21-ENBİYA SÛRESİMekke’de inmiştir. 112 ayettir. Bismillahirrahmanirrahim 1İnsanlar için hesapları yaklaştı. Oysa onlar gaflet içinde yüz çeviriciler. Bu sûre icma ile Mekkidir, bunda hiçbir ihtilaf bilmiyoruz. "İkterebe": İfteale veznindedir, kurb kökündendir, karubeşşey’ü vakterebe denir ki, bir şey yaklaşmaktır. Bu âyet Mekke kâfirleri hakkında inmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: insanlara hesap vakitleri yaklaştı. "Linnasi"deki “Lâm” ın "min” manasına olduğu söylenmiştir. Hesaptan da Allah’ın, kullarını amellerine göre hesaba çekmesi murat edilmiştir. Onun yaklaşması manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O, gelecektir, her gelecek de yakındır. İkincisi: Çünkü zaman, çoğu geçtiği, azı kaldığı için yakındır. "Onlar gaflet içindedir": Yani Allah’ın o gün onlara ne yapacağından, demektir. "Yüz çeviriciler": Ona hazırlanmaktan. Şöyle de denilmiştir: "Yaklaşmak İnsanlar için” geneldir, yüz çevirmek ise kâfirler için özeldir. Bu da "Rablerinden yeni bir zikir gelmeyedursun” sözünden anlaşılmaktadır. Bu zikir hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: O, Kur’ân’dır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. Buna göre "yeni” sözü ile onun indirilmesine işaret edilmiş olur. Çünkü o, azar azar (aralıklarla) indirilmiştir. İkincisi: O, zikirlerden bir zikirdir, Kur’ân değildir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki hikaye etmiştir. Nakkaş da şöyle demiştir: O, Resûlüllah’tan bir zikirdir, Kur’ân değildir. Üçüncüsü: O, Resûlüllah’tır, delili de "O, sizin gibi bir beşerden başkası değildir” sözüdür. Bunu da Hasen b. Fadl, demiştir. 2Onlara Rablerinden bir zikir gelmeyedursun, ancak onu oynayarak dinlerler. "Ancak onu oynayarak dinlerler": İbn Abbâs şöyle demiştir: Kur’ân’ı alay ederek dinlerler. 3Kalpleri alay ederek. Zâlimler fısıltıyı gizlediler. "Bu, sizin gibi beşerden başka biri midir? Göz göre göre büyüye mi geleceksiniz?” (dediler). "Kalpleri alay ederek": Yani onlara ne yapılmak istendiğinden gafil olarak, demektir. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Onu oynayarak ve kalpleri boş olarak dinlerler. "Lahiyeten "in"yel’abune” fi’li ile mensûb olması câizdir. İkrime, Said b. Cübeyr ve İbn Ebi Able, merfu olarak "lahiyetün” okumuşlardır. "Fısıltıyı gizlediler": Yani müşrikler kendi aralarında fısıldaştılar, demektir. Sonra da onların kim olduklarını beyan ederek: "onlar zâlimlerdir": Yani Allah’a şirk koşanlardır, dedi. "Ellezine” "eserru” fiilindeki zamirden bedel olarak mahallen merfudur. Sonra fısıldaştıkları sırlarını açıklayıp: "Bu, sizin gibi beşerden başka biri midir?” dedi. Yani o da insandır, melek değildir, dediler. Bu da onun peygamberliğini inkârdır. Bazıları "eserru” burada: Açıkladılar manasınadır, demişlerdir; çünkü o zıt anlamlı kelimelerdendir. "Sihre mi geleceksiniz?": Yani onun sihir olduğunu bildiğiniz halde sihri mi kabul edeceksiniz, demektir ki, Muhammed’e tabi olmanın sihre tabi olma manasına geldiğini demek istiyorlar. 4(Peygamber) dedi: "Rabbim gökte ve yerde sözü bilir. O, hakkıyle işiten, her şeyi bilendir". "Kul rabbi": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, "kul rabbi” okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, "kale rabbi” okumuşlardır. Kufelilerin Mushaflarında da böyledir. Bu da Peygamber sallallahu aleyh ve sellem’den haber tarzındadır, yani, o şöyle dedi olur: Rabbim sözü bilir; ne yerde ne gökte O’na hiçbir şey gizli kalmaz. O, gizlediklerinizi bilir. 5(Onlar şöyle dediler): "Hayır, bunlar karışık rüyalardır. Hayır, onu kendi uydurdu. Hayır, o, bir şairdir. Öncekilere gönderildiği gibi bize de bir mucize getirsin!" "Bel kalu": Ferrâ’: "Bel” onların yalanlamalarını rettir, demiştir. Daha önce böyle bir inkâr geçmese de böyledir; çünkü manası inkârcılardan haber vermektir ve müşriklerin, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında şaşırdıklarını bildirmiştir. Onun hakkında çeşitli şeyler söylediler: Bazıları: Onun getirdiği şey sihirdir, dediler. Bazıları: Karışık rüyalardır, dediler. Biz de bunu Yûsuf: 44’te şerh etmiş bulunuyoruz. Bazıları da: Onu kendisi uydurdu, dediler. Bazıları da: O bir şairdir, dediler. Bize Salih’in devesi ve Mûsa’nın asası gibi bir mucize getirsin, dediler. Geldiği takdirde sonları olacak mucizeler teklif ettiler. 6Kendilerinden önce helak ettiğimiz hiçbir kent iman etmedi; onlar mı iman edecekler? "Onlardan önce iman etmedi": Yani Mekke müşriklerinden önce, "bir kent": Kent denilmiş, halkı kastedilmiştir. Mana şöyledir: Mucizeleri yalanlamakla helak olan ümmetler, mucizelerin gelmesiyle iman etmediler; bunlar nasıl iman edecekler?! Bu da Allah dilemedikçe mucizenin imana sebep olmadığına işarettir. 7Senden önce de ancak kendilerine vahyetiğimiz bazı erkekleri gönderdik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. "Senden önce ancak bazı erkekler gönderdik": Bu da: "Bu, sizin gibi bir insandan başkası mıdır?” sözlerine cevaptır. "Nuhi ileyhim": Çoğunluk ye ile "yuha” okumuştur. Hafs da Âsım’dan, nun ile "nuhi” okuduğunu rivayet etmiştir. Biz de bu âyeti Nahl: 43'te şerh etmiş bulunuyoruz. 8Onları yemek yemeyen cesetler kılmadık. Ölümsüz de olmadılar. "Onları kılmadık": Yani peygamberleri "ceset": Ferrâ’ şöyle demiştir: Niçin "ecsaden” demedi? Çünkü o, cins ismidir. Mücâhid de: Onları ruhsuz ceset kılmadık, demiştir, İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Senden önceki peygamberleri yemek yemeyen ve ölmeyen kimseler kılmadık ki, seni de öyle yapalım. Müberrid ile Saleb de şöyle demişlerdir: Araplar bir kelâm iki inkârın arasında gelirse, haber olur, demişlerdir; buna göre âyetin manası şöyledir: Biz onları ancak yemek yesinler diye yarattık. Katâde de mana: Onları başka değil ancak yemek yiyen cesetler olarak yarattık, demiştir. 9Sonra onlara ettiğimiz va’de sadık olup onları ve dilediklerimizi kurtardık. Aşırıları da helak ettik. "Sonra onlara ettiğimiz va’de sadık olduk": Yani peygamberlere ettiğimiz va'de demektir; onları kurtarmak ve onlara inanmayanları helak etmekle va’dimizi yerine getirdik. "Onları ve dilediklerimizi kurtardık": Onlar da peygamberleri tasdik edenlerdir. "Aşırı gidenleri de helak ettik": Yani şirk koşanları, demektir. Bu da Mekke halkı için korkutmadır. Sonra onlara Kur’ân nimetini verdiğini zikrederek: 10Yemin olsun, gerçekten size içinde zikriniz bulunan bir kitap indirdik. Aklınızı kullanmıyor musunuz? "Yemin olsun ki, gerçekten size içinde zikriniz bulunan bir kitap indirdik” dedi: Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onda şerefiniz vardır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. İkincisi: Onda dininiz vardır, bunu da Hasen demiştir, yani din işlerinde ihtiyaç duyduğunuz şeyler vardır, demektir. Üçüncüsü: Onda karşılaşacağınız dönüş veya azap için hatırlatma vardır. Bunu da Zeccâc, demiştir. "Aklınızı kullanmıyor musunuz?": Sizi başkalarına ne ile üstün kıldığımı düşünmüyor musunuz? 11Nice zalim kentleri kırdık. Onlardan sonra da başka bir kavim meydana getirdik. Sonra onları korkutup şöyle dedi: "Ve kem kasamna": Müfessirler ve lügatçiler şöyle demişlerdir: Manası: Nice kentleri helak ettik, demektir. Kasm'ın aslı (kök ve ilk manası): Kırmaktır. "Zalim": Kâfir, demektir, maksat, halkıdır. 12Azabımızı hissedince, birden onlar ondan kaçıyorlar. "Azabımızı hissedince": Yani azabımızı görme hisleri (duyuları) ile görünce, demektir. "Birden onlar ondan kaçıyorlar": Yani koşturuyorlar, demektir. Rakd’ın aslı: Ayakları hareket ettirmektir. Rakattül ferese denir ki: Mahmuzlayarak atı koşturdum, demektir. 13Kaçmayın, refaha kavuşturulduğumuz şeylere ve yurtlarınıza geri dönün. Belki sorgulanırsınız! "Kaçmayın": Müfessirler: Bu, meleklerin onlara sözüdür, demişlerdir. "Refaha kavuşturulduğunuz şeylere geri dönün": Yani sizi şımartan nimetlere, demektir. Bu da onlar için azarlamadır. "Belki sorgulanırsınız": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Dünyanızdan bir şeylerden sorulursunuz, demektir. Bu da onlarla alay için denilir. Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Peygamberinizi öldürmekten sorulursunuz, bunu da İbn Saib, demiştir. Azabı kesin olarak görünce, 14Dediler: "Eyvah bize, gerçekten biz zâlimler idik!" "eyvah bize, gerçekten bizler zâlimler idik, dediler": Yani hep bu kelimeyi tekrarladılar. 15Duaları hep bu oldu. Nihayet onları biçilmiş(ler), sönmüşler kıldık. "Nihayet onları biçilmişler kıldık": Yani azapla. Kılıçlarla da, denilmiştir. "Sönmüşler (kıldık)": Yani sönen ateş gibi ölüler, demektir. 16Göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyuncular olarak (oynamak) için yaratmadık. "Göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyuncular olarak yaratmadık": Yani bunları boş yere yaratmadık; ancak kudretimize ve birliğimize delil olarak ve halkın da onlardan ibret alıp ibadetin ancak yaratıcıya layık olduğunu bilsinler ve bir de dostlarımızı mükafatlandırmak ve düşmanlarımızı cezalandırmak için yarattık. 17Eğer biz bir eğlence edinmek istese idik, muhakkak onu yanımızdan edinirdik. "Eğer bir eğlence edinmek isteseydik": Bunun iniş sebebinde de iki görüş vardır: Birincisi: Müşrikler: Melekler Allah’ın kızlarıdır, ilâhlar da O’nun kızlarıdır deyince, bu âyet indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. İkincisi: Necran Hıristiyanlan: İsa, Allah’ın oğludur, dediler; bunun üzerine bu âyet indi, bunu da Mukâtil, demiştir. Eğlenceden murat edilen şey üzerinde de üç görüş vardır: Birincisi: Çocuktur, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Süddi de böyle demiştir. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Eğer biz eğlenceli bir evlat edinmek isteseydik, onunla eğlenirdik. İkincisi: Kadındır, bunu da Atâ’, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Hasen ile Katâde de böyle demişlerdir. Üçüncüsü: Oyundur, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Onu yanımızdan edinirdik": İbn Cüreyc: Gök halkından bir kadın veya evlat edinirdik, yer halfandan değil, demiştir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Lehv’in asıl manası: Cimâdır, kinaye yolu ile eğlence denilmiştir, nitekim sır da kinaye yoluyla ona denir. Mana da şöyledir: Eğer bunu yapsaydık, onu yanımızdan edinirdik, çünkü bildiğiniz gibi erkeğin evladı ve eşi yanında olur, başkasının yanında olmaz. "İn künna failin (eğer yapacak olsaydık)": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: "İn” "ma” (olumsuzluk) manasınadır, bunu da İbn Abbâs, Hasen ve Katâde, demişlerdir. İkincisi: O, şart manasınadır, Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Eğer bunu yapsa idik, fakat yapmayız. Ve şöyle demiştir: Birinci görüş müfessirlerin, ikinci görüş de nahivcilerin (gramercilerin) görüşüdür. Onlar da birinci görüşü iyi bulurlur. Çünkü "in” olumsuzluk yerinde kullanılır, ancak çoğunlukla lamla gelir, meselâ: İnkünte lesalihan (sen iyi kimse değilsin) dersin. 18Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da onun beynini parçalar. Bakarsın o, zail olmuştur. Nitelediğiniz şeylerden dolayı yazıklar olsun size! "Bel (hayır)": Yani o dediklerini bırak, çünkü o, bâtılldır. "Biz hakkı atarız": O da yalanlarıdır, "onun beynini parçalar": İbn Kuteybe şöyle demiştir: Yani kafasını kırar. Bunun da aslı beyne öldürücü darbe indirmektir. "Bir bakarsın o zail olmuştur": Yani yok olup gitmiştir. Müfessirler, mana şöyledir, demişlerdir: Biz onların yalanlarını açıkladığımız hak ile iptal ederiz, o da sonunda silinip gider. "Nitelediğiniz şeylerden dolayı yazıklar olsun size": Yani O'nu câiz olmayan şeylerle nitelemenizden dolayı. "Göklerde ve yerde olan kimseler O’nundur": Yani O’nun kulları ve mülküdür, demektir. "Yanındakiler de: Melekler de, demektir. 19Göklerde ve yerde olan kimseler O’nundur. O’nun yanındakiler O’na ibadetten büyüklenmezler de yorulmazlar da. "Yorulmazlar (lâ yestahsirun)": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Dönmezler, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Kesilmezler, bunu da Mücâhid, demiştir. İbn Kuteybe de: Bitkinlik göstermezler, demiştir. Hasr: Yorgunluk ve bitkinlikten kesilen, demektir. Üçüncüsü: Usanmazlar, bunu da İbn Zeyd, demiştir. 20Gece gündüz tesbih ederler, gevşemezler. "Gevşemezler": Katâde: Usanmazlar, demiştir. Ka’b'e, "onları hiçbir şey meşgul etmez mi?” diye sordular; o da soruyu sorana şöyle dedi: Kardeşimin oğlu (yeğenim), tesbih onlar için sizin nefes almanız gibi kılınmıştır. Sen yer ve içerken, oturup kalkarken, gelip giderken ve konuşurken nefes almaz mısın? Tesbih de onlar için böyle kılınmıştır. Sonra Allahü teâlâ müşrikleri azarlamaya döndü ve şöyle dedi: 21Yoksa onlar yerden ilâhlar edindiler de (ölüleri) onlar mı diriltecek? "Yoksa onlar yerden ilâhlar mı edindiler?": Çünkü putları ister altından ister gümüşten ister ağaçtan ister taştan olsun, bizzat yerdendir, "onlar": Yani ilâhlar, "mı diriltecekler?": Yani ölüleri diriltecekler. Hasen ye’nin fethi ve şinin zammı ile "yenşurun” okumuştur. Bu ise inkâr manasına bir istifhamdır, mana da: Onlar ölüleri dirilten tannlar edinmediler, demektir. "Eğer o ikisinde olsaydı": Gökte ve yerde, "ilâhlar": Yani mabutlar, "Allah’tan başka": Ferrâ’ sivellah (Allah’tan başka), Zeccâc da: Ğayrallah (Allah’tan gayri) demiştir. 22Eğer o ikisinde (yerde ve gökte) Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arş’in Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden münezzehtir. "İkisi de bozulurlardı": Yani harap olur, iptal olur, onlardakiler de helak olurlardı, çünkü İlâhlar birbirlerine mani olurlardı. O zaman alemin işi düzenle yürümezdi. Zira iki veya daha çok merciden çıkan her şey, muhalefetten hali olmaz. 23O yaptığından sorulmaz; onlar sorulurlar. "O yaptığından sorulmaz": Yani kullarına hidayet etmek ve saptırmak, aziz ve hor etmek gibi istediği hükmü verir; çünkü halkın sahabidir, halk ise yaptığından sorulur; zira onlar kuldurlar; efendilerinin emrine uymak zorundadırlar. Aziz ve celil olan Allah kendinden başka İlâh olmasını "yer ile gök mutlaka bozulurlardı” diyerek akıl yolu ile iptal edince, bunu emir yoluyla da edip 24O’ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: "Delilinizi getirin". Bu, benimle beraber olanların ve benden öncekilerin zikridir. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler. İşte onlar yüz çevirenlerdir. "yoksa O’ndan başka ilâhlar mı edindiler?” diye de iptal etti. Bu ise ret ve azarlama sorusudur. "De ki: Delilinizi getirin": Dediklerinize karşı. "Bu benimle olanların zikridir": Yani benim yanımda benim dinimde olanların haberidir ki, onlar için kıyamete kadar taate sevap ve masiyete günah vardır. "Benden öncekilerin de zikridir": Yani gökten inen kitapların, demektir. Mana da şöyledir: Bu Kur’ân’a ve ondan önce indirilen kitaplara bakın; hiç onların birinde Allahü teâlâ'nın kendinden başka İlâh edinmeyi emrettiği var mıdır? Bu açıklama ile emir bakımından ondan başka mabut edinmenin câiz olmadığı meydana çıkmıştır. Zeccâc şöyle demiştir: Onlara: Bir peygamberin, ümmetine Allah’tan başka İlâh olduğuna dair haber verdiğine delilinizi getirin, denir. "Hayır, onların çoğu": Yani Mekke kâfirleri, "hakkı bilmezler": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O Kur’ân’dır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Tevhidtir, bunu da Mukâtil, demiştir. "Onlar yüz çevirenlerdir": Enine boyuna düşünmekten ve iman etmenin onlara vacip olduğundan, demektir. 25Senden önce peygamber göndermedik, ancak ona: "Gerçek şu ki, benden başka ilâh yoktur; bana ibadet edin” diye ona vahyediyoruz. "Min resulin illâ yuhi": Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım'dan rivayet ederek, nun ile "illâ nuhi” okumuşlar; diğerleri ise ye ile (yuhi) okumuşlardır. 26Onlar: "Allah evlat edindi” dediler, hâşâ. Hayır, onlar ikram olunmuş kullardır. "Rahman evlat edindi, dediler": Bunu diyenler hakkında iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Kureyş müşrikleridir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İbn İshak da: Bunu diyen, Nadr b. Haris’tir, demiştir. İkincisi: Onlar Yahudilerdir: Allah cinlerle evlilik ilişkisi kurdu, bundan da melekler oldu, dediler. Bunu da Katâde, demiştir. Bu iki görüşe göre, evlattan maksat meleklerdir; "hayır, onlar ikram olunmuş kullardır” sözünden murat edilenler de onlardır, Mana da şöyledir: Hayır, onlar Allah’ın ikram edip seçtiği kullardır. 27Sözle O’nu(n önüne) geçemezler. Onlar O’nun emri ile hareket ederler. "Sözle O’nu geçemezler": Yani ancak onlara emrettiği şeyi konuşurlar, demektir, İbn Kuteybe de: O demedikçe demezler, sonra onun izni ile derler, onlara emretmedikçe de bir şey yapmazlar, demiştir. 28Onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Ancak O'nun rızasına erene şefaat ederler. Onlar O’nun korkusundan titrerler. "Onların önlerindekini de bilir": Yani önceden yaptıkları amelleri de bilir, "arkalarındakini de": Yani yapmakta olduklarını da. "Şefaat edemezler” kıyamet gününde. Dünyada istiğfar etmezler de, denilmiştir. "Ancak O’nun rızasına erene": Yani razı olduğuna ederler. "Onlar O’nun korkusundan (vehüm min haşyetihi)": Yani O’ndan korkularından, demektir ki, mastar mef’ulüne muzaf olmuştur. "Müşfikun": Korkarlar, demektir. Hasen de: Titrerler, demiştir. 29Onlardan kim: "Gerçekten ben O’ndan başka ilâhyım” derse, işte onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zâlimleri böyle cezalandırırız. "Onlardan kim derse": Yani meleklerden kim derse. Dahhâk ve diğerleri: Bu, İblis’e özgüdür, ondan başka hiçbir melek kendine ibadete davet etmemiştir, demişlerdir. Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Bu, o, meleklerdendir, diyenlerin görüşüne göredir, çünkü İblis bunu kendisiyle beraber yere inen meleklere dedi. Kim de o (İblis) meleklerden değildirdir, derse, bu da tehdit mahiyetinde söylenmiştir; meleklerden hiçbiri böyle bir şey dememiştir. 30Kâfirler görmediler mi ki, göklerle yer, ikisi de bitişik idiler de, biz onları ayırdık. Her canlıyı da sudan yarattık. Halâ iman etmiyorlar mı? "Kâfirler görmediler mi (evelem yereilezine kefem)?": Yani bilmediler mi, demektir. İbn Kesir, elif ile lâm’ın arasında vav olmadan "elem yereilezine keferu” okumuştur, Mekke halkının Mushaflarında da böyledir. "Göklerle yer, ikisi de bitişik idiler de, biz onları ayırdık": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Semavat (gökler) cemidir, yer ise tekildir, cem’in sıfatı tekil olarak gelmiştir; Araplar cemi ile tekil arasında ortaklık olduğu zaman böyle yaparlar. Retk de mastardır; tekile, ikile, çoğula, müzekkere ve müennese sıfat olur. Retk’in manası da: Deliği olmayan demektir. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: O ikisi delikli değildi, onları delikli yaptı. "Retkayni” dememesi, retk’in mastar olmasındandır. Müfessirlerin bundan murat edilen şey hususunda da üç görüşleri vardır: Birincisi: Gökler delikli değildi, yağmur yağdırmazdı; onu yağmurla bunu da bitkilerle deldi. Bunu Abdullah b. Dinar, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Atâ’, İkrime ve bir rivayette Mücâhid, Dahhâk vd. de böyle demişlerdir. İkincisi: Göklerle yer bitişik idi, Allahü teâlâ onları ayırdı. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen, Said b. Cübeyr ve Katâde de böyle demişlerdir. Üçüncüsü: O, yerden altı yer ayırdı, yedi oldu; gökten de altı gök ayırdı, o da yedi oldu. Bunu Süddi, şeyhlerinden, İbn Ebi Necih de Mücâhid’ten, demiştir. "Her canlıyı sudan yarattık (vecealna minel mai külle şeyin hay)": Muaz el - Kari, İbn Ebi Able ve Humeyd b. Kays, nasb ile "külle şey’in hayyâ” okumuşlardır. Bu suda da iki görüş vardır: Birincisi: O, bilinen sudur, mana da: Suyu her canlının hayatı için sebep kıldık, demektir. Bunu da çoğunluk, demiştir. İkincisi: O, menidir, bunu da Ebû’l - Âliyye, demiştir. 31Yerde onları sarsmasın diye sabit dağlar kıldık. Onda geniş yollar kıldık ki, doğru yolu bulsunlar diye. "Yeryüzünde sabit dağlar kıldık": Bunu da Nahl: 15’te tefsir etmiş bulunuyoruz. "Orada kıldık": Yani sabit dağlarda, "ficacen": Ebû Ubeyde: Onlar geçitlerdir, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Ficac: Fecc’in çoğuludur, o da iki dağ arasındaki boşluktur. "Sübül” de: Yollar, demektir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Dağlardan yollar verdik ki, seferlerde menzili- maksudunuza yetişesiniz. Müfessirler de: "Sübülen” ficac’ın tefsiridir, demişlerdir ki, bunun açıklaması da şöyledir: O geçitler çıkar geçitlerdir, bazen geçit, çıkmaz olur. 32Göğü de korunmuş bir tavan kıldık. Oysa onlar onun âyetlerinden yüz çeviriciler. "Göğü de bir tavan kıldık": Yani o, yer halkı için tavan gibidir, demektir. "Korunmuş": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Yıldızlarla şeytanlardan korunmuştur. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. İkincisi: Allah'ın izni olmadan düşmekten korunmuştur, bunu da Zeccâc, demiştir. "Onlar": Yani Mekke kâfirleri, "onun âyetlerinden": Yani güneşinden, ayından ve yıldızlarından, demektir. Mücâhid de tekil olarak "an âyetiha” okumuş; göğü içindeki bütün şeylerle bir âyet kılmıştır. Hepsi de doğrudur. 33O (Allah) ki, gece ile gündüzü ve güneşle ayı yarattı. Her biri bir mihverde (yörüngede) yüzüyorlar. "Her biri": Yani doğan şeylerin her biri, demektir. "Felek": İbn Kuteybe: Felek, yıldızları içine alan yörüngedir, demiştir. Ona felek denilmesi yuvarlak olmasındandır. Kirmenin ağırşağına felek denilmesi de bundandır. Ve kad feleke sedyül mer'eti denir ki, kadının memesi tömerdi (yuvarlak oldu), demektir. Ebû Süleyman da şöyle demiştir: Felek; göğün ve yerin altında su çarkı gibidir (çarkıfelek), yer ortasındadır. Güneş, ay, yıldızlar, gece ve gündüz felekte dönerler. Onları felek döndürmez. "Yüzüyorlar"ın manası: Akıyorlar, demektir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Yüzme insan işi olduğundan, bunlar da nun ile cemi yapılmıştır, meselâ "raeytühüm li sacidin” (Yûsuf: 4) âyetinde olduğu gibi. Çünkü secde insanların işindendir. 34Senden önce hiçbir beşer için ölümsüzlük kılmadık. Sen ölürsün de onlar mı ebedi kalacak? "Senden önce hiçbir beşer için ölümsüzlük kılmadık": İniş sebebi şöyledir: Bazı kimseler: Muhammed ölmez, dediler; bu âyet bunun üzerine indi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Âyetin manası da şöyledir: Senden önce insanoğlundan hiç kimseyi ölümsüz kılmadık. Huld: Ebedi yaşamaktır. "Sen ölürsün de onlar mı ebedi kalacaklar?": Yani Mekke müşrikleri, demektir; çünkü onlar "ona kaderin ne oynayacağını (cilvesini) bekliyoruz” (Tûr: 30) dediler. 35Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi denemek için şer ve hayırla sınıyoruz. Yalnız bize döndürüleceksiniz. "Sizi hayırla şerle deniyoruz": İbn Zeyd: nasıl şükredeceksiniz diye sizi sevdiğiniz şeyler ve nasıl sabredeceksiniz diye de sevmediğiniz şeylerle deneyeceğiz, demiştir. "Veileyna yurceun": İbn Âmir, meftuh te ile "turceun” okumuştur. İbn Abbâs da, Ebû Amr’dan mazmum ye ile "yurceun” rivayet etmiştir. Diğerleri de mazmum te ile okumuşlardır. 36Kâfirler seni gördükleri zaman, ancak alay edinirler. "İlâhlarınızı diline dolayan bu mu?” derler. Oysa onlar Rahman’ın zikrini ikrar edenlerdir. "Kâfirler seni gördükleri zaman": İbn Abbâs: Alay edenler kastedilmiştir, demiştir. Süddi de şöyle demiştir: Bu âyet, Ebû Cehil hakkında indi; Resûlüllah onun yanından geçti; o da gülüp: İşte Abdüminaf oğullarının peygamberi budur, dedi, "in” "ma” (olumsuzluk) manasınadır. "Hüzüven” de: Kendisiyle alay edinilen demektir. "İlâhlarınızı diline dolayan bu mu?": Yani putlarınızı ayıplayan, demektir. Bunda "derler” kelimesi gözlenmiştir. "Onlar Rahman’ın zikrini inkâr edenlerdir": Onlar: Biz Rahman’ı bilmiyoruz, deyip Rahman’ı inkâr ettiler. 37İnsan aceleden yaratılmıştır. Size âyetlerimizi göstereceğim; beni sıkıştırmayın. "Hulikal insanu min acel": İbn Rezin el - Ukayli, Mücâhid ve Dahhâk, hı ve “Lâm” ın fethi ve nunun da nasbi ile "halekal insane” okumuşlardır. Bu âyet, Kureyş’in azabı acele etmeleri üzerine inmiştir. Burada insandan kim murat edildiği hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: Nadr b. Haris’tir, o: "Allah’ım, eğer bu, senin katından hak ise...” demişti. (Enfal: 32). Bunu Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Âdem aleyhisselam’dır, bunu da Said b. Cübeyr, Süddi ve diğerleri demişlerdir. Üçüncüsü: O, cins ismidir (bütün insanlardır), bunu da Ali b. Ahmed Nisaburi, demiştir. Buna göre âyet yalnız onun hakkında inse de Nadr b. Haris ile diğerleri de bunun içine girerler. Bundan Âdem kastedilmiştir, diyenlere göre ise, Kelâmın manasında iki görüş vardır: Birincisi: O, aceleci olarak yaratıldı, bunu da çoğunluk, demiştir. Buna göre onlar şöyle derler: Âdem bu özellikte yaratılınca, bu evlatlarında da görüldü ve onlara aceleyi miras bıraktı. İkincisi: O, acele ile yaratıldı; yaratılmasını Cuma günü, yani altı günden sonra güneş batmadan önce acele ile istedi. Cins isimdir, diyenlere göre ise, Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Aceleci olarak yaratıldı. Zeccâc şöyle demiştir: Araplara akıllarının erdiği şeyle hitap edilmiştir, Araplar, çok oynayan için: Sen başka değil oyundan yaratılmışsın, derler ve onun bu niteliğini abartmak isterler. İkincisi: Kelâmda takdim ve tehir vardır, mana da: Acele insanın içinde yaratıldı, demektir. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. "Size âyetlerimi göstereceğim": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Geçmiş ümmetlerin başlarına gelenleri, Mana da şöyledir: Sizler yolculuk ediyor ve geçenlerin helak izlerini görüyorsunuz. Bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: O, Bedir’de öldürülmedir, bunu da Mukâtil, demiştir. "Fela tasta’cilunî": Ya’kûb her iki halde de (vakıfta ve vasılda) ye ile okumuştur. 38"Eğer doğru kimseler iseniz, bu va’d ne zaman?” derler. "Bu va’d ne zaman derler": Kıyameti kastediyorlar. 39Eğer kâfirler ateşi ne yüzlerinden ne de arkalarından defedemeyecekleri ve ne de yardım olunmayacakları zamanı bilselerdi (böyle etmezlerdi). "Eğer kâfirler bilseydi": Cevabı verilmemiştir, Mana şöyledir: Eğer va’din doğruluğunu bilselerdi, acele etmezlerdi. "Hine layekuffun": Def edemedikleri zaman, demektir. "Yüzlerinden ateşi", içine girdikleri zaman. "Ne arkalarından": Çünkü onları kuşatmıştır. "Yardım edilmezler de": Başlarına gelen azaptan, demektir. 40Bilakis (kıyamet) onlara ansızın gelir; onları şaşırtır. Onu reddetmeye güç yetiremezler, onlara mühlet de verilmez. "Bilakis onlara gelir": Yani kıyamet, "bağteten": Ansızın, "onları şaşırtır": Hayrete düşürür. Biz de bunu "febühitellezi kefer” (Bakara: 258) kavlinde şerh etmiştik. "Onu geri çevirmeye güç yetiremezler": Kendilerinden uzaklaştıramazlar; Tevbe etmek veya özür dilemek için onlara süre de tanınmaz. Sonra Peygamber'ini teselli edip: 41Yemin olsun, gerçekten senden önceki peygamberlerle alay edildi de, alay ettikleri şeyler onlarla alay edenleri kuşattı. "Yemin olsun ki, senden önceki peygamberlerle de alay edildi” dedi: Yani kavminin sana yaptığı gibi, demektir. "Kuşattı": Yani indi, "alay edenlere": Yani peygamberlerle alay edenlere, "alay ettikleri şeyler": Yani alay ettikleri azap, demektir. 42De ki: "Sizi geçe gündüz Rahman (ın azabın) dan koruyan kimdir? Hayır, onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirenlerdir. "De ki: Sizi kim koruyor?": Mana şöyledir: O azabı acele ile isteyenlere de ki,. Başınıza azap indirmek istese sizi Rahman’ın azabından kim korur? Bu, ret manasına bir sorudur: Yani Kimse bunu yapamaz, demektir. "Bilakis onlar Rablerinin zikrinden": Yani O’nun kelâmından ve öğütlerinden, "yüz çevirenlerdir": Düşünmez ve ibret almazlar. 43Yoksa onların bizden başka müdafaa eden ilâhları mı var? Onlar ne kendilerine yardım edebilirler ne de bizden korunurlar. "Yoksa onların bizden başka onları müdafaa eden tannları mı var?": Bunda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Yoksa onların bizden başka onları koruyan ilâhları mı var? Söz burada bitti. Sonra İlâhlarının zayıf olduklarını niteleyip "onlar kendi nefislerine yardım edemezler” dedi, Mana da şöyledir: Bir kimse kendine yapılacak şeye karşı nefsine yardım edemezse, başkasına nasıl yardım eder? "Ne de onlar": İşaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar kâfirlerdir, bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür. İkincisi: Putlardır, bunu da Katâde, demiştir. "Yushabun"un manasında da dört görüş vardır: Birincisi: Korunurlar, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İbn Kuteybe de, mana: Onları bizden kimse koruyamaz, demiştir. Çünkü koruyan koruduğu ile arkadaş olur. İkincisi: Çevrilmezler, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Yardım edilmezler, bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: Hayır yüzü görmezler, demektir, bunu da Katâde, demiştir. 44Doğrusu, biz onları ve atalarını faydalandırdık. Nihayet onların üzerine ömür uzadı. Bizim o yere gelip onu uçlarından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Galipler onlar mı? Sonra mühlet verilmekle aldandıklarını açıklayıp: "Hayır, onları ve atalarını faydalandırdık” dedi. Yani Mekke halkını faydalandırdık, demektir. "Nihayet onların üzerine ömür uzadı": Bundan da aldandılar. "Bizim o yere gelip onun uçlarından eksilttiğimizi görmüyorlar mı?": Bunu da Ra’d: 41’de şerh etmiş bulunuyoruz. "Galip onlar mı?": Yani durum böyleyken, yer eksiltilirken, galip onlar mı? Mana da şöyledir: Onlar galip değiller, fakat mağluplar. 45De ki: "Sizi ancak vahiy ile uyarıyorum". Sağırlar uyarıldıkları zaman çağrıyı duymazlar. "De ki: Ben ancak sizi uyarıyorum": Yani sizi korkutuyorum, demektir. "Vahiy ile": Yani Kur’ân’lâ, Mana da şöyledir: Ben bunu kendi yanımdan getirmiyorum, bana ancak emredildi, ben de tebliğ ettim. "Vela yesmeus summud duae": İbn Âmir, mazmum te ile "vela tüsmiu", mensûb olarak da, "essumme” okumuştur. İbn Ya’mur ile Hasen de mazmum ye ve meftuh mîm ile "vela yüsmau", mazmum mîm ile de "essummu” okumuşlardır. Kâfirler seslenenin sesini işitmeyen sağırlara benzetilmiştir. Benzeme yönü de sağıra seslenenin sesi fayda vermediği gibi, bunlar da işittikleri şeyden yararlanmazlar. 46Yemin olsun ki, eğer onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa, mutlaka: "Eyvah bize, şüphesiz bizler zâlimler idik” diyeceklerdir. "Eğer onlara dokunursa": Yani isabet ederse, demektir, "nefha” İbn Abbâs: Bir taraf (az bir şey) demiştir. Zeccâc da: Maksat az bir azap, demiştir. "Mutlaka diyecekler (leyekulunne yaveylena)": Veyl, tehlikeye düşenin ağzından çıkardığı (evvah) sesidir. 47Kıyamet günü için doğru teraziler koyarız. Hiçbir nefis hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacak. Eğer (o şey) bir hardal tanesi kadar olsa, biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz. "Ve nedaul mevazinel kıtsa": Zeccâc, mana, ve nedaul mevazine zevatil kıstı, demiştir. Kist da adl’dir ki, o, mastar olduğu halde sıfat yerinde kullanılmıştır. Mizanun kıstun ve mizanani kıstun ve mevazinu kıstun, denir. Ferrâ’ da: Kist, tekil de olsa mevazin’in sıfatıdır, demiştir. Nitekim entüm adlün (sizler adilsiniz) ve entüm rızan (sizler razısınız) denir. "Liyevmil kıyameti” ile "fi yevkil kıyameti” eşittir. Mizan hakkındaki sözümüzü de A’rafın başında, âyet: 8’de zikretmiş bulunuyoruz. Eğer: "Mizan tekil iken, mevazin diyerek çoğul getirmenin manası nedir?” denilirse. Cevap şöyledir: Mahlukatın amelleri teker teker tartıldığı için mizanlar, denilmiştir. "Hiçbir nefis haksızlığa uğratılmaz": Yani hiçbir iyilik yapanın iyiliğinden eksiltilmez, hiçbir kötülük edenin de kötülüğü artırılmaz, demektir. "Habbe kadar olsa da": Yani habbe ağırlığında olsa da, demektir. Nâfi, merfu lâm ile "miskalu” okumuştur. Zeccâc da şöyle demiştir: Miskale şu manaya göre mensûb okunmuştur: Ve inkanel amelü miskale habbetin (amel habbe kadar olsa da). Ebû Ali el -Farisi de: Ve in kânetizzulametü miskale habbetin (haksızlık habbe kadar olsa da) demiştir; çünkü Allahü teâlâ: "Fela tuzlemu nefsün şey’a” demiştir. Kim de merftı okursa, kâne fi’lini miskal’e isnat etmiş olur, tıpkı "ve inkane zu usretin” (Bakara: 280) kavlinde olduğu gibi. "Eteyna biha": Ci’na biha (onu getiririz) demektir. İbn Abbâs, Mücâhid ve Humeyd, medli olarak "âteyna” okumuşlardır ki, karşılığını veririz, demektir. "Vekefa bina hasibin": Zeccâc şöyle demiştir: Hasibin, iki mülahaza ile mensubtur: Birincisi: Temyiz. İkincisi: Hâl. 48Yemin olsun ki, gerçekten biz Mûsa ile Harun’a Furkan’ı (Tevrat’ı), müttakiler için de bir ziya/ışık ve bir öğüt verdik. "Yemin olsun ki, gerçekten biz Mûsa ile Harun’a Furkan’ı verdik": Bunda (hırkanda) üç görüş vardır: Birincisi: O, helâl ile haramı ayıran Tevrat’tır, bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir. İkincisi: O; Mûsa’nın hakkı ile Fir’avn’in batılını birbirinden ayıran kanıttır. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Üçüncüsü: Mûsa’nın yardım ve kurtuluşu, Fir’avn’in de helakidir. Bunu da İbn Saib, demiştir. "Ve dıyaen": İkrime, İbn Abbâs'tan onun vav’ı zait gördüğünü rivayet etmiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Bazı nahivciler de mananın: El- furkane dıyaen (Furkan’ı ziya, ışık olarak gönderdik) şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Basra ekolü mensuplarına göre vav zait olmaz, ancak atıf manasına olur, burada da "fiha hüden ve nûr” kavlinde olduğu gibidir (Maide: 44). Müfessirler, mana şöyledir, demişlerdir: Onlar Tevrat ile aydınlanıp dinlerinin yolunu buldular. "Müttakiler için bir öğüttür"ün manası da: Onlar onun üzerinde derinlemesine düşünür ve içindekilerle amel ederler, demektir. 49Onlar ki, Rablerinden gıyaben korkarlar. Onlar kıyametten de titrerler. "Onlar ki, Rablerinden gıyaben korkarlar": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Görmedikleri halde ondan korkarlar. Bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: Görmedikleri halde azabından korkarlar, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Onları kimsenin görmediği yerde O’ndan korkarlar. Bunu da Zeccâc, demiştir. Dördüncüsü: Halkın arasında iken O’ndan nasıl korkarlarsa, gözlerden uzak iken de öyle korkarlar. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Sonra Kur’ân'ın zikr oluşuna dönüp: 50Bu, indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Siz onu inkârcılar mısınız? "Bu", yani Kur’ân, "bir zikirdir” dedi: Düşünenler için zikirdir, öğüt alanlar için de öğüttür, "mübarektir": Hayır ve bereketi çoktur. "Siz onu inkârcılar mısınız?": Yani, ey Mekke halkı, demektir. Bu da azarlama mahiyetinde bir sorudur. 51Yemin olsun, gerçekten İbrahim’e daha önceden hidâyetini verdik ve biz onu bilenlerden idik. "Yemin olsun, gerçekten İbrahim’e hidâyetini vermiştik": Yani onu hidayet etmiştik, "daha önceden": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Buluğa ermeden önce, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. İkincisi: Ona bunu geçmiş ilmimizde verdik, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan, demiştir. Üçüncüsü: Mûsa ile Harun’dan önce, bunu da Dahhâk, demiştir. Biz de İbrahim kıssasına En’am: 75’te işaret etmiştik. "Biz onu bilenler idik": Yani onun irşada ehil olduğunu bildik. Sonra da onu ne zaman irşat ettiğini beyan ederek şöyle dedi: 52O zaman, babasına ve kavmine: "Üzerine kapandığınız bu heykeller nedir?” demişti. "O zaman babasına ve kavmine: "Bu heykeller nedir?” dedi. Yani putlar, demektir. Timsal: Allah’ın mahlukundan birine benzer şekilde yapılan bir şeydir. Aslı: Messeltüşşey’e bişşey’i’den gelir ki,. Bir şeyi bir şeye benzetmektir. "Siz onların üzerine": Yani onlara ibadete, "kapananlarsınız": Yani üzerinde duruyorsunuz, demektir. Ona, atalarını bunlara taparken bulduklarını ve onlara uyduklarını söyleyerek cevap verdiler. O da, kendilerinin ve atalarının yaptıkları bu şeyin apaçık bir sapıklık olduğunu söyleyerek cevap verdi. 53Onlar da: "Biz atalarımızı bunlara ibadet edenler olarak bulduk” dediler. 54Dedi: Gerçekten siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içinde idiniz". 55Dediler: "Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen (bizimle) oynayanlardan mısın?" "Onlar da: "Bize gerçeği mi getirdin, yoksa bizimle oynuyor musun?” dediler. Yani "ciddi misin, yoksa bizimle eğleniyor musun?” dediler. "Leekidenne asnameküm (mutlaka tuzak kuracağım)": Keyd: Tuzak kurulan kişiye zarar vermek için hile yapmaktır. Müfessirler: Onları kırmakla tuzak kuracağım, demişlerdir. 56Dedi: "Hayır, sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları yaratmıştır. Ben de buna şahitlerdenim". 57"Arkanızı dönüp gittikten sonra mutlaka putlarınızı elbette kıracağım". "Arkanızı dönmenizden sonra": Yani siz gittikten sonra, demektir. Onların her sene kutladıkları bayramları vardı, ona çıkarlar, şehirde kimseyi bırakmazlardı. İbrahim’e: Eğer bizimle çıkarsan dinimizi beğenirsin, dediler. O da onlarla beraber çıktı. Yarı yola gelince: Ben hastayım, dedi ve kendini yere attı, fısıldayarak: "Allah’a yemin ederim ki, putlarınıza mutlaka tuzak kuracağım” dedi. Onlardan biri bunu işitti ve ifşa etti. O da puthaneye döndü - Mukâtil b. Süleyman’ın dediğine göre - altın, gümüş, bakır, demir ve ahşaptan olmak üzere yetmiş iki put vardı. 58İbrahim, belki ona dönerler diye, büyüğü hariç, onları paramparça etti. Onları kırdı, sonra da baltayı büyük putun boynuna astı. İşte "onları paramparça etti (fecealehüm cüzazen)” dediği budur. Çoğunluk cimin zammı ile "cüzazen” okumuşlardır. Ebû Bekr es - Sıddik, İbn Mes’ûd, Ebû Rezin, Katâde, İbn Muhaysın, A’meş ve Kisâi, cimin kesri le "cizazen” okumuşlardır. Ebû Recâ’ el - Utaridi, Eyyub Sahtiyani ve Âsım el - Cahderi de cimin fethi ile "cezazen” okumuşlardır. Dahhâk ile İbn Ya’mur da, cimin fethi ile elifsiz olarak "cezazen” okumuşlardır. Muaz el - Kari, Ebû Hayve ve İbn Vessab da cimin zammı ve elifsiz olarak "cüzazen” okumuşlardır. Ebû Ubeyde: Kökünden (yerinden) sökerek diye mana etmiştir. Şair Cerir de şöyle demiştir: Allah Mühelleb oğullarının kökünü kurutsun, Akşam kül oldular, ne kökleri kaldı ne de uçları. Yani: Hiçbir şeyleri kalmadı, demektir. "Cüzaz” kelimesi tekile, ikile, erkeğe ve dişiye kullanılır. İbn Kuteybe de: "Cüzazen": Kırıntı haline getirdi, demiştir. Kırdığın her şeye: Cezeztuhu, dersin. Bu nedenle kavuta da: Ceziz, denir. Kisâi de, ceziz’in çoğulu olarak "cizazen” okumuştur, tıpkı sakil ve sikal, hafif ve hifaf gibi. Ceziz, meczuz manasınadır ki, o da kırılmış, demektir. "Ancak büyükleri hariç": Yani büyükleri hariç bütün putları kırdı, demektir. Zeccâc: Cüsse itibarı ile büyük (iri) olması da câizdir, kendilerince hürmet bakımından büyük olması da câizdir, demiştir. "Belki ona dönerler diye": İleyhi zamirinde de iki görüş vardır: Birincisi: Puta râcîdir, sonra bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Belki ona dönerler de gözleriyle görürler diye. Bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Belki itham ederek ona dönerler diye. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. İkincisi: İbrahim’e dönerler diye, Mana da şöyledir: Belki söyleyecek bir şey bulamazlar da İbrahim’in dinine dönerler diye. Bunu da Zeccâc, demiştir. 59Dediler: "İlâhlarımıza bunu kim yaptı?": Gerçekten o, mutlaka zâlimlerdendir". Bayramlarından dönüp de ilâhlarını o halde görünce: "İlâhlarımıza bunu kim yaptı? Gerçekten o, mutlaka zâlimlerdendir, dediler": Yani daha önce yapmadığı bir şeyi yapmış, dediler. İbrahim’den "mutlaka putlarınıza tuzak kuracağım” dediğini işiten kimse 60Dediler: "Onları diline dolayan bir delikanlı işittik; ona İbrahim deniliyor". "onları diline dolayan bir genç işittik” dedi. Ferrâ’: Diline dolayan, ayıplayan, demektir. Bir adama: Lein zekerteni letendemenne (beni ağzına alırsan mutlaka pişman olursun) dersin ki, kötü bir sözle ağzına alırsan, demek istersin. 61Dediler: "Onu halkın gözünün önüne getirin. Belki onlar şahitlik ederler". "Onu halkın gözünün önüne getirin": Yani herkesin göreceği bir yere getirin, gizli bir yere değil. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Araplar bir iş açığa çıkar da meşhur olursa: İnsanların gözü önünde oldu, derler. "Belki şahitlik ederler": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onun ilâhlarımız hakkında dediklerine şahitlik ederler, bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen ile Mukâtil de böyle demişlerdir. İkincisi: Bunu yaptığına şahitlik ederler, bunu da Süddi, demiştir. Üçüncüsü: Cezasına ve ona yapılana şahitlik ederler, bunu da Muhammed b. İshak, demiştir. 62Dediler: "Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın, ey İbrahim?" Müfessirler şöyle demişlerdir: Onu Nemrud’a götürdüler, ona: "Ey İbrahim, bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın?” dedi. O da: 63Dedi: "Hayır, onu şu büyükleri yaptı. Eğer konuşurlarsa onlara sorun". "Hayır, bilakis onu şu büyükleri yaptı, dedi": Yanında küçük ilâhlara tapıl - masına kızdı, onları kırdı. "Eğer konuşurlarsa onlara sorun": Onlara bunu kimin yaptığını. Bu da onların cansız olup konuşamayacaklarını delille isbat etmektir. Âlimler İbrahim’in bu sözü ne maksatla söylediği hakkında iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Bu, her ne kadar yalan şeklinde ise de ancak bundan maksat, onların güçlerinin olmadığına ve İlâh olamayacaklarına dikkat çekmektir. İki meleğin Dâvud aleyhisselam'a: "Bu benim kardeşimdir” demesi de böyledir, kardeşi değildi. "Onun doksan dokuz koyunu vardır” (Sad: 23) demişti; aslında hiçbir şey yoktu. Bu, Dâvud için yaptığı şeye karşı bir ikaz olmuştu. Yapılan işten ve getirilen misalden kastedilen budur. Araplar bu gibi şeylere yalan demezler. İkincisi: Bu, üstü kapalı konuşmalardandır (tevriye); Kisâi’den rivayet edildiğine göre o, "bel fealeh” kavlinde durur ve, manası şöyledir, derdi: Fealehu men fealeh (onu yapan yaptı). Sonra da "işte büyükleri” diye cümleye başlardı. Ferrâ’ da, bazıları “Lâm” ın şeddesi ile "bel feallehu” okurdu ki, maksadı: Belki de büyükleri budur, demek isterdi. İbn Kuteybe de: Bu, kaçamaklı konuşmalardandır, manası da şöyledir, derdi: Eğer konuşurlarsa, onu büyükleri yapmıştır. "Ben hastayım” (Saffat: 89) sözü de böyledir ki, hasta olacağım, demektir. "Şüphesiz sen ölüsün” (Zümer: 30) sözü de böyledir ki: Sen ileride öleceksin, demektir. "Beni unuttuğum için sorumlu tutma” da (Kehf: 74) böyledir ki, İbn Abbâs: Unutmamıştı, ancak kapalı konuştu, manası da, unutkanlığımdan dolayı beni sorumlu tutma, demek istemiştir. Dâvud’a gelip "mihraba tırmanan” (Sad: 21) iki hasmın kıssası da böyledir. "Ben veya sizden biri belki doğru yoldadır” (Sebe’: 24) de böyledir. Araplar üstü kapalı konuşmayı çok yaparlar; bu da açık konuşmadan ve herkese duyurmadan daha hoştur. Rivayete göre Araplardan birkaç kişi gıda maddesi almak üzere çıktılar, dönüşte bir yere konakladılar, içlerinden biri gizlice gidip arkadaşının çuvalından bir miktar alıp kendi çuvalına aktardı. Gidecekleri zaman kendi çuvalının hafiflemiş, arkadaşının çuvalının ise ağırlaşmış olduğunu gördü, hemen şöyle bir beyit söyledi: Bir çuval gece kalkmış bir çuvalı aşırmış Şimdiye kadar hırsızlık yapan bir çuval görmedim. Böylece arkadaşının hiyanetini daha fazla açıklamadan çıtlatmış oldu. İbn Enbari de şöyle demiştir: İyi araştırılırsa İbrahim’in sözünün doğru olduğu görülür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in: İbrahim üç yalan söyledi sözü, zahirde yalana benzeyen, ama aslında yalan olmayan bir söz, demektir. Mûsannif İbn Cevzi de böyle der: Bir grup alim, bunun kapalı konuşmadan olduğu, onun da kınanmayacağı kanaatine varmışlardır, özellikle ihtiyaç duyulduğu zaman hiçbir şey olmaz. Imran b. Husayn, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den: "Kaçamak konuşmak insanı yalandan uzaklaştırır, dediğini rivayet etmiştir. Ömer b. Hattab radıyallahu anh de şöyle demiştir: Böyle kapalı konuşmayı bilseydim, aileme ve malıma sahip olmaktan daha çok sevinirdim. İbrahim Nehaî de şöyle demiştir: Onlar bir şeyden korktukları zaman üstü kapalı konuşur, şerleri üzerlerinden def ederlerdi. İbn Sîrin de: Söz, zarif bir kimsenin yalan söylemeyeceği kadar geniştir, derdi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, ihtiyar bir kadına: "Cennete ihtiyar kadın girmez” dedi, Cenab- ı Allah’ın "onları yeni baştan yaratıp gençleştireceğiz” (Vakıa: 35) âyetini kastetti. Rivayete göre Bilal'le şaka yapar: "Dayının kız kardeşi senin neyin olur?” derdi. Bir kadına: "Kocan kimdir?” dedi. O da ismini verdi, "ha, şu gözünde beyaz olan mı?” dedi. Bir adama da: Seni bir deve yavrusuna bindireyim, dedi. Abbas ona: "Ebû Talip için ne umuyorsun?” dedi. O da: Rabbimden umduğum her türlü hayrı, dedi. Ebû Bekir de Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile mağaradan çıkarken bir adam ona: "Bu önündeki kim?” dedi. O da: Bana yol gösteren rehberimdir, dedi. Abdullah b. Revaha’nın karısı onu cariyesi ile gördü, ona: "Hem de benim yatağımda?” dedi. O da inkâr etti, kadın: Öyleyse Kur’ân oku, dedi. O da şöyle bir şiir söyledi: Aramızda Resûlüllah vardır, kitabını okur, Ta sabah ortalık aydınlanıncaya kadar. Gece yatağında yatmaz namaz kılar, Kâfirler yataklarında fosur fosur uyurlarken. Bunun üzerine kadın: Allah’a iman ettim, gözüm yalan söylemiş, dedi. Abdullah, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip durumu haber verdi, o da güldü ve yaptığını beğendi. Kadı Şureyh devesini satılığa çıkardı, müşteri: "Sütü nasıldır?” dedi o da: İstediğin kaba sağ, dedi. "Basması nasıl?” dedi. O da: Yatağı ser uyu, dedi. "Sürati nasıl?” dedi. O da: Onu develerin arasında görürsen, yerini bilirsin ve kırbacını as ve yürü, dedi. "Gücü nasıl?” dedi. O da: Duvara istediği şeyi yükle, dedi. Müşteri deveyi götürdü, sütünün birikmesini bekledi, anlatıldığı gibi görmedi. Kadı’ya döndü ve: Ben bunda senin anlattıklarını göremedim, dedi. O da: Ben sana yalan söylemedim, dedi. Müşteri de: Ben dönmek istiyorum, dedi, o da: Peki, dedi. Kadı Şureyh, hasta olan komutan Ziyad’ın yanından çıktı, kendisine: "Komutanı nasıl buldun?” dediler. O da: Onu bıraktığımda emirler veriyor, yasaklar koyuyor idi, dedi. Kendisine: "Emir vermenin ve yasak koymanın manası nedir?” dediler. O da: Vasiyet ediyordu ve arkasından ağlamayı yasaklıyordu, dedi. Muhammed b. Yûsuf, Hicr el - Medari’yi yakaladı: Ali'ye lânet et, dedi. O da şöyle dedi: Emir Muhammed b. Yûsuf bana Ali'ye lânet etmemi emretti; ona lânet edin, Allah ona lânet etsin, dedi (ona, zamirinde kinaye yapıyor. Mütercim). Emirlerden biri Sa’saa b. Suhan’a, Ali'ye lânet etmesini emretti, o da şöyle dedi: Allah, Allah’ın ve Ali'nin lânet ettiğine lânet etsin. Sonra da şöyle dedi: Bu emir bana ısrarla Ali’ye lânet etmemi emretti, ona lânet edin, Allah ona lânet etsin (yine, ona zamirinde kinaye vardır). Hariciler Şia’dan birini imtihan ettiler, o da: Ben Ali’denim, Osman’dan da beriyim, demeye başladı (aslında ene min aliyyin ve min osmana beriün) demişti ki, zahir manası: Ben Ali’den de Osman’dan da beriyim, demektir. Mütercim). Bir adam bir kadını istedi, sahipleri: Karını boşamadıkça sana vermeyiz, dediler. O da: Şahit olun, ben üç defa boşadım, dedi. Onlar da kadını verdiler. Adam yine ilk karısıyla münasebeti sürdürdü, ona sen karını boşamıştm, dediler. O da: Siz bilmiyor musunuz, benim nikahımda filanca kadın vardı, onu boşamıştım, filanca kadın vardı onu da boşamıştım, filanca kadın da vardı, onu da boşamıştım, dedi. Onlar da: Evet, ediler. O da: İşte üç boşadığım onlardı, dedi. Anlatıldığına göre adamın birini gece devriyesi yakaladı ve: "Sen kimsin?” dedi. O da şiir halinde şöyle dedi: Ben o kimsenin oğluyum ki, zaman onun tenceresini ocaktan indiremez, İnse de daha sonra geri döner. İnsanların onun yaktığı ateşin ışığına geldiklerini görürsün, Onlardan kimi etrafında ayakta durur, kimi de oturur. Devriyeci onun Basra eşrafından birinin oğlu olduğunu zannetti Sabah olunca onu soruşturdu; bir bakkalın oğlu çıktı. Bu gibi şeyler çoktur. 64Kendi kendilerine / vicdanlarına döndüler: "Şüphesiz sizler, evet sizler zâlimlersiniz” dediler, "Kendilerine döndüler": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Birbirlerine döndüler. İkincisi: Her biri düşünmek için kendi nefsine döndü. "Şüphesiz sizler, evet sizler zâlimlersiniz": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Konuşmayanlara tapmakla, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: İlâhlarınızı yalnız bırakıp gitmekle, bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Üçüncüsü: Bu büyüğün yanı sıra küçüklere de tapmakla, yine bu da Vehb b. Münebbih’ten rivayet edilmiştir. Dördüncüsü: Balta büyük putun elinde iken İbrahim'i itham etmekle, bunu da İbn İshak ile Mukâtil, demişlerdir. Beşincisi: Putlarınız hazır dururken İbrahim’e sormakla zulüm ettiniz, onlara sorun. Bunu da İbn Cerir zikretmiştir. 65Sonra başlarının üzerine ters döndürüldüler (küfre döndüler): "Yemin olsun, gerçekten bunların konuşmadıklarını bilmişsindir” dediler. "Sümme nükisu alâ ruusihim": Ebû Rezin el - Ukayli, İbn Ebi Able ve Ebû Hayve, nunun ref'i ve kâfin şeddesiyle "nükkisu” okumuşlardır. Said b. Cübeyr, İbn Ya’mur ve Âsım el - Cahderi de nunun fethi ve kâf da şeddesiz olarak "nekesu” okumuşlardır. Ebû Ubeyde: "Nükisu” Ters döndüler, demiştir. Nekestü fülanen alâ re’sihi dersin ki, birini ezip (ters çevirip) üzerine çıkmaktır. Sonra bu ters çevrilmede de üç görüş vardır: Birincisi: Şaşırdılar, "sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar” dediler. Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Daha önce bildikleri gibi bunların konuşmadıkları kanaatine döndüler. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Üçüncüsü: İtiraf ettikten ve onu suçlamakla kendilerini kınadıktan sonra İbrahim’e döndüler. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Sen de bilirsin ki,” sözünde "dediler” lâfzı gizlidir. Bunda da taptıkları şeylerin acizliğini itiraf etmeleri vardır. İşte o zaman İbrahim’in ileri sürdüğü 66Dedi: "Allah’tan başka size hiçbir şeyle yardım etmeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?" "size menfaati olmayan şeylere mi tapıyorsunuz?” delili karşısında bocaladılar. Yani bunlar size rızık da herhangi bir şey de vermezler, demektir. "Size zarar da vermezler": Onlara ibadet etmediğiniz takdirde. Bunda da onları fayda ve zarar vermeye gücü yetene ibadet etmeye teşvik vardır. 67"Öf, size de Allah’tan başka taptıklarınıza da. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?" "Öf, size": Zeccâc, manası: Sizden kötü koku geliyor, demiştir. Delil karşısında bir şey diyemeyince kızdılar, "onu yakın” dediler. Tefsirde şöyle denilmiştir: Nemrut onlarla istişare etti, "ona nasıl bir azap edeyim?” dedi. İçlerinden biri: "Onu yakın” dedi. Allah da onu yere batırdı, kıyamete kadar batmaya devam edecektir. 68Dediler: "Onu yakın ve ilâhlarınıza yardım edin; eğer yapanlar iseniz". "İlâhlarınıza yardım edin": Yani onu yakmakla, çünkü onları ayıplıyordu. "Eğer yapacaksanız": Yani onlara yardım edecekseniz, demektir. Kıssaya işaret Tefsirciler şöyle demişlerdir: Onlar İbrahim’i bir evde hapsettiler, sonra onun için bir dağın eteğinde çitle çevrili bir yer yaptılar, duvarının yüksekliği altmış arşın idi. Kralın tellalı, ey insanlar, İbrahim için odun toplayın, küçük ve büyük kimse geri kalmasın. Kim geri kalırsa o ateşin içine atılacaktır, diye seslendi. Bunu kırk gece yaptılar. Öyleki kadın: Eğer şu işim olursa, İbrahim için odun toplarım, derdi. Sonun da odunlar duvarın boyuna çıkınca çitin kapısını açtılar, odunları ateşlediler. Alevler yükseldi, öyleki üstünden geçen kuşlar şiddetli sıcağından yanardı. Sonra yüksek bir bina yaptılar, üzerine bir mancınık yerleştirdiler, sonra İbrahim’i binanın üzerine çıkardılar; İbrahim başını göğe kaldırdı: Allah’ım, sen gökte birsin, ben de yerde birim; yeryüzünde benden başka sana ibadet eden yoktur. Allah bana yeter, O ne güzel vekildir, dedi. Gök, yer, dağlar ve melekler: Ey Rabbimiz, İbrahim senin için yakılıyor, bize izin ver de ona yardım edelim, dediler. O da: Ben onu daha iyi bilirim, eğer sizi çağırırsa, ona imdat edin, dedi. Onu ateşe attılar. O zaman on altı yaşında idi. Yirmi altı diyenler de olmuştur. "Allah bana yeter, ne güzel vekildir!” dedi. Cebrâil onu karşıladı: "Ey İbrahim, bir ihtiyacın var mı?” dedi. O da: Sana yoktur, dedi. Cebrâil de: Rabbinden iste, dedi. O da: Halimi bilmesi istememe yeter, dedi. Aziz ve celil olan Allah da: 69Biz de dedik: "Ey ateş, İbrahim’e soğuk ve selamet ol!" "Ey ateş, İbrahim’e soğuk ve selamet ol” dedi. O gün için yeryüzünde sönmedik bir ateş kalmadı, kendinin kastedildiğini zannetti. Süddi ona seslenenin Cebrâil olduğunu iddia etmiştir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Eğer arkasından "selamet ol” demese idi, bu sefer de soğuğundan ölürdü. Süddi şöyle demiştir: Melekler İbrahim’i pazularından tutup yere oturttular; baktılar ki, yerden tatlı bir su kaynamış, kırmızı güller ve nergisler açmış. Ka’b ile Vehb şöyle demişlerdir: Ateş İbrahim’in, bağından başkasını yakmadı. İbrahim o yerde yedi gün kaldı. Başkaları da: Kırk veya elli gün kaldı, demişlerdir. Cebrâil cennetten bir gömlek ve bir de kadife hah getirdi, gömleği ona giydirdi ve onu halının üzerine oturttu. Kendisi de yanına oturup onunla sohbet etti. Azer, Nemrud’a geldi, bana izin ver, İbrahim’in kemiklerini çıkarıp onu defnedeyim, dedi. Nemrut yanındakilerle beraber gitti, duvarın delinmesini emretti, baktılar ki, İbrahim bir bahçede salınıp geziniyor, elbiseleri de ıslak. Üzerinde bir gömlek ve altında da ipek bir halı. Yanında da bir melek. Nemrut ona: "Ey İbrahim, gücü bu raddeye varan İlâhın gerçekten büyüktür, çıkar mısın?” dedi. O da, peki, dedi. İbrahim kalktı, yürüyerek dışarı çıktı. "Bu yanındaki kimdir?” dedi. O da: Melektir, bana arkadaşlık etmek üzere gönderildi, dedi. Nemrut: Bu kadar kudretli olduğunu gördüğüm İlâhına bir kurban keseceğim, dedi. O da: Bu durumda, kendi dininde kaldığın sürece Allah senden kabul etmez, dedi. O da: Ya İbrahim, ben mülkümü terk edemem, fakat onun için sonra boğazlarım, dedi. Kurbanı kesti ve İbrahim’i serbest bıraktı. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Soğuk ol” demenin manası, içinde soğukluk taşı demektir, "selam” ise selamet manasınadır. 70Ona tuzak kurmak istediler; biz de onları en çok ziyan edenler kıldık". "Ona tuzak kurmak istediler": O da ateşe yakmaktır. "Biz de onları en çok ziyan edenler kıldık": O da şudur: Allahü teâlâ onlara sivrisinekler Mûsallat etti; etlerini yedi ve kanlarını içtiler. Bir tanesi Nemrud’un beynine girdi, sonun da onu helak etti. Mana da şöyledir: Ona kötü tuzak kurdular, o kötülük de başlarına döndü. 71Onu da Lût’u da âlemler için bereket verdiğimiz o yere (çıkarıp) kurtardık. "Onu kurtardık": Yani onu Nemrut’tan ve tuzağından kurtardık, demektir. "Lût’u da": O, İbrahim’in kardeşi oğludur. O, Lût b. Tareh’tir, İbrahim’e iman etmiş, onunla beraber Irak toprağından Şam toprağına hicret etmişti. Vehb b. Münebbih’e göre Sara da İbrahim’le beraber idi. Süddi de: Yanındaki sadece Harran kralının kızıdır, İbrahim ona rastladı, üstüne evlenmemek şartı ile onunla evlendi. O kadın kavminin dinini beğenmemişti. "Bereket verdiğimiz o yere çıkardık": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, Şam toprağıdır, bu da çoğunluğun görüşüdür. Bereketi ise: Aziz ve celil olan Allah’ın peygamberlerin çoğunu oradan göndermesi ve oraya çok bolluk, meyveler ve nehirler vermesidir. İkincisi: O, Mekke’dir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir ki, birincisi daha doğrudur. 72Ona İshak’ı bağışladık. Yakub’u da üstelik. Her birini salihler kıldık. "Ona bağışladık": Yani İbrahim'e demektir. "İshak’ı bağışladık, Yakub’u da üstelik (nafile)": Nâfile hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, fazlalıktır, ondan maksat da özellikle Ya’kûb ’tur. Sanki o bir istemiş; ona iki vermiştir. Bu; İbn Abbâs, Katâde, İbn Zeyd ve Ferrâ’’nın görüşüdür. İkincisi: Nâfile, vergi, ihsan manasınadır, ondan murat edilen de: İshak ile Ya’kûb 'tur. Bu da Mücâhid ile Atâ’'nın görüşüdür. "Her birini salihler kıldık": Yani İbrahim, İshak ve Yakub’u iyi kimseler kıldık, demektir. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Küllü"nün haberi tekil olarak gelir, çünkü lâfzı tekildir. Haberi cemi olarak da gelir, çünkü manası cemidir. 73Onları emrimizle yol gösteren imamlar yaptık ve onlara hayırlar yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Bize ibadet edenler idiler. "Onları imamlar kıldık": Yani hayırda kendilerine uyulan reisler yaptık, demektir. "Emrimizle yol gösterirler": Yani onlar emrimizle insanları bizim dinimize davet ederler. "Onlara hayırlar yapmayı vahyettik": İbn Abbâs: Peygamberlik şeriatlerini demiştir. Mukâtil de: İyi amelleri, demiştir. "Ve ikamessalati (namaz kılmayı): Zeccâc şöyle demiştir: İkametüs salattan he’nin hazfedilmesi lügatte azdır, sen: Ekame ikameten dersin, teyi hazfedip atmak da câizdir, çünkü izafet he’nin bedelidir. 74Lût’a da hikmet ve ilim verdik; onu kötü şeyler yapan o kentten kurtardık. Şüphesiz onlar kötü bir fasıklar kavmi idiler. "Ve lutan ateynahü hükmen": Zeccâc şöyle demiştir: Lût gizli bir fiille mensûb olmuştur; çünkü ondan önce fiil vardır. Mana da şöyledir: Ve evhayna ileyhim ve ateyna lutan (onlara vahyettik ve Lût'a verdik). Bazı nahiv bilginleri de şöyle demişlerdir: Onun "üzkür lutan” ile mensûb olması da câizdir, çünkü daha önce İbrahim’in zikri geçmiş, Lût da: Üzkür’ün manasına atfedilmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Lût, İbrahim'le hicret edince, İbrahim Filistin toprağına indi, Lût da İbrahim’den bir gün bir gece uzaklıktaki Mü’tefike’ye indi. Allah onu da peygamber olarak gönderdi. "Hükme” gelince: Onda da iki görüş vardır: Birincisi: O, peygamberliktir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Anlayış ve akıldır, bunu da Mukâtil, demiştir. Biz de Yûsuf suresi: 22'de bu hususta birkaç görüş zikretmiş bulunuyoruz. Burada o "kent” ise Sadom'dur, maksat halkıdır. Habais ise: Yaptıkları kötü şeylerdir. Erkeklere gelmeleri, yol kesmeleri vs. bunlardan bazılarıdır ki, Allahü teâlâ onları Hûd: 78 ve Hicr: 69’da zikretmiştir. 75Onu rahmetimize girdirdik. Çünkü o, salihlerdendir. "Onu rahmetimize girdirdik": Yani onu aralarından kurtarmakla, demektir. 76Nûh'u da hatırla. Hani, daha önce seslenmişti de biz de ona icabet etmiş; onu ve ailesini o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. Ve nuhan. Vezkün nuhan, demektir. Zikri gelecek peygamberler için de boyledır. "Hani seslenmişti": Yani kavmine beddua etmişti, "önceden": Yani İbrahim ile Lût'tan önce demektir. Büyük sıkıntıya gelince: İbn Abbâs. O, suda boğulma ve kavminin inanmamasıdır, demiştir. 77Ona âyetlerimizi yalanlayan kavimden yardım etmiştik. Şüphesiz onlar kötü bir kavim idiler. Biz de onların hepsini boğduk. "Ona o kavimden yardım ettik": Yani onu bir kötülük gelmesinden koruduk, demektir. "Min"in “alâ” manasına olduğu da söylenmiştir. 78Dâvud'u ve Süleyman’ı da an. Hani, ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Çünkü onda kavmin koyunları geceleyin yayılmıştı. Biz de onların hükümlerine şahitler idik. "Dâvud’u ve Süleyman’ı da an. Hani, ekin hakkında hüküm veriyorlardı": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, üzüm bağı idi, bunu İbn Mes’ûd, Mesruk ve Şureyh, demişlerdir. İkincisi: Ekin idi, bunu da Katâde, demiştir. "Çünkü onda kavmin koyunları geceleyin yayılmıştı (nefeşet)": İbn Kuteybe: Raat leylen (geceleyin yayılmıştı) demiştir. Nefeşetil ğanemü billeyli ve hiye ibilün nefeşün ve nüffaşün ve nifaşün, denir. Tekili: Nâfiş’tir. Ve serahat ve serebet binnehari denir (gündüz yayılmak). Katâde de şöyle demiştir: Nefeş gece, hemel ise gündüz yayılmaktır. İbn Sikkit de: Nefeş: Koyunların geceleyin çobansız olarak dağılıp otlamasıdır, demiştir. Kıssaya işaret Tefsirciler şöyle anlatmışlardır: Dâvud aleyhisselam zamanında iki adam vardı; birisi ekinci, ötekisi koyuncu idi. Berikinin koyunları gece ağıldan çıkıp ekine girdi, ondan hiçbir şey bırakmadı. Bunlar Dâvud’a başvurdular. O da ekinciye: Koyunların mülkiyeti şenindir, dedi. Süleyman da: "Olaya başka türlü baksak?” dedi. O da: "Nedir o?” dedi. O da şöyle dedi: Ekinin sahibi koyunları götürür; sütlerinden ve diğer şeylerinden istifade eder. Koyunların sahipleri de bağın bakımını yaparlar. Koyunların girdiği geceki hale gelinceye kadar ellerinde kalır; sonunda onlar bunlara koyunlarını verir, bunlar da onlara bağlarını verir, dedi. Dâvud: isabetli karar verdin, dedi. Sonra da hükmünü bu şekilde düzeltti, işte "biz de onların hükümlerine şahitler idik” dediği budur. Onlar diye işaret edilenler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Dâvud ile Süleyman’dır. O ikisini cemi kalıbı ile zikretmesi, tesniyenin cemi yerine kullanılmasındandır. Bu da Ferrâ’’nın görüşüdür. İkincisi: Onlar Dâvud, Süleyman ve davacılardır. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve İbn Ebi Able, tesniye sığasıyla "ve künna lihükmihima” okumuşlardır. "Şahitler idik” in manası da: Onların işinden gözümüzden hiçbir şey kaçmadı, demektir. 79Onu Süleyman'a anlatmıştık (kavratmıştık). Her ikisine de hüküm ve ilim verdik. Dâvud’a onunla beraber tesbih etmeleri için dağları ve kuşları ram ettik. Biz yapanlar idik. "Onu Süleyman’a anlatmıştık": Yani davayı ve kararı demektir. Neden bunu zamirle ifade etti? Çünkü daha önce bunu gösteren şey geçmiştir. "Her ikisine de": Onlardan her ikisine de demektir "hüküm verdik": Bunun da açıklaması yukarıda geçmiştir. Hasen Basri şöyle demiştir: Eğer bu âyet olmasaydı, kadılar (hakimler) helak olmuşlardı. Ancak Allahü teâlâ isabet ettiği için Süleyman’ı övdü ve içtihadından dolayı da Dâvud’u mazur gördü. Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: Dâvud ile Süleyman’ın ikisinin de kararı içtihat ile idi, nas ile değildi. Zira nas ile olsa idi, ihtilaf etmezlerdi. Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: insanlar gece birinin ekinine girip de bozan davar hakkında ihtilaf etmişlerdir; bizim arkadaşlarımız, tazminat görüşündeler, Şâfiî’nin görüşü de böyledir. Ebû Hanife ile arkadaşları: Ne gece ne de gündüz ona tazminat yoktur, demişlerdir, meğer ki, sahibi onu salmış ola. Âyetin zahiri bizim arkadaşlarımızın görüşünü destekler, çünkü Dâvud tazminat ile karar verdi. Bizden öncekilerin şeriati de, mensuh olmadığı takdirde, bizim için de geçerlidir. Eğer: "Bu hükmün mensuh olduğu sabit olmuştur; çünkü Dâvud koyunların ekin sahibine verilmesine hükmetmiş, Süleyman ise yavrularıyla ve yünleriyle hükmetmiştir. Şunda da ihtilaf yoktur ki, bir adamın davarı birinin ekinine girerse, bir şey lâzım gelmez?” denilirse, şöyle denilmiştir: Âyet birkaç hüküm içermektedir; Bunlardan biri de tazminatın ve nasıl olacağının vacip olmasıdır. Binaenaleyh nesih nasıl olacağı üzerinde hasıl olmuştur, aslı üzerinde olmamıştır, öyleyse bunu almak vaciptir. Haram b. Muhayyısa, babasından şöyle rivayet etmiştir: Bera’nın devesi bir adamın bahçesine girip zarar verdi; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de mal sahiplerine gündüzün mallarını korumalarına, davar sahiplerine de onları gece muhafaza etmelerine karar verdi. 3 3 - Ahmed, Müsned, 4/295. "Sehhama maa davudel cibale yüsebbihne": Kelâmın takdiri şöyledir: Ve sahharenel cibale maa davude (dağları Dâvud ile beraber tesbih etmeleri için ram ettik). Ebû Hureyre de şöyle demiştir: Dâvud tesbih ettiği zaman dağlar ve kuşlar ona tesbih ve zikir ile karşılık verirdi. Başkası da şöyle demiştir: O, gevşediği zaman dağlara emrederdi, onlar da tesbih ederlerdi, o da şevke gelir yeniden tesbih ederdi. "Biz yapanlar idik": Yani bunu, demektir. Zeccâc da şöyle demiştir: Biz istediğimizi yapmaya kadiriz. 80Ona sizin için, sizi şiddetli savaşınızdan koruması için elbise (zırh) yapmayı öğrettik. Şükredenler siz misiniz? "Ona Sizin için elbise (lebus) yapmayı öğrettik": Lebus’tan murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Zırhlardır. Zırhlar daha, önce yassı levha halinde idi. Halkaları ilk icat eden ve dokuyan Dâvud’dur. Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Lebus, zırhtan mızrağa kadar bütün silâhlara denir. Bunu da Ebû Ubeyde demiştir. Ebû’l - Mütevekkil ile İbn Semeyfa, “Lâm” ın zammı ile "lubusin” okumuşlardır. "Liyuhsmeküm": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, ye ile "liyuhsmeküm” okumuşlardır. İbn Âmir, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek te ile "lituhsıneküm” okumuşlardır. Ebû Bekir de Âsım’dan şeddesiz nun ile "linuhsıneküm” rivayet etmiştir. Ebudderda, Ebû İmran el - Cevni ve Ebû Hayve de merfu te, meftuh ha ve şeddeli sad ile "lituhsmneküm” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile Humeyd b. Kays de meftuh te, meftuh ha ve şeddeli ve mazmum sad ile "litehassuniküm” okumuşlardır. Ebû Rezin el - Ukayli,-Ebû’l - Mütevekkil ve Mücâhid, merfu nun, meftuh ha, melcsur ve şeddeli sad ile "linuhassıneküm” okumuşlardır. Muaz el - Kari, İkrime, İbn Ya’mur, Âsım el - Cahderi ve İbn Semeyfa, merfu ye, sakin ha, meksur ve şeddeli sad ile "liyuhsınneküm” okumuşlardır. Kim ye ile okursa, bunda da dört vecih (mülahaza) vardır: Ebû Ali el - Farisi şöyle demiştir: Failin Allah olması, çünkü manası geçmiştir, libas olması da câizdir, çünkü lebus onun bir çeşiti olması hasebiyle libas manasınadır, Dâvud olması da câizdir ve talim (öğretme) olması da câizdir, "allemnahu” da bunu gösterir. Kim te ile okursa, manayı göz önüne almış olur, çünkü o, zırhtır. Kim nun ile okursa, bu da "allemnahu” kavilinin daha önce geçmesinden dolayıdır. "Lituhsmeküm"ün manası da: Sizi muhafaza etmek ve sizi korumaktır. "Şiddetinizden": Yani savaştan, demektir. 81Süleyman’a da rüzgarı, kasırgayı (ram ettik). Onun emri ile orada bereket verdiğimiz o yere akardı. Biz her şeyi bilenleriz. "Velisüleymanerriha": Ebû Abdurrahman Sülemi, Ebû İmran el - Cevni ve Ebû Hayve el - Hadrami, cemi şeklinde ve ha da merfu olarak "erriyahu” okumuşlardır. Hasen, Ebû'l - Mütevekkil ve Ebû’l - Cevza da aynı şekilde ve hanın ref'i ile okumuşlardır ki, mana: Rüzgarı Süleyman'a ram ettik, demektir. "Asıfeten” ise: Sert esen rüzgar (fırtına) demektir. "Onun emriyle akıyor": Yani Süleyman’ın emriyle demektir. "Orada bereket verdiğimiz yere": O da Şam toprağıdır. Bunun açıklaması da bu surede geçmiştir (Enbiya: 72). Mana da şöyledir: Rüzgar onu istediği yere götürür, sonra da onu Şam’daki menziline getirirdi. "Biz her şeyi bilenleriz": Süleyman’a verdiğimiz şeyin onu Rabbine karşı tevazua götürdüğünü bilmekteyiz. 82Şeytanlardan kimi onun için (denize) dalar ve bundan başka işler yaparlardı. Biz onlar için gözcüler idik. "Vemineş şeyatıni men yeğusuna lehu": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Men” tekil, ikil, çoğul, müzekker ve müennese denir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Denizlere dalar ona mücevherat çıkarırlardı. "Bundan başka işler de yaparlardı": Zeccâc, manası: Bundan başka, demiştir. "Biz onlar için gözcüler idik": Yaptıklarını bozmamaları için. Başkası da şöyle demiştir: Emrinden çıkmamaları için. 83Eyyub'u da an. Hani, Rabbine: "Şüphesiz, bana dert dokundu, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” diye seslenmişti. "Eyyub’u da an. Hani, Rabbine seslenmişti": Yani Rabbine dua etmişti. "Enni": Ebû İmran el - Cevni, hemzenin kesri ile "inni” okumuştur. "Messeniyed durru": Hamze, yenin sükunu ile "messeniy” okumuştur ki, manası: Zorluk bana dokundu, demektir. "Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin": Yani merhameti en çok olan şensin. Bu, rahmet istemeye bir dokundurmadır, çünkü O’nu en merhametli olarak övüp sustu. Eyyub kıssasına işaret Tefsirciler şöyle anlatmışlardır: Eyyub aleyhisselam zamanının en zengini idi, eli boldu. İblis: Ya Rabbi, beni onun malına ve evladına Mûsallat et - ki, onun on üç çocuğu vardı - eğer bunu yaparsan, bana nasıl itâat edip sana isyan edeceğini görürsün, dedi. Ona: Seni onun malına ve evladına Mûsallat ettim, denildi. İblis de döndü; şeytanlarını ve azgınlarını topladı; onları Eyyub’un davarlarına ve çobanlarına gönderdi. Onlar da onları sürüp denize attılar. İblis, kâhyası suretinde geldi: Ey Eyyub, daha namaz mı kılıyorsun, fırtına hayvanlarını ve çobanlarını sürükleyip onları denize attı, dedi. O da namazını bitirinceye kadar ona bir cevap vermedi. Sonra da: O Allah’a hamdolsun ki, bana rızık verdi, sonra da onu benden kabul etti, dedi. İblis de eli boş olarak döndü. Sonra bazı şeytanlarını onun bahçelerine ve ekinlerine gönderdi; onları yaktılar. Eyyub’a bunu haber verdi, aynısını söyledi. Bazı şeytanlarını da gönderdi; onlar da Eyyub’un evlerini yıktılar, onların içinde de çocukları ve hizmetçileri vardı. Onları mahvettiler. Gelip bunu haber verdi. O da Allah’a hamdetti ve kâhyası zannettiği İblis’e: Eğer sende hayır olsa idi, seni de onlarla beraber alırdı, dedi. Yine eli boş olarak döndü. Ona (Allah tarafından): "Kulum Eyyub’u nasıl gördün?” denildi, o da: Ya Rabbi, beni onun bedenine Mûsallat et, sonra görürsün, dedi. Ona: Seni onun bedenine Mûsallat ettim, denildi. Geldi, ayaklarının başparmağından üfürmeye başladı; ateş gibi yandı. Onun zamanında kendisi kadar Allah’tan korkup da ağlayan yoktu. Başına bu belâ gelince, sabırsızlık etmekten korkarak ağlamadı, sadece zikir için dili, marifet ve şükür için de kalbi kaldı. Bağırsaklarını, damarlarını ve kemiklerini görürdü. Hastalığı şöyleydi, vücudunun her tarafından koyun kuyruğu gibi siğiller çıktı, öyle bir kaşıntı geldi ki, dayanamıyordu. Tırnaklarıyla kaşıdı, sonunda tırnakları düştü. Sonra çullarla daha sonra da taşlarla kaşıdı; bedeni koktu, lime lime oldu. Kent halkı onu çıkardılar, ona bir çöplüğün üzerinde bir çardak yaptılar. Karısı hariç bütün halk onu terk etti. Karısının adı Rahme bint Efrayim b. Yûsuf b. Ya’kûb ’tur. Karısı onun bakımını yapar ve ona yiyecek getirirdi. Ebû Bekir el - Kureşi, Leys b. Sa’d'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir kral halka zulüm ederdi, bir bölük peygamber gidip onunla konuştular, Eyyub ise onun yanındaki atlarından dolayı ses çıkarmadı. Allah da ona: Sen atların için onunla konuşmadın, ben de belam uzatacağım, diye vahyetti. Belada ne kadar kaldığı hakkında dört görüş halinde ihtilaf ettiler: Birincisi: On sekiz sene, bunu da Enes b. Malik, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. İkincisi: Yedi yıl, bunu da İbn Abbâs, Ka’b ve Yahya b. Kesir, demişlerdir. Üçüncüsü: Yedi yıl, birkaç ay, bunu da Hasen Basri, demiştir. Dördüncüsü: Üç yıl, bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Afiyet (sağlık) isteme sebebinde de altı görüş vardır: Birincisi: Gönlü katık istedi, karısı bulamadı, sonunda saçlarından bir bölüğünü sattı, Eyyub bunu öğrenince, "bana dert dokundu” dedi. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Allah’ı çok zikretmesine rağmen Allah ona dua etmeyi unutturdu, belanın süresi sona erince, onu duaya muvaffak kıldı ve duasını kabul etti. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: İsrâil oğullarından birkaç kişi ona uğradılar, birbirlerine: Eğer bu, büyük bir günah işlemese idi bu başına gelmezdi, dediler. İşte o zaman: "Rabbim, dert bana dokundu” dedi. Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr de şöyle demiştir: Onun iki kardeşi vardı, ona geldiler, kötü koktuğunu gördüler: Eğer Allah bunda hayır olduğunu bilse idi, derdi bu kerteye çıkmazdı, dediler. Eyyub bundan daha ağır bir söz duymamıştı: Allah’ım, eğer benim bir açın yerini bildiğim halde bir gece tok yatmadığımı biliyorsan, beni doğrula, dedi. O da doğrulandı, o ikisi de işitiyorlardı. Sonra: Allah’ım, eğer benim bir çıplağın yerini bildiğim halde ona bir gömlek giydirmediğimi biliyorsan, beni doğrula, dedi. O ikisi işitirlerken doğrulandı. Kendisi secdeye kapandı, sonra da: Allah’ım, sıkıntımı def etmedikçe başımı kaldırmam, dedi. Aziz ve celil olan Allah da onun sıkıntısını def etti. Dördüncüsü: İblis onun karısına bir kuzu getirdi: Eyyub bunu benim için kessin, iyi olur, dedi. Karısı gelip bunu haber verdi. O da: Eğer Allah bana şifa verirse, sana yüz değnek vururum; sen bana Allah’tan başkasına kurban kesmemi söyledin, dedi. Sonra da onu kovdu. Yiyeceksiz, içeceksiz ve arkadaşsız kaldığını görünce, secdeye kapandı: "Dert bana dokundu” dedi. Bunu da Hasen Basri demiştir. Beşincisi: Allahü teâlâ ona gençliğinin baharında: Seni derde müptela kılacağım, dedi. O da: "Ya Rabbi, kalbim nerede olacak?” dedi. O da: Benim yanımda, dedi. İşte duyduğunuz şekilde başına belâ döküldü. Sonuna varınca, ona, sana afiyet vereceğim, diye vahyetti. O da: "Ya Rabbi, kalbim nerede olacak?” dedi. O da: Senin yanında, diyince: "Dert bana dokundu” dedi. Bunu da İbrahim b. Şeyban el - Kırmisi, bize anlattığı hadisinde demiştir. Altıncısı: Vahiy ondan kırk gün kesildi, Rabbinin onu terk etmesinden korktu: "Dert bana dokundu” dedi. Bunu da Maverdi zikretmiştir. Eğer: "Sabır nerede, bu şikayettir?” denilirse. Cevap şöyledir: Allah’a yapılan şikayet, sabra aykırı değildir, kötü olan, halka şikayet etmektir. Baksanıza, Yakub aleyhisselem: "Ben ancak hüzün ve kederimi Allah'a şikayet ediyorum” (Yûsuf: 86) dedi. Süfyan b. Uyeyne de şöyle demiştir: Aynı şekilde insanlara şikayet eden de şikâyetinde Allah’ın takdirine razı olursa, sabırsızlık etmiş olmaz. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in, hastalığında Cebrâil’e, "kendimi üzüntülü buluyorum ve kendimi sıkıntılı buluyorum” dediğini ve: "Ah başım!” dediğini işitmediniz mi? 84Biz de ona icabet edip ondaki sıkıntıyı açtık ve ona katımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere ailesi ile onların bir mislini de verdik. "Ona ailesini verdik": Yani evlatlarını demektir. "Onlarla beraber bir mislini de": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Allahü teâlâ ona ailesini aynen diriltti ve ona dünyada bir mislini de verdi. Bunu İbn Mes’ûd, Hasen ve Katâde, demişlerdir. Ebû Salih de, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Karısı yedisi oğlan ve yedisi kız olmak üzere on dört çocuk doğurmuştu, yeniden diriltildiler. Ona yedisi oğlan ve yedisi kız olmak üzere on dört çocuk doğurdu. İkincisi: Onlar uzaklara gitmişlerdi, ölmemişlerdi; Allah ona onları dünyada ve bir mislini de ahirette verdi. Bunu da Hişam, Hasen’den rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Allah ona ecrini ahirette verdi, dünyada da bir mislini verdi, bunu da Nevf ile Mücâhid, demişlerdir. Dördüncüsü: Ona ailesini verdi, bir mislini de ahirette verdi, bunu da Zeccâc nakletmiştir. "Katımızdan bir rahmet için": Yani bunu kendi katımızdan bir rahmet olarak yaptık, demektir. "Ve zikra": Öğüt "ibadet edenler için": Muhammed b. Ka’b şöyle demiştir: Kimin başına belâ gelirse, Eyyub’un belasını hatırlasın ve: Benden daha hayırlısı bu belâya duçar oldu, desin. 85İsmail i, İdris'i ve Zülkifl’i de an. Her biri sabredenlerdendir. "Zülkifl'i de an": Onun peygamber olup olmadığında iki görüş halinde ihtilaf ettiler: Birincisi: O, peygamber değildi, fakat iyi bir kul idi. Bunu da Ebû Mûsa’l - Eş’ari ile Mücâhid, demişlerdir. Sonra bu görüşün sahipleri ona niçin Zülkifl denildiğinde üç görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Bir adam her gün yüz (rekat) namaz kılardı, vefat etti. O da namazını tekeffül etti; bu nedenle ona Zülkifl, denildi. Bunu Ebû Mûsa’l - Eş'ari, demiştir. İkincisi: O, bir peygambere kavminin işlerini göreceğini ve aralarında adaletle hükmedeceğini tekeffül etti, bundan dolayı Zülkifl diye isimlendirildi. Bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Bir kral bir günde üç yüz peygamber öldürdü, yüzü de ondan kaçtı, bunlara da Zülkifl kefil oldu, onları yedirdi ve içirdi, sonunda canlarını kurtardılar. O nedenle Zülkifl ismini aldı. Bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: O peygamber idi, bunu da Hasen ile Atâ’, demişlerdir. Atâ’ şöyle demiştir: Allahü teâlâ peygamberlerden bir peygambere: Ben senin ruhunu kabzetmek istiyorum, mülkünü İsrâil oğullarına teklif et; kim geceleri usanmadan namaz kılmayı, gündüzleri oruç tutmayı, insanların arasında adaletle hüküm vermeyi ve kızmamayı tekeffül ederse, mülkünü ona ver, diye vahyetti. Bir genç kalktı: Bunları ben tekeffül ediyorum, dedi ve yerine getirdi. Allah da bunu kabul buyurdu ve ona peygamberlik verdi. Bu nedenle: Zülkifl diye isimlendirildi. Sa’lebî, İbn Ömer’den Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in Zülkifl hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir adam günahtan çekinmezdi, o, zina yapmak üzere bir kadınla baş başa kaldı, kadın: Ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım, dedi. Adam de Tevbe ederek kalkıp gitti ve o gece öldü. Sabahleyin kapısında: Allah Kifl’i bağışladı yazısı görüldü. Hadis bellidir, ben de bunu "el - Hadaik” kitabında zikrettim. Sa’lebî bunu Zülkifl denilmesinde bir sebep olarak zikretmiştir. Bu ise yanlıştır; çünkü bunun ismi Kifl’dir, Kur’ân’da zikri geçenin ismi ise: Zülkifl’dir. Bir de Kifl, Tevbe ettiği gece ölmüş, üzerinden hatalarını telafi edecek kadar uzun zaman geçmemiştir. Eğer: O, peygamber idi, dersek, peygamberler bu gibi hallerden beridirler, Bunu şeyhimiz Ebû’l - Fadl İbn Nasır rahmetullahi aleyh’e anlattım, bana katıldı ve: Bu, o değildir, dedi. "Her biri sabredenlerdendir": Yani Allah’a itâat ve O’na isyanı terk etmeye, demektir. 86Onları rahmetimize girdirdik. Hakikaten onlar iyilerdendir. "Onları rahmetimize girdirdik": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O (rahmet) cennettir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Peygamberliktir, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Nimet ve dostluktur, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. 87Balık sahibini (Yûnus’u) da an. Hani öfke ile gitmiş; kendisine güç yetiremeyeceğimizi zannetmişti. Karanlıklar içinde: "Senden başka İlâh yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz ben zâlimlerden oldum” diye seslendi. "Balık sahibini de an (zennûn)": Yani Yûnus b. Metta'yı, demektir. Nun: Balıktır, balık sahibi denilmesi, onu balık yuttuğu içindir. "Hani öfke ile gitmişti (muğadıben)": İbn Kuteybe şöyle demiştir: Muğadaba: Müfaale babındandır, müfaale de çoğunlukla ikiden fazla kimseler arasında ortaklık içindir (işteşlik), münazara, mücadele ve muhasama gibi. Bazen de tek için olur, meselâ: Safertü (yolculuk ettim) ve şareftül emre (işi kontrol ettim) gibi. O, burada da bu baptandır (teklik içindir). Ebû’l - Mütevekkil, Ebû’l - Cevza, Âsım el - Cahderi ve İbn Semeyfa, ğaynın sükunu ve dadın fethi ile elifsiz olarak "muğdaben” okumuşlardır. Kime kızdığı hakkında da iki görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O, kavmine kızdı, bunu da İbn Abbâs ile Dahhâk, demişlerdir. Onlara kızma sebebinde de üç görüş vardır: Birincisi: Allahü teâlâ Şa’ya adında bir peygambere şöyle vahyetti: Filanca krala git, ona, İsrâil oğullarına emin bir peygamber göndermesini söyle. Başka bir kral da İsrâil oğulları ile savaşmış, onlardan çok da esir almıştı. Peygamber ile kral, konuşması ve peygamber olması için Yûnus’u o yere göndermek istediler. Yûnus da Şa’ya’ya: "Benim oraya çıkmamı sana Allah mı emretti?” dedi. O da: Hayır, dedi. O da: "Sana ismimi verdi mi?” dedi. O da: Hayır, dedi. O da: Burada benden başka peygamber var, dedi. Ona ısrar ettiler, o ise peygambere, krala ve kavmine kızarak çıktı. Bu, İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Biz de bunu Yûnus: 98’de daha fazla şerh etmiştik. İkincisi: O kavminin eziyet ve yalanlaması sebebi ile zor şeylerle karşılaştı, onlar henüz iman etmeden sıkılarak onların arasından çıkıp gitti. Bu hareketinin kendisini cezaya çarptıracağını zannetmedi. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Vehb b. Münebbeh’den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ona peygamberliğin ağır yükü yüklenince, göğsü daraldı, onu elinden yere attı ve kaçarak çıktı. Üçüncüsü: Kavmini azap ile tehdit edip de onlar da Tevbe edip de üzerlerinden azap kalkınca, ona: Kavmine dön, denildi. O da: "Nasıl dönerim, bana yalancı derler?” dedi. Kavmine kızarak ve Rabbine sitem ederek geri döndü. Biz de bunu Yûnus: 98'de zikretmiş bulunuyoruz. İkincisi: O, Rabbine kızarak çıktı, bunu da Hasen, Said b. Cübeyr, Şa’bî ve Urve demişlerdir. Ebû Bekir en - Nakkaş da mana: Rabbinin hatırı için kızarak demiştir. O, ancak onların inat ve isyanları için kızmıştı. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Onların yalanlamalarından çok sıkıntı çektiği için onlara kızmış, başlarına azap gelmesini istemişti. Allah da onu kavminin affını istemediği için cezalandırdı. "Fezanne enlen nakdire aleyh": Ya’kûb , ye’nin zammı, dalın şeddesi ve fethi ile "yukaddere” okumuş; Said b. Cübeyr, Ebû’l - Cevza ve İbn Ebi Leyla, merfu ye, sakin kaf ve şeddesiz ve meftuh dal ile "yukdere” okumuşlardır. Ebû İmran el - Cevni de meftuh, ye, sakin kaf ve meksur ve şeddesiz dal ile "yakdire” okumuşlardır. Zührî, İbn Yamur ve Humeyd b. Kays de, merfu nun, meftuh kaf ve meksur ve şeddesiz dal ile "nukaddire” okumuşlardır. Sonra bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Ona ceza hükmü vermeyeceğimizi zannetti, bunu da el- Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Mücâhid, Katâde ve Dahhâk da böyle demişlerdir. Ferrâ’ da, âyetin manası şöyledir, demiştir: Ona takdir ettiğimiz cezaya gücümüzün yetmeyeceğini zannetti. Araplar: Kadere derler, kaddere (takdir etti, manasını) kastederler. Şair Ebû Sahr da şöyle demiştir: O geçen zaman da geri dönmez, Yücesin, ne takdir ettinse olur, şükür sanadır. Takdir demekle, tükaddir demek istemiştir. Bu da Zeccâc’ın kanaatidir. İkincisi: Onu sıkıştırmayacağımızı zannetti, bunu da Atâ’, demiştir, İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Fülanün mukadderün aleyhi ve mukatterün aleyhi denilir (daraltılmıştır). Allahü teâlâ’nın "fekaderna aleyhi rızkahu” (rızkını daralttık) kavli de böyledir (Fecr: 16). Yani rızkını daralttı, demektir. Nakkaş da: Ona çıkmayı daraltacağımızı zannetmedi, demiştir. Sanki Allah’ın ona genişlik sağladığını; isterse ikamet edeceğini ve isterse çıkacağım zannetti; hâlbuki ona çıkış izni verilmemişti. Üçüncüsü: Mana şöyledir: Rabbini aciz bırakacağını, ona gücü yetmeyeceğini zannetti. Bunu da Avf, Hasen’den rivayet etmiştir. İbn Zeyd ile Süleyman et - Teymi de, mana şöyledir, demişlerdir: Ona gücümüzün yetmeyeceğini mi zanetti? Bu yoruma göre istifhamdan hemzesi hazfedilmiş olur. Bu da onun kudretten geldiğini gösterir, bu da ancak istifham düşünüldüğü takdirde olur. Bunun ise ancak inkâri manada bir istifham olduğunu biliyorum, takdiri de şöyledir: Bizden nereye kaçacak?! "Karanlıklar içinde seslendi": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, denizin karanlığı, balığın karnının karanlığı ve gecenin karanlığıdır. Bunu da Said b. Cübeyr, Katâde ve çoğunluk, demişlerdir. İkincisi: Bir balık geldi, karnında bulunduğu balığı yuttu, o da balığın karanlığında, sonra ikinci balığının karnının karanlığında, sonra da denizin karanlığında seslendi. Bunu da Salim b. Ebi’l - Ca'd, demiştir. Üçüncüsü: O, suyun karanlığı, balığın bağırsağının karanlığı ve karnının karanlığıdır. Bunu da İbn Saib, demiştir. Sa’d b. Ebi Vakkas, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben bir kelime biliyorum ki, sıkıntılı bir kimse onu derse, mutlaka Allah onun sıkıntısını def eder; o da kardeşim Yûnus’un karanlıklar içinde seslendiği şu kelimedir: "Lailâhe illâ ente, sübhaneke inni küntü minez zalimin” (senden başka İlâh yoktur, seni tenzih ederim. Şüphesiz ben zâlimlerden oldum). Hasen de şöyle demiştir: Bu, Yûnus’un günahını itiraf etmesi ve hatasından Tevbe etmesidir. 88Biz de ona icabet ettik ve kederden kurtardık. Mü’minleri de böyle kurtarırız. "Festecebna lehu": Ona icabet ettik, demektir. "Onu kederden kurtardık": Yani karanlıklardan, demektir. "Mü’minleri de öyle kurtarınz". Bize dua ettikleri zaman. Ebû Bekir, Âsım’dan, tek nun ve şeddelı cim ile nüccil mü’minin” okuduğunu rivayet etmiştir. Zeccâc da şöyle demiştir. Bu, irab (dilbilgisi) hatasıdır, hiçbir izahı yoktur. Ebû Ali el - Farisi de Şöyle demiştir: Ravi, Âsım’dan yanlış rivayet etmiştir; bu, onun nücci nin ye sini sakin "elmü’minine"yi de mensûb okuduğunu gösterir. Eğer fiil meçhul olsa idi, ye’yi sakin etmez, "elmü’minin"i de merfu okurdu. 89Zekeriyya’yı da an. Hani, Rabbine: "Rabbim, beni yalnız bırakma. Sen varislerin en hayırlısısın!” diye seslenmişti. "Beni yalnız bırakma": Yani evlatsız olarak tek başıma, demektir. "Sen varislerin en hayırlısısın": Yani ölüden sonra kalanların en faziletlisisin, demektir. 90Biz de onun duasını kabul ettik ve ona Yahya’yı bağışladık. Ona zevcesini (doğurmaya) elverişli hale getirdik. Gerçekten onlar hayırlara koşar ve bize umarak ve korkarak dua ederlerdi. Bizim için derin saygı gösterirlerdi. "Onun zevcesini ıslah ettik": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Kısır iken çocuk doğurmaya elverişli hale getirildi, bunu da İbn Abbâs, Said b. Cübeyr ve Katâde, demişlerdir. İkincisi: Onun dili uzun idi, o da küfürbazlıktır, böylece düzeltildi. Bunu da Atâ’, demiştir. Süddi de: Arsız idi, dili düzeltildi, demiştir. Üçüncüsü: Kötü huylu idi, bunu da Muhammed b. Ka’b, demiştir. "Onlar hayırlara koşuştururlardı": Yani Allah’a itâat etmeye çaba gösterirlerdi. Onlar, diye işaret edilenler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Zekeriyya, karısı ve Yahya’dır. İkincisi: Bu surede adları geçen bütün peygamberlerdir. "Ve yed’unena": İbn Mes’ûd ile İbn Muhaysın, tek nun ile "ve yed’una” okumuşlardır. "Rağaben ve reheba": Yanımızdakine rağbet ederek ve bizden korkarak, demektir. A’meş, iki ra’nın zammesi, ğaynın ve he’nin cezmi ile "ruğben ve ruhba” okumuştur. Bu ikisi de lügattir, tıpkı: Nuhl ve nahal (ihsan), sukm ve sekam (hastalık) gibi. "Bizim için derin saygı gösterirlerdi": Yani bize karşı mütavazı idiler, demektir. 91Kitapta Meryem’i de an. O ki, namusunu korudu; biz de ona ruhumuzdan üfürdük. Onu ve oğlunu âlemler için bir ibret kıldık. "Namusunu korudu (ahsanet ferceha)": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O (fere), çocuğun çıktığı yerdir, Mana da şöyledir: Onu, helâl olmayan şeyden korudu. Neden iffetle nitelendi; çünkü ona zina suçu attılar. İkincisi: O, gömleğinin yakasıdır, fere lügatte iki şey arasındaki açıklıktır. Kadının gömleğinin yakası ise yırtıktır (açıktır), ondan dolayı fere, denir. Bu da onu övmede en ileri bir noktadır; çünkü o, gömleğinin yakasını korursa, nefsini daha çok korur. "Biz de ona üfürdük": Yani Cebrâil’e emrettik; o da onun gömleğine üfürdü; biz de İsa’nın ruhunu rüzgar gibi ona geçirdik. Allahü teâlâ’nın ruhu kendine nisbet etmesi, mülk nisbetidir ki, şereflendirmek ve özel kılmak içindir. "Onu ve oğlunu bir âyet kıldık": Zeccâc şöyle demiştir: İkisinin hali bir olduğu için ikisindeki âyet bir sayılmıştır. O da kocasız doğurmasıdır. İbn Mes’ûd ile İbn Ebi Able, tesniye sığasıyla "ayeteyni” okumuşlardır. 92Gerçekten bu, bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana ibadet edin. "Gerçekten bu sizin dininizdir (ümmetüküm)": İbn Abbâs: Burada ümmetten maksat dindir, demiştir. Siz diye işaret edilenler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir, Katâde’nin görüşü de bu manadadır. İkincisi: Onlar peygamberlerdir, Allah’ın selamı onların üzerine olsun. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Sonra ehl-i kitabı zikredip onları ihtilafları ile kınadı, 93İşlerini (dinlerini) aralarında paramparça ettiler. Hepsi bize dönecekler. "işlerini aralarında paramparça ettiler” dedi: Yani dinde ihtilafa düştüler, demektir. 94Artık kim mü’min olarak iyi şeylerden yaparsa, onun çalışması için inkâr yoktur. Şüphesiz biz onun için yazıcılarız. "Kim iyi şeylerden işlerse": Yani farzlardan ve iyi işlerden bir şey yaparsa, demektir. "Onun çalışması için inkâr yoktur": Yani onun yaptığını inkâr etmeyiz. Bunu İbn Kuteybe, demiştir. Mana da: Ondan kabul olunur, sevap kazanır, demektir. "Şüphesiz biz onun için yazıcılarız": Bunu yazarız, ona mükafatını vermek için hafaza meleklerine onu yazmalarını emrederiz. 95Helak ettiğimiz bir memlekete, onların dönmemeleri haramdır. "Ve haramun alâ karyetin": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, elifle "ve harâmun” okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, ha’nın kesri ve elifsiz olarak "ve hirmün” okumuşlardır. Bunların ikisi de lügattir. Hirmün ve haramun, denir. Muaz el - Kari, Ebû’l - Mütevekkil ve Ebû İmran el - Cevni, hanın fethi, ranın sükunu elifsiz olarak mîm de tenvinli ve merfu olarak, "harmün” okumuşlardır. Said b. Cübeyr, hanın fethi, ranın sükunu, mimin fethi, tenvinsiz ve elifsiz olarak, "ve harme” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza, İkrime ve Dahhâk, hanın ve mimin fethi, ranın kesri, tenvinsiz ve elifsiz olarak, "ve harime” okumuşlardır. Said b. Müseyyeb , Ebû Miclez ve Ebû Recâ’ da, hanın fethi, ranın zammı ve mimin nasbi ile elifsiz olarak, "ve harume” okumuşlardır. "Ve haramun” kavlinde iki görüş vardır: Birincisi: Vaciptir, demektir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İsbat için şu beyti getirmişlerdir: Ömür boyu ne zaman onun üzüntüsüne ağlayan birini görürsem Benim de Amr’a ağlamam vaciptir. Beyitte geçen haram vacip manasınadır. İkincisi: O (haram) azim manasınadır, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Atâ’ da: Allah’tan kesin bir emirdir, demiştir. Memleketten kasıt da halkıdır. Sonra âyetin manasında dört görüş vardır: Birincisi: Helak ettiğimiz memlekete vaciptir ki, onlar Tevbe etmezler, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Helak edilen memleketin dünyaya dönmemesi vaciptir. Bu da Katâde’nin görüşüdür. İbn Abbâs’tan da benzeri rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: "Lâ” zaittir, Mana da şöyledir: Helak edilen memleketin dünyaya dönmesi haramdır. Bunu da İbn Cüreyc, İbn Kuteybe ve diğerleri, demişlerdir. Dördüncüsü: Kelâm yukarıya bağlıdır, çünkü "çalışması inkâr edilmez” deyince, bize kâfirlerin amellerini kabul etmeyi haram ettiğini bildirdi. Bu durumda âyetin manası şöyledir: Helak ettiğimiz memleket halkının amelini kabul etmek haramdır, çünkü onlar Tevbe etmezler. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür. Eğer: "Bir insana kendine ait olmayan bir şey nasıl haram olur ve ölümden sonra dönmeleri de ellerinde olmayan bir şey?” denilirse. Cevap şöyledir: Mana: Bundan men edilirler, tıpkı gücü yetse de bir insanın haram edilen bir şeyden men edildiği gibi, demektir. Böylece her iki durumun benzer yönleri engellenmiş olmalarıdır. 96Nihayet Ye’cuc ve Me’cuc (Şeddi) açıldığı zaman onlar her tepeden saldırırlar. "Hatta iza futihat ye’cucu ve me’cucu": İbn Âmir, şedde ile "füttihat” okumuştur, mana da: Onlara mani olan set açıldığı zaman, demektir. "Onlar her tepeden saldırırlar": Hadeb: İbn Kuteybe, yüksek yer ve tepe demiştir. "Yensilun": Bu da neselan kökünden gelir ki, koşarak hızlı adım atmaktır. Tıpkı kurdun koşması gibi. Aselan da öyledir. Zeccâc: Hadeb: Bütün tepe ve tümseklerdir, "yensilun” da: Koşarlar, demiştir. Ebû Recâ’ el - Utaridi ile Âsım el - Cahderi, “sîn” in zammı ile "yensulun” okumuşlardır. "Onlar": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, Ye’cuc ile Me’cuc’a işarettir, bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: Bütün insanlaradır, mana da: Onlar mahşer yerine toplanırlar, demektir. Bunu da Mücâhid, demiştir. Birincisi daha doğrudur. 97Gerçek va’d yaklaştı. Bakarsın ki, kâfirlerin gözleri belermiş. "Eyvah bize, biz bundan gaflette idik, hatta zâlimler idik” (diyecekler). Eğer: "Hatta"nın cevabı nerede?” denilirse: Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, "vakterebel va’dü” kavlidir. "Vakterebe "deki vav zaittir. Bunu da Ferrâ’, demiştir. "Hatta iza cauha ve fütihat ebvabuha” (Zümer: 73) ile "felemma eslema ve tellehu lilcebin, ve nadeynahu” (Saffat: 103, 104) da böyledir ki, mana: Nadeyna, demiştir. Abdullah b. Mes’ud da şöyle demiştir: Ye’cuc ve Me’cuc çıktıktan sonra kıyamet, gününü doldurmuş gebe gibidir ki, çocuğun gece mi ya da gündüz mü bastıracağı bilinmez. İkincisi: O, "yaveylena"da hazfedilmiş bir sözdür, mana da: Yecuc ve Me'cuc Şeddi açılıp da kıyamet va’di de yaklaşınca: Eyvah derler, şeklindedir. Zeccâc da: Bu Basralıların görüşüdür, demiştir. "Gerçek va’d” ise: Kıyamettir. "Fe iza hiye": Bu "hiye"de de dört görüş vardır: Birincisi: O, gözlerden kinayedir (onlara râcîdir), ebsar ise onun tefsiridir, şairin şi’rinde olduğu gibi: Babasının başına yemin olsun ki, mahfe içindeki kadına: Malik b. Ka’b benden kaçtı, dedirtmem. "Leamru ebiha” diyerek zamir göndermişken zaineyi daha sonra zikretmiştir. İkincisi: "O, aynın zamiri ve destektir, yerine "hüve” konabilir, "innehu enellah” (Neml: 9) ve "feinneha lata’mel ebsar” (Hac: 46) kavli de böyledir. Şu beyti delil getirmişlerdir: Kumaşla dinarla koyunla dirhemle Onun buradakilerle başı kalkmış mı? Bu iki görüş Ferrâ’’ya aittir. Üçüncüsü: Söz "hiye"de tamam olmuştur, mana da: O, meydana çıkmış duruyor, demektir. Yani neredeyse hazır gibi yaklaşmıştır, demektir. Sonra yeni söze başlayıp: "Şahisatün” dedi. Bunu da Sa’lebî zikretmiştir. Dördüncüsü: "Hiye” kıssaya râcîdir, mana da: Kıssa, o gün onların gözlerinin belermiş olmasıdır. Bunu da Ali b. Ahmed Nisaburi zikretmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Kıyametin korkusundan kâfirlerin gözleri belerir ve: "Eyvah bize, biz idik” derler, yani dünyada, "bundan gaflette": Burada min, an yerine kullanılmıştır. "Hatta zâlimler idik": inkâr ve isyan etmekle kendimize zâlimler idik. Sonra Mekke halkına hitap edip "Şüphesiz sizler ve Allah’tan başka taptıklarınız” dedi ki, putlar demektir. "Hasabu cehennem": Ali b. Ebi Talib, Ebû’l - Âliyye ve Ömer b. Abdülaziz, tı ile "hatabu” okumuşlardır. İbn Abbâs, Hazret-i Âişe ve İbn Semeyfa da, noktalı ve meftuh dad ile "hadabu” okumuşlardır. Urve, İkrime, İbn Ya’mur ve İbn Ebi Able de noktalı sakin dad ile "hadbu” okumuşlardır. Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Hayve ve Muaz el - Kari, "meksur ha ve sakin dad ile "hıdbu” okumuşlardır. Ebû Miclez, Ebû Recâ’ ve İbn Muhaysın da meftuh ha ve sakin sad ile "hasbu okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Kim, "hasabu cehennem” okursa, manası: Cehenneme atılan her şey demektir. Kim "hatab” okursa, manası: Yakılan odun demektir. Kim de noktalı dad ile okursa, manası: Ateşi kışkırtan ve alevlendiren şey demektir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Hasab: Cehenneme atılan şeydir, aslı hasbae’den gelir ki, çakıltaşıdır. Hasabtü fülanen: Birine çakıl taşı atmaktır. Attığın şeye de hasab, denir. 98Şüphesiz sizler ve Allah’tan başka taptığınız şeyler, cehennemin yakıtısınız. Sizler ona varıcılarsınız. "Sizler": Yani ahitler ve mabutlar, "Ona varacaksınız": Yani içine gireceksiniz, demektir. 99Eğer onlar mabutlar olsalardı, oraya varmazlardı. Hepsi orada ebedi kalıcılar. "Eğer bunlar olsaydı": Yani putlar, "ilâhlar": Gerçek ilâhlar olsaydı, "ona varmazlardı": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O (varmazlardı denenler), putlara işarettir, Mana da şöyledir: Eğer ilâhlar olsalardı, ateşe girmezlerdi. İkincisi: O, ibadet edenlere işarettir, Mana da şöyledir: Eğer putlar ilâhlar olsalardı, onlara ibadet edenlerin ateşe girmelerine mani olurlardı. Üçüncüsü: O, ilâhlara ve onlara ibadet edenlere işarettir, delili de: "Hepsi orada ebedi kalacaklardır” kavlidir, yani abitler de mabutlar da, demektir. 100Onların orada bir solumaları vardır! Onlar orada işitmezler. "Lehum fiha zefirün": Biz de zefir’in manasını Hûd: 106’da şerh etmiş bulunuyoruz. "Onların işitmemeleri"nin sebebinde de üç görüş vardır: Birincisi: Onların kulaklarına ateşten çiviler çakılır, sonra da ateşten taputlara konulur ve üzerleri kapatılır. Bunu Ebû Umame, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den uzun bir hadiste rivayet etmiştir. İbn Mes’ûd da şöyle demiştir: Cehennemde ebedi kalacaklar ateşten tabutlara konulur, sonra o tabutlar da başka tabutların içine konulur, artık hiçbir şey işitmezler. Cehennemdeki biri kendinden başka azap edilen birini görmez. İkincisi: işitmek arkadaşlıktır, Allah ise onlarla arkadaş olmak istemez. Bunu da Avn b. Umare demiştir. Üçüncüsü: Onlar cehennemin şiddetli kaynamasından dolayı işitmezler, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. 101Şüphesiz bizden onlar için en güzel / mutluluk geçenler, işte onlar (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır. "Şüphesiz bizden onlar için iyilik geçenler": İniş sebebi şöyledir: "Sizler ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennemin kütüğüdür” âyeti inince bu, Kureyş’e zor geldi: İlâhlarımıza kötü söyledi, dediler. İbn Zeb’ara geldi: "Neyiniz var?” dedi. Onlar da: İlâhlarımıza sövdü, dediler. O da: "Ne dedi?” dedi. Onlar da durumu haber verdiler. O da: Onu bana çağırın, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem çağrılınca: "Ya Muhammed, bu, bizim ilâhlarımıza mı özeldir yoksa Allah’tan başka bütün tapılanlar için midir?” dedi. O da: Hayır, Allah’tan başka bütün tapılanlar içindir, dedi. İbn Zeb’ara da şöyle dedi: "Bu beytin sahibine yemin ederim ki, şimdi mağlup oldun; sen "melekler Allah’ın iyi kullarıdır, İsa iyi bir kuldur, Uzeyr iyi bir kuldur, demiyor muydun? İşte Melih oğulları meleklere taparlar, bu Hıristiyanlar İsa’ya taparlar, bu Yahudiler de Uzeyr'e taparlar. Bunun üzerine Mekke’de bir şamata koptu. Bunun üzerine de bu âyet indi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Hüseyn b. Fadl da şöyle demiştir: "Taptıklarınız"dan yalnız putlar kastedilmiştir. Çünkü eğer melekler ve insanlar kastedilseydi, "men = kimse” derdi. "İnne"nin de "illâ” manasına olduğu da söylenmiştir, takdiri de: Ancak bizden haklarında iyilik geçmiş olanlar müstesnadır, demektir. Bu da İbn Mes’ûd ile Ebû Nehik’in kıraatlarıdır, ikisi de "illellezine” şeklinde okumuşlardır. Ali b. Ebû Talib’ten de, onun bu âyeti okuyup: Ben, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Sa’d ve Abdurrahman onlardanız dediği rivayet edilmiştir. "En güzel"den ne murat edildiği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Cennettir, bunu da İbn Abbâs ile İkrime, demişlerdir. İkincisi: Mutluluktur, bunu da İbn Zeyd, demiştir. "Onlar ondan": Yani cehennemden, demektir, o da önce zikredilmiştir. "Uzaklaştırılmışlardır": Bu’d (uzaklık): Mesafenin uzunluğudur. Hasis de: Yakınından geçen şeyden işittiğin sestir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Cennet halkı cennetteki yerlerine indikleri zaman cehennem halkının sesini işitmezler. 102Onun gizli sesini (uğultusunu) duymazlar. Onlar canlarının çektiği şeyde (nimetlerde) ebedi kalıcılar. 103En büyük korku onları üzmez. Melekler onları karşılar: "Bu, size va'dedilen gününüzdür” derler. "Lâ yahzunuhumul fezaul ekber": Ebû Rezin, Katâde, İbn Ebi Able, İbn Muhaysın ve Ebû Cafer Şeyzeri de Kisâi’den, yenin zammı ve zenin kesri ile "lâ yuhzinühüm” okumuşlardır. En büyük korku hakkında da dört görüş vardır: Birincisi: O, sura ilk üfürmedir, bunu da el - Avfı, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu üfürme ile insanlar kabirlerinden kalkarlar. Bunun doğruluğunu da "melekler onları karşılar” kavli göstermektedir. İkincisi: Cehennemin içindekilerin üzerine kapaklanmasıdır, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş, Dahhâk da böyle demiştir. Üçüncüsü: Ölümün cennetle cehennem arasında boğazlanmasıdır. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiş; İbn Cüreyc de böyle demiştir. Dördüncüsü: O, kulun cehenneme gitme emri verildiği andır, bunu da Hasen Basri, demiştir. Meleklerin onları karşılama yerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Kabirlerinden kalktıkları zaman, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Cennet kapılarında, bunu da İbn Saib, demiştir. "Bu, gününüzdür": Burada: Derler, sözü söylenmemiştir. "Vad’dedildiğiniz gün": Yani içinde size cennet va’dedildiği gün, demektir. 104Hatırla o günü ki, göğü, kitapların sayfaları gibi düreceğiz. İlk yaratmaya başladığımız gibi, onu tekrar edeceğiz. Üzerimize bir va’d olarak. Şüphesiz biz yapanlarız. "Yevme natvis semae": Ebû’l - Âliyye, İbn Ebi Able ve Ebû Cafer, mazmum te ile "tutva", merfu olarak da "essemau” okumuşlar. Göğün dürülmesi de izlerinin silinmesi, yıldızlarının kararması ve güneşinin köreltilmesiyledir. "Ketayyis sicilli lilkütüb": Cumhûr “sîn” in ve cimin kesri, “Lâm” ın da şeddesiyle "sicilli” okumuştur. Hasen, Ebû’l - Mütevekkil, Ebû’l - Cevza ve Mahbub da, İbn Amr’dan rivayet ederek, “sîn” in kesri, cimin sükunu ve şeddesiz olarak "sicli” okumuşlardır. Ebussemmal da böyle okumuş, ancak o, cimi fethalemiştir. "Lilkitabi": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, "lilkitabı” okumuşlar; Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek cemi sığasıyla "lilkütüb” okumuşlardır. Sicilde de dört görüş vardır: Birincisi: O, melektir, bunu da Ali b. Ebû Talib, İbn Ömer ve Süddi, demişlerdir. İkincisi: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in katibidir, bunu da Ebû’l - Cevza, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Sicil, adam manasınadır. Ebû’l - Cevza, İbn Abbâs’tan, sicil: Adamdır, dediğini rivayet etmiştir. Şeyhimiz Ebû Mansur Lügavi de: Sicil, Habeş dilinde: Adamdır, demiştir. Dördüncüsü: O, kitap sahifesidir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Ferrâ’ ve İbn Kuteybe de böyle demişlerdir. Ben şeyhimiz Ebû Mansur’dan şöyle okudum: Ebû Bekir yani İbn Düreyd şöyle dedi: Sicil, kitaptır. Allah daha iyi bilir, onun Farsça olup Arapçalaştığını söyleyenlerin sözlerine iltifat etmiyorum, Mana da şöyledir: Sicil içindeki yazının üzerine nasıl dürülürse gök de öyle dürülür. Lâm da âla” manasınadır. Bazı Âlimler de şöyle demişler: Kitaptan maksat: Yazılanlardır. Yazılan şey sayfanın katlanmasıyla dürüldüğü için sanki sicil de yazıyı dürmüş gibi olur. Sonra yeniden söze başlayıp "kema bede’na evvele halkın nuiduh” dedi: Halk burada mastardır, mahluk manasına değildir. Kelâmın manasında da dört görüş vardır: Birincisi: Onları nasıl analarının karınlarında yalın ayak, baş açık ve sünnetsiz olarak yarattı isek, kıyamet gününde de öyle tekrar ederiz. İbn Abbâs’tan, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsanlar kıyamet gününde ilk yaratıldıkları gibi çıplak, yalın ayak ve sünnetsiz olarak haşredilir. Efendimiz sonra da: "İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar edeceğiz, âyetini okumuştur. Mücâhid de bu manaya kail olmuştur. İkincisi: Mana şöyledir: Biz, ilk defa olduğu gibi her şeyi helak edeceğiz. Bunu da el Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Gökten kırk gün erkeklerin menisi gibi yağmur yağar, insanlar da analarının karınlarında bittikleri gibi biter kabirlerinden kalkarlar. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Mana şöyledir: Bizim tekrara olan kudretimiz, başlamaya olan kudretimiz gibidir. Bunu da Zeccâc, demiştir. "Va’den": Zeccâc şöyle demiştir: O, mastar (mef’ûl mutlak) olarak mensubtur, çünkü Allahü teâlâ’nın "nuiduhu” kavli, vaadna hâza va’den, manasınadır. "Şüphesiz biz yapanlarız": Yani dilediğimizi yapmaya kadiriz, demektir. Başkası da: Biz va’dettiğimizi yaparız, demiştir. 105Yemin olsun, gerçekten zikirden sonra Zebur'da: "Şüphesiz yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacaktır” diye yazmışızdır. "Yemin olsun, gerçekten zikirden sonra Zebur’da yazdık": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Zebur gökten indirilen bütün kitaplardır. "Zikir” de: Allah katındaki ana kitaptır. Bunu da bir rivayette Said b. Cübeyr, Mücâhid ve İbn Zeyd, demişlerdir. İbn Cübeyr rivâyetinde İbn Abbâs görüşünün manası da budur. Çünkü o, Zebur: Tevrat, İncil ve Kur’ân’dır; zikir de: Göktekidir, demiştir. İkincisi: Zebur: Kitaplardır, zikir de: Tevrat’tır, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Zebur: Kur’ân’dır, zikir de: Tevrat ile İncil’dir. Bunu da bir rivayette Said b. Cübeyr, demiştir. Dördüncüsü: Zebur: Dâvud’un Zebur’udur, zikir de: Mûsa’nın zikridir, bunu da Şa’bî, demiştir. Adı geçen yer hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: O, cennetin yeridir, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan demiş; çoğunluk da böyle demiştir. İkincisi: Dünya yeridir, bu da yine İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Üçüncüsü: Kutsal topraklardır, bunu da İbn Saib, demiştir. "Ona salih kullarım mirasçı olacaktır": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar ümmet-i Muhammed’dir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bir rivayette de: Ümmet-i Muhammed, fethederek dünyaya mirasçı olacaklar, demiştir. İkincisi: İsrâil oğullarıdır, bunu da İbn Saib, demiştir. Üçüncüsü: Bütün iyi kimseler için geneldir. Bunu da tefsircilerin fakihleri demişlerdir. 106Şüphesiz bunda ibadet eden bir kavim için elbette bir bildiri vardır. "Şüphesiz bunda vardır": Yani Kur’ân’da vardır, "lebelağan": Yeterlik, Mana da şöyledir: Kim Kur’ân’a tabi olur da, onunla amel ederse, Kur’ân onu cennete yetiştirir. "İbadet eden bir kavim için": Ka’b: Onlar beş vakit namazı kılan ve ramazan ayında oruç tutan ümmet-i Muhammed’dir, demiştir. 107Seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik. "Seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik": İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu, iyi ve kötü için geneldir; binaenaleyh kim ona iman ederse dünya ve ahirette rahmeti tam olur. Kim de onu inkâr ederse, onun cezası ölüme ve kıyamete çevrilir. İbn Zeyd de: O özellikle ona iman edenler için rahmettir, demiştir. 108De ki: "Ancak bana sadece İlâhınızın bir tek İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık sizler Müslümanlar mısınız?" "Artık sizler Müslümanlar mısınız?": İbn Abbâs şöyle demiştir: Sizler O’na ihlasla ibadet edenler misiniz? Me’ânî ehli olanlar da: Bu, emir manasına olan bir istifhamdır, demişlerdir. 109Eğer yüz çevirirlerse, de ki: "Ben size eşit olarak bildirdim. Size va’dolunanın yakın mı yoksa uzak mı olduğunu bilmiyorum". 110Şüphesiz O, sözden açığı da bilir, gizlediklerinizi de bilir. "Eğer yüz çevirirlerse": Yani yan çizer ve iman etmezlerse, demektir. "De ki: Ben size eşit olarak bildirdim": Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Size savaş açtım, düşmanlık ettim ve size bildirdim. Böylece siz ve ben bu husustaki bilgide eşit olduk. Bu da sözün özüdür. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir. İkincisi: Size vahyi bildirdim ki, ona imanda eşit olasınız. Bunu da Zeccâc, demiştir. 111Bilmiyorum; belki de o (size bildirdiğim şey) sizin için bir deneme ve bir zamana kadar bir faydalanmadır. "Bilmiyorum (ve in edri)": "İn” ma (olumsuzluk) manasınadır, "size va’dolunanın uzak mı yoksa yakın mı olduğunu": Yani azabın size uzak mı yakın mı olduğunu bilmiyorum. "Şüphesiz O sözün açığını bilir": O da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e "bu azap va’di ne zamandır?” (Yasin: 48) sözleridir. "Gizlediklerinizi de": Azap olmayacaktır, sözlerini de bilir. "Leallehu fitnetün leküm (belki o sizin için bir denemedir)": "Leallehu"nun hesinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, onlara bildirdiği şeye râcîdir. Bunu da Zeccâc, demiştir. İkincisi: Azaba râcîdir, Mana da şöyledir: Belki azabın ertelenmesi sizin için bir imtihandır. Bunu da İbn Cerir ile Ebû Süleyman Dımeşki, demişlerdir. Burada fitne de: Deneme manasınadır. "Bir zamana kadar faydalanmadır": Yani ecelleriniz gelinceye kadar ondan yararlanırsınız. 112Dedi: "Rabbim, hak ile hükmet. Rabbimiz Rahman’dır. Nitelediğiniz şeylere karşı yardım istenendir". "Kul rabbi": Hafs, Âsım’dan, "kale rabbi” rivayet etmiştir. "Ühküm": Ebû Cafer, be’nin zammı ile : "Rabbuhkum” okumuştur. Zeyd de Ya’kûb ’tan, yenin fethası ile "rabbiye", hemze-i katı’, kâfin fethi ve mimin refi ile, "ahkemu” okumuştur. "Hak ile hükmet"in manası: Kavminin kâfirlerine inmesi hak olan azap ile hükmet, demektir. O da onlara Bedir’de ve ondan sonraki günlerde öldürülmekle hükmetti, buna göre de mana: Benimle müşriklerin arasında hakkı açığa çıkaracak şey ile hükmet, demektir. "Nitelediğiniz şeylere karşı"nın manası da: Yalan ve batılınıza karşı, demektir. İbn Âmir, Mufaddal da Âsım'dan rivayet ederek, ye ile "yesıfun” okumuştur. Eğer: "Allah’a hak dışı şeyle hükmetmek câiz mi?” denilirse. Cevap şöyledir: Bunun manası: Hak olan hükmünle hükmet, demektir. Sanki onlara karşı acele zafer istemektedir. |
﴾ 0 ﴿