16-NAHL SÛRESİ

Mekke’de inmiştir, 128 ayettir.

İniş sebebi

Mücâhid, Atıyye ve İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan onun Mekki olduğunu rivayet etmişlerdir. Hasen, İkrime ve Atâ’’dan da onun tamamının Mekki olduğu rivayet edilmiştir. İbn Abbâs bir rivayette şöyle demiştir: Hamza’nın öldürülmesinden sonra:

"Ve in akabtüm feakıbu bimisli ma ukıbtüm bih” (Nahl: 126) inmiştir. Bir rivayette de şöyle denilmiştir: O, Mekki’dir, ancak üç âyeti Medine’de inmiştir, onlar da şunlardır:

"Vela teşteru biahdillahi semenen kalilen... ya’melun” (Nahl: 95 - 97).

Şa’bî de şöyle demiştir: Hepsi Mekkidir, ancak

"ve in akabtüm...” (Nahl: 126 - 128) âyetleri hariç.

Katâde de şöyle demiştir: O, şu beş âyetin dışında Mekki’dir:

"Vela teşteru biahdillahi semenen kalilen...” (Nahl: 95, 96)

"Vein akabtüm...” (Nahl: 126)

İbn Saib de şöyle demiştir: O, beş âyetin dışında Mekkidir:

"Vellezine haceru fillahi min badi ma zulimu..."; (Nahl: 41)

"sümme inne rabbeke lillezine haceru min badi ma fütinu...” (Nahl: 110)

"ve in akabtüm...” (Nahl: 126)

Mukâtil de şöyle demiştir: Şu beş âyetin dışında Mekki’dir:

"Sümme inne rabbeke lillezine haceru..."; (Nahl: 110)

"men kefere billahi min badi imanihi...” (Nahl: 106)

"vellezine haceru fillahi..” (Nahl: 41)

"ve darabellahu meselen karyeten kanet amineten..."; (Nahl: 112)

"vein akabtüm...” (Nahl: 126) Cabir b. Zeyd de şöyle demiştir: Nahl’in başından kırk âyet Mekke’de indi, kalanı Medeni’dir. Hammad da Ali b. Zeyd’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Nahl suresine: Niam (nimetler) suresi denilirdi, çünkü onda nimetler çok sayılmıştır.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Allah’ın emri geldi; artık onu acele istemeyin. O, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.

"Etâ emrullahi": Hamze ile Kisâi, imale ile okumuşlardır (etey).

İniş sebebi:

"İkterebetissaatü” (Kamer: 1) âyeti inince, kâfirler birbirlerine: Bu, kıyametin yakın olduğunu iddia ediyor; yaptığınız bazı şeyleri durdurun, hele bakalım, dediler. Bir şeyin inmediğini görünce: Biz bir şey görmüyoruz, dediler. Allahü teâlâ da:

"Ikterebe linnasi hisabuhum” âyetini indirdi. (Enbiya: 1) O zaman korktular ve kıyametin yakın olduğunu beklediler. Günler uzayınca: Ya Muhammed, bizi korkuttuğun şeylerden bir şey görmüyoruz, dediler. Allahü teâlâ da bunun üzerine:

"Eta emrullahi” âyetini indirdi; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem sıçradı, insanlar da başlarını göğe kaldırdılar; bunun üzerine

"fela tastaciluh” (acele etmeyin) âyeti indi; onlar da rahatladılar. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

"Etâ": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, ye’ti (gelir) manasınadır, nitekim: Sana hayır geldi, sevin, dersin, yani gelecektir, demektir. Bunu İbn Kuteybe, demiştir.

Şahidi de şunlardır:

"Ve nada ashabul cenneti” (A'raf: 44);

"ve izkalellahu ya İsa” (Maide: 116) vb.

İkincisi: Etâ, karube (yaklaştı) manasınadır,

Zeccâc şöyle demiştir: Allahü teâlâ onun gelmiş kadar yakın olduğunu bildirmiştir.

Üçüncüsü:

"Etâ” mazidir, mana ise: Allah’ın bazı azabı geldi, demektir ki, o da başlarına gelen kıtlık ve açlıktır.

"Artık onu acele istemeyin": Geçmişte indiği gibi gelecekte de inecektir. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

"Allah’ın emrin"inden ne murat edildiği hususunda da beş görüş vardır:

Birincisi: O, kıyamet saatidir, bu da İbn Abbâs’ın yukarıda verdiğimiz görüşüne göredir.

İbn Kuteybe de böyle demiştir.

İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in çıkmasıdır. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Yani onun çıkışı kıyamet alâmetlerindendir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Allah’ın kıyamet alâmetlerinden olan emri geldi; artık kıyametin kopmasını acele etmeyin.

Üçüncüsü: O, hükümlerle farzlardır, bunu da Dahhâk, demiştir.

Dördüncüsü: Allah'ın azabıdır. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Beşincisi: Müşriklerin tehdididir. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Artık onu acele istemeyin": Yani vaktinden önce beklemeyin, demektir.

"O münezzehtir": Yani Allah onların putları ortak koşmaları gibi kötülükten beri ve münezzehtir, demektir.

2

Kendi emrinden melekleri Ruh ile kullarından dilediğine indirir. Şöyle uyarın diye: Gerçek şu ki, benden başka İlâh yok; öyleyse benden korkun.

3

Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Onların ortak koştukları şeylerden yücedir.

"Yünezzilül melaikete": İbn Kesir ile Ebû Amr, nunun sükunu ve zeyi de şeddesiz olarak

"yünzilü” okumuşlar; Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de şedde ile

"yünezzilü” okumuşlardır. Kisâi de Âsım’dan mazmum te ve şeddeli ze ile

"tünezzelü” ref ile de "el - melaiketü” rivayet etmiştir. Meleklerden maksat da yalnız Cebrâil aleyhisselam’dır.

Ruh'tan ne murat edildiği hususunda da altı görüş vardır:

Birincisi: Vahiydir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, peygamberliktir, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Melekleri emriyle indirir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Buna göre

Mana şöyledir: Allah’ın bütün emri ruhtur.

Zeccâc şöyle demiştir: Ruh Allah’ın nefislere irşat ile hayat verdiği şeydir.

Dördüncüsü: O, rahmettir. Bunu Hasen ve Katâde söyledi.

Beşincisi: O, mahlukatın ruhlarıdır; ne zaman bir melek inerse mutlaka yanında bir ruh vardır. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Altıncısı: O, Kur’ân'dır, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Buna göre ona ruh denilmesi, dinin onunla hayat bulmasındandır, nitekim ruh da bedene hayat (can) verir. Bazıları da şöyle demişlerdir:

"Birruhi"deki be "maa = ile” manasınadır, takdir de:

"Emri ile indirir” demektir.

"Kullarından dilediğine": Yani peygamberlere, demektir. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir:

"Kâfirleri ve asileri uyarın” ki,

"gerçekten benden başka İlâh yoktur": Yani onlara birliğimi emredin, demektir. Başkası da şöyle demiştir: Benden başka ilâh olmadığı ile uyarın, yani onlara bir olduğumu emredin, eğer ikrar etmezlerse onları korkutun, demektir.

4

İnsanı meniden yarattı. Bir de bakarsın o, apaçık bir hasımdır.

"İnsanı meniden yarattı":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Übey b. Halef, çürümüş bir kemik aldı, onu ufaladı ve:

"Ya Muhammed, Allah bunu çürüdükten sonra nasıl diriltir?” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Hasım: Muhasım, rakip demektir. Mübin de: Husumeti açık olandır.

Mana da şöyledir: O, meniden yaratılmıştır, bununla beraber hasımlık ediyor ve yeniden dirilmeyi de inkâr ediyor. Başını (aslını) sonuna delil getirmiyor! Onu ilk defa var eden, onu ikinci kez diriltmeye kadir değil midir? Bunda Allah'ın ona verdiği nimete tembih vardır, şöyle ki, Allah onu zayıf meniden güçlü kuvvetli insan haline getirdi, ona hasımlık edecek imkan verdi.

5

Hayvanları da (O) yarattı. Onlarda sizin için ısındıracak şeyler ve faydalar vardır. Onlardan yersiniz de.

"Hayvanları (en’am’ı) da O yarattı": En’am: Deve, sığır ve koyundan ibarettir.

"Onlarda sizin için ısındıracak şeyler (dif) vardır":

bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, ısıtıcı olan yapağılarıdır; onlardan giysiler, çadırlar vs. yapılır. El -Avfi,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Dif: Elbisedir. Çokları da bu manaya kail olmuşlardır.

İkincisi: O, neslidir, İkrime, İbn Abbâs’tan:

"Fiha dif’ün": Dif’: Her hayvanın neslidir, dediğini rivayet etmiştir.

İbn Saib de şöyle demiştir: Dif’, hayvanların yavruları ve yük taşımayan küçükleridir. Dilci İbn Fâris , Emevi’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Dif’: Araplarda devenin yavrusu ve sütüdür.

"Ve faydalar": Yani ısısından fazla olarak derileri, sütleri, nesli, binmesi ve çalıştırması vs. vardır.

"Onlardan yersiniz": Yani hayvanların etlerinden yersiniz, demektir.

6

Onları akşamleyin (otlaktan) getirir ve sabahleyin salıverirken onlarda sizin için süs vardır.

"Veleküm fiha cemalün": Yani onlarda süs, ziynet vardır, demektir.

"Hine türihun": Yani otlaktan yataklarına getirirken. O zaman memeleri ve hörgüçleri büyümüş olarak dönerler ve, filanın malı, derler.

"Sabahları salıverirken": Yani onları meralarına gönderirken.

Eğer: "Niçin meradan dönmeyi önce söyledi?” denilirse.

Cevap şöyledir: Dönerken daha güzel görünürler; çünkü otlamış, memeleri dolmuş ve hörgüçleri uzamıştır.

7

Yüklerinizi yarı canınız çıkmadan ulaşamayacağınız memleketlere taşır. Şüphesiz Rabbiniz elbette çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

"Yüklerinizi (eskaleküm) taşır": Bununla yük taşıyanlara işaret edilmiştir. Eşkal, sikl'in çoğuludur ki, yolcunun eşyasıdır (ağırlık).

"Memlekete": bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, yolcunun hedef aldığı her memleket için geneldir, bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: Ondan maksat: Mekke'dir, bunu da İkrime, demiştir. Birincisi daha doğrudur,

Mana da şöyledir: Yüklerinizi her memlekete taşır; eğer sizden oralara onlarsız varmanız istense idi, yarı canınız çıkmadan ulaşamazdınız.

"Şikkil enfüs": bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, meşakkattir, bunu da çoğunluk, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Nahnü bişıkkin minel ayşi denir ki, geçim zorluğu çekmekteyiz, demektir. Ümmü Zer’ hadisinde: Beni davarcılıkla uğraşan bir ailede zorluk içinde buldu, demiştir. 1

1 - Hazret-i Âişe’den rivayet edilen uzun bir hadisin parçası, bkz. Buhârî, Nikah, bab, 82; Müslim, Fedailü’s - Sahabe, hadis no, 92.

İkincisi: Şık: Yarı demektir; yorgunluk insanın kuvvet ve nefesini azalttığı için yarı canı çıkmış gibi olur. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

"Şüphesiz Rabbiniz elbette çok şefkatlidir, merhametlidir": Yani size bu faydaları temin eden nimetleri ihsan ederken, demektir.

8

Atları, katırları ve merkepleri de, binmeniz ve süs için (yarattı). Daha bilmediklerinizi de yarattı.

"Velhayle...": Bütün bunları binmeniz ve süs için yarattı, demektir.

Fıkıh: At eti yemek câizdir, âyette bunun zikredilmemesi, hedef o olmamasındandır. Attan daha çok binmek ve süs beklenir. İmam Şâfiî böyle demiştir. Ebû Hanife ile Malik: At eti yenmez, demişlerdir.

"Daha bilmediklerinizi de yaratır":

Birtakım müfessirler şöyle demişlerdir: Bundan maksat: Göklerde ve yerde bilinmeyen acayip mahlukattır. Meselâ bazı hadislerde şöyle geçer: Allah'ın şu nitelikte bir meleği vardır, Arş’in altında şöyle şöyle bir nehir vardır gibi. Bazıları da: Bunlar Allah'ın cennetlik ve cehennemlikler için hazırladığı şeylerdir, demişlerdir.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Bazı Âlimler bu gibi şeylerin tefsirine girilmesini hoş karşılamazlar.

Şa’bî de: Bu gibi şeyler Kur’ân'ın sırlarındandır, demiştir.

9

Yolun doğrusu Allah'ın üzerinedir. Onlardan bazısı sapıktır. Allah dileseydi elbette hepinizi hidayete erdirirdi.

"Yolun doğrusu Allah’ın üzerinedir (ve alallahi kasdüssebil)": Kasd: Doğru yol demektir. Tarikun kasdun ve kasıdun denir ki, seni menzil-i maksuduna götüren yol demektir.

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Doğru yolu açıklamak ve delil ve delillerle ona davet etmek Allah'ın üzerinedir.

"Ve minha cair (onlardan bazısı sapıktır)":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Sebil tekil tarzında bir lafızdır, çoğul yerindedir. Sanki: Veminessübüli sebiliün cair (yollardan bazısı da sapık yoldur) denilmiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Sebil’i zikredince, sübül anlaşılmış oldu. Bunun içindir ki, onlardan bazısı sapıktır, demiştir. Nitekim Şair Abdi’nin şu beytinde hadesan (iki olay), havadis (olaylar) yerinde kullanılmıştır:

Bu iki olay karşısında hiçbir canlı kalmaz,

Onlara selam (kayalar, taşlar) dayanır mı?

Hel yebka alel havadisi demek istemiştir. Beyitte geçen selam da: Kayalar, taşlar, demektir.

"Minha” demesi, sebil kelimesinin müennes ve müzekker olarak kullanılmasından dolayı câiz olmuştur da, denebilir.

Mana da: Minessebili cair (yolun bazısı sapıktır) demek olur.

İbn Kuteybe de, mana şöyledir, demiştir: Yollardan bazısı sapıktır, hedefe götürmez. Adil: Maksada götürmeyen, demektir.

İbn Abbâs da: Yollardan bazısı havaidir, nefsi arzulara dayalıdır, demiştir. İbn Mübarek de: Onlar keyfilik ve bid’atlerdir, demiştir.

10

(Allah) O'dur ki, gökten sizin için su indirdi. İçecek ondan ve (hayvanları) otlatacağınız ağaç / bitki de ondandır.

"O, size gökten su indirdi": Yani yağmur demek istiyor.

"İçecek ondan": O da içtiğiniz sudur,

"ağaç da ondan": İbn Enbari bunun manasında iki görüş bildirmiştir:

Birincisi: Ağacı sulamak (sakyu şecerin ve şirbü şecerin) ondandır, demektir. Burada muzaf hazfedilmiş, muzafun ileyh onun yerine geçirilmiştir. Tıpkı:

"Ve üşribu fi kulubihimül içle” (Bakara: 93) âyetinde olduğu gibi.

İkincisi:

Mana şöyledir: Min cihetil mai şecerün (ağaç da sudandır), ve min sakyihi şecerün (ağaç da sulamadandır), ve min nahiyetihi şecerün (ağaç da onun tarafındandır). Bu durumda birinci hazfedilmiş, ikinci onun yerine geçirilmiştir. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

Hıcr’in zirvesindeki yurtlar kimindir?

Onlar yıllardan ve aylardan boş kalmıştır.

Yani yılların ve ayların geçmesinden boş kalmıştır, demek istemiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu ağaçtan maksat, meradır,

Zeccâc da şöyle demiştir: Yeryüzünde biten her şey ağaçtır. Şair atları nitelerken şöyle demiştir:

Ağaç azaldığı zaman ona et yedirir,

Atâ’ et yedirmek zarardır.

Demek istiyor ki: Yer kurak olduğu zaman onlara süt içirir.

"Tüsimun": Otlatırsınız, demektir. Sametil ibilü fehiye saimetün denir ki, deve otlamaktır. Bu da sume’den alınmıştır ki, alâmet ve işaret demektir. Tevili şöyledir: Hayvan bir yerde otlarsa, iz bırakır.

11

Onunla size ekin, zeytin, hurmalıklar, bağlar ve her türlü meyvelerden bitirir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için elbette ibret vardır.

"Yünbitü leküm bihizzer’a": Ebû Bekir, Âsım’dan, nun ile "nünbitü” rivayet etmiştir.

İbn Abbâs da: Hububatı murat etmiştir, demiştir. Bundan sonrası

"vennücumu müsahharatün biemrihi

"ye kadar açıktır.

Ahfeş şöyle demiştir: Ve caalen nücume müsaharatin (yıldızlara boyun eğdirmiştir): Başta olmayan şeyin (yani aradakilerin) filini gizlemek câizdir; çünkü manada gizlenen o şey açık gibidir. Araplar bundan daha ötesini yaparlar, halk şairi şöyle demiştir:

İçlerinde soğuğun sesini duyarsın,

Ellerde de kuruluk ve genişlik.

Yani ellerde de kuruluk ve genişlik görürsün, demektir. Başkası da şöyle demiştir:

"Müsahharatin": Tekit edici haldir, Çünkü onların Mûsahhar olduğu Allahü teâlâ’nın

"ve sehhare” kavlinden anlaşılmıştır.

İbn Âmir de hepsini ref ile: Veşşemsü velkameru vennücumu müsahharetün okumuştur.

Hafs da Âsım’dan, cumhûr gibi nasb ile okuduğunu rivayet etmiştir. Ancak "vennücumu müsahharatün” öyle değildir ki, onu ref ile okumuştur.

12

Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı size ram etti. Yıldızlar da O’nun emri ile boyun eğdirilmiştir. Şüphesiz bunda akıllarını çalıştıran bir topluluk için elbette ibretler vardır.

13

Sizin için yeryüzünde renkleri farklı olarak yarattığı şeyleri de (boyun eğdirdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için elbette bir ibret vardır.

"Yeryüzünde sizin için yarattığı şeyleri de": Yani sizin için yarattığı şeyleri de ram etti, emrinize verdi. Zeree: Halk etti (yarattı) manasınadır.

14

O ki, ondan taze et yemeniz ve ondan giyeceğiniz bir ziynet çıkarmanız için denizi de ram etti. Orada gemilerin suyu yararak gittiğini görürsün ki, bunu lütfundan aramanız ve belki şükredersiniz diye (yaptı).

"Denizi de ram etti": Yani onda deniz vasıtalarına binmeniz ve derinliklerine dalmanız için ram etti.

"Ondan taze et yemeniz için": Yani balık yemeniz için, demektir.

"Ondan giyeceğiniz bir ziynet çıkarmanız için": Yani inci ve mercan gibi şeyler, demektir. Bunda şuna işaret vardır ki, bir kimse süs eşyası giymeyeceğim diye yemin etse, sonra da onu giyse, yemini bozulmuş olur:

Ebû Hanife ise: Bozulmaz, demiştir.

"Gemileri görürsün": Yani sefineleri görürsün, demektir.

"Mevahir” kelimesinin manasında ise iki görüş vardır:

Birincisi: Akanlar, demektir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. Dilciler şöyle demişlerdir: Maharatis sefinetü mahran: Gemi suyu yararak akıp gitmektir.

İkincisi: Mevakıra, yani dolu demektir. Bunu da Hasen Basri, demiştir.

"Lütfundan aramanız için":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ticaret için gemilere binerek Allah’ın lütfundan aramak için.

İkincisi: Çıkardığınız süs eşyaları ve avladığınız balıklarla demektir.

İbn Enbari: "Velitebteğu min fadlihi"de vavın gelmesi için iki vecih vardır, demiştir:

Birincisi: O, gizli bir lama ma’tûftur, takdiri de şöyledir: Ve terel fülke mevahıra fıhi litentefiu ve litebteğu (gemilerin suları yararak gittiğini görürsün; bundan yararlanmanız ve lütfundan istemeniz için).

İkincisi: O, gizli bir fiilden dolayı gelmiştir, takdiri şöyledir: Ve faale zalike likey tebteğu (bunu yapması da Allah'ın lütfundan aramanız içindir).

15

Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar, (bundan başka) ırmaklar ve yollar koydu ki, doğru yolu bulasınız diye.

"Elka filardı revasiye (yere sabit dağlar dikti)” demektir.

"Sizi sarsmasın diye":

Zeccâc: Sizi sarsmasını istemediği için, demiştir. Maderrecülü yemidü meyden denir ki: Başı dönmektir.

İbn Kuteybe de: Meyd: Hareket ve meyildir, demiştir. Fülanün yemidü fi meşyihi denir ki: Devrilerek yürümektir.

"Ve ırmaklar":

Zeccâc: Mana şöyledir, demiştir: Onda yollar yarattı. Çünkü "elka” kıldı, yaptı, demektir. Sübül ise: Yollar, demektir.

"ki, doğru yolu bulasınız diye: Yani yolunuzu bulur da maksadınıza ulaşırsınız, demektir.

16

(Daha nice) işaretler (koydu). Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.

"Ve işaretler":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar gündüzün yollarda görünen işaretlerdir. Gece ise yollarını yıldızlarla bulurlar. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar da yıldızlardır; çünkü yıldızlardan doğru yolu göstermeyen alâmet de vardır, gösteren alâmet de vardır. Bunu Mücâhid, Katâde ve Nehaî, demişlerdir.

Üçüncüsü: Dağlardır, bunu da İbn Saib ile Mukâtil, demişlerdir.

Yıldızdan ne murat edildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O Süreyya, Ferkadan (Küçük Ayı takımında iki parlak yıldız), Benatı na’ş (yine o takımdan yıldızlardır) ve Kuzey yıldızıdır.

İkincisi: Kuzey Yıldızı ile Ferkadan yıldızlarıdır. Bunu İbn Saib, demiştir.

Üçüncüsü: Kutup Yıldızıdır; çünkü o, merkezinde duran yıldızların en sabitidir (Demirkazık). Bunu da Maverdi zikretmiştir.

Dördüncüsü: O, cins ismidir, maksat bütün yıldızlardır. Bunu da Zeccâc, demiştir. Hasen, Dahhâk, Ebû'l - Mütevekkil ve Yahya b. Vessab, nunun zammı ve cimin sükunu ile: Vebinnücm” okumuşlar; Cahderi ise, nunun ve cimin zammı ile "vebinnücümi” okumuşlardır. Mücâhid de cemi sigası ile vavlı olarak: "Vebinnücümi” okumuştur.

Bu doğru yolu bulmada da iki görüş vardır:

Birincisi: Kıbleyi bulmaktır.

İkincisi: Seferde gidilecek yolu bulmaktır.

17

Hiç yaratan yaratmayan gibi midir? Düşünmüyor musunuz?

"Hiç yaratan yaratmayan gibi midir?": Yani putlar, onlara

"men” edatı ile hitap etmesi, müşriklerin onlara akıl ve iyiyi kötüyü ayırma gücü isnat etmelerindendir.

"Düşünmüyor musunuz?": Müşriklere hitap ediyor, diyor ki: Mü'minler öğüt aldığı gibi siz de öğüt almıyor musunuz?

"Yaratmayan gibi (kemen layahluk)” demesi nasıl câiz oldu?” Çünkü yaratanla beraber zikredilmiştir; meselâ şunun gibi:

"Onlardan kimi karnı üzere yürür, kimi de iki ayak üzerinde yürür” (Nûr: 45). Araplar: İştebehe aleyyerrakibü ve cemeluhu, fema edri men za (deve ile binicisi bana benzer geldi; hangisinin kim olduğunu bilmiyorum) derler. Çünkü insanla başkasını birleştirince ikisinde de

"men” kullanmak câiz olmuştur.

18

Allah'ın nimetlerini sayarsanız, bitiremezsiniz. Şüphesiz Allah elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Allah’ın nimetlerini sayarsanız bitiremezsiniz": Bunu da İbrahim: 34’te tefsir etmiş bulunuyoruz.

"Şüphesiz Allah elbette çok bağışlayıcıdır": Yani nimetlerine şükürdeki kusurlarınızı

"çok merhamet edicidir": Size karşı, çünkü kusurunuzdan dolayı onları kesmemiştir.

19

Allah, gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilir.

"Vallahu ya’lemu ma tüsirrune ve ma tu’linune": Abdülvaris, Kazaz hariç, ye ile

"yüsimme” ve "yulinune” rivayet etmiştir.

20

Allah’tan başka ibadet ettikleri nesneler, hiçbir şey yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır.

"Vellezine ted’une min dunillahi": Âsım, ye ile: Yed'une okumuştur.

21

Ölüdürler, diri değildirler. Ne zaman diriltileceklerinin şuurunda değildirler.

"Ölüdürler, diri değildirler": Yani putlar böyledir, demektir.

Ferrâ’: Burada

"ölüdürler” ifadesinin manası, onlarda ruh yoktur, demiştir. Ahfeş de:

"Diri değildirler: Tekit içindir, demiştir.

"Vema yeşurune eyyane yub’asun":

"Eyyane”

"meta = ne zaman” manasınadır.

Onların kim olduğu hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar putlardır, onlardan insanlar gibi bahsedilmiştir. İbn Abbâs bunu şöyle yorumlamıştır: Allahü teâlâ putları ruhları ve şeytanları ile beraber diriltecektir; onlar da kendilerine tapanlardan onlardan beri olduklarını dile getireceklerdir. Sonra şeytanlara da onlara ibadet edenlere de cehenneme gitmeleri emredilir.

İkincisi: Onlar kâfirlerdir, ne zaman diriltileceklerini bilmezler. Bunu da Mukâtil, demiştir.

22

İlâhınız bir tek İlâhtır. Ahirete iman etmeyenler (var ya), onların kalpleri inkârcıdır ve onlar kibir taslayanlardır.

"İlâhınız bir tek İlâhtır": Bunu Bakara suresi, âyet: 163’te zikretmiş bulunuyoruz.

"Ahirete iman etmeyenler": Yani yeniden dirilmeye ve sevap ve azaba iman etmeyenler, demektir.

"Kalpleri inkârcıdır": İnkarcıdır; tevhidi (Allah’ın birliğini) bilmez.

"Onlar kibir taslayanlardır": Yani hakkı kabul etmeye diretirler.

23

Şüphe yok ki, Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. Şüphesiz O, kibir taslayanları sevmez.

"Lacereme": Bunu da Hûd: 22’de tefsir etmiş bulunuyoruz.

Âyetin manası şöyledir: Onları gizli ve açık yaptıkları şeylerle cezalandıracaktır; çünkü bunu bilir. Kibir taslayanlar: Tevhid ve imana karşı büyüklenenler, demektir.

Mukâtil şöyle demiştir:

"Gizledikleri": İnsanları Resûlüllah’tan çevirmeleri için yol başlarını tutmak üzere adamlar göndermeleridir.

"Açıkladıkları da": Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e düşmanlıklarını açıklamalarıdır.

24

Onlara: "Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman: "Öncekilerin masalları” derler.

"Onlara denildiği zaman": Yani kibir taslayanlara denildiği zaman,

"Rabbiniz ne indirdi?": Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e.

"Maza", "mellezi = ne” manasınadır.

"Esatirül evvelin": Cevap, yani haber olarak merfudur, sanki şöyle demişlerdir: Ellezi ünzile: Esatirül evvelin (indirilen şey, öncekilerin masallarıdır). Yani sizin gökten indirilmiş dediğiniz şey, önceki milletlerin masallarıdır. Biz de esatir’in manasını En'am: 25’te şerh etmiş durumdayız.

Mukâtil şöyle demiştir: Yol başlarını tutmak üzere adamlar gönderen Velid b. Muğire’dir. Bazıları: Muhammed sihirbazdır, diyordu; bazıları: Şairdir, diyordu. Biz de bu manayı

"muktesimin” (görev taksimi yapanlar)ı anlatırken Hicr: 90’da şerh etmiş bulunuyoruz.

25

Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak, bilgisizce saptırdıklarının da günahlarından (bir kısmını) taşımaları için. Bilin ki, o taşıdıkları şey ne kötüdür!

"Liyahmilu evzarehüm": Bu lâm, akibet (sonuç) lâmıdır. Bunu da birçok yerde şerh etmiş bulunuyoruz. Evzar ise: Günahlar, demektir. Neden

"tam olarak” denilmiştir? Çünkü onların başlarına gelen belâ ve musibetten dolayı hiçbir günahları bağışlanmamıştır; mü’minlerin ise bağışlanmıştır.

"Bilgisizce saptırdıklarının günahlarını da": Yani onları delile dayanarak saptırmış değildirler. Neden kendilerine tabi olanların günahlarını da taşırlar? Çünkü onlar reis idiler, sapıklıkta önder idiler. İbn Enbari de

"min” edatı için iki görüş zikretmiştir:

Birincisi: O, parça bildirmek (teb’îz) içindir; onlar ortak oldukları şeyleri taşırlar; ötekilerin kendi istekleri ile yaptıkları şeyleri ise taşımazlar. Bu durumda teb’îz (parça) manası doğru olur.

İkincisi:

"Min” tekit içindir, mana da: Saptırdıklarının günahlarını taşırlar, demek olur.

"Bilin ki, taşıdıkları o şey ne kötüdür": Yani sırtlarında taşıdıkları, demektir.

26

Kendilerinden öncekiler de tuzak kurdular. Allah da binalarına temellerden geldi; üstlerindeki tavan üzerlerine çöktü. Azap onlara bilmedikleri yerden geldi.

"Kendilerinden öncekiler de tuzak kurdular":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bundan Nemrut b. Kenan kastedilmiştir. Çünkü o, yüksek bir kule yapmıştı. Onun yüsekliğinde ihtilaf etmişlerdir;

İbn Abbâs: Beş b. arşın idi, demiştir.

Mukâtil de: Yüksekliği iki fersah idi, demiştir. Şöyle demişlerdir: Nemrut kendi iddiasına göre gök halkı ile savaşmak için göğe çıkmak istedi. Burada

"tuzak": Kötü tedbir anlamınadır.

"Min kablihim"deki him zamirinin mercii hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, Mekke'nin giriş yollarını tutan görev taksimcilerine râcîdir. Bunu da İbn Saib, demiştir.

İkincisi: Mekke kâfirlerine râcîdir. Bunu Mukâtil, demiştir’.

"Allah binalarına esaslarından geldi": Yani temellerinden geldi.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ öyle bir rüzgar gönderdi ki, kulenin başını denize attı, kalan kısım da üzerlerine çöktü.

Süddi şöyle demiştir: Kule devrilince, halkın korkudan dilleri karıştı (tutuldu); yetmiş üç dil konuşmaya başladılar. Bunun için

"Babil (tebelbül)” denildi. Ondan önce halkın dili Süryanice idi. Bu görüş kabul edilemez; çünkü tebelbül karışmak ve doğru olmayan bir şekilde konuşmak demektir. Ama kuralları sağlam bir dilin meydana gelmesi ise bâtılldır. Diller ancak Allahü teâlâ’nın öğretmesi ile çıkmıştır.

Eğer:

"Tuzak kuran bir tek kişi idi, nasıl çoğul olarak

"ellezine” dedi de, "ellezi” demedi?” denilirse, bunun üç cevabı vardır:

Birincisi: Tuzak kuran kral idi, onun adamları vardı, onlar da onunla beraber bu niteliğe dahil oldular.

İkincisi: Araplar çoğulu tekil yerinde kullanırlar; meselâ birileri: Harectü ilel basrati alel biğali (Basra’ya katırların üzerinde gittim) der, halbuki bir katırın üzerinde gitmiştir.

Üçüncüsü:

"Ellezine = onlar” dediği belli kimseler değildir, ondan sadece kendilerinden önce tuzak kuran zorbalar kastedilmiştir. O nedenle tuzaklarının vebali onlara dönmüştür. Bu cevapları İbn Enbari zikretmiştir. Diyor ki,. Bazı Âlimler şöyle demişler: Neden cemi zamiri ile

"min fevkıhim” dedi? Çünkü onların altta olduklarını vurgulamak istedi. Zira böyle demese idi, devrilirken altında olmayabilirlerdi. Çünkü Araplar: Oda üzerimize düştü, dükkan üzerimize çöktü, ev üzerimize yıkıldı, derler de altında olmadıklarını kastederler.

"Azap onlara bilmedikleri yerden geldi": Yani onlar emniyette olduklarını zannettiler.

Süddi şöyle demiştir: Onlar güvendikleri yerden yakalandılar (güvendikleri dağlara kar yağdı). Atıyye,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onların üzerine gökten bir azap kapaklandı.

Müfessirlerin çoğu bizim aktardığımız şekilde binanın çöktüğü görüşündedirler. İbn Kuteybe ise şöyle demiştir: Bu, bir temsildir,

Mana da şöyledir: Allah onları helak etti, tıpkı meskeni temelinden çöküp de üzerine düşenin helak olduğu gibi.

27

Sonra kıyamet günü onları rezil eder ve:

"Onlar hakkında muhalefet ettiğiniz ortaklarım nerede?” der. Kendilerine ilim verilenler: "Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirlerin üzerinedir” derler.

"Sonra kıyamet günü onları rezil eder": Yani onları azap ile hor duruma düşürür. "Ve yekulu eyne şürekaiye": Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi hemzeli olarak ve yenin fethi ile "şürekâiyellezine” okumuşlardır. Bezzi de İbn Kesir’den hüdaye gibi "şürekâye” rivayet etmiştir.

Mana da şöyledir: İddianıza göre benim ortaklarım nerede? Azabı sizden savsalardı, ya!

"Onlar hakkında muhalefet ettiğiniz": Yani Müslümanlara muhalefet edip de onlara ibadet ediyordunuz, hâlbuki mü’minler Allah’a ibadet ediyorlardı. Nâfi, nunun kesresi ile,

"tüşakkuni” okumuş; tüşakkuneni murat etmiş; ikinci nunu atmış, ona delalet etmesi için kesreyi yerinde bırakmıştır.

Mana da şöyledir: Onlar hakkında benimle çekişiyor ve onların hatırı için emrime karşı geliyordunuz.

"Kendilerine ilim verilenler dedi":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar meleklerdir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Hafaza melekleridir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar mü’minlerdir.

"Hizy” kelimesine gelince: Onu da Al-i İmran 192’de şerh etmiş bulunuyoruz. Burada

"kötülük” ise: Azaptır.

28

Onlar ki, melekler onların canlarını nefislerine zulmedenler olarak alır.

"Biz bir kötülük yapmıyorduk” diyerek teslimiyeti (Allah’a) bırakırlar. Hayır, şüphesiz Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi bilendir.

"Onlar ki, melekler onların canlarını nefislerine zulmedenler olarak alır":

İkrime şöyle demiştir: Bunlar Mekke’de bir grup idiler; İslâm’ı ikrar ettiler, fakat hicret etmediler: Müşrikler de onları zorla Bedir savaşına çıkardı, bazıları orada öldürüldü. Biz de bunu Nisa suresi, âyet: 97’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Teslimiyeti Allah’a bıraktılar":

İbn Kuteybe: Baş eğip teslim oldular, demiştir. Selem: Istislam (teslim olmak) tır.

Müfessirler: Bu, ölüm anında olacak, onlar şirkten beri olduklarını iddia edecekler, demişler.

"Biz bir kötülük yapmıyorduk": O da şirktir. Melekler

"Hayır” diyerek onları reddederler. Bu, cehennem hazinlerinin onlara ret cevabıdır da, denilmiştir:

"Hayır, şüphesiz Allah sizin ne yaptıklarınızı çok iyi bilendir": Şirk ve yalanlamadan neler yaptıklarınızı, demektir. Sonra onlara:

29

Orada ebedi kalıcılar olarak girin cehennem kapılarından. Büyüklük taslayanların barınağı ne kötüdür!

Cehennem kapılarından girin, denilir. Bu lâfızların tefsiri de Nisa suresi, âyet: 97 ve Hicr suresi, âyet: 44'te geçmiştir.

30

Korunanlara. "Rabbiniz ne indirdi?” denildi. Onlar da:

"Hayır (indirdi) dediler. Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Şüphesiz ahiret yurdu daha hayırlıdır. Müttakilerin yurdu ne güzeldir!

"Korunanlara: "Rabbiniz ne indirdi?” denildi": Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Kureyş müşrikleri hac günlerinde on alü kişiyi insanları Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den çevirmek için Mekke girişlerine gönderdiler. Onları her patika yolun üzerine dörder dörder ayırdılar ve: Size kim gelir de Muhammedi sorarsa, bazınız: Şairdir, desin; bazınız: Kâhindir, desin; bazınız: Delidir ve sizin onu görmemeniz, onun da sizi görmemesi sizin için daha iyidir, deyiniz. Bize geldikleri zaman biz de sizi doğrularız, dediler. Bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaştı; o da onlardan her dört kişiye dört Müslüman gönderdi: İçlerinde Abdullah b. Mes’ud da vardı. Onları yalanlamaları emredildi. İnsanlar (hacılar) onlara rastlayıp da diyeceklerini dedikleri zaman, Müslümanlar da onlara cevap verir: Yalan söylediler, bilakis o, sizi hakka davet ediyor ve iyiliği emrediyor, kötülükten men ediyor, hayra çağırıyor, dediler. Hacılar da:

"Davet ettiği o hayır nedir?” dediler. Onlar da:

"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır” dediler.

"Hayır dediler": Yani hayır indirdi, dediler. Sonra bunu açıklayıp şöyle dedi:

"Bu dünyada iyilik edenler için": Yani lâilâhe illallah deyip de iyi amel edenler için

"iyilik” yani ahirette Allah’tan ikram vardır ki, o da cennettir. Şöyle de denilmiştir:

"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır": Yani bu dünyada vardır, o da onlara rızık ettiği hayır ve orada yaptıkları taatlerdir.

"Şüphesiz ahiret yurdu": Yani cennet,

"daha hayırlıdır": Dünyadan.

"Müttakilerin yurdu ne güzeldir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, cennettir, bunu da cumhûr, demiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Kelâmda söylenmeyen söz vardır, takdiri: Velenime darul müttekinel ahiretü (müttakilerin yurdu ahiret ne güzelidir. Ancak ahiret daha önce zikredildiği için manası da sonunda bilinmiştir. Mananın: Müttakilerin yurdu olan Adn cennetleri ne güzeldir, şeklinde olması da câizdir.

İkincisi: O, dünyadır,

Hasen Basri şöyle demiştir: Müttakilerin yurdu dünya ne güzeldir; çünkü orada amel etmekle ahiret sevabına nail oldular.

31

Yani Adn cennetleri. Oraya girerler. Altlarından ırmaklar akar. Onlar için orada diledikleri her şey vardır. Allah müttakileri böyle mükafatlandırır.

"Adn cennetleri": Bunu da Beraet: 72’de şerh etmiş bulunuyoruz.

32

Onlar ki, melekler onların canlarını tertemiz olarak alır. "Selam size. Yaptıklarınıza karşılık girin cennete” derler.

"Ellezine teteveffahümül melaiketü": Hamze ye ile imale ederek

"yeteveffahüm” okumuştur.

"Tayibin"in manasında da beş görüş vardır:

Birincisi: Mü'minler olarak, demektir.

İkincisi: Şirkten temiz olarak, demektir.

Üçüncüsü: Fiilleri ve sözleri temiz olarak, demektir.

Dördüncüsü: Ölümleri hoş ve ruhlarının çıkışı kolay, demektir.

Beşincisi: Nefisleri ölüme razı, sevaba inanmış olarak, demektir.

"Derler": Yani melekler,

"selam size” derler.

Bu selam hangi vakitte olacaktır?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ölüm anında olacaktır. Bera b. Azib: Ölüm meleği yanına girdiği zaman ona selam verir, demiştir. Kurtubi de şöyle demiştir: Ölüm meleği ona: Aziz ve celil olan Allah sana selam söylüyor ve seni cennetle müjdeliyor, der.

İkindisi: Cennete girerken.

Mukâtil şöyle demiştir: Bu, cennet hazinlerinin ahirette onlara: Selamün aleyküm, demesidir.

33

Kâfirler başka değil kendilerine meleklerin gelmesini yahut Rabbinin emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar. Allah onlara zulmetmedi. Ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı.

"Hel yenzurune illâ en te’tiyehümül melaiketü":

Hamze ile Kisâi, ye ile ye tiyehüm” okumuşlardır. Bu, müşrikler için tehdittir. Biz de bunu Bakara: 210’da ve En’am’ın sonunda: 158'de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Yahut Rabbinin emrinin gelmesini mi":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın onlar hakkındaki emrini, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Dünyada azabı, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar": Eski milletlerin kâfirlerini kastediyor; onlar inkâr ettikleri gibi bunlar da inkâr ettiler, demek istiyor.

"Allah onlara zulmetmedi": Onları helak etmekle,

"ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı": Şirk koşmakla.

34

Bu nedenle onlara yaptıkları şeylerin kötülükleri çattı ve onları alay ettikleri şeyler kuşattı.

"Yaptıkları şeyin kötülükleri onlara çattı": Yani cezası çattı, demektir.

İbn Abbâs: Yaptıkları şirkin cezası, demiştir.

"Onları kuşattı": Bunu da En’am: 10’da açıklamış bulunuyoruz.

Mana da şöyledir: Onları sardı,

"alay ettikleri şey"in azabı.

35

Şirk koşanlar:

"Eğer Allah dileseydi, O’ndan başka hiçbir şeye ne biz ne de atalarımız tapmaz; O’nu bırakıp hiçbir şeyi de haram etmezdik” dediler. Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar. Peygamberlere apaçık tebliğden başka şey var mıdır?

"Şirk koşanlar dediler": Yani Mekke kâfirleri dediler.

"Eğer Allah dileseydi O’ndan başka bir şeye ibadet etmezdik": Putları kastediyorlar, yani eğer dileseydi şirk koşmazdık; O’nu bırakıp da bahire, şaibe, vasile, ham ve ekinler gibi şeyleri haram etmezdik, demek istiyorlar. Zira:

"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” (İnsan: 30) âyeti inince, bunu alay yollu dediler, yoksa inanarak demediler. Sözlerinin manası şöyledir, diyenler de olmuştur: Eğer bize bunu emir ve irade etmeseydi, biz de bunu yapmazdık.

"Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar": Yani paygamberleri yalanlama ve Allah’ın helâl ettiğini haram etme gibi.

"Peygamberlere tebliğden başka bir şey var mı?": Yani onlara tebliğden başka bir şey yoktur, demektir. Hidayete gelince o, Allah’ın elindedir. Bu da:

36

Her ümmete:

"Allah’a ibadet edin ve tağuttan sakının” diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti. Kimine de sapıklık hak oldu. Öyleyse yeryüzünde dolaşın; yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün!

"Her ümmete bir peygamber gönderdik": kavli ile açıklanmıştır. Yani Onlara seni gönderdik

"Allah’a ibadet edin diye": Yani O’nu birleyin,

"tağuttan uzak durun diye": O da şeytandır.

"Onlardan kimine hidayet etti": Yani onları irşad edip doğru yola sevk etti,

"onlardan kimine de sapıklık hak oldu": Yani Allah’ın ezeli ilminde vacip oldu, demektir. Böylece Allahü teâlâ peygamberleri ibadeti emretsinler diye gönderdiğini bildirdi. Bu ise saptırma ve hidâyetten öte bir şeydir (hidayet Allah’tandır).

"Öyleyse yeryüzünde dolaşın": Yani peygamberleri yalanlayan milletlerin eserlerinden ibret alın. Sonra sapıklığı hak edenin hidayete eremeyeceğini pekiştirmek üzere:

37

Onların hidâyetlerine ne kadar hırs göstersen de, şüphesiz Allah saptırdığı kimseye hidayet etmez ve onlar için yardımcılar da yoktur.

"Onların hidâyetine ne kadar hırs göstersen” dedi. Yani onların hidâyetini çabanla istesen de

"şüphesiz Allah saptırdığı kimseye hidayet etmez” dedi.

İbn Kesir, Ebû Amr, Nâfi' ve İbn Âmir, yenin zammı ve dalın fethi ile "lâ yühda” okumuşlardır.

Mana da: Saptırdığı kimseyi hidayet edecek yoktur, demektir. Âsım, Hamze ve Kisâi, yenin fethi ve dalın kesri ile

"yehdi” okumuşlardır.

"Yudıllü"nun ise yenin zammesi ve dadın kesri ile olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Bu kıraat iki manaya gelebilir, bunları da İbn Enbari zikretmiştir:

Birincisi: Sapık olarak damgaladığını ve bedbaht olarak yarattığını hidayet etmez.

İkincisi: Saptırdığın hidayete ermez, yani Allah’ın saptırdığı hidâyeti bulamaz, demektir. Bu durumda yehdi: Yehtedi manasına olur. Araplar: Kad heda fülanün ettarika derler ki: Yolu buldu demek isterler.

38

Var yeminleri ile Allah ölüleri diriltmez diye yemin ettiler. Hayır, Bu O’nun üzerinde hak bir va’ttir. Ancak insanların çoğu bilmezler.

"Var yeminleri ile Allah’a yemin ettiler": îniş sebebi şöyledir: Müslümanlardan bir adamın müşriklerden bir adamda alacağı vardı, onu istemeye geldi; konuşurken ağzından: Benim öldükten sonra umudum şudur ki, şeklinde bir söz çıktı; müşrik de:

"Demek sen, öldükten sonra dirilmeye inanıyorsun?” dedi ve

"Allah ölenleri diriltmez” diye yemin etti. İşte âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû’l - Âliyye demiştir.

"Cehde eymanihim": Maide: 53'te tefsir edilmiştir.

"Belâ” kavli ise: Onlara ret için söylenmiştir. Ferrâ’ da, mana şöyledir, demiştir:

"Hayır", onları elbette diriltecektir,

"bu O’nun üzerinde hak bir va’ttir".

39

(Diriltir ki,) onlara ihtilaf ettikleri şeyi açıklasın ve kâfirler de şüphesiz kendilerinin yalancılar olduklarını bilsinler, diye.

"Onlara ihtilaf ettikleri şeyi açıklasın diye":

Zeccâc şöyle demiştir: Bunun, diriltmeye bağlı olması câizdir; o zaman mana şöyle olur: Hayır, onları diriltir ve onlara bunu açıklar. Bunun

"Yemin olsun ki, her ümmete bir elçi gönderdik” kavline bağlı olması da câizdir ki, onlara açıklasın, demek olur.

Müfessirlerin:

"Onlara açıklasın” kavlinde de iki görüşleri vardır:

Birincisi: Onlar bütün insanlardır, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: Onlar müşriklerdir, onları diriltmekle mü’minlere muhalefet ettikleri şeyi onlara açıklar.

"Şüphesiz onlar yalancı idiler": Diriltmeyi kabul etmeme hususunda. Sonra diriltmeye gücünün yettiğini şu kavli ile haber verdi:

40

Bizim irade ettiğimiz bir şeye sözümüz ancak ona,

"ol” dememizdir ki, o da derhal oluverir.

"Bizim irade ettiğimiz bir şeye sözümüz ancak ona,

"ol” dememizdir ki, o da oluverir (feyekun)":

İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve Hamze, burada ve Kur’ân’nın hepsinde ref ile "feyekunu” okumuşlardır.

İbn Âmir ile Kisâi de, nasb ile "feyekune” okumuşlardır. Mekki b. İbrahim şöyle demiştir: Kim ref ile okursa, onu makablinden (öncesinden) kesmiş olur,

Mana da şöyledir: Fehüve yekunu (o da oluverir). Kim de nasb ederse, onu

"yekule'nin üzerine atfeder. Bu da şunun gibidir:

"Bir şeye hükmettiği zaman sadece ona,

"ol” der, o da oluverir". Biz de bunu Bakara: 117’de tefsir etmiş bulunuyoruz.

Eğer:

"Bir şeye nasıl var olmadan önce şey dedi?” denilirse.

Cevap şöyledir: Şey Allah katında yaratılmadan önce bilinen nesneye denir; çünkü o, gözle görülmüş ve müşahede edilmiş durumundadır.

41

Zulme uğradıktan sonra Allah uğrunda hicret eden kimseleri, mutlaka onları dünyada güzelce yerleştireceğiz. Gerçekten ahiretin mükafatı daha büyüktür, keşke bilselerdi!

"Allah uğrunda hicret eden kimseler": Kimler hakkında indiğinde üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu altı ashabı hakkında inmiştir: Bilal, Ammar, Suhayb, Habbab b. Eret ve Kureyş’in müttefikleri olan Ayiş ile Cebr. Mekkeliler bunları yakaladılar. İslâm’dan dönmeleri için işkence ettiler. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Bu, Ebû Cendel b. Süheyl b. Amr hakkında inmiştir. Bunu da Dâvud b. Ebi Hind, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından bütün muhacirlerdir. Bunu da Katâde, demiştir.

"Allah uğrunda hicret ettiler” kavlinin manası: O'nun rıza ve sevabını aramak için, demektir. "Zulme uğradıktan sonra": Müşrikler onlara zarar verdikten sonra.

"Lenübevviennehüm fiddünya haseneten":

Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: Onları Medine’ye konduracağız, demektir. Bu manayı Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, Şa’bî ve

Katâde de böyle demişlerdir. O zaman mana şöyle olur: Onları güzel bir yurda ve güzel bir memlekete elbette yerleştireceğiz.

İkincisi: Onlara dünyada güzel rızık vereceğiz. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Düşmanlarına karşı onlara yardım edeceğiz, bunu da Dahhâk, demiştir.

Dördüncüsü: O, onların arkasından kendileri için kalan güzel övgü ve evlatları için oluşan şereftir. Bunu da Maverdi zikretmiştir. Bu mana Mücâhid’ten rivayet edilmiştir. İbn Ebi Necih de ondan: "Lenübevviennehüm fiddünya haseneten (onlara iyi bir ad bırakacağız) dediğini rivayet etmiştir.

Beşincisi:

Mana şöyledir: Onlara dünyada iyilik edeceğiz. Bazı maani erbabı da şöyle demişlerdir: Bu görüşlere göre "lenübevviennehüm” istiare yolu ile söylenmiştir. Ancak birinci görüş bunun dışında kalır.

"Gerçekten ahiretin mükafatı daha büyüktür":

İbn Abbâs: Yani cennet, demiştir.

"Keşke bilselerdi": Mekke halkını kastetmiştir.

Ömer b. Hattab radıyallahu anh'ten rivayet edilmiştir: O, muhacirlere tahsisatlarını (ödeneklerini) verdiği zaman: Al, Allah mübarek eylesin; bu, sana Allah’ın dünyada ettiği va'ttir; ahirette senin için sakladığı ise daha faziletlidir, der, sonra da bu âyeti okurdu.

42

Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.

Sonra Allahü teâlâ onları sabırları ile övdü ve methetti:

"Onlar sabredenler” dedi: Yani onlar dinlerine sabrettiler, uğradıkları eziyetten dolayı onu bırakmadılar. Onlar bu hususta Rablerine güvendiler.

43

Senden önce ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri (peygamber olarak) gönderdik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (bilenlere) sorun.

"Senden önce ancak birtakım erkekleri gönderdik":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Kureyş müşrikleri, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğini inkâr edip de:

"Allah bir insanı peygamber olarak göndermeyecek kadar büyüktür; bize bir melek gönderseydi, ya!” deyince, bu âyet bunun üzerine indi.

Mana da şöyledir: Eski peygamberler de senin gibi insan idiler, ancak onlara vahyedilirdi. Hafs, Âsım rivâyetinde nun ile ha da meksur olarak: "Nuhi” okumuştur. "Sorun": Ey müşrikler,

"zikir ehline".

Bunlarda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar Tevrat ile İncil ehlidirler, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Tevrat ehlidirler, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Kur’ân ehlidirler, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Dördüncüsü: Geçmişlerin haberlerini bilen Âlimlerdir. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Eğer bilmiyorsanız":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’ın insanlardan bir elçi gönderdiğini bilmiyorsanız.

İkincisi: Muhammed'in Allah'ın Resul’ü olduğunu bilmiyorsanız. Birinci görüşe göre Resûlüllah’a iman edene de onu inkâr edene de sormak câizdir. Çünkü kitap ehli ile siyer bilginleri bütün peygamberlerin insan olduğunda müttefiktirler. İkinci görüşe göre ancak iman eden ehl-i kitaba sorar. Mücâhid’ten:

"Zikir ehline sorun” âyetinde: O, Abdullah b. Selam’dır, dediği rivayet edilmiştir. Katâde’den de: Selman-ı Farisi’dir, dediği rivayet edilmiştir.

"Bilbeyyinati vezzübüri":

Bu "be"de de iki görüş vardır:

Birincisi: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Vema erselna min kablike illâ ricalen erselnahüm bilbeyyinati (senden önce ancak açık delillerle gönderdiğimiz erkekleri peygamber gönderdik). Zübür de: Kitaplar demektir. Bunu da Al-i İmran: 184’de şerh etmiş bulunuyoruz.

İkinci görüş belli olduğu için söylenmemiştir; o da takdim ve tehir yoktur, demektir (Mütercim).

44

(O peygamberleri) açık delillerle ve kitaplarla (gönderdik). Sana zikri indirdik ki, insanlara kendilerine indirileni açıklayasın. Böylece iyice düşünürler.

"Sana zikri indirdik": O da müfessirlerin icmama göre Kur’ân’dır.

"Kendilerine indirileni açıklaman için": Helâl ve haram, va’d ve tehdit gibi şeyleri.

"böylece iyice düşünürler ": Bundan ibret alırlar.

45

Kötülük tuzakları kuranlar Allah’ın, kendilerini yere batırmasından yahut azabın kendilerine fark etmedikleri yerden gelmesinden emin mi oldular?

"Kötülük tuzakları kuranlar emin mi oldular":

Müfessirler: (Allah), Mekke müşriklerini murat etmiştir, demişler. Kötülük tuzakları da: Şirkleri ve yalanlamalarıdır. Ona tuzak denmesi şundandır; çünkü tuzak (mekr) lügatte: Bozgunculuğa koşmaktır. Bu da ret manasında bir istifhamdır, manası da: Azaptan emin olmamalan gerekir, demektir.

Mücâhid: Bu sözden Nemrut b. Kenan kastedilmiştir, derdi.

46

Yahut onları dolaşırken yakalamasından (emin mi oldular?). Artık onlar (Allah’ı) aciz bırakacak değiller.

"Yahut onları dolaşırken yakalamasından": Bunda da dört görüş vardıt:

Birincisi: Seferlerinde, demektir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş;

Katâde de böyle demiştir.

İkincisi: Uykularında demektir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Gece ve gündüzlerinde demektir. Bunu da Dahhâk, İbn Cüreyc ve Mukâtil, demişlerdir.

Dördüncüsü: Her türlü dolaşmalarıdır. Bunu da Zeccâc, demiştir.

47

Yahut onları korku üzerinde yakalamasından (emin mi oldular?). Şüphesiz Rabbin hakikaten çok şefkatlidir, çok merhamet edicidir.

"Yahut onları korku (tehavvüf) üzerinde yakalamasından":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Eksilme üzerinde demektir, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve Dahhâk, demişlerdir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Tehavvüf: Eksilmedir, tehavvün de öyledir. Tehavvefethud duhuru ve tehavvenethu denir ki, zaman onun malından ve canından alarak eksiltti, demektir. Heysem b. Adiy de: Tehavvüf: Ezdi Şenue lehçesinde eksilmedir, demiştir.

Sonra bu eksilmede de üç görüş vardır:

Birincisi: O, amellerinden eksilmedir. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onları teker teker (arka arkaya) almaktır. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Helak oluncaya kadar mallarının ve ürünlerinin eksilmesidir. Bunu da Zeccâc, demiştir.

İkincisi: O, bizzat korkmadır.

Sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onları cezalandırma veya affetme korkusu üzerinde yakalamasıdır. Bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: O, öteki kenti korkutmak için bir kenti yakalamasıdır. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Zeccâc da: Onları korkuttuktan sonra yakalar; meselâ bir kenti helak eder, bundan da yakınındaki kent korkar, demiştir. Buna göre, onları helaklerinden önce korkutmuş, onlar da Tevbe etmedikleri için azabı hak etmiş olurlar.

"Şüphesiz Rabbin hakikaten çok şefkatlidir, çok merhamet edicidir": Çünkü acele ile azap etmemiş, Tevbe etmek için mühlet vermiştir.

48

Allah’ın yarattığı şeylere bakmadılar mı ki, onların gölgeleri sağdan ve soldan hor olarak Allah’a secde ederek döner.

"Evelemyerev": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, ye ile:

"Evelemyerev"; Hamze ile Kisâi de te ile:

"Terev” okumuşlardır. Âsım’dan da farklı rivâyetler gelmiştir.

"Allah’ın yarattığı şeylere": Gölgesi olan dağ, ağaç veya dik duran her cisme.

"Yetefeyyeü": Çoğunluk ye ile okumuş: Ebû Amr ile Ya’kûb da te ile okumuşlardır. "Zılaluhu": O, zıll’ın çoğuludur, müfrede muzaftır, çünkü o, çok yerine kullanılmış bir müfrettir.

"Litestevu alâ zuhurihi” (Zuhruf: 13) kavlinde olduğu gibi.

İbn Kuteybe şöyle demiştir:

"Gölgesi döner": Bir taraftan diğer tarafa döner, demektir. Fey’ de rucu (dönmek) tir. Onun için akşamüzeri görülen gölgeye fey’ denilmiştir. Çünkü o, batıdan doğuya döner.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Sen kıbleye dönük iken güneş doğarsa, gölge önünde olur. Yükselince sağında olur. Bundan sonra da arkanda olur. Batmaya yüz tutunca da solunda olur. Neden çoğul kastedildiği halde yemin (sağ) kelimesi tekil olmuştur? Veciz olsun istenmiştir; tıpkı

"ve yüvelluneddebür” (Kamer: 45) kavli gibi. "Şemail” kelimesi de ondan (yemin’den) çoğul kastedildiğine delalet etmektedir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Yemin tekil, şemail de şemal demeyip çoğul kullanılmıştır; çünkü bütün bunlar dilde câizdir.

Delili şudur:

Yiğitler ve Teym b. Kays, Sebe’ zirvelerinde

Boyunlarını camusların derisi ısırmıştır.

Derileri dememiştir. Şu da öyledir:

Yarı karın yiyiniz, yaşarsınız,

Çünkü zaman açlık (kıtlık) zamanıdır.

Neden tekil kullandı, çünkü insanlar genellikle tekile karşı konuşurlar.

Başkası da şöyle demiştir: Yemin kelimesi

"ma” lâfzına râcîdir, o da tekiltir, şemail ise manaya râcîdir.

"Allah’a secde ederek":

İbn Kuteybe: Teslim olarak ve itâat ederek, demiştir. Biz de manayı:

"Ve zılaluhum bilğuduvvi velâsal” (Ra’d: 15) kavlinde şerh etmiş bulunuyoruz.

"Hor olarak (vehüm dahirun)":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Kâfirler küçülerek, demektir.

İkincisi: Bu şeyler hordur ve Allah’a itâat etmek üzere yaratılmıştır, demektir.

Ahfeş şöyle demiştir: İnsan olmayanları müzekker (vehüm) zikretmesi, onları da itâatle niteleyip fiilde insanlara benzemesinden dolayıdır.

49

Göklerde ve yerde ne kadar canlı varsa ve melekler varsa, Allah’a secde eder. Onlar büyüklenmezler.

50

Üstlerindeki Rablerinden korkarlar. Ve emrolundukları şeyi yaparlar.

"Göklerdekiler Allah’a secde eder...": Secde edenler iki kısımdır:

Birincisi: Akıllılardır ki, onların secdesi ibadettir.

İkincisi: Akılsızlardır ki, onların da secdesi ondaki sanatı ifade etmesi ve mahluk olduğuna dair baş eğmesidir. Bu da Âlimlerden bir grubun görüşüdür. Buna şairin şu beytini delil getirmişlerdir:

O kadar kalabalık bir ordu iledir ki, alaca at bile onun içinde kaybolur.

Tepelerin atların tırnaklarına secde ettiğini görürsün.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Beyitte geçen hacerat: Ordunun yanları manasınadır. Atların tırnakları tepeleri söktü ve çiğnedi, öyle ki, atlara boyun eğdi ve alçaldı, demektir. Güneşe, aya ve yıldızlara gelince, bir grup ilim adamı onları akıllılar sınıfına katmıştır.

Ebû’l - Âliyye: Onların secdesi gerçektir, demiştir. Onlardan hangisi batarsa Allah’ın huzurunda secdeye kapanır, sonra da izin verilmeden geri dönmez.

Ebû’l - Âliyye’nin sözüne Ebû Zer hadisi şahitlik eder, diyor ki,. Ben güneş batarken mescitte Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraberdim:

"Ey Ebû Zer, güneşin nereye gittiğini biliyor musun?” dedi. Ben de: Allah ve Resul’ü daha iyi bilir, dedim. O da şöyle dedi: O gider aziz ve celil olan Allah’ın huzurunda secde eder ve dönmek için izin ister. Ona izin verilir. Sanki ona: Geldiğin yere dön, denilir. O da doğduğu yere döner. İşte onun karargahı odur, dedi ve:

"Güneş de karargahına dönmek için akar” (Yasin: 38) âyetini okudu. Bunu Buhârî ile Müslim rivayet etmişlerdir.2

2 - Buhârî, Tefsirü sûre, 36, bab, 1; Müslim, îman, hadis no, 250.

Bitkilere ve ağaçlara gelince onların da secdesi şu dört şeyden biri iledir:

Birincisi: Onların secdesini bilemeyiz, bu da: Allah ona bir anlayış verir, dediğimiz zaman olur.

İkincisi: Gölgesi secde eder.

Üçüncüsü: Ondaki İlâhi sanatı gösterir.

Dördüncüsü: Yaratıldığı gayeye hizmet eder.

"Melekler de": Neden melekler hayvanlardan ayrılmıştır? Çünkü kanatlı oldukları için yürüme ile nitelenemezler.

"Onlar büyüklenmezler. Üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyi yaparlar":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bu, özellikle meleklerin sıfatıdır. Bunu da İbn Saib ile Mukâtil demişlerdir.

İkincisi: O, zikredilenlerin hepsi için geneldir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

"Üstlerindeki":

Bunda da iki görüş vardır ki, bunları İbn Enbari zikretmiştir:

Birincisi: O, Allahü teâlâ için övgüdür, şanını yüceltmedir, özeti şöyledir: Yüce, yükşek ve büyük Rablerinden korkarlar.

İkincisi: O, haldir, özeti şöyledir: O’nu tazim ederek, O’nun azamet ve gücünü bilerek Rablerinden korkarlar.

51

Allah dedi:

"İki İlâh edinmeyin. O sadece bir tek Allah’tır. Öyleyse yalnız benden korkun".

"Allah dedi: İki İlâh edinmeyin":

İniş sebebi şöyledir: Müslümanlardan biri namazında Allah’a dua etti ve Rahman diye çağırdı. Müşriklerden biri:

"Muhammed ve ashabı bir tek Rabbe ibadet ettiklerini iddia etmiyorlar mı? Bu ise iki Rabbe dua ediyor?” dedi. İşte bu âyet bunun üzerine indi.

Zeccâc şöyle demiştir: İsneyni’nin zikredilmesi tekit içindir. Nitekim Allahü teâlâ:

"İnnema hüve İlâhün vahid” demiştir.

52

Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur. Din de daima O’nundur. Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?

"Din O’nundur (velehüddini vasıba)":

Dinden murat edilen şey hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, ihlastır, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: İbadettir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Üçüncüsü: Lailâhe illallah kelime-i tevhididir, hadleri tatbik etmek ve farzlardır. Bunu da İkrime demiştir.

Dördüncüsü: İtâattir, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

"Vasıba"nın manasında da dört görüş vardır:

Birincisi: Daima (sürekli) demektir. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, İkrime, Mücâhid, Dahhâk, Katâde, İbn Zeyd, Sevri ve lügatçiler böyle demişlerdir. Ebû’l - Esved ed - Düeli de şöyle demiştir;

Ben bir günlük gelip geçici övgüyü istemem,

Uzun zaman sürekli kınanmaya karşılık.

İbn Kuteybe, Kelâmın manası şöyledir, demiştir: İtâat edilen kim varsa mutlaka bir gün ya zeval bulmak ya da helak olmakla sona erer, ancak aziz ve celil olan Allah bunun dışındadır; çünkü o’na itâat devam eder.

İkincisi: Vacip olarak, demektir. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Halis olarak, demektir, bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir.

Dördüncüsü: Yorucu olarak, demektir. Çünkü hak ağırdır. Nitekim Araplar: Hemmün nasıbun derler ki, yorucu bir keder manasınadır. Şair Nabiğa da şöyle demiştir:

Ey Ümeyme, beni yorucu bir kederle ve

Derdini çektiğim, yıldızları batmayan uzun gece ile ölç.

Bunu İbn Enbari zikretmiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mananın şöyle olması da câizdir: Din ve itâat kul emredildiği şeye razı olsa da, ona kolay gelse de gelmese de O'nundur. Din, içinde yorucu şey olsa da O’nundur. Vasıb: Şiddetli yorgunluktur.

53

Sizde olan nimet Allah’tandır. Sonra size sıkıntı dokunduğu zaman yalnız O’na feryat edersiniz.

"Sizde olan nimet": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Sizde olan vücut sağlığı veya rızık bolluğu veya eşya, mal ve evlat çokluğu

"feminallahi (Allah'tandır)"; İbn Ebi Able, şeddeli nun ile: "Femennullahi” (Allah’ın lütfudur) okumuştur.

"Sonra size sıkıntı dokunduğu zaman":

İbn Abbâs: Hastalıkları, zafiyetleri ve ihtiyaçları kastetmiştir, demiştir.

"Feileyhi tec’erun": Zeccâc, tec’erun: Medet isteyerek seslerinizi ona yükseltirsiniz demiştir. Ceere yec’erü cuaren, denir. Sesler "fual” ve "feîl” vezninde gelir. "Fual” vezninde olanlar: Sûrah (çığlık) ve huvar (böğürme) gibidir. "Fail” vezninde olanlar da: Avîl (bağırma) ve zeîr (kükreme) gibidir. Fual daha çok kulanılır.

54

Sonra o sıkıntıyı sizden açtığı (defettiği) zaman, hemen içinizden bir grup Rablerine şirk koşarlar.

"İçinizden hemen bir grup":

İbn Abbâs: Münafıkları kastetmiştir, demiştir.

İbn Saib de: Kâfirleri kastetmiştir, demiştir.

55

Kendilerine verdiklerimizi inkâr etmek için. Öyleyse (bir süre) faydalanın; yakında bilirsiniz.

"Kendilerine verdiklerimizi inkâr etmeleri için": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Kendilerine verdiğimiz nimetleri inkâr etsinler de o nimetleri küfre sebep kılsınlar. Bu, Allahü teâlâ’nın:

"Rabbimiz, sen Fir’avn’e o kadar gösteriş ve mal verdin ki, insanları senin yolundan saptırsınlar” (Yûnus: 88) kavli gibidir. "Liyekfuru"nu: Allah’ın bu husustaki nimetini reddetmeleri manasına almak da câizdir.

"Öyleyse faydalanın": Bu, tehdittir,

"yakında bilirsiniz": İşinizin akibetini.

56

Kendilerine rızık ettiğimiz şeylerden bilmeyenlere hisse ayırırlar. Allah’a yemin olsun ki, ettiğiniz iftiralardan mutlaka sorulacaksınız.

"Bilmeyenlere hisse ayırırlar": Yani putlara hisse ayırırlar, demektir.

Bilmeyenler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar bu işi yapanlardır ki, müşriklerdir,

Mana da şöyledir: Zarar veya yararını bilmedikleri şeylere, demektir. Bilindiği için hazfedilmiştir. Takdiri de bizim dediğimiz gibidir. Bu da Mücâhid ile Katâde’nin görüşüdür.

İkincisi: Onlar bir şey bilmeyen putlardır; onların duygu ve bilgisi yoktur. Neden akıllılar kalıbı ile bilmeyenler (lâ ya’lemun), dedi? Çünkü onlara anlayış verince, onları kendi iddialarına göre akıllılar sınıfına koydular. Bunu da bir bölük maani Âlimleri demiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bunlar Arap müşrikleridir; bunlar putlarına mallarından pay ayırdılar; meselâ bahire, şaibe vs. gibi ki, bunları da En’am: 139’da şerh etmiş durumdayız.

"Allah’a yemin olsun ki, mutlaka sorulacaksınız": Gaipten hitaba geçti, bu da azarlama sorgusudur.

57

Allah'a kızları isnat ederler. Hâşâ, O münezzehtir. Candan istedikleri şeyi (oğlan çocuğunu) da kendilerine isnat ederler.

"Allah’a kızları isnat ederler":

Müfessirler Huzaa ve Kinane kabileleri kastedilmiştir, demişlerdir. Onlar meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia ederlerdi.

"Hâşâ, O münezzehtir": Onların dedikleri şeylerden münezzeh ve müberradır.

"Candan istedikleri şeyi de kendilerine isnat ederler": Yani oğlan çocuklarını, demektir. Ebû Süleyman da mana: Kendi nefisleri için de erkekleri temenni ederler, demiştir.

58

Onlardan biri dişi (kız çocuğu) ile müjdelendiği zaman, öfke dolu olarak yüzü simsiyah kesilir.

"Onlardan biri dişi ile müjdelendiği zaman": Yani kendisine kızı olduğu müjdesi verildiği zaman

"yüzü simsiyah kesilir": Zeccâc, kederli biri gibi yüzü değişir, demiştir. Kötü bir şeyle karşılaşan herkese: Kadisvedde vechuhu ğammen ve hazena (üzüntü ve kederinden yüzü simsiyah oldu) derler.

"Vehüve kezîm": Öfke dolu olarak, demektir. Yani şiddetli öfkesini içine atar, dışarıya vurmaz. Biz de bunu Yûsuf: 84’te şerh etmiş durumdayız.

59

Verilen kötü müjde dolayısıyla toplumdan ayrılır. Onu (doğan çocuğu) zilletle tutacak mı yoksa onu toprağa mı gömecek? Bilin ki, hüküm verdikleri şey ne kötüdür!

"Toplumdan gizlenir":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Arap müşrikleri böyle yaparlardı; birisinin karısı doğum için sancılandığı zaman ne doğduğunu öğreninceye kadar gizlenirdi. Eğer erkek olursa sevinir; kız olursa birkaç gün görünmezdi; onu ne yapacağını düşünürdü. İşte:

"İşte onu zilletle tutacak mı (eyümsikuhu alâ hunin)” dediği budur. Hu zamiri

"mübeşşerün bih” (müjdelendiği şey) e râcîdir. Hun da Arapların kelâmında değersizlik manasınadır. İbn Mes’ûd, İbn Ebi Able ve Cahderi:

"Alâ hevanin” okumuşlardır. Dess de bir şeyi bir şeyin içine gizlemektir. Onlar kız çocuğunu diri diri toprağa gömerlerdi.

"Bilin ki, hüküm verdikleri şey ne kötüdür!": Çünkü kendilerince değeri böyle olan kızları Allah'a nisbet ettiler, O’nun çocuğu var, dediler ve kendilerine de oğlan çocuğunu nisbet ettiler.

60

Ahirete iman etmeyenler için kötü misal vardır. En yüce misal ise Allah'ındır. O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

"Ahirete iman etmeyenler için kötü misal vardır": Çocuğa ihtiyaçları olma, kız çocuklarından hoşlanmama, fakirlik ve utanç korkusu gibi.

"En yüce misal ise Allah’ındır": Yani çocuktan münezzeh ve müberra olmak gibi en üstün sıfatlar da O’nundur.

61

Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen sorumlu tutsaydı, yeryüzünde bir canlı bırakmazdı. Ancak onları belli bir süreye kadar tehir ediyor. Ecelleri geldiği zaman bir saat geri kalmazlar, ileri de gitmezler.

"Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle sorumlu tutsa idi": Yani şirk ve isyanları sebebiyle, onları her yaptıklarında yakalansalardı,

"onun yüzünde bırakmazdı": Yani yeryüzünde bırakmazdı, demektir. Bu zamir, zikredilmeyen, ancak anlaşılan bir şeye gönderilmiştir. Çünkü canlı ancak yeryüzünde olur.

"Min dabbeh (canlı)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, yeryüzünde kımıldayan ve hareket eden bütün canlılardır, bunu da İbn Mes’ûd, demiştir.

Katâde de: Bu, Nûh aleyhisselam zamanında yapıldı, demiştir. Süddi de, mana şöyledir, demiştir: Helak olmayan bir canlı kalmazdı. Mukâtil de bu görüşe kail olmuştur.

İkincisi: Ondan bütün insanları kastetmiştir, bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

Üçüncüsü: insanlar ve cinlerdir, bunu da İbn Saib demiş ve Zeccâc da bunu tercih etmiştir.

"Ancak onları belli bir süreye kadar tehir ediyor": O da ecellerinin bitimidir. Âyetin kalan kısmı A’raf: 34'te geçmiştir.

62

Hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a nisbet ederler. Dilleri de, şüphesiz en güzeli kendilerinin diye yalan söyler. Şüphesiz, onlar için ateş vardır ve şüphesiz onlar öncülerdir.

"Hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a nisbet ederler":

Mana şöyledir: Kendileri için hoş olmayanları O’na nisbet ederler ki, o da kızlardır.

"Dilleri yalan söyler": Yani asılsız şeyler konuşurlar. Ebû’l - Âliyye, Nehaî ve İbn Ebi Able, kâfin ve zalın zammı ile: el - küzübe” okumuşlardır. Sonra bu yalanı açıklayıp:

"En güzeli kendilerinin” dedi.

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar oğlan çocuklarıdır. Bunu da Katâde ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Onlar Allah’ın güzel mükafatıdır. Bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: O, cennettir. Zira Allahü teâlâ mü’minlere cenneti va'dedince, müşrikler: Eğer sizin dediğiniz doğru çıkarsa, biz ona sizden önce gireriz, dediler. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki zikretmiştir.

"Lâ cerem” Bunu da hud: 22’de şerh etmiş bulunuyoruz.

Zeccâc şöyle demiştir: "Lâ” sözlerini rettir,

Mana da şöyledir: Bu, dedikleri gibi değildir, fiillerinin cürümü kendilerinindir, yani bu fiillerinin sonucu kendilerinindir, demektir. "Şüphesiz onlar için ateş vardır ve şüphesiz onlar öncülerdir": Bunda da dört görüş vardır: Çoğunluk fenin sükunu, ra şeddesiz ve meftuh olmak üzere

"müfratun” okumuşlardır.

Onun manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Terk edilirler, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Ferrâ’ da: Ateşte unutulurlar, demiştir.

İkincisi: Acele ettirilirler, sıkıştılırlar, yine bunu da İbn Abbâs, demiştir,

İbn Kuteybe de: Cehenneme acele ettirilirler, demiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Farat, lügatte öne geçendir. Bu duruma göre

"mufratun"un manası ateşe takdim (buyur) edilirler, demektir. Kim de onu

"terk edilirler” şeklinde tefsir ederse, yine böyle olur ki, ebedi olarak azaba takdim edilir ve orada bırakılırlar, demek olur. Nâfi, Mahbub da Ebû Amr’dan, Kuteybe de Kisâi’den, fenin sükunu, ranın kesri ve şeddesiz olarak

"mufritun” okumuşlardır. Zeccâc da manası: Onlar Allah’a isyanda ileri gitmişlerdir, demiştir. Ebû Cafer ile İbn Ebi Able fenin fethi, ranın şeddesi ve kesri ile

"muferritun” okumuşlardır. Zeccâc da manası: Onlar dünyada kusur işlediler, orada ahiret için amel etmediler, demiştir. Bu kıraatin tasdiki:

"Eyvah, Allah hakkında ettiğim kusurdan dolayı” (Zümer: 56) kavlidir. Velid b. Müslim de İbn Âmir’den, fenin fethi, ranın da fethi ve şeddesi ile

"mufarratun” rivayet etmiştir.

Zeccâc: Bunun da tefsiri ilk kıraatin tefsiri gibidir; mufarrat ile mufrat aynı manayadır, demiştir.

63

Allah’a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) gönderdik de şeytan onlara amellerini süsledi. Artık o, bugün onların velisidir. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.

"Allah’a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) gönderdik":

Müfessirler: Bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için tesellidir, demişlerdir. "Şeytan onlara amellerini süsledi": Kötü amellerini süsledi de isyan edip inanmadılar.

"Artık o, bugün onların velisidir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O kıyamet günüdür, bunu da İbn Saib ile Mukâtil, demişlerdir. Sanki bu ikisi: Ateş onların olacağı gün o onların velisidir, demek istemişler.

İkincisi: O dünyadır,

Mana da şöyledir:

"O, onların dünyada velisidir.

"Onlar, için acıklı bir azap vardır": Ahirette. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

64

Kitabı sana başka değil ancak ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavim için de hidayet ve rahmet için indirdik.

"Başka değil onlara açıklaman için": Yani kâfirlere açıklaman için demektir.

"İhtilaf ettikleri o şeyi": Mü’minlere muhalefet ettikleri tevhid, öldükten sonra dirilme ve ceza gibi konuları.

Mana da şöyledir: İhtilaf edilen konuları açıklaman için onu gönderdik.

65

Allah, gökten su indirdi de onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltti. Şüphesiz bunda dinleyen bir kavim için elbette ibret vardır.

"Allah gökten su indirdi": Yani yağmur indirdi.

"Onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltti": Yani kuruduktan sonra, demektir.

"Şüphesiz bunda dinleyen bir kavim için bir ibret vardır": Dinleyen, yani ibret alan bir kavim için, demektir.

66

Şüphesiz sizin için hayvanlarda da elbette bir ibret vardır. Size onun karnındakinden fışkı ile kan arasından içenlerin boğazından kolay geçen halis süt içiriyoruz.

"Ve inne leküm filenami leibreten nüskıküm":

Ebû Amr, İbn Kesir, Hamze ve Kisâi, nunun zammı ile: "Nüskiküm” okumuşlardır. Mü’minun; 21’de böyle okumuşlardır.

İbn Âmir ile Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, ikisinde de nunun fethi ile "neskıküm” okumuşlardır. Ebû Cafer de meftuh te ile

"teskıküm” okumuştur. Mü’minun: 21’de de böyle okumuştur. En’am’ın açıklaması da yukarıda geçmiştir. İbret’in manasını Al-i İmran: 13’de "seka” ile

"eska” arasındaki farkı da Hicr: 22’de zikretmiş bulunuyoruz.

"Mimma fi butunihi":

Ferrâ’: Naam ile en’am birdir ve ikisi de cemidir, demiştir.

"Butunihi"deki zamirin müzekker olması, "naam"in manasına dönüktür, çünkü o da en’am yerine kullanılır. Biri bana şöyle bir şiir aktardı:

Sağmal develerin sütleri güzel ve soğuktur.

Beyitte geçen bered’deki zamir lebene râcîdir, çünkü leben ile elban aynı manayadır.

Kisâi de: Nüskıküm mimma fi butuni ma zekerna (size anlattıklarımızın karınlarındaki şeyden içiriyoruz) demek istemiştir, demiştir. Bu da doğrudur. Biri bana şöyle bir şiir okudu:

Tüyleri yolunmuş yavrular gibi.

Müberred: Bu, Kur’ân’da yaygındır, demiştir; meselâ:

"Haza Rabbi” (En’am: 78), yani hazzeşy’üt tali’, demektir. Aynı şekilde

"ve inni mürsiletün ileyhim bihdiyyetin” (Neml: 35, 36) demiş, sonra da:

"Felamma cae süleymane” (Neml: 35, 36) demiş; "caet” dememiştir. Çünkü mana: Caeşşey’üllezi zekerhe, demektir. Ebû Ubeyde de "fi butunihi"deki zamir ba’za’ râcîdir, mana da: Size sütü olanların bazısının karnındaki şeylerden içiriyoruz, demektir. Çünkü her hayvanın sütü olmaz.

İbn Kuteybe de:

"Mimma fi butunihi"deki zamir, naam’a râcîdir, naam ise müzekker de müennes de olur, demiştir. Fers ise, fışkı, demektir.

Mana da: Süt aslında yem idi, o yemden kan oldu, geriye işkembede fışkı kaldı, o kandan da süzüldü,

"içenlerin boğazından kolay geçen süt": Yani içmesi kolay, içen ondan endişe etmez ve boğazına durmaz. Bazıları da: Saiğan: Fışkı ile kan arasından çıksa da nefis ondan tiksinmez, demiştir.

Ebû Salih,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yem işkembede toplanınca işkembe onu öğütür, aşağısı fışkı, yukarısı kan ve ortası da süt olur. Karaciğer ise bu üçüne de etki eder; kan damarlara, süt memeye akar, fışkı da işkembede kalır.

67

Hurmanın ve üzümlerin meyvelerinden, ondan içki ve güzel bir rızık edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını çalıştıran bir kavim için mutlaka bir âyet (ibret) vardır.

"Hurmanın ve üzümlerin meyvelerinden": Kelâmın takdiri şöyledir: Veleküm min semeretinnahili veanabi ma ettehiznune minhü sekeren (hurmaların ve üzümlerin meyvelerinden içki edinirsiniz). Araplar

"ma"yı gizlerler, meselâ şurada olduğu gibi:

"Ve iza raeyte semme” (İnsan: 20), ma semme, demektir.

"Minhü"deki zamir gizli "ma"ya râcîdir.

Ahfeş şöyle demiştir: Neden

"minhüma” dememiştir? Çünkü şöyle demiş gibidir: Ve minha şey’ün tettehizune minhü sekeren (onlardan bir şey de vardır ki, ondan içki edinirsiniz).

"Sekeren"den murat edilen şey hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O, şaraptır, bunu da İbn Mes’ûd, İbn Ömer, Hasen, Said b. Cübeyr, Mücâhid, İbrahim b. Ebi Leyla, Zeccâc ve İbn Kuteybe, demişlerdir. Amr b. Süfyan da İbn Abbâs’tan: Seker; onların meyvesinden haram olandır, demiştir. Bu müfessirler de: Bu âyet şarap mübah iken inmiş, sonra da

"ondan uzak durun” (Maide: 90) kavliyle neshedilmiştir, demişledir. Onun mensuh olduğunu söyleyenlerden bazıları şunlardır: Said b. Cübeyr, Mücâhid, Şa’bî ve Nehaî.

İkincisi: Seker: Habeş dilinde sirkedir, bunu el-Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dahhâk da: O, Yemen lehçesinde sirkedir, demiştir.

Üçüncüsü: Seker: Gıdadır, hâza lehu sekerün denir ki: Bunun gıdası vardır, demektir. Şöyle bir beyit okumuşlardır:

Sen saygıdeğer kimseleri ayıplamayı kendine gıda ettin.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bu iki görüşe göre âyet mensuh değil, muhkemdir. Güzel rızık ise, o ikisinden helâl olanlardır; hurma, yaş ve kuru üzüm, sirke vs. gibi.

68

Rabbin arıya,

"dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurduğu çardaklardan evler edin” diye vahyetti.

"Rabbin arıya vahyetti":

Bu vahiyde de iki görüş vardır:

Birincisi: O ilhamdır, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Dahhâk ve Mukâtil de böyle demişlerdir.

İkincisi: O emirdir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid, babasından: Ona gönderdi, dediğini rivayet etmiştir: Nahl: Balansıdır, tekili: Nahle’dir.

"Yarişun” ise: çardak yapmaktır. İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek ranın zammesiyle

"yaruşun” okumuşlardır ki, bunların ikisi de lügattir.

"Yarişü ve yaruşu denir, tıpkı yakifi ve yakufu gibi.

Sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, asma çardaklarıdır, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

İkincisi: Onlar evlerin çatılarıdır, bunu da Ferrâ’, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Asma veya bitki veya çatı gibi çardak yapılan her şeye arş ve maruş, denir.

"Mimma yarişun"dan maksat: Arının bal bırakması için yapılan her şeydir, denilmiştir. Eğer arı insanların emrine verilmemiş olsaydı, oralara gelmezdi.

69

"Sonra bütün meyvelerden ye; Rabbinin yoluna kolaylaştırılmış olarak git". Onların karınlarından renkleri farklı bir şerbet çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için elbette bir âyet vardır.

"Sonra bütün meyvelerden ye":

İbn Kuteybe: Meyvelerden, demiştir. Burada "kül = hepsi” genel değildir,

"tüdemmirü külle şeyin” (Ahkaf: 25) kavli de böyledir.

Zeccâc şöyle demiştir: O, ekşiyi, acıyı ve tadı tarif edilemeyen şeyleri yer; Allah da onu bala çevirir.

"Feslüki sübüle rabbiki": Sübül: Yollardır ki, arının çiçek aradığı yerlerdir. "Zülül” de zelul’un çoğuludur.

Onunla sıfatlanan şey hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar yollardır.

Mana da şöyledir: Sana kolaylaştırılmış yollara git, hiçbirisi senin için engebeli değildir. Bu, Mücâhid’in görüşü ve Zeccâc’ın tercihidir.

İkincisi: O balansıdır,

Mana da şöyledir: Sen âdemoğullarının emrine verilmişsindir. Bu da Katâde'nin görüşü ve İbn Kuteybe’nin tercihidir.

"Onların karınlarından bir şerbet çıkar": Yani bal çıkar.

"Renkleri farklı":

İbn Abbâs: Bazısı kırmızı, bazısı beyaz, bazısı da sarı, demiştir.

Zeccâc da: Karından çıkar, ancak ağızlarıyla atarlar, demiştir. Karınlarından demesi, gıdanın çevrilmesinin ancak karında olmasından dolayıdır; insanoğlunun ağzından devamlı çıkan tükrük gibi olur.

"Fihi şifaün linnas (onda insanlar için şifa vardır)":

Zamirin merciinde üç görüş vardır:

Birincisi: O, bala râcîdir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve

İbn Mes’ûd da böyle demiştir. Ondaki şifanın özel mi, genel mi olduğunda da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, bütün hastalıklar için geneldir.

İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Balda her hastalık için şifa vardır.

Katâde de: Onda insanlar için bütün hastalıklıklardan şifa vardır, demiştir. Ebû Said el - Hudri rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir adam geldi: Kardeşim ishal oldu, dedi. O da: Ona bal şerbeti içir, dedi. O da içirdi. Sonra geldi: İçirdim, ishali daha da arttı, dedi. O da: Ona bal şerbeti içir, dedi. Nihayet üçüncü veya dördüncü seferde, şifa buldu, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de: Allah doğru söyledi, kardeşinin karnı yalan söyledi, dedi. 3

3 - Buhârî. Tıb, bab, 4 ve 24; Müslim, Selam, hadis no, 91; Tirmizî, Tıb, bab, 31; Ahmed, Müsned, 3/19, 20.

"Allah doğru söyledi, sözü ile bu âyeti kastetti.

İkincisi: Onda şifa olduğu hastalıklar için şifa vardır, bunu da Süddi, demiştir. Doğrusu bunun genelleme ile söylenmiş olmasıdır.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bal, genellikle hastalıklara etki eder ve ilaçların içine girer. Bir hastalığa iyi gelmezse, birçoğuna iyi gelir. Bu da Arapların: Su, her şeyin hayatıdır, sözüne benzer ki, suyun bazılarını öldürdüğünü görürüz. Söz genellik açısından söylenmiştir.

İkincisi: “He” zamiri ibrete râcîdir, şifa da hidayet manasınadır. Bunu da Dahhâk demiştir.

Üçüncüsü: O, Kur’ân'a râcîdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

70

Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürür. İçinizden kimi ömrün en reziline döndürülür ki, ilminden sonra bir şey bilmesin. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir.

"Allah sizi yarattı": Yani sizi yoktan var etti,

"sonra öldürür", eceliniz geldiği zaman.

"İçinizden kimi ömrün en reziline döndürülür": O da en kötüsü ve en aşağısıdır ki, ihtiyarlık halidir.

Onun miktarında da üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Yetmiş beş senedir, bunu Hazret-i Ali radıyallahu anh, demiştir.

İkincisi: Doksan senedir, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Seksen senedir, bunu da Kutrub, demiştir.

"İlminden sonra bir şey bilmesin diye":

Ferrâ’: İlk aklından sonra bir şey akıl etmesin, demiştir.

İbn Kuteybe de: İşleri bildikten sonra, aşırı ihtiyarlığından dolayı bir şey bilmesin, demiştir.

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: İçinizden kimi de yaşlanır, bunadığı için aklı gider; alim olduktan sonra cahil olur ki, size kudretini göstersin. Onu öldürmeye ve diriltmeye gücü yettiği gibi onu ilimden cahilliğe döndürmeye de kadirdir.

Atâ’ İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Müslümanlarda böyle bir şey yoktur; Müslüman yaşlandıkça Allah katındaki değeri, aklı ve marifeti artar (ak sakallı).

İkrime de şöyle demiştir: Kim Kur’ân okursa, erzel-i ömre döndürülmez (bunamaz).

71

Allah rızıkta bazınızı bazınıza üstün kıldı. Üstün kılınanlar sağ ellerinin sahip olduklarına (kölelerine) rızıklarını verici değiller. Onlar onda eşittirler. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?

"Allah rızıkta bazınızı bazınıza üstün kıldı": Yani efendileri kölelerine üstün kıldığı gibi. "Üstün kılınanlar değiller": Yani efendiler, değiller,

"rızıklarını verici değiller sağ ellerinin sahip olduklarına (alâ ma meleket eymanühüm)":

"Ma” , "men” yerine kullanılmıştır, çünkü kapalı söylenmiştir: meselâ: Ma fiddar?” (evde kim var?) denilir; muhatap da: iki veya üç kişi var, der. Âyetin manası şöyledir: Malını kölesine verip de efendi ile köle eşit olsun istemez. Bu, Allahü teâlâ’nın, müşrikler için kendi mülkü olan putları O’na ortak kılmasına misaldir, diyor ki: Köleleriniz mülkte size ortak olmayınca, benim kullarımı bana nasıl eşit kılar ve kendiniz için istemediğiniz şeyi benim için nasıl istersiniz? El - Avfi de,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onlar kendi kölelerini mallarına ve kadınlarına ortak etmedikleri halde benim kullarımı mülküme nasıl ortak ediyorlar?

Ebû Salih,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bu âyet: İsa, Allah’ın oğludur, diyen Necran Hıristiyanları hakkında inmiştir.

"Efe binimetillahi yechadun (Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?)": Ebû Bekir, Âsım’dan rivayet ederek, te ile:

"Techadun” okumuştur.

Bu nimette de iki görüş vardır:

Birincisi: O’nun delil ve hidâyetidir.

İkincisi: O’nun lütfu ve rızkıdır.

72

Allah size kendinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı / verdi. Size temiz şeylerden rızık etti. Bâtılla iman edip Allah’ın nimetlerini mi inkâr ediyorlar?

"Allah size kendinizden eşler yarattı": Yani kadınlar yarattı.

"Kendinizden” kavli üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi: O, Âdem’i yarattı, sonra da eşini ondan yarattı, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi:

"Kendinizden” yani cinsinizden âdemoğullarından, demektir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

"Hafede” hakkında da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar damatlardır, yani kızının kocasıdır, bunu da İbn Mes’ûd, bir rivayette İbn Abbâs, bir rivayette Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Nehaî, demişler ve şu beyti delil getirmişlerdir:

Eğer nefsim beni dinlese idi, olurdu,

Onun birçok sayıda damatları.

Ancak o, beni dinlemeyen ve adi damatlardan

Çekinen, onlardan tiksinen kibirli ve gururlu bir nefistir.

İkincisi: Onlar hizmetçilerdir, bunu da Mücâhid, İbn Abbâs’tan, Hasen rivâyetinde Mücâhid, Dahhâk rivâyetinde Tâvûs ile İkrime demişlerdir. Bu görüşün iki manaya ihtimali vardır:

Birincisi: Hizmetçilerden evlatları kastetmektir ki, o zaman mana: Evlatlar hizmet ederler, demek olur.

İbn Kuteybe de: Hafede; Hizmetçiler ve yardımcılardır, demiştir ki, mana da: Onlar oğlanlarla hizmetçilerdir olur. Hafd’in aslı hızlı adım atmak ve süratli yürümektir. Bunu da ancak hizmetçiler yapar. Onun için onlara: Hafede, denilmiştir. Vitir duasında: Ve ileyke nes’a ve nahfidü denir (ki, sana koşarız, demektir).

İkincisi: Hizmetçilerden maksat: Kölelerdir, o zaman mana şöyle olur: Size eşlerinizden oğullar ve eşlerinizin dışındakilerden de hizmetçiler verdi. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Üçüncüsü: Onlar erkeğin karısının başka kocasından olan oğullarıdır, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs'tan demiş; Dahhâk da bunu tercih etmiştir.

Dördüncüsü: Onlar çocuğun çoğudurlar ki, torunlardır, bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Beşincisi: Onlar evlatların büyükleridir, benun küçükleridir. Bunu da İbn Saib ile Mukâtil, demişlerdir.

Mukâtil şöyle demiştir: Cahiliyette onlara evlatları hizmet ederdi.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bu Kelâmın hakikati: Allahü teâlâ’nın eşlerden oğullar ve ihtiyaç duyulduğu zaman da koşacak ve itâat edecek yardımcılar vermesidir.

"Size temiz şeylerden rızık etti":

İbn Abbâs: Çeşitli ürünlerden, hububattan ve hayvanlardan demek istedi, demiştir.

"Bâtılla mı iman ediyorlar?":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar putlardır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, ortak, eş ve evlattır,

Mana da şöyledir: Bunların Allah’a ait olduğunu tasdik mi ediyorlar? Bunu da Atâ’, demiştir.

Üçüncüsü: O, şeytandır; onlara bahirenin ve şaibenin haram olduğunu buyurmuş; onlar da tasdik etmişlerdir.

"Allah’ın nimetinden” murat edilen şeyde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, tevhid (Allah’ın birliğedir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kur’ân ile Peygamberdir.

Üçüncüsü: Allah'ın kendilerine helâl kıldığı helaldir.

73

Allah’tan başka kendileri için göklerden ve yerden hiçbir rızka, hiçbir şeye sahip olmayan ve güç yetiremeyen şeylere ibadet ediyorlar.

"Allah’tan başka kendileri için bir rızka sahip olmayan şeylere ibadet ediyorlar":

İşaret edilen şey hakkında da iki görüş vardır.

Birincisi: Onlar putlardır, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: Meleklerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Göklerden” inen, yağmurdur,

"yerden çıkan da” bitkiler ve ürünlerdir.

"Şey’en": Ahfeş: Bunun rızıktan bedel olduğunu ve mananın da: Size ne az ne de çok bir rızka sahip değillerdir, demek olduğunu söylemiştir. "Layesteüun” da: Hiçbir şeye güç yetiremezler, demektir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Sözün başında

"yemlikü” (tekil) demiş, sonunda da "layestetiun” (çoğul) demiştir; çünkü

"ma” , bir anlayışa göre İlâhları manasına çoğuldur.

"yemlikü"yü "ma” lâfzına nazaran tekil yapmış, mana itibarı ile de

"yestetiun” diyerek çoğul yapmıştır. Bu da:

"Ve minhüm men yestemiune ileyk” (Yûnus: 42) kavline benzer.

74

Allah’a misaller getirmeyin. Şüphesiz Allah bilir, siz bilmezsiniz.

"Allah’a misaller getirmeyin": Yani O’nu mahluka benzetmeyin; çünkü O, hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de O’na benzemez.

Mana da: O’na ortak koşmayın, demektir.

"Şüphesiz Allah bilir, siz bilmezsiniz":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, misal getirmeyi bilir, sizse bunu bilemezsiniz. Bunu da İbn Saib, demiştir.

İkincisi: Ortağı olmadığını bilir, siz ise ortağı olmadığını bilemezsiniz. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Getirdiğiniz misallerin yanlışlığını bilir, sizse bunun doğrusunu bilemezsiniz.

Dördüncüsü: Olanı ve olacağı bilir, siz ise O’na ortak koştuğunuz ve yarattıklarını yeniden diriltemez diyerek acze nisbet ettiğiniz zaman azametinin miktarını bilemezsiniz.

75

Allah; hiçbir şeye gücü yetmeyen köle bir kul ile kendisine bizden güzel bir rızık verdiğimiz; onun da ondan gizli ve açık harcadığı bir kimseyi misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Övgü Allah’ındır. Hayır, onların çoğu bilmezler.

"Allah bir misal verdi": Yani maksadı açıklayacak bir benzetme yaptı, demektir.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, mü’minle kâfirin misalidir;

"hiçbir şeye gücü yetmeyen” kâfirdir, çünkü onda hayır yoktur, rızık sahibi de mü’mindir, çünkü onda hayır vardır. Bu da yalnız İbn Abbâs’ın görüşüdür.

İkincisi: O, Allahü teâlâ’nın kendi nefsi ve putlar için verdiği bir misaldir; zira O, her şeyin sahibidir. Onlar ise hiçbir şeye sahip değillerdir. Bu da Mücâhid ile Süddi’nin görüşüdür. Tefsirde şöyle denilmiştir: Bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında olan bir toplumun misalidir;

onlar hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Köle: Ebû’l - Civar’dır, güzel rızık sahibi de: Efendisi Hişam b. Amr’dır. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Mukâtil: O, Ebû’l - Havacir’dir, demiştir.

İkincisi: Köle: Ebû Cehil b. Hişam’dır, güzel rızık sahibi de: Ebû Bekir es - Sıddik radıyallahu anh’tir. Bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

"Hel yestevun” deyip de, "hel yesteviyani” dememesi şunun içindir; çünkü maksat cinstir.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"Men” lâfzı tekil ise de manası çoğuldur. Temsil belli bir köle ve bilinen bir efendi için verilmemiştir; ancak bundan köleler topluluğu ile efendiler birliği kastedilmiştir. Cemi bakımından aralarında fark olunca, ona giden zamirde bundan dolayı cemi yapılmıştır.

"Övgü Allah’ındır": Yani övgüyü hak eden O'dur, çünkü nimet veren O’dur. Putlar için ise nimet yoktur.

"Hayır, onların çoğu bilmezler": Yani övgünün Allah’a ait olduğunu bilmezler, demektir. Âlimler şöyle demişlerdir: Çoğunluğu böyle nitelemişse de maksat hepsidir.

76

Allah iki adamı misal verdi: Birisi dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez ve o, efendisine yüktür. Onu nereye gönderse, hayır getirmez. Bununla, adaleti emreden ve doğru yolda olan eşit olur mu?

"Allah iki adamı misal verdi: Biri dilsizdir": Biz,

"el - bekm"i Bakara: 18’de tefsir etmiş bulunuyoruz.

"Hiçbir şeye gücü yetmez” demenin manası da: Kelâm etmeye gücü yetmez, demektir; çünkü anlamaz ve anlaşılmaz.

"O, efendisine yüktür":

İbn Kuteybe: Yani velisine ve akrabalarına ağırlıktır, demiştir.

Bu misaldan kimlerin kastedildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’nın mü’min ve kâfir için verdiği bir misaldir; kâfir dilsizdir, adaleti emreden de mü’mindir. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, Osman b. Affan hakkında inmiştir; adaleti emreden odur, bir de onun kölesi hakkında inmiştir; o, İslâm’dan nefret eder ve Hazret-i Osman’ı Allah yolunda infaktan men ederdi. Dilsiz de odur. Bunu İbrahim b. Ya’lâ b. Münye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, Allahü teâlâ’nın kendi nefsi ve putlar için verdiği bir misaldir. Put: Dilsizdir, Allahü teâlâ da adaleti emredendir. Bu, Mücâhid, Katâde, İbn Saib ve Mukâtil’in görüşüdür.

Dördüncüsü: Dilsizden kastedilen; Übey b. Haleftir, adaleti emreden de Hamza, Osman b. Affan ve Osman b. Maz’un'dur. Bunu da Atâ’, demiştir. Bu görüşlerden onun kölesi hakkında iki görüş çıkar:

Birincisi: O, gerçek köledir, eğer o, insanlardan biridir, dersek.

İkincisi: O, veli manasınadır, eğer o, puttur, dersek.

Mana da şöyledir: O, kendisine hizmet eden ve onu süsleyen velisine yüktür.

"Eynemayüveccihhü"den de iki görüş çıkar: Eğer o, bir adamdır, dersek, mana: Nereye gönderse demek olur. Tevcih: Yönlendirme ve bir tarafa göndermedir. Eğer: O, puttur, dersek, Kelâmın manasında da iki görüş olur:

Birincisi: Ne zaman ona dua ederse, demektir, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Onun hakkındaki emel ve umudu nereye yönelirse yönelsin, boşa çıkar, bir hayır getirmez demektir. Umut hazfedilmiş, put onun yerine geçmiştir.

"Ma vaattena alâ rüsülike” (Al-i İmran: 194) kavlinde olduğu gibi ki, Peygamberlerinin diliyle va’dettiğin, demektir. El - Bezzi, İbn Muhaysın’dan hitap formunda:

"Eynema tüveccihhü (nereye göndersen)” okumuştur. "Lâ ye’ti bihayr’e gelince: Eğer o: Bir adamdır, dersek, neden böyle olmuştur; çünkü kendisine söyleneni anlamaz, söylediği de anlaşılmaz; ya küfür ve inkârından dolayı ya da dilindeki tutukluktan dolayı. Eğer: O, puttur, dersek, cansız olduğu içindir.

"Onunla bir olur mu?": Yani bu dilsizle demektir.

"Adaleti emreden": Yani konuşabilen ve hakkı söyleyen, demektir.

77

Göklerin ve yerin gaybi Allah’a aittir. Kıyametin işi ancak göz kırpma gibidir yahut o, daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

"Göklerin ve yerin gaybi Allah’a aittir": bunu da Hûd suresinin sonunda, âyet: 123'te zikretmiştik,

İniş sebebi de şöyledir: Mekke kâfirleri Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Kıyamet ne zaman?” diye sordular. Âyet bunun üzerine indi. Bunu Mukâtil, demiştir. İbn Saib de: Burada gayb’ten murat edilen, kıyametin kopmasıdır, demiştir.

"Kıyametin işi değildir": Yani kopması değildir,

"ancak göz kırpma gibidir": Lemh: Hızla bakmaktır, mana da: Kıyametin hızlı kopması ve mahlukatın yeniden dirilmesi gözle bakmak gibidir. Çünkü Allahü teâlâ:

"Ol der ve oluverir” (Bakara: 117) buyurmuştur.

"Yahut ondan daha yakındır":

Mukâtil: Ondan daha hızlıdır, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Maksat, kıyamet göz açıp kapamadan daha çabuk gelir, demek değildir. Ancak O, onu istediği zaman getirmedeki gücünün hızını göstermektedir.

78

Allah sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez olarak çıkardı. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi, belki siz şükredersiniz.

"Vallahu ahreceküm min butuni ümmehatiküm": Hamze, elifin ve mimin kesri ile

"immihatiküm” okumuş; Kisâi de, elifin kesri ve mimin fethi ile okumuş; diğerleri de elifin zammı ve mimin fethi ile okumuşlardır. Nûr: 61; Zümer: 6; Necm: 32’de de böyledir. Baştaki hemzenin zammında ise aralarında ihtilaf yoktur.

"Ve caale lekümüssem’a": Lâfzı tekil ise de maksat çoğuldur. Biz de bunun sebebini Bakara’nın başında, âyet 7’de açıklamıştık. Ef ide ise: Fuad’ın cem’idir.

Zeccâc: Ğurab ve ağribe gibi, demiştir. "Fuad’ın cem-i kesreti yoktur, ğurab ve gırban gibi, "fi’dan” denilmez.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Onlara analarının karınlarından çıkmadan önce kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir. Araplar takdim ve tehir ederler, şöyle bir şiir okumuştur:

Ağa adamdır, diyet fazlası da ona yüklenir,

Yüzler geçilip de tekeffül ettiği zaman

(diyeti fazlasıyla öder demektedir).

Beyitte geçen şenak: İki farz (hisse arası) demektir. Miun ise şenaktan daha büyüktür. Büyükten önce küçükten başlamıştır.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Âyetin maksadı şudur: Allahü teâlâ onlara nimetlerini açıkladı; öyle ki, onları dünyaya bir şey bilmez cahiller olarak çıkardı; onlara bilgiye ulaşacak aletler verdi.

79

Göğün boşluğunda amade kılınmış kuşlara bakmadılar mı? Onları ancak Allah tutuyor. Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için gerçekten ibretler vardır.

"Göğün boşluğunda amade kılınmış":

Zeccâc: Göğün boşluğu, yerden uzak hava boşluğudur, demiştir.

"Onları ancak Allah tutuyor":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onları kanatlarını kapatır ve açarken yere düşmekten ancak Allah tutuyor. Bunu çoğunluk, demiştir.

İkincisi: Onları bu ümmetin şerlileri üzerine taş atmaktan ancak Allah tutuyor, nitekim başka ümmetlere aynısı yapılmıştı. Bunu da İbn Saib, demiştir.

80

Allah size evlerinizden dinlenme yeri kıldı ve sizin için hayvan derilerinden göç gününüzde ve ikamet gününüzde hafif bulacağınız evler kıldı. Onların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından da döşemelikler ve bir zamana kadar kullanılacak şey verdi.

"Allah size evlerinizden dinlenme yeri kıldı": Yani rahat edeceğiniz yerler kıldı, demektir. Onlar da açığınızı ve hareminizi kapatacak taştan ve kerpiçten edinilen meskenlerdir. Şöyle ki, Allahü teâlâ ev yapmak ve çatısını kurmak için tahta, kerpiç ve diğer gereçler yaratmıştır.

"Hayvan derilerinden sizin için evler kıldı": Onlar da derilerden edinilen kubbeli ve kubbesiz çadırlardır.

"Hafif bulursunuz": Yani onları taşımak size hafif gelir.

"Yevme za’niküm":

İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Bekir, aynın fethi ile "zaaniküm” okumuşlar; Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, aynın sükunu ile okumuşlardır ki, ikisi de lügattir; şaar ve şa’r, neher ve nehr gibi.

Mana da: Yolculuk ettiğiniz zaman, demektir.

"Ve ikamet gününüzde": Yani her iki halde de size ağır gelmez.

"Yünlerinden": Yani koyunlardan,

"yapağılarından": Yani develerden,

"kıllarından": Yani keçilerden demektir.

"Esasaen = döşemeler, yaygılar": Esas: Meta (eşya) demektir, tekili yoktur, nitekim meta'ın da tekili yoktur. Araplar: Meta’ın çoğulu emtia, derler. Eğer esas’ı da çoğul yaparsan: Selasete eissetin ve üsüsin, dersin tıpkı eissetin ve üsüsin dediğin gibi, başka türlüsü yoktur.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Esas: Yaygı ve örtü gibi ev eşyasıdır.

Ebû Zeyd de şöyle demiştir: Esas’ın tekili: Esase’dir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kad esse yeessü essen, denir ki: Eşya sahibi omaktır. İmam Halil’den de onun: Aslı çokluktan ve bazı eşyanın yığılmasından gelir, dediği rivayet edilmiştir. Şaarün esis (gür saç) kavli de bundandır.

"Ve metaan": Hem meta hem de esas demesi, iki lâfzın farklı oluşundandır.

"Bir zamana kadar":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Ölüm anma kadar ondan yararlanırsınız. Bunu da İbn Abbâs ile Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: Eskiyinceye kadar, demektir.

Mana da şöyledir: O şey çürüyünceye kadar ondan istifade edersiniz. Bunu da Mukâtil, demiştir.

81

Allah sizin için, yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Sizin için dağlardan barınaklar kıldı. Sizin için sizi sıcaktan koruyacak gömlekler ve sizi savaşınızdan koruyacak gömlekler kıldı. Allah size nimetlerini böylece tamamlar ki, teslimiyet gösteresiniz diye.

"Allah sizin için yarattığı şeylerden gölgeler kıldı": Yani sizi güneşin sıcağından koruyacak şeyler, demektir.

Bunda da beş görüş vardır:

Birincisi: O, bulutların gölgesidir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Evlerin gölgesidir, bunu da İbn Saib, demiştir.

Üçüncüsü: Ağaçların gölgesidir, bunu da Katâde ile Zeccâc, demiştir.

Dördüncüsü: Ağaçların ve dağların gölgesidir, bunu da

İbn Kuteybe demiştir.

Beşincisi: O; duvar, tavan, ağaç, dağ vs. gibi gölgesi olan her şeydir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

"Sizin için dağlardan barınaklar (eknan) kıldı": Yani sizi sıcaktan ve soğuktan koruyacak kovuklar ve dehlizler, demektir. Eknan’ın tekili "kinn"dir, bir şeyi koruyup kapatan her şeye "kin” (barınak, sığınak) denir.

"Size sirballar kıldı": Onlar gömleklerdir.

"Sizi sıcaktan korur": Soğuktan da, demedi, çünkü sıcaktan koruyan, soğuktan da korur. Şair şöyle demiştir:

Bilmiyorum, bir yere gitmeyi niyet etsem,

Hayrı kastederek, karşıma hangisi çıkar (bilmiyorum).

(Hayır ve şerden hangisi demek, istemiş, şerri söylememiştir. Mütercim).

Zeccâc şöyle demiştir: özellikle sıcağı zikretmesi, o bölgelerde sıcağın soğuktan daha çok sıkıntı vermesindendir. Bu da Atâ’ el - Horasani’nin görüşüdür.

"Sizi savaşınızdan koruyacak gömlekler": Savaşta şiddetli kılıç ve mızrak vuruşlarından koruyan zırhları kastediyor.

"Size nimetini böylece tamamlar": Yani size bu şeyleri nimet olarak verdiği gibi size dünyada nimetini tamamlar, demektir.

"ki, teslimiyet gösteresiniz diye": Mekke halkına hitaptır. O zaman onların çoğu kâfir idiler.

Eğer: Bu, Müslümanlara hitaptır, denilirse, mana şöyle olur: Müslümanlığınızda devam edesiniz ve hakkını yerine getiresiniz diye.

İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, İkrime ve Ebû Recâ’, tenin ve “Lâm” ın fethi le: "Lealleküm teslemun” okumuşlardır.

Mana da şöyledir: Zırhları giydiğiniz zaman savaşta yaralanmaktan korunmuş olursunuz.

82

Eğer yüz çevirirlerse, sana ancak apaçık tebliği düşer.

"Eğer yüz çevirirlerse": Yani imandan yan çizerlerse, demektir.

"Sana ancak apaçık tebliğ etmek düşer": Bu âyet, müfessirlere göre kılıç âyetiyle neshedilmiştir.

83

Allah’ın nimetini bilirler, sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirlerdir.

"Allah’ın nimetini bilirler, sonra da onu inkâr ederler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Allahü teâlâ’nın dünyada onların üzerindeki nimetleridir.

Bunu inkâr etmede de üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar: Bunlar bize miras olarak kaldı, derlerdi. İbn Ebi Necih,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah’ın nimetleri meskenler, giyilen gömlekler ve zırhlardır. Kureyş kâfirleri bunları bilirler, sonra da: Bunlar babalarımızındı, onlardan bize miras kaldı, derler. Bu da Mücâhid'ten rivayet edilmiştir.

İkincisi: Onlar: Eğer filanca olmasa idi, şöyle şöyle olurdu, derler; işte inkârları budur. Bunu da Avn b. Abdullah, demiştir.

Üçüncüsü: Onlar nimetlerin Allah’tan olduğunu bilirler, ancak: Bunlar tannlarımızın aracılığı iledir, derlerdi. Bunu da İbn Saib, Ferrâ’ ve İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: Burada nimetten maksat Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'dir. Onun peygamber olduğunu bilirlerdi, sonra da inkâr ederlerdi. Bu da Mücâhid, Süddi ve Zeccâc’tan rivayet edilmiştir.

"Onların çoğu kâfirlerdir":

Hasen şöyle demiştir: Hepsi kâfirlerdir, çoğu zikretmiş, maksat, hepsidir (ekser için hükmi kül vardır).

84

Hatırla o günü ki, her ümmetten bir şahit göndereceğiz. Sonra kâfirlere izin verilmez ve onlardan rızalık istenilmez.

"Hatırla o günü ki, her ümmetten bir şahit göndereceğiz": Yani kıyamet gününde demektir. Her ümmetin şahidi kendi peygamberidir; tasdik veya tekzip ettiklerine dair şahitlik edecektir.

"Sonra kâfirlere izin verilmez": Özür dilemeleri için.

"Onlardan rızalık istenmez": Yani onlardan Allah’ın emrettiği şeye dönmeleri istenmez; çünkü ahiret amel yurdu değildir.

85

Zâlimler azabı gördükleri zaman onlardan hafifletilmeyecek de onlara süre verilmeyecek de.

"Zâlimler gördükleri zaman": Yani şirk koşanlar, demektir.

"Azabı": Yani ateşi, azap

"onlardan hafifletilmez.

"Onlara süre de verilmez": Yani ertelenmezler ve mühlet de verilmezler.

"Müşrikler ortaklarını gördükleri zaman": Yani ibadette Allah’a ortak koştukları putları gördükleri zaman, demektir. Şöyle ki, Allah kendinden başka ibadet edilen bütün mabutları diriltecek, o zaman müşrikler:

"Rabbimiz, bunlar senden başka ibadet ettiğimiz ortaklarımız” diyecekler.

Eğer:

"Bu, Allah katında bilinen bir şeydir,

"bunlar ortaklarımızdır” demelerinin faydası nedir?” denilirse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Onlar

"Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrikler değildik” sözlerini gizledikleri zaman Allah onların dillerini susturmak ve organlarını konuşturmakla cazalandırır, işte o zaman ilâhlarını gözleriyle gördükleri zaman:

"Ey Rabbimiz, bunlar bizim ortaklarımızdır” derler, yani inkârdan sonra ikrar ettik, yalanlamadan sonra tasdik ettik, derler. Maksatları da rahmeti aramak, gazaptan kaçmaktır. Sanki bu sözü günahlarını itiraf tarzında söylerler, yoksa bilmeyene bildirmek mahiyetinde söylemezler.

İkincisi: Onlar Allahü teâlâ'nın büyük gazabını gördükleri zaman, bunlar ortaklarımızdır, derler. Maksatları da bu sözden biraz rahatlamak, günahlarını veya bir kısımmı putlara yüklemektir. Çünkü onların akıllı ve iyiyi kötüyü ayırma gücü olduğunu iddia ederlerdi. Putlar da onların umutlarını boşa çıkaracak cevaplar verirler.

86

Şirk koşanlar ortaklarını (putları) gördükleri zaman:

"Ey Rabbimiz, bunlar bizim senden başka ibadet ettiğimiz ortaklarımızdır” derler; onlar da şu sözü atarlar: "Şüphesiz sizler elbette yalancılarsınız".

"Onlar da onlara şu sözü atarlar": Yani onlara cevap verir ve:

"Şüphesiz sizler yalancılarsınız” derler.

Ferrâ’: İlâhları sözlerini reddederler, demiştir. Ebû Ubeyde de,

"elkav": Derler, demiştir. Çünkü, elkaytü ilâ fülanin keza denir ki, ona söyledim, demektir. Âlimler şöyle demişlerdir: Onlara ibadetlerini inkâr ederler. Çünkü putlar cansız idiler, kendilerine ibadet edenleri bilmezlerdi. Böylece kendilerine ibadet edenleri bilmeyenlere ibadet etmekle o gün onları rezil ederler. Bu da:

"İbadetlerini inkâr ederler” (Meryem: 83) kavli gibidir.

87

O gün teslimiyeti Allah'a bıraktılar. Uydurdukları şeyler de (putlar da) onlardan kayboldu.

"O gün teslimiyeti Allah’a bırakırlar": Mana: O'na teslim olurlar, demektir.

Onların kim olduklarında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar müşriklerdir, bunu da çoğunluk, demiştir.

Sonra teslim olmalarında da iki görüş vardır:

Birincisi: O’nun birliğini ikrar etmekle teslim olurlar.

İkincisi: Azabına teslim olurlar.

İkincisi: Onlar müşrikler ve bütün putlardır.

Kelbî, mana şöyledir, demiştir: Onlar Allah’a teslim ve hükmüne razı olurlar.

"Uydurdukları şeyler de onlardan kayboldu":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara şefaat etme sözleri yok oldu.

İkincisi: Şeytanın, Allah’ın ortağı ve evladı vardır diye yaldızladığı şeyler onlardan gitti.

88

Onlar ki, kâfir oldular ve (insanları) Allah’ın yolundan çevirdiler. Biz de ettikleri bozgunculuk yüzünden onların azap üstüne azaplarını artırdık.

"Onlar ki, kâfir oldular ve insanları Allah’ın yolundan çevirdiler":

İbn Abbâs şöyle demiştir: İnsanları Allah’a itâat ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmekten men ettiler.

"Zidnahüm azaben fevkal azabi": Neden ilk azabı nekire etmiştir? Çünkü o, belli bir topluma özgü bir çeşit azaptır. İkinci azabı ise marife yaptı, çünkü o da cehennem ehlinin çoğunun gördüğü azaptır. Neuzu billah minennar diyenin sözündeki nâr (ateş) kadar meşhurdur. Şöyle de denilmiştir: Onlara hak ettiklerinden fazla azap edilmesi, insanları Allah’ın yolundan çevirmeleri nedeniyledir.

Artırılan bu azap hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar uzun hurma ağaçları gibi akreplerdir. Bunu Mesruk, İbn Mes’ûd’dan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onlar filler gibi yılanlar ve katırlar gibi akreplerdir. Bunu da Zir, İbn Mes’ûd’dan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlar Arş’in altında eritilmiş ve onunla azap gördükleri beş tunç nehirleridir. Bunların üçü gece kadar, ikisi de gündüz kadardır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Dördüncüsü: Zemheridir, bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Ateşten zemheri soğuğuna çıkarılırlar, şiddetli soğuğundan ateşe koşarlar.

89

Hatırla o günü ki, her ümmetten üzerlerine kendilerinden bir şahit göndereceğiz ve seni de onların üzerine şahit getirdik. Sana kitabı her şeyi açıklamak, Müslümanlar için de hidayet, rahmet ve müjde için indirdik.

"Seni de onların üzerine şahit getirdik":

işaret edilen bu kimseler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar, kendi kavmidir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Ümmetidir, bunu da Mukâtil, demiştir. Söz burada bitti. Sonra Allahü teâlâ. Sana kitabı açıklama (tibyan) için getirdik” dedi.

Zeccâc: Tibyan, beyan manasına isimdir, demiştir.

"Her şeyi": Maani Âlimleri şöyle demişlerdir: Din işlerinden her şeyi açıklaman ıçm; bu da ya nass ile veya bilmeyi gerektiren şeye havale etmekle olur; meselâ Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in açıklaması veya Müslümanların icmaı gibi.

90

Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve akrabalara vermeyi emreder ve haksızlığı, kötülüğü ve taşkınlığı men eder. Belki öğüt alırsınız diye size öğüt verir.

"Şüphesiz Allah adaleti emreder":

Bunda dört görüş vardır:

Birincisi: O, lâilâhe illallah kelime-i tevhididir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, haktır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, Allahü teâlâ’ya amel etmede içle dışın bir olmasıdır. Bunu da Süfyan b. Uyeyne, demiştir.

Dördüncüsü: O, hak ile hüküm vermektir, bunu da Maverdi zikretmiştir.

Ebû Süleyman da şöyle demiştir: Arap dilinde adalet: İnsaftır, insafın da en büyüğü nimet verenin nimetini itiraf etmektir.

"İyilik (ihsan)"dan da murat edilen şeyde beş görüş vardır:

Birincisi: O, farzları yerine getirmektir, bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Af’tır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: İhlastır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmektir, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Beşincisi: İçin dıştan daha güzel olmasıdır.

"Akrabalara vermeyi": Bundan maksat da: Sıla-i rahimdir.

Fahşa’da da iki görüş vardır:

Birincisi: O, zinadır, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Masiyetlerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Münker = kötülük"te de dört görüş vardır:

Birincisi: O, şirktir, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: O, ne şeriatte ne de sünnette bilinmeyen şeydir.

Üçüncüsü: Yapıldığı takdirde Allahü teâlâ’nın ateş va’dettiği şeydir. Bu ikisini İbn Saib, demiştir.

Dördüncüsü: İnsanın dışının içinden daha güzel olmasıdır. Bunu da Süfyan bir Uyeyne, demiştir. Bağy (taşkınlık) ise:

İbn Abbâs: O, zulümdür, demiştir. Onun şerhi de şuralarda geçti: Bakara: 173; A’raf: 33; Yûnus: 23, 90.

"Size öğüt verir":

İbn Abbâs: Sizi tedip eder, demiştir. Biz de va’z'ın manasını Nisa suresi, âyet 58’de zikretmiş bulunuyoruz.

"Tezekkerun": öğüt alırsınız manasınadır.

İbn Mes’ûd: Bu âyet Kur’ân’da hayrı ve şerri içine en kapsamlı şekilde alan ayettir.

Hasen Basri de şöyle demiştir: Allah’a yemin ederim ki, adalet ve ihsan Allah’a itâat namına ne varsa hepsini içine almıştır. Fahşa ve münker de Allah’a isyan türünden ne varsa, onlar da onu içine almıştır.

91

Antlaştığınız zaman Allah'ın sözünü yerine getirin. Yeminleri sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın. Oysa Allah'ı üzerinize kefil kıldınız. Şüphesiz Allah yaptığınız şeyleri bilir.

"Allah’ın sözünü yerine getirin": Kimler hakkında indiğinde iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, cahiliye halkının yeminleri hakkında inmiştir. Bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e biat edenler hakkında inmiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yerine getirilmesi gereken söz, yapması güzel olan şeydir. Bir kul bunu va’dederse, onu yerine getirmesi gerekir. Va’d, sözdür.

"Yeminleri sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın": Yani yemine azmedip karar vermekle ağırlaştırıp kuvvetlendirdikten sonra, demektir. Boş yere yapılan yemin ise öyle değildir. Vekkettüşşey’e tevkiden, Hicaz halkının lehçesidir. Necit halkı ise: Ekkettuhu te’kiden, derler.

Zeccâc şöyle demiştir: Vekkettül emre ve ekkettü, ikisi de iyi lügattir, vav asildir, hemze ondan bedeldir.

"Allah’ı üzerinize kefil kıldınız": Yani yemini yerine getirmede, şöyle ki, kim Allah’a yemin ederse, yemin ettiği şeyi yerine getirmede Allah’ı kefil etmiştir.

Müfessirlerin "kefil"in manasında üç görüşleri vardır:

Birincisi: Şahittir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

İkincisi: Vekildir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Akdinizi gözetleyen muhafız demektir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

92

Kuvvetle eğirdiğini çözüntü halinde bozan (kadın) gibi olmayın. Bir topluluk bir topluluktan daha çok olsun diye yeminlerinizi aranızda bir hile / fesat (konusu) ediniyorsunuz. Allah ancak onunla sizi sınıyor. Ve ihtilaf ettiğiniz şeyi kıyamet gününde size elbette açıklayacak.

"Eğirdiğini bozan kadın gibi olmayın":

Mücâhid şöyle demiştir: Bu, Necit halkı kadınlarının yaptığı bir şeydir, birileri ipini bozar, sonra onu dider, sonra da onu yünle karıştırır ve eğirirdi.

Mukâtil şöyle demiştir: Bu, Rayta adında bir kadındır, babası Amr b. Ka’b’dır. İp eğirdiği zaman onu bozardı. İbn Saib de: Adı "Raita"dır, demiştir.

İbn Enbari de: İsmi: Rayta b. Amr el - Mürriyye’dir, demiştir. Lakabı, Ca'râ idi, o, Mekke halkındandır. Muhataplarca bilinen biri idi, onu sıfatı ile tanıdılar. Bu işte onun bir benzeri yoktu. Gayet ahmak idi. Pamuk veya yün eğirir, onu sapasağlam yapar, sonra da hizmetçisine onu kesmesini emrederdi. Bazıları şöyle demiştir: O ve hizmetçileri ip eğirirdi, sonra onlara eğirdiklerini çözmelerini emrederdi. Allahü teâlâ, sözünü bozanlara onu misal getirdi. "Nekadat (mazi), tenkudu (muzari) manasınadır, tıpkı

"ve nâda ashabul cenneti” (A’raf: 43) kavlinde olduğu gibi ki, yünadi manasınadır.

Eğirmekten murat edilen şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, bildiğimiz eğirmedir, ister pamuktan, ister yünden isterse kıldan olsun. Bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: O, iptir, bunu da mücahit, demiştir.

"Min ba’di kuvvetin":

Katâde: Sağlam yaptıktan sonra, demiştir.

"Enkasen":

"enkadan = çözüntü” halinde demektir.

İbn Kuteybe de: Enkâs eğrilen ip ve sairenin çözüntüsüdür, demiştir. Tekili: Niks’tir. Diyor ki: Sağlam yemin ettikten ve söz verdikten sonra onu bozup da günaha girmeyin; sonra eğirip dokuyan, sonra o dokuduğunu bozan, onu çözüntü haline getiren kadın gibi olursunuz.

"Yeminlerinizi aranızda fesat konusu (dehal) ediniyorsunuz": Yani hiyanet, hile ve aldatmaca konusu ediniyorsunuz, içine ayıp giren her şeye medhul denir ve onda dehal (kusur) vardır, denir.

"Bir topluluk olsun diye":

"Daha çok, bir topluluktan". Zeccâc, mana: Bir topluluğun daha çok olmasıyla, demiştir. Rebeşşey'ü yerbu, denir ki: Çoğalmak manasınadır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Dilciler:

"Hiye erba” derler ki, sayısı daha çok, demektir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Onlar yeminle dostluklar (ittifaklar) kurarlardı, sonra onlardan daha çoğunu ve kuvvetlisini bulur; onların ittifakını bozar, yenilerle antlaşma yaparlardı. İşte bundan men edildiler. Ferrâ’ da, mana şöyledir, demiştir: Bir topluluğa az oldukları, sizin de çok olduğunuz veya sizin az, onların ise çok olmalarından dolayı haksızlık etmeyin, o zaman onları yeminle aldatmış olursunuz.

"Allah ancak sizi onunla sınıyor":

Bu âyette de üç görüş vardır:

Birincisi: O, çokluğa râcîdir, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Saib ve Mukâtil, demişlerdir ki, mana şöyle olur: Allah ancak sizi çoklukla imtihan ediyor. Eğer iki topluluk arasında sözleşme olur ve biri daha çok olursa, az olanla antlaşmayı bozmak yakışık almaz. Eğer: Çokluktan kinaye edince

"biha” demesi gerekirdi, denilirse, İbn Enbari buna şöyle cevap vermiştir: Kesret (çokluk) gerçek müennes değildir, müzekker manasına alınmıştır. Nitekim sayha lâfzı da siyah itibarı ile müzekker kabul edilmiştir.

İkincisi: O, antlaşmaya râcîdir; çünkü yeminler ona delalet etmektedir. O zaman zahir hükmünde olur. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

Üçüncüsü: O, yemini yerine getirmeye (vefa göstermeye) râcîdir. Bunu da bazı müfessirler zikretmiştir.

93

Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Ancak dilediğini saptırır ve dilediğini hidayete erdirir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorulacaksınız.

"Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı": Biz de bunu Hûd suresinin sonunda, âyet 118’de tefsir etmiş bulunuyoruz.

"Ancak Allah dilediğini saptırır": Bu, açıkça Kaderiyecileri yalanlamaktadır; çünkü saptırma ve hidâyeti kendine nisbet etmiş ve o ikisini dilemesine bağlamıştır.

94

Yeminlerinizi aranızda fesat mevzuu edinmeyin; sonra sebatından sonra ayaklar kayar ve Allah’ın yolundan çevirdiğiniz için kötülüğü / azabı tadarsınız. Ve sizin için büyük bir azap vardır.

"Yeminlerinizi aranızda fesat mevzuu edinmeyin": Bu, aldatma için yapılan yeminleri yasaklayan söz başıdır.

"Sonra sebatından sonra ayaklar kayar":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bu, bir misaldir; afiyetten sonra derde müptela olan veya esenlikten sonra tehlikeye düşen için söylenir ve: Zellet bihi kademuh (ayağı kaydı) denir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Yemini bozanın dininde ayağı kayar, tıpkı bir adamın hidayete erdikten sonra ayağının kayması gibi.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile İslâm ve dine yardım üzerine biat edenleri verdikleri sözü bozmaktan men etmektedir.

"Kötülüğü tadarsınız” kavli de bunu göstermektedir. Kötülük ise azap demektir.

"İnsanları Allah’ın yolundan çevirmeniz sebebiyle": Demek istiyor ki: Onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile olan sözleşmelerini bozunca, İnsanları İslâm’dan çevirmiş ve azabı hak etmiş olurlar.

"Sizin için büyük bir azap vardır": Yani ahirette. Sonra bunu:

95

Allah’ın sözünü az bir pahaya satmayın. Gerçekten Allah katındaki şey, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.

"Allah’ın sözünü az bir pahaya satmayın” kavli ile pekiştirdi. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayetle şöyle demiştir: Bu, bir arazi meselesinde Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e dava için' gelen iki adam hakkında inmiştir. Onlardan birine: "îydan b. Eşu” deniyordu ki, toprak sahibi (davacı) o idi. Diğerine de

"İmruulkays” deniyordu. Davalı da bu idi. İmruulkays yemin etmeye kalkıştı; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem onu durdurdu; âyet de bunun üzerine indi. Ebû Bekir el - Hatib de, arazi sahibinin isminin "Rebia b. Abdan veya Aydan (aynın fethi ve iki noktalı ye ile). Âyetin manası şöyledir: Sözleşmelerinizi bozmayın; onu bozup da az bir dünya matahı almaya kalkışmayın, Vefakarlık göstermenize karşılık olarak Allah’ın yanındaki sevap, sizin için gelip geçici dünya malından daha hayırlıdır.

96

Sizin yanınızdaki biter, Allah’ın yanındaki ise bakidir. Sabredenlere mükafatlarını yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.

"Sizin yanınızdaki tükenir": Yani fena bulur,

"Allah’ın yanındaki ise” ahirette

"bakidir". İbn Kesir bir rivayette ye ile vakfetmiştir. Vasılda ise yenin hazfedilmesinde ihtilaf yoktur.

"Velenecziyennellezine saberu":

Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, ye ile: "Veleyecziyenne” okumuşlardır.

İbn Kesir ile Âsım da, nun ile: "Velenecziyenne” okumuşlardır. "Velenecziyennehüm ecrehüm"de ise onun nun ile olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Âyetin manası şöyledir: O’nun emrine sabredenleri dünyada yaptıklarının en güzeli ile ödüllendirecek ve kötülüklerinden vaz geçeceğiz.

97

Erkekten veya kadından kim mü’min olarak iyi bir şey yaparsa, ona elbette hoş bir hayat yaşatacağız ve onlara mükafatlarını yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.

"Erkekten veya kadından kim mü’min olarak iyi bir şey yaparsa":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Zikri geçen İmruulkays yemin etmek istediği hakkı ikrar etti, bunun üzerine:

"Kim iyi bir şey yaparsa” âyeti indi. O da onun hakkı ikrar etmesidir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Tevrat ehlinden, İncil ehlinden, putperestlerden birkaç kişi oturup meziyetlerini saydılar; âyet bunun üzerine indi. Buna da, Ebû Salih, demiştir.

"Ona elbette hoş bir hayat yaşatacağız":

Bu hoş hayatın nerede olacağı hakkında üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O dünyadadır, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Sonra bunda da müfessirlerin dokuz görüşü vardır:

Birincisi: O, kanaattir, bunu Hazret-i Ali radıyallahu anh, bir rivayette İbn Abbâs, bir rivayette Hasen Basri ve Vehb b. Münebbih, demişlerdir.

İkincisi: O, helâl rızıktır, bunu Ebû Mâlik, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dahhâk da: Helâl yer ve helâl giyer, demiştir.

Üçüncüsü: O, mutluluktur, bunu da Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O, itâattir, bunu da İkrime, demiştir.

Beşincisi: O, gündelik rızıktır, bunu da Katâde, demiştir.

Altıncısı: O, ibadetin tadını almaktır. Bunu da Ebû Bekir el - Verrak, demiştir.

Sekizincisi: Afiyet ve yeterliktir.

Dokuzuncusu: kazaya rızadır. Bu ikisini Maverdi zikretmiştir.

İkincisi: O ahirettedir, bunu da Hasen, Mücâhid, Said b. Cübeyr, Katâde ve İbn Zeyd, demişlerdir. Bu da ancak cennette olur.

Üçüncüsü: Bu, kabirdedir, bunu da Ebû Gassan, Şerik’ten rivayet etmiştir.

98

Kur’ân okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.

"Kur’ân okuduğun zaman Allah’a sığın":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: Kur’ân okumak istediğin zaman eûzü çek. Bu;

"namaza kalktığın zaman yüzlerinizi yıkayın” (Maide: 6);

"Onlardan bir şey istediğiniz zaman perdenin arkasından isteyin” (Ahzab: 53);

"Peygambere gizli bir şey söylediğiniz zaman gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin” (Mücadele: 12) ifadeleri gibidir. Meselâ konuşurken: Yemek yediğin zaman: Bismillah, de, denir. Bu, bütün ulemanın ve dilcilerin görüşüdür.

İkincisi: Bu, zahirine göredir ve eûzü de okumadan sonradır. Bu Ebû Hureyre ile Dâvud’dan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Burada takdim ve tehir vardır,

Mana şöyledir: Allah’a sığındığın zaman oku. Bunu da Ebû Hatim Sicistani, demiştir. En doğrusu birincisidir.

Hüküm: Okuma sırasında eûzü çekmek namazda ve dışında sünnettir.

Onun şekli hakkında îmam Ahmed’den iki rivayet vardır:

Birincisi: Eûzü billahi mineş şeytanirracim, innallahe hüvessemiul alim’dir. Bunu Ebû Bekir el - Mervezi rivayet etmiştir.

İkincisi: Şöyledir: Eûzü billahis semiil alimi mineş şeytanirracim, innallahe hüvessemiül alim. Bunu da Hanbel rivayet etmiştir. Biz de

"eûzü"nün manasını kitabın başında (sayfa: 7'de) açıklamış bulunuyoruz. Şeytan kelimesinin türevini de Bakara: 14, recim’inkini de Al-i İmran: 36’da şerh etmiş bulunuyoruz.

99

Gerçek şu ki, onun iman edenler ve Rablerine güvenenler üzerinde bir gücü yoktur.

"Gerçek şu ki, onun iman edenler üzerinde bir gücü yoktur":

"Güçten (sultandan) murat edilen şey üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi:

O, yönetmedir, sonra bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onun mü’minler üzerinde hiçbir şekilde yönetme gücü yoktur. Çünkü Allahü teâlâ ona böyle bir imkan vermemiş ve:

"Gerçek şu ki, benim kullarımın üzerinde bir gücün yoktur, ancak sana uyan azgınlar hariç” demiştir (Hicr: 42).

İkincisi: Onun onların üzerinde bir gücü yoktur, çünkü eûzü çekerek ondan Allah’a sığınırlar.

Üçüncüsü: Onları bağışlanmayacak günaha sürükleme kudreti yoktur.

İkincisi: O, delildir,

Mana da şöyledir: Onları davet ettiği masiyetlere karşı bir delili yoktur. Bunu da Mücâhid demiştir.

100

Onun gücü ancak onu veli edinenler ve onu (Allah’a) şirk koşanlar üzerindedir.

"Onun gücü ancak onu veli edinenler üzerindedir (yetevellevnehu)": Manası: Ona itâat edenler üzerindedir, demektir.

Hu zamiri hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, Allahü teâlâ’ya râcîdir, bunu da Mücâhid ile Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: O, şeytana râcîdir, mana da: Onlar da onun yüzünden Allah’a şirk koşanlardır. Bu şuna benzer: Fülan senin yüzünden alim oldu, yani senin için, demektir. Bu, İbn Kuteybe’nin görüşüdür. İbn Enbari, mana şöyledir, demiştir: Onlar ibadetlerinde îblis’i ortak etmekle Allahü teâlâ’ya şirk koşanlardır.

101

Eğer biz bir âyetin yerine başka bir âyeti değiştirirsek - ki, Allah indirdiği şeyi daha iyi bilendir - "Sen ancak bir iftiracısın” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.

"Bir âyeti bir âyetin yerine değiştirdiğimiz zaman":

İniş sebebi şöyledir: Allahü teâlâ bir âyet indirirdi, onunla bir süre amel edilirdi, sonra da onu değiştirirdi. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri: Muhammed başka değil ashabı ile alay ediyor; onlara bugün bir şey emrediyor, yarın onlara daha kolayını getiriyor, dediler, işte bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

Mana da: Bir âyeti başka bir âyetle neshettiğimiz zaman, demektir. Nesih de ya hüküm ve okumanın neshi ile olur yahutta okuma kalmakla beraber hükmün neshi ile olur.

"Allah indirdiği şeyi daha iyi bilendir": Nasih ve mensuh, ağır ve hafif olarak, O, bundaki menfaati daha iyi bilir.

"Sen ancak bir iftiracısın, derler": Yani yalancı, demektir.

"Hayır, onların çoğu bilmezler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu Allah’ın indirdiğini bilmezler.

İkincisi: Neshin faydasını bilmezler.

102

De ki:

"Onu Kutsal Ruh, iman edenleri sağlamlaştırmak ve Müslümanlara da hidayet ve müjde olmak için hak ile indirdi".

"De ki: Onu indirdi": Yani Kur’ân’ı,

"Kutsal Ruh": Yani Cebrâil, demektir. Biz de bu ismi Bakara 87’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Rabbinden": Yani O’nun kelâmından, demektir.

"Hak ile": Yani doğru bir emirle.

"İman edenleri sağlamlaştırmak için": İçindeki açık delillerle, o zaman yakînleri daha da artar.

103

Yemin olsun ki, onların:

"Ona ancak bir beşer öğretiyor” dediklerini biliyoruz. Ona nisbet ettiklerinin dili yabancı, bu ise apaçık Arapça bir dildir.

"Onların dediklerini biliyoruz": Yani Kureyş’in dediklerini biliyoruz.

"Ona ancak bir beşer öğretiyor": Yani bir adam öğretiyor; o, Allah katından değildir, dediklerini biliyoruz, demektir.

Bu beşerden kimi kastettikleri hususunda da dokuz görüş vardır:

Birincisi: O, Muğire oğullarının bir kölesi idi, ona

"Yaiş” derlerdi. Tevrat okurdu. Muhammed ondan öğreniyor, dediler. Bu âyet bunun üzerine indi. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkrime de bir rivayette şöyle demiştir: Bu köle Amir b. Lüey oğullarına ait ve Rum idi.

İkincisi: O, Mekke’de

"Bel’am” adında bir genç idi, Hıristiyan ve yabancı idi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem onu öğretirdi. Müşrikler onun giriş çıkışını görünce, bunu dediler. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e katiplik eden biri hakkında inmiştir. Efendimiz ona "semiün alim” dikte ettirir; o ise

"azizün hakim” veya benzer bir şey yazardı. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de ona: Nasıl yazarsan öyledir” dedi; onun da bundan kafası karıştı ve: Muhammed işi bana bırakıyor, ben de istediğimi yazıyorum, dedi. Bu da Said b. Müseyyeb ’ten rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: O, Kureyşli bir kadına ait bir köleydi, ona "Cabir", derlerdi. Cabir, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelir; ondan öğrenirdi. Bunun üzerine müşrikler: Muhammed bundan öğreniyor, dediler. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Beşincisi: Onlar Selman Farisi’yi kastettiler, bunu da Dahhâk, demiştir. Bu uzak bir ihtimaldir; çünkü Selman Medine’de Müslüman oldu, bu âyet ise Mekki’dir.

Altıncısı: Onlar bununla bir demirciyi kastettiler, Ona Hıristiyan Yuhanna, derlerdi. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Yedincisi: Onlar bundan Amir b. el - Hadrami’nin bir kölesini kastettiler, Yahudi ve yabancı idi. İsmi Yesar, künyesi ise Ebû Fükeyhe idi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Said b. Cübeyr’den de benzeri bir görüş rivayet edilmiştir. Ancak o: Yahudi idi, dememiştir.

Sekizincisi: Onunla Ayiş adında yabancı bir köleyi kastettiler, Huveytıb’ın kölesi idi. Müslüman olmuştu. Bunu da Ferrâ’ ile Zeccâc, demişlerdir.

Dokuzuncusu: Onlar iki kişi idiler, Abdullah b. Müslim el - Hadrami şöyle demiştir: Bizim Aynitemr halkından iki kölemiz vardı, birine: Yesar, diğerine de: Cebr, derlerdi. Bunlar Mekke’de kılıç yaparlar ve İncil okurlardı. Bazen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunlara uğrardı, onlar da okurlardı; o da dumr dinlerdi. Bunun üzerine müşrikler: O, ancak bu ikisinden öğreniyor, dediler.

İbn Enbari şöyle demiştir: Bu görüşe göre beşer, iki kimseye denilmiş olur. Beşer cins isimlerindendir, ikiye de denir, nitekim ahad (bir kimse) de ikiye, çoğula, erkeğe ve dişiye denilir.

"Lisanüllezi yülhidune ileyhi": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Âsım, yenin zammı ve hanın kesri ile:

"Yülhidune” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de, yenin ve hanın fethi ile:

"Yelhadune” okumuşlardır. Birinci kıraat hakkında

İbn Kuteybe şöyle demiştir:

"Yülhidune": Ona meylederler, ona öğrettiğini iddia ederler. İlhad’ın aslı meyildir. Ferrâ’ da, yenin zammesi ile:

"Yülhudine": İtiraz ederler, demiş ve

"men yürid fihi biilhadin bizulmin” (Hac: 25) âyetinin de bundan olduğunu söylemiş, yani itiraz ederler, demiştir. Ye’nin fethi ile

"yelhadun” ise: Meylederler, demektir.

Zeccâc da: Yelhadune ileyhi: Onun yabancı dil olduğunu söylemeye yeltenirler, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Halk tabakası nerede ise acemi ile a’cemiyi, arabi ile a’rabiyi ayıramazlar. A’cemi: çölde de yaşasa düzgün konuşamayan, demektir. Acemi ise: Düzgün de konuşsa yabancı, demektir. A’rabi ise: Bedevidir. Arabi ise: Bedevi olmasa da Arab’a mensup, demektir.

"Bu, bir dildir": Yani Kur’ân,

"Arapça” bir dildir. Yani sahibi Arapça konuşuyor, demektir.

104

Şüphesiz Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler var ya, Allah onlara hidayet etmez ve onlar için acıklı bir azap vardır.

105

Yalanı ancak Allah'ın âyetlerine iman etmeyen er uydurur. İşte onlar yalancıların ta kendileridir.

"Yalanı ancak Allah’ın âyetlerine iman etmeyenler uydurur": Yani ancak Allah’ın meydana getireceği âyetleri gördükleri zaman ona inanmayanlar uydurur, demektir.

"İşte onlar yalancıların ta kendileridir": Yani yalan onların ayrılmaz sıfatıdır ve kökleşmiş bir adetidir. Bu da onların:

"Sen ancak bir iftiracısın” (Nahl: 101) sözlerine reddiyedir. Bu âyet yalanı en veciz şekilde men etmektedir; çünkü onun iman etmeyenlere has bir şey olduğunu vurgulamaktadır.

106

Kim imanından sonra Allah'ı inkâr eder, ancak bundan zorlandığı halde kalbi imanla rahat olan müstesnadır, fakat (zorlama karşısında) küfre göğüs açarsa, işte onlara Allah'tan bir gazap vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır.

"Kim imanından sonra Allah’ı inkâr ederse": Abdullah b. Sa’d b. Ebi Şerh el - Kureşi, Mikyes b. Sababe, Abdullah b. Enes b. Hatal, Tu’me b. Übeyrik, Kays b. Velid b. Muğire ve Kays b. Fakih el - Mahzumu hakkında inmiştir.

"Ancak zorlananlar müstesnadır":

Kimler hakkında indiğinde dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Ammar b. Yasir hakkında inmiştir; müşrikler onu yakalayıp işkence ettiler; o da diliyle isteklerini yerine getirdi. Bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş;

Katâde de böyle demiştir.

İkincisi: Nisa suresinde:

"Melekler nefislerine zulmedenlerin canlarını alır...” 96 ve 97. âyetleri inince Medine’deki müslümanlar bunu Mekke’dekilere yazdılar. Bunun üzerine İslâm’ı ikrar eden bazı kimseler çıktılar; müşrikler de onları takip ettiler. Yakalayıp onları dinden çıkmaya zorladılar, onlar da kısmen isteklerini yerine getirdiler; işte bunun üzerine

"ancak zorlandığı halde kalbi imanla rahat olan müstesnadır” kavli indi. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid de böyle demiştir.

Üçüncüsü: O, Ayyaş b. Ebi Rebia hakkında inmiştir. O hicret etmişti; annesi, oğlu dönünceye kadar gölgelenmeyeceğine ve doyuncaya kadar yemeyeceğine yemin etti (açlık grevine başladı). O da annesine döndü; müşrikler de onu zorladılar; o da onların bazı isteklerini karşıladı. Bunu da İbn Sîrin, demiştir.

Dördüncüsü: İbn Hadrami’nin kölesi Cebr hakkında inmiştir; o Yahudi iken Müslüman olmuştu. Efendisi onu dövdü; o da tekrar Yahudiliğe döndü. Bunu da Mukâtil, demiştir. "Fakat küfre göğüs açanlar":

Mukâtil: Bunlar âyetin başında ismi verilen kimselerdir, demiştir.

Tefsir: Nahiv Âlimleri:

"men kefere” ile "lâkin men şeraha” kavilleri üzerinde ihtilaf etmişlerdir: Küfe ekolüne mensup olanlar şöyle dediler: İkisinin de cevabı "fealeyhim gadabun” kavlidir. Basra ekolüne mensup olanlar ise şöyle dediler: Hayır,

"men kefere” kavli,

"ellezine layü’minun” üzerine dönük olarak merfudur.

İbn Enbari de şöyle demiştir:

"Men kefere"nin haberinin mahzuf olması da câizdir; çünkü manası açıktır, takdiri de şöyledir: Fallahu aleyhi gadbanu (Allah ona gazap etmiştir).

"Kalbi imanla rahat olan": Yani onda sükunet bulup ona razı olan, demektir.

"Ancak küfre göğüs geren müstesnadır":

Katâde: Onu tercih ederek ve seçerek yapan, demiştir.

İbn Kuteybe de: Kabul ederek ona göğüs açan müstesnadır, demiştir. Ebû Ubeyde de, mana şöyledir, demiştir: Nefsi ile onun arkasına düşen ve ona göğüs açan müstesnadır. Ma yenşerihu sadri bizalik, derler ki, bunu içim almıyor, demektir. "Fealeyhim ğadabun” kavli ise cemi şeklinde gelmiştir; çünkü

"men” cem’e de kullanılır.

Fıkıh: Küfür kelimesini söylemeye zorlama yapılırsa, onu söylemek mubahtır.

Bunu mubah kılan zorlama hakkında İmam Ahmed’ten iki rivayet vardır:

Birincisi: O, emredileni yapmadığı takdirde nefsinden veya bir organının telef olmasından korkmaktır.

İkincisi: İşkence edilmedikçe korkutma zorlama sayılmaz. Takiyye yapmak câiz olunca, en iyisi onu yapmamaktır. İmam Ahmed bunu şöyle açıklamıştır: Bir esir öldürülme ile içki içme arasında seçim yapma zorunda bırakılırsa, ölüme sabrederse, onun için şereftir; eğer sabretmezse onun için müsaade vardır. İmam Ahmed’in bu ifadesinin zahirinden, bunun câiz olduğu çıkar. Ondan Esrem de içki içme konusunda takiyye hususunda şöyle dediğini rivayet etmiştir: Takiyye ancak sözde olur. Bunun da zahiri, yukarıdaki durumun câiz olmamasıdır. Ama zina etmeye zorlanırsa, o fi’li yapması câiz olmaz. Zorlama geçerli sayılmaz. Eğer talâk üzerine zorlanırsa, talakı geçerli olmaz. İmam Ahmed bunu açıkça söylemiştir. Malik ile Şâfiî de bu görüştedirler.

Ebû Hanife ise: Talakı vaki olur, demiştir.

107

Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih ettiler. Şüphesiz Allah kâfirler kavmine hidayet etmez.

"Çünkü onlar dünya hayatını tercih ettiler (zalike biennehüm)":

Zalike ile işaret edilen şey hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, gazap ile azaptır, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: O, göğsün küfre açılmasıdır. "îstahabbu” da: Dünyayı sevdiler, onu ahirete tercih ettiler, demektir.

"Ve ennallahe": Yani Allah onların hidâyetini istemediği için, demektir. Bundan ötesinin şerhi ise Bakara: 7; Nisa: 155 ve Maide: 67’de geçmiştir.

108

İşte Allah onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür basmıştır. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.

"Onlar gafillerin ta kendileridir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar kendilerine ne yapılmak istendiğinden gafillerdir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Ahiretten gafillerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

109

Şüphe yoktur ki, gerçekten onlar ahirette ziyan edenlerin ta kendileridir.

"Lecereme": Bunun şerhi de Hûd: 22'de geçmiştir.

110

Sonra gerçekten Rabbin işkence gördükten sonra hicret edenler, sonra da cihad ve sabredenler için, şüphesiz Rabbin bunun ardından elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Sonra gerçekten Rabbin işkence gördükten sonra hicret edenler için çok bağışlayıcıdır": Kimler hakkında indiğinde dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir.

Birincisi: O, Mekke’de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından zorda kalanlar hakkında inmiştir. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Müslümanlardan bir bölük, hicret için çıktılar; müşrikler bunlara yetiştiler; onlar da bazı tavizler verdiler. İşte

"İnsanlardan kimi de vardır ki, Allah’a iman ettik, derler; Allah uğrunda eziyete maruz kaldıkları zaman insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi sayarlar” (Ankebut: 10) âyeti inince, Müslümanlar bunu onlara yazdılar. Onlar da çıktılar; müşrikler onlara yetişip onlarla savaştılar. Kurtulan kurtuldu, öldürülen de öldürüldü. İşte bu âyet bunun üzerine indi. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O, Abdullah b. Sa’d b. Ebi Şerh hakkında inmiştir; şeytan onun boynuna binmişti, o da kâfirlere katıldı. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke fethedildiği gün onun öldürülmesini emretti; o da Osman b. Affan’a sığındı. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de ona aman verdi. Bu da İbn Abbâs, Hasen ve İkrime’den rivayet edilmiştir. Bu akla uzaktır; çünkü adı geçen şahıs her ne kadar İslâm’a dönmüşse de fetihle hicret sona ermişti.

Dördüncüsü: O; Ayyaş b. Ebi Rebia, Ebû Cendel b. Süheyl b. Amr ve Abdullah b. Esid es - Sekafi hakkında inmiştir. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Min ba’di ma fütinu": Çoğunluk fenin zammı ve tenin kesri ile "fütinu” okumuşlardır, mana da: Müşrikler onları dinlerinden döndürdükten sonra, demektir. Abdullah b. Amir, fenin ve tenin fethi ile: "Fetenu” okumuştur, mana da: İnsanları Allah'ın dininden döndürmelerinden sonra demektir ki, müşriklerden Müslüman olanlara işaret etmektedir.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Takiyye göstererek kendilerini fitneye maruz bırakmalarından sonra, çünkü o zamanlar izin henüz inmemişti.

"Sonra cihad ettiler": Yani Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında savaştılar,

"ve sabrettiler": Dine ve cihada, demektir.

"Şüphesiz Rabbin bunun ardından":

Ha zamirinin mercii hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Fitnedir, bu da Mukâtil'in görüşüdür.

İkincisi: O yaptıkları iştir, bunu da Zeccâc, demiştir.

Üçüncüsü: Cihad, hicret ve sabırdır.

Dördüncüsü: Hicrettir. Bu ikisini ve onlardan önceki ikisini İbn Enbari zikretmiştir.

"Yevme te’ti": Bu, iki şeyden biri ile mensubtur; ya şu manaya mensubtur: Inne rabbeke leğafurur rahim (şüphesiz Rabbin o gün geldiği zaman elbette çok bağışlayıcıdır), ya da: Hatırla o günü ki, (gizli emir filiyle) mensubtur.

111

O gün her nefis gelir kendisi için mücadele eder. Her nefse yaptığı tam verilir ve onlara zulmedilmez.

"Her nefis kendi nefsi için mücadele eder": Yani nefsinden taraf mücadele eder, demektir ki, her insan kendini savunur, demektir. Rivayete göre Ömer b. Hattab, Ka’bu’l - Ahbar’a: Ey Ka’b, konuş da bizi korkut, dedi. O da şöyle konuştu: Cehennem öyle bir kükrer ki, dizleri üstü çökmeyen ne Allah’a yakın bir melek ne de mürsel bir peygamber kalır. Hatta İbrahim Halilurrahman bile Halilliğini ortaya atar ve: Ya Rabbi, ben senin Halil’in İbrahim’im, nefsimden başkasını istemem, der. Bunun Allah’ın kitabındaki tasdiki de:

"O gün her nefis gelir kendini savunur” âyetidir. Biz de cidal’ın manasını Hûd: 32’de şerh etmiş bulunuyoruz.

112

Allah bir kenti misal verdi: Bu güvenli, huzurlu idi. Ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Derken Allah’ın nimetlerine nankörlük etti; Allah da ona (halkının) yaptıkları yüzünden açlık ve korku elbisesini tattırdı / giydirdi.

"Allah bir kenti misal verdi. O güvenli idi":

Bu kent hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: O, Mekke'dir, bunu İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve cumhûr, demişlerdir. Bu da doğrudur.

İkincisi: O, Allahü teâlâ’nın, halkına bolluk verdiği bir kenttir, öyle ki, ekmek ile taharet ettiler. Allah da onlara açlığı Mûsallat etti; o kadar ki, dışkılarını yemeye başladılar. Bunu da Hasen, demiştir. Hafsa'dan gelen rivayete göre ise o, Medine’dir. Bu da temsil tarzında söylenmiştir, tefsir tarzında değil. Açıklaması da şöyledir: Süleym b. îtr (Anz) diyor ki: Biz Hafsa ile hactan döndük, Osman Medine'de muhasara edilmişti. Hafsa iki binekli gördü, onlara bunu sordu; onlar da Osman’ın öldürüldüğünü söylediler; o da: Allah’a yemin ederim ki, o, Allahü teâlâ’nın

"Allah bir kenti misal verdi, o huzurlu idi” diye nitelediği kenttir, dedi. Hafsa demek istiyor ki: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in, Ebû Bekir ile Ömer’in zamanlarında istikamet kanunu üzere yürüyordu;

"Allah’ın nimetlerine nankörlük etti” Osman radıyallahu anh öldürüldüğü zaman. "Güvenli idi": Yani onda oturanlar kendilerine saldırılmasından emin idiler,

"huzurlu idi": Yani halkı sakin idi; korku veya darlık sebebiyle oradan göçmeye ihtiyaç duymazlardı. Biz de rağad kelimesinin manasını Bakara: 35 ve 58’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Her yerden": Yani ona her memleketten ithal edilirdi. Bütün bunlar da İbrahim aleyhisselam’ın duasının bereketi iledir.

"Allah’ın nimetlerine nankörlük etti": Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamakla.

En’um kelimesinin tekilinde iki görüş vardır:

Birincisi: Onun tekili "nu’m"dur, bunu da Ebû Ubeyde ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: "Nimet"tir,

Zeccâc şöyle demiştir: O, "nimet"in çoğuludur diyenlerin görüşü hiçbir şey değildir; çünkü "fi’let” kalıbı

"ef ul” üzere cemi edilmez. O ancak "nu’m"un cem’idir. Yevmun nu’mun ve yevmun bu'sun derler ve

"enumen” ve "eb'usen” şeklinde cemi edilir.

"Feezakahallahu libasel cui velhavfi": Ubeyd b. Akil ve Abdülvaris, Ebû Amr’dan, fenin nasbi ile "velhavfe” rivayet etmiştir. Zevk (tatma) aslında ağızla olur, bu ondan istiaredir, biz de bu manayı Al-i İmran: 106 ve 185’de şerh etmiş bulunuyoruz. Burada elbisenin zikredilmesi mecaz yoluyladır, çünkü açlığın ve korkunun tesiri onların üzerinde görülür. Bu,

"Takva libası” kavli gibidir ki, takvanın eseri takva sahibinin üzerinde görülür.

Müfessirler şöyle demişlerdir:

Allah onları yedi yıl açlıkla azap etti; öyle ki, leşleri ve yanmış kemikleri yemeye başladılar. Korkuya gelince, o Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile gönderdiği birliklerden korkularıdır. Bu âyette kentten bahsedilmişse de maksat, halkıdır, bunun içindir ki:

"Yaptıklarından dolayı” demiştir. Bundan kast edilen de Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayıp, onu Mekke’den çıkarmaları ve onu öldürmeye niyet etmeleridir.

113

Yemin olsun ki, onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Derken o zâlimleri azap yakaladı.

"Yemin olsun ki, onlara geldi": Yani Mekke halkma geldi, demektir,

"içlerinden bir peygamber": Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem.

"Onu yalanladılar; derken onları azap yakaladı":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, açlıktır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bedir’de öldürülmedir, bunu da Mücâhid, demiştir. İbn Saib de:

"Onlar zâlimlerdir": Yani kâfirlerdir, demiştir.

114

Allah'ın size rızık ettiği şeyden helâl u hoş olarak yiyin ve eğer O'na ibadet ediyorsanız Allah’ın nimetine şükredin.

115

(Allah) size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasına kesileni haram etti. Kim darda kalırsa, saldırmadan, haddi aşmadan (ondan yiyebilir). Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Allah’ın size rızık ettiği şeyden yiyin":

Bununla muhatap olanlar hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Müslümanlardır, bu da cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Onlar Mekke halkının müşrikleridir. Açlıkları şiddetlenince reisleri, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile konuştu:

"Eğer sen erkeklerle düşmanlık ediyorsan, kadınların ve çocukların günahı ne?” dedi. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem insanlara onlara yiyecek taşımalarına izin verdi. Bunu Sa’lebî nakletmiş, Ferrâ’ da benzerini zikretmiştir. Bu âyet ve ondan sonra gelen âyet Bakara: 172 ve 173’te tefsir edilmiştir.

116

Dillerinizin nitelediği şeyler için Allah'a yalan uydurmak üzere:

"Bu helaldir, bu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a yalan uyduranlar iflah olmazlar.

"Vela tekulu lima tesıfu elsinetikümül kezibe":

İbn Enbari şöyle demiştir: "Lima

"daki lâm min ecli (şunun için, bundan dolayı) manasınadır, Kelâmın özeti de şöyledir: Yalan söylediğiniz, aslı olmayan şeye girişip iftira ettiğiniz için: Bu ölü helaldir ve bu bahire haramdır, demeyin. Buradaki lâm:

"Ve innehu lihubbil hayri leşedid” (Adiyat: 8) kavlindeki lâm türündendir, yani insan malı çok sevdiği için cimridir, demektir.

"Ma” mastar manasınadır, kizb de "tesıfu” fi’linden dolayı mensubtur.

Özet şöyledir: Dilinizin yalan nitelemesinden dolayı şöyle şöyledir, demeyin. İbn Ebi Able,

"el - küzübe” okumuştur, İbn Kasım da: O, elsine’nin sıfatıdır ve kezub’un çoğuludur, demiştir.

Müfessirler de, mana şöyledir, demişlerdir: Sizin helâl ve haram demenizin yalandan başka bir manası yoktur.

"Bu helaldir, bu da haramdır” diye işaret edilen şeyler, helâl ve haram kıldıklarıdır.

"Allah'a yalan uydurmanız için": Zira onlar bu helâl ve haram etmeyi Allah’a nisbet eder ve: Bunu bize O emretti, derlerdi.

117

Bu az bir menfaattir. Onlar için acıklı bir azap vardır.

"Az bir menfaattir": Yani onların bu yaptıkları şeylerden ettikleri istifade az bir şeydir.

118

Yahudilere de daha önce sana anlattıklarımızı haram ettik. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine zulmediyorlar.

"Yahudilere de daha önce sana anlattıklarımızı haram ettik": Bununla En’am: 126’da zikredilen şeyi kastediyor ki, o da:

"Yahudilere bütün tırnaklıları haram ettik” âyetidir.

"Biz onlara zulmetmedik": Yani onlara haram ettiğimiz şeyleri haram etmekle, demektir.

"Ancak onlar kendilerine zulmediyorlar": Taşkınlık ve isyanlarıyla.

119

Sonra Rabbin bilmeden kötülük işleyen, sonra da bunun ardından Tevbe edip (nefislerini) ıslah edenler için, şüphesiz Rabbin bundan sonra elbette çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

"Sonra Rabbin bilmeden kötülük işleyen": Biz de bunu Nisa: 17'de şerh etmiş bulunuyoruz. Tevbe ve ıslahı da Bakara: 160’da şerh etmiş bulunuyoruz.

"Bundan sonra” ifadesini de az önce zikrettik.

120

Şüphesiz İbrahim Allah’a itâatkâr muvahhit bir ümmet idi, müşriklerden değildi.

"Şüphesiz İbrahim bir ümmet idi":

İbn Enbari şöyle demiştir: Bu, Arapların: Filan rahmettir, filan allamedir, nessabe (büyük soy bilgini) dir sözlerine benzer. Ondaki te’den de niteledikleri manada sona varmayı kastederler. Araplar kapalı isimleri cemaat ve tekil olarak kullanırlar; meselâ:

"Fenadethül melaiketü (melekler ona seslendi)” (Al-i İmran: 39) âyetinde olduğu gibi. Ona ancak bir tek Cebrâil seslenmiştir.

Burada ümmetten ne murat edildiği hususunda da müfessirlerin üç görüşü vardır:

Birincisi: Ümmet: İnsanlara hayrı öğreten, demektir. Bunu da İbn Mes’ûd, Ferrâ’ ve İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: O, zamanında tek mü’min, demektir: Bu manayı Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mücâhid de öyle demiştir.

Üçüncüsü: O, kendisine uyulan imam (lider) dir. Bunu da Katâde, Mukâtil ve Ebû Ubeyde, demişlerdir. Bu, birinci görüşle aynı manayadır. Kanit’e gelince, İbn Mes’ûd: O, itâat edendir, demiştir. Biz de "kunut"un manasını Bakara: 116ve238’de, hanifide, Bakara: 135’te şerh etmiş bulunuyoruz.

"Velem yekü": Zeccâc, aslı: Lem yekûn idi, Sibeveyh’e göre bu madde çok kullanıldığı için nun hazfedilmiştir, demiştir. Basralıların çoğunluğu ise, o çok kullanıldığı, onun geçen ve gelecek fiillerden ibaret olduğu ve onun huruf-ı lin’e benzediği için hazfedildiğini söylemişlerdir. O (nun), lin harfleri alâmet olduğu gibi o da alâmet olur ve o, genizden çıkan bir harftir, onun için hazfe ihtimali olmuştur.

121

O’nun nimetlerine şükreden (biri idi). Onu seçti ve onu doğru yola iletti.

"Şakiren lienumihi": Bu, "ümmeten kaniten"den bedel olarak mensubtur. Biz de en’um’un manasını az önce zikretmiş bulunuyoruz.

"İctiba"nın manasını da En’am: 87’de şerh ettik.

Mukâtil: Burada doğru yoldan maksat: İslâm’dır, demiştir.

122

Ona dünyada iyilik verdik. Şüphesiz o, ahirette de elbette iyilerdendir.

"Ona dünyada iyilik verdik":

Bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: O, iyi addır, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Peygamberliktir, bunu da Hasen, demiştir.

Üçüncüsü: İyi şöhrettir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Dördüncüsü: Milletlerin onu veli (.dost) kabul etmede birleşmeleridir; hepsi onu veli kabul eder ve ondan rızalık gösterirler. Bunu da Katâde, demiştir.

Beşincisi: O, namazda Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile kendisine de salâvat getirilmesidir, bunu da Mukâtil b. Hayyan, demiştir.

Altıncısı: Yaşlılığına rağmen kendisine evlat verilmesidir, bunu da Sa’lebî hikaye etmiştir. Âyetin kalan kısmı ise Bakara: 130’da tefsir edilmiştir.

123

Sonra sana:

"Bir muvahhit olarak İbrahim dinine tabi ol. O, müşriklerden değildi” diye vahyettik.

"Sonra sana İbrahim dinine tabi ol diye vahyettik": Onun milleti dinidir.

Tabi olması emredilen şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: Dininin hepsine tabi olması emredilmiştir, ancak terk edilmesi emredilenler hariç. Bu da açıktır.

İkincisi: Putlardan ilişiğini kesip İslâm’ı din olarak almada ona tabi olmasıdır. Bunu da Ebû Cafer Taberi demiştir.

Bu âyette, üstün asta tabi olmasının cevazına delil vardır; çünkü bizim Resul’ümüz peygamberlerin en üstünüdür; bununla beraber İbrahim’e tabi olmakla emrolunmuştur; çünkü onun hakkı söylemede geçmişi (önceliği) vardır.

124

Cumartesi tatili ancak o hususta ihtilaf edenlere farz kılındı. Şüphesiz Rabbin kıyamet gününde onların ihtilaf ettikleri şeyde mutlaka hükmedecektir.

"İnnema cuilessebtü (Cumartesi tatili ancak farz falındı)": Yani onu büyük saymak ve ona hürmet etmek farz falındı, demektir. Hasen ile Ebû Hayve, cimin ve aynın fethi ile

"innema caale” ve tenin nasbi ile de "essebte” okumuşlardır.

"Alellezinehtelefu fihi": “He” zamiri sebte (Cumartesine) râcîdir.

Onda ihtilaf etmelerinin manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Mûsa aleyhisselam onlara: Yedi günde bir gün işlerinizi bırakıp kendinizi Allah'a verin, Cuma günü O’na ibadet edin ve onda hiçbir iş tutmayın, dedi. Onlarsa bunu kabul etmek istemediler ve: Biz ancak Allahü teâlâ'nın yaratmayı bitirdiği gün boş kalırız, o da Cumartesi günüdür, dediler. Bu da onlara farz kılındı ve onlara zorluk gösterildi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Mûsa Cuma günü tatilini emredince, onlar: Biz, Cumartesi işi bırakırız, zira Allahü teâlâ o gün yaratmayı bitirdi, dediler. O da: Size ancak Cuma günü emredildi, dedi. Hahamları da: Peygamberinizin emrini dinleyin, dedi. Onlarsa direttiler; işte ihtilafları budur. Mûsa onların Cumartesine karşı aşırı isteklerini görünce, onu emretti. Onlar da onda günahları helâl saydılar. Said b. Cübeyr de

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mûsa Cumartesi günü kamış taşıyan bir adam gördü; onun boynunu vurdu. Kuşlar kırk gün onun leşine kondular. İbn Kuteybe

"Muhteleful - Hadis” kitabında şöyle demiştir: Allahü teâlâ Mûsa’ya Cumartesi gününü emretti, Cumartesi tatili İsa Mesih ile ortadan kaldırıldı.

İkincisi: Onu bazıları helâl, bazıları da haram saydılar. Bunu da Katâde, demiştir.

125

Rabbinin yoluna hikmet ile güzel öğüt ile davet et ve onlarla en güzeli ile tartış. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O doğru yolda olanları da en iyi bilendir.

"Rabbinin yoluna davet et":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu, arkasından gelen âyetle beraber indi, biz de

iniş sebebini orada anlatacağız. Sebil kelimesine gelince,

Mukâtil: O İslâm dinidir, demiştir.

"Hikmetten” murat edilen şey hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, Kur’ân’dır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Fıkıhtır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demiştir.

Üçüncüsü: Peygamberliktir, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Güzel öğüt” üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân’ın öğütleridir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Herkesin bildiği güzel edeptir, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demiştir.

"Onlarla tartış":

Onlar diye işaret edilenler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Mekke halkıdır, bunu da Ebû Salih, demiştir.

İkincisi: Ehl-i kitaptır, bunu da Mukâtil, demiştir.

"En güzeli ile":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlarla Kur’ân’lâ tartış.

İkincisi: "Lailâhe illallah” ile tartış. Bu iki görüş İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Sert ve kabalık etmeden tartış, onlara yumuşak davran. Bunu da Zeccâc, demiştir. Bazı tefsir Âlimleri: Bunun kılıç âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir.

"Şüphesiz Rabbin en iyi bilendir":

Mana şöyledir: O, iki grubu da en iyi bilendir; hangisinde iyilik varsa ona uymanı emreder.

126

Eğer (birilerini) cezalandırırsanız, cezalandırıldığınız şeyin misli ile cezalandırın. Eğer sebrederseniz şüphesiz o, sabredenler için daha hayırlıdır.

"Eğer cezalandırırsanız, cezalandırıldığınız şeyin misli ile cezalandırın":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Hamza’nın başına geldi, onu yerde cansız gördü; kalbini ondan daha çok acıtan bir şey görmedi:

"Allah’a yemin ederim ki, onlardan yetmiş kişiye işkence edeceğim” dedi. Cebrâil indi; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem duruyordu:

"Cezalandırırsanız...” âyetini indirdi. Resûlüllah da sabretti ve yemininin kefaretini verdi. Bunu Ebû Hureyre, demiştir. 4

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem,

4 - İbn Kesir, Tefsir'inde Bezzar'dan rivayet etmiştir.

Hamza’yı karnı yarılmış, kulakları kesilmiş olarak görünce: Eğer kadınlar üzülmese veya benden sonra adet haline gelmese idi, onu bu haliyle terk ederdim; Allah da onu canavarların ve kuşların karnından toplayarak diriltirdi. Allah'a yemin ederim ki, onun yerine onlardan yetmiş kişi öldüreceğim, dedi. Bunun üzerine:

"Rabbinin yoluna hikmetle davet et... Sabrın ancak Allah iledir” âyeti indi.

Dahhâk, İbn Abbâs’tan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in o gün: Eğer Hamza'nın katilini yakalarsam ona öyle bir işkence edeceğim ki, Arapların dillerine destan olacaktır, dedi. Ona Hint ve diğerleri işkence etmişlerdi; bunun üzerine bu âyet indi.

İkincisi: Uhut savaşında ensardan altmış dört kişi ve muhacirlerden de altı kişi vuruldu; Hamza da bunların arasında idi. Ölülerine işkence edildi. Ensar: Allah’a yemin ederiz ki, bir gün onları ele geçirirsek, sayılarını iki katına çıkarırız, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Übey b. Ka’b, demiştir. 5

5 - Suyuti, ed - Dürrül Mensur ve şöyle demiştir: Hadisi Tirmizî tahriç etmiş ve, hasen'dir, demiş; Abdullah da Müsned'in Zevaid'inde rivayet etmiştir; Nesâî, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn Hibban, İbn Merduye ve Hakim de rivayet etmiş, sahih olduğunu söylemiştir. Beyhakî de Delail'de rivayet etmiştir.

Ebû Salih,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Müslümanlar: Eğer Allah bize imkan verirse, ölülerinden öte dirilerine de işkence ederiz, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi, diyor ki: Eğer yapacaksanız ölülere işkence edin, tıpkı onların da sizin ölülerinize işkence ettikleri gibi.

İbn Enbari şöyle demiştir: Neden: Müşriklerin yaptıklarına ceza dedi, halbuki işkenceyi onlar başlatmışlardı? Bunu iki lâfız birbirine benzesin diye yapmıştır. O zaman dile daha kolay gelir; tıpkı:

"Vecezaü seyyietin siyyietün mislüha” (Şura: 40) âyetinde olduğu gibi.

Âlimler: Bu âyet mensuh mudur değil midir diye iki görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O,

"Beraet” suresinden önce inmiştir; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem kendisiyle savaşanlarla savaşmakla emrolundu, savaşı başlatmakla emrolunmadı. Sonra bu neshedildi ve cihatla emredildi. Bunu İbn Abbâs ile Dahhâk, demişlerdir. Buna göre mana:

"Eğer savaşmaktan sabrederseniz” olur. Sonra bu da:

"Müşrikleri nerede bulursanız öldürün” (Tevbe: 5) âyetiyle neshedildi.

İkincisi: O, muhkemdir ve zulme uğrayanlar hakkında inmiştir; onun için zalime yaptığından daha fazla zulmetmek helâl değildir. Bunu da Mücâhid, Şa’bî, Nehaî, İbn Sîrin ve Sevri, demişlerdir. Buna göre mana şöyle olur: Eğer işkenceden değil de savaşmaktan sabrederseniz.

127

Sabret. Sabrın ancak Allah (ın tevfiki) iledir. Onlara üzülme ve kurdukları tuzaktan dolayı sıkıntıda olma.

"Sabret. Sabrın ancak Allah iledir": Yani O’nun Tevfik ve yardımı iledir. Bu da azimeti alma (genel hükme göre hareket etme) emridir.

"Onlara üzülme":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Eğer Müslüman olmazlarsa Mekke kâfirlerine üzülme, demektir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Uhut’ta öldürülenlere üzülme; çünkü onlar Allah’ın rahmetine yürümüşlerdir. Bunu da Ali b. Ahmed Nisaburi zikretmiştir.

"Vela teku fi daykm": Çoğunluk dadın nasbi ile okumuşlardır; İbn Kesir ise burada ve Neml: 70’de dadın kesri ile: "Fi dıykın” okumuştur.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Dadın fethi ile: Dayk: Göğsünün (içinin) daralmasıdır. Dayyık ise, ev, elbise vs. gibi daralıp bollaşan şeylere denir,

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Dayk, dayyık’ın hafifletilmiş şeklidir; meselâ heyn ve heyyin gibi. Bu da tevile göre sıfattır, sanki: Onların hilesi karşısında darlık içinde olma demiş gibi olur. O: Mekanün daykun ile dayyıkun’un aynı manaya olduğunu söylemiştir; tıpkı ratlun ve rıtlun denildiği gibi. Bu da çok hoşuma gidiyor. Onların buradaki tuzaklarına gelince, Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayetle: Onların fiil ve amelleridir, demiştir.

128

Şüphesiz Allah, (kendinden) korkanlar ve iyilik edenlerle beraberdir.

"Şüphesiz Allah korkanlar iledir": Yani yasak ettiklerinden korkanlar iledir. Ve iyilik edenler iledir: Yani emrettiği şeyleri güzelce yapanlara yardım ve desteği iledir, demektir.

0 ﴿