23-MÜ’MİNUN SÛRESİMekke’de inmiştir. 118 ayettir. Bismillahirrahmanirrahim 1Gerçekten mü’minler kurtuluşa erdi. Mü’minun suresi ittifakla Mekki’dir, Ömer b. Hattab radıyallahu anh, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den: Üzerimize on âyet indirildi ki, kim onları ayakta tutarsa (tatbik ederse), cennete girer” dediğini, sonra da "gerçekten mü’minler kurtuluşa erdi... “on âyetleri okuduğunu rivayet etmiştir. Bunu Hakim Ebû Abdullah, "Sahih "inde rivayet etmiştir.1 Ebû Said el - Hudri de, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allahü teâlâ cennetin duvarını bir kerpici altından ve bir kerpici gümüşten olmak üzere yarattı. Ağaçlarını kendi eliyle dikti ve ona: Konuş, dedi. O da: Mü'minler kurtuluşa erdi, dedi. Allahü teâlâ da: Senin gibi kralların yurdu cennete ne mutlu, dedi. 2 Ferrâ’ şöyle demiştir: Burada "kad” edatının mü’minlerin kurtuluşunu tekit için gelmiş olması da câizdir, maziyi şimdiki zamana yaklaştırmak için olması da câizdir. Çünkü "kad” edatı, maziyi hale (şimdiki zamana) yaklaştırır, öyleki hüküm bakımından ona ulaştırır. Baksanıza, namaz başlamadan önce kad kametis salâh (naz başladı) derler. Buna göre mana: Kurtuluş onlar için gerçekleşti ve onlar şimdi o hal üzeredirler, demek olur. Übey b. Ka’b, İkrime, Âsım el - Cahderi ve Talha b. Mûsarrif, hemzenin zammı, “Lâm” ın kesri ve hanın fethi ile, edilgen olarak "kad ufliha” okumuşlardır. Zeccâc da, âyetin manası şöyledir, demiştir: Mü’minler devamlı hayrın içinde ölümsüzlüğe nail oldular. Kim hemzenin zammı ile "kad ufliha” okursa, manası: Kurtuluşa erdirildiler, olur. Huşuun aslı da lügatte: Boyun eğmek ve alçak gönüllülük göstermektir. 1 - Müstedrek, 2/392. 2 - İbn Kesir, Bezzar da onu Ebû Said el - Hudri'den merfu olarak rivayet etmiştir. 2Onlar ki, namazlarında mütevazıdırlar. Namazda huşudan murat edilen şey hususunda da dört görüş vardır: Birincisi: O, secde yerine bakmaktır. Ebû Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem namaz kılarkan göğe bakardı; bunun üzerine "onlar ki, namazlarını huşu ile kılarlar” âyeti indi. O zaman başını eğdi. İkincisi: Namazda göz ucu ile sağa sola bakmayı terk etmek ve yanındaki müslümana yumuşak davranmaktır. Bunu da Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh, demiştir. Üçüncüsü: O, namazda sükunettir, bunu da Mücâhid, İbrahim ve Zührî, demişlerdir. Dördüncüsü: O, Allah korkusudur, bunu da Hasen, demiştir. 3Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirenlerdir. Burada lağvden ne murat edildiği hakkında da beş görüş vardır: Birincisi: O, şirktir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Bâtılldır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Masiyet (günah)lardır, bunu da Hasen, demiştir. Dördüncüsü: Yalandır, bunu da Süddi, demiştir. Beşincisi: Kâfirlerin Müslümanlara duyurdukları sövme ve eziyetlerdir. Bunu da Mukâtil, demiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Lağv: Bütün oyun ve eğlenceler, atılan ve hükmü olmayan bütün günahlardır. Buna göre mana şöyle olur: Allah’ın onlara emrettiği şeylerdeki ciddiyet, onları boş şeylerden alıkoymuştur. 4Onlar ki, zekâtı yapanlar / verenlerdir. "Zekâtı yapanlardır": Yani eda edenlerdir, demektir. Fiili yapma diye ifade edilmesi, onun da bir fiil olmasındandır. 5Onlar ki, namuslarını koruyanlardır. 6Ancak zevcelerine yahut sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (olması hariç). Çünkü onlar (bundan) kınanmazlar. "İlla alâ ezvacihim": Ferrâ’, “alâ” "min” manasınadır, demiştir. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Onlar mahzurları yapmada kınanırlar ve onu muhafaza etmekle emrolundular, ancak zevcelerine "veya cariyelerine karşı olması hariçtir” ki, bundan kınanmazlar. 7Artık kim bundan ötesini isterse, işte onlar mütecavizlerin ta kendileridir. "Kim isterse": Yani ararsa, "bunun ötesini” yani eşler ve cariyelerin dışında bir şey ararsa, "işte onlar mütecavizlerin ta kendileridir": Yani haksızlar ve zâlimlerdir, demektir. Çünkü onlar helâl sınırından haram sınırına geçmişlerdir. 8Onlar ki, emanetlerine ve sözlerine riayet ederler. "Vellezine hüm liemanatihim": İbn Kesir ism-i cins olarak "liemanetihim” okumuştur, mana da kendilerine edilen emaneti muhafaza ederler, demektir. Emanet de bazen Allah’lâ kul arasında, bazen de kul ile kendi hemcinsleri arasında olur. Hepsine riayet etmesi lazımdır. Söz de öyledir. "Raun"un manası: Muhafaza edenler demektir. Zeccâc şöyle demiştir: Riâyetin aslı lügatte gütmeyi üstlendiği her şeyi ıslah etmeye çalışmaktır. 9Onlar ki, namazlarına devam ederler. "Alâ salâvatihim": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, cemi sığasıyla "salâvatihim” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de tekil olarak "salatihim” okumuşlardır ki, o da ism-i cinstir. Namazları muhafaza etmek de: Onları vaktinde kılmaktır. 10İşte onlar mirasçıların ta kendileridir. 11Onlar ki, Firdevs’e mirasçı olurlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. "Onlar mirasçılardır": Süddi, şeyhlerinden şöyle rivayet etmiştir: Allahü teâlâ cenneti kâfirlerin gözlerinin önüne getirir, onlar da itâat etmiş olsalardı girecekleri yerlere bakarlar. Sonra da onlar mü’minlerin arasında paylaştırılır; onlar da böylece mirasçı olurlar. İşte "onlar mirasçıların ta kendileridir” dediği budur. Biz de bunu A’raf: 43’te "uristümuha” kavlinde şerh etmiş bulunuyoruz. Firdevs’in manasını da, Kehf: 107’de şerh etmiş bulunuyoruz. 12Yemin olsun, gerçekten insanı çamurdan bir hulasadan (özden) yarattık. "Yemin olsun, gerçekten insanı yarattık": Bunda iki görüş vardır: Birincisi: O, Âdem aleyhisselam’dır. "Min sülaletin (bir hulasadan)": Çünkü o, yerin her tarafından alman topraktan süzülmüştür. Bu, Selman Farisi’nin, bir rivayette İbn Abbâs’ın ve Katâde’nin görüşüdür. İkincisi: O, ademoğludur, sülale: Çamurdan süzülmüş menidir, Çamur da Âdem aleyhisselam'dır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Sülale: Füâle veznindedir, o da süzülen az şeydir. Bütün "füâle” vezninde olanlardan azlık manası kastedilir; meselâ: Fudale (fazlalık), nuhâle (elenti) ve kulâme (kırpıntı) bundandır. 13Sonra onu çok sağlam bir karargahta bir meni kıldık. "Sonra onu kıldık": Yani ademoğlunu, "bir karargahta meni": O da rahimdir. "Mekin” ise sağlam demektir. O, çocuğun istikran için hazırlanmıştır. Biz de nutfe, alaka ve mudga’nın manasını Hac: 5'te şerh etmiş bulunuyoruz. 14Sonra o meniyi kan pıhtısı yarattık; derken kan pıhtısını bir çiğnem et; derken bir çiğnem eti kemikler (yaptık). Kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratanların en güzeli Allah çok yücedir! "Fehalaknel mudgate izamen": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek cemi sigasıyla "izamen fekesevnel izame” okumuşlar; İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek tekil olarak "azmen fekesevnel azme” okumuşlardır. "Sonra onu başka bir yaratılışla inşa ettik": Bu da yedi hal (evre)dir. Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle demiştir: Üzerinden yedi evre geçmedikçe mev’ude (diri gömülen kız çocuğu) olmaz, demiştir: Bu insanın yeri hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, ana karnıdır, sonra insanın niteliği hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, ona ruh üfürülmesidir, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Ebû’l - Âliyye, Şa’bî, Mücâhid, İkrime vd. de böyle demişlerdir. İkincisi: Onu erkek veya dişi kılmasıdır, bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: O, anasının karnından çıktıktan sonradır. Sonra bu insanın niteliği hususunda da dört görüş vardır: Birincisi: O insanın başı çocuğun doğarken ses vermesi (ağlaması) dır, sonra memeyi bulması, oturuncaya kadar iki ayağını uzatmayı öğrenmesi, iki ayağının üzerinde dik durması, sütten kesilmesi, buluğa ermesi ve ülkede dolaşmasıdır. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O, gençliğin tekamül etmesidir, bunu da İbn Ömer ile Mücâhid, demişlerdir. Üçüncüsü: Dişlerin ve saçların çıkmasıdır, bunu da Dahhâk, demiştir. Kendisine: "Çocuk başında saç olarak doğmaz mı?” dediler. O da: "Etek ve koltuk altı kılları nerede?” dedi. Dördüncüsü: Ona akıl ve fehim (anlayış) verilmesidir. Bunu da Sa’lebî nakletmiştir. "Fetebarekallah": Allah tazim ve övgüye layıktır, demektir. Biz de "tebareke"nin manasını A’raf: 54’te şerh etmiş bulunuyoruz. "Yaratıcıların en güzeli": Yani suret verenlerin ve takdir edenlerin (ölçüp biçenlerin) en güzeli, demektir. Halk, lügatte: Takdir etmek, ölçüp biçmektir. Hadiste şöyle gelmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, bu âyeti okudu, yanında da Hazret-i Ömer vardı, "halkan ahar” kavline gelince, Hazret-i Ömer: "Fetebarekallahu ahsenül halikin” dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de: Ey Hattab’ın oğlu, bu âyet senin dediğin kelimelerle sona erdi, dedi.4 Eğer: "Yaratıcıların en güzeli” kavli ile "Allah'tan başka bir yaratıcı var mı?” (Fatır: 3) kavli nasıl uzlaştırılır?” denilirse. Cevap şöyledir: Halk icat etme manasınadır, Allah’tan başka da icat eden yoktur. Bunun bir de takdir (şekil verme, tasarım yapma) manası vardır, meselâ Şair Züheyr’in şu beyitinde olduğu gibi: Sen takdir ettiğini gerçekleştirirsin, Bazıları ise takdir eder, fakat gerçekleştiremez. İşte burada bundan murat edilen budur. İnsanlar şekil verirler, takdir eder ve bir şey yaparlar, Allah ise şekil verenlerin ve takdir edenlerin en hayırlısıdır. Ahfeş de şöyle demiştir: Yaratanlar burada sanatkârlardır, Allah ise yaratanların en hayırlısıdır. 15Sonra şüphesiz siz bunun ardından mutlaka öleceksiniz. "Sonra şüphesiz siz bundan sonra": Yani zikredilen yaratmanın tamamlanmasından sonra "mutlaka ölülersiniz": Ecelleriniz geldiği zaman. Ebû Rezin el - Ukayli, İkrime ve İbn Ebi Able, elifle "el- maitun” okumuşlardır. Araplar henüz ölmeyene: İnneke maitün an kalil (sen az sonra öleceksin) ve meyyitün (öleceksin) derler, ölmüş biri için: Haza maitün demezler. Bu sadece gelecekte kullanılır. Aynı şekilde: Haza seyyidü kavmihi (bu, kavminin efendisidir) denir. Az sonra efendi olacak için ise: Haza saidü kavmihi an kalil (bu, yakında kavminin efendisi olacaktır) derler. Şerifül kavm ve hâza şarifül kavm de böyledir. Bütün bu bap, Arapça’da sana anlattığım gibidir. 4 - Suyuti, ed - Dürrül Mensur, İbn Ebi Şeybe rivâyeti. 16Sonra şüphesiz siz kıyamet gününde diriltileceksiniz. 17Yemin olsun, gerçekten üstünüzde yedi yollar yarattık. Biz mahluktan gafiller değiliz. "Yemin olsun, gerçekten üstünüzde yedi yol yarattık": Yani yedi kat gökler demektir. Zeccâc: Her biri bir yoldur, demiştir. İbn Kuteybe de: Onlara "taraik” denilmesi, üst üste geldiği içindir; çünkü onlar birbirinin üzerindedir. Taraktüş şey’e: İki şeyi birbirinin üstüne koymaktır. "Biz mahluktan gafiller değiliz": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Biz onlardan gafil olmadık, çünkü üzerlerine bir gök bina ettik, onda da güneşi ayı ve yıldızları doğdurduk. İkincisi: Onları rızıksız bırakacak değiliz, onlara yağmur indirdik. Üçüncüsü: Üzerlerine göğün düşüp de onları helak etmekten muhafazada gafil değiliz. 18Gökten ölçü ile su indirdik de onu yere yerleştirdik. Şüphesiz biz onu gidermeye gerçekten güç yetirenleriz. "Gökten ölçü ile su indirdik": Yani Allah’ın ilmi ile demektir. Mukâtil: Geçimlerine yetecek kadar, demiştir. 19Onunla size hurmalıklardan ve bağlardan bahçeler yetiştirdik. Onlarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz de. 20Ve Tûr-i Sina’dan çıkan; yağı ile ve yiyenler için bir katıkla biten bir ağaç (yetiştirdik). "Ve bir ağaç (ve şecereten)": Bu da "cennatin” kavline ma’tûftur. Ebû Miclez, İbn Ya’mur ve İbrahim Nehaî, merfu olarak: "Ve şeceretün” okumuşlardır. Bu ağaçtan da zeytin ağacı murat edilmiştir. Eğer: "Neden ağaçlar arasından özellikle bu tahsis edildi?” denilirse. Buna dört türlü cevap verilmiştir: Birincisi: Çünkü ondan çok yararlanırlardı; nimetlerinden bildiklerini onlara hatırlattı. İlk Âyette hurma ve üzüm ağaçlarının tahsisi de böyledir; çünkü bu ikisi Hicaz ve çevresinin en çok bilinen meyveleridir. Hurma Medine halkının, üzüm de Taif halkının baş meyvesiydi. İkincisi: Çünkü onlar onu neredeyse sulamazlardı, o yağın çıktığı ağaçtır. Üçüncüsü: O, ateşin zıddı olan su ile biter, meyvesinde de ateş için hayat ve onun için madde vardır. Dördüncüsü: Çünkü ilk zeytin Mukâtil’in iddiasına göre o mekanda yetişmiştir. "Tûri seynae": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, meksur sin ile "Tûri sinae” okumuşlar; Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, meftuh sin ile okumuşlardır. Hepsi de medli okumuşlardır. Ferrâ’ şöyle demiştir; Bütün Araplar meftuh sin ile "seynae” derken, ancak Kinane oğulları sini meksur telaffuz ederler. Ebû Ali şöyle demiştir: Bu kelime gayri munsariftir, çünkü o, buk’a veya ard’a isim kılınmıştır. "“sîn” in” de öyledir. Eğer mekan veya menzil veyahut bunlara benzer müzekker bir isme verilirse, munsarif olur. Çünkü sen o zaman müzekkere müzekker ismi vermiş olursun. Tûr ise: Dağ demektir. "Seynae"nin manasında da beş görüş vardır: Birincisi: O, güzel manasınadır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dahhâk da: "Tûr” Süryanice’de dağ manasına, "seynae” de Nabatça’da güzel manasınadır, demiştir. Atâ’ da: Güzel dağ demek istenmiştir, demiştir. İkincisi: O, mübarektir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: O, belli bir taşın ismidir, yanında bulunduğu için dağ ona izafe edilmiştir. Bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: Tûri Seyna: Ağaçlı dağdır, bunu da İbn Saib, demiştir. Beşincisi: Seyna, dağın olduğu yerin ismidir, bunu da Zeccâc, demiştir. Görüşlerin en doğrusu da budur. İbn Zeyd de: O, Mûsa’ya nida edilen dağdır, Mısır ile Eyle arasındadır, demiştir. "Tenbütü biddühni": İbn Kesir ile Ebû Amr, tenin ref'i ve benin kesri ile "tünbitü” okumuşlar; Nâfi, Âsım, Hamze ve Kisâi de, tenin fethi ve benin zammı ile (tenbütü) okumuşlardır. Ferrâ’ da: Nebetet ve enbetet, ikisi de lügattir, demiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Nebeteş şecerü ve enbete ikisi bir manayadır, Şair Züheyr şöyle demiştir: İhtiyaç sahiplerinin, evinin etrafında mesken Tuttuklarını gördüm, ta sebzeler bitinceye kadar. Şöyle demiştir: "Tenbütü biddühn": Yağ ile beraber biter, demektir, tıpkı: Caeni zeydün bisseyfi, dediğin gibi ki, bana kılıçla geldi, demektir. Ebû Ubeyde de, âyetin: Tenbütüd dühne (yağ bitirir) manasına geldiğini, be’nin de zait olduğunu söylemiştir, tıpkı "ve men yürid fihi biilhadin bizulmin” (Hac: 25) kavlinde olduğu gibi. Biz de bu manayı orada beyan etmiştik. "Ve sıbğin": İbn Mes’ûd, İbn Ya’mur, İbrahim Nehaî ve A’meş, nasb ile "ve sıbğan” okumuşlar; İbn Semeyfa’ da mecrur olarak elifle "ve sıbağin” okumuştur. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Sıbğ, sıbağ gibidir, tıpkı dibğ ve dibağ, libs ve libas gibi. Müfessirler şöyle demişlerdir: Buradan sıbğ (boya)dan maksat, zeytinyağıdır; çünkü o, içine batırılan ekmeği boyar. Maksat onun ekmek batırılacak katık olmasıdır. 21Şüphesiz sizin için hayvanlarda gerçekten bir ibret vardır. Size karınlarında olan şeyden (sütten) içiriyoruz. Sizin için onlarda daha birçok yararlar vardır ve onlardan yersiniz de. "Ve inne leküm filen’ ami leibreten nüskıküm": Nâfi, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, nunun fethi ile "neskıküm” okumuşlar; İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, zammı ile (nüskıküm) okumuşlardır. Biz de bunu Nahl: 66’da "veleküm fiha menafiu kesiretün” kavline kadar şerh etmiş bulunuyoruz. Birçok yararlar: Sırtları, sütleri, yavruları, yünleri ve kılları gibi şeylerdir. "Onlardan yersiniz de": Etlerinden, yavrularından ve üzerlerinde kazançtan, demektir. 22Onların üzerinde ve gemilerin üzerinde taşınırsınız. "Onların üzerinde": Yani özellikle develerin üzerinde demektir, "ve gemilerin üzerinde": Develer karada, gemiler de denizde yük taşır. 23Yemin olsun, gerçekten Nûh’u kavmine gönderdik: "Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka İlâh yoktur. Korkmuyor musunuz?” dedi. "Yemin olsun, Nûh’u kavmine gönderdik": Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem için, bu sabırlı peygambere uyması ve kendinden önceki peygamberlerin de yalanlandıklarını bilmesi için bir tesellidir. 24Kaviminin kâfirlerinden ileri gelenler: "Bu da ancak sizin gibi bir insandır; size karşı üstün olmak istiyor. Eğer Allah dileseydi, elbette melekler indirirdi. Biz bunu önceki atalarımızda işitmedik” dediler. "Size karşı üstün olmak istiyor": Yani faziletle üstünüze çıkmak ve lider olmak istiyor, demektir. "Eğer Allah dileseydi” kendinden başkasına ibadet edilmemesini "mutlaka melekler indirirdi": O’nun emrini tebliğ ederlerdi, O da bir insanı elçi olarak göndermezdi. "Biz bunu işitmedik": Yani Nûh’un bizi davet ettiği tevhidi, "önceki atalarımızda". Cinnet ise: Deliliktir. 25"O, ancak kendisinde delilik olan bir adamdır. Onu bir zamana kadar gözetim altında tutun". "Bir zamana kadar": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, ölümdür, takdiri de: ölümünü bekleyin, demektir. İkincisi: Belirsiz bir süredir. 26(Nûh) dedi: "Rabbim, beni yalanlamalarından dolayı bana yardım et". "Kale rabbin surni": İkrime ile İbn Muhaysın, burada ve öteki kıssada be’nin zammesiyle "rabbu” okumuşlardır. "Bima kezzebuni": Ya’kûb , burada ve şu gelecek yerlerde ye ile "kezzebunî” okumuştur: "Fettekunî” (Mü’minun: 52), "enyahdurunî” (Mü’minun: 98), "rabbir ciunî” (Mü’minun: 99), "vela tükellimunî” (Mü’minun: 108), Ya’kûb iki halde de (vasılda da vakıfta da) ye ile okumuştur. Mana da: Yalanlamaları sebebiyle bana yardım et, yani: Yalanlamalarına ceza olarak onları helak etmekle bana yardım et, demektir. Biz de bunu Hûd: 37’de "feslük fiha” kavline kadar şerh ettik. 27Biz de ona: "Gemiyi gözümüzün önünde yap. Emrimiz gelip de fırın kaynadığı zaman ona her çiftten ikiyi ve aileni de bindir; ancak onlardan hakkında söz geçen hariç. Zâlimler hakkında bana hitap etme. Şüphesiz onlar boğulmuşlardır". 28"Sen, yanındakilerle beraber gemiye kurulduğun zaman: "Bizi zâlimler kavminden kurtaran Allah’a hamdolsun” de. Son cümle de: "Gemine girdir” demektir. "Min küllin zevceynisneyni": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, “Lâm” ın kesri ile tenvinsiz olarak "min külli” okumuşlardır. Hafs da Âsım rivâyetinde tenvinle "min küllin” okumuştur. Ebû Ali şöyle demiştir: Cumhûrun okuyuşu, "küll"ü "zecceyn "e muzaf etme şeklindedir, Hafs’ın okuyuşu da zevceyne dönüktür. Çünkü mana: Min küllil ezvaci zevceyni, demektir. 29"Rabbim, beni inecek mübarek bir yere indir. Sen indirenlerin en hayırlısısın” de. "Ve kurrabbi enzilni münzelen": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek mimin zammı ile "müzelen” okumuşlardır. Ebû Bekir de Âsım’dan, mimin fethi ile "menzil” rivayet etmiştir ki, o da inecek yer, demektir. Zammı ile münzel ise, inmek manasına mastardır. Enzeltuhu inzalen ve münzelen, dersin. Nûh’un bunu ne zaman dediğinde ise iki görüş vardır: Birincisi: Gemiye bindiği zaman. İkincisi: Gemiden indiği zaman. 30Şüphesiz bunda ibretler vardır. Gerçekten biz, elbette imtihana çekenleriz. "Şüphesiz bunda vardır": Yani Nûh ve kavminin kıssasında, demektir. "Elbette ibretler". "Biz gerçekten idik imtihana çekenler": Yani Nûh’u onlara göndermekle onları imtihana çekenler idik, demektir. 31Sonra onların ardından başka nesil (ler) meydana getirdik. "Sonra onların ardından başka nesiller gönderdik": O da Hûd’dur, bu da çoğunluğun görüşüdür. Ebû Süleyman Dımeşki ise: Onlar Semud kavmidir, peygamber de Salih’tir, demiştir. 32Onlara kendilerinden: "Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka bir İlâh yoktur. Korkmuyor musunuz?” diyen bir peygamber gönderdik. 33Kavminden kâfir olup da ahireti yalanlayan ve kendilerini dünya hayatında refaha kavuşturduğumuz ileri gelenler: "Bu da ancak sizin gibi bir insandır; sizin yediklerinizden yiyor ve sizin içtiklerinizden içiyor", dedi (ler). 34"Yemin olsun, eğer sizin gibi bir insana boyun eğerseniz, şüphesiz siz o takdirde mutlaka ziyan edenlersiniz". 35"Size: Şüphesiz öldüğünüz, toprak ve kemikler olduğunuz zaman muhakkak sizler çıkarılacaksınız, diye mi va’dediyor?" "Enneküm” kavli mana itibarı ile mensubtur, o da: Eye’ıdüküm enneküm….. iza mittüm …….muhracûn (öldüğünüz zaman kabirlerden çıkarılacağınızı mı va’dediyor) demektir. Söz uzadığı için "enne"yi tekrar zikretti, meselâ şurada olduğu gibi: "Elem ya’lemu ennehu men yuhadidillahe veresulehu feenne lehu nara cehenneme” (Tevbe:63). 36"Va’dolunduğunuz o şey ne uzak!" "Heyhate heyhate": İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, ikisinde de vasılda tenin fethi, vakıfta da sükunu ile "heyhate heyhate” okumuşlardır. Übey b. Ka’b, Ebû Miclez ve Harun da Ebû Amr’dan rivayet ederek, nasb ve tenvin ile "heyhaten heyhaten” okumuşlardır. Âsım el - Cahderi, Ebû Hayve el - Hadrami ve İbn Semeyfa’, ref ve tenvin ile "heyhatün heyhatün” okumuşlardır. Ebû’l -Âliyye ile Katâde, cer ve tenvin ile "heyhatin heyhatin” okumuşlardır. Ebû Cafer de, cer ile tenvinsiz olarak "heyhati heyhati” okumuştur. Ebû’l - Mütevekkil en - Naci, Said b. Cübeyr ve İkrime de, ref ile tenvinsiz olarak "heyhatü heyhatü” okumuşlardır. Muaz el - Kari, İbn Ya’mur, Ebû Recâ’ ve Harice de Ebû Amr’dan naklen, ikisinde de tenin sükunu ile "heyhat heyhat” okumuşlardır. Heyhat’ta on lügat vardır, yedisini kurralardan naklettik, sekizincisi "iyhat"tır. Dokuzuncusu da nun ile "ihyan"dır. Bunları İbn Kasım zikretmiştir. Ahvas da iki kıraati göstermek üzere şu beyiti aktarmıştır: Sen çocukluğun geçen günlerini hatırlıyorsun, Heyhati heyhaten onların dönmesi uzaktır. Zeccâc şöyle demiştir: Feth kıraatında vakıf, he iledir: "Heyhah” dersin. Feth okur ve durursan böyle dersin. Meksur okur da te üzerinde vakfedersen, vasılda tenvin ederlerden veya tenvin etmeyenlerden olursun. "Heyhat"ın tevili de: Size va’dolunan şey uzaktır, demektir. "Heyhate ma külte” dersen, manası: Dediğin şey uzaktır, demektir. "Heyhate lima külte” dersen, manası: Dediğin şey akla uzaktır, demektir. "Eyhat” da "heyhat” manasındadır, bunun için de şu beyiti şahit getirmişlerdir: Ve eyhate eyhate Akik’te olanlar, Akik’tekiler göremeyeceğimiz kadar uzaktırlar. Ebû Amr da şöyle demiştir: "Heyhat"ın üzerinde durursan: "Heyhah” de. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Kisâi he ile vakfı tercih ederdi, ben ise te’yi tercih ederim. "Lima tuadun": İbn Mes’ûd ile İbn Ebi Able, lâmsız olarak "ma tuadun” okumuşlardır. Müfessirler şöyle demişlerdir: O kavim, ilk yaratılışlarını ve Allah’ın onları var etmeye gücünün yettiğini göz ardı ettiklerinden öldükten sonra dirilmeyi uzak gördüler ve bu uzak ihtimal karşısında bunun hiçbir zaman olmayacağını kastettiler. 37"O, dünya hayatımızdan başkası değildir. Ölürüz, diriliriz. Biz yeniden diriltilmişler değiliz". "O, dünya hayatımızdan başkası değildir” dediler, yani hayat, içinde bulunduğumuzdan ibarettir; ölümden sonra hayat yoktur, demek istediler. Eğer: "Nasıl "ölürüz, diriliriz” dediler, hâlbuki onlar öldükten sonra dirilmeyi kabul etmiyorlardı?” denilirse. Buna üç cevap verilmiştir, bunları da Zeccâc zikretmiştir: Birincisi: Biz ölürüz, evlatlarımız dirilir, sanki onlar: Bir nesil ölür, başka bir nesil gelir, demiş gibidirler. İkincisi: Nahya ve nemut "yaşar ve ölürüz” demektir, çünkü vav cemi içindir, tertip için değildir. Üçüncüsü: Başlangıcımız esas yaratılışımızda ölüdür, sonra dirilir, arkasından da ölürüz. 38"O, ancak Allah’a karşı yalan uyduran bir adamdır. Biz ona iman edenler değiliz". "İn hüve (o değildir)": Yani Peygamber’i kastediyorlar. Bundan sonrasının tefsiri de Hûd: 7 ve Nahl: 38’de, "amma kalilin” kavline kadar geçmiştir. Zeccâc: An kalilin, demiş ve ma’nın zait olduğunu ve tekit için geldiğini söylemiştir. 39(Nûh) dedi: "Rabbim, beni yalanladıkları o şey sebebiyle bana yardım et". 40(Rabbi) dedi: "Az bir zaman sonra mutlaka pişmanlar olacaklar". "Mutlaka pişmanlar olacaklar": Yani küfürlerine demektir. 41Derken onları o ses hak / adaletle yakaladı. Biz de onları bir selinti (selin üzerindeki çer-çöp gibi) kıldık. Zâlimler kavmi için artık uzaklık (uzak olsunlar!). "Derken onları o ses hak ile yakaladı": Yani küfürleri sebebiyle azabı hak etmeleri yüzünden yakaladı, demektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Cebrâil onlara bir haykırdı, altlarındaki yer titredi; onun şiddetinden selinti (ğusa) haline geldiler. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Ğusa: Selin üzerinde sürüklenen ve yararlanılmayan şeydir. İbn Kuteybe de, mana şöyledir, demiştir: Onları selinti gibi helak olmuş hale getirdik. O da selin üzerindeki köpük ve kırık kırpık şeylerdir. Çünkü gider ve dağılır. Zeccâc da şöyle demiştir: Ğusa: Selin köpükle birlikte sürüklediği ağaç yapraklarıdır. 42Sonra onların ardından başka başka nesiller meydana getirdik. 43Hiçbir ümmet ecelini geçemez de geri kalamaz da. 44Sonra elçilerimizi arka arkaya gönderdik. Bir ümmete ne zaman elçisi gelse, onu yalanladılar. Biz de bazılarını bazılarının arkasına düşürdük ve onları hikayeler / masallar kıldık. İman etmeyen kavim için artık uzaklık (uzak olsunlar)! Bundan sonra "sümme erselna rüsülena tetra” kavline kadar olanların tefsiri de Hicr: 15’te geçmiştir. İbn Kesir, Ebû Amr ve Ebû Cafer "tetren küllema” şeklinde tenvinle okumuş, elifle de vakfetmişlerdir. Nâfi, İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi de tenvinsiz olarak okumuşlardır. Vakıf, Nâfi ve İbn Âmir’e göre elifledir. Hübeyre ve Hafs da Âsım'dan, onun ye ile vakfettiğini rivayet etmiştir. Ebû Ali şöyle demiştir: Ye ile vakfederdi, kavlinin manası: İmaleli elifle dururdu demektir (tetrey). Ferrâ’ şöyle demiştir: Arapların çoğu tenvini terk eder, bazıları da tenvinler. İbn Kuteybe de, mana şöyledir, demiştir: Biz iki peygamber arasındaki boşluğu sürekli kılarız. O da tevatür’den gelir ki, aslı: Vetra’dır. Takva ve tuhme kelimelerinde olduğu gibi vav te’ye kalbolunmuştur. Zeccâc da, Esmaî’den şöyle dediğini hikaye etmiştir: Vatertül habere’nin manası: Arka arkaya haber verdim, iki haberin arasında da biraz zaman vardı, demektir. Ben şeyhimiz Ebû Mansur Lügavi’den şöyle okudum: Arapların yanlış kullandığı kelimelerden biri de: Tevateret kütübi ileyke deyip de, mektubum sana kesintisiz ulaştı demek istemeleridir. Böylece tevatür’ü kesintisiz yerine kullanırlar, bu ise yanlıştır. Tevatür bir şeyin kesildikten sonra gelmesidir. O da vitr kökünden tefaul veznindedir, tek demektir. Vatertül habere demek, arka arkaya haber verdim, iki haberin arasında biraz zaman vardı, demektir. Allahü teâlâ "sümme erselna rüsülena tetra” demiştir ki, aslı, vetra’dır, o da müvatereden gelir. Böylece te vavdan dönmedir. Manası da kesik ve farklı demektir. Çünkü iki peygamber arasında uzun bir zaman vardır. Ebû Hureyre şöyle demiştir: Lâ be’se bi kadai ramazane tetra: Yani ramazan orucunu kesik kesik kaza etmede bir sakınca yoktur, demektir. Vatere fülanün kütübehu denirse: Mektupları birbirini izledi, her iki mektup arasında bir zaman boşluğu vardır, demektir. "Derken bazılarını bazılarının arkasına düşürdük": Yani onları arka arkaya helak ettik, demektir. "Onları hikayeler kıldık": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Onları kötülük timsali kıldık. İyilikte ise: Caaltühu hadisen (onu hikaye kıldık) denilmez. 45Sonra Mûsa ile Harun’u âyetlerimizle ve apaçık delille gönderdik. 46Fir’avn’e ve ileri gelenlerine. Onlar da büyüklük tasladılar ve mütekebbir bir kavim oldular. "Büyüklük tasladılar": Yani Allah’a iman ve O’na ibadetten, demektir. "Mütekebbir bir kavim oldular": Yani zulüm etmek ve tepeden bakmakla insanları ezen kimseler oldular, demektir. 47"Bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Oysa kavimleri bize kulluk ediyorlar?” dediler. 48O ikisini yalanladılar; o nedenle helak edilenlerden oldular. "Kavimleri bize kulluk eden": Yani emrimizde yaşayan, demektir. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Her krala boyun eğen ona kulluk etmiştir. 49Gerçekten yemin olsun, belki doğru yolu bulurlar diye, Mûsa’ya o kitabı verdik. "Gerçekten yemin olsun, Mûsa’ya o kitabı verdik": Yani Tevrat'ı, Fir’avn suya boğulduktan sonra ona bir seferde verilmiştir. "Belki onlar": Yani İsrâil oğulları, doğru yolu bulurlar diye. 50Meryem oğlunu ve anasını bir ibret kıldık ve o ikisini düz ve akarsuya sahip bir tepeye barındırdık / yerleştirdik. "Ve cealnebne meryeme ve ümmehu ayeten": İbn Mes’ûd ile İbn Ebi Able, tesniye kalıbı ile "ayeteyni” okumuşlardır. Bu da "ve cealna vebneha ayeten” (Enbiya: 91) kavli gibidir. Bunun şerhi de yukarıda geçmiştir. "Aveynahüma": O ikisini barındırdık, demektir. "İla rebvetin": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, ranın zammesi ile "rübvetin” okumuşlar; Âsım ile İbn Âmir de, fethi ile okumuşlardır. Biz de rebve’nin manasını Bakara: 265’te şerh etmiştik. "Düz": Yani orada ikamet edenler rahat duracak şekilde demektir, mana da: İstikrarlı yer demektir. Zeccâc da: Yerleşik, demiştir. "Maîn” ise: Uyundan’dan gelir ve akarsu demektir. İbn Kuteybe de: Zati karar: İmara uygun, demiştir. Maîn de: Açıktan akan sudur. Onun ayn kökünden mef’ûl manasına olduğu ve aslının da ma’yun olduğu söylenmiştir; meselâ sevbun mahîtün (dikili elbise), bürrün mekilün (ölçülmüş buğday) gibi. Müfessirler bu tepelik yerin mevkii hakkında dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O Şam’dır, bunu da İkrime, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Abdullah b. Selam ile Said b. Müseyyeb de böyle demişlerdir. İkincisi: O, Beyti Mukaddes’tir, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Katâde de böyle demiştir. Hasen’den de iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: O, Filistin toprağından Remle’dir, bunu da Ebû Hureyre, demiştir. Dördüncüsü: Mısır’dır, bunu da Vehb b. Münebbih, İbn Zeyd ve İbn Saib, demişlerdir. O tepelik yere yerleşmelerinin sebebine gelince: Ebû Salih, İbn Abbâs tan şöyle demiştir: Meryem, oğlunu krallarından kaçırdı, on ıkı yıl sonra ailesine dondu. Vehb de: Kral onu öldürmek istemişti, demiştir. 51Ey o peygamberler, temiz şeylerden yiyin ve iyi şey yapın. Şüphesiz ben yaptıklarınızı iyi bilenim. "Ey o peygamberler": İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid, Katâde ve diğerleri, peygamberler ifadesinden yalnız Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kastedildiğini söylemişlerdir. Araplar da çoğul kullanır, tekil kastederler; bu da bütün peygamberlere aynı şeyin emredildiğini gösterir. İbn Kuteybe ile Zeccâc da bu kanaattedirler. Temiz şeylerden maksat da: Helaldir. Amr b. Şurahbil: Hazret-i İsa, annesinin eğirdiği yün parası ile geçinirdi, demiştir. 52Gerçekten bu, sizin bir tek ümmetinizdir. Ben de Rabb’inizim. Benden korkun. "Ve inne hazihi ümmetüküm": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, feth ve şedde ile "ve enne” okumuşlar; İbn Âmir de fethte onlara katılmış, ancak o, nunu sakin okumuştur. Âsım, Hamze ve Kisâi de, hemzenin kesri ve nunun şeddesiyle: "Ve inne” okumuşlardır. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Fetha ile okuyan "inni bima ta’melune” kavlinin üzerine atfeder. O zaman mana: Bienne hazihi ümmetüküm şeklinde olur, istersen onu gizli bir fiille mensûb edersin, sanki: Va’lemu hâza (bunu bilin) demiş gibi olursun. Meksur okuyan da yeni cümle başı yapar. Ebû Ali el - Farisi şöyle demiştir: İbn Âmir, şeddeli nunu hafif (şeddesiz) okumuştur; şeddesiz okuduğun zaman, ona şeddeli iken ne taalluk ederse, buna da eder. Biz de âyetin ve arkasındakinin manasını Enbiya: 92’de "zübüren"e kadar şerh etmiştik. 53İşlerini (dinlerini) aralarında fırkalara ayrılarak parçaladılar. Her fırka kendi yanlarındaki ile sevinmektedir. İbn Abbâs ile Ebû Amr el - Cevni, zenin ref'i ve benin fethi ile "zübera” okumuşlar; Ebû’l - Cevza ile İbn Semeyfa’ da zenin ref'i ve benin sükunu ile "zübra” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Kim benin zammesiyle "zübüra” okursa, tevili: Dinlerini farklı kitaplar haline getirdiler, olur ki, o, zebur’un çoğuludur. Kim de benin fethi ile "zübera” okursa, parça parça ettiler demek ister. "Her fırka kendi yanlarındaki ile sevinmektedir": Yani uydurdukları dini beğenmektedirler, onun hak olduğu görüşündedirler, demektir. Onların kimler olduğunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar, ehl-i kitaptır, bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Onlar ehl-i kitap ile Arap müşrikleridir. Bunu da İbn Saib, demiştir. 54Onları bir süreye kadar dalgınlıkları içinde bırak. "Fezerhüm fi ğamretihim": İbn Mes’ûd ile Übey b. Ka’b, cemi sîgasıyla "ğameratihim” okumuşlardır. Zeccâc da: Onları körlüklerinde ve şaşkınlarında bırak, demiştir. "Bir süreye kadar": Yani kendilerine va’dedilen azap gelinceye kadar. Mukâtil: Mekke kâfirleri kastedilmiştir, demiştir. Nesh: Bu âyet mensuh mudur değil midir? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, kılıç âyetiyle mensuhtur. İkincisi: Manası, tehdittir, bu durumda da muhkemdir. 55Kendilerine verdiğimiz malı ve oğulları sanıyorlar mı ki, "Eyahsebune ennema nümiddühüm bihi": İkrime ile Ebû’l - Cevza, merfu ye ve meksur mîm ile” yümiddühüm” okumuşlar; Ebû İmran el - Cevni de, meftuh nun ve merfu mîm ile "nemüddühüm” okumuştur. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz "mal ve oğullar” onlar için mükafattır? O, ancak istidraçtır (gazabınadır). 56Onlar için hayırlarda koşturuyoruz? Hayır, onlar farkına varmıyorlar. "Nüsariu lehüm fiyhayrati": Onları onunla hayırda koşturuyoruz. İbn Abbâs, İkrime ve Eyyub Sahtiyani, merfu ye ve meksur ra ile "yüsariu” okumuşlar; Muaz el - Kari ile Ebû’l - Mütevekkil de öyle okumuşlar, ancak o ikisi rayı fethalamışlardır. Ebû İmran el - Cevni, Âsım el - Cahderi ve İbn Semeyfa’, merfu ye, sakin sin, mensûb ra ile elifsiz olarak "yüsrau” okumuşlardır. "Hayır, onlar farkına varmıyorlar": Yani bunun kendileri için gazabına olduğunu bilmiyorlar. 57Şüphesiz onlar ki, Rablerinin korkusundan titrerler. Sonra mü’minlerden bahsedip şöyle dedi: "Şüphesiz onlar ki, Rablerinin korkusundan titrerler": Biz de bu manayı: "Vehüm min haşyetihi müşfikûn” kavlinde şerh etmiştik (Enbiya: 28). 58Onlar ki, Rablerinin âyetlerine inanırlar. 59Onlar ki, Rablerine şirk koşmazlar. 60Onlar ki, verdiklerini, Rablerine dönecekleri için kalpleri titreyerek verirler. "Vellezine yü’tune ma âtev” Âsım el - Cahderi, hemze-i maksura ile "ye’tune ma etev” okumuştur. Hazret-i Âişe, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bu Âyetten sordu: "Ya Resûlallah, onlar titreyerek günah işleyenler mi?” dedi. O da şöyle dedi: Hayır, tam tersine onlar titreyerek namaz kılanlardır, titreyerek oruç tutanlardır, kendilerinden kabul olunmaz diye titreyerek sadaka verenlerdir. Zeccâc şöyle demiştir: "Yu'tune"nin manası: Verdiklerini kabul olunmaz korkusuyla korkarak verirler, demiştir. "Rablerine dönecekleri için": Yani O’na dönmeye kesin inandıkları için, demektir. "Ye’tune"nin manası ise: Hayırları yaparlar; gayrette kusur etme endişesiyle kalpleri titreyerek işlerler, demektir. 61İşte onlar hayırlara koşuşurlar ve onlar onun için önde giderler. "Ulaike yüsariune filhayrat": Ebû’l - Mütevekkil ile İbn Semeyfa’, merfu ye, sakin sin, meksur ra ile elifsiz olarak "yüsriun” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Esra'tu ile sara’tu bir manayadır, ancak "sara’tu” "esra’tü"den daha abartılıdır. "Ve hüm leha": Yani onun için, demektir. Bu: Ben fîlâncaya senin için ikram ediyorum, sözüne benzer. Bazı ilim adamları da: Burada zikredilen korku, gizli bir şeye olmuştur, demişlerdir. 62Hiç kimseye gücünün yetmeyeceğini teklif etmeyiz. Yanımızda hakkı konuşan bir kitap vardır. Onlar zulme uğratılmazlar. "Yanımızda bir kitap vardır": Yani Levh-i Mahfuz vardır, demektir. "Hakkı konuşur": Onda mahlukatın amelleri tesbit edilmiştir; o nedenle yaptıklarını konuşur. "Onlar zulme uğratılmazlar": Amellerinin sevabından eksiltilmez. Sonra kâfirlere dönüp: "Hayır, kalpleri bundan dalgınlıktadır” dedi. Mukâtil: Kur’ân’a imandan gaflet içindedir, demiştir. İbn Cerir de: Bu Kur’ân’dan körlük içindedir, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Bunun "onlar hayırlara koşarlar” kavlinde nitelenen iyi amellere işaret olması câizdir. O zaman mana şöyle olur: Hayır, kalpleri bundan körlük içindedir. Kitaba işaret olması da câizdir. O zaman da mana: Bilakis, kalpleri hakkı konuşan ve içinde amellerinin sayıldığı kitaptan gaflet içindedir, olur. Bu durumda "hâza = bu” edatıyla işaret edilen şeyde üç görüş meydana çıkmış olur: Birincisi: Kur’ândır. İkincisi: İyi amellerdir. Üçüncüsü: Levh-i Mahfuz’dur. 63Hayır, onların kalpleri bundan dalgınlıktadır. Onların bundan başka yaptıkları ameller vardır. "Onların bundan başka amelleri de vardır": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Şirkten başka kötü amellerdir, bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O hakkın ötesinde birtakım hatalardır, bunu da Mücâhid, demiştir. İbn Cerir de: Mü’minlerin ve Allah’tan çekinen ve korkan kimselerin amellerinden başka, demiştir. Üçüncüsü: Zikredilen amellerinden başka ileride yapacakları ameller, bunu da Zeccâc, demiştir. Dördüncüsü: Allah’ın onlara azap etmesini takdir ettiği zaman gelmeden önce çeşitli işyardandır. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Onlar onu yapacaklardır": Bu da kendilerine yazılan ve ileride mutlaka yapacakları kötü amellerini haber vermektedir. 64Nihayet onların refah içinde bulunanlarını yakaladığımız zaman, bir bakarsın onlar sızlanıyorlar. "Nihayet onların refah içinde olanlarını yakaladığımız zaman": Yani zengin ve reislerini demektir. Kureyş’e işaret edilmektedir. Azaptan murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bedir savaşında kılıçtan geçirilmeleridir, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve Dahhâk, demişlerdir. İkincisi: Yedi yıl açlık çektikleri kıtlıktır, bunu da İbn Saib, demiştir. "Sızlanırlar": Feryat ederler, demektir. 65Bugün sızlanmayın. Çünkü sizler bizden yardım olunmazsınız. "Bugün sızlanmayın": Yani Azaptan kurtulmak için yardım istemeyin, "bizden yardım olunmayacaksınız": Yani kimse size edeceğimiz azaba mani olamaz, demektir. 66Gerçekten size âyetlerim okunurdu da ökçelerinizin üzerinde döner idiniz. "Size gerçekten âyetlerim okunurdu da": Yani Kur’ân okunurdu da, "ökçelerinizin üzerine gerisin geri dönerdiniz": Yani onlara iman etmekten geri çekilirdiniz. 67Ona karşı kibir taslayarak, gece konuşup saçmalayarak. "Müstekbirine (kibir taslayarak)": Hâl olarak mensubtur. "Bihi = onunla” zamiri de Beytullahil harama’a râcîdir, o da daha önce geçmediği halde ondan kinaye edilmiştir. Mana da şöyledir: Sizler Beytullah ve harem ile övünüyordunuz, çünkü halk yurtlarında korku içinde iken sizler orada emniyette idiniz: Bizler harem halkıyız, Beytullah’ın adamları ve idarecileriyiz, kimseden korkmayız, diyordunuz. Bu da İbn Abbâs ile bir başkasının görüşüdür. Zeccâc da şöyle demiştir: "Bihi"deki “He” zamirinin kitaba râci olması câizdir, o zaman mana şöyle olur: Onu size okuması size kibirlik veriyordu. "Gece konuşarak (samiren, müsamere ederek)": Ebû Ubeyde, manası: Müsamere ederek saçmalıyordunuz, demiştir. Burada samir, sümmar (çoğul) yerine kullanılmıştır, tıpkı tıfl’ın etfal yerine kullanıldığı gibi. O da gece sohbet etmektir. İbn Kuteybe: Samiren: Gece konuşarak, demiştir. Semer: Gece sohbetidir. Übey b. Ka’b, Ebû’l-Âliyye ve İbn Muhaysın, “sîn” in zammı ve mimin şeddesi ve fethi ile "sümmeren” okumuşlardır ki, samir’in çoğuludur. İbn Mes’ûd, Ebû Recâ’ ve Âsım el- Cahderi de, “sîn” in ref'i, mimin şeddesi ve arkasından elifle "sümmâren” okumuşlardır. "Tehcurun": İbn Kesir, Âsım, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, tenin fethi ve cimin zammı ile "tehcurun” okumuşlardır. Manasında da dört görüş vardır: Birincisi: Allah’ın zikrini ve hakkı terk ediyordunuz, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Allah’ın kitabını ve Peygamberini - Allah’ın salât ve selamı onun üzerine olsun - terk ediyordunuz. Bunu da Hasen, demiştir. Üçüncüsü: Beytullah’ı terk ediyordunuz, bunu da Ebû Salih, demiştir. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Kureyş Beytullah’ın etrafında gece sohbet eder, onunla övünür, onu tavaf etmezlerdi. Dördüncüsü: Kötü söz söylersiniz ki, o da boş lâf ve saçmalıktır. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Ferrâ’ şöyle demiştir: Hecerer recülü fi menamihi denir ki,. Adam uykusunda sayıkladı, demektir. Mana da şöyledir: Sizler Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında onda olmayan ve ona zarar vermeyen şeyler söylüyorsunuz. İbn Abbâs, Said b. Cübeyr, Katâde, İbn Muhaysın ve Nâfi, tenin zammı ve cimin kesri ile, "tühcirun” okumuşlardır ki, o da hucr’dan gelir; sövme ve müstehcen konuşmadır. Maksat da onların Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ona tabi olanlardır. Ebû’l - Âliyye İkrime, Âsım el - Cahderi ve Ebû Nehik, cimin şeddesi ve tenin ref'i ile "tüheccirun” okumuşlardır. Manası da İbn Abbâs’ın okuyuşu manasınadır. 68Bu sözü iyice düşünmediler mi? Yoksa ilk atalarına gelmeyen şey kendilerine mi geldi? "Bu sözü iyice düşünmediler mi?": Yani Kur’ân’ı iyice düşünüp de onda Peygamberlerinin doğruluğunu gösteren delil ve ibretleri tanımadılar mı? "Yoksa ilk atalarına gelmeyen şey onlara mı geldi?": Mana da şöyledir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gönderildiği gibi diğer peygamberler de ümmetlerine gönderilmediler mi? 69Yoksa peygamberlerini tanımadılar da onu inkâr mı ediyorlar? "Yoksa peygamberlerini tanımadılar mı?": Bu da onlar için azarlamadır, çünkü onlar onun soyunu ve doğruluğunu; çocukken ve yetişkinken güvenirliğini biliyorlardı. Sonra ondan yüz çevirdiler. 70Yoksa: "Onda delilik mi var” diyorlar? Hayır, onlara hakkı getirdi. Onların çoğu haktan nefret ediyorlar. Cinnet ise: Deliliktir. "Hayır, onlara hakkı getirdi": Yani Kur’ân’ı demektir. 71Eğer hak onların keyiflerine uysaydı, göklerle yer ve onlar - dakiler bozulurdu. Hayır, biz onlara zikirlerini / şereflerini getirdik. Onlar ise zikirlerinden yüz çeviriyorlar. "Eğer hak onların keyiflerine uysaydı": Haktan murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’tır. Bunu da Mücâhid, İbn Cüreyc, Süddi ve diğerleri, demişlerdir. İkincisi: O, Kur’ân’dır, bunu da Ferrâ’ ile Zeccâc, demişlerdir. Birinci görüşe göre Mana şöyledir: Eğer Allah onların istediği gibi kendi nefsi için bir ortak edinseydi. İkinciye göre de şöyledir: Kur’ân’ı onların istedikleri gibi Allah'a şirk koşarak indirseydi. "Göklerle yer ve onlar - dakiler mutlaka bozulurdu. Hayır, biz onlara zikirlerini indirdik": Yani içinde şerefleri ve övünecekleri şey bulunanı indirdik ki, o da Kur’ân’dır. "Onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar": Yani kendilerine gelen dünya ve ahiret şerefinden yüz çeviriyorlar, demektir. İbn Mes’ûd, Übey b. Ka'b, Ebû Recâ’ ve Ebû’l - Cevza, ikisinde de elifle "bel eteynahüm bizikrâhüm fehüm an zikrâhüm mu’ridun” okumuşlardır. 72Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ücreti daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. "Yoksa onlardan istiyor musun?": Onlara getirdiğin şeye karşılık olarak. "Harcen": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım, elifsiz olarak "harcen” okumuşlardır. "Feharac” ise elifledir. İbn Âmir de ikisinde de elifsiz olarak "harcen ve feharcü” okumuştur. Hamze ile Kisâi de ikisini de elifle "harâcen” "feharâcü” okumuşlardır. "Harc"ın manası da ücret ve maldır. "Feharâcü rabbike": Rabbinin sana verdiği ecir ve sevap, "daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır": Yani en bol verendir. Bu da onlardan ücret istemediğine bir uyarıdır, istediğine değil. Nâkib de: Sapandır, nekebe anit tarik, denir ki: Yoldan saptı, manasınadır. 73Şüphesiz sen onları elbette dosdoğru bir yola davet ediyorsun. 74Gerçekten ahirete iman etmeyenler elbette doğru yoldan sapıyorlar. 75Eğer onlara acıyıp da onlardaki sıkıntıyı açsaydık, elbette bocalayarak taşkınlıklarında devam ederlerdi. "Eğer onlara acıyıp da onlardaki sıkıntıyı açsaydık": İbn Abbâs: Burada sıkıntı "durr” Mekke halkının aç kalmasıdır, demiştir; şöyleki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara beddua etti: Allah’ım, onlara Yûsuf zamanındaki gibi yedi yıl kıtlık ver, demişti. Ebû Süfyan, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi; ona sıkıntıdan dert yandı, onlar açlıktan sırım ve kemik yiyorlardı. Bu ve bundan sonraki âyet bunun üzerine indi. O da: ‘Yemin olsun, gerçekten onları azapla yakaladık” kavlinde zikredilen azaptır. 76Yemin olsun, gerçekten onları azapla yakaladık; yine de Rablerine boyun eğmediler, yalvarmıyorlar da. 77Nihayet üzerlerine şiddetli azap sahibi bir kapı açtığımız zaman, birden ondan umutlarını keserler. "Nihayet üzerlerine şiddetli azap sahibi bir kapı açtığımız zaman": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, Bedir savaşıdır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O, yakalandıkları açlıktır, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Ahirette cehennem azabından bir kapıdır. Bunu da Maverdi nakletmiştir. "İzahüm fihi müblisun": Ebû Abdurrahman as - Sülemi, Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Nehik ve Muaz el - Kari, “Lâm” ın fethi ile "müblesun” okumuşlardır. Biz de müblis’in manasını En’am: 45’te şerh etmiştik. 78O (Allah) ki, size kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne de az şükrediyorsunuz. "Ne de az şükrediyorsunuz": Müfessirler: Hiç şükretmiyorsunuz denmek istenmiştir, demişlerdir. 79O ki, sizi yeryüzünde yaratıp türetti ve yalnız O’na toplanacaksınız. "Sizi yeryüzünde yarattı": Yani sizi topraktan yarattı, demektir. 80O ki, can verir ve öldürür. Gece ile gündüzün arka arkaya gelmesi O'na aittir. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz? "Gece ile gündüzün arka arkaya gelmesi O’na aittir": Yani onları bu şekilde siyah ve beyaz (aydınlık ve karanlık) olarak yaratan O’dur, demektir. "Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?": O’nun yaptıklarını gördüğünüz şeyler üzerinde?! Bundan sonrakiler 81Hayır, onlar da evvelkiler gibi dediler: 82"öldüğümüz ve toprak ve kemikler olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi diriltileceğiz?” dediler. 83"Yemin olsun, gerçekten bu, bize ve daha önce atalarımıza da va’dolundu. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir. 84De ki: "Eğer biliyorsanız, yer ve ondakiler kimindir?" "de ki: Yer kimindir” kavline kadar açıktır, yani öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Mekke halkına de ki: Yer kimindir? "Ve ondaki” yaratıklar? "Eğer biliyorsanız", onların halini. 85"Allah'ındır” diyecekler. De ki: "İbret almıyor musunuz?" "Seyekulune lillâh": Ebû Amr, burada elifsiz olarak "lillâh” ve bundan sonraki ikisinde de elifli olarak okumuştur. Diğerleri de üç yerde de "lillâh” okumuşlardır. Ebû Amr’ın okuyuşu kıyasa uygundur. Zeccâc şöyle demiştir: Kim "seyekulunallah” okursa bu, sualin cevabıdır. Kim de "lillâh” okursa, o da iyidir; çünkü sen: Men sahibü hazihiddar, dersen, Lizeydin, derler ki, câizdir. Zira "men sahibü hazihiddar” ın manası, "limen hiye?” (kime aittir?) demektir. Ebû Ali el - Farisi de şöyle demiştir: Kim diğer iki yerde "Allah” diye okursa, sözün gelişine göre değil de manaya göre cevap vermiş olur. Said b. Cübeyr, Ebû’l - Mütevekkil ve Ebû’l - Cevza, hepsinde de elifle "Allah” "Allah” "Allah” okumuşlardır. Ebû Ali el - Ehyazi de şöyle demiştir: Basra halkının Mushaflarında üçünde de elif iledir. "İbret almıyor musunuz?": Ki, o zaman ilk defa yaratanın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu bilirdiniz. 86De ki: "Yedi (kat) göklerin ve ulu Arş’in Rabbi kimdir?" 87"Allah’ındır” diyecekler. De ki: Korkmuyor musunuz?" "Korkmuyor musunuz?": Bunda iki görüş vardır: Birincisi: O'ndan başkasına ibadet etmekten. İkincisi: O’nun azabından. Melekut’un manasını da En’am: 75’de şerh etmiştik. 88De ki: "Eğer biliyorsanız, her şeyin mülkü elinde olan ve himaye eden, kendisi himaye edilmeyen kimdir?" "O ki, himaye eder, kendisi himaye edilmez": Yani dilediğini kötülükten uzaklaştırır; kötülük etmek istediğine de kimse mani olamaz, demektir. Ecertü fülanen, onu himaye ettim, demektir. Ecertü aleyhi ise: Birilerini ondan himaye ettim, demektir. 89"Allah’tır diyecekler. De ki: "Nasıl da büyüleniyorsunuz?” "Nasıl da büyüleniyorsunuz?": İbn Kuteybe: "Nasıl da aldatılıyor ve bundan çevriliyorsunuz?!” demiştir. 90Hayır, biz onlara hakkı getirdik. Gerçekten onlar muhakkak yalancılardır. "Hayır, biz onlara hakkı getirdik": Yani tevhidi ve Kur’ân’ı demektir. "Gerçekten onlar muhakkak yalancılardır": Allah’a nisbet ettikleri evlat ve ortakta. Daha sonra dedikleri ile bu ikisinin kendinde olmadığını bildirdi... ve 91Allah evlat edinmedi ve O’nunla beraber bir İlâh da olmadı. Olsaydı muhakkak her İlâh yarattığı ile gider ve gerçekten bazıları bazılarının üstüne çıkardı. Allah onların niteledikleri şeylerden münezzehtir. "o zaman her biri yarattığı ile giderdi” dedi. Yani her bir İlâh kendi yarattığı ile bağımsızlık ilan eder, yarattığının ve nimetlerinin başkasına izafe edilmesine razı olmaz ve öteki İlâhı kendi yarattığına karışmaktan men ederdi, demektir. "Bazıları bazılarının üstüne çıkardı": Yani biri diğerini yenerdi. 92Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Şirk koştukları şeylerden yücedir. "Alimi’l-ğaybi” İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek cer ile "alimi” okumuşlar; Nâfi, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım'dan rivayet ederek ref ile "alimü” okumuşlardır. Ahfeş de şöyle demiştir: Cer (esre) daha güzeldir, çünkü o zaman iki söz arasında birlik olur. Refi de gizli mübtedaya haber olmasına göredir. İlk sözün bitmiş olması da bunu destekler. 93De ki: "Rabbim, eğer va’dolunanı bana gösterirsen", "İmma türiyennî": Ebû İmran el - Cevni ile Dahhâk, ra ile nun arasında hemze ile yesiz de olarak "türiennî” okumuşlardır, Mana da şöyledir: Eğer onlara va’dolunan öldürülme ve azap edilme gibi şeyleri bana gösterirsen, beni onların dışında tut ve beni onların helaki ile helak etme. Allah da onlara va’dettiğini ona Bedir'de ve diğer yerlerde gösterdi; kendisini ve yanındakileri kurtardı. 94"Rabbim, beni zâlimler kavminin içinde kılma". 95Şüphesiz biz onlara va’dettiğimizi sana göstermeye mutlaka gücü yetenleriz. 96Kötülüğü en güzeli ile defet. Biz onların niteledikleri şeyi çok iyi bileniz. "Kötülüğü en güzeli ile defet": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Kötülük edenin kötülüğünü görmezden gelerek defet. Bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: Çirkin sözü selam ile defet (karşıla). Bunu da Atâ’ ile Dahhâk, demişlerdir. Üçüncüsü: Şirki tevhid ile defet, bunu da İbn Saib, demiştir. Dördüncüsü: Kötülüğü öğüt ile defet, bunu da Maverdi hikaye etmiştir. Bazı müfessirler de bunun kılıç âyeti ile neshedildiğini söylemişlerdir. "Biz onların niteledikleri şeyi çok iyi biliyoruz": Yani dedikleri şirk ve yalanlamaları. Mana da şöyledir: Biz onları dedikleri şeye karşı cezalandıracağız. 97De ki: "Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden sana sığınırım". "De ki: Rabbim, sığınırım": Yani iltica eder ve güçlenirim, "sana, şeytanların dürtüklemelerinden": İbn Kuteybe şöyle demiştir: O, şeytanın dürtmesi ve (iğne) batırmasıdır. Başkalarını ayıplayan kimseye de bu nedenle: Hümeze denilmiştir, o da ayıpladığı kimseye bir şey batınr gibi olur. İbn Fâris de, hemz: Sıkmak gibidir, demiştir. Hemeztüş şey’e fi keffi: Bir şeyi avucun da sıkmaktır. Kelimeyi hemzelemek de bundandır ki, harfi vurgulamış gibi olur. Başkası da şöyle demiştir: Hemz lügatte: İtmektir, şeytanların hemezatı ise: İnsanları günahlara itmeleridir. 98De ki: "Rabbim, bana sokulmalarından sana sığınırım". "Bana sokulmalarından": Yani yanımda hazır olmalarından demektir, Mana da şöyledir: Bana bir kötülük etmelerinden. Çünkü şeytan âdemoğluna ancak kötülük etmek için sokulur. Sonra öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyen bu kâfirlerin ölüm anında dünyaya dönmek isteyeceklerini bu âyet ve devamı ile haber verdi. Bu isteğin ruhlarını kabzeden meleklere yapılacağı da söylenmiştir. Eğer: "Nasıl, irci’ni demek istediği halde "irciuni” dedi?” denilirse. Cevap şöyledir: Araplar bu kalıbı büyük bir şey için kullanırlar; kendini cemi sîgasıyla ifade ederler; meselâ şu âyette olduğu gibi: "Şüphesiz biz diriltiriz ve öldürürüz” (Kaf: 43). Ayetteki hitap da bu kabildendir. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür. 99Nihayet onlardan birilerine ölüm geldiği zaman: "Rabbim, beni geri döndür” der. 100"Olur ki, ben bıraktığım şeyde iyi bir amel yaparım". Hayır, bu, onun söylediği (boş) bir sözdür, ötelerinde diriltilecekleri güne kadar bir engel vardır. "Olur ki, bıraktığım şeyde iyi bir şey yaparım": İbn Abbâs: Geçen ömrümde, demiştir. Mukâtil de: Bıraktığım iyi amelde, demiştir. "Hayır": Yani dünyaya dönmez, demektir, "şüphesiz o": Yani dönüş istemesi, "onun söylediği boş bir sözdür": Yani onda hiçbir faydası yoktur, demektir. "Onların ötelerinde de": Yani önlerinde, demektir. "Bir engel (berzah)” vardır: İbn Kuteybe şöyle demiştir: Berzah dünya ile ahiret arasıdır. İki şey arasındaki her engel de berzahtır. Zeccâc şöyle de demiştir: Berzah lügatte engeldir, burada ise ölmekle yeniden dirilme arasıdır. 101Sûr’a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soy yoktur, birbirlerini sormazlar da. 102Artık kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanların ta kendileridir. 103Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar kendilerini ziyan etmişlerdir. Cehennemde ebedi kalıcıdırlar. "Sûr’a üfürüldüğü zaman": Bu üfürmede de iki görüş vardır: Birincisi: O, ilk üfürmedir, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O, İkincisidir, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Fela ensabe beynehüm": Kelâmda atılmalar vardır, takdiri de şöyledir: Lâ ensabe beynehüm yevmeizin yetefaharune biha evyetekataune biha (o gün aralarında övünecekleri veya kesişecekleri soylar yoktur) demektir. Çünkü o gün soylar kesilmez, sadece ilişki ve onlarla övünmek kaldırılır. "Birbirlerini sormazlar da": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Soylarla birbirlerinden haklarını terk etmeyi (almamayı) istemezler. İkincisi: Birbirlerinin durumlarını sormazlar, çünkü herkes kendi nefsiyle meşguldür. Üçüncüsü: Birbirlerine: "Sen hangi kabiledensin?” diye sormazlar, nitekim Araplar soyu bilip de adamın kadrini tanımak için böyle yaparlar. Bundan sonrası da "telfehu vücuhehümün nar” kavline kadar A’raf: 8’de geçmiştir. 104Ateş yüzlerini yalar. Onlarsa orada sırıtırlar. Zeccâc şöyle demiştir: Telfehu ile tenfuhu aynı manayadır. Ancak lefhin tesiri daha büyüktür. Kâlih de dudağı sıyrılıp da dişi görünen (sırıtan)dır, tıpkı dişleri görünen ve dudakları büzülmüş koyun başları gibi. İbn Mes’ûd da: Pişmiş kelle gibi sırıtandır, demiştir. Ebû Abdullah el - Hakim, Sahih’inde şöyle rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, bu âyette şöyle demiştir: Ateş onu pişirir; öyleki üst dudağı büzülür, başının ortasına varır, alt dudağı da sarkar, göbeğine varır. 105(Onlara): "Size âyetlerim okunmuyor muydu ki, onları yalanlıyordunuz?” (denir). "Değil miydi": Yani onlara: "Değil miydi?” denir. "Size âyetlerim okunuyor?": Yani Kur’ân, demektir. 106Derler: Rabbimiz, bedbahtlığımız bizi yendi ve biz bir sapıklar kavmi idik". "Kalu Rabbena ğalebet aleyna şıkvetüna": İbn Kesir, Âsım, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, şinin kesri ile elifsiz olarak "şikvetüna” okumuşlar; Amr b. As, Ebû Rezin el - Ukayli ve Ebû Recâ’ da aynı şekilde okumuşlardır, ancak şini fethalamışlardır. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû Abdurrahman es - Sülemi, Hasen, A’meş, Hamze ve Kisâi de şinin ve kafin fethi, elifle "şekavetüna” okumuşlardır. Hasen ile Katâde’den de böyle rivayet edilmiş, ancak şin meksurdur. Müfessirler şöyle demiştir: O güruh, üzerlerine yazılan bedbahtlığın kendilerini hidâyetten alıkoyduğunu ikrar etmişlerdir. 107"Rabbimiz, bizi buradan çıkar; eğer (yine küfre) dönersek, gerçekten zâlimleriz". "Rabbimiz, bizi bundan çıkar": Yani cehennemden çıkar, demektir. İbn Abbâs: Dünyaya dönmek istemişlerdir, demiştir. "Eğer dönersek": Yani küfür ve isyanlara demektir. 108Dedi: “sîn” in orada. Benimle konuşmayın!" “sîn” in orada (ihseu)": Zeccâc, Gazaba uğrayarak uzak olun, demiştir. Hase’tül kelbe: Köpeği azarlayarak uzaklaştırdım, demektir. "Benimle konuşmayın": Yani sizden azabın kaldırılması hakkında. Abdullah b. Amr da şöyle demiştir: Cehennem halkı, Malik’e kırk sene yalvarırlar; cevap vermez. Sonra da: "Burada kalacaksınız” (Zuhruf: 77) der. Sonra Rablerine seslenirler: "Rabbimiz, bizi buradan çıkar” diye, onları dünyanın ömrü kadar bekletir, sonra da: "Şüphesiz sizler kalacaksınız” der. Sonra yine Rablerine dua ederler: "Rabbimiz bizi buradan çıkar” diye, yine onları dünyanın yaşı kadar bekletir, sonra da onlara: " “sîn” in orada, benimle konuşmayın” diye cevap verir. Artık o zümre iç çekmek ve hıçkırmaktan başka bir kelime edemezler. 109"Çünkü kullarımdan bir grup: "Rabbimiz, iman ettik; bizi bağışla, bize merhamet et. Sen merhamet edenlerin hayırlısısın” diyorlardı da, Sonra niçin, “sîn” in orada dediğini şu sözüyle beyan etti: "innehu (çünkü)": İbn Mes’ûd, Ebû İmran el - Cevni ve Âsım el - Cahderi, hemzenin fethi ile "ennehu” okumuşlardır. "Kullarımdan bir grup idi": İbn Abbâs: Muhacirleri murat etmiştir, demiştir. "Fettehaztümühum": Zeccâc şöyle demiştir: En iyisi zalı teye idgam etmektir, çünkü mahreçleri yakındır. İstersen idgam etmezsin de (fekkedersin).Çünkü zal bir kelimeden, te de bir kelimedendir. Zal ile te'nin mahreçleri birbirine uzaktır. "Sihriyya": Nâfi, Hamze, Kisâi, Ebû Hatim de Ya’kûb ’tan rivayet ederek “sîn” in zammı ile burada ve Sad: 69’da "sühruyya” okumuşlardır. Mufaddal da Sad: 32’de onu izlemiştir. İbn Kesir, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir de, iki surede de “sîn” in kesri ile okumuşlardır. Zuhruf: 32’dekinin zammında ise ihtilaf etmemişlerdir. Ferrâ’ zammı, Zeccâc da kesri tercih etmiştir. İkisi bir manaya mıdır? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar iki lügattir, bir manayadır, bunu da Halil ile Sibeveyh, demişlerdir. Arapların şu kelimeleri de öyledir: Bahrün lücciyyün ve licciyyün, kevkebün dürriyyün ve dirriyyün. İkincisi: Kesr (sihriy) ayıplama (maskaraya alma) manasınadır. Zam da (suhriy) angarya çalıştırmak ve köle etmektir. Bunu da Ebû Ubeyde demiş, Ferrâ’ da bunu nakletmiştir. Bu, Hasen ile Katâde’den de rivayet edilmiştir. Ebû Ali de şöyle demiştir: Kesre ile okunanın kıraati zamme ile okuyanın kıraatından daha üstündür, çünkü o, alay etmektir, alay da da “sîn” in kesri daha çoktur. Mukâtil şöyle demiştir: Ebû Cehil, Ukbe ve Velid gibi Kureyş kâfirlerinin liderleri Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in Ammar, Bilal, Habbab ve Suhayb gibi ashabını alaya alır onlarla dalga geçer ve onlara gülerlerdi. 110"Onları eğlence edindiniz; ta ki, size zikrimi unutturdular. Siz de onlara gülerdiniz". "Size zikrimi unutturdular": Yani onlarla alay ederek dalga geçmeniz, size benim zikrimi unutturdu. Fiil, yapmasalar da mü’minlere nisbet edilmiştir; çünkü meydana gelmesine onlar sebep olmuşlardır; "şüphesiz onlar insanlardan birçoğunu saptırdılar” (İbrahim: 36) kavli de böyledir. 111"Şüphesiz ben de bugün onları sabrettikleri o şeyle mükâfatlandırdım. Şüphesiz onlar muratlarına erenlerin ta kendileridir". "Ben de bugün onları sabrettikleri şeyle mükafatlandırdım": Yani sizin eziyet ve alayınıza demektir. "Ennehüm": İbn Kesir, Nâfi', Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir, hemzenin fethi ile "ennehüm” okumuşlar; Hamze ile Kisa1 de kesri ile "innehüm” okumuşlardır. Kim fetha ile "ennehüm” okursa mana: Ben onları sabırları sebebiyle mükafatlandırdım, demektir. Kim de kesre ile "innehüm” okursa, yeni söze başlamış olur. 112Dedi: "Yerde seneler sayısınca ne kadar kaldınız?" "Kale kem lebistüm": Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir, "kale kem lebistüm” okumuşlardır. Bu, Allahü teâlâ’nın kâfirlere sorusudur. Onun vaktinde de iki görüş vardır: Birincisi: Onlar dirildikleri gün soracaktır. İkincisi: Cehenneme girmelerinden sonra soracaktır. İbn Kesir, Hamze ve Kisâi de: "Kul kem lebistüm” okumuşlardır; bunda iki görüş vardır: Birincisi: O, onlardan her birine hitaptır, mana da: De ki: Ey o kâfir. İkincisi: Mana şöyledir: Deyiniz. Bunu da tekile emir yerinde kullanmıştır, maksat çoğuldur. Çünkü mana anlaşılmaktadır. Ebû Amr, Hamze ve Kisâi "lebistüm"ün se’sini (te’ye) idgam ederler (lebittüm). Diğerleri idgam etmezler. Kim idgam ederse, se ile tenin mahreçleri yakın olduğu için eder. Kim de idgam etmezse, iki mahrecin farklı olduğundan etmez. Yerden neresi murat edildiğinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, kabirlerdir. İkincisi: Dünyadır. O insanlar gördükleri şiddet ve azap karşısında kaldıkları süreyi az görüp 113Dediler: "Bir gün yahut bir kısımı; sayanlara sor". "bir gün yahut yarım gün kaldık” demişlerdir. Ferrâ’ da, mana: Ne kadar kaldığımızı bilmiyoruz, demiştir. Sayanlardan kimlerin murat edildiği hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Meleklerdir, bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Hesap uzmanlarıdır, bunu da Katâde, demiştir. Hasen, Zührî, Ebû İmran el - Cevni ve İbn Ya’mur, şeddesiz dal ile "el - âdiyn” okumuşlardır. "Kale in lebistüm": İbn Kesir, Nâfi, Âsım, Ebû Amr ve İbn Âmir, "kale in lebistüm” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de "kul in lebistiüm” okumuştur. Mana da şöyledir: Ey ne kadar kaldıklarını soran kimse, de ki,. Kufelilerin Mushaflarında böyle olduğunu iddia etmişler; Hamze ile Kisâi de Mushaflarındakine göre okumuşlardır. Yani: Yeryüzünde kalmadınız, "ancak az kaldınız". Çünkü yerde (dünyada) ne kadar uzun kalsalar da, o sonludur, ateşte kalacakları ise sonsuzdur. 114Dedi: "Eğer gerçekten biliyor olsaydınız, ancak pek az kaldınız". "Eğer gerçekten biliyor olsa idiniz": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Yeryüzünde ne kadar kaldığınızı bilseydiniz. İkincisi: Eğer Allah’a döneceğinizi bilseydiniz, bunun için amel ederdiniz. 115"Sizi ancak boş yere yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" "E-fe-hasibtüm": Sandınız mı, demektir. "Ennemâ halaknâküm abesen": Yani abes için, abes de lügatte: Oyun demektir. Onun gerçek bir maksatla yapılmayan iş olduğu da söylenmiştir. "Ve enneküm ileyna lâ türce’ûn": İbn Kesir, Ebû Amr ve Âsım, te’nin zammesi ile "lâ türceun” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de fethi ile okumuşlardır. 116Gerçek Padişah Allah çok yücedir. O’ndan başka İlâh yoktur. İhtişamlı Arş’in Rabbidir. "Allah çok yücedir": Cahillerin O’nu niteledikleri şirk ve evlattan, "el - Melik": Hattâbî şöyle demiştir: O, bütün mülkler için mülkü tam olandır. Malik ise: Mülkü halis olandır. Biz de "hakk"ın manasını Yûnus: 32’de zikretmiş bulunuyoruz. "Rabbul arşil kerim": Kerîm, cansızların sıfatı olduğu zaman: Güzel manasınadır, İbn Muhaysın da mimin ref'i ile "el - kerimü” okumuştur, yani: Kerem sahibi Allah, Arş’in rabbidir, demektir. 117Kim Allah'lâ beraber kendisi için bir delil olmayan başka bir İlâha dua ederse, onun hesabı ancak Rabbinin yanındadır. Şüphesiz kâfirler iflah olmazlar. "Onun hakkında onun için delil yoktur": Yani o hususta delil ve delili yoktur, demektir. Bazıları da: O hususta burhanı yoktur, demişlerdir. "Onun hesabı Rabbinin yanındadır": Yani cezası Rabbinin yanındadır, demektir. 118De ki: "Rabbim, bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın". |
﴾ 0 ﴿