20-TÂHÂ SÛRESİMekke’de inmiştir. 135 ayettir. Bismillahirrahmanirrahim 1Ta. Ha. 2Kur’ân’ı sana bedbaht olasın diye indirmedik. O, ittifakla Mekki’dir, "Taha” suresinin İniş sebebinde de üç görüş vardır: Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem namazda ayaklarını dinlendirir, bir ayağına ağırlık verirdi, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh, demiştir. İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ân inince kendisi ve ashabı namaz kıldı, kıyamı uzattı; Kureyş: Allah Muhammed'e Kur’ân’ı bedbaht olsun diye indirdi, dediler. Bu âyet bunun üzerine indi. Üçüncüsü: Ebû Cehil, Nadr b. Haris ve Mut'im b. Adiy, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Sen dinimizi terk etmekle bedbaht oldun, dediler; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Ta ha üzerinde de birkaç kıraat vardır: İbn Kesir ile İbn Âmir, tının ve henin fethi ile "taha” okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım'dan rivayet ederek, tının ve henin kesri ile okumuşlardır. Nâfi de fetha ile kesre arasında "tahe” okumuştur ki, fethaya daha yakındır. Halef de, Müseyyebi’den böyle demiştir. Ebû Amr da, tının fethi ve henin kesri ile okumuştur. Ondan Abbas da Hamze gibi rivayet etmiştir. İbn Mes’ûd, Ebû Rezin Ukayli, Said b. Müseyyeb ve Ebû’l - Âliyye de tının kesri ve henin fethi ile okumuşlardır. Hasen de, tının fethi ve henin kesri ile "tah” okumuştur. Dahhâk ile Muverrık da, tının kesri ve henin sükunu ile "tıh” okumuşlardır. Onun manasında da dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Manası: Ey adam, demektir. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, Said b. Cübeyr, Mücâhid, Atâ’ ve İkrime de böyle demişlerdir. Bunlar onun hangi dilden olduğunda da dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Nabatça’dır, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Said b. Cübeyr de - bir rivayette - ve Dahhâk böyle demişlerdir. İkincisi: Uk dilindendir (büyük bir kabile), bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. Üçüncüsü: Süryanice’dir, bunu da bir rivayette İkrime, bir rivayette Said b. Cübeyr ve Katâde, demişlerdir. Dördüncüsü: Habeşçe’dir, bunu da bir rivayette İkrime, demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Kureyş lehçesi mana bakımından bu dile denk gelmiştir. İkincisi: O, isimlerden alınmıştır; sonra bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, Allahü teâlâ’nın isimlerindendir, ayrıca bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Tı, Latiften, he de Hadi’den alınmıştır. Bunu da İbn Mes’ûd ile Ebû’l - Âliyye demişlerdir. İkincisi: Tı Tahir ve Tayyib isimlerinin baş harfidir, he de Hadi isminin baş harfidir. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. İkinci görüş: O, Allah’ın isimlerinden değildir, sonra bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Tı, Tabe’dendir ki, o da Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in şehridir. He de Mekke’dendir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki nakletmiştir. İkincisi: Tı, ehl-i cennetin tarab'ındandır (coşku), he de ehl-i narın hevan’ındandır (değersizlik). Üçüncüsü: Tı, cümmel (ebcet) hesabında dokuzdur, he de beştir; toplamı on dörttür; mana da: Ey bedir (ay, ayın on dördü, ey ay yüzlü) biz sana Kur’ân’ı bedbaht olman için indirmedik, demektir. Bu iki görüşü Sa’lebî hikaye etmiştir. Üçüncüsü: O, Allah’ın ettiği bir yemindir, o da Allah’ın isimlerindendir, bunu da Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Biz de onun isim olmasının manasını Meryem suresinin baş tarafında şerh etmiştik. Kurazi şöyle demiştir: Allahü teâlâ tavl (kudret) ve hidâyetine yemin etmiştir. Dördüncüsü: Manası şöyledir: Yere iki ayağınla bas. Bunu da Mukâtil b. Hayyan, demiştir. "Liteşka"nın manası da: Yorulman ve bu kadar çabalaman için demektir. Şöyle ki, o, ibadette çabaladı ve aşırıya kaçtı; kıyamda uzun durduğu için ayaklarını değiştiriyordu; hafifletmesini emretti. 3Ancak korkan için öğüt vermek için. "İlla tezkireten": Ahfeş: O, liteşkadan bedeldir, mana da ancak öğüt için indirdik, demiştir. 4Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından azar azar indirilmiştir. "Tenzilen": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Onu indirmekle indirdik, "el- ulâ": Ulya’nın cem’idir, semaun ulya (yüksek gök) ve semavatun ulya” (yüksek gökler) dersin, tıpkı kübra ve küber gibi. 5Rahman, Arş’i (zaman ve mekandan münezzeh olarak) istiva etti. 6Göklerdeki, yerdeki, ikisinin arasındaki ve nemli toprağın altındaki şeyler O’nundur. "Serâ” ise: Islak topraktır. Müfessirler: Islak topraktan yedinci kat yerin altındaki kastedilmiştir, demişlerdir. 7Eğer sözü açık söylersen, şüphesiz O, gizliyi de daha gizliyi de bilir. "Eğer sözü açık söylersen": Yani sesini yükseltirsen, "şüphesiz O, gizliyi de daha gizliyi de bilir": Mana şöyledir: Sesini yükseltmekle kendini zorlama, çünkü Allah gizliyi daha gizlisini de bilir. "Gizli ve daha gizliden” ne murat edildiğinde de beş görüş vardır: Birincisi: Gizli, insanın içinde sakladığıdır, daha gizlisi de: Henüz olmayan ve ileride olacak şeydir, bunu da bir cemaat İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Dahhâk da böyle demiştir. İkincisi: Gizli, içinden konuştuğun, daha gizli de: Telaffuz etmediğindir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Üçüncüsü: Gizli: İnsanın başkalarından sakladığı şey, daha gizlisi de: Vesvesedir. Bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: Kelâmın manası şöyledir: O, kullarının gizlediğini bilir, kendi sımm ise onlardan gizlemiştir; o bilinmez. Bunu da Zeyd b. Eslem ile oğlu demişlerdir. Beşincisi: O insanın başkasına verdiği sırnnı da içinde sakladığını da bilir. Bunu da Ferrâ’, demiştir. 8Allah O’dur ki, O’ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur. "En güzel isimler (esmâü’l-hüsna) O’nundur": Bunu da A’raf: 180’de şerh etmiş bulunuyoruz. 9Sana Mûsa’nın haberi geldi mi? "Sana Mûsa’nın haberi geldi mi?": Bu, onaylatma sorusudur, manası da: Gerçekten geldi, demektir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Şu nahiv bilginlerince bilinen bir şeydir ki, "hel” kad manasını ifade eder. Arapların en fasihi olan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem: Allahümme hel bellağtu” demiş: Kad bellağtü (ya Rabbi, görevimi tebliği ettim) demek istemiştir. 10Hani, bir ateş görmüştü de ailesine: "Durun, şüphesiz ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir kor getirir yahut ateş üzerine bir yol gösterici bulurum” demişti. Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Mûsa, annesine dönmek için Şuayb aleyhisselam’dan izin istedi. O da ona izin verdi. O da ailesiyle birlikte çıktı. Yolda çetin bir kış gecesinde çocuğu oldu, çakmak çaktı, yanmadı. Onunla uğraşırken uzaktan yolun sol tarafından bir ateş gördü. Biz bu hadisi 'Kitabu'l - Hadaik’te uzun uzadıya zikrettiğimiz için burada tefsiri hikaye ile uzatmak istemedik. Çünkü bizim maksadımız ezberlenmesi kolay olması için kısa bir tefsir yazmaktır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Mûsa bir nûr gördü, ancak Mûsa içinde düşündüğü şeyi haber verdi. "Ailesine dedi": Yani karısına, "durun": Yani yerinizde kalın, dedi. Hamze, burada ve Kasas 29’da he’nin zammesiyle "liehlihumküsu” okumuştur. "Inni anestü nara": Ferrâ’ şöyle demiştir: Ben buldum, hel aneste ahaden, "kimseyi buldun mu?” denir. İbn Kuteybe de: "Anestü": Gördüm, demiştir. Kabes kelimesine gelince, Zeccâc: O, bir sopanın veya bir fitilin başındaki ateştir (meşaledir) demiştir. "Ev ecidü alennari hüda": Ferrâ’ şöyle demiştir: Hadiyen demek istemiş, mastarla ifade etmiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Burada “alâ” nın, "inde” manasına, "maa” manasına ve "be” manasına olması câizdir. Tefsirciler şöyle demişlerdir: O, yolu şaşırmıştı, ateşin başında biri olacağını bildi. Zeccâc şöyle demiştir: Suyu kaybetti, kendisine yol gösterecek veya suyu tarif edecek birini umdu. 11Ona geldiği vakit: "Ey Mûsa!” diye seslenildi. "Ona geldiği vakit": Ateşe geldiği vakit, "ey Mûsa, ben senin Rabbinim, diye seslenildi (inni ene rabbüke)". Mütekellim zamirinin iki defa tekrar edilmesi, manayı pekiştirmek, bilgiyi sağlamlaştırmak ve şüpheyi izale etmek içindir. "İnni enen nezirül mübin” (Hicr: 89) âyetinde böyledir. İbn Kesir, Ebû Amr ve Ebû Cafer hemzenin fethi ve ye ile "enniye” okumuştur; Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de hemzenin kesri ile okumuştur, ancak Nâfi yeyi fethe ile okumuştur. Zeccâc şöyle demiştir: Kim "enni ene” okursa, Mana şöyledir: Nudiye bienni ene rabbüke (ben senin Rabbinim diye seslenildi). Kim de kesre ile okursa, mana: Nudiye ya Mûsa, fekalallahu ene rabbüke (ey Mûsa, diye seslenildi, Allah da: Ben senin Rabbinim, dedi). 12"Şüphesiz ben senin Rabbinim; ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin". "Ayakkabılarını çıkar": Onları çıkarmakla emrolunmasında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar ölü merkep derisinden idi. Bunu da İbn Mes’ûd, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiş; Ali b. Ebi Talip kerremallahu veçhe ile İkrime de böyle demişlerdir. İkincisi: Onlar, boğazlanmış sığır derisinden idi, ancak kutsal toprağa değsin de bereketine nail olsun diye çıkarmalarını emretmiştir. Bunu da Hasen, Said b. Cübeyr, Mücâhid ve Katâde, demişlerdir. "Sen kutsal vadidesin": Bunda da iki görüş vardır ki, biz onları Maide: 21’de, "el – arda’l-mukaddese” kavlinde zikretmiş bulunuyoruz. "Tuva": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, "tuva ve ene” gayri munsarif okumuşlar; Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, munsarif olarak "tuven” şeklinde okumuşlardır. Hepsi de tiyi zammeli okumuşlardır. Hasen ile Ebû Hayve de tının kesri ve tenvinle "tıven” okumuşlardır. Ali b. Nasr da Ebû Amr’dan, ünın kesri ile tenvinsiz olarak "tıva” okumuştur. Zeccâc şöyle demiştir: "Tuva"da dört çeşit okuyuş vardır: Tının zammı tenvinli ve tenvinsiz, "tuva". Kim onu tenvinlerse, o, vadinin ismidir. O müzekkerdir, fual veznindedir, tıpkı hutam ve surad gibi. Kim tenvinsiz okursa iki sebeple gayri munsarif yapar: Birincisi: Tavin’den dönüşmüş olmasıdır; o zaman adil’den bozulan Ömer gibi gayri munsarif olur. İkincisi: O yerin ismi olmasıdır, tıpkı "fil-bukatil mübareketi” (Kasas: 30)de olduğu gibi. Kesre ve tenvin ile okunursa, mian gibi olur, mana da: Üst üste kutsanmış demek olur. Nitekim şair Adiy b. Zeyd şöyle demiştir: Ey kınayın, tahkik etmeden beni üst üste kınaman, Senin katmerli cahilliğindedir. Yani levm tıven: Üst üste kınamaktır. Kim de onu tenvinlemezse, onu yerin ismi yapar. Müfessirlerin "tuva"nın manasında üç görüşleri vardır: Birincisi: Vadinin ismidir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: "Tuva"nın manası: Vadiye ayak bas, demektir. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid’ten de iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: O, iki kere kutsanmış demektir, bunu da Hasen ve Katâde, demişlerdir. 13"Ben seni seçtim; sen de vahyolunanı dinle". "Veenahtertüke": Ben seni seçtim, demektir. Hamze ile Mufaddal şeddeli nun ile "veenna", elif ile de "ihternake” okumuşlardır. "Vahyolunan şeyi dinle": Yani vahyedilen emri, demektir. İbn Enbari şöyle demiştir: Burada dinlemek sunmak manasına alınmıştır, Mana şöyledir: Vahyimi dinle. Burada vahiy de: 14Şüphesiz ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Sen de bana ibadet et ve beni anmak için namazı dosdoğru kıl". "Gerçekten ben Allah’ım, benden başka İlâh yoktur, bana ibadet et” kavlidir, yani beni birle, demektir. "Beni hatırlamak için namaz kıl": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Ne zaman üzerinde namaz olduğunu hatırlarsan namazı kıl, ister vaktinde olsun, ister olmasın. Bu çoğunluğun görüşüdür. Enes de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den: Kim bir namazı unutursa, onu hatırladığı zaman kılsın, onun bundan başka kefareti yoktur, dediğini ve sonra da "beni hatırlamak için namazı kıl” âyetini okuduğunu rivayet etmiştir.13 13 - Buhârî, Mevakit, bab, 37; Müslim, Mesacid, hadis no, 309, 314, 315, 316; Tirmizî, Salat, bab, 16; Nesâî, Mevakit, bab, 52, 53, 54; İbn Mâce, Salat, bab, 10,11, 26; İkamet, bab, 122; Malik, Muvatta, hadis no, 25; Ahmed, Müsned, 3/31,44. İkincisi: Beni onda hatırlaman için namazı kıl. Şöyle de denilmiştir: Bu kelâm: "Dinle” sözüne atfedilmiştir, o zaman mana: Vahyolunam dinle ve zikrimi dinle olur. İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b ve İbn Semeyfa, iki lâm ve şeddeli zal ile "ekimis salate lizzikra” okumuşlardır. 15"Şüphesiz kıyamet gelecektir. Onu neredeyse saklıyorum ki, herkes çalıştığı / kazandığı şey ile cezalandırılsın". "Ekadü uhfiha": Kurraların çoğu elifin zammı ile okumuşlardır. Sonra Kelâmın manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Onu neredeyse kendimden gizliyorum, bunu İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Mücâhid ve diğerleri demişlerdir. İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b ve Muhammed b. Ali: Ekadü uhfiha min nefsi okumuşlardır. Ferrâ’ şöyle demiştir: Mana şöyledir: Artık onu size nasıl açıklanm? Müberrid de şöyle demiştir: Bu, Arapların adetine göre söylenmiştir: Onlar bir şeyi çok sakladıkları zaman: Onu kendimden de sakladım, derler, yani ondan kimseyi haberdar etmedim, demektir. İkincisi: Kelâm: "Ekadü” kavlinde tamam oldu, ondan sonra gizli bir şey vardır, takdiri de şöyledir: Ekadü ati biha (onu getirecek gibiyim). Yeni söz başı: Onu gizliyorum. Şair Dabi’ el - Burcumi şöyle demiştir: Niyet ettim, yapmadım, neredeyse, keşke ben Osman’a bıraksaydım da helalleri ağlasalardı. Neredeyse yapacaktım, demek istemiştir. Üçüncüsü: "Ekadü"nün manası: İstiyorum, demektir. Şair şöyle demiştir: İstedi, istedim, bu da hayırlı bir istektir; Keşke geçen çocukluk zamanım geri gelse! Şiirde geçen kadet ve kidtü, eradet ve eredtü (istedi ve istedim) manasınadır. Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir. Eğer: "Bu kadar gizlemenin faydası nedir?” denilirse?" Cevap şöyledir: O, uyarma ve korkutma içindir. Bir kimse düşmanın ne zaman saldıracağım bilmezse, daha uyanık olur. Said b. Cübeyr, Urve b. Zübeyr, Ebû Recâ’ el - Utaridi ve Hamid b. Kays, elifin fethi ile "ahfiha” okumuşlardır. Zeccâc da, manası: Neredeyse onu açıklayacağım, demiştir. Şair Imruulkays de şöyle demiştir: Eğer siz hastalığı gizlerseniz, onu biz de açıklamayız, Eğer savaş göndermek isterseniz biz de oturmayız. Yani hastalığı açıklamayız, demek istemiştir. Ve Zeccâc: Bu okuyuş mana için daha açıktır, demiştir, çünkü "ekadü uzhimha"nın manası, onu gizledim, neredeyse açıklayacağım, demektir. "Herkes kazandığı şey ile cezalandırılsın": Yani yaptığı şey ile demektir. "Litücza", "innessaate atiyetün"e bağlıdır, mana da: Kıyamet gelecektir ki, herkes cezasını çeksin, olur. "Namazı beni anmak için kıl"a bağlı olması da câizdir, o zaman da mana: Namazı kıl ki, herkes ettiğinin mükafatını görsün, olur. 16Ona iman etmeyen ve keyfine uyan kimse seni ondan çevirmesin. Sonra helak olursun". "Öyleyse seni ondan çevirmesin": Yani ona iman etmekten, "ona inanmayan": Yani onun olacağına inanmayan, demektir. Peygambere hitap, bütün ümmetine hitaptır. "Keyfine uydu": Kendi arzusuna uyup aziz ve celil olan Allah’ın emrine muhalefet etti. "Feterda": Sonra helak olursun, demektir. Zeccâc da şöyle demiştir: Rediye yerda: Helak olmaktır. 17"Ey Mûsa, o sağ elindeki nedir?" "Vema tilke biyeminike": Zeccâc: "Tilke (o)” mübhem isimdir, "elleti” yerindedir. Mana da şöyledir: Sağ elindeki o şey nedir? 18(Mûsa) dedi: "O, asamdır. Ona yaslanırım ve onunla koyunlarıma yaprak silkerim. Benim onda başka ihtiyaçlarım da var". "Etevekkeü aleyha": Tevekkü’: Bir şeye yaslanmaktır, "Ve ehüşşü biha alâ ğanemi": Ferrâ’ şöyle demiştir: Onunla kuru ağaca vururum ki, yaprağı düşsün de koyunlarım otlasın. Zeccâc da şöyle demiştir: O, neşelendirmek ve imkan vermek kökünden gelir. Mearib ise: İhtiyaçlar, demektir, tekili me’rübe ve me’rebe’dir. Kuteybe ile Verş, mearib’in hemzesini imale ile okumuşlardır (meeyrib). Eğer: "Allahü teâlâ’nın bildiği halde, "o sağ elindeki nedir?” diye sormasının faydası nedir?” denilirse, buna iki cevap verilir: Birincisi: Bunun dışı istifham (anlamak istemek), akışı ise somdur, muhatap ikrar ederek cevap versin istiyor. O zaman delili itiraf ettiği için inkâr edemez. Meselâ sen hitap ettiğin kimseye: Bu nedir?” dersin, o da: Su, der. Sen onun içine biraz boya koyarsın, eğer o yine öyle derse, sen: "Sen onun su olduğunu itiraf etmedin mi?” dersin. O zaman delil karşısında diyecek bir şeyi kalmaz. Bu Zeccâc'ın görüşüdür. Buna göre fayda şöyle olur: Mûsa’ya onun değnek olduğunu itiraf ettirdi ki, onu yılana çevirmedeki kudretini göstersin ve onu iyice anladıktan sonra onunla mucize meydana gelsin. İkincisi: Allahü teâlâ konuşurken Mûsa’nın kalbindeki heybet ve ürpertiyi görünce, onu yatıştırmak ve içindeki korkuyu hafifletmek istedi. Binaenaleyh bu söz ısındırmak için söylenmiştir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki nakletmiştir. Eğer: Cevap verirken, "o asamdır” demesi yeterdi, "ona dayanırım” vs. demesinin faydası nedir? Bu, ancak faydalarını bilmeyen birine açıklanır?” denilirse, buna üç cevap verilir: Birincisi: Mûsa, "o asamdır” diyerek cevap verdi, kendisine: "Onunla ne yaparsın?” denildi; o da ikinci soruya onlarla cevap verdi. Bunu İbn Abbâs ile Vehb, demişlerdir. İkincisi: Ona ayakkabılarını çıkartma gibi onu da atmayı emreder diye korkusundan onun faydalarını saydı ve ona olan ihtiyaçlarını açıkladı. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Üçüncüsü: Onun yararlarını saydı ki, onu taşımakla boş şeyle uğraşan biri durumuna düşmesin. Eğer: "Neden birkaç faydasını saymakla yetindi, daha uzun açıklamadı?” denilirse, buna da üç cevap verilir: Birincisi: O, asanın yararlarını saymakla Allah’lâ konuşmayı terk etmek istemedi. İkincisi: Allah onu bildiği için daha çok sayma ihtiyacı duymadı. Üçüncüsü: O lâzım olanla yetindi, fazlalıklara değinmedi. Şöyle de denilmiştir: O (asa) gece ışık saçar, haşaratı kovar ve Mûsa’nın canı istediği zaman meyve verirdi. Onun cinsinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, mersin ağacındandı, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O, teke dikeni cinsinden idi. Eğer: Meareb cemidir, nasıl "uhra” dedi de, "uhar” demedi?” denilirse. Cevap şöyledir: Mearib cemaat (çoğul) manasınadır, sanki Cemaatün minel hacati uhra, demiştir. Bunu da Zeccâc söylemiştir. 19Dedi: "Bırak onu, ey Mûsa!" 20Onu bıraktı; baktı ki, o, koşan bir yılandır. "Onu bırak, ey Mûsa": Müfessirler şöyle demişlerdir: Onu terk etmesini emretti zannederek onu attı; bir ses işitti, baktı ki, o, koca bir yılan, büyük bir kayanın yanından geçiyor, onu yutacak zannedip ondan kaçtı. Konuşma gecesinde bu mucizeyi göstermenin faydası hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onu Fir’avn’in huzurunda attığı zaman korkmasın diye. İkincisi: Sana verdiğim sadece bu değil; nasıl en büyüğünü yani yılanı sana Mûsahhar ettimse daha aşağılarını da sana Mûsahhar edip emrine vereceğim, demek istedi. 21Dedi: "Tut onu. Korkma. Biz onu ilk haline döndüreceğiz". Sonra Allahü teâlâ onu yılan haliyle tutmasını emretti, o da elini üzerine koydu, o da sopa haline döndü. "İşte "onu ilk haline döndüreceğiz” dediği budur, Ferrâ’: Siyret, yol demiştir. Onu eskiden olduğu gibi sopaya çevirirsin, demek istiyor. Zeccâc da şöyle demiştir: "Siyreteha” harfi çerin düşmesi ve fi’lin devreye girmesiyle mensubtur, mana: Senüidüha ilâ siretiha (onu eski haline çevireceğiz) demektir. Eğer: "Asa tek idi, bir defa atılmıştı, ondan çeşitli şekillerle haber vermenin mülahazası nedir? Çünkü A’raf: 107’de. "feiza hiye sü’banün", burada da "hayyetün” demiş; başka bir yerde de "keenneha cânnun” (Neml: 20) demiştir. Cân: Küçük yılandır, sü’ban ise yılanların en büyüğüdür (ejderha)?” denilirse. Cevap şöyledir: O, işin başında küçük yılan (cin) gibi idi, sonunda ise büyük yılan denilmiştir. Hayye ise küçüğe de büyüğe de erkeğe de dişiye de denir. Zeccâc şöyle demiştir: İriliği ejderha gibiydi, kıvraklığı ve hareketi ise küçük yılan gibi çevik ve hafif idi. 22Elini koynuna sok da bir kötülük (hastalık) olmadan başka bir mucize olarak bembeyaz çıksın". "Vadmum yedeke ilâ cenahik": Ferrâ’ şöyle demiştir: Cenah pazının koltuğa doğru aşağı kısmıdır, demiştir (koyun). Ebû Ubeyde de: Cenah, yan taraftır, demiş ve şu beyiti delil getirmiştir: Onu göğsüme ve yanıma (böğrüme) basıyorum. "Bir kötülük olmadan bembeyaz çıksın": Yani abraş hastalığı olmadan demektir. "Başka bir mucize": Yani asadan başka senin doğruluğunu gösteren başka bir âyet olarak. Zeccâc da şöyle demiştir: 'Ayeten” şu mana ile nasb edilmiştir: Ateynake ayeten, ev nü’tiyke ayeten (sana bir âyet verdik veya bir âyet vereceğiz). 23"Sana en büyük âyetlerimizden (birini) gösterelim diye". "Sana en büyük âyetlerimizden birini gösterelim diye (linüreyeke min ayatinel kübra)": Eğer: "Niçin"elküber” demedi, denilirse? Buna üç cevap verilmiştir: Birincisi: O, "mearibe uhra” kavli gibidir, onu da şerh etmiş bulunuyoruz. Bu da Ferrâ’’nın görüşüdür. İkincisi: Onda gizli kelimeler vardır, takdiri şöyledir: Linüriyeke min ayatine elayetel kübra. Ebû Ubeyde de: Bunda takdim ve tehir vardır, takdiri: Lüniriyeke elkübra min ayatine demiştir (manalar aynıdır). Üçüncüsü: Bu, âyet başları (seci) uysun diye böyle yapılmıştır. Bu iki görüşü Sa’lebî nakletmiştir. 24Fir’avn’e git; çünkü o, azgınlaştı". "Çünkü o azgınlaştı": Yani isyanda haddini aştı, demektir. 25(Mûsa) dedi: "Rabbim, bana göğsümü aç". "Bana göğsümü aç": Müfessirler şöyle demişlerdir: Fir’avn ve askerlerine karşı koyma göreviyle Mûsa'nın göğsü daraldı; Fir’avn ve askerlerinden korkmaması için kalbini hakka karşı genişletmesini istedi. 26İşimi bana kolaylaştır". "İşimi bana kolaylaştır” kavlinin manası: Görevlendirildiğim şeye karşı bana kolaylık ver, demektir. 27"Dilimden düğümü çöz". "Dilimden düğümü çöz": İbn Kuteybe: Dilinde tutukluk vardı, demiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bir gün Fir’avn, Mûsa çocukken onu kucağına almıştı; o da eliyle Fir’avn’in sakalını çekmişti. O da onu öldürmek istemişti. Karısı Asiye: Onun aklı ermez, bunu sana göstereyim, dedi, önüne iki kor ile iki inci koy, eğer korlardan uzaklaşırsa, bil ki, aklı yetiyordur, dedi. Mûsa da koru alıp ağzına attı; dili yandığı için onda bir hafif kekemelik oluştu. İşte Allah’tan sözünü anlamaları için bunu çözmesini istedi. 28"Sözümü anlasınlar". 29Bana ailemden bir vezir ver". Vezir kelimesine gelince: İbn Kuteybe şöyle demiştir: Aslı vizarettir ki, vizrden gelir, o da yüktür. Sanki vezir hükümdarın yükünü taşımaktadır. Zeccâc da şöyle demiştir: O, vezer kökünden gelir, vezer de: Helaktan korunmak için sığınılan dağdır. Halifenin veziri de öyledir, manası da: İşlerinde dayanacak ve görüşüne başvuracak kimse demektir. 30"Kardeşim Harun'u". "Hârûne” lâfzı iki açıdan mensûb olmuştur: Birincisi: "ic’al” emir fi'linin iki mef'ul almasıdır, o zaman mana şöyle olur: Kardeşim Harun’u bana vezir yap. O zaman "veziren"i ikinci mef'ul olarak nasbeder. "Harun"un "veziren"den bedel olması da câizdir ki, o zaman da mana şöyle olur: Bana ailemden bir vezir ver, dedi, sonra da Harun’u vezirden bedel yaptı. Birincisi daha iyidir. Maverdi şöyle demiştir: Allahü teâlâ’dan bir vezir istemesi şunun içindir, çünkü o, sadece vezirlikle yetinmeyip peygamberlikte ona ortak olmasını istedi. Eğer öyle olmasa idi, istemeden vezir olması câiz idi. İbn Kesir, ye’nin fethi ile "ahiye” okumuştur. 31"Onunla belimi berkit". "Onunla belimi berkit": Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu, Mûsa’dan duadır, Mana şöyledir: Ya Rabbi, onunla belimi berkit ve onu işime ortak et. İbn Âmir, meftuh hemze-i kat' ile "eşdid” ve elifin zammesiyle de "üşrikhü” okumuştur. Aynı şekilde iki elifle başlar. Ebû Ali de şöyle demiştir: Bu kıraat, şart ve ceza üzeredir. Doğrusu haber değil dua olmasıdır. Çünkü öncesi duadır. Bir de peygamberlikte ortaklık ancak aziz ve celil olan Allah’ın dilemesiyle olur. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Ezr: Bel, arkadır, azertü fülanen alel emri denir ki: Onu kuvvetlendirdim, ona arka oldum, demektir. 32"Onu işime ortak et". "Onu işime ortak et": Yani benimle beraber peygamberlikte, demektir. 33"Seni çokça tesbih edelim". "Ta ki, seni tesbih edelim": Yani senin için namaz kılalım, 34"Seni çokça zikredelim". "ve seni zikredelim": Dillerimizle, bize verdiğin nimetler için. 35"Şüphe yok sen bizi gören idin". "Şüphesiz sen bizi gören idin": Yani bu nimetleri bize tahsis ettiğinde bizi biliyordun, demektir. 36Dedi: "Ey Mûsa, gerçekten isteğin sana verilmiştir". "Kad utiyte sü’leke (isteğin sana verilmiştir)": İbn Kuteybe: Matlubun sana verilmiştir, demiştir. O (su’l) "fu'l’ veznindedir, seeltüden gelir: Yani sana istediğini verdim, demektir. 37"Yemin olsun ki, sana başka bir defa daha lütfetmiştik". "Sana lütfetmiştik": Sana nimet vermiştik, "başka bir defa": Yani bundan önce demektir. Sonra ne zaman olduğunu 38"Hani, annene vahyolunanı vahyetmiştik". "hani, annene vahyolunanı vahyetmiştik” kavli ile açıkladı: Yani ona seni kurtaracak şeyi ilham etmiştik, demektir. Sonra da bunu "onu tabuta koy (enikzifihi) “sözü ile tefsir etti. Kazf: Bir şeyi atmaktır. Eğer: "Vahyolunanı” sözünün ne faydası var? Zaten bilinmişti?” denilirse, İbn Enbari buna iki cevap vermiştir: Birincisi: Mana şöyledir: Ona vahyolunması câiz olan şeyi vahyettik, demektir; çünkü her şey vahyolunmaya uygun değildir. Zira o, peygamber değildir. Böylece ona ilham edilmiştir. İkincisi: "Mayuha” kavli tekit içindir, tıpkı "feğaşşaha ma ğaşşa” (Necm: 53) kavili gibi. 39"Onu tabuta koy; onu denize at; deniz de onu sahile atsın da onu benim de düşmanım, onun da düşmanı alsın. Sana benden bir sevgi bıraktım ve gözümün önünde yapılasın (büyütülesin) diye. "Onu deniz sahile atsın": İbn Enbari şöyle demiştir: Bunun zahiri emir, manası ise haberdir, tevili de: Deniz onu atar, demektir. Denizin Allah’ın ona verdiği bir kabiliyetle memur olup işitmesi ve düşünmesi de câizdir, nitekim taşa ve ağaca aynısını yapmıştır. Sahil ise: Deniz kıyısıdır. "Onu benim de düşmanım, onun da düşmanı alsın": Yani Fir’avn, demektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Annesi bir sandık aldı, içini atılmış pamukla doldurdu, Mûsa’yı da içine koydu; yarıklarını da ziftle sıvadı, sonra onu Nil'e attı. Ondan da Fir’avn’in sarayına büyük bir kanal ayrılırdı. O, havuzun başında hanımı Asiye ile otururken birden sandığı gördü; köle ve cariyelere onu almalarını emretti. Onu açınca onda çok güzel bir erkek çocuğu gördüler. Fir'avn onu görür görmez sevdi. İşte "sana kendimden bir sevgi verdim” sözü budur. Ebû Ubeyde de: "Elkaytü aleyke” sözünün manası: Sana kendimden bir sevgi verdim, demiştir, İbn Abbâs da şöyle demiştir: Allah onu sevdi ve halkına da sevdirdi; onunla mü’min veya kâfir, kim karşılaşırsa onu severdi. Katâde de şöyle demiştir: Gözünde bir güzellik vardı; onu kim görürse severdi. "Velitusnaa alâ aynı": Ebû Cafer “Lâm” ın ve aynın sükunu ve idgam ile "veltusna” okumuştur. Katâde de: Sevgim ve irademle beslenmen için, demiştir. Ebû Ubeyde de: isteğim ve sevgim üzerine, demiştir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu, Arapların şu sözüne benzer: Guziye fülanün alâ ayni (sevgim üzerine büyüdü). Başkası da: Gözümün önünde büyütülmen ve beslenmen için, demiştir. Sanaar recülü cari-yetehu, denir ki: Cariyesini büyüttü; sanaar recülü feresehu denir ki: Atının yemini ve suyunu düzenli verdi, demektir. Gözümün önünde yetiştirilmen için sözünün manası: Kız kardeşinin yürüyüp sana gelmesini ve "size onu emzirecek birini göstereyim mi, demesini takdir ettik, demektir. Çünkü bu onun aziz ve celil olan Allah’ın iradesine göre yetiştirilmesine sebep idi. 40"Hani, kız kardeşin yürüyor: "Ona kefil olacak birini size göstereyim mi?” diyordu. Seni annene döndürdük ki, gözü aydın olsun ve üzülmesin. Sen bir adam / nefis öldürmüştün. Biz de seni sıkıntıdan kurtarmış ve bir deneme ile denemiştik. Medyen halkı arasında yıllarca kalmıştın. Sonra bir takdir üzerine gelmiştin, ey Mûsa". Kız kardeşine gelince: Mukâtil: Onun adı, Meryem’dir, demiştir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Neden sadece onun yürümesinden bahsedildi de: Yürüdü, Fir’avn hanedanının yanına girdi ve onlara sütanne gösterdi, demedi? Zira Araplar, mana bilindiği zaman az olsun çok olsun kelimeleri atarlar, meselâ: "Ene ünebbiüküm feersilun (size onun tabirini haber vereceğim; beni gönderin)” kavlinde olduğu gibi (Yûsuf: 45). Gönderildi, o da Yûsuf’un yanına girdi, demedi. Müfessirler şöyle demişlerdir: Kız kardeşinin yürümesinin sebebi şudur: Annesi ona: Mûsa’yı izle, dedi. O da Mûsa’yı suda takip etti. Onu Fir’avn ailesi alınca, hiçbir kadının memesini kabul etmedi. Kız kardeşi onlara: "Size bir anne göstereyim mi?” dedi, yani onu emzirecek ve onu bağrına basacak birini, demektir. Ona: "O kadın kim?” dediler, o da: Annem, dedi. "Onun sütü var mı?” dediler, o da: kardeşim Harun’u emziriyor, dedi. Harun, Mûsa’dan üç yaş büyüktü. Onu gönderdiler, o da anneyi getirdi, çocuk da onu kabul etti. İşte "seni annene tekrar gönderdik” sözünün manası budur. "Gözü aydın olsun diye": Seninle ve seni görmekle. "Sen bir cana kıydın": Yani yumrukla vurup öldürdüğü Kıptı kastediliyor. O da az sonra gelecektir, inşaallah. "Seni kederden kurtardık": Ona karşılık öldürülme korkusu ile kederli idi. Allah onu Medyen’e kaçmakla kurtardı. "Seni deneme ile denemiştik": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Seni denedikçe denedik, bunu da Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. İkincisi: Seni kurtardık da kurtardık, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid de böyle demiştir. Üçüncüsü: Seni sıkıntıya müptela kıldık da kıldı, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Katâde de böyle demiştir. Ferrâ’ da: Seni maktulün sıkıntısından kurtarmakla kurtardık, demiştir. Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Fûtun; Onun sıkıntı üstüne sıkıntıya düşüp Allahü teâlâ’nın onu onlardan kurtarmasıdır: Onların ilki, annesinin ona Fir’avn'in çocukları boğazladığı sene hamile kalmasıdır. Sonra denize atılmasıdır, sonra annesinden başka kadınların memesini kabul etmemesidir, sonra Fir’avn’in sakalını çekmesiyle ölüm tehlikesi atlatmasıdır, sonra incinin yerine koru ağzına atmasıdır, sonra Kıbtı’yı öldürmesidir, sonra da korkarak Medyen’e kaçmasıdır, İbn Abbâs, bu kıssaları Said b. Cübeyr’e anlatır ve her üçünün başında: işte, ey İbn Cübeyr, onun meftun olduğu belalar bunlardır, derdi. Buna göre "fetennake": Seni o fitnelerden kurtardık, tıpkı altının ateşte eritilip de kirden kurtulması gibi, demek olur. Fûtun: Mastardır. "Yıllarca kalmıştın": Kelâmın takdiri şöyledir: Sen Medyen halkına kaçtın. Medyen de Şuayb aleyhisselam’ın memleketidir. Mısır’a sekiz merhale uzaklıktadır. Mûsa oraya kaçmıştı. Medyen’in: Bir adam adı olduğu da söylenmiştir. Bu da A’raf: 86’da geçmiştir. Orada ne kadar kaldığı hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: On yıl, bunu da İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir. İkincisi: Yirmi sekiz yıl; on’u karısının mehri idi, on sekiz sene de kaldı, nihayet çocuğu oldu. Bunu da Vehb, demiştir. "Sonra bir takdir üzerine geldin, ey Mûsa": Yani seni yaratmadan önce tespit ettiğim kader neticesinde geldin. Bu da kırkıncı yılın başında olmuştu. O da peygamberlere vahiy geldiği vakittir. Bu da çoğunluğun görüşüdür. Ferrâ’ da: "Alâ kaderin": Allah’ın konuşmadan irade ettiği şey üzerine, demiştir. 41"Seni kendim için yaptım". "Seni kendim için yapmıştım": Yani seçtim ve seni gözdem yaptım, demektir. Iştına: İş edinmektir, o da bir insana yaptığın hayırdır. İbn Abbâs şöyle demiştir: Seni mesajım ve vahyim için seçtim. 42"Sen ve kardeşin mucizemle gidin, zikrimde gevşeklik etmeyin". "Sen ve kardeşin mucizelerimle gidin". Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar asa ve el mucizesidir, bazen tesniye (ikil) çoğul lâfzı ile ifade edilir. İkincisi: Asa, el ve Fir'avn ve kavminin bilmekte oldukları dilinin çözülmesidir, Bu ikisini İbn Enbari zikretmiştir. Üçüncüsü: Dokuz mucizedir. En doğrusu birincisidir. "Gevşemeyin (ve-lâ teniya)": İbn Kuteybe: Zayıflamayın ve durgunlaşmayın, demiştir. Veniye yeniyel emrü (iş gevşedi) demektir. Bunda: Veniye yevna gibi başka bir lügat de vardır. Burada zikirden murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, Fir’avn’e iletilen mesajdır. İkincisi: O; farzları yerine getirmek, tesbih ve tehlil etmektir. 43İkiniz de Fir’avn’e gidin; çünkü o, azdı". "İkiniz de Fir’avn’e gidin": Gitme emrinin tekrar edilmesindeki fayda, tekit etmektir. Biz de "o azdı” kavlini Taha: 24’te tefsir etmiş bulunuyoruz. 44"Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır yahut korkar". "Fe-kûlâ lehu kavlen leyyinen": Ebû İmran el-Cevni ile Âsım el-Cahderi, yenin sükunu ile "leynen” okumuşlardır ki: Hoş ve nazik demektir. Müfessirlerin de bunda beş görüşleri vardır: Birincisi: Ona: Lailâhe illallahu vahdehu laşerike leh, deyiniz. Bunu da Halid b. Ma’dan, Muaz’dan, Dahhâk da İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O, "arınmak ister misin? Seni Rabbine hidayet edeyim de korkarsın” (Naziat: 18,19) kavlidir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş, Mukâtil de böyle demiştir. Üçüncüsü: Ona künyesi ile hitap edin, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan demiş, Süddi de böyle demiştir. Fir’avn’in ismine gelince, bunu da Bakara: 49’da zikretmiştik. Künyesinde ise dört görüş vardır: Birincisi: Ebû Murre’dir, bunu da İkrime, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. İkincisi: Ebû Mus'ab'tır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki zikretmiştir. Üçüncüsü: Ebû’l - Abbas’tır. Dördüncüsü: Ebû’l - Velid’dir. Bu ikisini Sa’lebî nakletmiştir. Dördüncüsü: Ona: Şüphesiz senin bir Rabbin vardır, şüphesiz senin için bir gelecek (ahiret) vardır, önünde cennet ve cehennem vardır, deyin. Bunu da Hasen, demiştir. Beşincisi: Yumuşak söz şudur: Mûsa ona gelip: Benim getirdiklerime iman eder ve âlemlerin Rabbine ibadet edersen, bir daha ihtiyarlamamak üzere genç kalırsın, ölünceye kadar da mülkün elinden alınmaz. Öldüğün zaman da cennete girersin, dedi. Bu da hoşuna gitti. Veziri Haman gelince, ona Mûsa’nın dediklerini anlattı, o da: "Ben senin ileri görüşlü biri olduğunu bilirdim; sen ilâhsın, kul olmak mı istiyorsun?” dedi ve onu düşüncesinden döndürdü. Bunu da Süddi, demiştir. Anlatıldığına göre Yahya b. Muaz bu âyeti okumuş ve: "İlâhi, ben Allah’ım diyene yumuşaklığın bu ise, sen Allah’sın diyene nasıldır?” demiştir. "Leallehu yetezekkerü ev yahşa": Zeccâc şöyle demiştir: "Lealle lügatte rica ve umuttur. Leali esıru ilâ hayrin (inşallah, sonum hayır olur) dersin. Allah da kullarına anladıkları şeyle hitap etti. Mana da Sibeveyh’e göre şöyledir: Rica ve umutla gidin, ileride olacak şeyi Allah bilir. Allah onun düşünmeyeceğini ve korkmayacağını bilmişti, ancak aleyhine delil, âyet ve kanıtla sabit olur. Peygamber ancak gönderilir, onlar gaybi bilmezler, dediklerinin kabul olunup olunmayacağını bilmezler. Kabul olunmasını ümit ederler. "Lealle"nin manası da onların içlerinde tasavvur edilir, o tasavvura göre de delil ileri sürülür, İbn Enbari şöyle demiştir: Bu hususta İbn Enbari’nin görüşü: Düşünmesi için, şeklindedir. Halid b. Madan da, Muaz’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah’a yemin ederim ki, bu Âyetten dolayı Fir’avn dünyadan çıkmadan önce düşünecek veya korkacaktı. Ancak boğulacağı zaman düşünüp korktu. Ka’b de şöyle demiştir: Allah’a yemin ederim ki, Tevrat’ta şöyle yazılıdır: Ona yumuşak konuşun, ben ise onun kalbini katılaştıracağım, o da iman etmeyecektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: O gün Harun Mısır’da kayıptı, Allahü teâlâ Harun’a Mûsa ile buluşmasını vahyetti; o da bir merhalelik yolda onunla karşılaştı. Mûsa ona: Allahü teâlâ bana Fir’avn’e gitmemi emretti; ben de O’ndan seni yanıma katmasını istedim, dedi. Buna göre buluştukları zaman, biz korkarız, demiş olmaları muhtemeldir. İbn Enbari de şöyle demiştir: Bunu söyleyenin tek başına Mûsa olması da câizdir. Araplar tesniyeyi tekil yerinde kullanır. Meselâ: Ya Zeydü kuma (ey Zeyd, kalkınız), ya haresiy idrıba unukahu (ey koruma, boynunu vurun) dersin. 45İkisi dediler: "Ey Rabbimiz, onun bize hemen kötü bir şey yapmasından yahut taşkınlık etmesinden korkuyoruz". "En yefruta aleyna": Abdullah b. Amr, İbn Semeyfa, İbn Yamir ve Ebû’l - Âliyye, yenin ref’i ve ranın kesri ile "en yufrita” okumuşlardır. İkrime ile İbrahim Nehaî de yenin ve ranın fethi le "en yeftata” okumuşlardır. Ebû Recâ’ el Utaridi ile İbn Muhaysın da, yenin ref'i ve ranın fethi ile "yufrata” okumuşlardır. Zeccâc da mana: Bize hemen ceza vermesinden korkarız, demiştir. Farata minhu emrün denir ki: Ansızın bir şey yaptı, demektir. Afrata fişşey de: Aşırı gitmektir. Farrata fişşey ise: Kusur işlemektir. Hepsinin manası da: Bir şeyi öne sürmektir; çünkü farat lügatte: öne geçen (öncü) demektir. Aleyhissalat vesselam Efendimizin: Ene faratüküm alel havz, hadisi de bundandır ki: Ben havz-ı kevsere gitmek için öncünüzüm, demektir.14 14 - Buhârî, Rikak, bab, 53; Fiten, bab, 1; Müslim, Taharet, hadis no, 39; İmare, hadis no, 10; Fedail, hadis no, 25, 26,32,44,45; İbn Mâce, Fiten, bab, 5; Zühd, bab, 36; Menasik, bab, 76; Nesâî, Taharet, bab, 109; Malik, Taharet hadis no, 28; Ahmed, Müsned, 1/257, 384, 402, 406, 407, 425, 439, 453, 455. "Yahut taşkınlık etmesinden": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Diretmesinden, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Bize kötülük etmede haddi aşmasından. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Daha senin kelâmını ve emrini ona tebliğ etmeden bize saldırmasından. 46Dedi: "Korkmayın; şüphesiz ben sizinleyim, işitir ve görürüm". "Şüphesiz ben sizinleyim": Yani yardımım ve desteğimle, demektir. "İşitirim” sözlerinizi, "görürüm” yaptıklarınızı. Kelbî de şöyle demiştir: Size verdiği cevabı duyarım ve size yaptığı şeyi görürüm. 47"Hemen ona gidin; ona: "Biz Rabbinin sana elçileriyiz; İsrâil oğullarını bizimle gönder, onlara işkence etme. Sana Rabbinden bir mucize getirdik. Doğruya uyana selam olsun” deyin. "İsrâil oğullarını bizimle gönder": Yani onları serbest bırak. "Onlara işkence etme". Fir’avn onları zor işlerde çalıştırırdı. "Sana Rabbinden bir mucize getirdik": İbn Abbâs: O, asa’dır, demiştir. Mukâtil de: Bir yerde elini gösterdi, bir yerde de asayı gösterdi, demiştir. "Doğru yola uyana selam olsun": Mukâtil: Allah’a iman edene, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Bu, bildiğimiz selam değildir; manası Şöyledir: Şüphesiz kim doğru yola giderse, Allah'ın azap ve gazabından selamette olur. Yoksa bu, karşılaşma ve hitap etme değildir. 48"Gerçekten bize vahyolundu ki, şüphesiz azap, yalanlayan ve sırt çevirenin üzerinedir". "Yalanlayan kimseye": Yani getirdiğimiz şeye inanmayıp ondan yüz çevirene demektir. 49(Fir'avn) dedi: "Sizin Rabbiniz kim, ey Mûsa?" "Dedi: Rabbiniz kim?": Kelâmda söylenmeyen kısım vardır, takdiri şöyledir: Ona geldiler, mesajı ilettiler. Zeccâc şöyle demiştir: Neden: Feeteyahu demedi? Zira sözde ona delalet eden (yerini tutan) vardır. Çünkü "Rabbiniz kim?” sözü, ona geldiklerini ve ona dediklerini bildirir. 50Dedi: "Rabbimiz O’dur ki, her şeye yaratılışını verdi, sonra da yol gösterdi". "Her şeye yaratılışını verdi": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Her şeye suretini verdi; her cins canlıyı ötekinden farklı yarattı. İnsanoğlunu hayvanlar gibi yaratmadı, deveyi at gibi yaratmadı. Bu manayı Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid ile Said b. Cübeyr de böyle demişlerdir. İkincisi: Her erkeğe eşini verdi, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Süddi de böyle demiştir. O zaman mana: Her hayvana kendi şeklinde eş verdi, demek olur. Üçüncüsü: Her şeye onu ıslah edecek şey verdi, bunu da Katâde, demiştir. "Sonra yol gösterdi": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Erkeğin dişiye nasıl geleceğini gösterdi, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; İbn Cübeyr de böyle demiştir. İkincisi: Evleneceğini, yiyeceğini ve barınağını gösterdi, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Her şeye geçim yolunu gösterdi, bunu da Mücâhid, demiştir. Ömer b. Hattab, İbn Abbâs, A’meş, İbn Semeyfa ve Nusayr da Kisâi’den rivayet ederek, “Lâm” ın fethasıyla "a’ta külle şey’in halakahu” (yarattığı her şeye verdi) şeklinde okumuşlardır. Eğer: "Bundan Fir’avn’e karşı nasıl delil ileri sürüldü?” denilirse. Cevap şöyledir: Böylece mahlukun varlığı ve hidâyeti sabit olunca, mutlaka onu yaratan ve ona yol gösteren biri olacaktır. 51Dedi: "İlk nesillerin hali nedir?" "ilk nesillerin hali nedir?": İlk nesillerin nesinden sorduğu hususunda da üç görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Onların haber ve hikayelerini sordu, bu hususta Mûsa’nın bilgisi yoktu. Çünkü Tevrat Fir'avn'in ölümünden sonra indirildi. O da: "Onların ilmi Rabbimin yanındadır” dedi. Bu da Mukâtil’in görüşüdür. Başkası da şöyle demiştir: Ben elçiyim, milletlerin haberleri ise gaibtir, benim de gaibten bilgim yoktur. İkincisi: Fir’avn’in onlardan sormasındaki maksadı şu idi: Neden putlara tapıldı? Eğer senin dediğin doğru ise neden Allah’a ibadet edilmedi? Üçüncüsü: Maksadı şudur: Neden onlar diriltilip de hesaba çekilmiyor ve cezalarını görmüyorlar? Mûsa da şöyle dedi: Onların ilmi, yani amellerinin ilmi Allah’ın yanındadır. "ilmüha"daki zamirin kıyamete râci olduğu da söylenmiştir, çünkü ona milletlerin dirilmesinden sormuş, o da böyle cevap vermişti. 52Dedi: "Onların ilmi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz da unutmazda". "Bir kitapta": Levh-i Mahfuz’u kastetmiştir. "Lâ yedıllü rabbi ve lâ yensa": Abdullah b. Amr, Âsım el - Cahderi, Katâde ve İbn Muhaysın, yenin zammı ve dadın kesri ile, "lâ yudıllü” okumuşlar, yani zayi etmez, demişlerdir. Ebû’l - Mütevekki ile İbn Semeyfa da, yenin zammı ve dadın fethi ile "layudallü” okumuşlardır. Bu âyette amellere karşılık verilmesi tekit edilmiştir, Mana da şöyledir: Rabbim şaşırmaz ve onların yaptıklarını unutmaz; sonunda onlara amellerinin karşılığını verir. Şöyle de denilmiştir: Onu bir kitaba geçirmedi, zira O, şaşırmaz da unutmaz da. 53"O ki, yeri size bir beşik kıldı. Size orada yollar açtı. Gökten su indirdi. Onunla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardı". "Ellezi ceaa lekümül arda mihaden": İbn Kesir, Nafî, Ebû Amr ve İbn Âmir "mihaden” okumuşlardır. Âsım, Hamze ve Kisâi de, elifsiz olarak "mehden” okumuşlardır. Mihad: Yatak, mehd de: yerdir. "Size açtı": Yani gitmeniz için yerde yollar açtı, demektir. "Gökten su indirdi": Yani yağmur indirdi. Burada Mûsa’nın verdiği haberler bitti. Sonra Allahü teâlâ kendini anlatıp şöyle dedi: "Biz onunla çıkardık": Yani su ile demektir. "Çeşitli bitkilerden çiftler": Yani renk ve tatları değişik sınıflar. Onların her sınıfı bir çifttir. "Şetta": Bunun kendi lâfzından tekili yoktur. 54Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için ibretler vardır. "Yiyin": Yani sizin için çıkardığımız meyvelerden, "ver’av en’ameküm (hayvanlarınızı otlatın)": Raal maşiyete denir ki: Hayvanları meraya salmaktır. Bu emrin manası, nimetleri hatırlatmaktır. "Şüphesiz bunda ibretler vardır": Yani renk ve tatların değişik olmasında demektir. "Liülin üha (akıl sahipleri için)": Ferrâ’ akıl sahipleri için demiştir. Bir adam için: innehu lezu nühyetin denir ki: Akıllı adamdır, demektir. Zeccâc da şöyle demiştir: Nüha’nın tekili: Nühye’dir. Fülanün zu nühyetin denilir ki: Akıllıdır, o sayede çirkin şeylerden uzak durur ve güzellikleri yapar, demektir. Bazı dilciler de: Zünnühye: Görüşüne ve aklına başvurulan kimsedir, demişlerdir ki, bu da güzeldir. 55Sizi ondan yarattık. Ona döndüreceğiz ve sizi başka bir defa ondan çıkaracağız. "Sizi ondan yarattık": Yani "yeri sizin için beşik yaptı” kavlindeki yerden demektir. "Sizi yarattık” kavlindeki işaret Âdem’edir, bütün beşeriyet ondan gelmedir. "Sizi ona döndüreceğiz” ölümden sonra, "ondan bir defa daha çıkaracağız” dirildikten sonra. Yani ilk önce Âdem’i yaratırken ondan çıkardığımız gibi demektir. 56Yemin olsun, biz ona bütün âyetlerimizi gösterdik; o ise yalanladı ve reddetti. "Yemin olsun, biz ona gösterdik": Yani Fir’avn'e, demektir. "Bütün âyetlerimizi": Yani dokuz mucizeyi. Allah’ın bütün âyetlerini görmedi, çünkü onlar sayılmaz. "Yalanladı": Yani âyetleri yalan saydı ve: Bu, sihirdir, dedi. "Diretti": iman etmekten. 57(Fir’avn) dedi: "Bizi sihrinle yerimizden çıkarman için mi geldin, ey Mûsa?!" "Bizi toprağımızdan çıkarmak için mi geldin?": Yani Mısır’dan, "sihrinle": Yani sihrinle yurdumuzu mağlup edip onu ele geçirerek bizi ondan çıkarmak istiyorsun. 58Biz de sana mutlaka aynı sihri getireceğiz. Bizim aramızla senin aranda bizim de senin de şaşırmayacağımız orta bir yerde belli bir vakit kıl / tesbit et". "Biz de sana aynı sihri getireceğiz": Yani getirdiğin sihre misliyle mukabele edeceğiz, demektir. "Aramızda belli bir vakit tayin et": Yani seninle bizim aramızda bir süre ve belli bir vakit (randevu) tesbit et. "Onu şaşırmayacağımız": Yani geçirmeyeceğimiz, "ne bizim ne de senin geçirmeyeceğimiz bir yer olsun": Mana şöyledir de denilmiştir: Aramızda belli bir zaman ve belli bir mekan tesbit et de orada buluşalım. Orada buluşmakta ihtilaf etmeyelim. "Süva": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Kisâi, “sîn” in kesri ile "siva” okumuşlardır. İbn Âmir, Âsım, Hamze, Halef ve Ya’kûb da, zammı ile "süvu” okumuşlardır. Übey b. Ka’b, Ebû’l - Mütevekkil ve İbn Ebi Able, med, hemze, nasb ve tenvinle "mekanen sevaen” okumuşlardır. İbn Mes’ûd da öyle okumuştur, ancak o, sini kesrelemiştir. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: O iki grubun ortasında bir yerdir, Mana da şöyledir: Öyle bir yer olsun ki, mesafesi iki gruba da eşit olsun, her grubun mesafesi ötekinin mesafesi kadar olsun. 59(Mûsa) dedi: "Sizin belli vaktiniz süs (bayram) günü ve insanların kuşluk vaktinde toplanmasıdır". "Kale mevidüküm yevmuz ziyneh": Cumhûr mimin ref’i ile (yevmu) okumuştur. Hasen, Mücâhid, Katâde, İbn Ebi Able ve Hübeyre de Hafs’tan rivayet ederek mimin nasbi ile (yevme) okumuşlardır. Bu günde de dört görüş vardır: Birincisi: Onların bayram günüdür, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, Süddi de şeyhlerinden rivayet etmiş; Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir. İkincisi: Aşure günüdür, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Nevruz günüdür, o, yılbaşının cumartesi gününe denk gelmişti. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Onların pazar kurdukları günüdür, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Yevm kelimesinin merfu olmasına gelince: Basra ekolüne mensup olanlar şöyle demişlerdir: Takdir: Vaktü mevidüküm yevmuzzine. Bu durumda mev’id, vaktin yerine geçmiştir. Vakit göründüğü zaman nasıl merfu olacaksa onunla merfu olmuştur. Nasbma gelince: Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Mevidüküm yakau yevmezzine. "Ve en yuhşerennasu": "En” mahallen merfudur, mana da: Mevidüküm haşrunnasi, demektir. "Kuşluk vakti": Yani insanların kuşluk vakti toplandıklarını gördüğünüz zaman, demektir. "En"in ziynete atfedilerek mahallen mecrur olması da câizdir, Mana şöyledir: Mevidüküm yevmuzzine ve yevmu haşrinnası duhan. İbn Mes’ûd ile Âsım el - Cahderi, meftuh te, merfu şin ile "ve en tahşure” ve mensûb sin ile de (nase) okumuşlardır. İbn Mes’ûd ile Nehaî’den de meftuh ye, merfu şin ile "ve en yahşure” nasb ile de "nase” okudukları rivayet edilmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: İnsanlardan Mısır halkı, kuşluktan da o günün kuşluk vakti murat edilmiştir. Kuşluğa talik etmesi, güneş ışığının tam olması ve halkın toplanması içindir ki, o zaman delil daha kesin ve şüpheden daha uzak olur. 60Fir’avn dönüp tuzağını topladı, sonra da geldi. "Fir’avn döndü": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Mana şöyledir: Kendisine emredilen haktan döndü. İkincisi: O, Mûsa ile karşılaşmak için hazırlık yapmak üzere sarayına döndü. "Tuzağını topladı": Yani hile ve entrikasını demektir. "Sonra geldi": Yani randevu yerinde hazır oldu. "Mûsa onlara dedi": Yani sihirbazlara dedi. Biz de sayılarını A’raf: 114’te zikretmiştik. 61Mûsa onlara: "Yazıklar olsun size, Allah’a yalan iftira etmeyin; sonra sizi bir azapla helak eder. İftira eden gerçekten ziyan etmiştir. "Veyleküm (yazıklar olsun size)": Zeccâc şöyle demiştir: O, "elzemekü mullahu veylen” manası ile mensubtur. Nida ile mensûb olması da câizdir, tıpkı şurada olduğu gibi: "Yaveylena men baasene min merkadine” (Yasin: 52). "Allah’a yalan iftira etmeyin": İbn Abbâs: Allah’a hiçbir kimseyi şirk koşmayın, demiştir. "Feyüshiteküm” İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, "sahate"den gelmek üzere yenin fethi ile "feyeshateküm” okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, "eshate"den gelmek üzere yenin zammı ile "feyüshiteküm” okumuşlardır. Ferrâ’ şöyle demiştir: Yüshitü daha çok kullanılır, o da kökünü kazımaktır. Araplar: Sahatehullahu ve eshatehu derler ki: Allah onun kökünü kazıdı, demektir. Ferazdak da şöyle demiştir: Ey Mervan'ın oğlu, zamanın ısırması, Helak etmedik ve azaltmadık bir mal bırakamadı. Ferrâ’ ile Zeccâc beyti böyle okumuşlar. Onu Ebû Ubeyde de ref ile "illâ müshatün ev mücellefu” şeklinde rivayet etmiştir. 62(Sihirbazlar) işlerini kendi aralarında tartıştılar. Fiskosu gizledirler. "İşlerini aralarında tartıştılar": Yani sihirbazlar kendi aralarında Mûsa'nın durumunu münazara ettiler, gözden geçirdiler. "Fiskosu gizlediler": Yani konuşmalarını Fir'avn’den ve kavminden sakladılar, demektir. Mûsa ile Harun’dan da, denilmiştir. "Eserru” burada açıkladılar, manasınadır da, denilmiştir. Aralarında geçen söz hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: Eğer bu sihirbaz ise mutlaka biz onu yeneriz; eğer sizin iddia ettiğiniz gibi gökten gelen bir şey ise onu da göreceğiz, dediler. Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Onlar Mûsa’nın konuşmasını dinleyince. Bu, sihirbaz sözü değildir, ancak en yüce Rabbin kelâmıdır, dediler ve hakkı tanıdılar. Sonra Fir’avn’in saltanatına ve Mûsa’nın asasına baktılar, fikirlerinden döndüler ve: Bu ikisi sihirbazdırlar, dediler. Bunu da Dahhâk ile Mukâtil, demişlerdir. Üçüncüsü: Onlar "in hazanı lesahirani...” diye söz ettiler. Bunu da Süddi, demiştir. 63Dediler: "Şüphesiz bunlar iki sihirbazdırlar; sihirleri ile sizi toprağınızdan çıkarmak ve en ideal yolunuzu gidermek (ortadan kaldırmak) istiyorlar. Kurralar "in hazani lesahirani” kavlinde ihtilaf etmişlerdir: Ebû Amr b. Alâ, "inne"ye amel ettirerek: "İnne hazeyni” okumuş ve: Ben "in hazani” okumaktan Allah’tan utanırım, demiştir, İbn Kesir de, şeddesiz olarak "in” ve şeddeli olarak "hazanni” okumuştur. Âsım da Hafs rivâyetinde yine şeddesiz olarak "in” ve şeddesiz olarak "hazani” okumuştur. Nâfi, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, şedde ile "inne” ve elif ve şeddesiz nun ile "hazani” okumuşlardır. Ebû Amr’ın okumasına gelince: Onun Mushafa muhalif olarak okumasının gerekçesi, Osman ile Hazret-i Âişe’nin: Bu, katibin hatasıdır, rivâyetidir. Biz de bunu Nisa suresi: 162'de "velmukimines salate” kavlinde aktarmıştık. Âsım’ın okuyuşuna gelince, onun da manası şöyledir: Bunlar başka değil, iki sihirbazdır, tıpkı şuralarda olduğu gibi: "Ve in nezunnuke leminel kazibin” (Şuara: 186), yani seni ancak yalancılardan zannediyoruz. Bu hususta şu beyti okumuşlardır: Anan üzerine ağlasın, sen ancak taammüt cezasına Çarptırılmış bir Müslüman’ı öldürdün. Yani sen başka değil bir Müslüman öldürdün, demektir. Zeccâc da şöyle demiştir: Bu kıraata şu nakil şahitlik eder: Übey b. Kab’ten rivayet edildiğine göre o, "mahazani illâ sahirani” okumuştur. Ondan: "İn hazani illâ sahirani” de rivayet edilmiştir. Halil’den de şeddesiz olarak "in hazani” rivayet etmiştir. Ondan daha bilgili nahiv alimi olmadığında müttefiktirler. Çoğunluğun şedde ile "inne” ve elif ile "hazani” okumalarına gelince: Atâ’, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bu, Belharis b. Ka’b lehçesidir. İbn Enbari de: Bu, Benilharis b. Ka’b lehçesidir, Kureyş lehçesi de ona denk gelmiştir, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Ebû Ubeyde, Ebû’l - Hattab’tan - ki, o, baş ravilerden biridir - onun Kinane lehçesi olduğunu naklet - miştir; onlar tesniye elifini ref, nasb ve cer halinde tek düze isbat ederler (yeye dönüştürmezler); meselâ şöyle derler: Etaniz zeydani, reaytüz zeydani ve merertü biz zeydani. Şu beyti şahit getirmişlerdir: Yılan gibi başını eğdi, eğer yılan dişleri için Bir delik görseydi, dişlerini geçirirdi. Bunlar: Darabtü beyne üzünahu (kulaklarının arasına vurdum) derler. Eski nahivciler de şöyle demişlerdir: Burada he gizlidir, Mana da şöyledir: Innehu hazani lesahirani. Yine şöyle demişlerdir: "inne"nin manası naam (evet) demektir, takdir de şöyledir: Naam hazani lesahirani. Şu beyti delil getirmişlerdir: Senin saçların ağarmış ve yaşlanmışsın, derler, Ben de: Evet öyledir, dedim. Zeccâc şöyle demiştir: Benim kanaatim şöyledir: Ben bunu alimimiz Muhammed b. Zeyd ile Ali b. İsmail b. İshak b. Hammad b. Zeyd’e arz ettim, onlar da bunu kabul ettiler ve: Bu hususta işittiğimizin en iyisi budur, o da "inne"nin naam yerinde kullanılmasıdır, dediler. Mana da şöyledir: Evet, bu ikisi sihirbazdırlar. Bundan sonra da iyilikte Kinane oğullarının lehçesi gelir. Ben bu okuyuşu da beğeniyorum. Çünkü o, kurraların çoğunluğunun da okuyuşudur. Genel kıraat da öyledir. Âsım ile Halil’in kıraatlarını da beğeniyorum, çünkü onlar imamdırlar ve mana olarak Übey b. Ka’b’in okuyuşuna katılıyorlar. Abu Amr’ın kıraatim ise, Mushaf’a muhalif olduğu için câiz görmüyorum. İbn Enbari, Ferrâ’’dan şöyle nakletmiştir: "Hazani"nin elifi, "hâza"daki eliftir, nun ise tekil ile tesniyeyi ayırmak içindir. Nitekim "ellezine"deki de tekille çoğulu ayırmıştır. "Ve yezheba bitarikatiküm": Eban, Âsım’dan rivayet ederek yenin zammı ve henin kesri ile "ve yüzhiba” okumuştur. İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b, Abdullah b. Arar ve Ebû Recâ’ el - Utkaridi de, kâf ile mimi atarak elif lâm ile "veyezheba bittarikati” okumuşlardır. Tarikat üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Doğru dininizi, demektir. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ebû Ubeyde de: Geleneğinizi, dininizi ve üzerinde bulunduğunuz şeyleri, demiştir. Fülanün hasenüt tarikati, denir ki: Tuttuğu yol güzeldir, demektir. İkincisi: Akıllıları, eşrafı ve yaşlıları, demektir. Şa’bî de şöyle demiştir: Halkın ileri gelenlerini kendilerine çevirirler. Ferrâ’ da, tarikat: Eşraf kimselerdir. Araplar eşraf kimseler için: Haulai tarikatü kavmihim ve taraiku kavmihim (kavimlerinin eşrafıdır) derler. "el - Müsla": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: O, emsel’in müennesidir, Kadınlar için; Huzil müsla minhüma, erkekler için de: Huzil emsel (en idealini al) dersin. Zeccâc, müsla ve emselin manası: Bu, kavminin en idealistidir denmeyi hak eden faziletli kimsedir, demiştir. Şöyle demiştir: Bana göre kelâmda söylenmeyen sözler vardır, mana: En ideal adamlarınızı giderirler, demektir. Araplar Haza tarikatü kavmihi derler ki: Yollarının önderidir, demektir. "Feecmiu keydeküm": Çoğunluk "ecma’tü"den gelmek üzere hemze- i katı’ ile "feecmiu” okumuşlardır. Mana da şöyledir: Kararınızı ittifakla alın, ihtilaf etmeyin, sonra işiniz karışır. Ferrâ’ şöyle demiştir: Icma: Bir şeye karar verip sağlam yapmaktır. Ecma’tü alel huruci ve ecma’tül huruce dersin ki: Çıkmaya karar verdim, demek istersin. Şair de şöyle demiştir: Keşke bilseydim, temenniler fayda vermiyor, Bir gün işime erkenden karar verecek miyim? Demek istiyor ki: İşim sağlamlaşmış ve karar verilmiş olsun. Ebû Amr da mimin fethi ile "cema’tü"den getirerek "fecmeu” okumuştur ki: Ne kadar hileniz varsa, yapın demektir. Hilelerine gelince, ondan maksat: Sihir ve tuzaklarıdır: - 64"Hilenizi toplayın, sonra da saf saf gelin. Bugün üstün gelen gerçekten iflah olmuştur". "Sonra saf saf gelin": Yani saflar halinde toplanmış olarak gelin ki, o zaman işiniz daha düzgün ve heybetiniz daha korkunç olur. Ebû Ubeyde de, "saffen": Saflar halinde, demiştir. İbn Kuteybe de, "saffen": Topluca, demiştir. Hasen de şöyle demiştir: Onlar yirmi beş saf idiler, her b. sihirbaz da bir saf idi. "Bugün üstün gelen iflah oldu": Yani kazanan ve galip gelen, demektir. 65Dediler: "Ey Mûsa, sen mi atacaksın, yoksa ilk atan biz mi olalım?". 66Dedi: "Hayır, siz atın". Bir de ne görsün, ipleri ve sopaları sihirlerinden ona (Mûsa’ya) koşuyor gibi görünüyor. "Bel elku (hayır, siz atın)": İbn Enbari şöyle demiştir: Bel’in gelmesi, ilk ayetteki inkârdan dolayıdır; çünkü eğer ilk âyet iyi düşünülürse, içinde, ya sen atarsın ya da sen atmazsın manası vardır. "Ve ısıyyehüm": Hasen, Ebû Recâ’ el-Utaridi, Ebû İmran el-Cevni ve Ebû’l - Cevza, aynın ref'i ile "ve usuyyuhum” okumuşlardır. "Yuhayyelu ileyhi": Ebû Rezin el Ukayli, Ebû Abdurrahman es-Sülemi, Hasen, Katâde, Zührî ve İbn Ebi Able, te ile "tühayyelü” okumuşlardır. "İleyhi": Mûsa’ya demektir. Huyyile ileyhi denir ki: Ona öyle göründü demektir. Bir topluluk bu âyeti delil getirerek sihrin hiçbir şey olmadığını ileri sürmüşler ve Mûsa’ya öyle göründü, demişlerdir. Cevap da şöyledir: Biz de Mûsa’nın hayal gördüğünü ve gerçek olmadığını inkâr etmiyoruz. Çünkü onların yılan derilerine cıva koymuş olmaları mümkündür, onlar da yılan değildir. Sihre gelince o, başkasına aktarılır (öğretilir) ve o, çeşit çeşittir. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bile sihir ettiler, tesir de etti. O da sihirbaza lânet etti. 67Mûsa içinde bir korku hissetti. "Mûsa içinde bir korku (hiyfeten) hissetti": İbn Kuteybe: İçinde bir korku sakladı, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Aslı "hivfeten” idi, ancak vav sakin, makabli de meksur olduğu için ye’ye çevrilmiştir. Onun korkusunda da iki görüş vardır: Birincisi: O insanda olan doğal korkudur. İkincisi: O, onların sihirlerinin de asada onlara gösterdiği cinsten olduğunu görünce, halkın kafasının karışacağından ve iman etmeyeceklerinden korktu, onun için kendisine: 68"Korkma; şüphesiz sen, evet sen en üstünsün” dedik. "Korkma, sen, evet sen en üstünsün” denildi. Zafer ve galibiyet şenindir. Bu da birinciden daha doğrudur. 69"Sağ elindekini at, onların yaptıklarını yutsun. Onların yaptıkları ancak sihirbaz hilesidir. Sihirbaz da nereye gelse / gitse felah bulmaz". 70Sihirbazlar secdeye kapandılar. "Biz, Harun ile Mûsa’nın Rabbine iman ettik” dediler. "Sağ elindekini at": Yani asayı, "telkaf": İbn Âmir fenin ref’i ve kafin şeddesiyle "telekkafu ma” okumuştur. Hafs da Âsım'dan şeddesiz olarak "telkaf” rivayet etmiştir. İbn Kesir telkaf’teki teyi şeddeler, "tetelekkaf” demek isterdi. İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b, Said b. Cübeyr ve Ebû Recâ’, mîm ile "telkam” okurlardı. Biz de bunu A’raf: 117’de açıklamış bulunuyoruz. "innema sanau keydü sahir": Hamze, Kisâi ve Halef: "Keydü sihr” okumuşlar; kalanlar da, elifle "Keydü sahir” okumuşlardır. Mana da: Onların yaptıkları şey sihirbaz hilesidir, yani sihirbaz işidir, demektir. İbn Mes’ûd ile Ebû İmran el - Cevni, dalın nasbi ile "innema sanau keyde” okumuşlardır. "Sihirbaz iflah olmaz": İbn Abbâs: Nereye gitse mutlu olmaz, demiştir. Başarılı olmaz da, denilmiştir. Cündeb b. Abdullah el - Beceli, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den: "Sihirbazı yakaladığınız zaman öldürün” dediğini ve sonra da: "Sihirbaz nereye gitse iflah olmaz” âyetini okuduğunu rivayet etmiştir. Yani nerede olsa güven içinde olmaz, demiştir. 71(Fir’avn) dedi: Ona ben size izin vermeden iman ettiniz. Şüphesiz o muhakkak size sihri öğreten büyüğünüzdür. Ellerinizi ve ayaklarınızı mutlaka çaprazdan keseceğim ve sizi elbette hurma kütüklerine mutlaka asacağım. Hangimizin azapça daha çetin ve daha sürekli olduğunu elbette bileceksiniz". "Kale âmentüm lehu": İbn Kesir, Hafs da Âsım’dan, Verş de Nâfi’den rivayet ederek haber tarzında "âmentüm lehu” okumuşlar; Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, hemze-i memdude ile "âmentüm lehu” okumuşlar; Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek ikincisi uzun olmak üzere iki hemze ile "eâmentüm” okumuşlardır. "Şüphesiz o sizin büyüğünüzdür": İbn Abbâs: öğretmeninizdir, demiştir. Kisâi de şöyle demiştir: Hicaz’da çocuk öğretmeninin yanından geldiği zaman: Büyüğümün yanından geldim, der. "Veleusalliben neküm fi cuzuinnahli": "Fi” "alâ” manasınadır. "Em lehüm süllemün yestemiune fih” (Tûr: 38) kavlinde de böyledir. "Elbette bileceksiniz": Ey sihirbazlar, "hangimiz azapça daha çetindir” sizin için, "ve daha süreklidir": İmanınıza, ben mi yoksa O’na imanı terk ettiğiniz Mûsa’nın Rabbi mi? 72Dediler: "Seni bize gelen açık delillere ve bizi yaratana asla tercih etmeyeceğiz. Neye hükmedeceksen hükmet. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedersin". "Onlar da: Seni asla tercih etmeyiz, dediler, bize gelen açık delillere": Yani el ile asa mucizelerine demek istiyorlar. Eğer: "Neden delilleri "bize gelen” diyerek kendilerine nisbet ettiler, hâlbuki hem onlara hem de başkalarına gelmişti?” denilirse. Cevap şöyledir: Onlar sihrin kapılarını ve hile yollarını diğerlerinden daha iyi bildiklerinden ve Mûsa’nın getirdiği şeyin de sihir olmadığını bildiklerinden, bu, kendilerinden başkaları için açık ve ortada oldu, kendilerine ise, onu bildiklerinden dolayı özgü oldu. "Ve bizi yaratana": Bunda da iki mülahaza vardır ki, onları da Ferrâ’ ile Zeccâc zikretmişlerdir: Birincisi: Mana şöyledir: Seni bize gelen delillere ve bizi yaratana asla tercih etmeyiz. İkincisi: O, yemindir, takdiri de "vahakkıllezi fetarana” (bizi yaratan hakkı için) demektir. "Artık neye hükmedeceksen et (fakdı ma enta kad)": Yani ne yapacaksan yap, demektir. Kada’nın aslı, bir işi sağlam yapmaktır. "Sen ancak bu düpya hayatına hükmedersin (innema takdı hazihil hayated dünya)": Ferrâ’ şöyle demiştir: "innema” bir kelimedir, bunun için "elhayated dünya"yı nasbetmiştir. Eğer bir okuyucu merfu olarak "elhayatu” okusa, o da câizdir; o zaman "ma"yı "ellezi” manasına almış olur. Meselâ İnnellezi takdı hazihil hayated dünya demiş gibi olur. İbn Ebi Able ile Ebû’l - Mütevekkil, meçhul olmak üzere tenin zammesiyle "innema tukda", te’nin ref'i ile de "el - hayatu” okumuşlardır. Müfessirler, mana şöyledir, demişler: Senin saltanatın ve mülkün bu dünyadadır, ahirette değildir. 73"Muhakkak biz Rabbimize iman ettik ki, günahlarımızı ve bizi zorladığın o sihri bağışlasın. Allah daha hayırlı ve daha süreklidir". "Bizi bağışlaması için": Şirki kastediyorlar, "ve bizi zorladığın şeyi": Yani bizi sihre zorlamanı bağışlaması için, demektir. Eğer: "Nasıl "bizi zorladın” dediler. Hâlbuki "bizim için ücret var mı?” demişlerdi (Şuara: 41). Bu da onların sihri zorlanmadan yaptıklarını gösterir?” denilerse, buna dört cevap verilir: Birincisi: Fir’avn, insanları sihir öğrenmeye zorluyordu, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İbn Enbari de: Halkının bazılarından evlatlarına sihir öğretmelerini isterdi, onlar ise bundan hoşlanmazlardı. Fir’avn ise sihre tutkundu ve kalbine Mûsa’nın korkusu girmişti, işte sihre zorlaması, işin başında sihri öğrenmeye zorlamasıdır. İkincisi: Sihirbazlar "bizim için bir ücret var mı?” dedikten (Şuara: 41) ve Mûsa’nın Allah’ı zikrettiğini ve takva sahibi insanlar gibi hareket ettiğini görünce, ona karşı sihir göstermek istemediler. Mûsa kendilerini yener de mesleklerinin zayıflığı ortaya çıkar, geçimleri bozulur diye endişeye kapıldılar. Fir’avn ise Mûsa’nın karşısına çıkmalarında ısrar etti. İşte sihre zorlaması budur. Üçüncüsü: Onlar bu karşılaşmada mağlup olup sanatlarının krallar ve halk nazarında değer kaybedeceğinden korktular, Fir’avn ise onları sihir yapmaya zorladı. Dördüncüsü: Fir’avn onları vatanlarını terk etmeye zorladı, bu da o sihrin sebebi oldu. Bu görüşleri İbn Enbarı zikretmiştir. "Allah daha hayırlıdır": Yani kendine itâat edildiği takdirde vereceği sevap daha hayırlıdır, demektir. "Ve daha süreklidir": Yani isyan edildiği zaman azabı daha süreklidir, demektir. Bu da "hangimizin azabının daha çetin ve daha sürekli olduğunu mutlaka bileceksiniz” sözüne cevaptır. Sihirbazların haberi burada bitti. 74Gerçek şu ki, kim Rabbine günahkar olarak gelirse, şüphesiz onun için cehennem vardır; orada ölmez de yaşamaz da. "Gerçek şu ki, kim Rabbine günahkar olarak gelirse": Yani müşrik olarak gelirse, demektir, "şüphesiz onun için cehennem vardır; orada ölmez de yaşamaz da": Yani ne rahat eder ne de yaşamanın faydasını görür. İbn Enbari de bu anlamda şöyle bir şiir aktarmıştır: ölmez ki, bedbahtlığı bitsin ve yaşamaz ki, hayatın tadını alsın, İşte bu nefsi bana kim anlatacak? 75Kim de ona gerçekten iyi ameller yapmış bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır. "iyi ameller yapmış": Yani farzları yerine getirmiştir, "işte onlar için en yüksek dereceler vardır": Yani bazısı bazısından yüksek cennet dereceleri, demektir. Ulâ, ulya nın çoğuludur, o da a’lâ’nın müennesidir. İbn Enbari şöyle demiştir: "Feülaike” demesi, "men” edatının lâfzının tekil, manasının çoğul olmasındandır. Lâfzı galip gelirse ona râci olan şey tekü olur, manası galip olursa ona râci olan şey çoğul olur. 76Altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları Adn cennetleri. İşte arınan kimsenin mükafatı budur. "İşte bu (zalike)": Yani sevap, "arman kimsenin mükafatıdır": Küfür ve isyanlardan arman, demektir. 77Yemin olsun, gerçekten Mûsa’ya; "Kullarımı geceleyin yürüt. Yetişilmekten korkmadan ve endişe etmeden onlar için denizde kuru bir yol vur / aç” diye vahyettik. "Kullarımı geceleyin yürüt": Yani onları gece vaktinde Mısır toprağından çıkar. "Onlara bir yol vur": Yani onlara bir yol aç. "Filbahri yebesen": Ebû’l - Mütevekkil Hasen ve Nehai, benin sükunu ile "yebsen” okumuşlardır. Şa’bî, Ebû Recâ’ ve İbn Semeyfa da elifle "yabisen” okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Yebes, yabis manasınadır, şatün yabisün denir ki, sütü kurumuş koyun, demektir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Yabis için: Yebes ve yebs de denir. "Latehafu": Çoğunluk elifle okumuşlardır. Eban ve Hamze de Âsım’dan rivayet ederek "latehaf ’ okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Kim, "lâ tehafu” okursa, mana: Sen korkmazsın, demektir. Kim de "latehaf’ okursa, sen korkma, demektir. Ferrâ’ şöyle demiştir: Hamze cezm ile "latehaf’ ve ref ile de söz başı olarak: "Latahşa” okudu, tıpkı "yuvellukümül edbar. Sümme layunsarun” (Al-i İmran: 111) kavli gibi; sümme ile yeni söze başladı. İşte bu da onun gibidir. Hamze "latahşe” demekle cezme niyet etse, ye olsa da, doğru olur. İbn Kuteybe "dereken"in manası: Yetişmektir, demiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Mûsa’nın ashabı: İşte Fir’avn, bize yetişti, işte deniz de önümüzde, dediler. Allahü teâlâ da Mûsa’ya "yetişilmekten korkma” diye vahyetti, yani Fir’avn’nin yetişmesinden demektir. "Ve korkma": Denizde boğulmaktan. 78Fir’avn askerleri ile onları takip etti de denizden onları kaplayan kapladı. "Fir’avn onları takip etti": İbn Kuteybe: Onlara yetişti, demiştir. Harun da Ebû Amr’dan şedde ile "fettebeahüm” rivayet etmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Tebiar recülü eşşey’e ve etbeahu denir ki, aynı manayadır. Kim şedde ile okursa, Fir’avn onları askerleriyle takip etti, demiş olur. Kim de "feetbeahüm” okursa, manası: Askerlerini onlara yetiştirdi olur. Bu okuyuşa göre onlarla beraber olması da câizdir, olmaması da câizdir, ancak onlarla beraber idi. "Onları denizden kaplayan kapladı": Yani denizin suyundan onları kaplayan kapladı, demektir. İbn Enbari de şöyle demiştir: "Kaplayan kapladı"nın manası: kaplayan şeyin bir kısmı demektir. Çünkü onları denizin bütün suyu kaplamadı. İbn Mes’ûd, İkrime, Ebû Recâ’ ve A’meş; ikisinde de şinin şeddesi ve ye’siz olarak "feğaşşahüm minel yemmi ma ğaşşahüm” okumuşlardır. 79Fir’avn kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi. "Fir’avn kavmini saptırdı": Yani onları kendine tapmaya çağırdı. "Doğru yola iletmedi": Yani onları tehlikeye düşürmekle irşat etmedi. Bu da: "Ben sizi ancak doğru yola iletiyorum” (Ğafir: 29) sözüne yalanlamadır. 80Ey İsrâil oğulları, gerçekten sizi düşmanınızdan kurtardık ve sizinle Tûr’un sağ tarafını va’tleştik. Üzerinize kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. "Sizinle Tûr’un sağ tarafını va’tleştik": Tevrat’ı almak için. Biz de "sağ tarafın” manasını Meryem: 52'de, "kudret helvası ile bıldırcın etini” de Bakara: 57’de zikretmiştik. 81Size rızık ettiklerimizden yiyin, onda taşkınlık etmeyin ki, sonra üzerinize gazabım vacip olur. Kime de gazabım vacip olursa, gerçekten uçurumdan yuvarlanmıştır. "Yiyin": Yani, onlara: Yiyin, dedik. "Taşkınlık etmeyin": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Nimetimle şımarıp da zulüm etmeyin. İkincisi: Nimetlerime nankörlük etmeyin, sonra taşkın olursunuz. Üçüncüsü: Ondan bir günlükten fazlasını saklamayın. "Feyehille aleyküm gadabi": Yani size azabım vacip olur, demektir. Cumhûr, hanın kesri ile "feyehille” ve "men yahlil” okumuştur, Kisâi de hanın zammesi ile "feyahulle” "ve men yahlul” okumuştur. Ferrâ’ şöyle demiştir: Ben kesri daha çok seviyorum, çünkü zam hululdan gelir ki, manası: Bir şeyin içine düşmektir. Kesr ile "yehillu” ise, vacip olur, demektir. Tefsir de vacip olmak ile gelmiş, düşmekle gelmemiştir. "Fekad heva (gerçekten uçurumdan yuvarlanmıştır)": Yani helak olmuştur. 82Şüphesiz ben; Tevbe eden, iyi amel işleyen, sonra da doğru yolu bulan için gerçekten çok bağıslavanım. "Şüphesiz ben çok bağışlayanım (leğaffarun)": Gaffar: Günahları arka arkaya bağışlayan, demektir. Günahları ne zaman tekrar ederse, bağışlanmaları da tekerrür eder. Gafr’in aslı: örtmektir, kumaşın tüyüne de ğafr denmiştir, zira o da çözgüyü kapatır. Buna göre Gaffar: Kullarının günahlarını çok örten, üzerine şefkat örtüsünü atan demektir. "Tevbe eden için": İbn Abbâs: Şirkten Tevbe eden için, demiştir. "Ve iman eden": Yani Allah’ı birleyip O’nu tasdik eden, "iyi iş yapan": Yani farzları yerine getiren için, demektir. "Sonra da doğru yolu buldu": Bunda da sekiz görüş vardır: Birincisi: Amelinin sevabı olduğunu bildi, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Şüphe etmedi, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Bunun Allah’ın tevfiki ile olduğunu bildi, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Sünnet ve cemaatten ayrılmadı, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Beşincisi: Doğru oldu, bunu da Dahhâk, demiştir. Altıncısı: Ölünceye kadar İslâm’a sanldı, bunu da Katâde, demiştir. Yedincisi: Nasıl amel edeceğini bildi, bunu da Zeyd b. Eslem, demiştir. Sekizincisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ehl-i beyti tarafını tuttu. Bunu da Sabit - el - Bünani, demiştir. 83Ey Mûsa, seni kavminden acele ettiren nedir?" "Ey Mûsa, seni kavminden acele ettiren nedir?": Müfessirler şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ İsrâil oğullarını kurtarıp Fir’avn’i de suda boğunca: Ey Mûsa, bize Allah katından bir kitap getirsen de içinde helâl ve haram ile farzlar bulunsa, dediler. Allahü teâlâ da ona kendisiyle konuştuğu yerde bir kitap indireceğini va’detti. O da yetmiş kişi seçti. Onlarla beraber Tevrat’ı almak üzere Tûr’a gitti. Mûsa Rabbine duyduğu özlemden dolayı acele ile aralarından çıktı ve kendisine yetişmelerini emretti. Allahü teâlâ da: "Seni kavminden acele ettiren nedir?” dedi. O da: 84(Mûsa) dedi: "Onlar, işte onlar izimdeler. Acele ettim ki, Rabbim, benden razı olasın". "Onlar, işte onlar” dedi. "Alâ eseri": Ebû Rezin el- Ukayli ile Âsım el - Cahderi hemzenin kesri ve se’nin sükunu ile "alâ isri” okumuşlar; İkrime, Ebû’l - Mütevekkil ve İbn Yamur da hemzenin ref’i ve senin sükunu ile "alâ üsri” okumuşlar; Ebû Recâ’ ile Ebû’l - Âliyye de, hemzenin fethi ve senin sükunu ile (alâ esri) okumuşlardır. Mana da: Onlar yakınımdadır, benden sonra geliyorlar, demektir. "Acele ettim ki, Rabbim, razı olasın": Yani rızan artsın diye acele ettim. 85Dedi: "Şüphesiz biz, senden sonra kavmini gerçekten denedik ve Samiri onları azdırdı". "Şüphesiz biz senden sonra kavmini gerçekten denedik ": Zeccâc: Onları fitne ve mihnete düşürdük ve onları sınadık, demiştir. "Senden sonra": Yani aralarından ayrılmandan sonra, demektir. "Ve Samiri onları azdırdı": Yani sapmalarına sebep oldu. Muaz el - Kari, Ebû'l - Mütevekkil, Âsım el - Cahderi ve İbn Semeyfa, “Lâm” ın ref'i ile "ve edalluhum” okumuştur. Biz de Bakara: 52’de Samiri’nin buzağı heykeli edinme sebebini şerh etmiştik. A'raf: 150’de de "gadbane esifa” kavlinin manasını izah etmiştik. 86Mûsa kavmine öfkeli, üzgün vaziyette döndü. "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaad etmedi mi? Üzerinizden uzun zaman mı geçti yahut üzerinize Rabbinizden bir gazap vacip olsun istediniz de va’dimden caydınız mı?” dedi. "Rabbiniz size güzel bir vaat etmedi mi?": Yani doğru bir vaat, demektir ki, bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Tevrat’ı vermektir. İkincisi: "Eğer namazı dosdoğru kılarsanız... mutlaka kötülüklerinizi örterim... “(Maide: 13) ve "Şüphesiz ben Tevbe eden için çok bağışlayanım” (Taha: 82) kavlidir. Üçüncüsü: Yardım ve zaferdir. "Üzerinizden uzun zaman mı geçti?": Yani sizden ayrıldıktan sonra. "Yahut üzerinize Rabbinizden bir gazap vacip olsun istediniz de va’diniden caydınız mı?": Yani Rabbinizin gazabına sebep olacak bir şey yapmak mı istediniz? "Sözümden caydınız": Ona: Eğer Allah kendilerini Fir’avn’in köleliliğinden kurtarırsa, Allah’a ibadet edeceklerine ve O’na şirk koşmayacaklarına, namazı dosdoğru kılıp Allah’a ve Resul’üne yardım edeceklerine söz vermişlerdi. 87Onlar da: "Biz kendi isteğimizle va’dinden caymadık. Ancak kavmin süsünden ağırlıklar yüklendik; onları da ateşe attık (erittik). Samiri de böylece attı” dediler. "Kalu ma ahlefna mevideke bimelkine": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, mimin kesri ile (bimilkina) okumuşlar; Nâfi ile Âsım da mimin fethi ile (bimelkina) okumuşlar; Hamze ile Kisâi de mimin zammı ile (bimülkina) okumuşlardır. Ebû Ali de şöyle demiştir: Bunların hepsi de geçerli lügattir. Zeccâc da şöyle demiştir: Zamme ile mülk: Saltanat ve iktidar demektir. Kesre ile milk: Elde bulunan şeydir (mülktür). Feth ile melk de: Mastardır, melektüşşey’e emlikühu melken denir ki, bir şeye sahip olmaktır. Müfessirlerin bu Kelâmın manasında da dört görüşleri vardır: Birincisi: Buzağı heykeli yapımında kullanılan şeylere sahip değildik, ancak onlar Fir’avn hanedanının ziyneti idi, biz de onları erittik. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O, bizim gücümüz dahilinde değildi, bunu da Katâde ile Süddi, demişlerdir. Üçüncüsü: Belâya duçar olduğumuz zaman içine düşmemek elimizde değildi. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Dördüncüsü: Mü’minlerimizin beyinsizlerimize gücü yetmedi, bunu da Maverdi, zikretmiştir. Bunu Mûsa’ya kimin dediği hususunda da iki görüş ortaya çıkar: Birincisi: Onlar buzağıya tapmayanlardır. İkincisi: Tapanlardır. "Velakinna hummilna evzaren": İbn Kesir, Nâfi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek hanın zammesi ve mimin şeddesiyle "hummilna” okumuşlar; Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, şeddesiz olarak hafifçe "humilna” okumuşlardır. Evzar ise: Ağırlıklardır ki, onlardan maksat, Mısır’dan çıkmadan önce Fir’avn hanedanından ödünç aldıkları ziynetlerdir. Kim şedde ile "hummilna” okursa, mana: Onu bize Mûsa yükledi ve onları Fir'avn hanedanından ödünç almamızı o emretti, olur. "Biz de onları attık": Yani onları çukura (potaya) attık, demektir. Biz de onları atma sebebini Bakara: 52’de zikretmiş bulunuyoruz. "Samiri de böyle attı": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar attığı gibi o da ziynet eşyalarını potaya attı. İkincisi: Cebrâil’in atının bastığı yerden aldığı toprağı potaya attı. Kıssanın izahı da Bakara: 52’de geçmiştir. "Böğürmesi olan bir buzağı heykeli” kavlinin manasını da A’raf: 148’te zikretmiş bulunuyoruz. 88Onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli çıkardı. Onlar da: "İşte sizin de Mûsa’nın da ilâhsı budur; (Mûsa) unuttu” dediler. "İşte ilâhınız budur, dediler": Bu, Samiri ile fitneye duçar olup da ona kaplanların sözüdür. "O unuttu": Unuttu diye işaret edilen kimse hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, Mûsa’dır. Sonra Kelâmın manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Bu, sizin de İlâhınızdır, Mûsa’nın da İlâhıdır; Mûsa bunun kendi ilâhı olduğunu size haber vermeyi unuttu. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Mûsa, Rabbine giden yolu unuttu. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: Mûsa ilâhsını sizin yanınızda unuttu, ona ters yoldan gitti. Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: O, Samiri’dir, Mana da şöyledir: Samiri iman ve İslâm’ını unuttu. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Mekhûl da şöyle demiştir: Samiri, yaşadığı dinini unuttu. Şöyle de denilmiştir: Buzağının onlara söz döndüremediğini ve onlara zarar ve yarar veremediğini unuttu. Buna göre, Allahü teâlâ’nın "unuttu” sözü, aziz ve celil olan Allah’ın Samiri hakkında verdiği haberlerden olur. Bundan öncekine göre de bunu diyenler hakkında iki görüş vardır: Birincisi: O, Samiri’dir. İkincisi: İsrâil oğullarıdır. 89Kendilerine bir söz döndürmediğini ve kendilerine ne bir zarar ne de bir yarar vermediğini görmüyorlar mı? "Döndürmediğini görmüyorlar mı?": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: "onlara bir söz döndürmediğini (cevap veremediğini) görmüyorlar mı? 90Yemin olsun, gerçekten onlara daha önce Harun: "Ey kavmim, ancak siz onunla denendiniz. Şüphesiz Rabbiniz Rahman’dır; bana tabi olun ve emrime itâat edin” demişti. "Yemin olsun, gerçekten onlara Harun demişti": Yani Mûsa gelmeden önce. "Ey kavmim, siz ancak bununla denendiniz": Yani buna müptela oldunuz. "Şüphesiz Rabbiniz Rahman’dır": Buzağı değildir. 91Onlar da: "Mûsa bize dönünceye kadar onun üzerinde ibadet için durmaktan ayrılmayacağız” dediler. "Onlar da: Onun üzerinde ibadet için durmaktan ayrılmayacağız, dediler": Yani buzağıya tapmaya devam edeceğiz, dediler. "Mûsa bize dönünceye kadar". Mûsa dönünce: 92(Mûsa): "Ey Harun, saptıklarını görünce seni ne men etti?" "Ey Harun", buzağıya tapmakla "saptıklarını görünce seni ne men etti?” dedi": "Ella tettebiani (bana tabi olmaktan)": İbn Kesir ve Ebû Amr, vasılda sakin ye ile okumuştur. İbn Kesir, ye ile de durur (vakfeder) di. Ebû Amr ise yesiz dururdu. İsmail b. Cafer de Nâfi’den mensûb ye ile "ella tettebianiye efeasayte” okuduğunu rivayet etmiştir. Kalun da Nâfi’den aynı Ebû Amr’ınki gibi rivayet etmiştir. Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, vasılda ve vakıfta yesiz okumuşlardır. Mana da: "Bana tabi olmaktan seni ne men etti?” olur ve bu durumda "lâ” da zait olur. Manada da üç görüş vardır: Birincisi: Sana tabi olan mü’minlerle arkamdan yürüyüp ve onlardan ayrılmandan seni ne men etti? Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Onlara acımasız savaş açmaktan. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Onları reddetmekten. Bunu da Mukâtil, demiştir. 93"Bana tabi olmandan. Emrime karşı mı geldin?" "Emrime karşı mı geldin?": O da: "Kavmimde yerime geç, halifem ol ve ıslahat yap” şeklindeki vasiyetidir (A'raf: 142). Müfessirler şöyle demişlerdir: Sonra ona kızdığı için kardeşinin saçından ve sakalında tuttu. Bu, burada zikredilmemişse de A’raf: 150’de zikredilmiş ve onunla yetinilmiştir. 94Dedi: "Ey anamın oğlu, ne sakalımdan ne de başımdan tutma. Gerçekten ben: "İsrâil oğullarının arasını açtın; sözümü gözetmedin” demenden korktum". Biz de "ey anamın oğlu” sözünün manasını ve kurraların bunun üzerindeki ihtilaflarını orada şerh etmiştik. "Başımdan da tutma": Yani saçımdan tutma, demektir. Bu öfke aziz ve celil olan Allah içindi, nefsi için değildi. Çünkü emrine karşı gelmekle Harun’un Allah’a isyan ettiğim zannetmişti. "Gerçekten ben korktum": Yani onlardan ayrılıp senin arkana düştüğüm takdirde, "İsrâil oğullarının arasını açtın, demenden": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Yanımdaki mü’minlerle sana tabi olmakla. İkincisi: Onları birbirleriyle savaştırmakla. "Sözümü gözetmedin” kavlinde de iki görüş vardır: Birincisi: "Kavmimde halifem ol ve ıslahat yap” sözümü dikkate almadın. İkincisi: Onlara verdiğim emri beklemedin. 95(Mûsa): "Ey Sâmiri, senin meselen nedir?” dedi. "Ey Samiri, senin meselen nedir?": Yani seni bu yaptıklarına ne sevk etti? İbn Enbari şöyle demiştir: Bazı dilciler şöyle derler: Hatb, hitaptan türemiştir, Mana da şöyledir: Hitap ettiğin durumun nedir (geveleyip durduğun o şey nedir)? Sâmiri’nin adında iki görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Onun adı da Mûsa’dır, bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Ve şöyle demiştir: O, İmran oğlu Mûsa’nın amcası oğlu idi. İkincisi: Miyha’dır, bunu da İbn Saib, demiştir. O, İsrâil oğullarından mı idi? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlardan değildi, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Onların büyüklerindendi ve "Samire denilen bir kabiledendi. Bunu da Katâde, demiştir. Memleketi hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Kirman’dır, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. İkincisi: Bacerma’dır, bunu da Vehb, demiştir. 96Dedi: "Ben onların görmediğini gördüm; elçinin izinden bir avuç (toprak) aldım; onu (erimiş ziynet eşyalarının içine) attım. Nefsim bana böyle süslü gösterdi". "Basurtu bima lem yebsuru bihi": Hamze ile Kisâi, te ile "tebsuru” okumuşlardır. Cumhûrun okuyuşuna göre işaret İsrâil oğullarınadır. Bu kıraata göre herkese hitap etmiştir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Ben sizin bilmediğinizi bildim. Ve şöyle demiştir: Bir topluluk: Basurtu ve ebsartü der ki, eşittir, esra’tü ve seru’tü gibidir. Zeccâc da şöyle demiştir: Besurer recülü yebsuru denir ki: Bir şeyi bilmektir. Ebsara yubsıru ise: Bakmaktır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Mûsa ona: "Nedir o?” dedi. O da şöyle dedi: Ben Cebrâil’i atın üzerinde gördüm, içime: Onun izinden toprak almak geldi; "Ben de bir avuç toprak aldım (fe kabattu kabdaten)": Übey b. Ka’b, Hasen ve Muaz el - Kari, sad ile "kabsaten” okumuşlardır. Ferrâ’ da: Kabza bütün avuç ile almaktır, sad ile kabsa ise, parmakların uçlarıyla almaktır. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Şunlar da böyledir: Hadm ağzı doldurarak yemektir, kadm ise, dişlerin uçlarıyla yemektir. (Hı ile) nadhm manası, ha ile nadhın manasından daha çoktur (su serpmek). Ricz: Azap, rics: Kötü kokudur. Hulas beden zayıflığıdır, sülas ise akıl zayıflığıdır. Galat sözde yanlıştır, galet ise hesapta yanlıştır. Hasr soğukluk hisseden, hars ise soğukluk ve açlık hissedendir. Hı ile ennar el - hamide: Alevi geçip koru sönmeyen ateştir. He ile el - hamide ise: Tamamen sönendir. Şükd: Karşılıksız vermektir, şükm ise karşılıklı vermektir. Maih kuyuya girip kovayı doldurandır, matih ise kovayı boşaltandır. "Fenebeztüha": Yani onu buzağının içine attım, demektir. Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Halef, idgam ile "fenebettüha” okumuşlardır. "Böyle": Yani sana anlattığım gibi, "nefsim bana süslü gösterdi": Yani bana süsledi. 97(Mûsa) dedi. Git, şüphesiz senin için hayatta: "Bana dokunma yoktur” demen vardır (sen aforoz edildin). Şüphesiz senin için tesbit edilmiş bir süre de vardır ki, senden asla cayılmayacak. Üzerine kapandığın ilâhna bak, onu kesinlikle yakacağız, sonra da onu denize savuracağız". Mûsa "dedi, git": Yani aramızdan çık, "şüphesiz senin için hayatta vardır": Yani hayatta olduğun sürece, demektir. "Dokunma yoktur, demen": Yani ben kimseye dokunmam, kimse de bana dokunmasın, demektir. Ondan sonra Samiri çöle vahşi hayvanların ve canavarların arasına düştü, kimseyle temas etmiyordu, kimse de onunla temas etmiyordu. Allah onu bu şekilde cezalandırdı ve ona: "Dokunma yoktur” demeyi ilham etti. Bir kimse ile karşılaştığı zaman: Dokunma yoktur, yani bana yaklaşma ve bana dokunma, derdi. Bu, evlatları için de bir ceza oldu, öyle ki, onları bugüne kadar bıraktı; tefsircilerin anlattıklarına göre Şam toprağında böyle derlermiş. Anlatıldığına göre onlardan olmayan biri onlardan birine dokunursa, ikisi de derhal sıtmaya yakalanırlarmış. "Şüphesiz senin için tesbit edilmiş bir süre vardır": Yani kıyamet günündeki azabın için, "senden asla cayılmayacak": Yani geri bırakılmayacaktır, demektir. Kim “Lâm” ın kesresi ile "len tuhlifehu” okursa, mana: Sen ondan kaybolmayacaksın demek olur. "İlâhna bak": Yani buzağıya, demektir. "Zalte aleyhi": Manası: Başında durduğun demektir. Ferrâ’, "zalte” gündüz yaptığın demiştir. Übey b. Ka’b, Ebû’l - Cevza ve İbn Ya’mur, zının ref'i ile "zulte” okumuşlardır. İbn Mes’ûd, Ebû Recâ’, A’meş ve İbn Ebi Able de zının kesri ile "zılte” okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Zının fethi ve kesri ile "zalte” ve zılte” denir. Aslı: "Zalilte"dir. Kim fetha ile okursa, aslı "zalilte"dir, ancak lâm, taz’if ve kesrenin ağırlığından dolayı hazfedilmiş, zı da fethalı olarak kalmıştır. Kim de kesre ile "zalilte” okursa, “Lâm” ın kesresini zıya vermiş olur. "Akifen"in manası da: Başında durmaktır. "Lenuharrikannehu": Cumhûr nunun zammı, ha’nın fethi, ranın şeddesi ile "lenuhar rikannehu” okumuşlardır. Ali b. Ebû Talib, Ebû Rezin ve İbn Ya’mur, nunun fethi, hanın sükunu ve ranın da şeddesini atarak "lenahrukannehu” okumuşlardır. Ebû Hureyre, Hasan ve Katâde de nunun ref'i, hanın sükunu ve ranın da şeddesiz olarak kesri ile "lenuhrikannehu” okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Şeddeli okunduğu zaman mana: Onu defalarca yakarız demek olur. "Lenuharrikannehu"nun tevili, onu törpüleriz, demektir. Haraktu ahruku ve ahriku, bir şeyi törpülemektir. Nesf ise: Savurmaktır. Tefsirde şöyle gelmiştir: Mûsa buzağıyı tutup boğazladı, ondan kan aktı, çünkü et ve kan olmuştu. Sonra onu ateşe atıp yaktı, sonra da denize savurdu. Daha sonra Mûsa onların ilâhlarından haber verip: 98"İlâhınız ancak Allah’tır ki, O’ndan başka İlâh yoktur. İlmi her şeyi kuşatmıştır". "Sizin İlâhınız ancak kendisinden başka İlâh olmayan Allah’tır” dedi. Yani ibadete layık olan O'dur, buzağı değildir. "Her şeyi ilmi ile kuşattı": Yani ilmi her şeyi kaplamıştır, demektir. 99Bunun gibi sana geçmiş haberlerden anlatacağız. Gerçekten sana yanımızdan bir zikir verdik. "Bunun gibi sana anlatacağız": Yani Ya Muhammed, sana Mûsa ve kavminin kıssasını anlattığımız gibi sana anlatacağız, "geçmiş haberlerden": Yani geçenlerin haberlerinden, demektir. Burada zikir: Kur’ân'dır. 100Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet gününde ağır bir günah yükü taşır. "Kim ondan yüz çevirir” de iman etmez ve içindekilerle amel etmezse, "şüphesiz o kıyamet gününde taşır (feinnehu yahmilü yevmel kıyameti)": İkrime, Ebû'l - Mütevekkil ve Âsım el - Cahderi, yenin ref'i, hanın fethi ve mimin şeddesi ile: "Yuhammelu” okumuşlardır. "Vizren": Günah demektir. 101Orada ebedi kalıcılar olarak. Bu, onlar için kıyamet gününde ne kötü bir yüktür! "Orada ebedi kalıcılar olarak": Yani o günahın azabında, demektir. "Onlar için ne kötü oldu": Zeccâc, mana: o günah onlar için kıyamet gününde ne kötü oldu, demiştir, "himlen": Yük demektir. "Himlen” temyiz olmak üzere mensubtur. 102O gün sura üfürülür ve biz, günahkarları (mahşerde) gök gözlü olarak toplayacağız. "Yevme yunfehu fissuri": Ebû Amr nun ile "nenfuhu” okumuştur. Yedi kurradan diğerleri ise meçhul siygası ve ye ile "yünfehu” okumuşlardır. Ebû İmran el - Cevni de meftuh ye ve merfu fe ile "yevme yenfuhu” okumuştur. Bunun açıklaması da geçmiştir. "Ve nahşürül müttakine": Übey b. Ka’b, Ebû’l - Cevza ve Talha b. Mûsarrif, meftuh ye ve merfu şin ile "ve yahşuru” okumuşlardır. İbn Mes’ûd, Hasen ve Ebû İmran da merfu ye ve meftun şin ile "ve yuhşerü” okumuşlardır. Müfessirler: Mücrimlerden müşrikler kastedilmiştir, demişlerdir. "O gün gök gözlü olarak": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Kör olarak, demektir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İbn Kuteybe: Gözleri körlükten ağarmış ve karalığı ve gören kısmı gitmiş olarak, demiştir. İkincisi: Aşırı susuzluktan gözleri mavileşmiş olarak, bunu da Zührî, demiştir. Maksat: Yüzlerinin kararması ve gözlerinin mavileşmesiyle çirkinleşmiş olarak, demektir. 103Kendi aralarında gizli konuşurlar: "Ancak on (gün) kaldınız” derler. "Kendi aralarında gizli konuşurlar": Yani birbirlerine fısıldarlar, "kalmadınız": Yani ancak on gün kaldınız, derler. Bu da azlığı göstermektir, yoksa sınırlamak için değildir. Kaldıkları yerden neresi murat edildiği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Kabirlerdir. Sonra bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar orada uzun kaldıklarını kastetmişlerdir. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan: Ölümden sonra ancak on gün kaldınız, dediğini rivayet etmiştir. İkincisi: Sûr’a iki üfürme arasıdır ki, o da kırk yıldır. Çünkü o zaman azapları hafifletilir; korkunç şeyler gördükleri için kaldıkları süreyi azımsarlar. Bunu da Ali b. Ahmed en - Nisaburi nakletmiştir. İkincisi: Dünyada kaldıkları süreyi kastetmişlerdir. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. 104Yolca en doğru olanları: "Ancak bir gün kaldınız” derken ne dediklerini pekiyi biliriz. "Yolca en doğru olanları der": Yani en akıllıları ve en doğru konuşanları, demektir. "Ancak bir gün kaldınız": Onlar korkunç azaplar gördükleri için kaldıkları süreyi unutmuşlardır. 105Sana dağlardan sorarlar. De ki: "Rabbim onları savurmakla savuracak". "Sana dağlardan sorarlar": İniş sebebi şöyledir: Sakif kabilesinden birkaç adam, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler: "Ya Muhammed, bu dağlar kıyamet gününde nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "De ki: Rabbim onları savurmakla savuracak (fekul yensifuha rabbi nesfa)": Müfessirler şöyle demişlerdir: Nesf: Savurmaktır, Mana da şöyledir: Rabbim onları sel gibi akıtır, sonra onları atılmış pamuk gibi yapar, onları rüzgar uçurur ve kökünden söker. 106"Onları dümdüz bir ova olarak bırakacak". "Onları bırakacak": Yani onları savurduğu zaman yerlerini bırakacak", "kaan": İbn Kuteybe: Ka’: Üzerinde su biriken düz yerdir, demiştir. Safsaf da düz yerdir, yani üzerinde ot olmayacaktır, demektir. 107"Orada ne bir eğrilik ne de bir yokuş göremezsin". "Lâ tera fiha ivecen vela emta": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: îveçten maksat, vadilerdir, emt de tepelerdir. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid de böyle demiştir: İvec: Çukurdur, emt ise yüksekliktir. Hasen’in görüşü de böyledir. İbn Kuteybe de: Emt, tepeciktir, demiştir. İkincisi: İvec: Meyil (eğilim)dir, emt de: Ağ gibi eserdir. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: İvec: Çatlaktır, emt de: Tepedir. 108O gün kendisi için hiçbir eğrilik olmayan davetçiye tabi olurlar. Sesler Rahman için kısılmıştır. Artık ancak bir fısıltı duyarsın. "O gün davetçiye tabi olurlar (yevmeizin yettebiuned daiye)": Ferrâ’: Toplanmak için davetçinin sesine tabi olurlar (gelirler), onun davetinden sapma imkanları yoktur, ona tabi olmamayı düşünemezler, demiştir. "Sesler kısılmıştır": Yani sakinleşmiş ve gizlenmiştir. "Orada fısıltıdan (hems) başka bir şey işitemezsin": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: (Hems) ayakların sesidir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Hasen, Said b. Cübeyr, İkrime, bir rivayette Mücâhid de böyle demiş; Ferrâ’ ile Zeccâc da tercih etmişlerdir. İkincisi: Konuşmadan dudakları kıpırdatmaktır, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Gizli konuşmadır, bu da Mücâhid’ten rivayet edilmiştir. Ebû Ubeyde de: Gizli sestir, demiştir. 109O gün şefaat fayda vermez; ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözde ondan razı olduğu kimse hariç (onun şefaati fayda verir). "O gün şefaat fayda vermez": Yani kimseye vermez, demektir. "Ancak Rahman’ın izin verdiği kimse hariç": Yani Rahman’ın şefaat edilmesine izin verdiği "ve sözce ondan razı olduğu kimse". Yani şefaat edilen hakkında bir söze razı olduğu hariç demektir ki, o da "lâilâhe illallah"tır. 110Önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlarsa onu ilimce kavrayamazlar. "Onların önlerindekini bilir": Onlar zamiri davetçiye tabi olanlardır. Biz de bunu Bakara: 255’te şerh etmiştik. "Bihi” zamirinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, Allahü teâlâ’ya râcîdir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Önlerindeki ve arkalarındakine” râcîdir, bunu da İbn Saib, demiştir. 111Yüzler gerçekten hayat sahibi, her şeyi ayakta tutan (Allah) için eğilmiştir. Haksızlık taşıyan kimse perişan olmuştur. "Ve anetil vucuh (yüzler eğilmiştir)": Zeccâc şöyle demiştir: "Anet” lügatte: Eğilmek demektir. Uhuzetil biladü anveten denir ki: Ülke zorla alındı, halkının baş eğmesiyle alındı, demektir. Müfessirler bunun kıyamette olacağı görüşündeler. Ancak Talk b. Habib’in rivâyeti hariçtir ki, o, secde için alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayakların uçlarını yere koymaktır, demiştir. Biz de hayyu kayyum’un manasını Ayetel Kürsi’de, Bakara: 255’te şerh etmiştik. "Haksızlık taşıyan kimse perişan olmuştur": Yani Allah’a şirk koşan ziyan etmiştir, demektir. 112Kim mü’min olduğu halde iyi şeylerden amel ederse, haksızlıktan da korkmaz, eksiltilmekten de. "Vemen ya’mel minessalahati vehuve mü’min": "Min” burada cins içindir: Niçin iman şart kılınmıştır; çünkü imanı olmayanın ameli kabul olunmaz, kendisi de salih olmaz. "Fela yehafu": Fehüve layehafu, o korkmaz, demektir. İbn Kesir ise: Nehiy siygası üzere "fela yehaf” (korkmasın) okumuştur. "Ne haksızlıktan ne de eksiltilmekten": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Zulmedilip de günahının artırılmasından ve iyiliklerinin eksiltilmesinden korkmaz. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Zulmedilip de başkasının günahından kendine ilâve edilmekten ve iyiliklerinin kısılmasından korkmaz. Bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Yapmadığı şeyden sorumlu tutulmaktan ve iyi amelinin eksiltilmesinden korkmaz. Bunu da Dahhâk, demiştir. Dördüncüsü: Amelinin karşılığını görmemekten ve hakkının kısılmasından korkmaz. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Dilciler şöyle demişlerdir: Hadm (hazm) eksiltmektir, Araplar: Hadamtü leke min hakki derler ki, sana hakkımdan düşürdüm, demektir. Fülanün hadimül keşhayn derler ki: Yanları sıskadır, demektir. Haza şey’ün yahdımuttaama denir ki: Yemeği hazmettirir, demektir. Bazı müfessirler zulm ile hazmın arasında fark görmüşlerdir: Zulüm: Hakkın tamamını vermemektir, hazm ise: Yine zulüm olmakla beraber bir kısmını vermemektir. 113(önceki kitapları indirdiğimiz) gibi onu da Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ve onda tehditten evirip çevirdik, belki onlar korkarlar yahut onlar için bir ibret meydana getirir. "Bunlar gibi onu da indirdik": Yani bu surede açıklamalar yaptığımız gibi, onu da yani bu kitabı da indirdik, "Arapça bir Kur’ân olarak ve onda tehditten evirip çevirdik": Yani onda çeşitli tehditleri açıkladık. Katâde: Yani inanmayan ümmetlerin başlarına gelen tehdit vak'alarını, demiştir. "Belki korkarlar": Yani kendilerinden öncekilerden ibret alarak şirkten sakınmalarına sebep olması için, demektir.. "Yahut onlar için meydana getirir": Yani Kur’ân bunu meydana getirir, demektir. Tehdit bunu meydana getirir, diyenler de olmuştur. "Zikren": İbret demektir. O zaman eski milletlerin azaplarını hatırlar da ibret alırlar. İbn Mes’ûd ile Âsım el - Cahderi, merfu nun ile "ev nuhdisu” okumuşlardır. 114Hak Padişah Allah’ın şanı yücedir. Kur’ân’ın sana vahyedilmesi bitirilmeden önce acele etme. "Rabbim, ilmimi artır” de. "Allah'ın şanı yücedir": Yani inançsızların inkârından ve müşriklerin sözlerinden, demektir. "Melik (Padişah)tır: Yani her şey O’nun elindedir, "Haktır". Biz de bunu Yûnus; 32'de zikretmiş bulunuyoruz. "Kur’ân’ı acele etme": Bunun iniş sebebinde de iki görüş vardır: Birincisi: Cebrâil, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e sûre ve âyetleri getirir onları okurdu; Cebrâil daha sonuna varmadan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem unutma korkusuyla onları başından okurdu. Bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Bir adam, karısına bir tokat vurdu, o da kısas istemek üzere Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de kısasa hükmetti; bunun üzerine bu âyet indi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de durdu, nihayet "erkekler kadınların üzerinde hakimdirler” (Nisa: 34) âyeti indi. Bunu da Hasen Basri, demiştir. "Min kabli en yukda ileyke vahyuh": İbn Mes’ûd, Hasen ve Ya’kûb , nunun fethi, dadın kesri ve yenin fethi ile "nakdiye” ve yenin nasbi ile de "vahyehu” okumuşlardır. Kelâmın manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Cebrâil bitirmeden unutma korkusu ile okumada acele etme, bu da birinci görüşe göredir. İkincisi: Biz sana manalarını açıklayıncaya kadar ashabına okutma. Bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir. "Rabbim, ilmimi artır, de": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Okumamı artır, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Anlayışımı artır. Üçüncüsü: Hıfzımı artır. Bu ikisini Sa’lebî zikretmiştir. 115Yemin olsun ki, gerçekten Âdem'e daha önce emrettik de unuttu; onun için bir azim bulamadık. "Yemin olsun ki, Âdem’e emretmiştik": Yani ona ağaçtan yememesi için emir ve tavsiye etmiştik, demektir. "Önceden": Yani sözümü bozup da imam terk edenlerden önce. Onlar da "belki korkarlar” diye zikrettiği kimselerdir. Mana da şöyledir: Eğer onlar sözü bozdularsa, daha önce de Âdem'e emretmiştik; "o da unuttu". Bu unutmada da iki görüş vardır: Birincisi: O, terk etmedir, bunu da İbn Abbâs ile Mücâhid, demişlerdir. Mana da Kendisine emredileni terk etti, demektir. İkincisi: O, hatırlamanın tersi olan unutmadır, bunu da Maverdi nakletmiştir. Muaz el - Kari, Âsım el - Cahderi ve İbn Semeyfa, nunun refi ve “sîn “ in şeddesi ile "fenüssiye” okumuşlardır. "Onun için bir azim (onda azim) bulamadık": Azm lügatte: Bir işi yapmaya fikren karar vermektir. Manada da dört görüş vardır: Birincisi: Onda hıfz (aklında tutma) kabiliyeti bulamadık. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir, Mana da şöyledir: Kendisine emredileni muhafaza edemedi. İkincisi: Sabır, bunu da Katâde ile Mukâtil, demişlerdir. Mana da şöyledir: Yasaklanan şeye sabredemedi. Üçüncüsü: Kararlılık, bunu da İbn Saib, demiştir. İbn Enbari şöyle demiştir: Bu, Âdem’i ülül azm peygamberler sınıfından çıkarmaz; o sadece yeme konusunda azimli değildi. Üçüncüsü: Günaha dönmede azim, demektir. Bunu da Maverdi zikretmiştir. Bundan sonrasının tefsiri ise Bakara: 34’de geçmiştir. 116Hani meleklere: "Âdem’e secde edin” demiştik de İblis hariç secde etmişlerdi. O ise diretmişti. 117"Ey Âdem, şüphesiz bu, senin ve eşin için düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra bedbaht olursun” demiştik. "Sakın ikinizi cennetten çıkarmasın; sonra bedbaht olursun": Müfessirler şöyle demişlerdir: Bedbahtlıktan maksat dünya meşakkatidir; ekme, biçme, hamur yoğurma, ekmek pişirme vs. gibi şeylerdir. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Âdem’e cennetten sarı bir öküz indirildi, onu çalıştırır ve alnının terini silerdi. İşte bedbahtlığı budur. Âlimler, mana: İkiniz bedbaht olursunuz, demişlerdir. Buna göre "feteşkaya” dememesi iki düşünceden dolayıdır: Birincisi: Muhatap olan Âdem’dir, onunla yetinilmiştir, şu âyet de böyledir: "Anilyemini ve anişşimali kaid” (Kaf: 17). Bunu da Ferrâ’, demiştir. İkincisi: Çalışan o olduğu için yorgunluk da onun hakkında daha çok olmuştur. Bunu da Maverdi, demiştir. 118"Şüphesiz senin için orada acıkmaman ve çıplak kalmaman vardır". "İnne leke enla tecua fiha vela ta’ra": Übey b. Ka’b, mazmum te ve elifle "Tücaa ve vela tu’ra” okumuştur. "Ve enneke lâ tazmau": İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek meftuh hemze ile "ve enneke” okumuşlardır. Nâfi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, meksur hemze ile "ve inneke” okumuşlardır. Ebû Ali de şöyle demiştir: Meftuh okuyan, "enne leke enla tecua ve enne leke enla tazmae” demek istemiş; meksur okuyan ise cümle başı yapmıştır. 119"Ve sen orada susamayacak ve güneşte kalmayacaksın". "Lâ tazmau fiha": Orada susamazsın, demektir. Zamier recülü zam’en fehüve zam’an denir ki: Susuz, demektir. "Lâ tadha"nın manası da güneşte kalıp da seni sıcak çarpmaz, demektir. Çünkü cennette güneş yoktur. 120Şeytan ona vesvese verdi ve. "Ey Âdem, sana ölümsüzlük ağacını ve yıpranmayan mülkü göstereyim mi?” dedi. "Sana ölümsüzlük ağacını göstereyim mi?": Yani ondan yiyenin ölmeyeceği ağacı demektir. "Ve yıpranmayan mülkü": Yani yenisi eskimeyen ve fani olmayan, demektir. Bundan sonrası da A’raf: 22’de tefsir edilmiştir. 121İkisi de ondan yediler; ayıp yerleri onlara göründü. Üzerlerine cennet yapraklarından yamamaya başladılar. Âdem Rabbine asi oldu ve saptı. "Sapıttı": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Ölümsüzlük yolunu şaşırdı, çünkü onu günah tarafından yakalamak istedi. İkincisi: Geçimini bozdu, çünkü "ğayy "in manası, bozulmaktır, İbn Enbari şöyle demiştir: Bazı müfessirler yanılıp, "ğava” o ağaçtan çok yediği için tiksindi, demişlerdir. Nitekim deve yavrusu da annesinin memesini çok emerse, ölecek gibi olur. Bu da iki açıdan yanlıştır: Birincisi: Çünkü tiksinme için: Ğava yağvi, denilmez; sadece: Gaviye yağva, denir. İkincisi: Cenab-ı Allah’ın: "İkisi o ağaçtan tadınca” (A'raf: 22) kavli, onların çok yemediklerini ve çok yiyene kadar cezaya çarptırmadıklarını gösterir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Biz Âdem için, aziz ve celil olan Allah'ın dediği gibi deriz; Âdem asidir, sapıktır, demeyiz. Nitekim elbisesini kesip de diken adama: Onu kesti ve dikti, dersin; o terzidir, demezsin. Ancak o işi beceri haline getirir ve onunla bilinirse terzi, denir. 122Sonra Rabbi onu seçti; Tevbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti. "Sonra Rabbi onu seçti (sümmectebahu)": Ictibanın manasını En’am: 87’de açıklamış bulunuyoruz. "Tevbesini kabul etti ve onu doğru yola hidayet etti": Yani Ona Tevbenin yolunu gösterdi, demektir, 123Dedi: "İkiniz, kiminiz kiminize düşman olarak hepiniz oradan inin. Eğer size benden hidayet gelir de, kim hidâyetime tabi olursa, artık sapmaz da bedbaht olmaz da". "ikiniz inin, dedi": İşaret edilen bu iki hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Âdem ile Iblis’tir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Âdem ile Havva’dır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Kiminiz kiminize düşman olarak": Âdem ve zürriyeti, iblis ve zürriyeti, yılan da böyledir. Biz de bunu Bakara: 36’da şerh etmiştik. "Kim hidâyetime tabi olursa": Yani Peygamberime ve kitabıma, demektir. "Artık sapmaz da bedbaht olmaz da": İbn Abbâs: Kim Kur’ân okur ve içindekine tabi olursa, Allah onu sapıklıktan hidayete çıkarır ve onu kötü hesaptan korur. Allahü teâlâ Kur’ân’a tabi olanın dünyada sapmayacağını ve ahirette de bedbaht olmayacağını garanti etmiştir, demiş, sonra da bu âyeti okumuştur. 124"Kim de zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçimlik vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşredeceğiz". 125Dedi: "Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin; hâlbuki ben görür idim". "Kim zikrimden yüz çevirirse": Atâ’: Öğüdümden, demiştir. İbn Saib de: Kur’ân’dan yüz çevirir, ona iman etmez ve ona uymazsa, demiştir. "Şüphesiz onun için dar bir geçimlik vardır": Ebû Ubeyde, manası: Dar bir maişet, demiştir. Dank: He’siz olarak dişiye de erkeğe de sıfat olur. Dar her geçim veya mekan veya menzil’e dank, denir. Şair de şöyle demiştir: Dar bir yerde savaşırlarsa, ben de savaşırım. Zeccâc da şöyle demiştir: Dank'in aslı lügatte: Dar ve şiddet demektir. Müfessirlerin bu geçimlik hakkında beş görüşleri vardır: Birincisi: O, kabir azabıdır, Ebû Hureyre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den, "dar geçimlik nedir, bilir misiniz?” dediğini rivayet etmiştir. Onlar da: Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dediler. O da şöyle dedi: O, kâfirin kabir azabıdır; ruhumu elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ona doksan dokuz ejderha Mûsallat edilir, ona tıslayarak yaklaşır, onu sokar ve onu kıyamete kadar tırmalarlar. Onun kabir azabı olduğuna kail olanlardan bazıları da İbn Mes’ûd, Ebû Said el - Hudri ve Süddi’dir. İkincisi: O, kabrin sıkmasıdır, öyleki eğeleri birbirine geçer. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Cehennemdeki zorlu hayattır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, Katâde ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir. İbn Saib şöyle demiştir: O hayat da dikenden ve zakkumdan ibarettir. Dördüncüsü: Dar geçim: Haram kazançtır. Dahhâk, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Dar geçim, hayır kapılarının yüzüne kapanıp onlardan hiçbirini bulamamasıdır. Onun haram bir yaşamı olur ki, içinde koşturup durur. Dahhâk: Bu geçim, kötü kazançtır, demiş; İkrime de böyle söylemiştir. Beşincisi: Dar geçimlik: Sahibinin Allah’tan korkmadığı maldır, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu geçimin yeri hakkında da üç görüş ortaya çıkmıştır: Birincisi: O, kabirdir, İkincisi: Dünyadır. Üçüncüsü: Cehennemdir. "Venahşuruhu yevmel kıyameti a’ma": İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, "a’ma” ve "haşerteni a’ma” şeklinde iki mimi de meftuh okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle iki mimi de meksur okumuşlardır. Nâfi kesre ile fetha arasında okumuştur. Sonra müfessirlerin bu körlüğün manasında da iki görüşleri vardır: Birincisi: Göz körlüğüdür, Ebû Salih, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kabirden çıktığı zaman görür, mahşere sürüldüğü zaman kör olur. İkincisi: Delil körlüğüdür, bunu da Mücâhid ile Ebû Salih demişlerdir. Zeccâc, manası şöyledir, demiştir: Ona yol gösterecek delili olmaz, çünkü peygamberler geldikten sonra insanların Allah’a getirecekleri bir delilleri yoktur. 126Dedi: "İşte böyle; sana âyetlerim geldi; sen de onları unuttun. İşte bugün de sen unutulacaksın". "İşte böyle": Yani durum gördüğün gibidir, demektir. "Sana âyetlerimiz geldi; sen de onları unuttun". Yani onları terk ettin, onlara iman etmedin. Sen onları dünyada terk ettiğin gibi bugün de sen cehennemde terk edileceksin. 127İsraf edip (sınırı aşan) ve Rabbinin âyetlerine iman etmeyeni böyle cezalandırırız. Ahiretin azabı ise daha süreklidir. "İşte böyle": Yani anlattığımız gibi "israf edeni cezalandırırız": Yani Allah’a şirk koşanı, demektir. "Gerçekten ahiretin azabı daha çetindir” dünya azabından ve kabir azabından. "Ve daha süreklidir": Çünkü o devam eder. 128Kendilerinden önce nice nesilleri - ki, şimdi onların yurtlarında yürüyorlar - helak etmemiz onları hidayet etmedi mi? Şüphesiz bunda akl-ı selim sahipleri için gerçekten ibretler vardır. "Onları hidayet etmedi mi?": Yani kendilerinden önce helak ettiğimiz ümmetlerin kalıntılarına bakmak Mekke kâfirlerini hidayet etmedi mi? Kureyş ticaret yapar ve Ad, Semud diyarlarını ve onlardaki helak işaretlerini görürdü. Onun için "onların yurtlarında yürüyorlar” demiştir. Zeyd, Ya’kûb ’tan, nun ile "efelem nehdi” okumuştur. 129Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve belli bir süre olmasaydı, (helak) onlar için lâzım (kaçınılmaz) olurdu. "Eğer Rabbinden geçmiş bir söz olmasa idi": Azabın o kâfirlerden kıyamet gününe kadar tehirine dair. Bedir savaşma kadar da, denilmiştir. Ecelleri gelinceye kadar da denilmiştir. "Lâzım olurdu": Yani azap lâzım olurdu. Lizam: Mastardır, azaba sıfat olmuştur. Ferrâ’ ile İbn Kuteybe de: Bu âyette takdim ve tehir vardır, Mana da şöyledir, demişlerdir: Eğer bir söz ve belli bir ecel olmasaydı azap kaçınılmaz olurdu. 130Öyleyse dediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamdi ile tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzün taraflarında da tesbih et. Belki razı olursun. "Onların dediklerine sabret": Allahü teâlâ peygamberine Allah onlar hakkında hüküm verinceye kadar onlardan duyduğu eziyet verici şeylere sabretmesini buyurmuştur. Sonra da onlar hakkında ölüm hükmünü vermiştir. Genel manadaki bu sabır, kılıç âyetiyle neshedilmiştir. "Rabbini hamd ile tesbih et": Yani O’na hamd ve sena ederek -namaz kıl, demektir. "Güneşin doğmasından önce": Sabahı kastediyor, "ve batmasından önce": İkindiyi kastediyor, "ve min anail leyli": Gece saatlerinde, demektir. Biz de bunu Al-i İmran: 113’te beyan etmiş bulunuyoruz. "Tesbih et": Yani namaz kıl, demektir. Bu namazdan murat edilen şey hususunda da dört görüş vardır: Birincisi: Akşamla yatsıdır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Katâde de böyle demiştir. İkincisi: Gece yarısıdır, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Yatsıdır, bunu da Mücâhid ile İbn Zeyd, demişlerdir. Dördüncüsü: Gecenin başı, ortası ve sonudur, bunu da Hasen, demiştir. "Gündüzün taraflarında": Mana: Gündüzün taraflarında tesbih et, demektir. Ferrâ’ şöyle demiştir: Gündüzün iki tarafı vardır, hepsi kastedilmiştir, şu âyette olduğu gibi: "In tetuba ilallahi fekad sağat kulubukuma” (Tahrim: 4). (Cemi tesniye yerine kullanılmıştır, demek istiyor. Mütercim). Müfessirlerin bu namazdan murat edilen hususunda da üç görüşleri vardır: Birincisi: O, öğledir, bunu da Katâde, demiştir. Buna göre, öğle namazına, gündüzün tarafları, denilmesi, şundandır; çünkü o zeval vaktinde kılınır, o da gündüzün ilk tarafı ile ikinci tarafıdır. İkincisi: O, akşam ve sabah namazlarıdır, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Bu da şafağın ilk tarafın başında, akşamın da ikinci tarafın sonunda olması mülahazası iledir. Üçüncüsü: O; sabah, öğle ve ikindi namazlarıdır; buna göre sabah ilk tarafta, öğle ile ikindi ikinci taraftadır. Bunu da Ferrâ’ nakletmiştir. "Lealleke terda": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, te’nin fethi ile "terda” okumuşlardır. Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, zammı ile (türda) okumuşlardır. Kim fethe ile okursa, Mana şöyledir: Belki sen Allah’ın sana verdiği sevaba razı olursun. Kim de zamme ile okursa, bunda iki düşünce vardır: Birincisi: Belki sen sana verilene razı olursun. İkincisi: Belki Allah seni razı eder. 131Onları denemek için onlardan bazı sınıfları yararlandırdığımız şeye, dünya hayatının süsüne sakın göz dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir. "Göz dikme": îniş sebebi şöyledir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in azatlısı Ebû Rafi diyor ki: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir konuk geldi, beni çağırdı, beni gıda maddesi satan bir Yahudi’ye gönderdi ve: Ona söyle, bana bir miktar un satsın veyahut receb’in başına kadar ödünç versin, dedi. Ben de ona gidip bunu söyledim. Yahudi: Allah’a yemin ederim ki, satmam da ödünç de vermem de, ancak rehinle veririm, dedi. Ben de dönüp kendisine haber verdim, şöyle dedi: Allah’a yemin ederim ki, eğer bana satsa veya ödünç verse idi, onu mutlaka öderdim. Ben gökte de eminim, yerde de eminim. Ona demir zırhımı götür. İşte bu âyet bunun üzerine indi. Übey b. Ka'b de şöyle demiştir: Kim Allah’ın tesellisi ile teselli bulmazsa, dünyadan hasretle göçer. Bu âyetin tefsiri, Hicr’in sonunda, âyet: 88’de geçmiştir. "Zehretel hayatid dünya": İbn Mes’ûd, Hasen, Zührî ve Ya’kûb , he’nin fethi ile "zeherete” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: O, "metta’na” fi’li ile mensubtur; çünkü "metta’na"nın manası: Caalna lehümül hayatad dünya zehreten (dünya hayatını onlar için cazip kıldık) demektir. "Onları deneyelim diye": Yani onları fitneye düşürelim, diye. İbn Kuteybe de: Onları imtihan edelim diye, demiştir. Müfessirler: Dünya cazibesinin, onun güzelliği, parlaklığı ve bakıldığı zaman revnakı, demişlerdir. Bu da bitkinin parıltı ve güzelliğinden gelir. "Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onun ahiretteki sevabıdır. İkincisi: Kanaattir. 132Ailene namazı emret, sen de onun üzerinde sabret. Senden rızık istemiyoruz. Biz sana rızık veriyoruz. Sonuç takvanındır. "Ailene namazı emret": Müfessirler şöyle demişlerdir: Ailesinden maksat, kavmi ve dininden olanlardır. Buna ehl-i beyti (ev halkı) da girer. "Sen de ona sabret": Yani namaza sabret, demektir. "Senden rızık istemiyoruz": Yani senden ne kendi rızkını ve ne de mahlukumuzun rızkını istemiyoruz; sana sadece ibadeti emrediyoruz, rızık ise bizim üzerimızedir. "Sonuç takvanındır": Yani güzel akibet takva sahiplerinindir. Bekr b. Abdullah el - Müzeni aç kaldıkları zaman ailesine: Kalkın, namaz kılın der, sonra da: Allahü teâlâ Resul'üne böyle emretti der ve bu âyeti okurdu. 133"Bize Rabbinden bir mucize getirseydi, ya!” dediler. Onlara ilk suhuflardaki şeyin delili gelmedi mi? "Dediler": Yani müşrikler, "levla", hella (teşvik edatı) manasınadır. "Bize getirseydi ya!” Muhammed, "Rabbinden bir mucize": Yani peygamberlerin mucizeleri gibi, meselâ dişi deve ve asa gibi. "Evelem ye'tihim": Nâfi, Ebû Amr ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, te ile "te’tihim” okumuşlardır. İbn Kesir, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, ye ile "ye’tihim” okumuşlardır. "İlk suhuflardaki şeyin delili": Yani mucizeler isteyip de sonra da onları inkâr ettikleri zaman helak ettiğimiz milletlerin haberi onlara Kur’ân'da gelmedi mi? Kendilerinin halleri de onlarınki gibi olmayacağından nasıl emin oluyorlar? 134Eğer gerçekten biz onları bundan önce bir azapla helak etse idik, muhakkak: "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de, hor ve rezil olmadan önce âyetlerine tabi olsaydık” derlerdi. "Eğer gerçekten biz onları helak etseydik": Yani Mekke müşriklerini, "biazabin min kablihi (bundan önce bir azapla)": “He” zamirinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, kitaba râcîdir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Peygambere râcîdir, bunu da Ferrâ’ demiştir. "Muhakkak derlerdi": Kıyamet gününde, "Rabbimiz, bize gönderseydin ya bir peygamber": Bizi taatine davet edecek bir peygamber, "biz de tabi olsaydık âyetlerine": Yani onların gerekleri ile amel etseydik, "hor olmamızdan önce": Azapla, "ve rezil olmamızdan önce": Cehennemde. İbn Abbâs, İbn Semeyfa ve Ebû Hatim de Ya’kûb ’tan rivayet ederek, ikisinde de merfu nun ile "nüzelle” ve "nuhza” okumuşlardır. 135De ki: "Herkes beklemektedir; siz de bekleyin. Doğru yolun sahipleri kimmiş ve doğru yolu bulan kimmiş yakında bileceksiniz". "De ki,": Onlara de ki, ya Muhammed, "herkes": Bizden ve sizden, "bekleyicidir": Yani biz size dünyada azap bekliyoruz, siz de bize felaket gelmesini bekliyorsunuz. "Feterabbesu": Siz bekleyin, "yakında bileceksiniz” Allah’ın emri geldiği zaman "doğru yolun sahipleri kimmiş": Yani doğru dinin sahipleri, "ve doğru yolu bulan kimmiş” sapıklıktan çıkarak, biz miyiz yoksa siz misiniz? Bunun kılıç âyetiyle mensuh olduğu söylenmiştir ki, hiçbir şey değildir. |
﴾ 0 ﴿