureyre, Hasen, Said b. Cübeyr - bir rivayette - Atâ’, Katâde ve diğerleri demişlerdir. Buna göre seb’ulmesani denilmesi, yedi âyet olmasındandır.

Ona “seb’ulmesani” denilmesinde de yedi görüş vardır:

Birincisi: Çünkü Allahü teâlâ onu ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem için ayırmış, onu kendilerinden öncekilere vermemiştir. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Çünkü o, her rekatta tekrarlanır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İbn Enbari de, mana şöyledir, demiştir: Sana her rekatta tekrarlanan yedi âyet verdik.

"Min” edatının gelmesi de tekit içindir, meselâ,

"velehüm fiha min küllissemerati” (Muhammed: 15) kavlinde olduğu gibi.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

"el hamd” (Elham) suresine mesani denilmesi, her namazda tekrarlandığı içindir.

Üçüncüsü: Çünkü o surede Allahü teâlâ’ya hamd ve sena edilmiş; onda Allah’ın hamdi, senası, zikri ve mülk sahibi olduğu dile getirilmiştir. Bunu da Zeccâc zikretmiştir.

Dördüncüsü: Çünkü onda "rahman rahim” iki defa zikredilmiştir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki bazı dilcilerden nakletmiştir. Bu da besmelenin ondan olması esasına göredir.

Beşincisi: Çünkü o, Allah’lâ kulu arasında ikiye taksim edilmiştir. Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği:

"Ben namazı kendimle kulum arasında taksim ettim” hadisi de bunu göstermektedir. 5

5 - Müslim'in Sahih'inde geçen hadisten bir parçadır.

Altıncısı: Çünkü o iki defa inmiştir, bunu da Hüseyn b. Fadl zikretmiştir.

Yedincisi: Çünkü onun kelimeleri ikişerlidir, meselâ rahman rahim, iyyake iyyake, essırat essırat, aleyhim aleyhim, gayr ğayr gibi. Bunu da bazı müfessirler zikretmiştir. Onun en büyük faziletlerinden biri de Allahü teâlâ’nın onu bir tarafa, Kur’ân'ın tamamını da bir tarafa koyup bütün Kur’ân’lâ minnet (ihsan) ettiği gibi onunla da minnet etmesidir.

İkinci görüş: O, yedi uzun suredir, bunu da İbn Mes’ûd - bir rivayette - İbn Abbâs - bir rivayette - Said b. Cübeyr - bir rivayette - Mücâhid - bir rivayette - ve Dahhâk, demişlerdir. Yedi uzun sûre de şunlardır: Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, En’am, A’raf.

Yedincisinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, Yûnus’tur, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

İkincisi: Beraet’tir, bunu da Ebû Mâlik, demiştir.

Üçüncüsü: Enfal ile Beraet’tir, bunu da Süfyan, Mis’ar’den, o da bazı ilim adamlarından rivayet etmiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Onlar Enfal ile Beraet suresini bir sayarladı, bunun içindir ki, arasına besmele koymamışlardır. Şeyhimiz dilci Ebû Mansur da şöyle demiştir: Onlara: Tuval, denir; sen kesre ile tıvel, deme.

Buna göre onlara mesani denilmesinde iki görüş vardır:

Birincisi: Çünkü hadler, farzlar ve misaller bunlarda tekrar edilmiştir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Çünkü onlarda yüz âyet biter, ikinci yüze geçilir. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

Üçüncü görüş: Seb’ulmesani Kur’ânda indirilen yedi manadır: Emir, nehiy, müjde, uyarma, darb-ı meseller (örnekler), nimetlerin sayılması ve milletlerin haberleri. Bunu da Ziyad b. Ebi Meryem, demiştir.

Dördüncü görüş: Mesani, Kur’ân'ın hepsidir, bunu da Tâvûs, Dahhâk ve Ebû Mâlik, demişlerdir. Buna göre

Kur’ân’a mesani denilmesinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Çünkü bazı âyetler bazılarını takip eder; İkinciyi birincinin üzerine katlar. Sûre bitinceye kadar onların fasılaları (âyet başları / sonları) vardır. Bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

İkincisi: Kur’ân’a mesani denilmesi şundandır; çünkü onda aziz ve celil olan Allah’a övgüler tekrar edilir.

Üçüncüsü: Çünkü onda cennet, cehennem, sevap ve azap tekrar edilir.

Dördüncüsü: Çünkü kıssalar, haberler, öğütler ve edepler onda tekrar edilir. Bunları İbn Enbari zikretmiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Mesani Kur’ân’ın uzun ve kısa bütün sureleri de olabilir. Onlara mesani denilmesi şundandır; çünkü haberler ve kıssalar onda tekrar edilir. Buna göre seb’den (yediden) maksat, Kur’ân’ın yedide biridir. Kelâmda gizli kelime vardır, takdiri de şöyledir: Vehiyel Kur’ânul azim (onlar da Kur’ân-ı Azim’dir).

"Minel mesani” ifadesine gelince:

"Min"de de iki görüş vardır:

Birincisi: O, parça bildiren bir edattır, buna göre mana şöyledir; Kur’ân'ın tamamından sana özellikle yedi (sûre / âyet) verdik; onlarda Allahü teâlâ’ya sena edilir ve sana Kur’ân’ı verdik.

İkincisi: O, sıfattır, bu durumda yedi, mesani’nin ta kendisidir,

"fectenibürricse minel evsan” (Hac: 30) âyetinde olduğu gibi. Buradan putların hepsi pistir manası çıkar. Enbari’den de buna yakın bir mana zikretmiştik.

"Ve Kur’ân-ı Azim’i verdik": Kadri büyük Kur’ân'ı demektir. Çünkü o, Allahü teâlâ’nın kelâmı ve vahyidir.

Burada bundan ne murat edildiği hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Kur’ân'ın tamamıdır, bunu da İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Mücâhid ve Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: O yine Fatiha’dır, bu hususta Fatiha’nın başında bir hadis rivayet etmiş bulunuyoruz.

İbn Enbari şöyle demiştir: Birinci görüşe göre kül, cüze atfedilmiş olur, nitekim Araplar şöyle derler: Raeytü cidareddari veddare. Bunun doğru olması şundan dolayıdır; çünkü ikincideki tekrarlanma fazlalığı birinciden daha çoktur. Bu nedenle onun üzerine atfı câiz olmuştur, ikinci görüşe göre de, bir şeyin kendi nefsi üzerine atfı ondaki medih ve senanın daha fazla olmasındandır. Nitekim: Bu, Ömer’den ve Hattab’ın oğlundan rivayet edilmiştir, derler. Hattab’ın oğlu ifadesinden: Fazıl, alim rütbesi yüce manalarını kastederler, işte içine bu fazlalık girince birinciden farklı olur ve üzerine atfedilir.

88

Onlardan bazı sınıfları yararlandırdığımız şeylere sakın göz dikme ve onlara üzülme. Mü'minlere kanadını ger.

Allahü teâlâ ona Kur’ân’ı ihsan ettiğini belirtince, verdiği Kur’ân’lâ yetinip dünyaya bakmasını men etti ve şöyle dedi:

"Onlardan bazı sınıfları yararlandırdığımız şeylere sakın göz dikme": Yani birtakım Yahudi ve müşriklere demek istiyor, mana da: Onu dünyaya rağbetten men etmektir.

"Onlara üzülme":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Eğer iman etmezlerse onlara üzülme.

İkincisi: Dünyada onlara verdiğim nimetlere üzülme.

"Mü'minlere kanadını indir": Yani onlara yumuşak davran, demektir. Kanat indirmek: Sükunetten, taassup ve inadı terk etmekten ibarettir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlara kibar davran, kaba davranma.

89

De ki: Şüphesiz ben apaçık uyarıcıyım.

"Ve kul inni enennezirül mübin":

İbn Kesir, Ebû Amr ve Nâfi "inniye” diye yeyi harekeli okumuşlardır. Bazı müfessirler de: Bu mana kılıç âyetiyle neshedilmiştir, demişlerdir.

90

Paylaşanlara (azabı) indirdiğimiz gibi.

"Kema enzelna alel muktesimin":

Bu kâfta iki görüş vardır:

Birincisi: O,

"sana seb’ulmesniyi verdik” kavline mütealliktir. Sonra bu

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Sana seb’ulmesaniyi verdik, paylaşanlara kitaplar indirdiğimiz gibi. Bunu Mukâtil, demiştir.

İkincisi:

Mana şöyledir: Seni seb'ulmesani ile şereflendirdik, azabı paylaşanlara indirdiğimiz şeylerle şereflendirip sana ikram ettiğimiz gibi. Kâf

"misi = gibi” manasınadır,

"ma” da

"ellezi” manasınadır. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

İkincisi: O:

"Şüphesiz ben uyarıcıyım” kavline mütealliktir,

Mana da şöyledir: Ben uyarıcıyım, paylaşanlara inen azabın benzeri ile sizi uyardım. Bu da Ferrâ’’nın görüşünün manasıdır. Bu durumda

"indirdik” kavlinin manasında da iki görüş ortaya çıkmıştır:

Birincisi:

Kitaplar indirdik, bu da Mukâtil’in görüşünün sonucudur.

İkincisi: Azabı indirdik, bu da Ferrâ’’nın görüşünün sonucudur.

"Paylaşanlar":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerle Hıristiyanlardır. Bunu da el - Avfi ile İbn Abbâs demiş ve Hasen ile Mücâhid de buna katılmışlardır.

Buna göre onlara, paylaşanlar, denilmesinde üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Kur’ân’ın bir kısmına iman ettiler, bir kısmını da inkâr ettiler. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar Kur’ân’ı paylaştılar: Bazıları: Bu sûre benimdir, dediler, bir başkası da: Bu sûre de benimdir, dediler, bunu alay etmek için yaptılar. Bunu İkrime, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar kendi kitaplarını paylaştılar; bazıları bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr ettiler. Diğerleri de ötekilerin inkâr ettiğine iman ettiler. Bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Onlar Kureyş müşrikleridir, bunu da Katâde ile İbn Saib, demişlerdir.

Buna göre onlara, paylaşanlar, denilmesinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onların görüşleri Kur’ân hakkında kısımlara ayrılmıştır: Bazıları: O, sihirdir, dediler, bazıları onun kehanet olduğunu iddia ettiler, bazıları da onun önceki milletlerin masalları olduğunu iddia ettiler. Esved b. Abdiyeğus, Velid b. Muğire, Adiy b. Kays es - Sehmi ve As b. Vail bunlardan birkaçıdır.

İkincisi: Onlar Mekke’ye giren dağ yollarını paylaştılar.

İbn Saib şöyle demiştir: Onlar Mekke halkından bir bölüktür; hac mevsimi gelince Mekke’ye giren yolları bölüştüler; Velid b. Muğire onlara şöyle dedi: Gidin, hacıların girecekleri Mekke yollarını tutun; size ondan, yani Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den sorarlarsa, bazınız: Kahindir, desin, bazınız: Sihirbazdır, desin, bazınız: Şairdir, desin, bazınız da: Bozguncudur, desin. Durum bize ulaştığı zaman sizi tasdik ederiz, dedi. Hanzala b. Ebû Süfyan, Rebia'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe, Velid b. Muğire, Ebû Cehil, As b. Hişam, Ebû Kays b. Velid, Kays b. Fakih, Züheyr b. Ebi Ümeyye, Hilal b. Abdülesved, Saib b. Sayfi, Nadr b. Haris, Ebulbahteri b. Hişam, Zem'a b. Haccac, Ümeyye b. Halef ve Evs b. el - Muğire de bunlardandır.

Üçüncüsü: Onlar Kur’ân’a yemin eden kimselerdir:

"Ona ve ailesine gece baskın yaparız” (Neml: 49) dediler. Allah da onu onların şerrinden korudu, ona yetti. Bunu Abdurrahman b. Zeyd, demiştir. Buna göre bu, kasem (yemin) dendir, kısmet (taksim) den değildir.

91

Onlar ki, Kur’ân’ı parça parça yaptılar.

"Onlar Kur’ân’ı parça parça ettiler":

Kur’ân’dan murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, bizim kitabimizdir, en açık olan da budur, cumhûr da bunun üzerindedir.

İkincisi: Ondan maksat: Bizden öncekilerin kitaplarıdır.

"Idiyn = parça parça":

Kavli üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, a’zadan alınmadır. Kisâi ile Ebû Ubeyde şöyle demişlerdir: Kur’ân'ı böldüler, onu parçalar haline getirdiler.

Sonra o yaptıkları şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu parça parça ettiler; bir kısmına inandılar, bir kısmına inanmadılar. El - Mu’dıy: Ayıran, demektir. Ta’diye de: Kurbanı parçalara ayırmaktır. Hazret-i Ali radıyallahu anh: Mirasta ta’diye yoktur demiştir ki, kılıç gibi bölünmesi mirasçılara zarar veren şeyi bölme yoktur, demektir. Şair Ru’be de şöyle demiştir:

Allah’ın borcu bölünmez (taksite bağlanmaz).

Bu mana, Said b. Cübeyr kanalıyla İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

İkincisi: Onlar, onun hakkında çeşitli sözler ettiler, demektir ki: Şiirdir, dediler; sihirdir, dediler; kehanettir, dediler; eskilerin masallarıdır, dediler. Bu mana da İbn Cüreyc aracılığı ile Mücâhid'ten rivayet edilmiş; Katâde ile İbn Zeyd de böyle demişlerdir.

İkincisi: O, adah’ten alınmadır, adah de Kureyş lehçesinde sihir, demektir. Onlar sihirbaz kadına: Adıhe, derler. Hadiste Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem: Allah, büyü yapan ve yaptıran kadına lânet etsin, demiştir. Bu mana da İkrime aracılığı ile İbn Abbâs'tan rivayet edilmiş; İkrime ile Ferrâ’ da böyle demişlerdir.

92

Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine soracağız.

"Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine soracağız; yaptıkları şeyleri": Bu, azarlama sorusudur; emredildikleri tevhid ve imanda ne yaptıkları sorulacak ve onlara:

"Niçin isyan edip imanı terk ettiniz?” denilecektir. Cevap vermeyince de rezillikleri meydana çıkacaktır.

Ebû’l - Âliyye şöyle demiştir: Kullara kıyamet gününde iki şeyden sorulacak: Neye ibadet ettiklerinden ve peygamberlere ne cevap verdiklerinden.

Eğer: Bu âyetle,

 [İşte o (semânın yarıldığı) gün, insan(lar)a ve cin(ler)e günâhı sorulmayacaktır. (Çünkü onlar, sîmalarından tanınacaktır. Bu, kabirlerinden çıkıp da derecelerine göre bölük bölük mevkıfe sürülecekleri zamana âitir. Suâl [hesap], mahşerde olacaktır.)]

"o gün ne bir insana, ne bir cine günahından sorulmaz” (Rahman: 39)

kavli nasıl uzlaştırılır? denilirse, buna iki cevap verilir:

Birincisi: Allah onlara, "şöyle şöyle yaptınız mı?” diye sormaz, çünkü O en iyi bilendir. Ancak: "Niçin böyle yaptınız?” diye sorar. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlara kıyametin bazı yerlerinde sorulur, bazısında da sorulmaz. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

93

Yaptıkları şeyleri.

94

Emrolunduğun şeyle başlarını ağrıt (çatlat). Müşriklerden yüz çevir.

"Emrolunduğun şeyle başlarını ağrıt":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Emrolunduğun şeye devam et, demektir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Durumunu açıkla, demektir, bunu da Leys, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

İbn Kuteybe de:

"Fasda’ bima tü’mer": Bunu açığa çıkar, demiştir. (Sadaa’nın) aslı: Ayırmak ve açmaktır. Demek istiyor ki: Batılı hak ile ayır.

Zeccâc da: Emrolunduğun şeyi açığa çıkar, demiştir. Bu da sad’den alınmıştır ki, o da sabah aydınlığıdır. Şair şöyle demiştir:

Atın alnındaki beyazlık (akıtma), sanki sabahın aydınlığıdır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Neden,

"emrolunduğun şeyi (bima tü’meru bihi) dememiş?” Çünkü, durumu açıkla demek istemiştir. İbn Enbari burada

"bihi"nin gizli olduğunu söylemiştir, tıpkı: Merertü billezi merertü (rastladığım kimseye rastladım) sözünde olduğu gibi.

Üçüncüsü: Ondan maksat: Kur’ân’ı namazda açık okumadır, bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir. Mûsa b. Ubeyde de şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, bu âyet ininceye kadar gizli kaldı. Bu âyet inince kendisi ve ashabı ortaya çıktı.

"Müşriklerden yüz çevir":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlarla savaştan vazgeç.

İkincisi: Onlara aldırma, durumunu açıkladığın için kınamalarını önemseme.

Üçüncüsü: Alaylarına önem vermekten yüz çevir.

Müfessirlerin çoğu ayeün bu kısmının kılıç âyetiyle mensuh olduğu görüşündedirler.

95

Alay edenlere karşı gerçekten biz sana yeteriz.

"Alay edenlere karşı gerçekten biz sana yeteriz":

Mana şöyledir: Alay edenlere karşı sana yetti isem, sen de benim emrimi açıkla. Onlar Peygamber ve Kur’ân’lâ alay eden bir gruptu.

Sayılarında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar beş kişi idiler: Velid b. Muğire, Ebû Zem’a, Esved b. Abdiyeğus, As b. Vail ve Haris b. Kays. Bunu İbn Abbâs, demiştir. Ebû Zem’a’nın adı: Esved b. Muttalib’tir. Said b. Cübeyr de onları böyle zikretmiş, ancak Haris b. Kays’in yerine: Haris b. Gaytala, demiştir. Zührî de: Gaytala annesidir, Kays de babasıdır; o aynı kişidir, demiştir. Bunu zikrettim ki, başkası zannedilmesin.

"Telkih” kitabında sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinden annesine nisbet edilenleri zikrettim. Babalarının da isimlerini verdim ki, kime nisbet edildikleri bilinsin. İbn Abbâs’tan gelen bir rivayette de, Haris b. Kays’in yerine: Adiy b. b. Kays, denilmiştir.

İkincisi: Onlar yedi kişi idiler, bunu da Şa’bî ile İbn Ebi Bezze demiş; İbn Ebi Bezze onları saymış ve şöyle demiştir: As b. Vail, Velid b. Muğire, Haris b. Adiy, Esved b. Muttalib, Esved b. Yeğus, Haris b. Sebbak’ın iki oğulları Asram ile Ba’kek. Mukâtil de onları aynı şekilde saymış, ancak Haris b. Adiy yerine, Haris b. Kays es - Sehmi, demiştir. Ve: Asram ile Ba’kek de, Haccac b. Sebbak'ın oğullarıdır, demiştir.

Bunlardan Allah’ın helak ettiği ve Allah’ın onlara yettiği kimselerin zikri

Müfessirler şöyle demişlerdir: Cebrâil, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi, o alaycılar Beytullah'ı tavaf ediyorlardı, Velid b. Muğire geçti; Cebrâil:

"Ya Muhammed, bunu nasıl buluyorsun?” dedi. O da: "Kötü bir adamdır” dedi. O da: Allah sana yetti dedi ve Velid’in bacağına işaret. Velid, Kureyş’ten bir adama rastladı; adam okuna tüy (yelek) takıyordu; eteğine okundan bir kıymık takıldı; kibrinden dolayı onu çıkarmak için eğilmedi; kıymık da bacağına vurdu, hastalanıp öldü. Elbisesine bir ok takıldığı ve kolundaki atardamara rasüayarak kestiği için öldü, diyenler de vardır. As b. Vail geçti; Cebrâil:

"Bunu nasıl buluyorsun, ya Muhammed?” dedi. O da: "Kötü bir adamdır, dedi. Cebrâil onun tabanına işaret etti ve Allah sana yetti, dedi. Tabanına bir diken batü; ayağı şişti, o da ondan öldü. Esved b. Muttalib geçti;

"Bunu nasıl buluyorsun?” dedi. O da: Kötü bir adamdır, dedi. Cebrâil eliyle onun gözlerine işaret etti; o da kör olup öldü. Başını duvara vurduğu, yüzünü dikenlere sürdüğü ve kölesinden yardım istediği de söylenir. Kölesi: Kendine bu yaptığını senden başkasının yapacağını zannetmem, dedi. O da: Beni Muhammed'in Rabbi öldürdü, diye diye öldü. Esved b. Abdiyeğus geçti, Cebrâil:

"Bunu nasıl buluyorsun?” dedi. O da: Kötü bir adamdır, dedi.

Cebrâil, Allah sana yetti, dedi ve karnına işaret etti; o da ishal olup öldü. Gözüne diken battığı ve göz güllelerinin aktığı da söylenmiştir. Ailesinden çıktığı ve sam yeline uğradığı; Habeşi gibi simsiyah olduğu söylenir. Döndüğü zaman ailesi onu tanımadı; kapıyı yüzüne kapattılar, o da öldü. Haris b. Kays geçti; Cebrâil:

"Bunu nasıl buluyorsun?” dedi. O da: Kötü bir adamdır, dedi. Cebrâil başına işaret etti ve Allah sana yetti, dedi. Başı şişti, o da öyle öldü. Susuzluk hastalığına yakalandığı, durmadan su içtiği için karnı patladığı da söylenmiştir. Asram ile Ba’kek’e gelince,

Mukâtil şöyle demiştir: Birisinin karnından bir ur çıktı, ötekisi de zatülcenp hastalığına yakalandı, ikisi de öldüler, demiştir.

İkrime de: Alay edenler Bedir savaşından önce helak oldular, demiştir. İbn Saib de: Hepsi bir günde öldüler, demiştir.

97

"Yemin olsun, onların dediklerinden göğsünün daraldığını biliyoruz":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Yalanlamalarıdır.

İkincisi: Alay etmeleridir.

98

Hemen Rabbinin hamdi ile tesbih et ve secde edenlerden ol.

"Hemen Rabbinin hamdi ile tesbih et":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Sübhanallahi vebihamdihi, de. Bunu da Dahhâk söylemiştir.

İkincisi: Rabbinin emri ile namaz kıl. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Secde edenlerden ol": bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Namaz kılanlardan ol.

İkincisi: Tevazu gösterenlerden ol. Bu ikisi de İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

99

Sana yakın / ölüm gelinceye kadar ibadet et.

"Sana yakîn gelinceye kadar":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, ölümdür, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve cumhûr demişlerdir. Ölüme, yakîn denilmesi, kesin olduğu içindir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Âyetin manası: Rabbine sonsuza kadar ibadet, demektir. Eğer: Vakit belirtmeden, Rabbine ibadet et, dese idi, insanın bir defa ibadet etmesiyle itâatkâr sayılması câiz olurdu.

"Sana yakîn gelinceye kadar” deyince, hayatta olduğu sürece ibadet etmesi emrolundu.

İkincisi: O, düşmanlarına galip geleceğinde şüphe olmayan haktır, bunu da Maverdi nakletmiştir.

0 ﴿