18-KEHF SÛRESİMekke’de inmiştir. 110 ayettir. İniş sebebi Ebû Salih, İbn Abbâs’tan Kehf suresinin Mekki olduğunu rivayet etmiştir. Hasen, Mücâhid ve Katâde de böyle demişlerdir. Bunda müfessirlerin icmaı vardır, buna muhalefet edeni bilmiyoruz. Ancak İbn Abbâs ile Katâde'den bir âyetin medeni olduğa rivayet edilmiştir, o da: "Vasbir nefseke” (Kehf: 28) âyetidir. Mukâtil de: Başından "saiden cüreze"ye kadar (Kehf: 8) Medeni ve "innellezine amenu ve amilussalihati” (107, 108) âyetlerinin de Medeni, diğerlerinin ise Mekki olduğunu söylemiştir. Ebudderda da Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kim Kehf in başından on âyet ezberler de Deccal ile karşılaşırsa, ona zarar vermez, kim de Kehf in son âyetlerini ezberlerse kıyamet gününde onun için nûr olur. Bismillahirrahmanirrahim 1Hamdolsun O Allah’a ki, kuluna kitabı indirdi ve onun için bir eğrilik kılmadı. "Allah’a hamd olsun": Bunu Fatiha’nın başında şerh etmiş bulunuyoruz. Burada kulundan maksat, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, kitaptan maksat da: Kur’ân’dır. Onu indirmekle övünmüştür; çünkü özel olarak Peygamber’e ihsan ise de genel olarak bütün insanlaradır. Lügat ve tefsir Âlimleri şöyle demişlerdir: Bu âyette takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Enzele alâ abdihil kitabe "kayyimen": Kitabı kuluna dosdoğru olarak indirdi. Ebû Recâ’, Ebû’l-Mütevekkil, Ebû’l - Cevza, İbn Ya’mur, Nehaî ve A'meş, kafin kesri ve yenin fethi ile "kıyemen” okumuşlardır. Biz de bunu En’am: 161’de tefsir etmiş bulunuyoruz. "Onun için bir eğrilik kılmadı": Yani onda bir ihtilaf yeri koymadı, demektir. Eğriliğin tefsiri de Al-i İmran: 99’da geçmiştir. 2Dosdoğru olarak (indirdi) ki, kendi katından şiddetli bir azapla korkutmak ve iyi ameller işleyenler için, muhakkak onlara güzel bir mükafat olduğunu müjdelemek için. "Li-yünzire be’sen şediden": Şiddetli azapla korkutmak için, "min ledünhü": Yani kendi katından ve tarafından demektir. Mana da: Kâfirleri korkutmak içindir. "Ve yübeşşirel mü'minine’llezine yamelunes salihati enne lehüm": Bienne lehüm, demektir (yani orada mukadder be edatı vardır, demektir. Mütercim). "Güzel bir mükafat": O da cennettir. 3Onun içinde ebedi kalıcılar olarak. "Makisine": Orada kalırlar, bu, hal olarak mensubtur. 4"Allah evlat edindi” diyenleri uyarmak için. "Korkutmak için": Allah’ın azabıyla, "Allah evlat edindi diyenlenleri": Onlar da Uzeyr Allah’ın oğludur diyen Yahudiler, Mesih Allah’ın oğludur diyen Hıristiyanlar ve Melekler Allah'ın kızlarıdır diyen müşriklerdir. "Onların bunda yoktur": Yani bu sözde yoktur, demektir, "min ilm": Bilgisi; çünkü onlar bunu Allah’a iftira ederek dediler. "Atâ’ları için de yoktur": Bunu diyen ataları. "Kebüret” büyük oldu, demektir. "Kelimeten": Cumhûr bunu nasb üzere okumuştur. İbn Mes’ûd, Hasen, Mücâhid, Ebû Rezin, Ebû Recâ’, Yahya b. Ya’mur, İbn Muhaysın ve İbn Ebi Able, ref ile "kelimetün” okumuşlardır. Ferrâ’ şöyle demiştir: Kim nasb ile okursa, şöyle takdir eder: Kebüret tilkel kelimetü kelimeten. Kim de ref ile okursa, bir şey takdir etmez, sanki, azume kavlüke (büyük söz söyledin) gibi olur. Zeccâc da şöyle demiştir: Kim nasb ederse, mana şöyle olur: Kebüret mekaletühüm: îttehazallahu veleden kelimeten (Allah evlat edindi sözleri büyük oldu). Bu durumda "kelimeten” sözcüğü temyiz olarak mensûb olur. Kim de ref ederse, mana şöyle olur: Azumet kelimetün hiye kavlu - hüm ittihazallahu veleden (Allah evlat edindi sözü büyük oldu). 5Ne onların ne de atalarının bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyüktür! Onlar ancak yalan söylüyorlar. "Ağızlarından çıkan o söz": Yani: O kuru bir sözdür, doğru değildir, doğruluğuna delil yoktur, demektir. "İn yekulune": Demezler, "ancak yalan” derler. Sonra onu onların Müslümanlıklarını kaçırdığına üzülmesinden dolayı kınayıp: "Felealleke bahiun nefseke” dedi. Said b. Cübeyr, Ebû’l - Cevza ve Katâde, “sîn” in kesri ile muzaf olarak, "bahiu nefsike” okumuşlardır. Müfessirler ve dilciler şöyle demişlerdir: Belki de sen kendini helak edecek ve öldüreceksin. Ebû Ubeyde, Şair Zürrimme’nin bir beytini delil getirmiştir: Ey kaderin, ellerinden uzaklaştırdığı şeye Üzülüp de kendini helak eden kimse! Eğer: "Nasıl” "Felealleke (belki de sen)” der, genellikle bu kelime şüphe için söylenir, Allahü teâlâ ise her şeyi yaratmadan önce bilir?” denilirse. Cevap şöyledir: Bu şüphe değildir; burada tesbit manası taşıyan soru gizlidir, Mana da şöyledir: Kendini mi öldüreceksin?! Onların yüz çevirmelerinden bu kadar uzun uzadıya üzülmen doğru değildir. Çünkü biz kimin bedbahtlığına karar vermişsek, ona üzülmek fayda vermez. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. 6Belki de sen, bu söze (Kur’ân’a) iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin! "Arkalarından": Yani sana yüz çevirmelerinden sonra, demektir. "Eğer bu söze iman etmezlerse": Yani Kur’ân’a, demektir. "Esefen": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Üzüntüden, demektir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Telaştan, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Öfkeden, bunu da Katâde, demiştir. Dördüncüsü: Pişmanlıktan, bunu da Süddi, demiştir. Ebû Ubeyde: Pişmanlık, özlem ve üzüntüden, demiştir. Zeccâc da, esef: Aşırı hüzün veya öfkedir, demiştir. Kad esifer reciilü, fehüve esifün diye çekimi yapılır. Şair şöyle demiştir: İçlerinden birini üzgün görüyorum, Kara kına yaktığı ellerini böğrüne koymuş vaziyette. Bu âyet Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in onların imanına daha çok hırs göstermekten men edilmesine işaret etmektedir, çünkü bu, üzüntüden kendini helak etmeye götürebilir. 7Şüphesiz biz, yeryüzündeki şeyleri onların (insanların) hangisi amel yönünden daha güzeldirler deneyelim diye bir süs kıldık. "Şüphesiz biz yeryüzündeki şeyleri kıldık": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Onlar erkeklerdir, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan, demiştir. İkincisi: Âlimlerdir, bunu Mücâhid, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu iki görüşe göre "ma” "men” yerinde kullanılmıştır; çünkü kapalı (müphem) vaziyettedir. Bunu da İbn Enbari, demiştir. Üçüncüsü: O, yeryüzündeki her şeydir, bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: Bitkiler ve ağaçlardır, bunu da Mukâtil, demiştir. Mücâhid’in görüşü daha geneldir; içine bitkiler, sular, madenler vs. girer. Eğer: "Yeryüzündeki bazı şeylerin çirkin olup ona süs olmadığını görüyoruz?” denirse. Cevap şöyledir: Eğer biz: Maksat belli bir şeydir, dersek, mana şöyle olur: Biz yeryüzündeki bazı şeyleri onun için süs yaptık; böyle - ce genel söylenmişse de manası özeldir. Eğer: Onlar erkekler ve Âlimlerdir, dersek, ibadetleri veya Haliklarına delaletleri için denilmiş olur. Eğer: Bitkiler ve ağaçlardır, dersek, bunların yeryüzü için giysi ve süs yerinde olmasındandır. Eğer: O, üzerindeki her şey için geneldir, dersek, Halikına delalet etmesindendir. Sanki onlar bu bakımdan onun ziyneti olmuş olur. "Onları denememiz için": Yani halkı sınamak için, demektir. Mana da: Onlara denek muamelesi yapmak için olur. İbn Enbari şöyle demiştir: Kim: "Yeryüzündeki şeylerden bitkiler kastedilmiştir, derse, lineblüvehüm’deki hüm zamiri yerde sakin olanlara ve o ziyneti müşahede edenlere râci olur. Kim de: "Yeryüzündekiler": Erkeklerdir, derse, hüm zamiri "ma"ya râci olur, çünkü o da cemi (çoğul) manasınadır, âyetin manası da şöyledir: Onları deneyelim de şu mu yoksa bu mu diye hangisinin daha güzel amel ettiğini görelim. Hasen de şöyle demiştir: Hangisi dünyaya daha az kıymet veriyor, diye. Biz de âyet üzerinde, Hûd suresi, âyet 7’de dört mana zikretmiş bulunuyoruz. Sonra Allah, bütün halkına onların yok olacaklarını bildirip: 8Gerçekten biz, onun üzerindekini cidden kupkuru bir toprak kılacağız. "Gerçekten biz onun üzerindekini cidden kupkuru bir toprak (said) kılacağız” demiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Said: Üzerinde bitki olmayan yoldur. İbn Enbari de şöyle demiştir. Dilciler şöyle demişlerdir: Said, topraktır, yeryüzüdür. Cürüz ise, Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar: Ardun cürüzün ve cürzün; Esedliler: Cerezün ve cürüzün; Temimliler: Ardun cürzün ve cerzün (sükun ile) derler. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Saidül cürüz: Bir şey bitirmeyen sert yerdir. Kurak seneye: Cürüz, sinun ecraz derler ki, kurak ve yağmuru kıt olduğu için böyle derler. Şöyle bir mısra getirmiştir: Kurak yıllar onları sürükleyip götürdü. Zeccâc şöyle demiştir: Cürüz: Onda bitki bitmeyen yerdir; sanki bitkiyi yiyip bitirir. İbn Enbari şöyle demiştir: Dilciler: Cürüz: Üzerinde bitki kalmayan, bütün bitkileri yiyip bitiren yerdir, demişlerdir. Müfessirler şöyle demiştir: Bu da kıyamet gününde olacaktır, Allahü teâlâ yeri üzerinde ne ot ne de su olmayan dümdüz şekilde yapacaktır. 9Yoksa sen, Mağara ve Rakım arkadaşlarının âyetlerimizinden şaşılacak olduklarını mı zannettin? "Yoksa sen; Mağara ve Rakım arkadaşlarının... olduklarını mı zannettin?": Bu, bir sebep üzerine inmiştir, biz de onu: "Sana ruhtan sorarlar” (İsra: 85) âyetinde zikretmiş bulunuyoruz. İbn Kuteybe: "Emhasibte", "ehasibte” manasınadır, demiştir. Kehfise, müfessirler şöyle demişlerdir: O, dağdaki mağaradır, ancak o daha geniştir. Küçük olursa, gar, derler. İbn Enbari şöyle demiştir: Dilciler: Kehf dağdaki mağara gibi şeydir, demişlerdir. Rakîm’e gelince, onda altı görüş vardır: Birincisi: O, kurşun bir levhadır, onda mağara arkadaşlarının adları yazılıdır, bir gün onlardan haberdar olanlar bilsinler diye böyle yapmışlardır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan demiş; Vehb b. Münebbih, bir rivayette Said b. Cübeyr ve bir rivayette Mücâhid de böyle demişlerdir. Süddi şöyle demiştir: Rakîm: O gençlerin isimlerinin yazıldığı kayadır. Kaya şehrin suruna konulmuştur. Mukâtil de şöyle demiştir: Rakîm, iki iyi kimsenin yazdığı bir kitabedir, onlar o gençlerin kaçtığı kraldan imanlarını saklayan iki kimse idiler. Gençlerin durumunu kurşun bir levhaya yazdılar, sonra da onu bir sandığa koyup onu mağaranın kapısını tıkadıkları binanın içine koydular: Olur ki, Allah birini onlardan haberdar eder de kitabeyi okudukları zaman bunların hallerini öğrenirler, dediler. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Levhaya isimleri, dinleri ve kim oldukları yazıldı. Ebû Ubeyde ile İbn Kuteybe de şöyle demişlerdir: Rakîm, faîl veznindedir, mef’ûl manasınadır, kitabun merkum da bundandır ki: Yazılı kitap, demektir. İkincisi: O, çıktıkları kentin adıdır, bunu da Ka’b, demiştir. Üçüncüsü: Dağın adıdır, bunu da Hasen ile Atıyye, demişlerdir. Dördüncüsü: Rakim, Rumca divit demektir. Bunu da İkrime ile bir rivayette de Mücâhid, demişlerdir. Beşincisi: Köpeğin ismidir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Altıncısı: Mağaranın bulunduğu vadinin ismidir, bunu da Katâde ile Dahhâk, demişlerdir. "Âyetlerimizden şaşılacak olduklarını": Müfessirler: Kelâmın manası şöyledir, demişlerdir: Onların en acayip âyetlerimizden olduğunu mu zannettin? Âyetlerimizin içinde ondan daha acayibi vardır; çünkü göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılması onların kıssalarından daha acayiptir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Sana verdiğim kitap, sünnet ve ilim, onların durumlarından daha şereflidir. 10Hatırla ki, o gençler, mağaraya sığınmış da: "Rabbimiz, bize kendi katından bir rahmet ver ve bize işimizden bir doğruluk hazırla” demişlerdi. "İz evel fityetü": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Gençler oraya vardılar, orayı kendilerine barınak kıldılar. Fitye, feta’nın çoğuludur, ğulam ve ğılme, sabiyyün ve sıbye gibi. "Fi’le” çoğul isimlerindendir, ona kıyas yapılmaz; meselâ: Ğurab ve ğırbe, ğaniyyün ve ğinye, denilmez. Bazı müfessirler de: Fitye: Gençler manasınadır, demişlerdir. Biz de Kuteybi’den şöyle zikretmiştik: Feta, kemale ermiş erkektir. Bunu da "ve min feteyatikümül mü’minat"ta açıklamıştık (Nisa: 25). "Rabbimiz, bize kendi katından ver": Yani senin tarafından, demektir. "Bir rahmet": Yani bir rızık. "Bize hazırla": Bizim için temin et. "İşimizden bir doğruluk": Yani bizi sana yaklaştıracak şeye irşat et, demektir. Mana şöyledir: Bize doğruyu yakalayacak şeyler hazırla. Rüşd, reşd ve reşad: Sapıklığın zıddıdır. Ashab-ı kehf kıssasının özeti Âlimler onların bu işinin nasıl başladığında ve mağaraya gelme sebebinde üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Onlar gece krallarından kaçtılar, çünkü kendilerini putlara tapmaya davet etmişti. Onlar da köpeği olan bir çobanla beraber kaçtılar, kral da onları dinlerinden dolayı takip etti. Onlar ibadet etmek üzere bir mağaraya sığındılar. İçlerinden biri onlara şehirden yiyecek şeyler satın alıyordu, nihayet bir gün onlara döndü, insanların kendilerini konuştuklarını haber verdi. Onlar da ağladılar, fitneden Allah'a sığındılar. Allah da kulaklarına vurup onları uyuttu. Kral da emir verdi, mağarayı üzerlerine kapattılar, onların uyanık olduklarını zannediyordu. Allah da onların ruhlarını uyku ölümü gibi aldı, köpekleri de aynı hale büründü. Sonra imanlarını saklayan iki adam bunların isimlerini, soylarını ve haberlerini kurşun bir levhaya yazdılar, onu bakır bir sandığa koyup binanın içine bıraktılar ve: Belki Allah mü’min bir kavmi onlardan haberdar eder de durumlarını öğrenirler, dediler. Bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür. Ubeyd b. Umeyr de şöyle demiştir: Kavimleri onları kaybettiler, onları aradılar, Allah da onları kör edip onlardan haberdar etmedi. Onlar da isimlerini ve soylarını bir levhaya yazdılar: Falan oğlu falan, bunlar krallarımızın çocuklarıdır, onları şu ayda, şu yılda ve filan memlekette kaybettik, dediler. Levhayı kralın hâzinesine koydular ve: Mutlaka bir gün bir şeyler olur, dediler. İkincisi: Havârilerden biri Ashab-ı Kehf in şehrine geldi, oraya girmek istedi, ona: Onun kapısında bir put vardır, kimse ona secde etmeden oraya giremez, dediler. O da oraya girmek istemedi; şehre yakın bir hamama gitti, orada ücretle çalışmaya başladı. Şehirden birkaç genç onunla ilgilendi, o da onlara gökten, yerden ve ahiretten haber verdi. Onlar da ona iman edip onu tasdik ettiler. Nihayet bir gün kralın oğlu bir kadınla geldi, kadınla beraber hamama girmek istedi. Havâri de buna mani oldu; o da küfredip içeri girdi. Kendisi de kadın da hamamda öldüler. Kral geldi, ona: Oğlunu hamamın sahibi öldürdü, dediler. O da kaçtı. Kral; "Yanında kimler vardı?” dedi. Onlar da gençlerin isimlerini verdiler, Onları aradılar, onlar da şehirden çıktılar. Ekini olan bir arkadaşlarına uğradılar, o da onlar gibiydi. O da köpeğiyle beraber onlarla gitti, gece olunca mağaraya sığındılar: Burada geceleyelim, sonra inşallah sabah olunca düşünürüz, dediler. Allah da kulaklarının üzerine vurup onları uyuttu. Kral ve arkadaşları onları takibe çıktılar; onların mağaraya girdiklerini fark ettiler. Ne zaman bir adam mağaraya girmek istese, korkardı. Biri krala: "Sen: "Eğer onları yakalarsam öldürürüm?” demedin mi?” dedi. O da: Evet, dedi. O da: Öyleyse mağaranın kapısını ör, açlıktan ve susuzluktan ölsünler, dedi. O da öyle yaptı. Bu da Vehb b. Münebbih’in görüşüdür. Üçüncüsü: Onlar şehrin büyüklerinin ve eşrafının oğulları idiler, çıkıp şehrin arkasında randevu vermeden buluştular; içlerinden biri, ki, en yaşlılarıdır: Ben içimde öyle bir şey hissediyorum ki, hiçbirinizin içine gelmemiştir, dedi. Onlar da: "Nedir?” dediler. O da: Ben içimde benim Rabbimin gökleri ve yeri yarattığını hissediyorum, dedi. Hepsi birden kalkıp: Rabbimiz Göklerin ve yerin Rabbidir, dediler. Mağaraya girmeye karar verdiler. Orada Allah’ın dilediği kadar kaldılar. Bu da Mücâhid’in görüşüdür. Katâde de şöyle demiştir: Onlar Rum krallarının çocuklarıdır, kendilerine has olan dinleriyle mağaraya sığındılar, Allah da kulaklarına vurarak onları uyuttu. Ashab-ı Kehfin uykularından uyanmalarının sebebine gelince: İkrime şöyle demiştir: Müslüman bir ümmet geldi, kralları da Müslüman idi, ruh ve ceset hakkında ihtilaf ettiler; biri: Ruh ile ceset birlikte dirilir, dedi. Biri de: Yalnız ruh dirilir, ceset toprakta çürür, yok olur, dedi. Bu anlaşmazlıkları kralı sıktı, o da kalkıp çul giydi ve külün üzerine oturdu. Onlara bir mucize göstermesi için Allah’a dua etti. Allah da Ashab-ı Kehfi uykusundan uyandırdı. Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Yağmura tutulan bir çoban mağaraya geldi: Şu mağarayı açsam da koyunlarımı yağmurdan oraya soksam, dedi. Uğraşmasının sonunda kapısını açtı. Allah da ertesi sabah onların ruhlarını geri gönderdi. İbn Saib de şöyle demiştir: Mağaranın bulunduğu yerin sahibi koyunlarına bir ağıl yapma ihtiyacı duydu, o seti yıktı, mağaranın kapısı açıldı. İbn İshak da şöyle demiştir: Allah o memleket halkından birinin içine o yapıyı yıkıp koyunlarına bir ağıl yapmayı düşürdü. O da taşları sökmek için iki işçi kiraladı, onlar da duvarı söküp mağaranın ağzını açtılar. Onlar da neşe içinde oturdular, birbirlerine selam verdiler, ne yüzlerinde ne de vücutlarınca garipseyecek bir şey görmüyorlardı. Tam yattıkları gibi kalkmışlardı. Krallarının kendilerini aradığını sanıyorlardı. Namaz kıldılar, harcama işiyle uğraşan Yemliha’ya: Git, insanlara kulak ver, hakkımızda ne diyorlar. Git, bize yiyecek ara, dediler. O da elbiselerini değiştirdi, tebdil-i kıyafet etti. Çıktı, mağaranın ağzından bir taşın çıkarıldığını gördü, şaşırdı, sonra gizlice ve bir kimsenin kendini görür de krala gider korkusu ile çıktı. Şehrin kapısını görünce üzerinde imana işaret eden alâmet gördü; şaşırdı; orasının bildiği şehir olmadığını zannetti. Bilmediği birtakım insanlar gördü, daha da şaşırdı: Her halde ben uyuyorum, dedi. Oraya girince İsa adına yemin eden insanlar gördü, kalktı, belini bir duvara yasladı ve içinden: Allah’a yemin ederim ki, bunun ne olduğunu bilmiyorum, daha dün akşam yeryüzünde İsa’nın ismini anan bir kimse yoktu, bugün ise onun ismini andıklarını duyuyorum. Belki de bu, benim bildiğim şehir değildir. Allah’a yemin ederim ki, ben şehrimizin yakınında bir şehir olduğunu bilmiyorum, dedi. Şaşkın vaziyette kalktı, gümüş para çıkararak onu bir adama verdi: Bana yiyecek ver, dedi. Adam paranın nakşına bakıp şaşırdı; sonra onu bir başkasına verdi. Onlar da birbirlerine attılar, şaşıyorlar, kendi aralarında konuşuyorlardı: Bu, bir hazine bulmuş, dediler. Onlardan korktu, kendisini tanıdıklarını zannetti: Yiyeceğinizi alın, benim ona ihtiyacım yok, dedi. Ona: "Ey delikanlı, sen kimsin? Allah’a yemin ederiz ki, sen bir gömü bulmuşsun, onu saklamak istiyorsun. Bizi de ortak et, yoksa seni hükümdara götürürüz, seni öldürür, dediler. Ne diyeceğini bilemedi. Pelerinini boynuna doladılar, o ise ağlıyor ve: Kardeşlerimden ayrıldım, keşke başıma geleni bilseler, diyordu. Onu şehri idare eden iki kişinin yanına götürdüler: Onlar da: "Bulduğun hazine nerede?” dediler. O da: Ben hazine bulmadım, ancak bu, atalarımın parasıdır, bu da o şehrin sikkesidir. Allah'a yemin ederim ki, ne yapacağımı ve size ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi. Mücâhid diyor ki: Ashab-ı Kehfin gümüş paraları, deve pabucu gibi idi. Onlar: "Sen kimsin? Babanın adı nedir?” dediler. O da: Anlattı, onu tanıyan birini bulamadılar. Biri: Sen bizimle alay mı ediyorsun, bu memleketin hâzineleri bizim elimizdedir, bizde bu paranın benzeri ne bir dirhem ne de bir dinar yoktur. Şimdi emrederim, sana şiddetli işkence ederler, sonra bu hâzineyi itiraf edinceye kadar seni hapse atarım, dedi. Yemliha da: Size soracağım şeye cevap verin, eğer bunu yaparsanız, size doğruyu söylerim, dedi. Onlar da: Sor, dediler, o da: "Kral Dakyanus ne yaptı?” dedi. Onlar da: Bugün yeryüzünde Dakyanus adında bir kral bilmiyoruz; o, eski zamanın kralı idi, çok önceleri öldü, dediler. O da: Allah'a yemin ederim ki, dediğime inanmayacaksınız, biz bir grup genç idik, kral bizi putlara tapmaya ve heykellere kurban kesmeye zorladı; biz de dün akşam ondan kaçtık ve uyuduk. Uyanınca da ben arkadaşlarım için yiyecek almak üzere çıktım, işte ben gördüğünüz gibiyim. Benimle beraber mağaraya gelin, size arkadaşlarımı göstereyim, dedi. Onunla beraber şehir halkı da gittiler, arkadaşları ise geciktiği için yakalandığını zannediyorlardı. Onlar bu korku içinde iken sesler ve at kişnemeleri işittiler. Bunları Dakyanus’un adamları zannettiler. Namaza durdular. Birbirlerine selam verdiler. Yemliha ağlayarak yanlarına gitti, onlar da ağladılar, ona durumu sordular. O da onlara haber verdi, bütün hikayeyi anlattı. Onlar da bunların Allah’ın emriyle uyuduklarını ve insanlara ibret olmak ve yeniden dirilmeyi tasdik etmek için uyandırdıklarını anladılar. İnsanlar isimlerinin ve kıssalarının yazıldığı kitabeye baktılar; şaşırdılar ve krallarına haber gönderiler. O da geldi, boyunlarına sarılıp ağladı: Onlar da: Seni Allah’a ısmarlıyor, seni selamlıyoruz. Allah seni muhafaza etsin, mülkünü de muhafaza etsin, dediler. Kral ayakta iken onlar yattıkları yerlere döndüler, aziz ve celil olan Allah ruhlarını kabzetti. Kral her birine birer altın tabut yapılmasını emretti, akşam olunca onları rüyasında gördü: Biz altın ve gümüşten yaratılmadık, fakat biz, topraktan yaratıldık, bizi Allahü teâlâ’nın dirilteceği güne kadar mağarada olduğumuz gibi toprağın üzerine bırak, dediler, insanlar onların yanından korku ile çıkınca Allah Te alâ onları gözden kaybetti; kimse onların yanına giremedi. Kral da emretti, mağaranın kapısına namaz kılmak için bir mescit yapıldı, her sene onlar için büyük bir bayram yapıldı. Şöyle de denilmiştir: Yemliha insanlarla beraber gelince: Beni bırakın, arkadaşlarımın yanına girip onlara müjde vereyim; eğer sizi benimle beraber görürlerse, onları korkutursunuz, dedi. Girdi, onları müjdeledi, Allah da ruhlarını kabzetti. İnsanlar içeri girdiler, baktılar ki, cesetlerinden hiçbir şey bozulmamış, ancak cansız idiler. Kral: Bu, Allah’ın size gönderdiği bir mucizedir, dedi. 11Biz de mağara da nice yıllar kulaklarının üzerine vurduk (onları uyuttuk). "Kulaklarının üzerine vurduk": Zeccâc: Mana, onları uyuttuk, işitmelerine mani olduk; çünkü uyuyan kimse ses işitirse uyanır, demiştir. "Adeden": iki şekilde mensubtur: Birincisi: Mastar olarak? mana da: Tuaddü adeden, demektir. İkincisi: “sîn” in’in sıfatı olarak, mana da: Sinine zate adedin, demektir. Sayılan bir şeyde sayılanın zikredilmesi, o şeyin çokluğunu tekit etmek içindir. Çünkü az olursa miktarı anlaşılır, çok olursa, sayılmaya ihtiyaç duyulur. "Sonra onları uyandırdık (sümme baasnahüm)": Uykularından, demektir, ölümden hayata veya uykudan uyanıklığa dönen için: Meb’us, denir. Çünkü onu hareket ve atılmaktan men eden şey, zail olmuştur. "Sinine adeden"in manasında şöyle de denilmiştir: Onlarda (küsur) aylar ve günler yoktu, seneler tam idi. Bunu da Maverdi, demiştir. 12Sonra, iki hizipten hangisi eğlendikleri süre bakımından daha iyi sayandır bilelim, diye, onları uyandırdık. "Lina’leme eyyül hizbeyni (iki hizipten hangisi olduğunu bilelim diye)": Müfessirler, görelim diye, demişlerdir. Bazıları da: Siz bilesiniz diye, demişlerdir. Ebû’l - Cevza, Ebû İmran ve Nehaî, yenin zammesi ile meçhul olarak "liyu'leme” okumuşlardır, "iki hizipten hangisi": iki hiziple: Ashab-ı Kehfin kavminden mü'minler ve kâfirler kastedilmiştir. "Eğlendikleri süreyi daha iyi sayan": Bilelim ki, onu bunlar mı iyi saymış yoksa onlar mı? Sanki aralarından ayrılmalarından (mağaraya çekilmelerinden) sonra ne kadar uyudukları hakkında tartışmışlar, Allahü teâlâ da bunu açıklamak ve meydana çıkarmak için onları uyandırmıştır. Katâde şöyle demiştir: iki grubun ne mü'minlerinin ne de kâfirlerinin ne kadar yattıkları hakkında bilgileri yoktu. Mukâtil de şöyle demiştir: Onlar uykularından uyanınca şüphe kalktı, ne kadar kaldıkları gerçeği bilindi. Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Kelâmın manası şöyledir: Biz onları uyandırdık ki, iki hizbin ne kadar uyudukları hakkındaki ihtilafları anlaşılsın, çünkü onda ibret vardı. 13Biz sana onların haberini doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar Rablerine iman eden gençlerdir. Biz de onların hidâyetlerini artırdık. "Biz sana onların haberini anlatıyoruz": Yani gençlerin haberini. "Doğru olarak": Yani hak ile. "Biz de onların hidâyetini artırdık": Yani onlara imanda sebat verdik. 14Kalplerini bağladık (güçlendirdik). Hani, kalkmışlar: "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına asla İlâh demeyiz. O zaman gerçekten saçma bir söz söylemiş oluruz” demişlerdir. "Kalplerini bağladık": Yani onlara sabrı ilham ettik. "Hani kalkmışlardı": Kralları Dakyanus’un karşısında. "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, demişlerdi": Çünkü o, insanları putlara tapmaya davet ederdi; Allah da onları korudu; onlar da krala isyan ettiler. Hasen şöyle demiştir: Kavimlerinin içinde kalktılar, onları tevhide, Allah’ın birliğine davet ettiler. Şöyle de denilmiştir: Bu, hikayenin başında anlattığımız gibi şehir dışında toplandıkları zaman kendi aralarında söyledikleri sözdür. Şatat ise: Haksızlık ve zulümdür. Zeccâc şöyle demiştir: Şatterrecülü ve eşatta denir ki: Haksızlık etmektir. Sonra gençler şöyle dediler: 15"Şunlar ki, kavmimizdir, O’ndan başka İlâhlar edindiler. Onlara açık bir delil getirselerdi, ya! Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" "Bunlar kavmimizdir": Yani Dakyanus’un zamanındaki kastediyorlar, "O’ndan başka İlâhlar edindiler": Putlara taptılar. "Levla ye’tuna aleyhim": Putlara ibadet için getirselerdi, ya, "Açık bir delil": Yani kesin bir delil. Neden "aleyhim” dedi? Hâlbuki putlar müennestir? Çünkü kâfirler onlara akıl ve iyiyi kötüyü ayırma gücü vermişlerdi. O nedenle erkek insanlar gibi muamele edildiler. "Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?": O’nun ortağı olduğunu iddia edenden daha zalim kimdir, demektir. 16Madem ki, onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, öyleyse mağaraya sığının; Rabbiniz size rahmetinden genişçe versin ve size işinizden bir fayda hazırlasın". "Madem ki, onlardan ayrıldınız": İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu, Yemliha’nın sözüdür, o, mağara arkadaşlarının reisi idi. Onlara: Madem ki, onlardan bir kenara çekildiniz, yani ayrıldınız, dedi. Onlar demekle, putperestleri kastediyordu. "Allah’tan başka taptıkları": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onların taptıklarından ayrıldınız, Allah hariç, demektir. Çünkü o kavim Allah’a da O’nun yanı sıra ilâhlara da tapıyorlardı; gençler ise ilâhlara ibadetten uzaklaştılar, Allah’a ibadetten uzaklaşmadılar. Bu, Atâ’ el-Horasani ile Ferrâ’'nın görüşüdür. İkincisi: Allah’tan gayri taptıklarından uzaklaştınız. Katâde şöyle demiştir: Abdullah (b. Mesud)un Mushafında "vema ya’budune min dunillah” yazılı idi ki, bu da tefsiridir. "Mağaraya sığının": Yani orayı kendinize barınak edin. "Rabbiniz size rahmetinden genişçe versin": Yani size bol rızık versin. "Ve yüheyyi’ leküm min emriküm mirfeka": İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi, mimin kesri ve fen in fethi ile: "Mirfeka” okumuşlardır. Nâfi ile İbn Âmir de, mimin fethi ve fenin kesri ile: "Merfika” okumuşlardır. Ferrâ’ şöyle demiştir: Hicazlılar, mimin fethi ve fenin kesri ile, "merfika” ve insanın yararlandığı her şey için de böyle derlerken, dirsek için mirfak, derler. Araplar ise her ikisinde de mimi meksur telaffuz ederler. İbn Enbari, âyetin manası şöyledir, demiştir: Rabbiniz size zor işinize karşılık bir kolaylık sağlasın. Şair de şöyle demiştir: Keşke Zemzem’e karşılık fıçıda soğutulmuş Ve gece ayazda kalmış içeceğimiz olsaydı. Manası şöyledir: Zemzem suyu yerine böyle olsaydı. İbn Abbâs da: "Yüheyyi’ leküm": Kral ve zulmünden korktuğunuz şeyi size kolaylaştırsın ve size rahatlık, yumuşaklık ve lütuf versin, demiştir. 17Güneşi doğduğu zaman görürsün ki, mağaralarından sağ tarafa meylediyor. Battığı zaman da onları sol taraftan makaslıyor. Onlarsa onun genişçe bir yerindedirler. İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, onun için asla yol gösteren bir dost bulamazsın. "Güneşi doğduğu zaman görseydin": Mana şöyledir: Eğer onu görseydin anlattığımız şeyi görürdün. "Tezaverü": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr zenin şeddesiyle "tezzaverü” okumuşlar; Âsım, Hamze ve Kisâi de şeddesiz olarak "tezaverü” okumuşlardır. İbn Âmir de "tezverrü” okumuştur, tıpkı "tahmerrü” gibi. Übeybin Ka’b, Ebû Miclez, Ebû Recâ’ ve Cahderi de zenin sükunu, vavdan sonra uzun elif ve şeddeli ra ile "tezvârru” okumuşlardır. İbn Mes’ûd, Ebû’l - Mütevekkil ve İbn Semeyfa, (ayın ile) "tezveirrü” gibi radan önce hemze ile "tezveirrü” okumuşlardır. Ebû'l - Cevza ile Ebû Semmak de tenin ve fenin fethi, meftuh vavın şeddesi, rayı da hafif (şeddesiz) olarak "tekevverü” gibi "tezevverü” okumuşlardır. Manası da: Meyleder, sapar, demektir. Zeccâc şöyle demiştir: "Tezzâverü"nün aslı "tetezavürü"dür, te zeye idgam edilmiştir. "Takriduhum": Yani onlardan sapar ve onları terk eder, demektir. Şair Zürrimme de şöyle demiştir: Yolcu kadınlar soldan Müşrif bölgesini, Sağdan da Fevaris bölgesini makaslayıp geçerler. Beyitte geçen: Yakrıdne: Terk ederler, demektir. Kard’ın aslı kesmek ve eşyayı birbirinden ayırmaktır. Akrıdni dirhemen de öyledir ki: Bana malından dirhem kes, demektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Onların mağaraları Büyükayı takımyıldızının karşısında idi, güneş doğarken onlardan sapar içeri girip de ısısı ile onlara eziyet etmez ve renklerini soldurmazdı. Sonra Allahü teâlâ onların mağaranın geniş bir yerinde olduklarını ve onlara soğuk rüzgarın ve tatlı havanın değdiğini haber vererek: "Onlar mağaranın geniş yerinde idiler” dedi. Ebû Ubeyde: Geniş alanında demiştir. Fecve’nin çoğulu: Fecevat ve fenin kesri ile fica’dır. Zeccâc da şöyle demiştir: Güneşin onlardan uzak tutulması onlar için bir mucizedir, "mağaraları Büyükayı takımyıldızının karşısında idi, sözü kabul görmemiştir. "İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir": Allah’ın hidayet olarak onlara lutuf ve eserine, güneşi onlardan çevirmesine, onlara verilen korkuya, öyle ki, ne zalim kral ne de başkası yanlarına girememişti, bütün bunlara işarettir. "Allah’ın âyetlerindendir": Yani O’nun kudret ve lütfunu gösteren delillerindendir. "Allah kime hidayet ederse": Bu, o kavmi hidayet edenin kendisi olduğunu açıklamasıdır; eğer öyle olmasa idi hidâyeti bulamazlardı. 18Onları uyanıklar zannedersin, hâlbuki onlar uyuyorlar. Onları sağ yanlarına ve sol yanlarına çeviriyoruz. Köpekleri de kollarını eşiğe / geniş yere yaymıştır. Eğer onlara varsaydın muhakkak kaçarak onlardan arkanı dönerdin ve için korku dolardı. "Onları uyanıklar zannedersin": Yani onları görseydin, uyanıklar zannederdin. Zeccâc: Eykaz: Uyanıklardır, tekili: Yakız ve yakzan’dır, çoğulu da: Eykaz’dır, demiştir. Rukud ise: Uyuyanlardır. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Eykaz’ın tekili: Yekuz ve yekız’dır. İbn Saib de şöyle demiştir: Onların uyanık zannedilmeleri uyurlarken gözlerinin açık olmasındandır. Uyanık zannedilmeleri: Sağa sola dönmelerindendir, diyenler de olmuştur. Bazı ilim adamları da, gözlerinin açık olma hikmetini şöyle izah etmişlerdir: Eğer devamlı kapalı olsa idi, gözleri erirdi. "Ve nükallibühüm": Ebû Recâ’ meftuh te, sakin kaf ve şeddesiz meksur lâm ile "Ve taklibuhum” okumuştur; Ebû’l - Cevza ile İkrime de öyle, ancak nun ile "ve naklibuhum” okumuşlardır. "Sağ yanına": Yani sağlarına ve sollarına çeviriyoruz, demektir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Her sene iki defa çevriliyorlardı: Altı ay bir tarafa, altı ay da bir tarafa. Bu da bedenleri çürümesin diye yapılıyordu. Mücâhid de şöyle demiştir: Onlar üç yüz sene bir yanları üzerine kaldılar, sonra da dokuz sene öbür yanlarına çevrildiler. "Köpekleri de kollarını eşiğe yaymıştır": Burada köpeklerinin de aynı şekilde uykuya daldığım haber vermiştir. Ancak gözle bakıldığı zaman uyanık zannedilirdi. Vasid hakkında da dört görüş vardır: Birincisi: O, mağaranın avlusudur, bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Said b. Cübeyr, Mücâhid, Dahhâk, Katâde ve Ferrâ’ da böyle demişlerdir. Ferrâ’ şöyle demiştir: Vasid ve asid ikisi de lügattir, 'tıpkı: İkaf ve vikaf, errehtül kitabe ve verrahtü, vekkettül emre ve ekkettü gibi. Hicazlılar: Vasid, Necitliler ise: Asid, derler. O da ağıl ve avludur. İkincisi: O, kapıdır, bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Süddi de böyle demiştir. İbn Kuteybe, mana şöyle olur, demiştir: Köpekleri kapıda kollarını döşemiş duruyordu. Şair de şöyle demiştir: Açık bir yerde, kapısı kapanmaz benim üzerime, İyiliğimi de kimse inkâr edemez. Üçüncüsü: O, said yani topraktır. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Said b. Cübeyr ile Mücâhid de, onlardan gelen bir rivayette böyle demişlerdir. Dördüncüsü: O, kapının eşiğidir, bunu da Atâ’, demiştir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu, çok hoşuma gidiyor, çünkü Araplar: Evsıd babeke derler ki: Kapını kapat, demektir. "İnneha aleyhim mu’sadeh” (Hümeze: 8) kavli de böyledir ki, cehennem onların üzerine kapanmıştır, demektir. Aslı: Kapı kapandığı zaman kapının eşiğe bitişmesidir. Bunu izah eden şeylerden biri de şudur: Köpeği avluya koyduğun zaman mağaranın dışında kalır. Eğer onu eşiğe alırsan, mağaranın içinde kalabilir. Mağaranın her ne kadar kapısı ve eşiği yoksa da, köpek eşik ve kapı yerinde duruyordu, demektir; istiare yolu ile böyle denilmiştir. "Levittala’te aleyhim": A’meş ile Ebû Husayn vavm zammı ile "levuttala’te” okumuşlardır. "Muhakkak arkanı döner onlardan kaçardın": Korkundan dolayı. "Velemuli’te": Âsım, İbn Âmir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, şeddesiz ve hemzeli olarak "velemuli’te” okumuşlardır. İbn Kesir ile Nâfi de şeddeli ve hemze ile "velemulli'te” okumuşlardır. "Ru'ba": Panik ve korkudan demektir. Şöyle ki, Allahü teâlâ onlara bir korku vermişti ki, yanlarına kimse girmesin. Onların saçları ve tırnakları çok uzamıştı, onun için eğer bir ileri onları görseydi, korkusundan kaçardı. Bunu da Zeccâc hikaye etmiştir. 19Böylece onları aralarında sormaları için uyandırdık. İçlerinden bir sözcü: "Ne kadar kaldınız?” dedi. Onlar da: "Bir gün yahut bir kısmı” dediler. Dediler: "Rabbiniz ne kadar kaldığınızı daha iyi bilir. Birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin de hangi yiyecek daha temiz ise baksın, ondan size bir rızık getirsin. Dikkat etsin ve sakın sizi kimseye sezdirmesin". "Böylece onları uyandırdık": Yani onlara bu zikrettiğimiz şeyleri yaptığımız gibi, onları o uykudan da uyandırdık. "Sormaları için": Yani ne kadar kaldıran hakkında soru sorsun ve tartışsınlar, diye. Soru sormaları onların hallerinden ibret almayı doğurur. "İçlerinden bir sözcü: "Ne kadar kaldınız?” dedi. Yani mağaraya girdikten sonra ne kadar zaman geçti, demektir. "Onlar da: Bir gün yahut bir kısmı, dediler": Çünkü onlar sabah erkenden içeri girdiler, Allahü teâlâ da onları gündüzün sonunda uyandırdı. Bunun için: Bir gün, dediler. Güneşi görünce. "Yahut bir kısmı” dediler. "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir, dediler": İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunu diyen, başkanları olan Yemliha idi, bunun ilmini Allahü teâlâ'ya iade etti. Başka bir rivayette de: Bunu Mekselina, dedi, demiştir ki, o, en büyükleri idi. Ebû Süleyman şöyle demiştir: Bu, içlerinden daha çok kaldıkları geçtiğini gösterir. Şöyle de denilmiştir: Böyle demeleri saç ve tırnaklarının çok uzadığını görmüş olmalarındandır. "Birinizi gönderin": İbn Enbari şöyle demiştir: Neden "ahadeküm” dedi de vahideküm demedi? Çünkü övülen ve tazim edilen o kişi karışmasın. Çünkü Araplar: Raeytü ahedel kavmi derler, reaeytü vahidel kavmi, demezler. Ancak önemli kişi olduğunu bildirmek isterlerse vahidel kavmi, derler. Burada sıradan biri kastedilmiş, en şereflileri demek istenmemiştir. "Biverikıküm": İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, Kisâi, Hafs da Âsım'dan rivayetle, meksur ve şeddesiz ra ile "verikıküm” okumuşlardır; Ebû Amr, Hamze, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, sakin ra ile okumuşlardır. Ebû Amr’dan da hafif şeddeli gösterir şekilde okuduğu rivayet edilmiştir. Zeccâc da: O zaman tam kâf olur (verikküm) demiştir. Ferrâ’ şöyle demiştir: Verik, hicaz halkının şivesidir. Temimliler: Verk, derler. Bazı Araplar da meksur vav ile "El - Virk, derler. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Verik, sikkeli olsun olmasın gümüştür. Arfece hadisi de bunu gösterir ki: Verik’ten takma burun edindi, denilmiştir. "Şehre": Çıktıkları şehri kastediyorlar, adı: Daksus idi. Bugün, Tarsus denen şehir de denilmiştir. "Baksın hangisi": Şehir halkından hangisi, demektir. "Yiyeceği daha temiz": Müfessirlerin bunun manasında altı görüşleri vardır: Birincisi: Kesimi helâl olan, bunu İbn Abbâs ile Atâ’, demişlerdir. Şöyle ki, onların şehir halkının çoğunluğu kâfir idiler, putları için kurban keserlerdi. İçlerinde imanlarını gizleyen bir topluluk da vardı. İkincisi: Yiyeceği helâl, demektir. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Dahhâk da şöyle demiştir: Onların mallarının çoğu gasb idi. Mücâhid de şöyle demiştir: Arkadaşlarına: içinde ne zulüm ne de gasp olan yiyeceği satın alma, dediler. Üçüncüsü: Ezkâ, daha çok demektir, bunu da İkrime, demiştir. Dördüncüsü: Daha hayırlı, yani daha kaliteli, demektir. Bunu da Katâde, demiştir. Beşincisi: Daha temiz, demektir. Bunu da İbn Saib ile Mukâtil, demişlerdir. Altıncısı: Daha ucuz, bunu da Yeman b. Reyyab, demiştir. İbn Kuteybe: Aslında zekâ artma ve çoğalma manasınadır, demiştir. "Size ondan bir rızık getirsin": Yani yiyeceğinizi demektir. "Dikkat etsin": İyi baksın, kimsenin fark etmemesine çalışsın, demektir. "Sizi sezdirmesin": Yani kimseye yerinizi bildirmesin, demektir. 20"Çünkü onlar sizden haberdar olurlarsa, sizi taşla öldürürler yahut sizi kendi dinlerine döndürürler. O zaman da asla iflah olmazsınız". "Çünkü onlar haberdar olurlarsa": Yani durumu fark eder, sizi görürlerse, "sizi taşla öldürürler": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Sizi öldürürler, bunu İbn Abbâs, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Sizi taşa tutarak öldürürler. İkincisi: Sizi tanımadıkları için elleriyle taşlarlar, bunu da Hasen, demiştir. Üçüncüsü: Size sövmek için dilleriyle lâf atarlar. Bunu da Mücâhid ile İbn Cüreyc, demiştir. "Yahutta sizi kendi milletlerine döndürürler": Yani kendi dinlerine, demektir. "O zaman asla iflah olmazsınız": Yani dinlerine dönerseniz, ne dünyada ne de ahirette mutlu olamazsınız, demektir. 21Böylece onları fark ettirdik ki, şüphesiz Allah’ın va’di hak olduğunu ve kıyamette de şüphe olmadığını bilsinler. O zaman işlerini aralarında çekişiyorlardı; "üzerlerine bir yapı yapın. Rableri onları daha iyi bilir” dediler, işlerine hakim olanlar: "Üzerlerine mutlaka bir mescit edineceğiz” dediler. "Böylece onları fark ettirdik": Yani onları uyuttuğumuz ve uyandırdığımız gibi, onları fark ettirdik ve feöze çarptırdık. İbn Kuteybe, bunun aslı şöyledir, demiştir: Kim gafilken bir şeyi fark ederse, ne olduğunu bilinceye kadar ona bakar; bu nedenle ayetteki i'sar (ayağı takılma) istiare yolu ile bir şeyin bilinip açığa çıkması için kullanılmıştır. İnsanların: Ma a’sertü alâ fülanin bisuin kattu (falancadan gözüme hiçbir kötülük çafpmadı) sözü de bundandır. "Bilsinler ki,": Bilmeleri işaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar öldükten sonra dirilme hususunda tartışan şehir halkıdır; Allah da bunu bilsinler diye Ashab-ı kehfi gönderdi. "Şüphesiz Allah’ın va’di": öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığını görme va’di "haktır": Ve kıyametin kopmasında şüphe yoktur. Bu da çoğunluğun görüşüdür. İkincisi: Onlar Ashab-ı Kehftir, onları uyandırdık ki, Allah’ın va’dinin hak olduğunu görsünler. Bunu da Maverdi zikretmiştir. "O zaman çekişiyorlardı": Yani o devrin insanları çekişiyorlardı, demektir. İbn Enbari: Mana: Çekişiyorlardı, demektir. Mananın: Çekiştikleri zaman şeklinde olması da câizdir, demiştir. Çekiştikleri şey üzerinde de beş görüş vardır: Birincisi: Onlar yapı ve mescit hakkında çekiştiler; Müslümanları Üzerlerine bir mescit yapacağız, çünkü onlar bizim dinimizdendirler, dediler. Müşrikler de: Onların üzerine bir yapı yapacağız, çünkü onlar bizim adetlerimize tabi idiler, dediler. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Onlar ölümden sonra dirilme hakkında tartıştılar; Müslümanları Cesetler de ruhlar da dirilir, dediler. Bazıları da ruhlar dirilir, cesetler değil, dediler. Allah da ashab-ı kehfi göndermekle ruhların ve cesetlerin birlikte dirileceğini gösterdi. Bunu da İkrime, demiştir. Üçüncüsü: Onlar gençlerin yaptığı şeyi tartıştılar. Bunu da Mukâtil, dem iştir. Dördüncüsü: Onlar ne kadar uyuduklarını tartıştılar. Beşincisi: Sayılarında tartıştılar. Bu ikisini Sa’lebî, zikretmiştir. "Üzerlerine bir bina yapın": Bu binanın arkasında kalarak onları halkın gözünden uzaklaştırın. Bunu diyenler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar o zamanın müşrikleridir, bunu da İbn Abbâs’tan zikretmiş bulunuyoruz. İkincisi: Onlar, ashab-ı kehfi görünce Müslüman olanlardır. Bunu da İbn Saib, demiştir. "İşlerine hakim olanlar dedi": İbn Kuteybe: Onlar liderler ve reislerdir, demiştir. Müfessirler de: Onlar kral ve üzerlerine mescit yapan mü’min arkadaşlarıdır, demişlerdir. Said b. Cübeyr de: Kral onların üzerine bir kilise yaptı, demiştir. 22Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir; beştirler, altıncıları köpekleridir” diyecekler, karanlığa / gaybe taş atarak. Yedidirler, sekizincileri köpekleridir” diyecekler. De ki: "Rabbim onların sayısını daha iyi bilir". Onları ancak pek azı bilir, öyleyse onlarla zahiri bir mücadele dışında mücadele etme ve onlar hakkında onlardan hiç kimseden fetva isteme. "Seyekulune selasetün": Zeccâc şöyle demiştir: "Selasetün” manadan anlaşılan mübteda ile merfudur, takdiri şöyledir: Seyekulullezine tenazeu fiemrihim hüm selasetün (tartışanlar: Onlar üçtürler, diyecekler). Bunu diyenler hakkında iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Necran Hıristiyanlarıdır, Ashab-ı Kehf hakkında Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile münazara ettiler; Melekîler: Onlar üçtürler, dördüncüleri köpekleridir, dediler. Yakubiler: Onlar beştirler, altıncıları köpekleridir, dediler. Nasturiler de: Onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Onlar Ashab-ı Kehfi fark etmeden önceki şehir halkıdır, bunu da Maverdi zikretmiştir. "Gaybe / karanlığa taş artarak": Yani kesin olmayan zan ile böyle derler. Şair Züheyr şöyle demiştir: Savaş başka değil ancak bildiğiniz ve tattığınız şeydir, O karanlığa atılan taş değildir (zandan ibaret değildir). "Vesaminühüm kelbühüm"deki vav ne için gelmiştir? Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Onun gelmesi ve gelmemesi birdir, bunu da Zeccâc, demiştir. İkincisi: Vavın "ve saminühüm kelbühüm (sekizincileri köpekleridir)” kavlinin başına gelmesi, onun geçen iki cümlede de irade edildiğini göstermek içindir; burada zikretmekle onun daha öncekilerde de irade edildiğini bildirmiş oldu. Hazfedilmesi ise, sadece dile kolaylık sağlamak içindir. Bunu da Ebû Nasr, "Luma” şerhinde zikretmiştir. Üçüncüsü: Onun gelmesi kıssanın orada bittiğini ve sözün tamamlandığını gösterir. Yine bunu da Zeccâc zikretmiştir. Bu da Mukâtil b. Süleyman’ın görüşüdür. Çünkü vav, daha önceki sözün bittiğini ve ondan sonra yeni bir söz başladığını gösterir. Sa’lebî de şöyle demiştir: Bu vav hüküm ve tahkik vavıdır, sanki Allahü teâlâ onların ihtilaflarını anlatmış, "yedidir derler"de cümle tamam olmuştur, sonra da onların sekiz olduklarına hüküm vermiştir. Bazı tefsirlerde şöyle gelmiştir: Müslümanlar, Hıristiyanların ihtilaf ettiklerini görünce: Onlar yedidir, dediler: Allahü teâlâ da Müslümanların sözünü tasdik etti. Dördüncüsü: Araplar yedinin üzerine vav ile atıf yapıp: Sittetün, seb’atün ve semaniyetün, derler. Çünkü onlara göre birler basamağı yedidir, tıpkı: "Ettaibunel abidune...” kavlinde olduğu gibi ki, sekizinci sıfatta: "Vennahune anil münker” (Tevbe: 112) dedi ve cennetin sıfatında da: "Ve fütihat ebvabuha", cehennemin sıfatında ise: "Fütihat ebvabuha” (Zümer: 71 - 73) dedi. Çünkü cehennemin kapıları yedidir, cenetin kapıları ise sekizdir. Bu manayı Ebû İshak Sa'lebi zikretmiştir. Âlimler onların sayısında iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Onlar yedi idiler, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Sekizdir, bunu da İbn Cüreyc ile İbn İshak, demişlerdir. İbn Enbari de şöyle demiştir: "Sekizincileri köpekleridir” kavlinin manasının "köpeğin sahibidir” denilmiştir. Nitekim: Essehau Hatimun (Hatim Tai cömertliktir), eşşi’rü Züheyrün (şiir Züheyr’dir) derler ki: Essehau sehau Hatimin (cömertlik Hatim’in cömertliğidir), eşşi’rü şi’rü Züheyrin (şiir Züheyr’in şi’ridir) demektir. İsimlerine gelince, Hüşeym şöyle demiştir: Mekselina, Yemliha, Tarinus, Sedinis, Serinus, Nevases ve Yeranis. Tefsirlerde isimlerinde ihtilaflar vardır ki, ben onları uzatmak istemedim.. Köpeklerinin kime ait olduğunda da üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O, rastladıklan bir çobanındır; çoban ve köpeği onların arkasına düştü. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O, avlandıkları bir köpektir, bunu da Ubeyd b. Umeyr, demiştir. Üçüncüsü: Onlar bir köpeğe rastladılar, köpek arkalarına düştü; onu kovdular, o da tekrar döndü. Bunu birkaç kere yaptılar; köpek onlara: "Benden ne istiyorsunuz, benden taraf korkmayın, ben Allah'ı sevenleri severim. Siz uyuyun, ben sizi beklerim, dedi. Bunu da Ka’bu’l - Ahbar, demiştir. Köpeğin ismi hakkında da dört görüş vardır: Birincisi: Kıtmir’dir, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. İkincisi: İsmi Rakîm’dir, biz de bunu Said b. Cübeyr’den zikretmiş bulunuyoruz. Üçüncüsü: Katmur'dur, bunu da Abdullah b. Kesir, demiştir. Dördüncüsü: Humran’dır, bunu da Şuayb el - Cubai, demiştir. Onun sıfatı (donu) hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: Kırmızıdır, bunu Sevri hikaye etmiştir. İkincisi: Sarıdır, bunu da İbn İshak hikaye etmiştir. Üçüncüsü: Başı kırmızı, sırtı siyah, karnı beyaz ve kuyruğu alacadır. Bunu da İbn Saib, demiştir. "Rabbi a’lemu biiddetihim": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, yenin harekesiyle, diğerleri ise sükunu ile okumuşlardır. "Onları ancak pek azı bilir": Yani onların sayısını insanlardan ancak azı bilir, demektir. Atâ’: Pek azı ile ehl-i kitap kastedilmiştir, demiştir. İbn Abbâs da: Ben o azdanım, onların, yani Ashab-ı Kehfin sayısı yedidir, çünkü Allahü teâlâ onları saymış, yedide son vermiştir, demiştir. "Öyleyse onlarla zahiri bir mücadele dışında mücadele etme": İbn Abbâs ile Katâde: Kimse ile mücadele etme, onların kıssalan ile ilgili anlattığım sana yeter, demişlerdir. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Onların sayısında şöyle demenin ötesinde bir tartışma yapma: Sizin dediğiniz gibi değildir, sizin bildiğiniz gibi değildir. "Zahiri tartışma": Açık delille olandır, denilmiştir. Bunu da Maverdi hikaye etmiştir. Mira lügatte: Tartışmadır, mârâ yümâri mümâraten ve miraen denir ki, tartışmak ve mücadele etmektir. İbn Enbari, âyetin manası şöyledir, demiştir: Ancak haber gerçeğini kesin bilen birinin mücadelesi gibi mücadele et, çünkü Allahü teâlâ sana öyle bir şey vermiştir ki, içine bâtıll kanşmaz. Mirâ kelimesinin lügatteki karşılığı: Mücadele eden kimsenin öfkesini çıkarmaktır, bu da: Mereytüşşate kavlinden gelir ki: Koyunun sütünü çıkardım, demektir. "Onlar hakkında fetva isteme": Yani ashab-ı kehf hakkında demektir. "Onlardan": İbn Abbâs: Kitap ehlinden, demiştir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Ona Hıristiyanlardan Nasturi ve Yakubi denen iki fırka geldi; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara Ashab-ı Kehfin sayılarını sordu, o da bundan men edildi. 23Hiçbir şey için: "Gerçekten ben yarın bunu yapacağım” deme. "Hiçbir şey için: "Gerçekten ben yarın bunu yapacağım” deme": İniş sebebi şöyledir: Kureyş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den Zülkarneyn’i, ruhu ve ashab-ı kehfi sordular; o da: Yarın size haber veririm, dedi, inşaallah, demedi. Cebrâil de, inşaallah demediği için on beş gün gecikti, bu da ona ağır geldi, sonra da bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. Kelâmın manası şöyledir: Hiçbir şey için: Ben bunu yarın yapacağım, deme, meğerki, inşaallah, diyesin. Böylece, diyesin sözü söylenmemiştir. 24Meğer ki, Allah dileye (inşaallah de). (İnşaallah’ı) unuttuğun zaman Rabbini hatırla ve “Olur ki Rabbim, beni, bundan daha yakın bir zamanda dosdoğru bir muvaffakiyete ulaştırır.” de. "Unuttuğun zaman Rabbini hatırla": İbn Enbari, bunun manası şöyledir, demiştir: Unutma olayı geçtikten sonra Rabbini hatırla, nitekim: Namaz kıldığın zaman Abdullah’ı hatırla, dersin ki, namaz bittikten sonra, demektir. Müfessirlerin âyetin manasında üç görüşleri vardır: Birincisi: Mana şöyledir: İnşallah demeyi unutup da sonra hatırladığın zaman: İnşallah, de, ister ki, bir gün veya bir ay veyahut bir sene sonra olsun. Bunu Said b. Cübeyr ile cumhûr, demişlerdir. İkincisi: "Unuttuğun zaman"ın manası, öfkelendiğin zaman, demektir. Bunu da İkrime demiştir. İbn Enbari de: Akla uzak bir ihtimal değildir, çünkü öfke insana unutturur, demiştir. Üçüncüsü: Bir şeyi unuttuğun zaman, sana hatırlatması için Allah’ı an. Bunu da Maverdi hikaye etmiştir. Hüküm: İnşallah demenin faydası, yemin edeni, yemin ettiği şeyi yerine getiremediği takdirde yalandan çıkarmaktır, meselâ Mûsa kıssasındaki: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın” (Kehf: 70) sözünde olduğu gibi. Mûsa sabredememiş, inşallah dediği için de yalandan kurtulmuştur. İnşallah demenin kadın boşama ve köle azat etmede geçersiz olduğu hususunda İmam Ahmed’ten ihtilaf yoktur. O şöyle demiştir: Bir kimse karısına: Sen boşsun, inşallah, derse, kölesine: Sen hürsün, inşallah, derse, bu geçerlidir. İmam Malik’in görüşü de böyledir. Ebû Hanife ile Şâfiî ise: Bunlar gerçekleşmez, demişlerdir. Allah'a yemin hususuna gelince: İnşallah onda geçerlidir, talâk ise öyle değildir. Zıhar, adak gibi bütün kefareti olan şeylerde de inşallah böyledir. Çünkü talâk ve köle azat etme, gerçekleşme ile ifade edilen bir tarzdır; ona inşallah denince, onun meydana geldiğini biliriz; çünkü gerçekleşme tarzı kullanılmıştır. Diğer yeminler ise öyle değildir, çünkü onlar da hüküm icap etmez, sadece gelecekteki fiile taalluk eder. İnşallah demenin hangi vakitte geçerli olacağında üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O ancak söze bitişik olursa sahih olur, İmam Ahmed’ten de bunun benzeri rivayet edilmiştir. Fukahanın çoğunluğu da böyle demiştir. İkincisi: O, mecliste olduğu sürede sahihtir, bunu da Hasen ile Tâvûs demişlerdir. İmam Ahmed’ten de benzeri rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: Bir sene sonra inşallah dese, câizdir, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Ebû’l - Âliyye demişlerdir. İnsan için doğru olanı, yemininde duramasa da inşallah demektir. O zaman bu ayete göre taahhütten çıkar, sorumluluk da üzerinden düşer. Kefaret ise hiçbir durumda üzerinden düşmez, ancak yemine bitişik olarak inşallah derse düşer. Kim, bir sene sonra inşallah diyenin istisnası geçerlidir derse, inşallah demekten dolayı günahtan kurtulur demek, istemiştir; kefaretten de kurtulur demek istememiştir. "Ve kul asa en yehdiyeni rabbi": Nâfi ile Ebû Amr, vakıfta değil vasılda, ye ile "yehdiyeni rabbi” okumuşlar; İbn Kesir iki durumda da ye ile okumuştur. İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi de iki durumda da yesiz okumuşlardır. Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Umulur ki, Rabbim bana peygamberlik üzerinde öyle âyet ve deliller verir ki, onlar doğruyu göstermede ashab-ı kehf kıssasından daha açık olur. Allah da ona bunu yaptı ve ona mürsellerin gaip ilimlerinden Ashab-ı Kehf haberinden daha açık ve doğruya daha yakın bilgiler verdi. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür. İkincisi: Kureyş, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e Ashab-ı Kehfin haberinden sorunca, onlara: Yarın size haber veririm, dedi. Nitekim bunu âyetin iniş Sebebinde şerh etmiş bulunuyoruz. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "De ki: Umulur ki, Rabbim beni hidayet eder": Yani umulur ki, size tesbit ettiğim vakitte meselelerinizin cevabını bildirir, beni kendi canib-i manevisinden daha çabuk hidayet eder. Bu da İbn Enbari’nin görüşüdür. 25Mağaralarında üç yüz yıl, artı dokuz yıl kaldılar. "Velebisu fi kehfihim selase mietin sinine vezdadu tis’a": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, tenvinli olarak "selasemietin sinine” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de, muzaf olarak, tenvinsiz okumuşlardır. Ebû Ali şöyle demiştir: Birlere muzaf olan sayı bazen cem’e muzaf olarak gelir, şair şöyle demiştir: Bana eski bir sarıktan ve Kalitesiz, geçmez beş yüz dirhemden başka bir şey vermediler. Bu kelâm üzerinde iki görüş vardır: Birincisi: Bu, halkın onların hakkında dediklerinin hikayesidir, ne kadar kaldıklarını tespit değildir. Bunu İbn Abbâs demiş ve şunu delil getirmiştir: Eğer o kadar kalsalardı, Allahü teâlâ: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” demezdi. Katâde de böyle demiştir. Ehl-i kitabın görüşü de böyledir. İkincisi: Bu, mağarada kaldıkları süredir, bunu da Ubeyd b. Umeyr, Mücâhid, Dahhâk ve İbn Zeyd, demişlerdir. Mana da şöyledir: Oraya girdikten Allahü teâlâ’nın onları uyandırmasına ve halkı onlardan haberdar etmesine kadar, bu süre kadar kaldılar. "“sîn” in": Ferrâ’, Ebû Ubeyde, Kisâi ve Zeccâc, takdir: Sinine selase mietin, demişlerdir. İbn Kuteybe de, mana şöyledir, demiştir: Onların kalma süresinde küsur ay ve gün yoktur, tam tamına bu kadar yıl kaldılar. Ebû Ali el - Farisi de şöyle demiştir: “sîn” in, "selase mietin"den bedeldir. Dahhâk da şöyle demiştir: "Mağaralarında üç yüz kaldılar” kavli inince: "Günlerce mi yahut aylarca mı veyahut senelerce mi?” dediler. Bunun üzerine: "Senelerce = sinine” kavli indi. Bunun için " “sinîn” dedi de, sene, demedi. "Artı dokuz": Yani dokuz yıl da fazla kaldılar, demektir. Daha önce geçtiği için tekrar "senelerce” dememiştir. Sonra onların ne kadar kaldıkları konusunda ihtilaf eden ehl-i kitaptan daha iyi bildiğini bildirip "De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” dedi. İbn Saib şöyle demiştir: Necran Hıristiyanlan: Üç yüz yılı biliyoruz, dokuz nedir, onu bilmiyoruz, dediler. Bunun üzerine de Allahü teâlâ’nın: "De ki: Allah daha iyi bilir” kavli indi. Şöyle de denilmiştir: Ehl-i kitap: Gençler mağaraya girdikten günümüze kadar üç yüz dokuz yıl kaldılar, dediler. Allahü teâlâ da bunu reddedip: "De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” dedi. Yani ruhlarını kabzettikten bu günümüze kadar geçen süreyi Allah’tan başkası bilmez, demektir. Şöyle de denilmiştir: Dokuz ilavesi, güneş yılı ile ay yılı arasındaki farktan dolayıdır. Bunu da Maverdi, demiştir. 26De ki: "Rabbim ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir". Göklerin ve yerin gaybi O’nundur. O ne kadar iyi gören ve ne kadar iyi işitendir! Onların O’ndan başka hiçbir dostu yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez. "Ebsır bihi ve esmi’": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bu, taaccüb kalıbındadır, Mana da şöyledir: Allah ne kadar iyi işitici ve ne kadar iyi görücüdür. Yani O, ashab-ı kehf kıssasını ve başka şeyleri daha iyi bilir, demektir. Bu, Zeccâc’ın görüşüdür, bunda ulemanın icmamdan bahsetmiştir. İkincisi: O, emir manasındadır, tevil de şöyledir: Allah’ın dinini gör ve işittir, yani: Allah’ın hidâyetini göster ve duyur. Bu durumda “He” zamiri ya hidayete gider ya da aziz ve celil olan Allah’a. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. "Onların O’ndan başka yoktur": Yani göklerdekilerin ve yerdekilerin Allah’tan başka bir yardımcısı yoktur, demektir. "Hükmüne hiç kimseyi ortak etmez": Ne bir hakimin O’nun hükmettiğinden başkasıyla hükmetmesi ne de bir kimsenin kendi zatından hükmedip de hükmünde aziz ve celil olan Allah’a ortak olması câiz değildir, demektir. İbn Âmir de te ile meczum şekilde: "Vela tüşrik” okumuştur, mana da: Ey insan, Allah’a şirk koşma, demektir. 27Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku. O’nun sözlerini değiştirecek yoktur. O’ndan başka asla bir sığınak bulamazsın. "Sana vahyolunanı oku (ütlü)": Bu tilavette iki görüş vardır: Birincisi: O, okuma manasınadır. İkincisi: Tabi olma manasınadır. Birinciye göre mana: Kur’ân oku, İkinciye göre de: Ona tabi ol ve onunla amel et, olur. Biz de "O’nun sözlerini değiştirecek yoktur” ifadesini En’am: 115’te şerh etmiş bulunuyoruz. "Velen tecide min dunihi mültehada": Mücâhid ile Ferrâ’: Sığınak bulamazsın, demişlerdir. Zeccâc da: O’nun emrinden ve yasağından kaçacak bir yer bulamazsın, demiştir. Başkaları da: İlticada meyledecek bir yer bulamazsın, demişlerdir. 28Kendini sabah akşam rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle beraber tut (hapset). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan çevirme / ayırma. Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, keyfine uyan ve işi ifrat olan kimseye uyma. "Kendini hapset / tut": İniş sebebi şöyledir: Kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen Uyeyne b. Hısn, Akra’ b. Habis ve o takımdan olanlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler: Ya Resûlallah, sen meclisin üst başında o tursan ve şunları da bizden uzaklaştırsan - Selman ve Ebû Zer gibi fakir Müslümanları kastettiler. Onların üzerinde yün cübbeler vardı - biz de senin yanına oturur ve senden bilgiler alırdık, dediler. Bunun üzerine: "Gerçekten biz zâlimlere bir ateş hazırladık” kavline kadar bu âyet indi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de o Müslümanları aramak üzere kalktı. Onları mescidin gerisinde, Allah’ı zikrederlerken buldu: "Allah’a hamdolsun ki, canımı almadı, sonunda sizi buldum. Bana, ümmetimden bazı kimselerle beraber olmamı emretti. Ölümüm de dirimim de sizinledir, dedi. Bu, Selman Farisi’nin görüşüdür. "Kendini Rablerine dua edenlerle beraber tut” kavlinin manası: Namazı eda etmede "sabah akşam” onlarla beraber ol, demektir. Biz de bu âyeti En’am: 52’de "gözünü onlardan ayırma” kavline kadar tefsir etmiş bulunuyoruz. Yani gözünü onlardan ayırıp da zengin ve eşrafa çevirme, demektir. Efendimiz aleyhissalatü vesselam, reislerin imanına çok özen gösteriyordu, çünkü onlara tabi olanlar da iman ederlerdi. O, aslâ dünya malını düşünmemişti. Yüzünü fakir mü’minlere çevirmesi emrolundu. "Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız kimseye uyma": İniş sebebi şöyledir: Ümeyye b. Halef el - Cumahi, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den fakirleri kendinden uzaklaştırmaya ve Kureyş'in ileri gelenlerini kendine yaklaştırmaya davet etti. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ondan yapılan bir rivayette de: Onlar Uyeyne b. Hısn ile emsalidir, demiştir. "Ağfelna kalbeh” de: Kalbini gafil kıldığımız, demektir. Ebû Miclez, “Lâm” ın fethası ile "ağfelena", kalbin besini de ref ile (kalbuh) okumuştur. "Zikrimizden": Tevhid, Kur’ân ve İslâm’dan, demektir. "Keyfine uydu": Şirk konusunda. "İşi de ifrat oldu": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: O, sözünde ifrata gitti, çünkü: Bizler Mudar'ın reisleriyiz, eğer biz Müslüman olursak, arkamızdan bütün insanlar da Müslüman olur, dedi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. İkincisi: İşi zayi oldu, demektir, bunu da Mücâhid, demiştir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: İsraf ve zayi oldu. Üçüncüsü: Pişmanlık oldu, bunu da İbn Kuteybe, Ebû Ubeyde’den rivayet etmiştir. Dördüncüsü: İşi tefrit oldu. Tefrit de, arkadakini öne geçirmektir, bunu da Zeccâc, demiştir. 29De ki: "Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin". Gerçekten biz zâlimler için bir ateş hazırladık ki, duvarları onları kuşatmıştır. Eğer yardım isterlerse erimiş maden gibi, yüzleri kavuran bir suyla onlara yardım edilir. Ne kötü içecek ve ne kötü yaslanacak yer. "De ki: Hak Rabbinizdendir": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: De ki: Size getirdiğim şey'Rabbinizden haktır. "Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Allah kimi dilerse o iman etsin. Bu İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. İkincisi: O, tehdit ve uyarmadır; emir değildir, bunu da Zeccâc, demiştir. Üçüncüsü: Manası şöyledir: İmanınızla Allah’a fayda veremez, küfrünüzle de O’na zarar veremezsiniz. Bunu da Maverdi demiştir. Bazıları da: Bu ihtiyaçsızlığım göstermedir, küfrü serbest etme değildir, demişlerdir. "inna a’tedna": Biz hazırladık, temin ettik, demektir. Biz de bunu: "Ve a’tedet lehünne mütteka” (Yûsuf: 31) âyetinde şerh etmiş bulunuyoruz. Müfessirler: Zâlimler ifadesi için de: Onlar kâfirlerdir, demişlerdir. Zeccâc şöyle demiştir: Süradık: Bir şeyi kuşatan nesnedir, meselâ büyük çadırın bölmeleri veya bir şeyi kuşatan duvar gibi, İbn Kuteybe de: Süradık: Çadırın etrafındaki odalardır, demiştir. Ben dilci Şeyhimiz Ebû Mansur’dan şöyle okudum: Süradık: Farsça’dır, Arapçalaşmıştır, aslı Farsça’da: Seradar’dır, o da dehliz, demektir. Şair Ferezdak şöyle demiştir: Sen onları arzuladın, onlara kavuşunca da Çadırdan önce dehlizi onlara bıraktın. Bu süradık’tan ne murat edildiği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, ateşten duvardır, Ebû Said el - Hudri, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Cehennemin dehlizinin dört kalın duvarı vardır; her duvarının uzunluğu kırk yıllık yoldur. 3 3 - Tirmizî, Sıfatü cehennem, bab, 4; Ahmed, Müsned, 3/29. Ebû Salih’in de İbn Abbâs’tan rivâyetinde şöyle demiştir; Süradık: Ateşin dilidir, ateşten çıkar, hesap bitinceye kadar insanların etrafını kuşatır. İkincisi: O, kıyamet gününde kâfirleri kuşatan bir dumandır, Allahü teâlâ’nın Mürselat: 30’da, üç dala ayrılan gölge, dediği odur. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir. "Eğer yardım isterlerse": İçinde bulundukları azap ve şiddetli susuzluktan, "onlara erimiş maden (mühl) gibi bir su ile yardım edilir": Bunda da yedi görüş vardır: Birincisi: O, zeytinyağı tortusu gibi koyu bir sudur, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O, eriyerek sıvı haline gelen her şeydir, bunu da İbn Mes’ûd demiştir. Ebû Ubeyde ile Zeccâc da şöyle demişlerdir: Bakır veya kurşun veya buna benzer erittiğin her şeye mühl, denir. Üçüncüsü: O, zeytinyağı posası gibi irin ve siyah kandır, bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: O, eritilmiş gümüş ve kurşundur, yine bu da Mücâhid’ten rivayet edilmiştir. Beşincisi: O, son derece sıcak şeydir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Altıncısı: O, cerahattir, bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Muğis b. Sümey de şöyle demiştir: O, mahşerdekilerin terinden ve gözyaşlarından akan, onlardan sızan kan ve İrindir. Bunlar cehennemde bir dereye akar, cehennem onu pişirir, ateş halkına ilk sunulacak şey odur. Yedincisi: O, fırından çıkan ekmekten silkilen küldür, bunu da İbn Enbari zikretmiştir. "Yüzleri kavurur": Müfessirler şöyle demişlerdir: Ona yaklaştığı zaman yüzünün derisi içine düşer. Sonra onu kınayıp: "Ne kötü içecek” ateş de "ne kötü yaslanacak yer (mürtefaka)” dedi. Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: O, menzil, konaktır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Toplanacak yerdir, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Yaslanacak yerdir, bunu da Ebû Ubeyde, demiş ve şu beyti delil getirmiştir: Gece uykusuz kaldım, geceyi bir yere yaslanarak geçirdim, Gözüm de sütleğen sıvısı değmiş gibiydi yanıyordu. Beyitte geçen zebh kelimesi: Sütleğenin sıvısı demektir. Zeccâc şöyle demiştir: "Mürtefeka": Temyiz olarak mensubtur, manası da dirsek dayayacak yerdir. Dördüncüsü: O ne kötü meclistir, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Beşincisi: Ne kötü yumuşaklık aranacak yerdir, çünkü kim ondan yumuşaklık ararsa, yoksun kalır. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Bu görüşlerin manaları birbirine yakındır. Esas mirfak lügatte: İstifade edilen şeydir. 30Şüphesiz iman edip iyi şeyler yapanların, gerçekten biz, güzel amel edenin mükafatını zayi etmeyiz. "innellezine amenu ve amilussalihati": Zeccâc şöyle demiştir: Burada "inne"nin haberinde üç mülahaza vardır: Birincisi: Gizli olmasıdır ki, takdiri: "İnna lâ nudiu ecre men ahsene amelen” minhüm, demektir. "Mihüm"ü zikretmeye gerek duyulmamıştır, çünkü Allahü teâlâ bize kendisinin mü’min olmayanların amelini boşa çıkaracağını bildirmiştir. İkincisi: "İnne"nin haberi "ulaike lehüm cennatü adnin"dir; o zaman "inna lâ nudiu” kavli de isimle haberin arasına girmiş olur. Çünkü ilk Kelâmın manasını içine almaktadır; zira güzel amel eden, iman edenler gibidir. Üçüncüsü: Haber "inna lâ nudiu ecre men ahsene amelen"dir. Mana da şöyledir. Biz onların ecirlerini zayi etmeyiz. Müfessirler: "Biz güzel amel edenin mükafatım zayi etmeyiz": Kavlinin manasının şöyle olduğunu söylemişlerdir: Biz onun amelini zayi olmaya bırakmayız, bilakis onu sevabıyle mükafatlandırırız. 31İşte onlar için altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenir; ince dibadan ve kalın dibadan yeşil elbiseler giyerler. Orada tahtlara kurulmuş olarak. Ne güzel sevap ve ne güzel yaslanacak yer! "Esavir": Ferrâ’ şöyle demiştir: Onun tekilinde üç lügat vardır: îsvar, sivar ve süvar. Kim isvar derse, onu esavir şeklinde cemi yapar; kim sivar veya süvar derse, onu esvire şeklinde cemi yapar. Esavire ve esavir’in tekilinin sivar olması da câizdir. Zeccâc da şöyle demiştir: Esavir: Esvire'nin çoğuludur, esvire ise sivar’ın çoğuludur. Sivarul yed (bilezik) kesr iledir. Süvar olarak da hikaye edilmiştir. Müfessirler şöyle demiştir: Krallar dünyada kollarına bilezikler, başlarına da taçlar geçirdiklerinden Allahü teâlâ bunu cennet halkına layık gördü. Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Onlardan her birine üçer bilezik takılır: Biri gümüşten, biri altından ve biri de inci ve yakuttandır. "Sündüs” ve "istebrak"a gelince: İbn Kuteybe şöyle demiştir: Sündüs: İnce dibadır, istebrak ise kalın dibadır. Ben şeyhimiz dilci Ebû Mansur’dan şöyle okudum: Sündüs: İnce dibadır, dil bilginleri onun Arapçalaşmış olduğunda ittifak halindedir. Raciz (recez söyleyen, halk şairi) şöyle demiştir: Gecelerden karanlık bir gece, Etraf da ince diba rengindedir. İstebrak ise: Kalın dibadır, Farsça’dır, sonradan Arapçalaşmıştır. Aslı: İstefreh’tir. İbn Düreyd: İsterveh’tir, demiştir. Acemceden Arapça’ya geçmiştir. Eğer tasgir veya kırık cem’i yapılırsa, tasgirinde "ubeyrık", kırık cem’inde de, sin ve te ikisi de atılarak "ebarık” denilir. "Müttekiine fiha": Ittika: Bir şeye yaslanmaktır. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Eraik, gelin odasındaki döşeklerdir, erike ancak gelin odasında ve tahtta olur. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Eraik: Gelin odasındaki (haclegahtaki) koltuklardır, tekili erikedir. Saleb de şöyle demiştir: Erike ancak içinde eşya bulunan çadırda olur. İbn Kuteybe, bu ifade de geçen: Şevar için: Ev eşyasıdır, demiştir. Zeccâc da: Eraik: Gelin odasındaki döşeklerdir, demiştir. Onun, döşekler olduğu da söylenmiştir. Esirrenin gerçek olarak haclelerde olan döşekler olduğu da söylenmiştir. 32Onlara iki adamın misalini getir: Birisine üzüm bağlarından iki bahçe verdik. O ikisini hurma ağaçları ile kuşattık ve aralarına da bir ekinlik yaptık (koyduk). "Onlara iki adamın misalini getir": Atâ’, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onlar İsrâil oğullarında bir kralın iki oğlu idiler, kral öldü ve malını onlara bıraktı. Birisi bahçeler ve saraylar edindi, diğeri de dünyaya kıymet vermedi. Kardeşi dünya süsünden herhangi bir şey için çalıştığı zaman, o da aynısını ahiretine gönderirdi, sonunda malı tükendi. Aziz ve celil olan Allah bunları mü'min ile nimetin kendisini şımarttığı kafire misal getirdi. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle rivayet etmiştir: Müslüman muhtaç olduğu zaman kâfir kardeşine görünürdü, o da: "Babandan miras kalan şey ne oldu?” derdi. O da: Onu Allah yolunda harcadım, derdi. Kâfir ise: Fakat ben bahçeler, koyunlar ve sığırlar aldım. Allah'a yemin ederim ki, dinime girmedikçe sana asla bir şey vermeyeceğim, dedi. Sonra da elinden tutup onu dolaştırmak ve kendi dinine özendirmek için bahçelerine götürdü. Mukâtil şöyle demiştir: Mü’mimin adı: Yemliha, kâfirin adı ise: Furtus’tur. Futrus diyenler de olmuştur. Bunun bir misal olduğu ve Uyeyne b. Hısn ve arkadaşları ile Selman ve arkadaşları için söylendiği de denilmiştir. "Ve hafefnahüma binahlin": Haff: Bir şeyi kuşatmaktır, "haffine min havlil arş” (Zümer: 75) de ondandır. Mana da şöyledir: Bahçelerin etrafım hurma ağaçları ile çevirdik. "Aralarına da bir ekinlik koyduk": Bu da onların tam mamur olduğunu göstermektedir. 33Bahçelerin her ikisi de meyvelerini verdi ve ondan hiçbir şeyi kısmadı. Aralarında da bir ırmak akıttık. "Kiltel cenneteyni atet üküleha": Ferrâ’ şöyle demiştir: "Ateta dememiştir, çünkü "kilta” tensiyedir, tekili yoktur, aslı ise "küllün” dür. Nitekim üç için de "küllün” dersin. Bu durumda cemi tesniye yerine kullanılmıştır. Onun "küllü” dikkate alarak tekil olması da câizdir, "kilta"da görülen tenislik için müennes olması da câizdir. Aynı şeyi "kila” ile "küllün” için de yapabilirsin. Onları marifeye muzaf kılarsın da arkasından fiil gelirse, ister tekil yap ister çoğul yap. Tekile misal: "Veküllühüm atihi yevmel kıyameti ferda” âyetidir (Meryem: 95), çoğula misal de: "Ve küllün etevhü dahirin” âyetidir (Neml: 87). Araplar bunu "eyyü"de de yapar, bazen müzekker, bazen de müennes olarak kullanırlar. Allahü teâlâ şöyle demiştir: "Vema tedri nefsün bieyyi ardın temut” (Lokman: 34). Kelâmda: "Bieyyeti ardın” demek de câizdir. "Fi eyyi suretin maşae rekkebek” (İnfitar: 8) de böyledir. Kelâmda: "Fi eyyeti” demek de câizdir. Şair şöyle demiştir: Hangi belâ ile hangi nimet ile geçti, Benden önce Müslim ile Mühelleb? İbn Enbari şöyle demiştir: "Kilta” her ne kadar mana olarak ikiye denirse de lâfzı müfret ve müennestir. Lâfız galip gelmiş, muhatabın onu bildiği dikkate alınarak manası kullanılmamıştır. Araplardan kimileri manayı lafza tercih eder: "Kiltel cenneteyni atet üküleha” der. Başkaları da: "Kiltel cenneteyni ata üküleha” der. Çünkü "kilta” "küllün” manasınadır. Şair şöyle demiştir: Her ikisi de benim defterime (alnıma) yazılmıştır; Ne ölümü isterim ne de yaşamdan rahat duyarım. Yani: ikisi de bana yazılmıştır, demektir. Araplar: Küllüküm zahibün derler ve küllüküm zabibune de derler; "küll” lâfzından dolayı tekil, manasından dolayı da çoğul yaparlar. Zeccâc da şöyle demiştir: "Ateta” demedi, çünkü "kilta” lâfzı, müennes lafızdır, mana da: Onlardan her biri meyvesini verdi "velem tazlim": Eksik vermedi "ondan hiçbir şey ve aralarından bir ırmak akıttık". Bize onların nehirden sulandıklarını bildirmiştir ki, en bol sulama onunla olur. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bir ırmak olduğu halde şedde ile "feccema” demesi, nehrin uzun olmasındandır ki, akıtmak hepsi için söz konusudur. Ebû Rezin, Ebû Miclez, Ebû’l-Âliyye, İbn Ya’mur ve İbn Ebi Able, şeddesiz olarak "ve fecerna” okumuşlardır. Ebû Miclez ile Ebû' 1-Mütevekkil de: "halelehüma” okumuşlardır. Ebû’l-Âliyye ile Ebû İmran da, sakin he ile "nehia” okumuşlardır. 34Onun meyveleri de vardı. Onunla konuştuğu arkadaşına: "Ben malca senden daha çoğum, adamca da senden daha güçlüyüm” dedi. "Onun vardı": Yani kâfir kardeşin vardı, "semer": İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, ikisinde de zammeli olarak "ve kane lehu sümür” ve "uhita bisümürihi” okumuşlardır. Âsım ise ikisinde de feth ile "vekane lehu semer "ve uhita bisemerihi” okumuştur. Ebû Amr da bir zamme ve mimin sükunu ile "sümrr” ve "bisümrihi” okumuştur. Ferrâ’ şöyle demiştir: Senin ve mimin fethi ile "semer": Yenen şeydir, zammı ile "sümür” ise: Maldır. İbn Enbari şöyle demiştir: Feth ile: Semer: Birinci çoğuldur, zam ile: Sümür ise: Semer’in çoğuludur. Semer ve sümür denir, tıpkı: Esed ve üsud gibi. Sümür’in, simarın çoğulu olması da uygundur, nitekim: Himar ve humur, kitab ve kütüb, denir. Kim zammeli okursa: Sümür daha kapsamlıdır, çünkü yenen meyveye de toplanan mala da ihtimali vardır, der. Ebû Ali el - Farisi şöyle demiştir: Ebû Amr’ın "sümür” okumasında simar’ın cem’i olması câizdir, tıpkı kitap ve kütüp gibi. Bazen hafif (sakin) olarak: Kütb de denilir. "Sümr"ün ise semere’nin çoğulu olması câizdir, tıpkı bedene ve büdn, haşebe ve huşb gibi. "Sümür"ün unuk ve tunub gibi tekil olması da câizdir. Müfessirler zamme ile (sümür) kıraatında üç görüş zikretmişlerdir: Birincisi: O, mal çeşitlerinden çok maldır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O altın ve gümüştür, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: O, semerenin çoğuludur. Zeccâc: Semere, simar ve semer, denilir, demiştir. Eğer: "İki bahçe zikredildikten sonra meyveden bahsetmenin ne faydası vardır; bahçe sahibinin az çok meyvesi olur?” denilirse, buna üç cevap verilir: Birincisi: Toprağın mülkiyeti onun değildi, sadece meyve önündü. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Meyveden bahsedilmesi, onun iki bahçeden ve diğerlerinden çok meyveye sahip olduğunu gösterir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Üçüncüsü: Biz, meyveden maksat çeşitli mallar olduğunu ve onun altın ve gümüş olduğunu zikretmiştik; bu ise yenen meyveye ters bir şeydir; işte buna Ebû Ali el - Farisi şöyle demiştir: Kim: O altın ve gümüştür, derse, böyle sümür denilmesi, hayra yormak içindir; çünkü meyve sahibinde bir gelişme olduğunu gösterir. Burada onun mahsul olması altın ve gümüşe daha çok benzemektedir. Bunu da: "Meyvesi kuşatıldı, sabahleyin infak ettiği şeye ellerini oğuşturmaya başladı” kavli destekler; çünkü infak gümüşten (paradan) olur, ağaçtan olmaz. "Fekale = dedi": Yani kâfir, dedi. "Arkadaşına": Mü’mine, "onunla konuşurken": Ona söz yetiştirir ve cevap verirken. Ne konuştukları üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, iman ile küfürdür. İkincisi: Dünyayı istemek ve ahireti istemektir. "Nefer": Cemaattir, kavm ve raht da böyledir. Nefer: Birden ona kadar adamlardır. Neferi ile kimleri kastettiğinde ise üç görüş vardır: Birincisi: Köleleridir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Çocuklarıdır, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Kavmi ve aşiretidir, bunu da Ebû Süleyman, demiştir. 35Nefsine zulmeder bir vaziyette bahçesine girdi: "Bunun ebediyen yok olacağını zannetmiyorum” dedi. "Bahçesine girdi": Yani kâfir, "nefsine zulmediyordu": Küfür ile. Kardeşinin elinden tutmuş, onu kendisiyle birlikte bahçeye girdirmişti, "bunun ebediyen yok olacağını zannetmiyorum” dedi. Dünyanın ve bahçesinin yok olacağını kabul etmedi, 36"Kıyametin de kopacağını zannetmiyorum. Yemin olsun, eğer Rabbime döndürülürsem, mutlaka bundan daha hayırlı gidecek bir yer bulacağım". "kıyametin kopacağını da zannetmiyorum” demekle de öldükten sonra dirilmeyi ve amelin karşılığını görmeyi inkâr etti. Bu da onun yeniden dirilmede şüphesi olduğunu gösterir. Sonra da: "Eğer Rabbime döndürülürsem” dedi, yani senin iddia ettiğin gibi, İbn Abbâs şöyle demiştir: Demek istiyor ki: Eğer öldükten sonra dirilme gerçekleşirse, "mutlaka ondan daha hayırlısını bulurum = leecidenne hayran minha": Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi bu şekilde "hayran minha” okumuşlardır. Basra ve Küfe halkının Mushaflarında da böyledir. İbn Kesir, Nafî ve İbn Âmir tesniye kalıbıyla "minhüma” okumuşlardır. Mekke, Medine ve Şam halkı Mushaflarında da böyledir. Ebû Ali şöyle demiştir: Tekil okumak daha evladır; çünkü o, "vedahale cennetehu"da geçen tekil cennete daha yakındır. Tesniye de imkansız değildir, çünkü daha önce cenneteyn lâfzı geçmiştir. "Gidecek yer": Yani bana dünyada bunu verdiği gibi, ahirette de bana bundan daha üstününü verecektir. 37Onunla konuşah arkadaşı dedi: "Seni topraktan, sonra meniden yaratan, sonra da seni bir adam (insan) olarak tesviye eden Rabbini mi inkâr ettin?" "Ona arkadaşı dedi": Yani mü’min olan dedi, "onunla konuşurken: Seni topraktan yaratanı inkâr mı ettin?": Yani atan Âdem’i yaratanı, "sonra meniden": Yani ondan meydana getirilen şeyden, demektir. Öldükten sonra dirilmede şüphe edince, kâfir oldu. 38"Ancak ben, O Allah benim Rabbimdir. Rabbime hiç kimseyi şirk koşmam". "Lakinne hüvallahu rabbi": İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze, Kisâi ve Kalun da Nâfi’den, vasılda elifi düşürürek, vakıfta yerinde koyarak: "Lâkin hüvallahu rabbi” okumuşlardır. Nâfi, Müseyyebi'nin rivâyetinde vasılda da vakıfta da elifle okumuştur. İbn Âmir ise iki halde de elifi yerinde koymuştur (elifle okumuştur). Ebû Recâ’ ise iki halde de elifsiz olarak sakin nun ile "lâkin” okumuştur. İbn Ya’mur, iki halde de nunun şeddesi ile elifsiz olarak "lakinne” okumuştur. Hasen de "lakin"de sakin nun ve "ene"de elifle: "Lâkin ene hüvallahu rabbi” okumuştur. Ferrâ’, bunda: Lakinna, lakinne, lakinnehu şeklinde üç lügat vardır ve Ebû Servan bana delil için şöyle bir şiir okumuştur, demiştir: Sen günahkarsın, dercesine bana dik dik bakıyor Ve benden nefret ediyorsun, ancak ben senden nefret etmiyorum (lakinne). Ebû Ubeyde de, bunun mecazı şöyledir, demiştir: Lâkin ene hüvallahu rabbi, ilk elif atıldı, iki nundan biri diğerine idgam edilip şeddelendi. Zeccâc şöyle demiştir: Bu elif vasılda hazfedilir, vakıfta yerinde bırakılır. Onu vakıfta olduğu gibi yerinde bırakan: Ene kumtu lehçesini benimsemiş ve elifi yerinde bırakmış olur. Şair şöyle demiştir: Ben aşiretin kılıcıyım, beni iyi tanıyın. Bu, fasih bir lehçedir, çünkü "ene"nin hemzesi hazfedilmiş, hemzenin yerine bedel olarak elif bırakılmıştır. 39Bahçene girdiğin zaman: "Maşallah (Allah’ın dediği olur), kuvvet ancak Allah iledir. Eğer beni mal ve evlatça senden daha az görüyorsan", "Velevla iz dehalte cenneteke": Hella manasınadır, Kelâmın manası da, azarlamadır. Ferrâ’ şöyle demiştir: "Maşallah” mahallen merfudur, istersen onu hüve gizleyerek merfu eder ve: Hüve maşallah, dersin, istersen fiil izmar ederek: Maşallaha kân, dersin. Cezanın cevabını atmak câiz olmuştur, nitekim: "Feinisteta’te en tebteğiye nefekan fil ardı” (En’am: 35) kavlinde de atılmıştır. Cevabın olmaması, belli olduğu içindir. Zeccâc şöyle demiştir: "Lakuvvete illâ billah” kavlinde tercihe şayan olan menfi durumda tenvinsiz olarak mensûb olmasıdır, tıpkı "laraybe fih” (Kehf: 21) kavlinde olduğu gibi. "Lakuvvete illâ billah” ise mübteda olarak merfu olması ve "billah"ın da haber olması câizdir. Mana da şöyledir: Hiç kimse ne bedeninde ne elindeki mülkte Allah istemedikçe hiçbir şeye sahip olamaz, onun için ancak Allah’ın dilediği olur. "in tereni": İbn Kesir vasılda da vakıfta da ye ile: "în terenî ene” ve "yü’tinî hayren” okumuştur. Nâfi ile Ebû Amr da vasılda ye ile okumuşlardır. İbn Âmir, Âsım ve Hamze de vasılda da vakıfta da yenin hazfi ile okumuşlardır. "Ene ekalle": İbn Ebi Able “Lâm” ın refi ile "ene ekallu” okumuştur. Ferrâ’ da şöyle demiştir: "Ene” burada nasb ile "ekalle” okursan asildir, ref ile "ekallu” okursan isimdir. İki okunuş da câizdir. 40"Olur ki, Rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını verir ve onun üzerine gökten yıldırımlar gönderir de kaypak bir toprak haline gelir". "Olur ki, Rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını verir": Yani ahirette, demektir. "Ve yürsile aleyha hüsbanen": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: (Hüsban) azaptır, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Katâde ile Dahhâk da böyle demişlerdir. Ebû Salih de İbn Abbâs’tan: Gökten bir ateş, demiştir. İkincisi: Allah’ın hükmettiği bir kazadır, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Üçüncüsü: Gökten atılan şeylerdir ki, tekili hüsbane’dir. Bunu da Ebû Ubeyde ile İbn Kuteybe, demişlerdir. Nadr b. Şümeyl de şöyle demiştir: Hüsban bir kimsenin yaya takarak bir seferde attığı yirmi oktur. Bu görüşe göre mana şöyle olur: Onun üzerine gökten taş veya dolu veyahut başka şeylerden türlü azaplar gönderir. Dördüncüsü: Hüsban, hesaptır, meselâ "eş-şemsü velkamerü bihüsban” (Rahman: 5) kavlinde olduğu gibi ki, hesap ile demektir. O zaman mana şöyle olur: Üzerine yaptığına denk olarak azap gönderilir. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür. "Fetusbiha saiden zeleka 41"Yahut suyu dibe çekilir de onu aramaya asla güç yetiremezsin". ev yusbiha mauha ğavran": İbn Kuteybe şöyle demiştir: Said: Düz ve pürüzsüz, demektir. Zelak ise: Ayak kayacak yerdir. Ğavr da ğair manasınadır ki, dibe çekilen, demektir. Bu durumda mastar sıfat kılınmış olur. Meselâ şöyle denir: Maun ğavrun ve miyahun ğavrun (yerin dibine çekilen su). Bunun tesniyesi ve cem’i yoktur, müennesi de yoktur. Nitekim şöyle denir: Recülün nevmün (uyuyan adam), recülün savmun (oruçlu), recülün fıtrun (oruç olmayan), ricalün nevmün (uyuyan erkekler), nisaun nevmün (uyuyan kadınlar). Ağıt yakan kadınlara da: Nevhun, denir. Âyetin manası şöyledir: Suyu yerin dibine çekilir. "Onu aramaya güç yetiremezsin": Onu arayacak bir izi kalmaz; ona ne el yetişir ne de ipler. İbn Enbari de: "Ğavren": "Za ğavrin” demektir ki, muzaf düşmüş, muzafun ileyh onun yerine geçmiştir, demiştir. Burada aramaktan maksat: Ona yetişmektir: Aramak onun yerine geçmiştir, çünkü onun sebebidir. Ebû’l - Cevza ile Ebû'l - Mütevekkil, ğaynın ve ilk vavm refi ile "ğuuran” okumuşlardır. 42Ürünü kuşatıldı; sabahleyin ellerini masraf ettiği şeye çeviriyor (oğuşturuyor)du. O (bahçe) ise çatıları üzerine çökmüştü. (Kendisi de): "Keşke hiçbir kimseyi Rabbime şirk koşmaya idim!” diyordu. "Ürünü kuşatıldı": Yani Allah onun ürününü azapla kuşattı, demektir. Semer’in (ürünün) manası da az önce geçmiştir. "Sabahleyin ellerini çeviriyordu": Yani elini eline vuruyordu; nitekim pişman olan öyle yapar. "Masraf ettiği şeye": Yani bahçesine. Burada "fi” “alâ” manasınadır. "O çökmüştür", "alâ uruşiha": Uruş: Çatılar, demektir. Mana da şöyledir: Onun duvarları duruyordu, çatıları ise çökmüş, yere düşmüştü. Bu durumda duvarlar çatıların üzerinde gibi olur. "Keşke hiç kimseyi Rabbime ortak koşmasaydım, diyordu": Allahü teâlâ, ona verdiği nimeti çekip alıp da kardeşinin onu uyardığı şeyi gerçekleştirince şirkine pişman olduğunu haber veriyor. Fakat o pişmanlık fayda vermez. Bunu kıyamette diyeceği de söylenmiştir. 43Ona Allah’tan başka kendisine yardım edecek bir cemaat yoktu ve intikam alacak durumda değildi. "Velem tekün lehu fietün": İbn Kesir, Nâfi', Ebû Amr ve Âsım, te ile "velemtekün” okumuşlar; Hamze, Kisâi ve Halef de ye ile "velemyekün” okumuşlardır. Fiet ise: Cemaat manasınadır. "Yansurunehu": Allah'ın azabına mani olacak bir cemaati yoktu, demektir. 44Orada yetki hak olan Allah’ındır. O, sevapça da daha hayırlıdır, sonuçça da daha hayırlıdır. "Hunalikel velayetü": İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir ve Âsım, vavm fethası ile "elvelayetü” ve kafin esresi ile de "lillahil hakkı” okumuşlardır. Hamze de vavm kesri ile "elvilayetü", yine kafin kesresi ile "lillahil hakkı” okumuştur. Ebû Amr da vavm fethası ve "hakkun"u da kafin ref'i ile okumuş, Kisâi de kafin ref inde ona katılmış, ancak "vilayet” lâfzını kesre ile okumuştur. Zeccâc şöyle demiştir: Bu gibi durumlarda velayet: Allah dostuna yapılan yardımın açığa çıkmasıdır. Başkası da şöyle demiştir: Bu kelâm kıssadan önceki bir duruma aittir. Kim vavm fethi ile "velayet” derse, dostluğu ve yardımı kastetmiş olur, kim de kesre ile vilayet derse, yetkiyi ve mülkü kastetmiş olur. Nitekim biz de bunu Enfal: 72’de şerh etmiş bulunuyoruz. Feth (velayet) kıraatma göre Kelâmın manasında iki görüş vardır: Birincisi: Onlar kıyamette Allahü teâlâ’nın tarafına geçer, O’na iman eder ve taptıkları şeylerden de ellerini çekerler. Bunu İbn Kuteybe, demiştir. İkincisi: Orada Allah mahlukatın işini kendi eline alır; mü’minlere yardım eder, kâfirleri de yardımsız bırakır. Kesr (vilayet) okuyuşuna göre de mana şöyle olur: Orada yetki Allah’ındır. Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim "hakkı” diyerek kesre okursa, onu aziz ve celil olan Allah’a sıfat yapmış, kim de merfu okursa, onu velâyetin sıfatı yapmış olur. Eğer: "Neden müennes olan velayet, mastar olan hakka sıfat yapıldı?” denilirse, buna İbn Enbari iki cevap vermiştir: Birincisi: Onun müennesliği hakiki değildir; o, nasr (yardım) manasına alınmıştır, takdir de şöyledir: Orada yardım hak olan Allah’ındır. Nitekim sayha kelimesi de şu âyette sıyah/korkunç ses manasına alınmıştır: "Ve ahazellezine zalemus sayhatu” (Hûd: 67). İkincisi: Hak mastardır, onda müzekkerlik, müenneslik, tesniyelik ve cemilik birdir. Meselâ şöyle denir: Kavlüke hakkun ve kelimetüke hakkun ve akvalukum hakkun (sözün, sözünüz haktır). Hak lâfzını velâyeti methetmek ve Allahü teâlâ’yı methetmek üzere "hüve” gizleyerek merfu okumak da câizdir. "O sevapça daha hayırlıdır": Yani sevap vermesi umulanlar içinde sevabı en üstün olandır, demektir. Bu da: Eğer başkası da sevap verebilseydi O’nun sevabı daha üstün olurdu, takdirine göredir. "Ve hayrun ukba": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Kisâi, kafin zammesi ile "ukuba” okumuşlardır. Âsım ile Hamze de kafin sükunu ile "ukba” okumuşlardır. Ebû Ali de şöyle demiştir: “Unuk ve tunub gibi "fuul” vezninde olanları sükun ile okumak câizdir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Ukub, ukb, ukba ve akıbet, aynı manayadır, o da sonuç, demektir. Mana da şöyledir: Allah’a itâat etmenin sonucu başkasına itâat etmenin sonucundan daha hayırlıdır. 45Onlara misal ver ki, dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Onunla yerin bitkileri birbirine karıştı da derken rüzgarların savurduğu kuru çer çöp oldu. Allah her şeye muktedirdir. "Onlara dünya hayatının misalini ver": Yani çabuk sona erip gitmesinde, demektir. Hallerinin değişikliğinde de denilmiştir. Çünkü onun her sevinci hüzün ile beraberdir. Bu da "feasbaha heşimen” kavline kadar Yûnus suresi, âyet: 24'te tefsir edilmiştir. Ferrâ’ şöyle demiştir: Heşim: Yaş olup da kuruyan her şeye denir. Zeccâc da şöyle demiştir: Heşim: Kuru bitki (ot)tur. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Heşim, bitki olarak parçalanmış şeylere denir. Aslı: Heşemtüş şey’e’den gelir ki: Bir şeyi kırmaktır. Haşim ismi de (Kırıcı) bu kökten gelir. "Tezruhur riyah": Rüzgarın savurduğu demektir. Übey, İbn Abbâs ve İbn Ebi Able tenin ref’i, ranın kesri, arkasından sakin ye ve meksur he ile "tüzrihi” okumuşlardır. İbn Mes’ûd da öyle okumuş, ancak o tenin fethi ile kıraat etmiştir. Muktedir de: Kadertü kökünden müfteil veznindedir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Allah her şeye oldu": Yaratma ve yok etme bakımından "muktedira": Muktedir (gücü yeten). 46Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki kalıcı iyi ameller ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır. "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür": Bu; mal ve evlatları ile iftihar eden müşriklere reddiyedir. Allahü teâlâ bunların dünyada süslenecek şeyler olduğunu ve ahirette fayda vermeyeceğini haber vermiştir. "Baki kalıcı iyi ameller": Bunlarda da beş görüş vardır: Birincisi: Onlar: "Sübhanallah, velhamdü lillâh, velâilâhe illallah, vallahu ekber” zikridir. Ebû Hureyre, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Eğer gece uykusuzluğuna katlanamaz ve düşmanla cihad edemezseniz; sübhanallah velhamdülillah, vela İlâhe illallahu vallahu ekber, demekten geri kalmayın; çünkü bunlar baki kalacak iyi amellerdir.4 4 - Suyuti, ed Dürrü’l - Mensur, İbn Merdeveyh’ten, Ebû Hureyre radıyallahu anh rivâyeti. Bu, Atâ’ rivâyetinde İbn Abbâs’ın görüşüdür; Mücâhid, Atâ’, İkrime ve Dahhâk da böyle demişlerdir. Osman b. Affan radıyallahu anh’e baki kalacak iyi amelleri sordular, o da bu kelimeleri söyledi ve: Lahavle vela kuvvete illâ billah’ı ilâve etti.5 5 - Suyuti, ed - Dürrü’l - Mensur, Ahmed rivâyeti, Osman radıyallahu anh’ten rivayet edilmiştir. Said b. Müseyyeb ile Muhammed b. Ka’b el - Kurazi de aynısını söylemişlerdir. İkincisi: Onlar: Lailâhe illallah, vellahu ekber, velhamdü lillâh, vela kuvvete illâ billah"tır. Bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet etmiştir. 6 6 - Suyuti, ed - Dürrü’l - Mensur, İbn Merdeveyh nakli, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: Onlar beş vakit namazlardır, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; İbn Mes’ûd, Mesruk ve İbrahim de böyle demişlerdir. Dördüncüsü: Onlar güzel sözdür, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Beşincisi: Bütün güzel amellerdir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Katâde ile İbn Zeyd de böyle demişlerdir. "Rabbinin katında sevapça' da daha hayırlıdır": Yani mükafatı daha üstündür, demektir. "Umutça da daha hayırlıdır": Yani umulan şeylerden daha hayırlıdır; çünkü sizin umutlarınız yalancıdır, bu ise yalan çıkarılamayan bir umuttur. 47Hatırla o günü ki, biz dağlan yürütürüz. Yeryüzünü açık olarak görürsün. Onları toplamış; içlerinden hiçbirini bırakmamışızdır. "Ve yevme tüseyyerül cibalü": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, te ile "tüseyyerü” ve ref ile de "elcibalü” okumuşlardır. Nâfi, Âsım, Hamze ve Kisâi de nun ile "nüseyyirü", nasb ile "elcibale” okumuşlardır. İbn Muhaysın da tenin fethi, “sîn” in kesri, yenin sükunu ile "ve yevme tesirü” ref ile de "elcibalü” okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: "Veyevme” Manen mensubtur, o da gizli "üzkür” fiili iledir. Şu şekilde mensûb olması da câizdir: Velbakıyatüs salihatü hayran yevme tesirül cibalü (dağlar yürütüldüğü gün iyi ameller daha hayırlıdır). İbn Abbâs şöyle demiştir: Dünyada bulutlar nasıl yürütülürse, o gün de dağlar yeryüzünden öyle yürütülür. Sonra kırılır, yerden çıktığı gibi yerin içine girer. "Veterel arda barizeten": Amr b. As, İbn Semeyfa ve Ebû’l - Âliyye, tenin ve dadın zammesiyle "ve türelardu barizeten” okumuşlar, Ebû Recâ’ el - Utaridi de, böyle okumuşsa da o, "elarda"nın dadını meftuh okumuştur. "Barizeten": Bunun manasında iki görüş vardır: Birincisi: Açık demektir ki, üzerinde dağ veya ağaç veyahut bina gibi bir şey yok, demektir. Bunu da çoğunluk, demiştir. İkincisi: Halkı içinden çıkar, demektir, bunu da Ferrâ’ demiştir. "Onları toplamışızdır": Yani mü’minlerle kâfirleri, demektir. "Felem nüğadir": İbn Kuteybe: Geriye bırakmamışızdır, demiştir. Ğadertü keza, denir ki: Arkada bıraktım, demektir. Ğadir’e (göle) de bundan dolayı böyle denilmiştir; çünkü o da sellerin geride bıraktığı sudur. Eban ise te ile: "Felem tüğadir” rivayet etmiştir. 48Rabbine saflar halinde arz edilmişlerdir. Yemin olsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi bize geldiniz. Hayır, sizin için tayin edilmiş bir zaman / yer kılmayacağımızı iddia ettiniz. "Rabbine saflar halinde arz edilmişlerdir": Eğer: "Bu müstakbeldir, nasıl mazi ile tabir edildi?” denilirse, cevap şöyledir: Allahü teâlâ’nın olacağını bildiği şey, gözle görülmüş ve olmuş bitmiş kabul edilir, meselâ "ve nada ashabul cenneti” (A’raf: 43) kavli de böyledir. "Saflar halinde (saffa)": Burada da dört görüş vardır: Birincisi: O, hepsi manasınadır, meselâ "sümme'tuni saffa” (Taha: 64) kavli gibi. Bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Mana şöyledir: Rabbine saflar halinde (masfufine) arz olundular, bu da Basra ekolünün görüşüdür. Üçüncüsü: Mana şöyledir: Rabbine saflar halinde (sufufen) arz olundular; bu durumda tekil çoğul yerine kullanılmıştır, meselâ "sümme nuhricüküm tıflü” (Hac: 5) kavli gibi. Dördüncüsü: Hiç kimse Allah'ın gözünden kaçmadığı için hepsi görülen bir saf gibi olmuşlardır. Bu görüşleri İbn Enbari zikretmiştir. Her ümmet ve zümrenin bir saf olacağı da söylenmiştir. "Bize geldiniz": Onlara "böyle denilir” sözü gizlenmiştir. Bununla muhatap olanlar hakkında ise iki görüş vardır: Birincisi: Onlar hepsidir. İkincisi: Kâfirlerdir. Bu durumda lâfız genel, mana özel olmuş olur. "Kema halaknaküm evvele merretin": Bu da En’am: 94’de tefsir edilmiştir. "Hayır siz iddia ettiniz": Bu da özel olarak kâfirlere hitaptır, mana da: Dünyada iddia ettiniz, "sizin için tayin edilmiş bir zaman kılmayacağımızı": Yani yeniden diriltmek ve cezalandırmak için, demektir. 49Kitap konulmuştur. Günahkârların ondaki şeylerden korktuklarını görürsün. "Eyvah bize, bu kitaba ne oluyor da, küçük büyük bırakmamış, illâ ki, onları saymış!” derler. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. "Kitap konulmuştur": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, mahlukat yaratılmadan önce amellerinin yazıldığı kitaptır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O hesaptır, bunu da İbn Saib, demiştir. Üçüncüsü: Amel defterleridir, bunu da Mukâtil, demiştir. İbn Cerir Taberî de şöyle demiştir: Amel defterleri ellerine konulmuş (verilmiş) tir. Buna göre kitap ism-i cinstir. "Mücrimleri görürsün": Mücâhid: Kâfirleri, demiştir. Bazı ilim adamları da: Kur’ân’da geçen her mücrimden kâfir murat edilmiştir, demişlerdir. "Korkarlar içindeki şeylerden": Kötü amellerden. "Eyvah bize, derler": Bütün tehlikelere düşenler böyle derler. Biz de bu manayı En’am: 31’de "ya hasretena” kavlinde şerh etmiş bulunuyoruz. "Küçük büyük bırakmamış illâ ki, onları saymış": Bu küçük ve büyük işler için zahir manasınadır; İkrime ise İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Küçük: Gülümseme, büyük de: Kahkahadır. Bundan, bunların küçük ve büyük günahlar olduğu murat edildiği sanılır, öyle değildir; çünkü sırf gülmek ve gülümsemek günah değildir. Maksat şudur: Gülümsemek küçük fiillerdendir, gülmek de büyük fiillerdendir. Dahhâk da İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Küçük: Mü’minlere gülmek ve onlarla alay etmektir. Büyük de: Bunu kahkaha ile yapmaktır. Buna göre bunlar onu yapanın niyetinden dolayı günah olur, yoksa bizzat günah değildir. "Ahsaha"nın manası da: Onu saymak ve tesbit etmektir, mana da: Sayılı olarak bulur, demektir. "Yaptıklarını hazır bulmuşlardır": Yani kitaba yazılmış ve geçirilmiş olarak, demektir. Onun karşılığını hazır bulurlar da, denilmiştir. Ebû Süleyman da şöyle demiştir: Araştırmacılara göre doğrusu şudur: Mü’minlerin büyük günahlardan sakındıkları takdirde küçük günahlarının affedilmesi va'di, sahibi ahirette bunu gördükten sonra gerçekleşeceğidir. "Rabbin kimseye zulmetmez": Ebû Süleyman şöyle demiştir: Mü’minin iyilikleri eksiltilmez, kâfirin de kötülükleri artırılmaz. Şöyle de denilmiştir: Eğer kâfirin köle azat etme ve sadaka verme gibi bir hayır işi olursa, ona karşılık azabı hafifletilir; eğer ona bir Müslüman zulüm ederse, Allah o Müslümandan onun hakkını alır, böylece hak Allah’ın olur. 50Hani, Rabbin meleklere, "Âdem’e secde edin “demişti de, İblis hariç secde etmişlerdi. O, cinden olup Rabbinin emrinden çıktı. Onu ve zürriyetini benden başka dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa o, sizin için bir düşmandır. Bu trampa zâlimler için ne kötüdür! Sonra Allahü teâlâ Peygamberine bu, fakirlerin meclisinde oturmaktan kibirlenenlere îblis’in kıssasını ve kibrin onun başına neler getirdiğini hatırlatmasını emretti ve: "Hani, demiştik", dedi, yani bunu da zikret, buyurdu. "Cinden oldu": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, bu nas (metin)den dolayı gerçekten cinden idi, bunu söyleyenler onun zürriyetinin olup meleklerin ise zürriyetinin olmamasını delil getirmişlerdir. Melekler Allah’ın elçileridir, onlar küfürden korunmuşlardır. İkincisi: O, meleklerden idi, "cin"den denilmesi, onun cin denen melekler türünden olmasındandır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Biz de bunu Bakara: 34’te şerh etmiş bulunuyoruz. "Rabbinin emrinden çıktı": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Rabbinin itâatinden çıktı, Araplar: Fesekatür rutabetü min kışriha derler ki: Taze hurma kabuğundan çıktı, demektir. Bunu da Ferrâ’ ile İbn Kuteybe, demişlerdir. İkincisi: Emredilip de isyan etmesiyle fasık oldu; bu da Rabbinin emrinden çıkmasına sebep oldu. Zeccâc şöyle demiştir: Bu; Halil ile Sibeveyh’in görüşüdür, bizce hak olan da budur. Üçüncüsü: Rabbinin emrini reddetmekten fasık oldu, bunu da Zeccâc, Kutrub'tan hikaye etmiştir. "Onu ve zürriyetini benden başka dostlar mı ediniyorsunuz?": Yani ona icabet etmekle onun tarafını mı tutuyorsunuz? Hasen ile Katâde: Zürriyeti, evlatlarıdır, demişlerdir; çünkü onlar da insanoğlu gibi ürerler. Mücâhid de: Onun zürriyeti şeytanlardır, demiştir. Onun zürriyetinden biri, îblis’in çarşıda sancağını taşıyan Zelenbur’dur. Bir de Sebr vardır ki, o da musibetlerle ilgilidir. A’ver ise: Riya ile görevlidir. Misvat da: Halkın diline asılsız haberler atmakla görevlidir. Dasim ise: Bir insan evine girer de selam vermez ve Allah’ın ismini anmazsa, yemek yediği zaman onunla beraber yer. Bazı ilim adamları şöyle demişlerdir: İnsanın hatası kibirde ise artık onun için umut besleme. Eğer şehvette ise, ondan da umudunu kesme. Çünkü îblis’in günahı kibir idi, Âdem’in günahı ise şehvet idi. "Zâlimler için trampa olarak ne kötüdür": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Zâlimleri bedel edinmek ne kötüdür. İkincisi: Şeytan ne kötüdür. Üçüncüsü: Şeytan ve zürriyeti ne kötüdür. Bunları İbn Enbari zikretmiştir. 51Onları ne göklerin ne de yerin yaratılışına ne de kendilerinin yaratılışına şahit tutmadım. Ben, saptıranları yardımcı da tutmadım. "Ma eşhettühüm halkas semavati velardı": Ebû Cafer ile Ebû Şeybe: "Maeşhednahüm” okumuşlardır. İşaret edilen bu kimseler hakkında da dört görüş vardır: Birincisi: İblis ve zürriyetidir. İkincisi: Meleklerdir. Üçüncüsü: Bütün kâfirlerdir. Dördüncüsü: Bütün halktır, mana da: Onları yaratırken onları şahit tutmadım, demektir. Bu da yardımcıya ihtiyacı olmadığını ve kudretinin mükemmelliğini ilan etmektir. "Ne de kendilerinin yaratılışına": Yani bazısını bazısının yaratılışına şahit, etmedim, bazısını yaratmada da bazısından yardım istemedim, demektir. "Ben saptıranları yardımcı da tutmadım": Yani şeytanları demektir. "Adud": Yardımcı ve destekçi, demektir. Adud (pazu) yardımcı manasında çok kullanılır, çünkü o, elin dayanağıdır. Zeccâc şöyle demiştir; İ’tidad: Güçlenmek ve yardım istemektir. İ’tedattu bifülanin derler ki: Ondan yardım istedim, demektir. Yardımlarını istemediği konusunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, dostluktur, Mana da şöyledir: Ben saptıranları dost edinecek değilim. Bunu da Mücâhid demiştir. İkincisi: O, göklerle yerin yaratılmasıdır, bunu da Mukâtil, demiştir. Hasen, Cahderi ve Ebû Cafer, tenin fethası ile "ma künte” (sen değilsin) okumuştur. 52Hatırla o günü ki, (Allah): "İddia ettiğiniz ortaklarımı çağırın” der. Onlara cevap vermediler ve aralarına tehlikeli bir uçurum kılmışızdır. "Ve yevme yekulu": Hamze, nun ile "nekulu” okumuştur, yani kıyamet gününde deriz, "nadu şürekaiye (ortaklarımı çağırın)": Ortakları onların iddiasına göre kendisine nisbet etti. Maksat: Onları çağırın da sizden azabı savsınlar veyahut size şefaat etsinler, demektir. "İddia ettiğiniz": Yani ortaklar dediğiniz. "Onları çağırmışlardır ve aralarına koymuşuzdur": İşaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar müşriklerle ortaklar, yani putlardır. İkincisi: Hidayet ehli ile dalâlet ehlidir. "Mevbık": Bunun manasında da altı görüş vardır: Birincisi: Tehlikeli yerdir, bunu da İbn Abbâs, Katâde ve Dahhâk, demişlerdir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Onlarla İlâhlarının arasına tehlikeli bir yer kılmışızdır, demiştir. Aynı kökten olarak: Evbekathu zunubuhu, derler ki: Günahları onu helak etti, demektir. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Onların arasına onları helak edecek bir azap koyduk. Buna göre mevbık: Tehlike demektir. Vebika, yeybeku, ve ye’baku, vebekan ve vebeka, yebiku, vubukan fehüve vabikun diye çekimi yapılır. Ferrâ’ şöyle demiştir: Dünyada ilişki kurmalarını onlar için âhirette tehlike kıldık. Bu görüşe göre beyn, ilişki manasınadır, tıpkı nurıun zammesiyle okuyanın: "Lekad tekatta beynüküm” (En’am: 94) kavli gibi (ilişiğiniz kesilmiştir). İkincisi: Mevbık: Sapıklarla doğruları birbirinden ayıran derin bir deredir. Bunu da Abdullah b. Ömer, demiştir. Üçüncüsü: Cehennemde bir deredir, bunu da Enes b. Malik ile Mücâhid, demişlerdir. Dördüncüsü: Mevbık’ın manası: Düşmanlıktır, bunu da Hasen, demiştir. Beşincisi: O, hapishanedir, bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir. Altıncısı: O, randevu yeri / zamanıdır. Bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. İbn Enbari şöyle demiştir: Eğer: "Neden "mevbıkan” dedi de, mimin zammesiyle "mubikan” demedi, çünkü onun manası, helak edici azaptır?” denilirse. Cevap şöyledir: O, cehennemde bir hapishanenin ismidir, isimlerde ise kıyas olmaz; bundan biliniyor ki, "mevbık” mef il veznindedir, evbekahullahu deyiminden gelir ki: Allah onu helak etti, demektir. Mimi de varlıklara isim olan "mev’id, mevlid ve mahtid’de olduğu gibi meftuhtur. 53Günahkarlar ateşi görüp içine kesin düşeceklerini ve ondan savuşacak bir yer bulamayacaklarını bilmişlerdir. "Günahkarlar ateşi görmüşlerdir": Yani onu gözleriyle görmüşlerdir; o ise onlara kızdığından köpürmektedir. Mücrimlerden maksat: Kâfirlerdir. "Zannu": Kesin bildiler, demektir. "İçine düşeceklerini": Yani içine gireceklerini, demektir. Muvakaa: Bir şeye tehlikeli vaziyette yaklaşmaktır. "Ondan savuşacak bir yer bulamadılar": Yani sapacak ve kaçacak yer, demektir. Masrif: Dönecek yer manasınadır. Çünkü cehennem onları her taraftan sardığından kaçamayacaklardır. 54Yemin olsun ki, bu Kur’ân’da insanlar için her misalden açıkladık. İnsan en çok tartışan varlıktır. "Yemin olsun ki, bu Kur’ân’da her misalden açıkladık": Bunu İsra: 41’de tefsir etmiş bulunuyoruz. "İnsan en çok tartışan varlıktır": Kimler hakkında indiğinde iki görüş vardır: Birincisi: O, Nadr b. Haris’tir, onun tartışması da Kur’ân üzerinde idi. Bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Übey b. Haleftir, onun tartışması da öldükten sonra dirilme üzerinde idi; çürümüş bir kemik getirip: "Allah bunu yeni baştan yaratabilir mi?” dedi. Bunu da İbn Saib, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Melek ve cin gibi aklı olan her şey mücadele eder, insan ise en çok mücadele eden (tartışan) varlıktır. 55İnsanları kendilerine hidayet geldiği zaman iman etmekten ve Rablerine istiğfar etmekten ancak onlara öncekilerin kanununun gelmesi yahut onlara göz göre göre azabın gelmesi men etti. "İnsanları iman etmekten şu men etti": Müfessirler: Mekke halkını, demişlerdir. "Onlara hidayet geldiği zaman": O da Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Kur’ân ve İslâm’dır. "Ancak onlara öncekilerin kanununun gelmesi men etti": O da iman etmedikleri takdirde azap olunmalarıdır. Kelâmın manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Onları iman etmekten ancak öncekilerin kanununu istemeleri men etti. Bunu da Zeccâc, demiştir. İkincisi: Şeytan insanları iman etmekten ancak öncekilerin kanununun gelmesi için men etti, yani onları doğrudan men etti ki, azaba duçar olsunlar. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Üçüncüsü: Onları iman etmekten ancak onlara azabı takdir etmem men etti. Bu âyet Bedir ve Uhut’ta öldürülen kimseler hakkında inmiştir. Bunu da Vahidi, demiştir. "Ev ye’tiyehümül azabu (yahut onlara azabın gelmesi)": Burada "ev = yahut” edatı hakkında üç görüş vardır: Birincisi: O, vav (ve) manasınadır. İkincisi: O, iki şeyden birinin gerçekleşmesi içindir, çünkü onu açıklamada bir fayda yoktur. Üçüncüsü: O, bazı manasınadır, yani bazılarının başına bu gelir, demektir. Bu üç görüşü daha önce "ev kesayyibin minessemai” kavlinde açıklamış bulunuyoruz (Bakara: 19). "Kubulen": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, kafin kesri ve benin fethi ile "kıbelen” okumuşlardır. Âsım, Hamze ve Kisâi de, kafin ve benin zammesiyle "kubulen” okumuşlardır. Biz de iki okuyuşun sebebini En’am: 111’de açıklamıştık. Übey b. Ka’b ile İbn Mes’ûd da, "fail” vezninde "kabilen” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile Ebû’l - Mütevekkil de yesiz olarak kafin fethi ile "kabelen” okumuşlardır. İbn Kuteybe de, manası: Yeni baştandır, demiştir. Eğer: "öncekilerin kanunu"ndan maksat azap ise "yahut onlara azabın gelmesi” kavlini tekrar etmede ne fayda vardır?” denilirse. Cevap şöyledir: Öncekilerin kanunu, kapalı, gecikebilen ve değişebilen bir azabı ifade ekmektedir. Azabın göz göre göre gelmesi ise Bedir gazasında öldürülmeyi ifade eder. Mukâtil: "Öncekilerin kanunu": Geçmiş milletlerin azabıdır, "yahut azabın onlara karşı gelmesi de. Bedir gününde kılıçla ayan beyan öldürülmeleridir, demiştir. 56Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfirler batılla (bâtıll argümanlarla) mücadele ederler ki, onunla hakkı iptal etsinler. Onlar âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alay konusu edindiler. "Kâfirler batılla mücadele ederler": İbn Abbâs şöyle demiştir: Kâfirlerden: Kur’ân’lâ dalga geçen ve bunun için çeşitli görevler üstlenenler ve adamları murat edilmiştir. Batılla mücadeleleri de: Peygamberi kendi arzularına uygun mucizeler getirmeye zorlamalarıdır. "Onunla hakkı iptal etmeleri için": Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiğini iptal etmeleri için, demektir. Mücadeleleri, "biz kemik ve toprak olduğumuz zaman mı yeniden dirileceğiz” (İsra: 49), "toprakta kaybolduğumuz zaman mı?” (Secde: 10) vb. sözleridir ki, onunla Kur’ân’da zikredilen öldükten sonra dirilme ve ceza görme gibi şeyleri iptal etmek istiyorlardı, da denilmiştir. Ebû Ubeyde de: "Liyüdhidu"nun manası: Kaydırmak ve götürmektir, demiştir. Mekânün dahdun denir ki: Ayak ve tırnağın tutmayıp kaydığı yer, demektir. "Âyetlerimi edindiler": Yani Kur’ân’ı "ve uyarıldıkları şeyi": Yani korkutuldukları cehennem ve kıyameti "alay": Yani alay edilen şey edindiler, demektir. 57Kendisine Rabbinin âyetleri ile öğüt verilip de ondan yüz çeviren ve iki elinin önceden gönderdiği şeyleri inkâr edenden daha zalim kim vardır? Gerçekten biz onu (Kur’ân’ı) anlamamalarından (yani anlamadıkları için) kalplerinin üzerine örtüler çektik, kulaklarına da ağırlık (koyduk). Eğer onları doğru yola çağırırsan, o zaman ona ebediyen yol bulamazlar. "Daha zalim kimdir?": Biz de bu kelimeyi Bakara: 114’te şerh etmiş bulunuyoruz. "Zükkire": Öğüt verildi, demektir. Rabbinin âyetleri de Kur’ân’dır. Ondan yüz çevirme ise: Onu önemsememektir. "Ellerinin önceden gönderdiği şeyi unuttu": Yani geçmiş günahlarını demektir. Biz de bundan sonrasını, "eğer onları doğru yola çağırırsan” kavline kadar olan kısmını, En’am: 21’de şerh etmiş bulunuyoruz. Hidayet: İman ve Kur’ân’dır. "Ebediyen yol bulamazlar": Bu da onları gayet iyi bildiğini haber vermektir. 58Rabbin çok bağışlayıcı, rahmet sahibidir. Eğer onları kazandıkları şeylerle sorumlu tutsaydı, mutlaka onlara acele azap ederdi. Hayır, onlar için belirli bir zaman vardır ki, ona karşı asla bir sığınak bulamazlar. "Rabbin çok bağışlayıcı ve rahmet sahibidir": Çünkü onlara hemen azap etmemiştir. "Hayır, onlar için belli bir zaman vardır": öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığını görme için. "Ona karşı asla bir sığınak bulamazlar (mev’ilâ)": Ferrâ’, mev’il: Menca (kurtulacak yer)dir ki, o mana bakımından sığınaktır, demiştir. Çünkü menca sığınaktır. Araplar: Innehu leyuvailu ilâ mavdıihi derler ki: Yerine gidiyor, demektir. Şair de bu manada şöyle demiştir: Serbest bıraktığın (salıverdiğin) nefsin kurtulmadı, Aminlere (serbest bıraktığın) ve yaralanmadı. Beyitte geçen: Lâ vaelet: Kurtulmadı, demektir. Ebû Ubeyde de Şair A’şa’nın şöyle bir beytini misal getirmiştir: Ev sahibinin gafil anını gözetliyorum, Benden sakınıyor ama, kurtulamaz. Beyitte geçen: Mayeilü: Kurtulamaz, demektir. İbn Kuteybe de: Mev’il: Sığınaktır, demiştir. Veele fülanün ile keza denir ki: Bir yere sığındı, demektir. Eğer: "Âyetin zahiri kâfirlere azabın tehir edilmesi Allah’ın rahmeti iledir, malumdur ki, onların rahmetten nasibi yoktur?” denilirse. Buna iki cevap verilmiştir: Birincisi: Burada rahmet nimet manasınadır, Allah’ın nimeti de mü’mine de kafire de şamildir. Bağışlanma ve rıza manasına olan rahmette ise, kâfirin bir hissesi yoktur. İkincisi: Allah’ın rahmeti kıyamet gününde kâfirlere yasaktır, onlar dünyada ise rahmetten sağlık ve rızık olarak istifade ederler. 59İşte bunlar haksızlık ettikleri zaman helak ettiğimiz kentlerdir. Onları helak için belli bir zaman kıldık (tayin ettik). "İşte bu kentler": Sana kıssalarını anlattığımız kentler, demektir. Maksat halkıdır. Bunun içindir ki,. "Onları helak ettik” demiştir. Onlar da Hûd, Salih, Lût ve Şuayb kavimleridir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: "Haksızlık ettikleri zaman” kavlinin manası, haksızlık etmelerinden sonra demektir. "Ve cealna limehlikihim": Çoğunluk mimin zammı ve “Lâm” ın fethi ile okumuşlardır. Zeccâc, bunda iki mülahaza vardır, demiştir: Birincisi: Mastar olmasıdır ki, mana: Onları helak etmek için belli bir zaman tayin ettik, demektir. İkincisi: İsm-i zaman olmasıdır ki: Helak vakitleri için, demektir. Ebû Bekir, Âsım'dan mimin ve “Lâm” ın fethini rivayet etmiştir. O da helak gibi mastardır. Hafs da Âsım'dan mimin fethi ve “Lâm” ın kesrini rivayet etmiştir ki: Helak vakitleri için demek olur. 60Hani, Mûsa, genç adamına: "İki denizin birleştiği yere varıncaya değin durmadan yürüyeceğim yahut uzun süreler geçireceğim” demişti. "Hani, Mûsa genç adamına demişti...” Mûsa aleyhisselam’ın bu yolculuğa çıkmasının sebebi şudur: İbn Abbâs'ın, Übey b. Ka’b’ten rivâyetine göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: Mûsa İsrâil oğullarında kalkmış hutbe okuyordu, kendisine, insanların en alimi kim, diye soruldu, o da: Ben, dedi. Aziz ve celil olan Allah, Allah bilir demediği için ona sitem etti ve ona, iki denizin birleştiği yerde senden daha alim bir kulum var, diye vahyetti. Mûsa da: "Ya Rabbi, onu nasıl bulabilirim?” dedi. O da: Yanına bir balık al, onu büyük bir sepete korsun, onu kaybettiğin yerde, o oradadır, dedi. Mûsa, genç adamı Yuşa b. Nun ile gitti, kayaya geldiler; başlarını yere koyup uyudular. Sepetteki balık kımıldadı, ondan çıkıp denize girdi. Denizde bir yol tuttu. Allah balığa suyu akıtmadı, su balığın üzerinde kemer (dehliz) gibi oldu. Uyanınca adamı ona balığı haber vermeyi unuttu. Bir gün bir gece gittiler. Sonunda sabah olunca Mûsa, uşağına: Sabah yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan yorulduk, dedi. Mûsa Allah’ın kendisine emrettiği yeri geçmedikçe yorgunluk hissetmedi. Uşağı: "Gördün mü, biz kayaya varınca... balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tuttu” dedi. Diyor ki: Balık için denizde bir dehliz oluştu, bu dâ Mûsa ve uşağı için şaşılacak bir şey oldu. "Mûsa: İşte aradığımız o idi, dedi ve izlerini sürerek geri döndüler". Diyor ki: İzleri üstü geri döndüler, nihayet o kayaya vardılar. Baktılar ki, aradıkları adam, elbisesine bürünmüş duruyor. Mûsa ona selam verdi. Hızır da: "Buralarda bu selam ne gezer, sen nerelisin?” dedi. O da: Ben Mûsa’yım, dedi. O da: "İsrâil oğullarının Mûsa’sı mı?” dedi. O da: Evet, senden ilm-i ledün öğrenmek için geldim, dedi. O da: Buna dayanamazsın, ey Mûsa, ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilme sahibim ki, onu sen bilmezsin, sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilme sahipsin ki, ben de onu bilmem, dedi. Mûsa: İnşallah beni sabırlı bulursun, hiçbir emrine karşı gelmeyeceğim, dedi. Hızır da ona: Eğer bana tabi olursan, ben sana anlatmadıkça bana bir şey sorma, dedi. Sahilde yürüyerek gittiler, bir gemi geçti, kendilerini ona almasını istediler, onlar da Hızır’ı tanıdılar, onu navlunsuz (ücretsiz) olarak bindirdiler. Binince Hızır hemen geminin bir tahtasını keserle söktü; Mûsa ona: Adamlar bizi ücretsiz olarak gemiye bindirdiler; sen ise yolcuları batırmak için kalktın gemiyi deldin, dedi... Mûsa da: beni mazur gör, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem: Mûsa’nın ilk hareketi unutma idi, dedi. Diyor ki: Bir serçe kuşu geldi, geminin kıyısına kondu, denizden bir yudum su aldı. Hızır: Benim ve senin ilmin aziz ve celil olan Allah’ın ilminin yanında bu serçenin denizden aldığı su kadardır, dedi. Sonra gemiden çıktılar; sahilde yürürlerken Hızır, bir oğlan çocuğu gördü, çocuklarla oynuyordu; Hızır gitti çocuğun başını tutup kopardı, onu öldürdü. Mûsa ona: "Suçsuz bir cana mı kıydın?” dedi. Yine gittiler, nihayet yıkılmaya yüz tutmuş bir duvara rastladılar; Hızır onu eliyle doğrulttu; Mûsa da: Bir topluma geldik, bizi misafir etmediler, "eğer isteseydin bundan dolayı ücret alırdın” dedi. Hızır da: İşte şimdi ayrılığın zamanı geldi... dedi. Bu Buhârî ile Müslim’in Sahihlerinde tahriç ettikleri sahih bir hadistir. Biz de hadisin senedini "el - Hadaik” kitabında zikrettik, burada kısa olmasını tercih ettik. Tefsir: "Hani, Mûsa demişti": Mana: Bunu zikret, demektir. Mûsa hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, İrnran oğlu Mûsa'dır, bunu çoğunluk, demiştir. Buhârî ile Müslim’deki Said b. Cübeyr hadisi de bunu gösteriyor, diyor ki: İbn Abbâs’a, Nevf el - Bekkali, Hızır’lâ buluşanın İsrâil oğullarının Mûsa’sı olmadığını iddia ediyor, dedim. O da: Allah’ın düşmanı yalan söylemiş, bana Übey b. Ka’b haber verdi, dedi ve yukarıda takdim ettiğimiz hadisi söyledi. İkincisi: O, Mûsa b. Mişa’dır, bunu da İbn İshak demiştir ki, zikrettiğimiz sahih hadisten dolayı hiçbir şey değildir. Adamı ise Yuşa b. Nun’dur ki, onda ihtilaf yoktur. Ona, delikanlı denilmesi, yanından ayrılmadığı, ondan ilim aldığı ve ona hizmet ettiği içindir. "Lâ ebrahu": Lâ ezalu (durmayacağım): Bundan maksat, yerimden ayrılmayacağım, demek değildir. Çünkü yerinden ayrılmazsa hiçbir yere gidemez. Bu: Maberihtü ünazıru Abdallah (Abdullah ile hep münazara ettim) sözüne benzer ki, devam ettim, demektir. Şair de şöyle demiştir: Sen devamlı emaneti eda eder Ve yenisini yüklenirsen, emanetleri kaldıramazsın. Beyitte geçen, efrehatke, sana ağır yük yükler demektir. Âyetin manası da: İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmadan yürüyeceğim, demektir ki, orası da Hızır’lâ buluşma noktasıdır. Katâde şöyle demiştir: Orası Fars denizi ile Rum denizinin birleştiği yerdir; Rum denizi batıda, Fars denizi de doğudadır. İki denizin birleştiği memleketin isminde de iki görüş vardır: Birincisi: Afrika’dır, bunu Übey b. Ka’b, demiştir. İkincisi: Tanca’dır, bunu da Muhammed b. Ka’b el - Kurazi, demiştir. "Ev emdıye hukuba": Ebû Rezin, Hasen, Ebû Miclez, Katâde, Cahderi ve İbn Ya’mur, kafin sükunu ile: "Hukba” okumuşlardır. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Hukub: Dehir (uzun zaman)dır, hikab ise: Yıllardır. Tekili: Hıkbe’dir. Hukb ve hukub denir, tıpkı şunlar gibi: Kufi ve kuful, buz’ ve huzu’, küf ve küfü’, ükl ve ükül, suht vu suhut, ru’b ve ruub, nükr ve nükür, üzn ve üzün, suhk ve suhuk, bu’d ve buud, şuğl ve şuğul, süls ve sülüs, uzr ve uzur, nüzr ve nüzür, umr ve umur. Müfessirlerin hukub üzerinde sekiz görüşleri vardır: Birincisi: O, dehir (uzun zaman) dır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Seksen senedir, bunu da Abdullah b. Amr ile Ebû Hureyre, demişlerdir. Üçüncüsü: Yetmiş bin senedir, bunu da Hasen, demiştir. Dördüncüsü: Yetmiş senedir, bunu da Mücâhid, demiştir. Beşincisi: On yedi senedir, bunu da Mukâtil b. Hayyan, demiştir. Altıncısı: O, seksen bin senedir, her günü dünya sayısı ile bin senedir. Yedincisi: O, Kays lehçesinde bir yıldır, bu ikisini Ferrâ’ zikretmiştir. Sekizincisi: Hukub Araplara göre belirsiz vakittir, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. Kelâmın manası: Yürüyeceğim, ister ki, hukublar sürsün, demektir. 61İkisinin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. O da denizde bir deliğe doğru yolunu tuttu. "O ikisi varınca": Yani Mûsa ile uşağı, demektir. "İkisinin birleştiği yere": Yani iki denizin kavuştuğu yere, demektir. "Balıklarını unuttular": Azık olarak bir sepete salamura balık koymuşlardı, sabah akşam yemeklerinde ondan yerlerdi. Sahildeki o kayaya varınca uşağı sepeti yere koydu, balığa denizin ıslaklığı dokundu. Yuşa'ın, ab-ı hayattan abdest aldığı, balığa su sıçradığı ve canlandığı da söylenmiştir. Balık sepette kımıldadı, arkasından da denize sızdı. Mûsa’ya: Azık olarak salamura balık al, onu kaybettiğin zaman adamı bulmuşsundur, denilmişti. Balık denize gittiği zaman Mûsa ihtiyacım görmeye gitmişti. Uşağı durumu haber vermek istediyse de unuttu. Neden tesniye sigasıyla "nesiye hutehuma” denildi; çünkü ikisi de o azığı almışlardı. Nitekim: Kavim azığı unuttu, denir ki, biri unutur. Ferrâ’ şöyle demiştir: "O ikisinden inci ve mercan çıkar” (Rahman: 22) kavli de böyledir ki, inci ve mercan ancak tuzludan çıkar, tatlı sudan çıkmaz. Şöyle de denilmiştir: Yuşa balığı taşımayı unuttu, Mûsa da ona emretmeyi unuttu. Bunun için unutma ikisine izafe edilmiştir. "O da denizde bir deliğe doğru yolunu tuttu (sereba)": Sereb: Yol ve gidecek yer, demektir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Balık denizde neye değerse kuruyor, kaya gibi oluyordu. Katâde şöyle demiştir: Bir yol tuttuğu zaman su donuyordu. Übey b. Ka’b hadisinde de, suyun balığın üzerinde tak-ı zafer gibi olduğunu zikretmiştik. 62(Orayı) geçtikleri zaman genç adamına: "Sabah yemeğimizi getir. Yemin olsun, bu yolculuğumuzdan bir yorgunlukla karşılaştık” dedi. "İkisi orayı geçince": Balığın gittiği yeri geçince, demektir. Herhangi yolcu gibi yoruldular; o zaman Mûsa yemek istedi: "Sabah yemeğimizi getir” dedi. Gada: Sabahleyin yenen yemektir. Nasab ise: Yorgunluktur. Bu da şunu gösterir ki, bir insan bir eziyet görür ve yorulur da böyle bir şey söylerse bu, şikayet olmaz. 63O da: "Gördün mü, biz kayaya sığındığımız zaman şüphesiz ben balığı unuttum. Onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu. O, şaşılacak şekilde denizde yolunu tuttu” dedi. "Dedi": Yani Yuşa, Mûsa’ya, "gördün mü, biz kayaya sığındığımız zaman": Yani oraya indiğimiz zaman, "şüphesiz ben balığı unuttum": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Sana balığın durumunu haber vermeyi unuttum. İkincisi: Balığı taşımayı unuttum. "Vema ensanihu": Kisâi he’nin kesri ile sini imale etmiştir (enseynihi). İbn Kesir de vasılda heden sonra ye ile "ensanihî” okumuştur. Hafs da Âsım’dan henin zammesi ile "ensanihu” rivayet etmiştir. "Vettelıaze sebilehi filbahri aceba (denizde yolunu tuttu)": Sebildeki “He” zamiri balığa râcîdir. Tutan hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, balıktır, sonra onu haber veren hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’tır. Sonra Kelâmın manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Denizde acayip bir şey göstermek ve acayip bir şey yapmak üzere yol tuttu. İkincisi: Allahü teâlâ: "Denizde yolunu tuttu” deyince, bundan şaşın ve bu mucizeyle uyanın, dedi. Üçüncüsü: Allahü teâlâ’nın haberi, "filbahr (denizde)” kavlinde kesildi. Bunun üzerine Mûsa, balıktan gördüğü şey için: Acaba, dedi. Bu görüşleri İbn Enbari zikretmiştir. İkincisi: Balıktan haber veren Yuşa’dır, Mûsa’ya balığın ne yaptığını anlattı. İkinci görüş: Yol tutan Mûsa'dır, acayip şekilde denizde balığın yolunu tuttu; balığın geçtiği yere girdi; Hızır’ı gördü. Atıyye, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mûsa kayaya döndü, balığı buldu, balık denizde gitmeye başladı, Mûsa da onu takip etti, nihayet denizin adalarından birine vardı; Hızırla karşılaştı. 64O da: "Aradığımız şey oydu” dedi; hemen izlerini takip ederek geri döndüler. "Mûsa: Aradığımız şey o idi, dedi": İstediğimizi gösteren işaret o idi. İbn Kesir vasılda da vakıfta da ye ile: "Nebğî” okumuştur. Nâfi, Ebû Amr ve Kisâi de, vakıfta ye ile okumuşlardır. İbn Âmir, Âsım ve Hamze de, iki halde de yenin hazfi ile okumuşlardır. "İzlerini takip ederek geri döndüler": Yani izlerini takip ederek geldikleri yerden geri döndüler, demektir. Kasas: İz sürmektir. 65Orada kullarımızdan kendisine katımızdan bir rahmet verdiğimiz ve ona yanımızdan bir ilim öğrettiğimiz bir kul buldular. "Kullarımızdan bir kul buldular": Yani Hızır'ı buldular. İsminde dört görüş vardır: Birincisi: Elyesa’dır, bunu da Vehb ile Mukâtil, demişlerdir. İkincisi: Hızır b. Amiye’dır. Üçüncüsü: Ermiya b. Halkıya’dır, bu ikisini İbn Münadi zikretmiştir. Dördüncüsü: Yelya b. Melkan’dır, bunu da Ali b. Ahmed en - Nisaburi zikretmiştir. Hızır isminin verilmesine gelince: Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, kuru bir yere oturdu, orası yeşerdi, bunu da Ebû Hureyre, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Hadiste geçen ferve: Kuru yer demektir. İkincisi: O nereye otursa çevresi yeşillenirdi, bunu da İkrime demiştir. Mücâhid de şöyle demiştir: Namaz kıldığı yer yemyeşil olurdu. Hızır peygamber mi idi değil miydi? Bunda da iki görüş vardır, bunları da Ebû Bekir b. Entari zikretmiş ve şöyle demiştir: Çoğunluk onun peygamber olduğunu söyler. Bazıları da onun iyi bir kimse olduğunu söyler. Âlimler onun günümüze kadar yaşayıp yaşamadığında da iki görüş halinde ihtilaf etmiştir ki, bunları Maverdi nakletmiştir. Hasen Basri onun öldüğüne kail olurdu. Arkadaşlarımızdan İbn Münadi de böyle der ve ölmediğini söyleyenleri ayıplar: Onun günümüze kadar yaşadığı hakkında sahih hadis yoktur, derdi. Ebû Bekir en-Nakkaş şöyle rivayet etmiştir: Muhammed b. İsmail el- Buhârî’ye Hızır ile İlyas’tan sordular, onlar hayatta mıdırlar, dediler? O da: Nasıl olur, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: Bugünden itibaren yüz sene başına kadar yeryüzündekilerden kimse kalmaz, demiştir, dedi. "Ona katımızdan bir rahmet verdik": Bu rahmet hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: O peygamberliktir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Hak edenlere karşı gösterdiği şefkat ve acımadır. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Üçüncüsü: Nimettir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Ona katımızdan ilim öğrettik": İbn Abbâs: Gayb ilminden bir ilim verdi, demiştir. 66Mûsa ona: "Sana öğretilen yol gösteren bilgiden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi. "En tüallimeni": İbn Kesir vasılda ve vakıfta ye ile "en tüallimenî rııimma” okumuş; Nâfi ile Ebû Amr da vasılda ye ile okumuşlardır. İbn Âmir ile Âsım da iki halde de yenin hazfı ile okumuşlardır. "Mimma ullimte rüşda": İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Hamze ve Kisâi, ranın zammesi ve şinin sükunu ile "rüşda” okumuşlardır. Ebû Amr da ranın ve şinin fethi ile "reşeda” okumuştur. İbn Âmir’den de ikisinin de zammı ile okuduğu rivayet edilmiştir. Rüşd de reşed de lügattir, tıpkı nuhl ve nehal, ucm ve acem, urb ve areb gibi. Mana da şöyledir: Bana doğruyu gösteren ilim öğretmen için. Bu kıssa; ilim öğrenmek için yolculuk etmeyi, fazilet öğrenmek için üstün asta tabi olmasını teşvik etmiş ve arkadaşa karşı edepli ve alçak gönüllü olmayı harekete geçirmiştir. 67O da: "Şüphesiz sen benimle beraber sabretmeye güç yetiremezsin” dedi. "Şüphesiz sen benimle beraber sabretmeye güç yetiremezsin": İbn Abbâs şöyle demiştir: Yaptığıma dayanamazsın, çünkü ben Rabbimin gayb (ledün) ilminden öğrendim. Bu sabırda iki mülahaza vardır: Birincisi: İnkara karşı. İkincisi: Suale karşı. 68"Haberce kavramadığın şeye nasıl sabredersin?" "Ve keyfe tasbirü alâ ma lem tuhıt bihi hubra": Hubr; bir şeyi bilmektir, Mana da şöyledir: Dış görünüşü kötü olan ve içini bilemediğin şeye nasıl sabredersin? 69O da: "İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın ve senin hiçbir emrine isyan etmeyeceğim” dedi. "inşallah beni sabredenlerden bulacaksın ve senin hiçbir emrine isyan etmeyeceğim": İbn Enbari şöyle demiştir: İsyan etmemek sabrın üzerine atfedilmiştir, Mana da şöyledir: Beni sabırlı bulacaksın ve inşallah isyan etmeyeceğim. 70Dedi: "Eğer bana tabi olursan, sana anlatmaya başlayıncaya kadar bana hiçbir şey sorma". "Fela tes’elnî": İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi, sakin lâm ile: "Fela tes’elnî” okumuşlar; Nâfi de meftuh lâm ve şeddeli nun ile "tes’elennî” okumuştur. İbn Âmir de Dacuni rivâyetinde harekeli lâm, yesiz ve meksur nun ile "fela tes’elenni” okumuştur. Mana da: Yaptığım şeyden bana sorma, demektir, "Ben sana anlatıncaya kadar": Yani onu ben açıklayıncaya kadar, çünkü onun ilmi senin için gaiptir. 71İkisi gittiler. Nihayet gemiye bindikleri zaman onu deldi. Mûsa: "İçindekileri boğman için mi onu deldin? Yemin olsun, sen kötü bir şey yaptın!” dedi. "Onu deldi": Yani yardı, demektir. Müfessirler: Ondan bir tahta çıkardı, demişlerdir. Sudan taraf iki levha çıkardı da, denilmiştir. Mûsa orayı elbisesi ile tıkadı ve yaptığını: "Onun halkını suya boğmak için mi onu deldin (eharakteha li-tuğrika ehleha)” diyerek reddetti. İbn Kesir, Nâfi, Âsım ve İbn Âmir, te ile ve ehlehayı da nasb ile okumuşlardır. Hamze ile Kisâi de, “Lâm” ın refi ile: Leyağraka ehluha, okumuşlardır. "Yemin olsun, sen kötü bir şey yaptın (imren)": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Kötü bir şey, bunu Mücâhid, demiştir. Zeccâc da: Çok kötü bir şey, demiştir. İkincisi: Acayip, şaşılacak bir şey, bunu da Katâde ile İbn Kuteybe, demişlerdir. Üçüncüsü: Bir felaket, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. 72O da: "Benimle beraber sabretmeye güç yetiremezsin, demedim mi?” dedi. 73(Mûsa): "Unuttuğum için bana çıkışma ve işimden bana zorluk yükleme” dedi. "Unuttuğum şeyden dolayı bana çıkışma!": Bu unutmada da üç görüş vardır: Birincisi: Gerçekten unutmadır, İbn Abbâs, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den: "İlki unutma idi” dediğini rivayet etmiştir. İkincisi: O, unutmadı, ancak kaçamak yaptı, bunu da Übey b. Ka’b ile İbn Abbâs, demişlerdir. Üçüncüsü: O, terk manasınadır, anlam da şöyledir: Sana verdiğim sözü terk ettiğim (tutmadığım) için beni sorumlu tutma. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. "Bana yükleme (vel türhıkni)": Ferrâ’: Beni sıkıştırma, demiştir. Ebû Ubeyde, İbn Kuteybe ve Zeccâc: Beni bastırma, üzerime gelme, demişlerdir. Ebû Zeyd de şöyle demiştir: Erhaktuhu usran denir ki: Birini zora sokmaktır. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Bana kolaylık göster, zorluk çıkarma. 74Gittiler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar; onu öldürdü. (Mûsa): "Tertemiz bir canı can karşılığı olmaksızın mı öldürdün? Yemin olsun, sen kötü bir şey yaptın” dedi. "İkisi gittiler": Yani Mûsa ile Hızır, demektir. Maverdi şöyle demiştir: Yuşa’ın onlardan geri kalma ihtimali vardır; çünkü haber ikisinden verilmektedir. Yanlarında olup da Mûsa’ya tabi olduğu için anılmama ihtimali de vardır. "Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar": Bu çocuk buluğa ermiş miydi değil miydi, diye iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Buluğa ermemişti, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve çoğunluk, demişlerdir. İkincisi: O genç idi, sakalı föir tutam idi, bunu da Maverdi, yine İbn Abbâs’tan nakletmiş ve buluğa ermeyenin sorumlu olmayacağını ve öldürülmeyi hak etmeyeceğini delil olarak ileri sürmüştür. Bazen erkeğe de ğulam (oğlan) denir. Nitekim Leyla Ahyeliyye, Haccac’ı methederken şöyle demiştir: Öyle bir oğlandır ki, mızrağı salladığı zaman orayı sular (sorunu çözer). Onu nasıl öldürdüğünde de üç görüş vardır: Birincisi: Kafasını kopardı. Biz de bunu Übey hadisinde zikretmiştik. İkincisi: Boynunu kırdı, bunu da İbn Abbâs, demiştir. Üçüncüsü: Onu yatırıp bıçakla kesti. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. "Ekatelte nefsen zekiyyeten": Kufeliler ile İbn Âmir: Elifsiz ve şeddeli ye ile "zekiyyeten” okumuşlardır. Diğerleri ise elifle şeddesiz olarak (zakiyeten) okumuşlardır. İkisi de lügattir, bunlar: Kasiye ve kasiyye gibidir. Müfessirlerin de bunun üzerinde altı görüşleri vardır: Birincisi: O Tevbe edendir, İbn Abbâs’tan: O, Tevbe edendir, dediği rivayet edilmiş; Dahhâk da böyle demiştir. İkincisi: O, müslümandır, yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: O, hata yapma çağına gelmemiş temiz (masum) çocuktur, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Dördüncüsü: O gelişmekte olan bir çocuktur, bunu da Katâde, demiştir. İbn Enbari de: Güçlü kuvvetli, demiştir. Beşincisi: Zekiye, temiz, demektir, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. Altıncısı: Zekiye: Ölümünü gerektirecek bir şey görünmeyen kimse demektir, bunu da Zeccâc, demiştir. Bazıları da zakiye ile zekiyye arasında fark görmüşlerdir; Ebû Amr b. Alâ’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zakiye: Hiç günah işlemeyendir, zekiyye ise: Günah işleyip de sonra Tevbe edendir. Ebû Ubeyde’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zakiye bedende olur, zekiyye dinde olur. "Biğayri nefs": Yani can karşılığı olmaksızın, demektir. "Lekad ci’te şey’en nükra": İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, Kur’ân’ın her yerinde hafifçe "nükren” okumuşlardır, ancak "ilâ şey’in nükür” (Kamer: 6) müstesnadır. İbn Kesir de: "İla şey’in nükr” şeklinde sakin okumuştur. İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım'dan rivayetle, "nüküren” ve "ilâ şey’in nükür” okumuşlardır. Hafifi de şeddelisinden tahfif edilmiştir; unk ve unuk, nükr ve nükür gibi. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Sen kabul edilemez bir şey yaptın. Mananın şöyle olması da câizdir: Ci’te bişey’in nükür (kabul edilmez bir şey yaptın); be atıl, ca fiil devreye girip nükren’i nasb etti. "Nükren"deki kötülük, "imren"dekinden daha azdır, çünkü gemidekilerin batırılması ona göre bir tek kişiyi öldürmekten daha kötü idi. 75Sana: "Benimle sabretmeye güç yetiremezsin, demedim mi?” dedi. "Kale elem ekul leke": Eğer: "Leke” neden burada zikredildi de daha öncekinde atıldı?” denilirse: Cevap şöyledir: Burada olması tekit içindir, atılması da mana açık olduğu içindir, ikisi de düzgün konuşanlarca bilinen bir şeydir. Araplar: Kultu leke: İttekıllah ve kultu leke: Ya fülan ittekıllah da, derler (ey filan sana: Allah’tan kork, dedim). Sa’leb de şöyle bir beyti misal getirmiştir: Seni, Mustalık oğullarına karşı uyarmıştım, Ve: Ey kimse, beni dinle ve git, demiştim. Ey kimse (ya hâza) sözü tekittir, düşmesiyle kelâmda sakatlık olmaz. Şeyh Ebû Muhammed el - Haşşab’tan şöyle dediğini işittim: Birincide onu saydı ve ona, hitap kâfi ile: Ben demedi. İkinci kez muhalefet edince, ona öyle karşılık verdi. 76Dedi: "Eğer sana bundan sonra bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. Mutlaka benim tarafımdan bir özre erdin (mazursun)". "Eğer sana bir şeyden sorarsam": Azarlama ve ret manasında, demektir, "bundan sonra": Yani bu sorudan sonra, demektir. "Fela tüsahibnî": Muaz el - Kari, Ebû Nehik, Ebû’l - Mütevekkil ve A'rec de böyle okumuşlar, ancak onlar nunu şeddelemişlerdir. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Eğer senden arkadaşlık istersem, kabul etme. Übey b. Ka’b, İbn Ebi Able ve Yakub da, te’nin fethi ve elifsiz olarak "fela tashabnî” okumuşlardır. İbn Mes’ûd, Ebû’l - Âliyye ve A’meş de böyle okumuşlar, ancak onlar da nunu şeddelemişlerdir. Ebû Recâ’, Ebû Osman en - Nehdi, Nehaî ve Cahderi de, tenin zammı, hanın kesri ve sad ile benin de sükunu ile "tushibnî” okumuşlardır. Zeccâc da ikisinde iki mülahaza vardır, demiştir: Birincisi: istediğim şeyde bana katılma, kad ashabel muhru, denir ki: Tay anasının yanında yürümektir. İkincisi: İlminden bana hiçbir şey verme, demektir. "Kad belağte min ledünni": İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, şeddeli olarak "min ledünni” okumuşlardır. Nâfi de dalın zammesi ve nunu şeddesiz olarak "min ledüni” okumuştur. Ebû Bekir de Âsım’dan “Lâm” ın fethi ve dalırksükunu ile "min ledni” rivayet etmiştir. Âsım'dan başka bir rivayet de, “Lâm” ın zammı ve daim sükunu ile "lüdni” şeklindedir. Zeccâc da: En iyisi nunun şeddeli olmasıdır, demiştir. Çünkü "ledün” aslında sakindir. Sen onu nefsine (mütekellem ya’sına) izafe ettiğin zaman, ilk nunun selameti için bir nun ilâve edersin. Min ledün zeydin, der, nunu sakin kılar, sonra onu kendine izafe eder: Min ledünni, dersin, tıpkı: An zeydin ve anni, gibi. "Ledni” kıraatmda ise dalı sakin kılmışlardır, tıpkı adud’da, add, dedikleri gibi. İbn Abbâs şöyle demiştir?Bana karşı mazursun, yani sen benim buna sabredemeyeceğimi bana haber vermiştin, demek istiyor. 77İkisi gittiler. Nihayet bir kent halkına gelip halkından yiyecek istediler. Onlar da o ikisini misafir etmekten çekindiler. İkisi orada yıkılmak isteyen (yıkılmak üzere olan) bir duvar buldular. (Hızır) onu doğrulttu. (Mûsa): "Eğer isteseydin buna karşı mutlaka bir ücret alırdın” dedi. "Gittiler, nihayet bir kent halkına geldiler": Bu kentte de üç görüş vardır: Birincisi: O, Antakya'dır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Übülle’dir, bunu da İbn Sîrin, demiştir. Üçüncüsü: Bacervan’dır, bunu da Mukâtil, demiştir. "Halkından yiyecek istediler": Yani konukluk istediler, demektir. "Feebev en yudayyifuhuma": Mufaddal, Âsım’dan, birinci yenin zammesi, dadın kesri ve ikinci ye şeddesiz olarak: "Yudifuhüma” rivayet etmiştir. Ebû’l - Cevza da böyle okumuş, ancak o, ilk yeyi fethalemiştir. Diğerleri ise, dadın fethi, ikinci yenin şeddesi ve kesri ile "yudayyifuhuma” okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Yudayyifu huma’nın manası: Misafir etmektir. Dıftü ene (misafir oldum), ve edafeni ellezi yünzilünü (ev sahibi beni misafir etti) denir. Zeccâc da şöyle demiştir: Dıftürrecüle: Birine misafir olmaktır. Edaftuhu ise: Onu misafir edip ağırlamaktır. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Dayyeftürreciile: Birini konuk edinmektir, bu âyet de ondandır. Edaftuhu da: Onu eve misafir aldım demektir. Dıftuhu ise: Konuk oldum, manasınadır. Übey b. Ka’b, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den: "Onlar kötü köy halkı idiler” dediğini rivayet etmiştir. "Feveceda fiha cidaren": Cidar duvar demektir. İbn Paris: Çoğulu cüdür’dür, demiştir. Cedr: Duvarın temelidir. Zübeyr hadisi de ondandır: Dail mae yerci’ ilel cedri (bırak suyu hurma kütüklerinin dibine insin).” 8 Ceyder, kısa boylu demektir. 8 - Uzun bir hadisin parçasıdır, Buhârî, Tefsirü sûre 4, bab, 12; Sulh, bab, 12; Müsakat, bab, 6, 8; Müslim, Fedail, hadis no, 129; Ebû Dâvud, Akdıye, bab, 31; Tirmizî, Ahkam, bab, 26; Tefsirü sûre, 4, bab, 13; İbn Mâce, Mukaddime, bab, 2; Ruhun, bab, 2; Nesâî, Kudat, bab, 19,27; Ahmed, Müsned, 1/166, 4/5 "Yüridü en yenkadda” (duvar yıkılmak istiyordu)": Übey b. Ka’b ile Ebû Recâ’, uzun elif ve noktalı dad ile "yenkada” okumuşlar; İbn Mes’ûd, Ebû’l - Âliyye ve Osman en - Nehdi de, elif ve med, noktasız sad ile "yenkasa” okumuşlardır. Hepsi de şeddesiz telaffuz etmişlerdir, Zeccâc: Yenkadda’nın manası: Hızla düşmektir, yenkasa’nınki ise: Uzunlamasına yarılmaktır, demiştir. İnkasat sinnuhu: Diş yaşmaktır, İbn Mukassim de: İnkasat sinnuhu venkadat - sin ve dat ile - aynı manayadır, demiştir. Eğer: "Nasıl aklı olmayan bir şeye isteme fiili nisbet edildi?” denilirse, Cevap şöyledir: Bu, mecaz yolu ile aklı ve iradesi olana benzetilmiştir, çünkü onun düşmek üzere oluşu sanki akıllı kimselerin hareketi gibi görünüyordu; o nedenle ona irade fiili nisbet edilmiştir. Çünkü iki suret de birdir. Araplar mecaz yolu ile aklı olmayana da fiil isnat ederler. Aziz ve celil olan Allah: "Mûsa’nın öfkesi susunca (dinince)” (A'raf: 154) demiştir. Aslında öfke susmaz, ancak sahibi susar. "Feiza azemel emr” (iş karar verdiği zaman) (Muhammed: 21) demiştir. Bu hususta şöyle şiirler aktarmışlardır: Bir zaman ki, benim örtümü (defterimi) güzelce dürer, O, bana iyilik yapmak isteyen bir zaman, demektir. Başkası da şöyle demiştir: Mızrak Ebû Bera’nın göğsünü istiyor, Akil oğullarının kanlarından ise çekiniyordu. Bir başkası da şöyle demiştir: Güldüler, zaman ise onlara susuyordu, Sonra onlara kan ağlattı, bir daha da konuşmadı. Bir başkası da şöyle demiştir: Devem bütün gece yürümekten bana şikayet ediyordu. Bu, Arapların şiirlerinde çoktur. "Onu doğrulttu": Yani onu düzeltti, çünkü onun eğri olduğunu görmüştü. Ne yaptığı hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onu eliyle itti, o da doğruldu. İkincisi: Onu yıktı, sonra da oturup onu yaptı (ördü). Bu iki görüş İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir. "Lev şi’te letehizte aleyhi ecra": İbn Kesir ile Ebû Amr, hinin kesri ile "letehizte” okumuşlardır, ancak Ebû Amr zalı(te’ye) idgam ederdi (lehitte), İbn Kesir ise açık (idgamsız) okurdu. Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, "lettehazte", hepsi de idgam ile okumuşlardır. Ancak Hafs, Âsım’dan onun da İbn Kesir gibi idgam etmediğini rivayet etmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Tehize yethazü, denir ki: İttehaze yettehizü manasınadır. Mûsa’nın, Hızır’a böyle demesi, köy halkının onları misafir etmemelerinden dolayı idi. 78Dedi: "İşte bu, benim aramla senin aranın ayrdığı (anıdır). Sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin iç yüzünü sana anlatacağım". "Dedi": Yani Hızır, dedi, "bu": Yani beni reddedişin, "aramızın ayrılışıdır": Yani o, bizi ayırır, demektir. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Bu, temasımızın kesilmesidir. "Beyn” ise, tekit için tekrar edilmiştir. Bu konuşmada şunun gibidir: Ahzallahul kazibe minni ve minke (Allah senden ve benden hangimiz yalancı ise rezil etsin). Ebû Rezin, İbn Semeyfa, Ebû’l - Âliyye ve İbn Ebi Able, tenvin ile "hâza firakun” okumuşlardır. İbn Abbâs şöyle demiştir: Mûsa’nın gemi ve çocuk için söyledikleri Rabbisi için idi, duvar hakkında söylediği ise nefsi içindi, çünkü dünyalık istemişti. 79Gemiye gelince: "O; denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu kılmak istedim. Arkalarında / önlerinde bütün gemileri zorla alan bir kral vardı” dedi. "O yoksulların idi": Yoksulluklarından ne kastedildiği hususunda iki görüş vardır: Birincisi: Onlar kazanç bakımından zayıf idiler. İkincisi: Beden bakımından. Ka’b şöyle demiştir: Gemi on kardeşin idi; beşi müzmin hasta idi, beşi de denizde çalışıyordu. "Ben onu kusurlu kılmak istedim": Yani delerek arızalandırmak istedim. "Arkalarında / önlerinde vardı": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Önlerinde, bunu da İbn Abbâs, Katâde, Ebû Ubeyde ve İbn Kuteybe, demişlerdir. Übey b. Ka’b ile İbn Mes’ûd: "Önlerinde bir kral vardı” şeklinde okumuşlardır. İkincisi: Arkalarında; Zeccâc: iki mananın en iyisi budur, demiştir. Şöyle olması da câizdir: Bu, dönüş yollarının üzerinde idi, onun haberini bilmiyorlardı, Allahü teâlâ Hızır’a onun haberini bildirdi. "Bütün gemileri zorla alan (gasp eden)": Yani bütün sağlam gemileri gasb eden, demektir. Übey'in kıraatında: "Külle sefinetin sahihatin” şeklindedir. Hızır şöyle demiştir: Benim onu delmem şunun içindi, çünkü kral onu delinmiş olarak görürse onu bırakır, sahipleri de onu tamir eder ve ondan yararlanırlardı. 80Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mü'min kimselerdi. Onlara bir taşkınlık ve küfür yüklemesinden korktuk. "Oğlan çocuğuna gelince": İbn Abbâs'tan: "Ve emmel ğulamu fekâne kâfiren” okuduğu rivayet edilmiştir. Übey b. Ka'b de, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hızır’ın öldürdüğü çocuk, kâfir olarak yaratılmıştı; eğer yaşasa idi ebeveynini küfür ve taşkınlığa zorlardı.9 Rebi’ b. Enes de şöyle demiştir: O çocuk yol keserdi; yanından kim geçerse onu ya öldürür ya da gasb ederdi. Gasbedilen de ona ve ebeveynine beddua ederdi. İbn Saib de şöyle demiştir: Çocuk hırsız idi, çarptığı kimse onu aradığı zaman ebeveyni: Bunu yapmadı, diye yemin ederlerdi. 9-Müslim, Kader, hadis no, 29; Ebû Dâvud, Sünnet, bab, 16; Ahmed, Müsned, 5/119,121 "Biz korktuk": Bunu diyen kimse hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’tır. Sonra O’na izafe edilen korkunun manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O, bilmek manasınadır. Ferrâ’, manası: Biz bildik, demiştir. İbn Akil de: Biz de korkan biri gibi yaptık, demiştir. İkincisi: İstememektir, bunu da Ahfeş ile Zeccâc, demişlerdir. İkincisi: Hızır’dır; o zaman korku, merak edilen durumdan endişe manasına olur. Bunu da İbn Enbari, demiştir. Bazıları da bunun Hızır’ın kereminden olduğuna: "Rableri onun yerine başkasını versin istedik” kavlini delil getirmiştir. Zeccâc, mana: Allah istedi, demiştir. Çünkü Allahü teâlâ’dan bu şekilde haber verme, sayılamayacak kadar çoktur. "Yurhikahuma"nın manası: Yahmilühuma alerrahaki, demektir ki: Cahilliğe sürüklemektir. Ebû Ubeyde de "yürhikahuma": Onları kötülüğe bulaştırmaktır, demiştir. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Onun sevgisi onları onun dinine girmeye sürükler diye korktuk. Zeccâc da şöyle demiştir: Doğduğu zaman ona sevindiler, öldürüldüğü zaman da ona üzüldüler, eğer kalsaydı, helakleri onun eliyle olacaktı. Adam Allah’ın takdirine razı oldu; çünkü Allah’ın mü'minin hoşuna gitmeyecek şeyde kararı (hükmü), kendisinin hoşuna giden şeydeki kararından daha hayırlıdır. 81Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe ondan daha hayırlı ve merhametçe ondan daha yakın birini vermesini istedik. "Feeredna en yübdilehüma rabbuhuma": İbn Kesir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayeten, şeddesiz olarak: "En yübdilehüma” okumuşlar; Nâfi ile Ebû Amr da şedde ile (en yübeddilehüma) okumuşlardır. "Hayran minha zekaten": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Dince, daha hayırlı, demektir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Amelce, demektir, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: iyi halce, demektir, bunu da Ferrâ’, demiştir. "Ve akrabe ruhma” İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Hamze ve Kisâi, hanın sükunu ile "ruhma” okumuşlardır. İbn Âmir de, harekeli olarak "ruhuma” okumuştur. Ebû Amr’dan da iki kıraatin da aynısı rivayet edilmiştir. İbn Abbâs, İbn Cübeyr ve Ebû Recâ’, ranın fethi ve hanın kesri ile "rahima” okumuşlardır. Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Akrabaya daha yakın ve ana babaya daha itâatkâr, demektir, bunu da İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir. Zeccâc da: Şefkat bakımından daha yakın ve akrabalığa daha çok değer veren, demiştir. Lügatte ruhm ve ruhum: Şefkat ve merhamettir. Şair şöyle demiştir: Kız çocuğuna nasıl zulmedilir ki, Yumuşaklık ve merhamet ondandır. İkincisi: Onun vesilesiyle ana babaya merhamet olunmasına daha yakın, demektir. Ne ile değiştirileceği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Kız çocuğu ile, bunu da çoğunluk, demiştir. Atâ’ da İbn Abbâs’tan: Onun yerine onlara bir kız çocuğu verildi ki, yetmiş peygamber doğurdu, dediğini rivayet etmiştir. İkincisi: Müslüman bir oğlan çocuğu ile, bunu da İbn Cüreyc, demiştir. 82Duvara gelince: Şehirde yetim iki oğlan çocuğunun idi. Altında da onlara ait bir define vardı ve babalan salih bir kimse idi. Rabbin kendinden bir rahmet olarak onların rüştlerine ermelerini ve definelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendi işimden (kafamdan) yapmadım. İşte onlara karşı sabra güç yetiremediğin şeylerin yorumları budur. "Duvara gelince: Şehirde iki oğlan çocuğunun idi": Yani "bir kente geldiler” kavlinde geçen kentte, demektir. Mukâtil: Çocukların adlarının: Asram ile Sarim olduğunu söylemiştir. "Altında da onlara ait bir define vardı": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, altın ve gümüş idi. Bunu Ebudderda, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Hasen, İkrime ve Katâde de: Mal idi, demişlerdir. İkincisi: Altın bir levha idi, üzerinde şöyle yazılı idi: Kadere inanıp da sonra yorulana şaşarım. Cehenneme inanıp da sonra gülene şaşarım. Ölüme inanıp da sonra sevinene şaşarım. Rızka inanıp da sonra didinene şaşarım. Hesaba inanıp da sonra gafil kalana şaşarım. Dünyayı ve dönekliğini görüp de sonra ona güvenene şaşarım. Ben Allah’ım, benden başka İlâh yoktur, Muhammed benim kulum ve Resul’ümdür. Öbür tarafında da şöyle yazılı idi: Ben Allah'ım, benden başka İlâh yoktur, ben tekim, ortağım yoktur. Hayrı ve şerri kendi elimle yarattım. Hayır için yarattığım ve hayrı ellerine akıttığıma ne mutlu! Şer için yarattığım ve şerri ellerine akıttığma eyvahlar olsun. Bunu Atâ’, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. İbn Enbari şöyle demiştir: Ona define denilmesi, altın olması cihetindendir. İsmi galip kılınmış, define denilmiştir. Üçüncüsü: İlim hâzinesidir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Mücâhid de: İçinde ilim olan sahifelerdi, demiştir. Said b. Cübeyr ile Süddi de böyle demişlerdir. İbn Enbari, buna göre mana: Altında hazine gibi bir şey vardı olur, çünkü ondan acele ile maldan daha çok istifade edilir. Zeccâc şöyle demiştir: Lügatte bilinen şudur: Kenz (hazine) tek olarak kullanılırsa, manası: Yere gömülüp saklanan maldır. Eğer mal olmazsa: Onun yanında ilim hâzinesi var, onun yanında fehim (anlayış) hâzinesi var, denilir. Burada mala daha çok benzeme ihtimali vardır. Şöyle olması da câizdir: O mal idi, onda da ilim yazılı idi. Rivayete göre o, mal ve büyük ilim idi. "Babaları iyi bir kimse idi": İbn Abbâs: Babalarının iyiliği bereketiyle korundular, onların iyiliğinden bahsedilmedi, demiştir. Cafer b. Muhammed radıyallahu anh de şöyle demiştir: Onlarla o iyi babanın arasında yedi baba (ata) vardı. Mukâtil de: Babaları emin bir kimse idi, demiştir. "Feerade rabbüke (Rabbin istedi)": İbn Enbari şöyle demiştir: "Feerettü” (ben istedim), "feeredna” (biz istedik) ifadelerinin her birinin aziz ve celil olan Allah’a da Hızır'a da ait olması câizdir; bu ikisinin arkasından öyle bir ifade kullandı ki, o iki ifadeden ne kastedildiğini açığa çıkardı. Öyleyse neden "feerettü", feeredna", "feerade rabbüke” dedi, çünkü Araplar eşanlamlı kelimeler kullanmayı severler; zira o, dile daha tatlı gelir, kulağa daha iyi işler. Meselâ adam şöyle der: Kale li fülanün keza (filanca bana şöyle dedi), veenbeeni bima kane (olanı bana anlattı), ve habbereni bima nale (eline geçeni bana haber verdi). (Buna tefennün (sanat gösterme) ve kelime zenginliği denir. Günümüzün büyük noksanlarından biri de budur. Mütercim). "Eşüdd"ün manası da şuralarda geçmiştir: En’am; 152, Yûsuf: 22 ve İsra: 34. Eğer Hızır o duvarı doğrultmasa idi, duvar çöker ve o gömü de çocuklar buluğa ermeden alınırdı. "Rabbinden bir rahmet olarak": Yani Allah böylece rahmet etti. "Bunu ben kendi işimden (kafamdan) yapmadım": Katâde: O, emir kulu idi, demiştir. "Testi’", "istetaa” ve "istaa” bir manayadır. 83Sana Zülkarneyn'den sorarlar. De ki: "Size ondan bir haber okuyacağım". "Sana Zülkarneyn’den sorarlar": Âyetin iniş sebebini "sana ruhtan sorarlar” (İsra: 85) kavlinde zikretmiştik. Zülkarneyn’in ismi hakkında dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Abdullah’tır, bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh demiştir. İbn Abbâs’tan, onun Abdullah b. Dahhâk olduğu rivayet edilmiştir. İkincisi: İskender’dir, bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Üçüncüsü: Ayyaş’tır, bunu da Muhammed b. Ali b. Hüseyn, demiştir. Dördüncüsü: Sa’b b. Cabir b. Kalamus’tur, bunu da İbn Ebi Hayseme zikretmiştir. Ona Zülkarneyn denilmesinde de on görüş vardır: Birincisi: O, kavmini Allah’a davet etti, onlar da boynuzunun üstüne vurdular, o da helak oldu. Aradan bir zaman geçti, sonra Allahü teâlâ onu diriltti. Onları yine Allah'a davet etti; bu sefer de öteki boynuzunun üzerine vurdular, o da helak oldu. İşte iki Karn'i (boynuzu) budur. Bunu da Hazret-i Ali, demiştir. İkincisi: Ona Zülkameyn denildi, çünkü güneşin batısına ve doğusuna gitti, yürüdü. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Çünkü yanakları bakırdan idi. Dördüncüsü: O rüyada gökten yere uzandığını ve güneşin iki boynuzundan tuttuğunu gördü; bunu kavmine anlattı; onlar da ona Zülkameyn (iki boynuzlu) ismini verdiler. Beşincisi: Çünkü o, Roma ve İran’a sahip oldu. Altıncısı: Çünkü başında boynuz benzeri bir şey vardı. Bu dört görüş Vehb b. Münebbih’ten rivayet edilmiştir. Yedincisi: Çünkü onun iki saç örgüsü vardı, bunu da Hasen, demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Araplar iki saç örgüsüne ğadireteyn, cemireteyn ve karneyn, derler. Diyor ki: Kim: İran’a ve Roma’ya sahip olduğu için böyle denildi, derse, çünkü o ikisi yerin iki boynuzumesabesindedir, onlara: Karneyn, denir. Sekizincisi: Çünkü o, iki tarafı da şerefli bir aileden gelen soylu biri idi. Dokuzuncusu: Çünkü onun zamanında iki nesil yok oldu, o ise hayatta kaldı. Onuncusu: Çünkü o, karanlığa ve aydınlığa gitti. Bu üç görüşü de Ebû İshak Sa’lebî zikretmiştir. Onun peygamber olup olmaması hususunda iki görüş halinde ihtilaf ettiler: Birincisi: O, peygamber idi, bunu da Abdullah b. Amr ile Dahhâk b. Müzahim, demişlerdir. İkincisi: O, iyi bir kuldu, peygamber ve kral değildi. Bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh, demiştir. Vehb b. Münebbih de: O kral idi, ona vahyedilmedi, demiştir. Onun yaşadığı zaman hakkında da üç görüş halinde ihtilaf edilmiştir: Birincisi: O, ilk nesilden Yafes b. Nûh evladındandır, bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh, demiştir. İkincisi: O, Semud kavminden sonra idi, bunu da Hasen, demiştir. Onun b. altı yüz yıl yaşadığı söylenmiştir. Üçüncüsü: O, İsa ile Muhammed sallallahu aleyhima zamanı arasındaki boşlukta yaşamıştır. Bunu da Vehb, demiştir. "Size ondan haber okuyacağım": Yani ondan bahseden bir haber okuyacağım, demektir. "Biz ona yeryüzünde imkan verdik": Yani orada yürümesini kolaylaştırdık. Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle demiştir: O, Allah'a itâat etti, Allah da bulutu onun emrine verdi; o da onu taşıdı, ona geniş sebep verdi; ona nûru yaydı; gece ile gündüz ona birdi. Mücâhid şöyle demiştir: Yeryüzüne dört kimse sahip oldu: İkisi mü’min, ikisi kâfir idi; Mü’minler: Süleyman b. Dâvud ile Zülkarneyn’dir. Kâfirler de: Nemrud ile Buhtunassar’dır. 84Gerçekten biz ona yeryüzünde imkan verdik ve ona her şeyden bir sebep verdik. "Ona her şeyden bir sebep verdik": İbn Abbâs: İstediği şeye ulaşacak bir sebep verdik, demiştir. Yol ve yordam bilgisi de, denilmiştir. 85O da sebebe uydu / sarıldı. "Feetbea sebeba": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, te’lerin şeddesi ile: "Fettebaa sebeba", "sümmettebea sebeba” okumuşlardır. Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de: "Feetbea sebeba” "sümme etbea sebeba", sümme etbea sebeba” şeklinde kesik kesik okumuşlar. İbn Enbari de şöyle demiştir: Kim: "Fettebea sebeba” okursa, manası: İzi, sebebi takip etti, demektir. Kim de: "Feetbaa” okursa, manası: Ulaştı, demektir. İttebeani fülanün denir ki: Tebiani demektir. Nitekim: Elhakani denir ki: Lahikani (bana yetişti) manasınadır. Ebû Ali de şöyle demiştir: Etbaa’nın takdiri: Etbea sebeben sebeben feetbea mahüve aleyhi sebeben şeklindedir. Sebep de yoldur. Buna göre mana: Onu güneşin batısına götürecek bir yol tuttu, demek olur. Bir kavmi mağlup ettiği zaman onlardan bir ordu kurar, onunla başkalarının üzerine yürürdü. 86Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onun kara balçıklı bir pınarda battığını buldu. Yanında da bir kavim buldu. Dedik: "Ey Zülkarneyn, ya azap etmende yahutta onlar hususunda güzelliği tutmanda (serbestsin)". "Vecedeha tağrubu fi aynin hamietin": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hafs da Âsım’dan rivayetle "hamietin” okumuşlardır. İbn Abbâs’ın okuyuşu da böyledir. İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle "hâmiyetin” okumuşlardır. Amr, Ali, İbn Mes’ûd, Zübeyr, Muaviye, Ebû Abdurrahman, Hasen, İkrime, Nehaî, Katâde, Ebû Cafer, Şeybe, İbn Muhaysın ve A’meş’in de kıraati böyledir; hepsi hemze ile okurlar. Zeccâc da şöyle demiştir: Kim "hamietin” okursa, güneşin balçıklı bir pınara battığını demek ister. Hame'tül bi’re denir ki: Kuyunun çamurunu çıkarmaktır. Ahme’tuha ise: Ona çamur atmaktır. Hamiet fehiye hamietün: Kuyu çamurlu olmaktır. Kim de hemzesiz olarak "hâmiyeten” okursa, sıcak, kaynar demek ister. Bazen de pınar hem sıcak hem de çamurlu olur. Katâde, Hasen’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Güneşin kazan gibi kaynayan bir pınara battığını gördü. "Onun yanında bir kavim buldu": Yırtıcı hayvan derileri giymişlerdi, güneş battığı zaman yaktığı hayvanlardan ve pınarın içine düşüp de dışarı attığı balıklardan başka da yiyecekleri yoktu. İbn Saib şöyle demiştir: Onun yanında, yani pınarın yanında mü’min ve kâfir bir kavim buldu. Bazıları bu kadar büyük olan güneşin bizzat o su pınarına battığını zannederler, öyle değildir. Çünkü o, dünyadan defalarca büyüktür. Bir su pınarına nasıl sığar Güneşin dünyadan yüz elli kat daha büyük olduğu söylenmiştir. Yüz yirmi dünya kadar olduğu da söylenmiştir. Ayın da seksen dünya kadar olduğu söylenmiştir. Onu pınara batar bulması, denizde giden bir kimsenin güneşin akşamüzeri suya battığını görmesi gibidir. Çünkü Zülkameyn dünyanın dışına çıkınca güneşin çamurlu bir pınara battığını, ötesinde kimsenin olmadığını görmüştü. "Ey Zülkarneyn, dedik": Kim: O, peygamber idi, derse, bu söz vahiy olur; kim de: Peygamber değildi, derse, ilham olur. "Ya azap etmende": Müfessirler şöyle demişlerdir: Davetini kabul etmedikleri takdirde onları esir edip onlara doğruyu göstermende serbestsin, demektir. 87Dedi: "Zulmedenlere gelince: İleride ona azap edeceğiz. Sonra da Rabbine döndürülür; o da ona kötü bir azapla azap eder". "O da: Kim zulmederse, dedi": Yani şirk koşarsa, demektir. "İleride ona azap edeceğiz": Şirkten dönmediği takdirde öldürmekle. Hasen de: Onları tencerelerde pişirirdi, demiştir. "Sonra Rabbine döndürülür": Azaptan sonra, "O da ona kötü bir azap eder": Ateşe atmakla. 88Amma kim de iman eder ve iyi bir şey yaparsa, onun için en güzel bir mükafat vardır ve ona işimizden kolayı diyeceğiz. "Felehu cezaenilhüsna": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, muzafın refi ile "cezaül hüsna” okumuşlardır. Ferrâ’ da: Hüsna, cennettir, ceza ona izafe edilmiştir, demiştir, tıpkı "innehu lehakkul yakin” (el - Hâkka, 51), "dinül kayyimeh” (Beyyine: 5), "veledarul ahireti” (Nahl: 30) âyetlerinde olduğu gibi. Ebû Ali el - Farisi, mana şöyledir, demiştir: Onun için güzel hasletlerin mükafatı vardır. Çünkü iman ve iyi amel güzel hasletlerdir. Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, Halef ve Ya’kûb , nasb ve tenvirde "cezaen” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: O, hal olmak üzere mensubtur, Mana şöyledir: Felehul hüsna mecziyyen biha cezaen (onun için güzel bir mükafat olarak iyilik vardır). İbn Enbari şöyle demiştir: Bazen ceza, sevap (karşılık) manasına alındığı zaman güzel olmayabilir. Hüsna: Dünyada kazanılan iyiliktir, o zaman mana: Onun için geçmiş iyiliklerinin sevabı vardır, şeklinde olur. "Ona işimizden kolayı diyeceğiz": Yani ona güzel söz söyleyeceğiz, demektir. 89Sonra bir sebep izledi. "Sonra bir sebep izledi": Yani onu doğuya ulaştıracak başka bir yol tuttu, demektir. 90Nihayet güneşin doğduğu yere gelince: Onun bir kavim üstüne doğduğunu buldu ki, onlara ona karşı bir örtü kılmadık. Katâde şöyle demiştir: Şehirleri fethederek, hâzineleri toplayarak ve iman etmeyen dışında adamları öldürerek güneşin doğduğu yere gitti. Yer altı dehlizlerinde çıplak bir kavim buldu. Güneş doğarken yaktığı şeylerden başka yiyecekleri yoktu. Güneş göğün ortasına gelince yer altından çıkar, güneşin yaktığı şeylerden geçim ararlardı. Bize ulaştığına göre onlar öyle bir yerde yaşarlardı ki, üzerinde bina durmazdı. Onlara, zenciler, denilmiştir. Hasen de şöyle demiştir: Güneş battığı zaman çıkar, vahşi hayvanlar gibi yayılırdı. Hasen, Mücâhid, Ebû Miclez, Ebû Recâ’ ve İbn Muhaysın, “Lâm” ın fethi ile "matla” okumuşlardır. İbn Enbari şöyle demiştir: Matlı ile matlam güneşin doğduğu yer olduğunda dilciler arasında ihtilaf yoktur. Şöyle derler: Faale yef ulu babından mimli mastar ile ism-i mekan mef al vezninde gelir; giriş ve giriş yeri için medhal, denildiği gibi. Ancak on bir kelime vardır ki, onların mekan isimleri mef'ul veznindedir, onlar da şunlardır: Matli, meşkin, merısik, meşrık, mağrib, mescid, menbit, meczir, mefrik, meskıt ve mehbil (deve için döl yolu). Bu on birden beş kelime vardır ki, onlarda kesr de fetlı de câizdir: Matli ve matla, mensik ve mensek, meczir ve meczer, meşkin ve mesken, menbit ve menbet. Hasen, iki şıkka da ihtimali olması hasebiyle mef'ul vezninde okumuştur. Çoğunluk ise Arapların tercihini ve çok kullanmalarını dikkate alarak, ism-i mekanı kesr ile, mastarı da feth ile okumayı tercih etmişlerdir. Ebû Amr şöyle demiştir: Matli, kesr ile: Güneşin doğduğu yerdir, feth ile matla da: Doğmaktır. İbn Enbari: Esas budur, sonradan Araplar işi geniş tutup ismi mastar yerine kullanarak kesr ile "hatta matlial fecr” (Kadr: 5) okumuş ve güneşin doğmasını kastetmişlerdir. "Matlieşşems"i feth ile okuyanlar ise medhal gibi ism-i mekan olarak okumuşlardır. 91İşte böyle. Gerçekten onun yanındakini bilgice kuşatmıştık. "işte böyle": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Güneşin doğduğu yere vardığı gibi battığı yere de vardı. İkincisi: Bir sebebi izlediği gibi başka bir sebebi de izledi. Üçüncüsü: Onları güneşin battığı yerde bulup onlara hükmettiği gibi, bunları da doğduğu yerde bulup bunlara da hükmetti. Dördüncüsü: Mana şöyledir: Onların durumu sana anlattığımız gibidir. Sonra da yeni söze başlayıp "Gerçekten onun yanındakini bilgice kuşatmıştık": Onun yanındakini ve yanındaki orduları ve sayısını kuşatmıştık, dedi. Ebû Süleyman Dımeşki. "Yanındakini"- Güneşin doğduğu yerdekini demiştir. Hubr kelimesinin manası da Kehf: 68’de geçmiştir. 92Sonra bir sebep izledi": "Sonra bir sebep izledi": Yani doğu ile batı arasında üçüncü bir yol takip etti, demektir. "Nihayet iki setin arasına ulaştığı zaman": Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Onlar göğe doğru yükselen iki dağ idiler, arkalarında deniz, önlerinde de şehirler vardı. Onlar Ermenistan tarafında Türk kesimindedir. Atâ’ el - Horasani, İbn Abbâs’tan: O iki dağın Ermenistan ve Azerbeycan tarafında olduğunu rivayet etmiştir. Kurralar "seddeyn” lâfzında ihtilaf etmişler; İbn Kesir, Ebû Amr ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, “sîn” in fethi ile okumuşlar; Nâfi, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, Hamze ve Kisâi de zammı ile okumuşlardır. Mana bir midir yoksa değil midir? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Birdir, İbn el A’rabi şöyle demiştir: Karşına çıkıp da önünü tıkayan her şey sed ve süddür, tıpkı: Da’f ve du’f, fakr ve fukr gibi. Kisâi ile Sa’leb de şöyle demişlerdir: Sed ile süd, bir manayadır, bu da Zeccâc’ın mezhebidir. İkincisi: Onlar farklıdırlar. İkisinin arasındaki farkta da iki görüş vardır: Birincisi: Allahü teâlâ’nın yaptığı şey mazmumdur (süd), insanların yaptığı şey de meftuhtur (set). Bunu İbn Abbâs, İkrime ve Ebû Ubeyde, demişlerdir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Dilbilgini şeyh ve ilim adamlarından böyle gördüm. İkincisi: “sîn” in fethi ile sed: İki şey arasındaki engeldir, zammı ile süd ise: Gözdeki perdedir. Bunu da Amr b. Alâ demiştir. 93Nihayet iki setin arasına ulaştığı zaman onların önünde bir kavim buldu ki, neredeyse söz anlamıyorlardı. "Onların önünde buldu": Yani o iki setin önünde, demektir. "Kavmen lâ yekadune yefkahune kavla": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, yenin fethi ile "yefkahune kavla” okumuşlardır ki, neredeyse anlamıyorlardı, demektir. İbn Enbari de: Onlar ağır anlıyorlardı, demiştir. Bu da, "neredeyse yapmayacaklardı” (Bakara: 71) kavli gibidir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Niçin öyle yapıyorlardı? Çünkü onlar kendi dillerinden başka dil bilmiyorlardı. Hamze ile Kisâi, yenin zammı ile "yüfkıhune” okumuşlardır ki, başkalarına anlatamıyorlardı, demektir. Zülkameyn ile onların tercümanları konuştu da, denilmiştir. 94Dediler: "Ey Zülkarneyn, gerçekten Ye’cuc ile Me’cuc bu yerde bozguncudurlar. Onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana mali yardım kılalım mı?" "inne Ye’cuce ve Me’cuce": Bu ikisi yabancı isimdir, Âsım onları hemze ile okumuştur. Leys de: Hemze adi lügattir, demiştir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Ye’cuc bir adamdır, Me’cuc da bir adamdır. O ikisi Yafes b. Nûh’un oğullarıdır. Allah Nûh ile oğluna rahmet etsin. Ye’cuc ile Me’cuc on Dölümdür, bütün âdemoğulları bir bölümdür. Onların bir karış, iki karış ve üç karış boyunda olanları vardır. Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle demiştir: Onların içinde bir kanş uzunluğunda olan da vardır, aşırı uzun olan da vardır. Öyle saçları vardı ki, onları soğuktan ve sıcaktan korur. Dahhâk da: Onların Ortaasyadan bir ırk olduğunu söylemiştir. Süddi de şöyle demiştir: Bunlar; Ye’cuc ve Me’cuc’tan yağma için çıkmış bir askeri koldur. (Bu dönemde İslâm dünyasına Ortaasya kökenli çok yıkıcı saldırıların olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır. Editör). Zülkarneyn geldi, araya bir set çekti. Onlar da setin dışında kaldılar. Şakik de, Huzeyfe’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e Ye’cuc ile Me’cuc’u sordum: Ye’cuc bir ümmettir, Me’cuc da bir ümmettir, her ümmet dört yüz b. ümmettir. Onlardan bir adam kendi sulbünden önünde sİlâh taşıyan b. erkek görmedikçe ölmez, dedi. Ben de: Ya Resûlallah, onları bana anlat, dedim, o da: Onlar üç sınıftır, her simli sedir ağacı gibidir, dedi. Ben de: Sedir ağacı nedir, dedim. O da şöyle dedi: Şam bölgesinde bir ağaçtır, uzunluğu göğe doğru yüz yirmi arşındır. Onlardan bir sınıfın da eni ile boyu birdir, yüz yirmi arşındır, işte bunlara ne dağ ne de demir karşı koyamaz. Onlardan bir sınıfı da bir kulağını döşek gibi yere yayar, öbürünü de yorgan gibi üzerine çeker. Fil, vahşi hayvan ve domuz gibi neye rastlarlarsa, onu yerler. Kendilerinden ölenleri de yerler. Öncüleri Şam’da iken, artçıları Horasan’da olur. Doğunun ırmaklarını ve Taberiye gölünü içer bitirirler. "Bu yerde bozguncudurlar": Bu bozgunculukta da dört görüş vardır: Birincisi: Onlar Lût kavminin fiilini yapar, homoseksüellik ederlerdi, bunu Vehb b. Münebbih, demiştir. İkincisi: Onlar insan yerlerdi, bunu da Said b. Abdülaziz, demiştir. Üçüncüsü: Şikayet ettikleri kimselerin toprağına çıkar, ne kadar yaş şey görürlerse yer, ne kadar kuru şey görürlerse, onu da kendi topraklarına taşırlardı. Bunu da İbn Saib, demiştir. Dördüncüsü: insanları öldürürlerdi, bunu da Mukâtil, demiştir. "Fehel necalü leke harcen": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Âsım, elifsiz olarak "harcen” okumuşlardır; Hamze ile Kisâi de, elifle "harâcen” okumuşlardır. Aralarında fark var mıdır? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onların ikisi bir lügattir, bunu da Ebû Ubeyde ile Leys, demişlerdir. İkincisi: Hare, teberru ettiğin şeydir, haraç da: Vermen gereken şeydir. Bunu da Arar b. el Alâ, demiştir. Müfessirler, mana: Sana mallarımızdan ücret gibi bir şey verelim mi, demişlerdir. 95Dedi: "Rabbimin o hususta bana verdiği imkan daha hayırlıdır. Siz bana beden gücü ile yardım edin de sizinle onların arasına bir engel koyayım". "Mamekkenni": İbn Kesir, iki nun ile "mekkeneni” okumuştur; Mekke Mushaflarında da böyledir. Zeccâc da şöyle demiştir: Kim şedde ile "mekkenni” okursa, iki nun bir araya geldiği için onları idgam eder. Kim de, açık iki nun ile "mekkeneni” okursa, iki kelimeden, birinin fiilden, ötekinin de zamir isimle gelmiş olmasındandır. Verdiği imkan hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Allah’ı bilmek ve sevabını istemektir. İkincisi: Dünyaya sahip olmaktır, Mana da şöyledir: Allah’ın bana verdiği, sizin bana vereceğinizden daha hayırlıdır. "Bana beden gücü ile yardım edin": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Adamla (iş gücü ile), bunu da Mücâhid ile Mukâtil, demişlerdir. İkincisi: Aletle, bunu da İbn Saib, demiştir. Redm ise: Engeldir. Zeccâc şöyle demiştir: Redm, lügatte setten daha büyüktür, çünkü redm: Birbiri üstüne yığılandır. Sevbün müreddemün denir ki: Üst üste yamanan elbisedir. 96"Bana demir kütleleri getirin". Nihayet iki dağın arasını düzleyince, körükleyin, dedi. Nihayet onu ateş haline getirince: "Bana getirin, üzerine erimiş bakır dökeyim” dedi. "âtuni züberel hadid": Cumhûr "redmen âtuni” okumuştur ki, bana verin, demektir. Ebû Bekir de Âsım'dan tenvinle "redmin îtuni” rivayet etmiştir ki, bana onu getirin, demektir. İbn Abbâs da: Onu bana taşıyın, demiştir. Mukâtil de: Bana verin, demiştir. Ferrâ’ da mana: îtuni biha, demiştir; ye atılınca, elif getirilmiştir. Zübür ise: Parçalar, kütleler demektir ki, tekili: Zübre’dir. Mana da: Ona getirdiler, o da seti yaptı, demektir. "Hatta iza sava": Eban, vavm şeddesiyle elifsiz olarak "iza sevva” rivayet etmiştir. Ferrâ’: Sava ile sevva eşittir, demiştir. Kurralar "sadefeyfeyn” kelimesinde de ihtilaf etmişlerdir: İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, şadın ve dalın zammesiyle "sudufeyni” okumuşlardır ki, bu, Himyer kabilesinin lehçesidir. Ebû Bekir ile Mufaddal da, Âsım’dan, sadın zammesi ve daim sükunu ile "sudfeyni” rivayet etmişlerdir. Nâfi, Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan ve Halef, sadın ve dalın birlikte zammesiyle okumuşlardır ki, o da, Temim lehçesidir, Sa’leb de onu tercih etmiştir. Ebû Miclez, Ebû Recâ’ ve İbn Ya’mur, sadın fethi ve dalın ref’i ile "sadufeyni” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza, Ebû İmran, Zührî ve Cahderi de sadın ref'i ve dalın fethi ile okumuşlardır. İbn Enbari de şöyle demiştir: Sudef denir ki, nuğar veznindedir. Bütün bu lügatler bu kelimede vardır. Ebû Ubeyde: Sadefeyn: Dağın iki yamacıdır, demiştir. Ezheri de şöyle demiştir: Dağın iki yamacına: Sadefan, derler ki, aynı hizaya tesadüf edip karşılaşmalarındandır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Zülkarneyn iki dağın arasını demirle doldurdu, demir tabakalarının arasını da odun ve kömürlerle dokudu (istif etti), üzerine de körükler yerleştirdi. "Körükleyin, dedi", onlar da körüklediler, "nihayet onu kılınca (hatta iza cealehu)", yani demiri, “He” zamirinin iki yamaç arasındaki şeylere râci olduğu da söylenmiştir, "ateş kılınca": Yani ateş gibi kılınca, demektir. Çünkü demir, kömür ve körükle ısıtılınca ateş gibi olur. "Kale âtuni": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Kisâi, medli olarak "âtuni” okumuşlardır ki, mana: Bana verin, demektir. Hamze, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, medsiz olarak "ituni” okumuşlardır, mana da: Onu bana getirin, üzerine (kıtr) dökeyim, olur. Kıtr hakkında da dört görüş vardır: Birincisi: O, bakırdır, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Ferrâ’ ve Zeccâc, demişlerdir. İkincisi: O, erimiş demirdir, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. Üçüncüsü: Erimiş tunçtur, bunu da Mukâtil, demiştir, Dördüncüsü: Kurşundur, bunu da İbn Enbari nakletmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Kıtrı eritti, sonra onu üzerine döktü. Birbirine kanştı, sonunda demir ve tunçtan oluşan sert bir dağ meydana geldi. Katâde şöyle demiştir: O, bir sırası siyah ve bir sırası kırmızı çizgili kumaş gibi oldu. 97Artık üzerine çıkmaya da onu delmeye de güç yetiremediler. "Femestau": Aslı, "fettıestetau"dur, te ile tı bir mahreçten olunca, hafifletmek istediler, o nedenle teyi attılar, İbn Enbari şöyle demiştir: Araplar hafif olması için: İstaa derler, nitekim: Sevfe yekumu ve sev yekumu der, fe’yi düşürürler. "En yazheruhu": Üzerine çıkmaktır, zahare fülanün fevkal beyti derler ki: Damın üzerine çıktı, demektir. Mana da: Set yüksek ve kaygan olduğu için üzerine çıkamadılar, demektir. "Onu delmeye de güç yetirmediler": Alt taraftan, çünkü sert ve katı idi. Ebû Hureyre, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ye’cuc ve Me’cuc her gün şeddi kazarlar, güneş görünecek kadar incelince, başlarındaki: Dönün, yarın kazarsınız, der. Onlar da döndükleri zaman eskisinden daha sert olduğunu görürler. Nihayet süreleri (çileleri) dolup da aziz ve celil olan Allah onları insanların üzerine göndermek isteyince, yine kazarlar, güneşi görecek kadar olunca, başlarındaki: Dönün, inşallah yarın kazarsınız, der ve işi Allah’a havale eder. Dönerler ki, bıraktıkları gibi duruyor. O zaman kazar ve insanların üzerine saldırırlar...11 11 - imam Ahmed, Müsned, 2/511; İbn Mâce, Fiten, bab, 33. 98Dedi: "Bu Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va’di geldiği zaman onu dümdüz kılar. Rabbimin va’di haktır" "Bu, Rabbimden bir rahmettir, dedi": Zülkarneyn onu yapmayı bitirince, bunu dedi. Bu, diye işaret edilen şey hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, seddir, bunu da Mukâtil, demiştir. Mana da şöyledir, demiştir: Bu, Rabbimden Ye'cuc ile Me’cuc’un Müslümanlara çıkmaması için bir rahmettir. İkincisi: Şeddi yapmak için verdiği imkandır, bunu da Zeccâc, demiştir. "Rabbimin va’di geldiği zaman": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Kıyamettir. İkincisi: Ye’cuc ve Me’cuc’un çıkması için va’didir. "Cealehu dekken": İbn Kesir, Nail, Ebû Amr ve İbn Âmir, tenvinli olarak hemzesiz ve medsiz "dekken” okumuşlar; Âsım, Hamze ve Kisâi de medli olarak, hemzeli ve tenvinsiz "dekkâe” okumuşlardır. Biz de kelimenin manasını A’raf: 143’te şerh etmiş bulunuyoruz. "Rabbimin va’di haktır": Yani sevap ve azap va’di, demektir. 99Onların bazılarını bazılarının içinde dalgalanmaya bıraktık. Sûr’a üfürüldü, onları toplamakla topladık. "Onların bazılarını bazılarının içinde dalgalanmaya bıraktık": İşaret edilen bu kimseler hakkında üç görüş vardır: Birincisi: Onlar Ye’cuc ile Me’cuc’lardır. Sonra "o gün"den ne murat edildiği hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, set işinin bittiği gündür, o gün onun arkasından birbirinin içinde dalgalanmaya bırakılırlar, çünkü o kadar çokturlar. Şedden taaccüp ederek dalgalanırlar, diyenler de olmuştur. İkincisi: O, şedden çıktıkları gündür ki, birbirinin içinde dalgalanırlar. İkincisi: Onlar kâfirlerdir. Üçüncüsü: Onlar bütün mahlukattır: Cinlerle insanlar şaşar kalırlar. Bu iki görüşe göre adı geçen günden maksat, kıyamet günüdür. "Sûr’a üfürüldü": Bu, yeniden dirilme borusudur. Biz de sur’un manasını En’am: 73'te şerh etmiş bulunuyoruz. 100O gün cehennemi kâfirlere sunmakla sunduk. "Cehennemi sunduk": Yani onu meydana çıkardık, öyleki gözleriyle müşahede ettiler. 101Onlar ki, onların gözleri zikrimden (Kur’ân’dan) perde içinde idi ve onlar onu dinlemeye dayanamazlar. "Onlar ki, gözleri idi": Yani kalp (göz)leri, demektir. "Perde içinde": Yani gaflet içinde, demektir. "Zikrimden": Yani tevhidim (birliğim) den bana ve kitabıma imandan, demektir. "Onu dinlemeye dayanamazlardı": Bu da düşmanlık ve inatlarından ve uyarıldıkları şeyden hoşlanmamalarından idi. 102Kâfirler beni bırakıp kullanım dostlar edineceklerini mi zannettiler? Şüphesiz biz cehennemi kâfirler için bir konak olarak hazırladık. "Kâfirler zan mı ettiler": Yani müşrikler zan mı ettiler, demektir. "Kullarımı edineceklerini": Bu kullarda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar şeytanlardır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Putlardır, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Melekler, İsa, Uzeyr ve O’ndan başka diğer ibadet edilenlerdir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Min duniye": Nâfi ile Ebû Amr bu ye’yi fethalemişlerdir. Bu âyette sorunun cevabı verilmemiştir, takdirinde de iki görüş vardır: Birincisi: Onları dostlar edineceklerini mi zannettiler? Hayır, onlar kendileri için düşmandırlar, onlardan uzaklaşacaklar. İkincisi: Onları dostlar edindikleri zaman benim kızmayacağımı mı zannettiler? Eban, Âsım’dan, Zeyd de Ya’kûb ’tan, “sîn” in sukunu ve yenin zammı ile "efehasbü” rivayet etmişlerdir. Bu Hazret-i Ali, İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücâhid, İkrime, İbn Ya'mur ve İbn Muhaysın'ın da kıraatidir. Manası da şöyledir: Onları dostlar edinmenin kendilerine yeteceğini mi zannettiler? Nüzül üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Misafire ve askere hazırlanan şeydir (ikramdır), bunu da İbn Kuteybe, demiştir. İkincisi: O, konaktır, bunu da Zeccâc, demiştir. 103De ki: "Size amellerce en çok ziyan edenleri haber verelim mi? "De ki: Size amellerce en çok ziyan edenleri haber verelim mi?": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar keşişlerle papazlardır, bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh ile Dahhâk, demişlerdir. İkincisi: Yahudilerle Hıristiyanlardır, bunu da Sa’d b. Ebi Vakkas, demiştir. "A’malen": Temyiz olarak mensubtur. "Bİlâhserine (en çok ziyan edenler)": Bu, kapalı idi, ne ziyan ettiklerini göstermiyordu; bu (a’melen / amellerce) de ziyanın nerede olduğunu açıkladı. 104Onlar ki, çalışmaları dünya hayatında saptı, onlarsa kendilerinin güzel iş yaptıklarını sanıyorlar. "Onlar ki, çalışmaları saptı": Yani dünyada amel ve çabaları bâtıll oldu, onlarsa iyi amel ettiklerim sanıyorlardı; reisleri doğruyu biliyorlar, reisliklerinin devam etmesi için batılı tercih ediyorlardı; arkalarından gidenler de delilsiz olarak onları taklit ediyorlardı. 105İşte onlar Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr ettiler de amelleri boşa gitti. Biz de kıyamet gününde onlar için terazi / kurmayacağız. "İşte onlar Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler": O’nun tevhid delillerini inkâr ettiler; öldükten sonra dirilme ve ceza görmeyi kabul etmediler. Çünkü onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile Kur’ân’ı inkâr etmekle bu gibi şeyler yüzünden kâfir oldular. "Amelleri boşa gitti": Yani çabaları bir sonuç vermedi, çünkü içinde iman yoktu. "Fela nukimü lehüm vezna": İbn Mes’ûd ile Cahderi, ye ile "fela yükimü” okumuşlardır. Bunun manasında üç görüş vardır: Birincisi: Mizan ancak taatle ağır gelir, yalnız iyilikler ve kötülükler tartılır; kâfirin ise taati yoktur. İkincisi: Mana şöyledir: Onlara itibar vermeyeceğiz. İbn A’rabi bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: Malifülanin indena vezniin, denir ki, filanca hasis olduğu için yanımızda değeri yoktur manasınadır. Anlam da: Onlara önem verilmez, onlar için Allah katında değer ve derece yoktur, demektir. Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kıyamet gününde uzun boylu, çok yiyen ve çok içen adam getirilir; bir sivrisineğin kanadını çekmez. İsterseniz: "Kıyamet gününde onlar için terazi kurmayacağız", âyetini okuyun. Üçüncüsü: Onlar için terazi kurmayacağız, dedi; çünkü tartı onların aleyhinedir, lehlerine değildir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. 106İşte inkâr ettikleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi bir eğlence edindikleri için onların cezası cehennemdir. "Zalike cezauhum (işte bu, onların cezasıdır)": Yani amellerinin boşa gitmesi ve değerlerinin düşük olması onların cezasıdır. Sonra yeniden söze başlayıp: "Onların cezası cehennemdir” dedi. Mananın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu küçüklük onlarındır ve cezauhum cehennem (cezaları da cehennem olarak). Bu durumda hal ifade eden vav edatı gizlenmiştir. "İnkar etmeleri sebebiyle": Yani inkâr edip "âyetlerimi": Yani indirdiğim âyetlerimi ve "peygamberlerimi alay” edinmeleri sebebiyle, onları alay edilen bir şey edinmeleri sebebiyle bu cezaya çarpıldılar, demektir. 107Şüphesiz iman edip iyi ameller yapanlar için de Firdevs cennetleri bir konak olmuştur. "Firdevs cennetleri onların oldu": İbn Enbari: Allah’ın ilminde henüz yaratılmadan onların oldu, demiştir. Buhârî ile Müslim, Sahihlerinde Ebû Mûsa hadisi olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Firdevs cennetleri dörttür: İkisi altındandır, ziynetleri, kapları ve içindeki şeyler altındandır. İkisi de gümüştendir; ziynetleri, kaplan ve içindeki şeyler gümüştendir. Oradakilerin Rablerine bakmaları için sadece Adn cennetinde yüzünde bir ululuk perdesi vardır. Ubade b. Samit de, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cennet yüz derecedir, her iki derecenin arası gökle yer arası kadardır. En yükseği Firdevs’tir, cennetin ırmakları ondan çıkar. Binaenaleyh Allah’tan istediğiniz zaman O’ndan Firdevs’i isteyin. Ebû Umame de: Firdevs cennetin göbeğidir, demiştir. Mücâhid de: Firdevs, Rumca bahçedir, demiştir. Ka’b ile Dahhâk da: "Firdevs cennetleri: Üzüm bağlarıdır, demişlerdir. Kelbî ile Ferrâ’ da: Firdevs, içinde asma ağaçları olan bahçedir, demişlerdir. Müberred de: Firdevs, benim Araplardan işittiğime göre, sarmaş dolaş ağaçlardır, genellikle de üzüm bağlarıdır, demiştir. Saleb de: Etrafı duvarla çevrili her bahçe, firdevstir. Abdullah b. Revaha da şöyle demiştir: Firdevs cennetlerinde onlardan çıkmaktan Ve oradan ayrılmaktan korkmazlar. Ben şeyhimiz dilci Ebû Mansur’dan şöyle dediğini işittim; Zeccâc şöyle dedi: Firdevs’in aslı Rumcadır, Arapçalaşmıştır, o da bahçedir. Tefsirde böyle gelmiştir. Şöyle de denilmiştir: İçinde asma olan yere Firdevs, denilir. Dilciler şöyle demişlerdir: Firdevs müzekkerdir, "yerisunel firdevse hüm fiha halidun” (Mü’minun: 11) âyetinde müennes gelmesi, cennet düşüncesiyledir. Zeccâc da şöyle demiştir: Firdevs: Her çeşit bitki bulunduran vadilere denir. Onun Rumca olduğu, oradan Arapçaya geçtiği de söylenmiştir. Şöyle de demiştir: Firdevs, Süryanicedir, tam lâfzı da Firdevs’tir. Şöyle demiştir: Onu Arapların şiirlerinde bulamadık, ancak Hassan’ın bir şiirinde geçmektedir. Onun da aslı içinde bahçede bulunması gereken her bitki bulunan bahçedir. Çünkü o, bütün dilcilerce böyledir. Hassan’ın beyti de şudur: Allah’ın bütün muvahhitlere vereceği sevap Firdevs cennetleridir, orada ebedi kalınır. İbn Kelbî, senediyle şöyle demiştir: Firdevs Rumcadır. Ferrâ’ da: O aynı zamanda Arapçadır, Araplar, içinde asma bulunan bahçeye Firdevs, derler. Süddi de şöyle demiştir: Firdevs’in aslı Nabatça’dır. Abdullah b. Haris de şöyle demiştir: Firdevs: Üzüm bağlarıdır. Biz de "nüzül” kelimesinin manasını az önce anlatmış bulunuyoruz. 108Orada ebedi kalacaklar ve ondan ayrılmak istemeyeceklerdir. "Oradan ayrılmak istemeyeceklerdir": Zeccâc: Oradan tebdil-i mekan etmek istemezler, demiştir. Hâle min mekanihi hivelen denir, tıpkı mastarlarda: Sağura sığaren ve azume izamen ve adeni hubbuha iveden denildiği gibi. Yine: Hivel’in, hile manasına olduğu da söylenmiştir ki, o zaman mana: Başka yere gitmek için çare aramazlar, şeklinde olur. Eğer: "Cennette hayır çoktur, oradan ayrılmak istemezler, diye methetmenin mantığı nedir?” denilirse. Cevap şöyledir: İnsan bazen şık bir yerde kendine uygun olmayan bir mana bulur, o nedenle başka bir yere taşınmak ister, bazen de usanır; cennet ise öyle değildir. 109De ki: "Eğer deniz Rabbimin kelimeleri (ni yazmak) için mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz mutlaka tükenirdi, bir o kadar ilâve getirsek de". "De ki: Eğer deniz Rabbimin kelimeleri için mürekkep olsa": İniş sebebi şudur: "Size ancak az ilim verildi” (İsra: 85) âyeti inince, Yahudiler: "Nasıl olur, bize Tevrat verilmiştir, onda da her şeyin ilmi vardır?” dediler; işte bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Âyetin manası da şöyledir: Eğer deniz yazı yazacak mürekkep olsa idi. Mücâhid de, mana şöyledir, demiştir: Eğer deniz kalem için mürekkep olsa idi. Kalem yazı aletidir. İbn Enbari şöyle demiştir: Mürekkebe midad denilmesi, katibin imdadına koştuğu içindir. Aslı ziyadeden ve bir şeyin arka arkaya gelmesinden gelir. Hasen ile A’meş, elifsiz olarak: "Mededen likelimati rabbi” okumuşlardır. "Kable en tenfede kelimatü rabbi": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım, te ile "tenfede” okumuşlar; İbn Âmir ile Hamze de, ye ile "yenfede” okumuşlardır. Ebû Ali: Te'nis daha güzeldir, çünkü fi'lin isnad edildiği fail müennestir. Müzekker de güzeldir, zira müennesliği hakiki değildir. Allah’ın kelimeleri niçin tükenmez; çünkü O’nun kelâmı zatının sıfatlarından bir sıfattır, sıfatları için de tükenmek diye bir şey olamaz. "Onun kadar getirsek de": Yani deniz kadar, demektir. "Mededen": Ziyade ve ilâve, demektir. Meded: Bir şeyi artıran şeye, ilaveye denir. Eğer: "Niçin âyetin başında "midaden” dedi de, sonunda "mededen” denildi, hâlbuki ikisi de aynı manayadır, kökleri farklı değildir?” denilirse. Buna İbn Enbari cevap vermiş ve şöyle demiştir: İkincisi âyet sonu olduğu için, âyet sonları da burada fuul ve fial vezninde olduğu için, meselâ "nüzüla", "hüzüva", "hivela” gibi; "mededa” kelimesi de bu lâfızlara midaddan daha uygun oldu. Âyet sonlarının (fasılaların) ve beyit kafiyelerinin, seci ve nesir kümelerinin uygun olması, dile daha hafif ve kulağa daha hoş gelir. Bu sebepten dolayı iki lâfız farklı olmuştur. İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Ebû Recâ’, Katâde ve İbn Muhaysın: "Velev ci’na bimislihi midaden” okumuş; onu birinciye hamletmişler, âyet sonlarına bakmamışlardır. Birincilerin okuyuş gerekçeleri daha açık ve yolları daha belirgindir. 110De ki: "Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Ancak bana, Rabbimin bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmak isterse, iyi amel etsin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak koşmasın". "De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim": İbn Abbâs şöyle demiştir: Allahü teâlâ Resul’üne tevazu öğretmiştir ki, mahlukundan kimseye karşı büyüklenmesin. Ona kendisinin de başkaları gibi insan olduğunu ikrar etmesini emretmiştir, ancak ona vahiy ile ikram etmiştir. "Artık kim Rabbine kavuşmak isterse": İniş sebebi şöyledir: Cündeb b. Züheyr el - Ğamidi, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Ben, Allahü teâlâ için amel ediyorum; birisi bunu gördüğü zaman bu beni sevindiriyor, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de: Şüphesiz Allah temizdir, ancak temizi sever, gösteriş için yapılan şeyi kabul etmez, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Tâvûs da şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir adam geldi: Ben cihadı seviyorum; yerimin görülmesini de seviyorum, dedi; bunun üzerine bu âyet indi. Mücâhid de şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir adam geldi: Ben sadaka veriyor ve sıla-i rahim ediyorum; bunu sırf Allah için yapıyorum; benden bunu bahsediyor ve beni bundan dolayı övüyorlar, ben de bundan hoşlanıyorum, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem sustu; bunun üzerine bu âyet indi. "Artık kim umarsa": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Korkarsa, demektir. Bunu da İbn Kuteybe söylemiştir. İkincisi: Kim umarsa, demektir, bu da Zeccâc’ın tercihidir. İbn Enbari de, mana: Kim Rabbinin sevabına kavuşmayı umarsa, demiştir. Müfessirler: Bu da mahşerde ve amellerin karşılığı görüldüğü günde olacaktır, demişlerdir. "İyi amel etsin": Onu gösteriş için yapmasın, "ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak koşmasın": Said b. Cübeyr: Riya yapmasın, demiştir. Muaviye b. Ebû Süfyan da: Bu, Kur’ân’dan inen son ayettir, demiştir. |
﴾ 0 ﴿