24-NÛR SÛRESİMedine’de inmiştir. 64 ayettir. Bismillahirrahmanirrahim 1Bu bir suredir; onu indirdik ve onu farz ettik. Belki öğüt alırsınız diye onda açık açık âyetler indirdik. Sûrenin tamamı ittifakla Medeni’dir. Ebû Abdullah Hakim, "Sahih"inde Âişe hadisinde Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onları (kadınları) üst kattaki odalara çıkarmayın, onlara yazı öğretmeyin; onlara ip eğirmesini ve Nûr suresini öğretin. 1 Bu sahih bir hadistir, Buhârî ile Müslim kitaplarına almamışlardır, demiştir. Zehebi ise onu eleştirmiş ve: Ben de hadisin mevzu (uydurma) olduğunu söylerim. Bu da ravi Abdülvehhab b. Dahhâk’tan kaynaklanıyor, demiştir. 1 - Hakim, Müstedrek, 2/396. "Suretün": Cumhûr ref ile okumuştur; Ebû Rezin el - Ukayli, İbn Ebi Able ve Mahbub da Ebû Amr’dan, nasb ile "sûreten” okumuşlardır. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Kim merfu okursa, müpteda yapmış olur, demiştir. Zeccâc da: Bu, çok çirkindir; çünkü nekiredir ve "enzelnaha” da onun sıfatıdır, demiştir. Ref de: Hazihi suretün takdirine göredir. Nasb’ın iki mülahazası vardır: Birincisi: Mana: Enzelna sûreten (bir sûre indirdik) tir. İkincisi: Ütlü sûreten (bir sûre oku) demektir. "Ve faradnaha": İbn Kesir ile Ebû Amr şeddeli (farradna) okumuşlardır. İbn Mes’ûd, Ebû Abdurrahman Sülemi, Hasen, İkrime, Dahhâk, Zührî, Nâfi, İbn Âmir, Âsım, Hamze, Kisâi, Ebû Cafer, İbn Ya’mur, A’meş ve İbn Ebi Able de şeddesiz okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Kim şeddeli okursa, iki izahı vardır: Birincisi: Teksir manasına göredir, yani biz onda çok farzlar koyduk, demektir. İkincisi: Ondaki helâl ve haramı iyice açıkladık ve ayırdık, demektir. Kim de şeddesiz okursa, Mana şöyledir: Ondakilerle amel etmeyi size lâzım kıldık. Başkası da şöyle demiştir: Kim şeddeli okursa, farzlarını açıkladık, demek ister. Kim de şeddesiz okursa, ondakileri farz kıldık, demek ister. 2Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah’ın dininde onlara karşı sizi bir acıma tutmasın, eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Cezalarına mü’minlerden bir grup şahit olsun. "Ezzaniyetü vezzani": Meşhur kıraat ref iledir. Ebû Rezin el - Ukayli, Ebû’l - Cevza, İbn Ebi Able ve İsa b. Ömer, nasb ile "ezzaniyete” okumuşlardır. Halil ile Sibeveyh de çoğunluk gibi ref'i yeğlemişlerdir. Zeccâc şöyle demiştir: Ref, Arap'çada daha kuvvetlidir, çünkü manası şöyledir: Kim zina ederse ona celde (değnek) vurun. Dayanağı da müpteda olmasıdır. Mensûb olması da câizdir ki, manası şöyledir: İclüdüzzaniyete. Celde ise, cilde yani deriye vurmaktır. Celedehu denir ki: Derisine vurdu demektir; batanehu denir ki: Karnına vurdu demektir. Müfessirler, âyetin manası şöyledir, demişlerdir: Zina eden kadın ve erkek hür, baliğ ve bekar iseler, "onlardan her birine yüzer değnek vurun". Şeyhimiz Ali b. Ubeydullah şöyle demiştir: Bu âyet, bekâra da dula da değnek vurulmasını iktiza eder, öngörür. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den bekâr hakkında celdeden fazla olarak bir sene sürgün, dul hakkında da celdeden fazla olarak recim rivayet edilmiştir. Ubade b. Samit, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bekâr bekârla zina ederse, yüz değnek ve bir yıl sürgün, dul dulla zina ederse, yüz değnek ve taşla recim vardır. Bekâr hakkında sürgünün vacip olduğunu söyleyenlerden bazıları şunlardır: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, İbn Ömer, onlardan sonra Atâ’, Tâvûs, Süfyan, Malik, İbn Ebi Leyla, Şâfiî, Ahmed ve İshak. Dul (önceden evlenmiş) için hem değnek hem de recim diyenler de şunlardır: Ali b. Ebû Talib, Hasen Basri, Hasen b. Salih, Ahmed ve İshak. Şöyle demiştir: Bazıları da, âyette zikredilen değnek bekâr hakkındadır. Daha önce evlenene ise celde lâzım gelmez; ancak recim lâzım gelir. Nehaî, Zührî, Evzai, Sevri, Ebû Hanife ve Malik de böyle demişlerdir. İmam Ahmed’ten de bir rivayette böyle gelmiştir. "Vela te’huzküm": Ebû Abdurrahman Sülemi, Ebû Rezin, Dahhâk, İbn Ya’mur ve A’meş ye ile "ye’huzküm” okumuşlardır. "Bihima re’fetün": Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi de hemzenin sükunu ile "re’fetün” okumuşlar; Ebû’l - Mütevekkil, Mücâhid, Ebû İmran el - Cevni ve İbn Kesir, hemzenin fethi ve kasrı ile raafe vezninde (reefe) okumuşlardır. Said b. Cübeyr, Dahhâk ve Ebû Recâ’ el - Utaridi de seâme ve keâbe vezninde "reâfe” okumuşlardır. Kelâmın manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlara karşı sizi acıma tutup da hafif dövmeyin, fakat canlarını yakın. Bunu da Said b. Müseyyeb , Hasen, Zührî ve Katâde, demişlerdir. İkincisi: Onlara karşı sizi acıma tutup da hadleri tatbik etmek ve uygulamaktan vazgeçmeyin. Bunu da Mücâhid, Şa’bî, İbn Zeyd ve diğerleri, demişlerdir. Hüküm: Âlimler hudutlarda darbın şiddeti konusunda ihtilaf etmişlerdir; Hasen Basri şöyle demiştir: Zina dayağı, iftiradan daha şiddetlidir. İftiranınki de içki içmeninkinden daha şiddetlidir. İçki içene tazir dayağından daha sert vurulur. Bizim arkadaşlarımızın mezhebi de böyledir. Ebû Hanife ise şöyle demiştir: Tazirin dayağı en şiddetlisidir. Zina dayağı, içki dayağından daha şiddetlidir. İçki içenin dayağı da iftira edenin dayağından daha şiddetlidir. İmam Malik de şöyle demiştir: Bütün hadlerdeki dayak eşittir; yaralamadan vurulur. Vurulucak organlara gelince: Meymuni, İmam Ahmed’ten zina dayağında şöyle dediğini rivayet etmiştir: Soyulur, her organa gereği kadar vurulur. Yüzüne ve başına vurulmaz. Ya’kûb b. Bahtan da: Başa, yüze ve üreme organlarına vurulmayacağım nakletmiştir. Ebû Hanife de bu görüştedir. İmam Malik de: Ancak sırta vurulur, demiştir. Şâfiî de: Üreme organından ve yüzden uzak durulur, demiştir. "Allah’ın dininde": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O’nun hükmünde demektir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Allah’a taatte, bunu da Maverdi zikretmiştir. "Velyeşhed azabehüma taifetün minel mü’minin": Zeccâc: Kıraat “Lâm” ın sükunu iledir, kesri de câizdir, demiştir. Azaplarından maksat da dayaktır. Gruptan ne kastedildiği hususunda da beş görüş vardır: Birincisi: Bir ve daha fazla kişidir. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid de böyle demiştir. Nehaî de: Bir kişi de gruptur, demiştir. İkincisi: İki ve yukarısıdır, bunu da Said b. Cübeyr ile Atâ’, demişlerdir. İkrime’den de iki görüşün de benzeri rivayet edilmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: Birinci görüş, lügatçilerin dediğine uymaz, çünkü taife (grup) cemaat manasındadır; cemaatin de en azı iki kişidir. Üçüncüsü: Üç ve yukarısı, bunu da Zührî, demiştir. Dördüncüsü: Dört kişidir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Beşincisi: On kişidir, bunu da Hasen Basri, demiştir. 3Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik kadınla nikahlanır. Zina eden kadın da ancak zina eden erkek yahut müşrik bir erkek nikahlanır. Bu, mü’minlere haram edilmiştir. "Zina eden erkek ancak zina eden kadını nikahlar": Abdullah b. Amr şöyle demiştir: Bir kadın zina ederdi, evleneceği kimseye de nafakasını temin etme şartını ileri sürerdi. Müslümanlardan bir erkek onunla evlenmek istedi, bunu Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e anlattı; âyet bunun üzerine indi. İkrime de şöyle demiştir: Âyet birtakım fahişeler hakkında indi; onlar Mekke’de ikamet ederlerdi. Onlardan dokuz tanesi bayraklı idi. Cahiliyede onların evlerine genelev denirdi. Onların yanına ehl-i kıbleden ancak zina eden veya putperestlerden müşrik girerdi. Müslümanlardan bazıları onlarla evlenmek istediler; bunun üzerine bu âyet indi. Müfessirler, âyetin manası şöyledir, demişlerdir: Müslümanlardan zina eden ancak o fahişelerden biri ile evlenir. "Yahut bir müşrik kadını": Çünkü onlar da öyle idiler. "Zina eden kadını” yani onlardan bir kadını "ancak zina eden veya müşrik bir erkek nikah eder": Arkadaşlarımızın mezhebi şöyledir: Bir erkek bir kadınla zina ederse, evlenmeleri ancak her ikisinin de Tevbe etmelerinden sonra câiz olur. "Vu hurrime zalike": Übey b. Ka’b, Ebû’l - Mütevekkil ve Ebû’l - Cevza, Allah ismini ziyade ederek "ve harremallahu zalike” şeklinde bütün harfleri fetha ile okumuşlardır. Zeyd b. Ali de, hanın fethi, şeddesiz ranın zammı ile "harume zalike” okumuşlardır. Sonra bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, zina edenlerin evlenmesidir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Zinadır, bunu da Ferrâ’, demiştir. 4Namuslu kadınlara iftira edip de sonra dört şahit getirmeyenlere, onlara seksen değnek vurun ve onların şahitliklerini kabul etmeyin. İşte onlar fasıkların ta kendileridir. "Namuslu kadınlara iftira edenler": Zinada recmi gerektiren namusluluğun (ihsanın) şartları bize göre dörttür: Buluğ, hürriyet, akıl ve geçerli nikahla cimâ etmek. İslâm ise ihsanda şart değildir, Ebû Hanife ile İmam Malik’e göre şarttır. İftira atmada ihsanın şartları da dörttür: Hürriyet, İslâm, iffet ve iftiraya uğrayanın cimâ edilir hale gelmesi. Âyetin manası şöyledir: Namuslu kadınlara zina isnat ederler, daha önce geçtiği için muhsanat lâfzı zikredilmemiştir. "Sonra getirmeyenler": İftira ettiklerine, "dört şahit": Adil ve karşı tarafın bunu yaptığını gördüklerine dair şahitlik eden, demektir. "Onlara değnek vurun": Yani iftira edenlere. Hüküm: Âyet şunu ifade etmektedir: İftira eden, eğer isbat edemezse, ona had lâzım gelir, şahitliği kabul olunmaz ve fasık sayılır. Fasıklığma bizzat iftira etmekle mi yoksa had vurulmakla mı hüküm verileceğinde ihtilaf etmişlerdir: Bizim arkadaşlarımıza göre; eğer isbat edemezse, fasıklığma hükmedilir, şahitliği de reddedilir. Şâfiî de bu görüştedir. Ebû Hanife ile Malik: Ona had tatbik edilmedikçe fasıklığma hükmedilmez, şahitliği de kabul olunur, demişlerdir. Hüküm: Üstü kapalı şekilde iftira etse, meselâ: Sen zina eden değilsin, annen de fahişe değildir, dese, bizim mezhebimizin meşhur kavline göre had lâzım gelir. Ebû Hanife: Had lâzım gelmez, demiştir. İftirada kölenin haddi, hürün haddinin yarısı kadardır, o da kırk değnektir. Bunu da çoğunluk demiştir. Ancak Evzai: Seksen değnektir, demiştir. Deliye iftira atana ise, Cumhûr: Had vurulmaz, demiştir. Lesy ise: Vurulur, demiştir. Çocuk, eğer cimâ edecek ve eğer kız ise cimâ edilecek yaşa gelmişse, iftira edene, had vurulur. İmam Malik: Emsali cimâ edilen kız çocuğuna iftira atana had vurulur, bu durumdaki erkek çocuğa iftira edene had vurulmaz, demiştir. Ebû Hanife ile Şâfiî, ikisine de iftira edene had vurulmaz, demişlerdir. Eğer bir kelime ile bir topluluğa iftira ederse, ona bir had lâzım gelir. Eğer her birine ayrı ayrı iftira ederse, her biri için bir had lâzım gelir. Bu da Şa’bî ile İbn Ebi Leyla’nın görüşüdür. Ebû Hanife ile arkadaşları: Ona bir had lâzım gelir, ister bir kelime ile isterse birkaç kelime ile iftira etsin, demişlerdir. İftira haddi kul hakkıdır, ondan temize çıkarmak ve onu affetmek câizdir. Ebû Hanife ise: O, Allah hakkıdır, demiştir. Bize göre iftiraya uğrayan istemedikçe ceza verilmez. Bu da çoğunluğun görüşüdür. İbn Ebi Leyla ise: İftiraya uğrayan istemese de devlet ona had vurur, demiştir. 5Ancak bunun ardından Tevbe edip (hallerini) ıslah edenler müstesna. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Ancak Tevbe edenler müstesnadır": Yani iftiradan Tevbe edenler, demektir. "Islah olanlar": İbn Abbâs: Açıktan Tevbe edenler, demiştir. Başkası da tekrar namuslu kadınlara iftira etmeyenler, demiştir. Bu istisnada iki görüş vardır: Birincisi: O, iftira haddinin ve şahitliği düşürmenin birlikte neshedilmesidir. Bu da İkrime, Şa’bî, Tâvûs, Mücâhid, Kasım b. Muhammed, Zührî, Şâfiî ve Ahmed’in görüşleridir. İkincisi: O, sadece fasıklık ile ilgilidir, şahitlik ise ebediyen kabul olunmaz. Bunu da Hasen, Şureyh, İbrahim ve Katâde, demişlerdir. Buna göre söz, "ebeden"de bitmiştir. İkinci görüşe göre istisna bütün kelâmdandır. Bu daha doğrudur, çünkü çirkin kelimeyi konuşanın günahı, onu irtikâp edenden daha büyük değildir. İftiraya uğrayanın cürmü, sabit olduktan sonra şahitliği kabul edilirse, iftira atanınki haydi haydi kabul edilir. İftira atanın günahı kafirinkinden daha ağır değildir; o, Müslüman olduğu takdirde şahitliği kabul olunur. 6Eşlerine iftira atıp da kendilerinden başka şahitleri olmayanlar (ise), onlardan birinin şahitliği, şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna dair Allah’a dört şahitliktir. "Eşlerine iftira atanlar": İniş sebebi şöyledir: Hilal b. Ümeyye, ailesinin yanında bir erkek buldu, onu gözü ile gördü ve kulağı ile işitti. Sabah oluncaya kadar sükunetini bozmadı; erkenden Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gitti: Ya Resûlallah, ben aileme geldim; yanında bir erkek buldum; gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem onun bu hareketinden hoşlanmadı, ona çok zor geldi. Sa’d b. Ubade diyor ki: Şimdi Resûlüllah Hilal’e vurur ve şahitliğini iptal eder, dedi. Hilal de: Allah’a yemin ederim ki, Allah bana bir çıkış yolu gösterecektir, dedi. Allah’a yemin ederim ki, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ona dayak atılmasını emretmek istemişti ki, birden üzerine vahiy indi. Bu âyet de bunun üzerine indi. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Başka bir hadis de şöyledir: Hilal’in suçladığı adam Şerik b. Sahma’dır ve Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem karısına iftira atan Hilal’e: Bana dört şahit getir, yoksa sırtını kırbaçlarım, dedi. Bu âyet bunun üzerine indi. Böylece iftira eden koca hakkında değnek cezası neshedildi. Âyetin hükmünün açıklanması Bir erkek karısına zina isnat ederse, ona (erkeğe) had lâzım gelir; isbat etmek veya lânetleşmekle bundan kurtulabilir. Eğer isbat ederse, kadına had lâzım gelir. Eğer kadınla lânetleşirse, kadına zinayı ispat etmiş olur, kadın da lânetleşmekle kurtulur. Eğer koca lânetleşmekten vazgeçerse, ona iftira cezası lâzım gelir. Eğer eş cayarsa, had lâzım gelmez; lânetleşinceye veya zinayı ikrar edinceye kadar hapsedilir, iki rivÂyetten birinde böyledir. Diğerinde ise serbest bırakılır. Ebû Hanife ise şöyle demiştir: Onlardan hiçbirine had vurulmaz, koca lânetleşinceye kadar hapsedilir. İmam Malik ile Şâfiî de: Onlardan cayana had lâzım gelir, demişlerdir. Lânetleşme ancak hakimin huzurunda gerçekleşir; eğer kadın utangaç ise, hakim onları lânetleştirecek bir vekil gönderir. Lânetleşmenin (Han’ın) şekli şöyledir: Kocadan başlanır, o da: Allah’a şahitlik ederim ki, ben ona isnat ettiğim zinada doğruyum, der ve bunu dört defa tekrar eder. Sonra beşincide: Eğer yalancılardan ise Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını söyler. Sonra da kadın dört defa: Şahitlik ederim ki, o bana isnat ettiği zina suçunda yalancıdır, der, sonra da: Eğer doğru ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını söyler. Sünnet olan lânetleşmenin ayakta yapılmasıdır. Koca lânet kelimesine gelince ona: Allah’tan kork; bu insanı ateşte yakar; dünya azabı ahiret azabından çok hafiftir, denilir. Aynısı gazap kelimesine gelince eşe de söylenir. Eğer çocukları varsa, onun babadan silinmesi için lânetleşmeye konulması gerekir; şahitlikte, bu çocuk benim değildir, der. Kadın da: Bu onun çocuğudur, diye ilavede bulunur. Hüküm: Fakihler lânetleşen eşler hakkında ihtilaf etmişlerdir; İmam Ahmed’ten meşhur olan şudur: İftirası sahih olan her eşin lânetleşmesi de sahih olur; bunun altına Müslüman, kâfir, hür ve köle girer. Kadın da böyledir. Bu Malik ile Şâfiî’nin görüşleridir. Ebû Hanife ise: Lânetleşme hür ile cariye arasında, köle ile hür kadın arasında, iki zimmi arasında yahut birisi zimmi ise câiz değildir. Harb, İmam Ahmed’ten böyle nakletmiştir. Mezhebin görüşü birincisidir. İmam Ahmed’ten kesin rivayet vardır ki, lânetleşme ayrılığı yalnız kocanın lânetleşmesi ile gerçekleşmez. Hakim ayırmadan gerçekleşmesinde ise iki rivayet vardır. Lânetleşmenin meydana getirdiği haramlık, ebedidir. Eğer lânetleşen erkek yalan söylediğini itiraf ederse, zevcesi ona yine helâl olmaz. Bunu Hazret-i Ömer, Ali ve İbn Mes’ûd demişlerdir. İmam Ahmed’ten de iki rivayet vardır, birisi budur. İkincisi de yalan çıktıktan sonra bir araya gelecekleridir. Ebû Hanife de bu görüştedir. "Velemtekün lehüm şühedaü illâ enfüsühüm": Ebû’l-Mütevekkil, İbn Ya’mur ve Nehaî, te ile "tekün” okumuşlardır. "Feşehadetü ahadihim erbau şehadatin": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek ayn’ın fethası ile "Erbaa” okumuşlardır. Hamze, Kisâi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, aynın ref’i ile okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Kim ref ile okursa, Mana şöyledir: Birinin iftira cezasını defedecek şahitliği dörttür. Kim de nasb ile okursa, mana: Onlara lâzım gelen birin dört şahitlik etmesidir. 7Beşincisi de, eğer yalancılardan ise, muhakkak Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasıdır. "Velhamisetü": Hafs, Âsım’dan rivayet ederek nasb ile "velhamisete” okumuştur. Bunu da "Erbaa şehadatin"e atfederek yapmış olur. "Enne lanetallahi aleyhi": Nâfi, Ya’kûb ve Mufaddal, iki yerde de nunu şeddesiz ve sakin "en lanetullahi” ve "en ğadabullahi"; "lanetü"nün hesini ve "ğadabu"nun besini de merfu okumuşlardır. Ancak Nâfi dad’ı meksur ve beyi de meftuh okuyarak "ğadıbe” okumuştur. 8Kocasının gerçekten yalancılardan olduğuna dair Allah’a dört şahitlik etmesi, ondan (kadından) cezayı defeder. 9Beşincisi de, eğer kocası doğru ise, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasıdır. "Ve yedreü anha": Kadından defeder, "azabı": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: “Had” dir. İkincisi: “Hapis” tir, bu ikisini İbn Cerir zikretmiştir. Üçüncüsü: “Âr” dır. 10Eğer üzerinizde Allah’ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah Tevbeleri çok kabul eden ve hikmet sahibi olmasaydı (haliniz nice olurdu?) "Eğer Allah’ın lütfü ve rahmeti üzerinizde olmasaydı": Yani örtmesi ve nimeti, demektir. Zeccâc şöyle demiştir: "Levla"nın cevabı burada zikredilmemiştir, Mana da şöyledir: Eğer bu olmasa idi, içinizden yalancıya büyük bir azap dokunurdu. Başkası da şöyle demiştir: Eğer Allah’ın lütfü olmasaydı, eşlerden yalancıyı açığa çıkarır ve ona had uygulanırdı. "Ve Allah Tevbeleri çok kabul eden olmasaydı": Bu da günahtan dönene rahmet edeceğini gösterir. "Hikmet sahibi": Farz kıldığı hadlerde, demektir. 11Şüphesiz o iftirayı getirenler (atanlar), içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şer sanmayın. Bilakis o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkes için günahtan kazandığı vardır. Onlardan büyüğünü üstlenen için de ona büyük bir azap vardır. "Şüphesiz o iftirayı atanlar": Müfessirler bu âyetin ve ondan sonra ona bağlı olanların Hazret-i Âişe kıssasında indiğinde müttefiktirler. İfk (iftira) hadisinde bundan onuncu ayete kadar olanlar Âişe kıssasında inmiştir. Biz de ifk hadisini "Kitabu’l - Hadaik” ve "Kitabu’l - Muğni fi’t - Tefsir’de zikrettiğimiz için burada tekrar zikrederek uzatmadık. Çünkü bizim maksadımız ezberlenmesi için bu kitabı kısa yazmaktır. Usbe: Cemaat manasınadır, "sizden” kavlinin manası da: Mü’minlerden demektir. Hazret-i Âişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onlar dört kişidirler: Hassan b. Sabit, Abdullah b. Übey, Mistah b. Esase ve Hamne bint Cahş. Mukâtil de onları böyle saymıştır. "Onu sizin için bir şer sanmayın": Müfessirler: Bu, Hazret-i Âişe ile Safvan b. Muattal’a hitaptır, demişlerdir. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Bekir ve Âişe’ye diyenler de olmuştur. Mana da şöyledir: Sizler ondan ecir kazanacaksınız. "Onlardan herkes için vardır": Yani yalancı zümreden, demektir. "Günahtan kazandığı": Yani olayın içine ne kadar dalmışsa yaptığı günahtan o kadar cezası vardır, demektir. "Vellezi tevella kibrehu minhüm": İbn Abbâs, Ebû Rezin, İkrime, Mücâhid, İbn Ebi Able, Hasen, Mahbub da Ebû Amr’dan ve Ya’kûb , kâfin zammı ile "kübrehu” okumuşlardır. Kisâi de: İkisi de lügattir, demiştir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Kibrüşşey’: Bir şeyin çoğudur. Bu âyet de ondandır. Şair Kays b. Hatim, bir kadını zikrederek şöyle demiştir: Hakkındaki şeylerin çoğunu kabul etmiyor, Kalktığı zaman da neredeyse (yaşlılıktan) beli iki büklüm oluyor. Bunu üstlenende de iki görüş vardır: Birincisi: O, Abdullah b. Übey’dir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan, Urve de Hazret-i Âişe’den rivayet etmiştir. Mücâhid, Süddi ve Mukâtil de böyle demişlerdir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Olayı yayan odur, onun için cehennemde büyük azap vardır. Dahhâk da: İşi başlatan odur, demiştir. İkincisi: O, Hassan’dır, Şa’bî, Hazret-i Âişe’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hassan’ın şiirinden daha güzelini görmedim, onun için cennet umuyorum. Kendisine: "Ey Mü’minlerin annesi, Allahü teâlâ: "Onlardan işin büyüğünü üstlenen için büyük bir azap vardır” demiyor mu?” dediler, o da: "Gözü gitmedi mi?” dedi. Mesruk da ondan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hangi azap körlükten daha şiddetlidir? Belki de Allah o büyük azabın yerine gözünü almıştır, böyle derken Hassan’ı kastetmiştir. 12Onu işittiğiniz zaman mü’min erkekler ve mü'min kadınlar içlerinde bir hayır zannedip, "bu, gerçekten apaçık bir iftiradır” demeli değiller miydi? Sonra aziz ve celil olan Allah, iftira olayına kendilerini kaptıranlar hakkında ret mahiyetinde şöyle dedi: "Onu işittiğiniz zaman” Yani ey yalancı güruh, Âişe’ye iftira atıldığını işittiğiniz zaman "mü’min erkekler zannetmeli değil miydi?” bunlar da o yalancı gruptan Hassan ile Mistah’tır. "Ve mü’min kadınlar": O da Hamne bint Cahş’tir. "içlerinde": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Annelerini. İkincisi: Kız kardeşlerini. Üçüncüsü: Dinlerinden olanları. Çünkü mü’minler bir tek nefis gibidirler. "Bu, apaçık iftiradır, demeli değil miydiler?": Yani yalan olduğu besbelli. Tefsirde şöyle gelmiştir: Ebû Eyyub el - Ensari’ye annesi: "İnsanların Âişe hakkında dediklerini işitmedin mi?” dedi. O da: "Bu, apaçık bir iftiradır, ey anne, sen olsan bunu yapar miydin?” dedi. O da: Allah korusun, dedi. O da: Allah’a yemin ederim ki, Âişe senden daha hayırlıdır, dedi. Bu âyet de bunun üzerine indi. 13Ona dört şahit getirmeli değiller miydi? Getirmedilerse, işte onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir. "Levla cau": Hella manasınadır, anlamı da: "O yalancı gruh Âişe’ye attıkları iftira hakkında getirmeli değiller miydi?” demektir. "Bierbaati şühedae": Dahhâk ile Âsım el - Cahderi, tenvinli olarak "bi-erbaatin” okumuşlardır. Mana da: Attıkları iftirayı gören dört şahit, demektir. "Şahitleri getirmeyince onlar Allah katında": Yani O’nun hükmünde "yalancılardır". Sonra münafıklardan bahsederek şöyle dedi: 14Eğer dünya ve ahirette üzerinizde Allah’ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu şeyde size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. "Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı": Yani eğer Allah size böyle ihsan etmeseydi, "elbette size dokunurdu": Yani sizi çarpardı "tutup içine daldığınız şeyde” o da yalan ve iftiradır "büyük bir azap": Dünya ve ahirette. Sonra o lütfü olmasaydı çarpılacakları azabın vaktini zikredip "iz telekkavnehu” dedi. Erkekler birbirleriyle karşılaşır: Ben şöyle bir şey duydum, der, o da onu alır başkasına ulaştırırdı. Ömer b. Hattab, şeddesiz merfu bir te, sakin lâm, merfu ve şeddesiz kaf ile "iz tulkunehu” okurdu. Muaviye ile İbn Semeyfa’ da öyle okurlardı, ancak o ikisi teyi ve kafi fethalı okurlardır. İbn Mes’ûd da, iki te, mensûb lâm ve şeddeli kaf ile "tetelekkavnehu” okumuştur. Übey b. Ka’b, Âişe, Mücâhid ve Ebû Hayve, şeddesiz meftuh bir te, meksur lâm ve merfu kaf ile "telikunehu” okumuşlardır. Zeccâc: "Telikunehu": Onu birbirlerine atar, ulaştırırlar, demiştir. Telikunehu’nun manası da Yalanı hızla yayardınız, demektir. Velaka yeliku: Yalan ve saireyi hızla yaymaktır. Şair şöyle demiştir: Ans onu Şam’dan hızla getirdi. 15Çünkü siz onu dillerinize doluyor ve o hususta hiç bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla konuşuyorsunuz ve onu basit sanıyorsunuz. Halbuki o, Allah katında büyüktür. Yani süratle, demektir. İbn Kuteybe de: "Telekkavnehu": Onu kabul ediyorsunuz, demiştir. Kim "telikunehu” okursa: Velk’tan getirir ki, o da yalandır. "Bilginiz olmadığı şeyi ağızlarınızla söylüyorsunuz": Yani onun gerçek olduğunu bilmeden, demektir. "Onu sanıyorsunuz": Yani o iftirayı. "Basit": Yani günah olmayan önemsez bir şey sanıyorsunuz. "Hâlbuki o Allah katında büyüktür": Günah bakımından. Sonra onları daha çok reddederek: 16Onu işittiğiniz zaman: "Bizim için bunu konuşmak olmaz. Seni tenzih edeniz. Bu, büyük bir bühtandır” demeli değil miydiniz? "Onu işittiğiniz zaman bizim için olmaz demeli değil miydiniz?” dedi. Yani: Bize helâl olmaz ve bize yakışmaz deseydiniz. "Bunu konuşmak, sübhallah": Bunun tenzihe de şaşmaya da ihtimali vardır. Hazret-i Âişe rivayet etmiştir: Ebû Eyyub el - Ensari’nin karısı, ona: "Halkın konuştuklarını işitmedin mi?” dedi. O da: "Bizim böyle şeyleri konuşmamız yaraşmaz...” dedi. Âyet de bunun üzerine indi. Az önce bunu annesinin dediğini, geçen âyetin de onun üzerine indiğini rivayet etmiştik. Said b. Cübeyr’den rivayet edilmiştir: Sa'd b. Muaz, bunu işitince: Sübhaneke hâza bühtanün azim, dedi. İnsanlara da: Sa’d gibi deseydiniz, ya, denildi. 17Eğer mü’minler iseniz, Allah size böyle bir şeye ebediyen dönmekten size öğüt veriyor / yasaklıyor. "Allah size öğüt veriyor": Yani Allah sizi yasaklıyor, "bunun gibi bir şeye dönmenizden", yani bu kabilden şeylere, demektir. "Eğer mü’minler iseniz": Çünkü namuslu kadınlara iftira etmemek imanın şartındandır. 18Allah size âyetlerini açıklıyor. Allah hakkıyle bilendir, hikmet sahibidir. "Allah size âyetleri açıklıyor": Emir ve yasak hususunda. 19Şüphesiz iman edenler arasında çirkin şeylerin yayılmasını sevenler var ya, onlar için dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Sonra iftira atanları: "Şüphesiz çirkin şeylerin yayılmasını sevenler” diyerek tehdit etti, yani fuhuş iftirası atanları ki, o da zinadır. "İman edenler arasında, onlar için dünyada acıklı bir azap vardır": O da celde (dayak) demektir, "ahirette de": O da cehennem azabıdır. Amre, Hazret-i Âişe’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Benim temiz olduğuma dair vahiy gelince, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem minbere çıktı; bunu zikretti ve inen Kur’ân âyetlerini okudu. Aşağı inince iki erkekle bir kadına had vurulmasını emretti. Ebû Salih de İbn Abbâs’tan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in Abdullah b. Übey, Mistah b. Esase, Hassan b. Sabit ve Hamne bint Cahş’e değnek vurduğunu rivayet etmiştir. Üç kişiye gelince, onlar Tevbe ettiler. Abdullah b. Übey ise münafık olarak öldü. Bazı Âlimler bunun sıhhatini kabul etmez ve: Hiç kimseye had vurmadı, derler. "Allah bilir": İçine daldığınız şeyin kötülüğünü ve bağrında ne gibi gazab-ı İlâhi sakladığını. "Sizler bilmezsiniz": Bunu. 20Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, şüphesiz Allah çok şefkatli, çok merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu?) "Eğer üzerinizde Allah’ın lütfü olmasaydı": Cevabı mahzuftur, o da şöyledir: Âişe’ye dediğiniz şey için sizi mutlaka cezalandırırdı. İbn Abbâs: Mistah, Hassan ve Hamne’yi murat etmiştir, demiştir. 21Ey o iman edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şüphesiz o, çirkin ve kötü şeyleri emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimseyi ebediyen temizlemezdi. Ancak Allah dilediği kimseyi temizler. Allah hakkıyle işiten, kemaliyle bilendir. "Şeytanın adımlarını izlemeyin": Yani onun Âişe'ye atılan iftirayı süslemesini, demektir. "Hutuvat"ın şerhi ve fahşa ile münkerin açıklaması da Bakara: 168, 169’da geçmiştir. "Ma zeka minküm": Hasen, Mücâhid ve Katâde, kâfin şeddesiyle "ma zekka” okumuşlardır. Bununla muhatap olanlar hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, bütün insanlar için geneldir. İkincisi: O, iftirayı konuşanlara özeldir. Sonra bunun manasında da dört görüş vardır: Birincisi: Hidayete eremezdi, demektir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Müslüman olamazdı, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Üçüncüsü: Halini ıslah edemezdi, bunu da Mukâtil, demiştir. Dördüncüsü: Temizlenemezdi, bunu İbn Kuteybe demiştir. "Ancak Allah dilediğini temizler": Yani dilediğini Tevbe ve mağfiret ile günahtan temizler, demektir. Mana da: Sizin Tevbe etmenizi diledim demektir. "Allah hakkıyle işiten, kemaliyle bilendir": İçlerinizdeki Tevbe ve pişmanlığı bildi, demektir. 22İçinizden fazilet ve bolluk sahibi olanlar; akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermemelerine yemin etmesinler. Affetsinler, vazgeçsinler. Allah’ın, sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Vela ye’teli": Hasen, Ebû’l - Âliyye, Ebû Cafer ve İbn Ebi Able, te ile lâm arasında meftuh hemze, şeddeli lâm ile yetealle vezninde "vela yeteelle” okumuşlardır. Müfessirler iniş sebebi şöyledir, demişlerdir: Ebû Bekir es - Sıddik, akrabalığı ve fakirliğinden dolayı Mistah’a nafaka verirdi. O, Âişe olayına dalınca, Ebû Bekir: Allah’a yemin ederim ki, ona bir daha yardım etmeyeceğim, dedi. Bu âyet de bunun üzerine indi. "Fadl": Ebû Ubeyde: O, ihsan demiştir. Saat de: Bolluktur. Müfessirler: Ondan murat edilen de Ebû Bekir'dir, demişlerdir. "Enyu’tu": İbn Kuteybe, manası: Enlayu’tu (vermemeye) demiştir, "lâ” da hazfedilmiştir. "Akrabalardan” maksat da Mistah'tır, o, Ebû Bekir’in teyzesinin oğlu idi, yoksul ve muhacir idi. Müfessirler şöyle demişlerdir: Ebû Bekir: "Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?” sözünü duyunca: Evet, ya Rabbi, dedi ve Mistah’a tekrar yardım etmeye başladı. 23Şüphesiz bir şeyden habersiz namuslu mü'min kadınlara iftira atanlar, dünyada ve ahirette lânet edilmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır. "Şüphesiz namuslu kadınlara iftira atanlar": Yani iffetli kadınlara demektir. "Bir şeyden habersiz": Fuhuştan, demektir. "Lânet edildiler dünyada": Yani değnek cezası ile, ahirette de ateşle demektir. Âlimler bunun kimler hakkında indiğinde dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O, özellikle Hazret-i Âişe hakkında inmiştir. Husayf şöyle demiştir: Said b. Cübeyr’e bu âyeti sordum: "Namuslu bir kadına iftira atana Allah lânet mi eder?” dedim. O da: Hayır, bu âyet özellikle Hazret-i Âişe hakkında indi, dedi. İkincisi: O, özelilkle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in eşleri hakkındadır, bunu da Dahhâk, demiştir. Üçüncüsü: O, hicret eden kadınlar hakkındadır. Ebû Hamze es-Sumali şöyle demiştir: Bize ulaştığına göre bir kadın hicret etmek üzere Medine’ye çıktı, Mekke müşrikleri ona iftira edip: Fuhuş yapmak için çıktı, dediler. Bu âyet de bunun üzerine indi. Dördüncüsü: O, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in hanımları ve diğerleri için geneldir, bunu da Katâde ile İbn Zeyd, demişlerdir. Eğer: "Niçin namuslu kadınlar denildi de erkeklerden bahsedilmedi?” denilirse. Cevap şöyledir: Mü’min bir kadına iftira eden mutlaka onunla beraber erkeğe de etmiştir, onun için mü’min erkeklerden bahsedilmedi. Şu âyet de öyledir: "Elbiseler sizi sıcaktan korur” (Nahl: 81). Soğuktan da korur denmek istenmiştir. Bunu da Zeccâc, demiştir. 24O günde dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları şeylere dair aleyhlerine şahitlik edecektir. "Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm": Hamze, Kisâi ve Halef, ye ile "yeşhedü” okumuşlardır. Dillerinin şahitliği de konuştukları iftiraları ikrar etmesidir. Ebû Süleyman Dımeşki, şöyle demiştir: Bunlar, ağızları mühürlenecek olanlardan başkadır. İbn Cerir de, mana şöyledir, demiştir: Bazılarının dilleri bazılarına şahitlik eder. 25O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını verecektir ve şüphesiz Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir. "O gün Allah onlara hak olan cezalarını verecektir": Yani adil şekilde hesaba çekecektir, demektir. Hak ettikleri cezayı diyenler de olmuştur. Mücâhid, Ebû’l - Cevza, Humeyd b. Kays ve A’meş merfu kaf ile "dinehümülhakku” okumuşlardır. "Şüphesiz Allah’ın apaçık hak olduğunu da bilecekler": İbn Abbâs: Olay şudur: Abdullah b. Übey, dinde şüphe ederdi, kıyamet olduğu zaman bilecek, fakat fayda sağlamayacaktır, demiştir. 26Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara (yakışır). İşte onlar (başkalarının) dediklerinden münezzehtirler. Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır. "Kötü kadınlar kötü erkeklere": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Kötü kelimeleri ancak kötü erkekler ve kadınlar konuşur, iyi kelimeleri de ancak iyi erkekler ve kadınlar konuşurlar. İkincisi: Kötü kelimeler ancak kötü erkek ve kadınlara yapışır. İyi kadınlar ve iyi erkeklere gelince, onlar hakkında ancak iyi konuşmak yaraşır. Üçüncüsü: Kötü kadınlar kötü erkekler içindir, iyi kadınlar da iyi erkekler içindir. Dördüncüsü: Kötü ameller kötü insanlara, kötü insanlar da kötü amellere yaraşır, iyiler de böyledir. "İşte onlar": Yani Âişe ile Safvan, "münezzehtirler", "onların dediklerinden": Yani iftiradan. "Onlar için bir bağışlanma vardır": Günahları için. "Ve bol bir rızık vardır": Cennette. 27Ey o iman edenler, evlerinizden başka evlere, durumu öğreninceye ve halkına selam verinceye kadar girmeyin. İşte bu, sizin için daha hayırlıdır. Belki iyice düşünürsünüz. "Evlerinizden başka evlere girmeyin": Tefsirciler şöyle demişlerdir: Âyetin iniş sebebi şudur: Ensardan bir kadın, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi: Ya Resûlallah, ben evimde öyle halde bulunuyorum ki, o halde beni kimsenin görmesini istemiyorum. Ailemden bir erkek ise durmadan yanıma girip çıkıyor, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. O indikten sona Ebû Bekir: "Ya Resûlallah, hanlar, içinde kimsenin olmadığı meskenler ne olacak?” dedi. Bunun üzerine de: "Oturulmayan evlere girmenizde size bir günah yoktur” kavli indi. "Evlerinizden başka evlere girmeyin” kavlinin manası: Size ait olmayan evlere, demektir. Kurralar "buyut” kelimesinin be’sinde ihtilaf ettiler: Bazıları zammı ile (buyut) okudular, bazıları da kesri ile (biyut) okudular. Biz de bunu Bakara: 189’da açıklamıştık. "Hatta teste’nisu": Ferrâ’, kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri de: Hatta tüsellimu ve teste’nisu, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: "Teste’nisu” lügatte: İzin istemektir. Tefsirde de böyledir. İstizan bilgi edinmektir: Âzentuhu bikeza dersin ki, ona bildirdim, demektir. Ânestü minhü keza ise: Ondan bildim, demektir. "Fein ânestüm minhüm rüşden” (Nisa: 6) kavli de böyledir ki: Onlardan bilirseniz, demektir. Âyetin manası da: Ev sahiplerinin girmenizi isteyip istemediklerini bilinceye kadar, demektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bilgi isteme şöyle olur: "Esselamü aleyküm, gireyim mi?” dersin. Bu Âyetten dolayı izinsiz girmen câiz değildir. "Bu sizin için daha hayırlıdır": İzinsiz girmekten. "Belki iyice düşünürsünüz": İzin istemenin hayırlı olduğunu düşünür ve onu uygularsınız. Atâ’ şöyle demiştir: İbn Abbâs’a: "Aynı evde yaşadığımız halde annemin ve kız kardeşimin yanına girerken izin mi isteyeceğim?” dedim. O da: "Onları çıplak görmek ister misin?” dedi. Ben de: Hayır, dedim. O da: Öyleyse izin iste, dedi. 28Eğer orada bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size: "Dönün” derlerse, dönün. Bu, sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilendir. "Orada bir kimse bulamazsanız": Yani onu boş bulursanız, demektir. Size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size: "Dönün” derlerse, siz de dönün": Yani sizi kabul etmezlerse, kapılarında durup beklemeyin. "O sizin için daha temizdir": Yani dönmek sizin için daha hayırlı ve daha erdemlidir. "Allah yaptıklarınızı” izinli veya izinsiz girdiğinizi "hakkıyla bilendir". Bu âyet mensuh mudur değil midir? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onun hükmü bütün evler için geneldir, sonra onlardan içinde sahipleri olmayan evler neshedildi, çünkü "içinde oturulmayan evlere girmenizde size günah yoktur” dedi. Bu da Hasen ile İkrime’den rivayet edilmiştir. İkincisi: Âyetin ikisi de muhkemdir; izin birincide, evin sahipleri olursa şarttır. İkincisi de oturanı olmayan evler hakkında varit olmuştur. İzin de izin veren olmadan düşünülemez. İzin iptal olursa, boş evler de birinciye dahil olmaz. Bu daha doğrudur. 29Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere girmenizde size bir günah yoktur. Allah açıkladığınızı da gizlediklerinizi de bilir. "Oturulmayan evlere girmeniz": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Onlar hanlar, barınak olarak ve eşya koymak için yapılan sebil evlerdir (kervan saraylardır). Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Onlar harabe evlerdir, meta da: Orada büyük ve küçük abdest bozma gibi şeylerdir. Üçüncüsü: Onlar Mekke evleridir, bunu da Muhammed b. Hanefiyye, demiştir. Dördüncüsü: Çarşıda tüccarların dükkanlarıdır, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Beşincisi: Onlar içinde oturan olmayan bütün evlerdir. Çünkü izin, içinde oturandan dolayıdır. Bunu da İbn Cüreyc, demiştir. Bu durumda "meta'ın manasında üç görüş ortaya çıkmış olur: Birincisi: Alınıp satılan emtiadır. İkincisi: Büyük küçük abdest bozmadır. Üçüncüsü: Sıcaktan ve soğuktan korunmak için evlerden istifade etmektir. 30Mü’min erkeklere söyle gözlerini kapatsın ve namuslarını muhafaza etsinler. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır. "Kul lilmü’minine yeğuddu min ebsarihim": "Min” üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, sıladır, yani zaittir. İkincisi: Asildir, çünkü gözlerini mutlak olarak yummakla emrolunmadılar; sadece helâl olmayan şeylerden kapatmakla emrolundular. "Namuslarını muhafaza etsinler": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Kendilerine helâl olmayan şeylerden, bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: Görünmekten, bu da onlar için kapatma emridir. Bunu da Ebû’l - Âliyye ile İbn Zeyd, demişlerdir. "Bu": Gözü kapatmaya ve namusları muhafaza etmeye işarettir. "Onlar için daha temizdir": Yani daha hayırlı ve daha faziletli, demektir. "Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır": Gözlerde ve avret yerlerinde yaptıklarından demektir. Sonra erkeklere emrettiğini kadınlara da emretti. 31Mü’min kadınlara da söyle gözlerini kapatsın, namuslarını muhafaza etsin ve ziynetlerini, görünen kısmı hariç, göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar. Ziynetlerini de göstermesinler; ancak şunlar hariç: Kocaları yahut babaları yahut kocalarının babalan yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğulları yahut kız kardeşlerinin oğulları yahut kadınları (hemcinsleri) yahut sağ ellerinin sahip olduklan (köleleri) yahut erkeklerden kadınlara ihtiyacı olmayan uyuntular veyahut kadınların avret yerlerini fark etmeyen çocuklar. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte Allah’a Tevbe edin, belki muradınıza erersiniz. "Ziynetlerini göstermesinler": Yani mahrem olmayanlara açmasınlar. Ziynetleri iki kısımdır: Gizlidir; meselâ bilezikler, küpeler, pazuya takılan bilezikler, gerdanlıklar vb. gibi. Açık olanı da "Ancak görünen kısmı hariç” kavlinde işaret edilendir ki, onda da yedi görüş vardır: Birincisi: Onlar giysilerdir, bunu Ebû’l-Ahvas, İbn Mes’ûd’dan rivayet etmiştir. Başka bir lâfız (varyant)ta da: Üstlüktür, demiştir. İkincisi: O el, yüzük ve yüzdür. Üçüncüsü: Sürme ve yüzüktür. Bu ikisini Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: Boncuktan dizilen bilezikler, yüzük ve sürmedir. Bunu da Misver b. Mahreme, demiştir. Beşincisi: Sürme, yüzük ve kınadır, bunu da Mücâhid, demiştir. Altıncısı: Yüzük ve bileziktir, bunu da Hasen, demiştir. Yedincisi: Yüz ve ellerdir, bunu da Dahhâk, demiştir. Kadı Ebû Ya’lâ: Kıyasa en yakın olan ilk görüştür, demiştir. İmam Ahmed de bunu açıkça belirtmiş: Açık ziynet: Elbisedir, kadının her şeyi, hatta tırnağı bile avrettir, demiştir. Bu, yabancı kadınlara mazeret olmadan bakmanın da haram olduğunu ifade eder. Eğer onunla evlenmek veya aleyhine şahitlik etmek istemesi gibi bir mazeret olursa, özel olarak bu iki durumda yüzüne bakabilir. Ama mazeret olmadan ona bakmak, ne şehvetle ne de şehvetsiz câiz değildir. Bunda yüz, eller ve bedenin diğer kısımları birdir. Eğer: "Neden kadın yüzünü açmakla namazı bozulmuyor?” denilirse, Cevap şöyledir: Çünkü onda külfet olduğu için affedilmiştir. "Velyadribne bihumurihinne": Humur, himar’ın çoğuludur, o da: Kadının başını örttüğü şeydir. Mana da: Peçeleri atsınlar "yakalarının üzerine” demektir; maksat da onunla saçlarını, küpelerini ve boyunlarını kapatmaktır. İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b, İbrahim Nehaî ve A’meş, cimin kesri "alâ ciyubihinne” okumuşlardır. "Ziynetlerini göstermesinler": Yani gizli ziynetlerini, demektir. Bunun da açıklaması az önce geçmiştir. "Ancak kocalarına": İbn Abbâs: Çarşaf ve başörtülerini ancak kocalan için bırakabilirler, demiştir. "Yahut kadınlarına": Yani Müslüman kadınlara, demektir, imam Ahmed şöyle demiştir: Müslüman kadının gayri Müslim Yahudi ve Hıristiyan kadınların yanında başını açması helâl değildir, onlar Müslüman kadını öpemezler, demiştir. "Yahut sağ ellerinin sahip olduklarına": Arkadaşlarımız: Bundan maksat da: Erkek köleler değil cariyelerdir, demişlerdir. Şâfiî’nin arkadaşları: Buna köleler de dahildir; onlara göre kadının mahremlerine açtığı yerleri kölelerine de açması câizdir. Çünkü Şâfiî mezhebine göre onlar da mahremdir. Bize göre ise mahrem değildir; yüzünden ve ellerinden başka yerlere bakması câiz değildir, İmam Ahmed de, kölenin, hanımefendisinin saçına bakması câiz değildir, demiştir. Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Âyette sadece cariyelerden bahsedilmesi, şunun içindir; çünkü birisi kadının ziynetlerini cariyelere de açması câiz değildir zannedebilir. Zira daha önce zikredilenler hürler idi. Cariyeler zikredilince, müşkil ortadan kalkmış oldu. "Yahut uyuntulara": Bunlar da o kavme tabi olup onlara hizmet için yanlarında bulunanlardır. Zira onlar da onların arasında yetişmişlerdir. Müfessirlerin bunlar hakkında da dokuz görüşleri vardır: Birincisi: O, kadının iştah duymadığı ve erkeğin de onu kıskanmadığı ahmak kimsedir. Bunu da Katâde demiştir. Mücâhid de şöyle demiştir: O, yemek isteyip de kadın istemeyen geri zekalıdır. İkincisi: O, erkeklik organı kesik olandır, bunu da İkrime, demiştir. Üçüncüsü: Hünsadır (er dişidir), o erkeğe tabi olur, yemeğine yardım eder, kadınlarla olamaz ve onları gönlü çekmez. Bunu da Hasen, demiştir. Dördüncüsü: O, pir -i fanidir. Beşincisi: O, hizmetçidir, bu ikisini İbn Saib, demiştir. Altıncısı: O, kadınlara ilgi duymayandır; ya yaşlılığından yahut ihtiyarlığından yahutta küçüklüğünden dolayı. Bunu da arkadaşlarımızdan İbn Münadi, demiştir. Zeccâc şöyle demiştir: "Gayri” kelimesi tabiin’in sıfatıdır, bunda da "yahut sağ ellerinin sahip olduğuna” kavlinin manasının "erkeklerden kadınlara ihtiyacı olmayan” demek olduğuna delil vardır; bunun da manası: Ziynetlerini ne kölelerine ne de hizmetçilerine göstermesinler, ancak ihtiyaç sahibi olmamaları hariç, demektir. İrbe de: İhtiyaçtır, manası da: Kadınlara ihtiyaç duymayan demektir. "Evittıfl": İbn Kuteybe; Etfal murat etmiştir, demiştir. Delili de "lem yazheru alâ avratin nisai” kavlidir ki: Onları bilmeyen çocuklar demektir. "Ayaklarını vurmasınlar": Yani birini diğerine vurmasınlar da halhal halhala değip de iki halhali olduğu anlaşılmasın. 32İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer Fakir olurlarsa, Allah onları lütfundan zengin eder. Allah geniştir, hakkıyle bilendir. "Bekârları evlendirin": Onlar eşleri olmayan erkekler ve kadınlardır. Recülün eyyimün vemreetün eyyimün, ve recülün ermilün vemreetün ermiletün, ve recülün bikrün vemreetün bikrün, denir, evlenmemişlerse. Vemreetün seyyibün ve recülün seyyibün denir, evlenmişlerse (dul). "Kölelerinizden iyileri": Abd, ibad ve abîd denir, kelb, kilâb ve kelîb denildiği gibi. Hasen ile Muaz el - Kari, "min abîdiküm” okumuşlardır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Buradaki emir menduptur. Burada iyiliğin manası da imandır. İbad da kölelerdir. Mana da şöyledir: Köle ve cariyelerinizden mü’min olanları evlendirin. Sonra hürlere dönüp şöyle dedi: "Eğer fakir olurlarsa, Allah onları kendi lütfundan zengin eder": Onlara evlenmenin fakirliği kovacağını haber verdi. 33Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah’ın, kendilerini lütfundan zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin sahip oldukları kölelerden (azat olmak için) yazışmak isteyenlere, eğer onlarda bir hayır olduğunu bilirseniz, onlarla yazışın. Allah’ın size verdiği malından onlara verin. Genç cariyelerinizi, eğer namuslarını korumak isterlerse, dünya hayatının metaını istemeniz için fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah, onları zorlamanın ardından (o cariyeleri) çok bağışlayan, çok merhamet edendir. "Evlenme imkânı bulamayanlar iffetlerini korusunlar": Yani kim mehir ve nafaka gibi imkân bulamazsa, zinadan ve haramdan iffetini korusun, demektir. İbn Mes’ûd, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ey gençler, evlenin, kim de imkân bulamazsa, oruç tutsun, çünkü oruç onun için bir enemedir (hadım edilme). "Yazışmak isteyenler": Yani ve köle ve cariyelerden yazışmak isteyenler "onlarla yazışın": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, menduptur, bunu da cumhûr, demiştir. İkincisi: O, vaciptir, bunu da Atâ’ ile Amr b. Dinar, demişlerdir. Müfessirler şöyle zikretmişler: Bu âyet Huveytıb b. Abdüluzza’nın Subeyh adında bir kölesi hakkında indi; efendisinden yazışmak istedi, o da kabul etmedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Huveytıb da onunla yüz dinara yazıştı, içinden onunu bağışladı. "Eğer onlarda bir hayır bilirseniz": Bunda da altı görüş vardır: Birincisi: Onlarda mal olduğunu bilirseniz, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Atâ’ ve Dahhâk da böyle demişlerdir. İkincisi: Onlarda bir çare yani kazanç bilirseniz. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Onlarda din olduğunu bilirseniz, bunu da Hasen, demiştir. Dördüncüsü: Onların bundan hayır istediğini bilirseniz, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Beşincisi: Namazı kılarlarsa, bunu da Ubeyde es - Selmani, demiştir. Altıncısı: Onlarda doğruluk ve vefakârlık bilirseniz, bunu da İbrahim, demiştir. "Onlara Allah’ın size verdiği malından verin": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, üzerlerine zekât farz olan zenginlere hitaptır, yazışan kölelere köle hissesinden vermeleri emredildi. Atâ’ bu âyette İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: O köleler hissesi (fonu)dur, ondan yazışan kölelere verilir. İkincisi: O, köle sahiplerine hitaptır, yazışan kölelerine bir şeyler vermeleri emredildi. Ahmed ile Şâfiî: Vermek vaciptir, demişlerdir. Ahmed onu yazışma bedelinin dörtte biriyle sınırlamıştır. Şâfiî ise belli bir sınır yoktur, demiştir. Ebû Hanife ile Malik de: Vermek vacip değildir, demişlerdir. Rivayete göre Ömer b. Hattab’ın Ebû Ümeyye adında bir kölesi onunla yazıştı; va’desi gelince ona taksitini getirdi, o da: Ey Ebû Ümeyye, git bununla yazışman (bedelin) için yararlan, dedi (taksiti almadı, ikram etti). O da: Ey Mü’minlerin Emiri, bunu taksitlerin sonuna koysaydın, dedi. O da: Ey Ebû Ümeyye, o zamana çıkamayacağımdan korkuyorum, dedi, sonra da: Onlara "Allah’ın size verdiği malından verin” âyetini okudu. İkrime de: İslâm’da ilk yatırılan taksit bu idi, dedi. "Genç cariyelerinizi fuhşa zorlamayın": Müslim, Sahih’inde Ebû Süfyan’ın Cabir’den rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir: Abdullah b. Übey’in bir cariyesi vardı, ona: Git, fuhuş yap, bize ücret getir, derdi. Âyet bunun üzerine indi. Müfessirler şöyle demişlerdir: Onun Muaze ile Müseyke adlarında iki cariyesi vardı, onları zinaya zorlar ve onlardan vergi alırdı. Cahiliyette böyle yaparlardı, cariyelerini kiraya verirlerdi. İslâm gelince, Muaze, Müseyke’ye: İçinde bulunduğumuz bu durum eğer hayır ise onu çok yaptık, eğer şer ise onu bırakma zamanımız geldi, dedi. Âyet de bunun üzerine indi. Mukâtil de şöyle demiştir: Abdullah b. Übey’in Muaze, Müseyke, Ümeyme, Kuteyle, Amre ve Erva adlarında altı cariyesi vardı. Feteyat: Cariyeler demektir. Biğa da: Zinadır. Tahassun ise: İffetini korumaktır. "Eğer namuslarını korumak isterlerse"nin manasında dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Kelâm bir sebep üzerine söylenmiştir, o da zikrettiğimiz şeydir. Yasak o sebebi niteleyerek gelmiştir, yoksa bu, şart değildir. İkincisi: Namusunu koruma istemek şunun için şart kılınmıştır; çünkü zorlama ancak koruma isteği olduğu zaman düşünülür. Eğer kadın namusunu korumak istemezse, tabiatıyla fuhuş yapar. Üçüncüsü: "İn” "iz” manasınadır, şuralarda olduğu gibi: "Ve zeru ma bekıye miner riba in küntüm mü'minin” (Bakara: 278); "veentümül a’levne in küntüm mü’minin” (Al-i İmran: 139). Dördüncüsü: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: "Ve enkihul eyama... imaiküm in eredne tahassuna". Genç cariyelerinizi fuhşa zorlamayın "dünya metaını istemeniz için": O da kazançları ve doğurdukları çocukları satmadır. "Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah, onları zorlamanın ardından çok bağışlayıcıdır” zorlanan cariyeleri "çok merhamet edendir": İbn Abbâs, Ebû İmran el-Cevni ve Cafer b. Muhammed: Min ba’di ikrahihinne lehünne ğafurur rahim” okumuşlardır. 34Yemin olsun, gerçekten size apaçık âyetler ve sizden önce geçenlerden bir misal ve müttakiler için bir öğüt indirdik. "Ayatin mübeyyinatin": İbn Âmir, Ebû Bekir dışında Küfe halkı ve Eban, iki yerde de (Nûr: 34, 46 ve Talâk: 11) yenin kesresi ile okumuşlardır. "Ve geçenlerden bir misal": Yani ey yalanlayanlar, onların hali de sizinkine benzer. Bu da öncekilerin başlarına gelen şeylerin bunların da başlarına gelmesiyle onları korkutmadır. 35Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nurunun misali, içinde kandil bulunan duvarda bir oyuk (taka) gibidir. O kandilde cam (fanus) içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. (O kandil), ne doğulu ne de batılı olmayan, yağı, neredeyse ateş dokunmadan yanacak mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder. Allah insanlara misaller verir. Allah her şeyi çok iyi bilendir. "Allah göklerin ve yerin nûrudur": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Göklerde ve yerdekilere hidayet edendir. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Enes b. Malik de böyle demiştir. Bu nurun lügattaki açıklaması ziya (ışık)tır. Gözlerin görmesini sağlayan odur. Nûr Allahü teâlâ'ya nisbet edilmiştir, çünkü mü’minlere hidayet eden ve onlara hidâyeti bulacakları şeyleri açıklayan O’dur. Mahlukat O’nun nûru ile yollarını bulurlar. İkincisi: Gökleri ve yeri idare edendir, bunu da Mücâhid ile Zeccâc, demişlerdir. Übey b. Ka’b, Ebû’l - Mütevekkil ve İbn Semeyfa, nun ile vavın fethi ve şeddesi, ranın da nasbi ile "Allah nevvere", cer ile "semavati", nasb ile de "elarda” okumuşlardır. "Meselü nurihi": “He” zamirinde de dört görüş vardır: Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’a râcîdir. İbn Abbâs: Meselü hüdahu fi kalbil mü’mini (mü’minin kalbindeki hidâyetinin misali) demiştir. İkincisi: O mü’mine râcîdir, takdiri şöyledir: Meselü nuril mü’mini. Bunu da Übey b. Ka’b, demiştir. Übey ile İbn Mes’ûd: "Meselü nuri men amene bihi” okurlardı. Üçüncüsü: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir, bunu da Ka’b, demiştir. Dördüncüsü: O, Kur’ân’a râcîdir, bunu da Süfyan, demiştir. Mişkâta gelince, onda da üç görüş vardır: Birincisi: O, kandilin fitil konan hortum gibi yeridir. Mısbah ise: Işıktır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O, kandildir, mısbah ise: Fitildir. Bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: O, tavana yakın kapalı küçük penceredir. Mısbah da kandildir. Bunu Ka’b, demiştir. Ferrâ’ da böyle: Mişkat: Kapalı penceredir, demiştir. İbn Kuteybe de: Mişkat: Habeş dilinde perceredir, demiştir. Zeccâc da: O Arapça’dır, demiştir. Mısbah da: Kandildir. Cam fanusun zikredilmesi, şunun içindir; çünkü camın içindeki şey başkasından daha çok ışık verir. Ebû Recâ’ el - Utaridi ile İbn Ebi Able, ikisinde de ze’nin fethası ile "fi zecacetin ezzecacetü” okumuşlardır. Muaz el - Kari, Âsım el - Cahderi ve İbn Ya’mur, ikisinde de ze’nin kesri ile okumuşlardır. Bazı maani Âlimleri de, âyetin manası: Kemeseli mısbahin fi mişkatin, demişlerdir ki, maklub (yerleri değiştirilmiş) olur. Dürriy: Ebû Amr, Kisâi ve Eban da Âsım’dan rivayet ederek meksur dal, şeddesiz ye, med ve hemze ile "Dirriyün” okumuşlardır. İbn Kuteybe de buna göre mana: O doğan yıldızlardan gelir, demiştir. Zeccâc da: Deree yedreü’den gelir ki, yıldız kayıp ışığı artmaktır, demiştir. Tedareer recülani: İki adam itiştiler, demektir. Mufaddal da Âsım’dan dalın kesri, ye şeddeli, hemzesiz ve medsiz rivayet etmiştir. Abdullah b. Ömer ile Zührî’nin kıraati da böyledir. İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, Hafs da Âsım'dan rivayet ederek dalın zammı, ranın kesri, yenin şeddesi, medsiz ve hemzesiz "dürriyyün” okumuşlardır. Osman b. Affan, İbn Abbâs ve Âsım el - Cahderi de dalın fethi, ranın kesri, medli ve hemzeli okumuşlardır. Übey b. Ka’b, Said b. Müseyyeb ve Katâde, dalın fethi, ranın ve ya’nın şeddesi ile medsiz ve hemzesiz okumuşlardır. İbn Mes’ûd, Said b. Cübeyr, İkrime, Katâde ve İbn Ya’mur, daim fethi, ranın kesri ile hemze-i maksura ile okumuşlardır. Zeccâc da: Dürriy: Saflıkta ve güzellikte inciye benzer, demiştir. Kisâi de: Dürriy’: İnciye benzer, dirriy': Akan, derriy’ de: Parlayan, demiştir. Hamze, Ebû Bekir de Âsım’dan, Velid, Utbe’den, o da Amir’den rivayet ederek, dalın zammı, şeddesiz ye, medli hemze ile okumuşlardır. Zeccâc: Nahivciler, bu izahı bilmezler, demiştir. Ferrâ’ da: Bu, Arapça’da câiz değildir, demiştir. Çünkü dilde "fu'iyl” vezninde bir şey yoktur, ancak mürriyk vb. gibi birkaç yabancı kelime vardır. Ben de şeyhimiz dilci Ebû Mansur'dan şöyle okudum: Mürrik: Aspur demektir, yabancıdır, sonradan Arapçalaşmıştır. Arapların dilinde fu’iyl vezninde bir isim yoktur. Ebû Ali de şöyle demiştir: Sibeveyh, Ebû’l - Hattab’tan şöyle nakletmiştir: Kevkebün dürriy: Sıfattır, isimlerden de bu vezinde mürriyk vardır ki, o da aspur, demektir. "Tevekkade": İbn Kesir ile Ebû Amr, meftuh te, şeddeli kaf ve mensûb dal ile okumuşlardır ki, kandili kastetmişlerdir; çünkü yanan odur. Nâfi, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek mazmum ye ve mazmum dal ile "yukadu” okumuşlar, onlar da kandili kastetmişlerdir. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, tenin ve dalın zammesiyle "tukadu” okumuşlar ve camı kastetmişlerdir. Zeccâc da: Maksat: Camın kandilidir, muzaf atılmıştır, demiştir. "Min şeceretin": Yani Min zeyti şeceretin, demektir ki, muzaf atılmıştır. Bunu da "yekâdu zeytüha yudıyü” kavli gösterir. Burada ağaçtan maksat zeytin ağacıdır. Bereketi de birkaç yöndendir: O, hem katık hem yağ hem de yakıttır. Zeytinin odunu yakılır, külü ile ibrişim yıkanır ve yağı çok kolay çıkarılır. Dalı da başından sonuna kadar yaprak verir. Burada başkası değil de sadece onun zikredilmesi, yağının daha saf ve daha çok aydınlatıcı olmasındandır. "Ne doğulu ne de batılı değildir": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, ağaçlar arasında olduğu için yeşil ve tazedir, ona güneş değmez. Bunu da Übey b. Ka’b, demiştir. Bunu Said b. Cübeyr de İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: O çöldedir, ne dağ ne de mağara onu gölgelemez, onu hiçbir şey kapatmaz. Bu, yağı en kaliteli olandır. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid ile Zeccâc da böyle demişlerdir. Üçüncüsü: O, cennet ağacındandır, dünya ağacından değildir, bunu da Hasen, demiştir. "Yağı neredeyse ışık verecek": Yani o kadar saftır ki, ateş değmeden de yanacak gibidir. "Nûr üstüne nûr": Mücâhid: Ateş zeytinyağının üstündedir, demiştir. İbn Saib de: Kandil nûr, cam da nurdur, demiştir. Ebû Süleyman Dımeşki de: Ateşin nûru, zeytinyağının nûru ve fanusun nûru, demiştir. "Allah nuruna hidayet eder": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Kur’ân’ın nuruna. İkincisi: îmanın nuruna. Üçüncüsü: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in nuruna. Dördüncüsü: İslâm dinine. Bu teşbihteki benzeşme noktasına gelince, bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in nurunu ışık saçan kandile benzetmiştir. Buna göre mişkât Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in içidir, kandil de onun kalbindeki nurdur. Fanus da onun kalbidir. O, mübarek bir ağaçtandır; o da İbrahim aleyhisselam’dır. Ona mübarek ağaç, demiştir; çünkü peygamberlerin çoğu onun sulbünden gelmiştir. "Ne doğulu ne de batılı değildir": Ne Yahudidir ne de Hıristiyandır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de konuşmasa bile insanlar neredeyse onun peygamber olduğunu anlayacaklardır. Kurtubi de şöyle demiştir: Mişkat: İbrahim, Zücace: İsmail, Mıbsah da: Muhammed’dir. Allah hepsine salat ve selam etsin. Dahhâk şöyle demiştir: Abdülmuttalib mişkâta, Abdullah fanusa, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de kandile benzetilmiştir. İkincisi: Mü’minin kalbindeki iman nûru kandile benzetilmiştir, mişkât da kalbidir, kandil de ondaki iman nûrudur. Mişkât onun göğsü, kandil de: Göğsündeki Kur’ân ve imandır. Fanus da kalbidir, denilmiştir. Sanki ondaki Kur’ân ile iman bir ağaçtan tutuşan ve ışık saçan bir yıldızdır ki, o da ihlastır. Ondaki ihlas güneşin değmediği ağaç gibidir. O mü’min de öyledir ki, fitnelerin dokunmasından korunmuştur; eğer bir şey verilirse şükreder, eğer derde mübtela olursa, sabreder, eğer konuşursa doğru söyler ve eğer karar verirse adil verir. Buna göre mü’minin kalbi ona hidayet gelmeden de hidayetle amel eder; ona ilim gelince de hidâyeti artar, tıpkı bu zeytinyağının ateş dokunmadan önce neredeyse yanacak olması gibi. Ateş dokunursa ışığı daha da artar. Binaenaleyh mü’minin sözü nûr, ameli nûr, girişi nûr, çıkışı nûr ve kıyamet gününde gidecek yeri de nurdur. Üçüncüsü: Kur’ân ışık saçan ve ışığı azalmayan kandile benzetilmiştir. Fanus da mü’minin kalbidir, mişkât da dili ve ağzıdır. Mübarek ağaç ise vahiy ağacıdır. Kur’ân’ın delilleri neredeyse okunmadan da açığa çıkacaktır. Şöyle de denilmiştir: Düşünen ve tefekkür eden için Kur’ân’ın delilleri neredeyse Kur’ân inmese de ışık verecektir. "Nûr üstüne nûr": Yani Kur’ân Allah’tan halkına bir nurdur, üstelik Kur’ân inmeden önce daha birçok delil ve alâmetler sunmuştur. "Allah misaller getirir": Yani fehimlere yaklaştırmak ve idrak yollarını kolaylaştırmak için insanlara açıklama yapar demektir. 36(O kandil) öyle evlerde yakılır ki, Allah, onların yüceltilmesine izin vermiştir. O’nu orada sabah akşam tesbih eder. "Fi buyutin": Zeccâc şöyle demiştir: "Fi” "kemişkatin” kavline bağlıdır, mana da: Evlerdeki mişkat gibidir, olur. "O’nu orada tesbih eder” kavline bağlı olması da câizdir ki, tekit üstüne tekit olur. Mana da şöyledir: Allah’ı birtakım kimseler bazı evlerde tesbih ederler. Eğer: "Mişkat ancak bir tek evde olur, nasıl "evlerde” dedi?” denilirse. Buna iki türlü cevap verilir: Birincisi: O tekille başlayıp çoğulla sona eren sanatlı hitaplardandır, meselâ: "Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman” (Talâk: 1) âyetinde olduğu gibi. İkincisi: O, evlerden her birine râcîdir, mana da: Her evde mişkat vardır, olur. Evlerden ne murat edildiği hususunda da müfessirlerin üç görüşü vardır: Birincisi: Onlar mescitlerdir, bunu da İbn Abbâs ile cumhûr, demiştir. İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in eşlerinin evleridir. Bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Beytü’l - Mukaddes’tir. Bunu da Hasen, demiştir. "Ezine": Emretti manasınadır. "Yüceltilmesine": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Tazim edilmesine, demektir. Bunu da Hasen ile Dahhâk, demişlerdir. İkincisi: Yapılmasına, demektir ki, bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir. "Orada isminin anılmasına": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O’nun tevhidi (birlenmesi)dir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Orada kitabının okunmasıdır. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. "Yüsebbihü": İbn Kesir, Hafs da Âsım'dan, Nâfi, Ebû Amr, Hemze ve Kisâi, be’nin kesri ile "yüsebbihü” okumuşlar; İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek be’nin fethi ile okumuşlardır. Muaz el - Kari ile Ebû Hayve de, merfu te, meksur be ve merfu ha ile "tüsebbihu” okumuşlardır. "O’nu orada tesbih eder "in manasında da iki görüş vardır: Birincisi: O, namazdır, sonra ğuduv namazında da iki görüş vardır: Birincisi: O, sabah namazıdır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Kuşluk namazıdır. İbn Ebi Müleyke, İbn Abbâs’tan: Şüphesiz kuşluk namazı Allah’ın kitabında vardır, ona ancak dalgıçlar dalar, dediğini ve sonra da "yüsebbihü lehu fiha bilğuduvvi velâsal” âyetini okuduğunu rivayet etmiştir. Asâl namazında da iki görüş vardır: Birincisi: O, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: İkindi namazıdır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. İkincisi: O, bilinen tesbihattır, bunu bazı müfessirler demişlerdir. 37Birtakım adamlar ki, onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ın zikrinden, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Öyle bir günden korkarlar ki, onda gözler ve kalpler döner. "Adamlar vardır, onları alıkoymaz": Yani meşgul etmez, demektir. "Ne ticaret ne de alışveriş": İbn Saib şöyle demiştir: Tüccarlar: Mal celbedenlerdir. Satıcılar da: İkamet edenlerdir. Vakıdi de: Burada ticaret satın alma manasınadır, demiştir. Allah’ın zikrinden ne murat edildiği hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: Farz namazdır, bunu da İbn Abbâs ile Atâ’, demişlerdir. Salim, İbn Ömer’den şöyle rivayet etmiştir: O, çarşıda idi, namaz için kamet getirildi, insanlar dükkanlarını kapatıp mescide girdiler; İbn Ömer de: Onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ın zikrinden alıkoymaz, âyeti bunlar hakkında indi, dedi. İkincisi: Allah’ın hakkını eda etmektir, bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Allah’ı dil ile zikretmektir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. "Namazı dosdoğru kılmaktan": Yani vaktinde ve tam olarak kılmaktan, demektir. Eğer: "Allah’ın zikrinden namaz kılmak murat edilirse, onu tekrar etmenin manası nedir?” denilirse. Cevap şöyledir: O, onların namazı vaktinde eda ettiklerini açıklar. "Onda kalpler ve gözler döner": Bunun manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Kimin kalbi öldükten sonra dirilmeye ve mahşerde toplanmaya iman ederse, kendisine va’dedilen şeyi görmekle basireti artar, kimin kalbi de başka türlü olursa, o da kıyamet olayına kesin inanacak hale gelir. Bunu da Zeccâc demiştir. İkincisi: Kalpler kurtuluş umudu ile helak korkusu arasında döner dolaşır. Gözler de döner; kitapların nereden, sağ taraftan mı yoksa sol taraftan mı verileceğine ve sağdan mı yoksa soldan mı tutulacaklarına bakar. Bunu da İbn Cerir, demiştir. Üçüncüsü: Kalpler döner, gırtlağa varır, gözler de siyahken maviliğe, görürken körlüğe döner. 38(Bu da) Allah’ın onları, yaptıklarının en güzeli ile mükafatlandırması ve onlara lütfundan fazla vermesi içindir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır. "Allah’ın onları cezalandırması için": Mana şöyledir: Allah’ı tesbih ederler ki, "onları yaptıklarının en güzeli ile mükafatlandırsın": Yani iyilikleri ile mükafatlandırması için. Kötülüklerine gelince, onlarla cezalandırmaz. "Onlara lütfundan fazlasını vermesi için": O da amelleriyle hak etmedikleridir. "Allah dilediğine hesapsız rızık verir": Bunu da Al- i İmran: 27’de şerh etmiş bulunuyoruz. 39Kâfirlerin amelleri düz bir yerdeki serap gibidir. Susuz (kimse) onu su zanneder. Nihayet ona geldiği zaman onun bir şey olmadığını görür. Allah'ı onun (amelinin) yanında bulur. Allah hesabı çabuk görendir. Sonra kâfirler için bir misal getirip şöyle dedi: "Kâfirlerin ameli serap gibidir": Serap: Günün ortasında güneşten su gibi gördüğün şeydir. Âl da gündüzün başında ve sonunda gördüğün şeydir. O her şeyi yükseğe kaldırır zannedilir. Kıy’a ile ka’ birdir. Übey b. Ka’b, Âsım el- Cahderi ve İbn Semeyfa, "bikıy’âtin” okumuşlardır. Zeccâc da şöyle demiştir: Kıy’a, Ka’ın çoğuludur, câr ve ciyre gibi. Kıy’a ve ka’: Üzerinde bitki olmayan düz yerdir. Orada yürüyen orada akarsu görür gibi olur, işte o, seraptır. Âl da serap gibidir, ancak o, kuşluk vaktinde gökle yer arasında su gibi yükselir. Susuz kimse onu su zanneder. Serabın olduğu yere gelince de susuz bir toprak görür. Allahü teâlâ serabı su zanneden gibi kâfirin de, amelinin Allah katında kendine yarar vereceğini zannettiğini haber veriyor, oysa ameli yok olup gitmiştir. "Onun yanında Allah’ı bulur": Yani Allah’a varır, "O da ona hesabını eksiksiz öder": Yani amelinin karşılığını verir, demektir. Bu, zahirde susuzdan haberdir, aslında kafirden haberdir. "Allah hesabı çabuk görendir": Bu da Bakara: 202’de tefsir edilmiştir. 40Yahut (onların amelleri) derin bir denizde karanlıklar gibidir ki, onu bir dalga kaplar, üstünden bir dalga, üstünden de bir bulut kaplar. Birbiri üstünde karanlıklar. Elini çıkardığı zaman onu neredeyse göremez. Allah kime nûr vermezse, onun nûru yoktur. "Yahut karanlıklar gibidir": Bu temsilde de iki görüş vardır: Birincisi: O kâfirin ameli içindir, bunu da cumhûr, demiş, Zeccâc da tercih etmiştir. İkincisi: O kâfirin kalbinin akletmeyeceği ve görmeyeceği hususunda bir misaldir. Bunu da Ferrâ’ demiştir. Lücciy ise: Çok derin demektir. "Onu kaplar": Yani o denizin üzerine çıkar, demektir. "Üstünden bir dalga": Yani dalganın üstünde dalga demektir. Mana da: Dalga dalgayı kovalar, öyle ki, birbirinin üzerinde olur, demektir, "onun üstünden": Yani o dalganın üstünden” de "bir bulut". Sonra yeni söze başlayıp "Karanlıklar” dedi: Yani denizin karanlığı, ilk dalganın karanlığı, dalganın üstündeki dalganın karanlığı ve bulutun karanlığı, demektir. İbn Kesir ile İbn Muhaysın, muzaf olarak "sehabu zulumatin” okumuşlardır. "Elini çıkardığı zaman": Yani biri elini çıkardığı zaman demektir. "Neredeyse onu göremez": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onu görmez, demektir. Bunu Hasen demiş, Zeccâc da tercih etmiştir. Ve şöyle demiştir: Çünkü o karanlıkların ardından elini göremez. İbn Enbari de böyle demiş, manası da: Asla göremez demektir, demiştir. Çünkü yoğun karanlıklarda görme tamamen yok olur. Bu kelâmdan "yeked” kavlinin zait olduğu ortaya çıkmıştır. Bu da "amma kalilin liyusbihunne nadimin” (Mü'minun: 40) kavlindeki "ma” gibidir. İkincisi: Onu ancak büyük çabadan sonra görür, bunu da Müberrid, demiştir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bu, Makittü ebluğu ileyke (sana neredeyse yetişemeyecektim) sözüne benzer, ama yetişmişsindir. Ferrâ’ da: Arapça’da izahı böyledir, demiştir. Misalin izahı da şöyledir: Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah mü'mine nûr misalini verince, kafire de karanlıklar misalini verdi, Mana da şöyledir: Kâfir şaşkınlık içindedir, doğru yolu bulamaz. Şöyle de denilmiştir: Karanlıklar: Şirkin ve günahların karanlıklarıdır. Bazıları da şöyle demişlerdir: Karanlıklar ameline, derin deniz kalbine, dalga kalbini kaplayan şirk, cehalet ve şaşkınlığa, bulut şüpheye ve kalbinin mühürlenmesine misaldir. Artık onun sözü karanlıktır, ameli karanlıktır, girişi karanlıktır, çıkışı karanlıktır ve kıyamet gününde varacağı yer de karanlıktır. "Allah kime nûr vermezse": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Din ve iman, demektir, bunu da İbn Abbâs ile Süddi, demişlerdir. İkincisi: Hidayettir, bunu da Zeccâc, demiştir. 41Görmedin mi, Allah’ı göklerde ve yerde olan kimseler ve kanat açan kuşlar tesbih eder. Her biri gerçekten duasını ve tesbihini bilmiştir. Allah onların yaptıklarını pekiyi bilendir. 42Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dönüş yalnız Allah’adır. "Görmedin mi, Allah’ı göklerde ve yerde olan kimseler tesbih eder": Bunun tefsiri de Bakara: 30’da geçmiştir. "Ve kuşlar": Yani O’nu kuşlar da tesbih eder, demektir. "Sâffatin": Havada kanatlarını açarak, demektir. Neden özellikle kuşlar zikredildi? Çünkü onlar gökle yer arasında uçarken göklerdeki ve yerdekilerin dışında kalırlar. "Her biri": Yani zikredilenlerden her biri "kendi duasını ve tesbihini bilmiştir": Müfessirler şöyle demişlerdir: Namaz insanoğlu içindir, tesbih de diğer mahluklar içindir. "Bilmiştir": Burada işaret edilenler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, Allahü teâlâ'dır, Mana da şöyledir: Allah namaz kılanın namazını ve tesbihini bilmiştir. Bunu da Zeccâc, demiştir. İkincisi: O, namaz kılan ve tesbih edendir. Sonra bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Namaz kılan kendi namazını ve tesbihini bilmiştir, yani bunlardan mükellef olduğu şeyi bilmiştir, demektir. İkincisi: Namaz kılan, Allah’ın namazını ve tesbihini bilmiştir, yani bunun bir tek Allah için olduğunu bilmiştir, demektir. Katâde, Âsım el- Cahderi ve İbn Yamur aynın ref’i ve “Lâm” ın kesri ile "küllün kad ulime” ve ikisinde de ref ile "salatuhu ve tesbihuhu” okumuşlardır. 43Görmedin mi, Allah bulutu sürüyor, sonra arasını birleştiriyor, sonra da onu bir yığın kılıyor. Arasından yağmurun çıktığını görürsün. (Allah) gökten dağlar (gibi bulutlardan) dolu indiriyor da onunla dilediği kimseyi vuruyor ve onu dilediği kimseden çeviriyor. Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri giderecek / alacak! "Görmedin mi Allah bulutu sürüyor": Yüzci, sevk ediyor, demektir. "Sonra arasını birleştiriyor": Yani birbirine ekliyor; dağınık parçaları tek parça haline getiriyor. Sehab'ın lâfzı tekil ise de manası çoğuldur. Onun için "yüellifü beynehu sümme yec’aluhu rükâmen” demiştir ki, bulutları birbiri üstüne yığar, demektir. "Vedk": Yağmurdur, Leys şöyle demiştir: Vedk: Şiddetli ve hafif her türlü yağmura denir. "Min hilalihi": İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû’l - Âliyye, Mücâhid ve Dahhâk, "min halelihi” okumuşlardır. Hilal de, halel’in çoğuludur, cibal ve cebel gibi. "Ve yünezzilü mines semai": İnzal fiilinin mef'ulü hazfedilmiştir, takdiri de şöyledir: Ve yünezzilü mines semai min cibalin fiha min beredin bereden. Belli olduğu için mef'ulün zikrine gerek duyulmamıştır. Birinci "min” sonucun başlangıcı içindir, çünkü yağmur indirmenin başı göktendir. İkincisi ise teb’iz (parça) manasınadır; zira Allah o dağların bir kısmını indirmiştir. Üçüncüsü de cinsi beyan etmek içindir; çünkü o dağların cinsi dolu cinsindendir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Onlar gökte doludan oluşmuş dağlardır. Zeccâc da, Kelâmın manası şöyledir, demiştir: Yünezzilü mines semai min cibalin beredin fiha. Bu da: Haza hatemün fi yedi min hadidin kavline benzer ki, mana: Haza hatemü hadidin fi yedi (bu demir yüzüktür, parmağımdadır) demektir. "Onunla vuruyor": Yani dolu ile, "dilediği kimseyi": Onun ekinine ve meyvesine zarar veriyor. Sena: Işık demektir. "Yezhebü": Mücâhid ile Ebû Cafer, yenin zammı ve henin kesri ile "yüzhibü” okumuşlardır. 44Allah geceyi ve gündüzü çeviriyor. Şüphesiz bunda göz sahipleri için gerçekten ibret vardır. "Allah geceyi ve gündüzü çeviriyor": Yani onu götürüp bunu getiriyor. "Şüphesiz bunda": Yani bu getirip götürmede "göz sahipleri için gerçekten ibret vardır": Yani gözü va aklı olanlar için Allah’ın birlik ve kudretine delalet vardır, demektir. 45Allah her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üzeri yürür. Onlardan kimi de iki ayak üzere yürür. Onlardan kimi de dört ayak üzere yürür. Dilediği şeyi yaratır. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. "Vallahu haleka külle dabbetin": Hamze ile Kisâi: "Vallahu haliku külli dabbetin” okumuşlardır. Suda da iki görüş vardır: Birincisi: Su, bütün canlıların aslıdır. İkincisi: O, menidir, ondan maksat da dünyada müşahede edilen bütün canlılardır. "Feminhüm” demesi, akıllıları daha çok gördüğü içindir. Neden dört ayaktan daha çoğu üzere yürüyeni zikretmedi? Çünkü o da dört ayak üzere yürür gibi görünür. Onun yürürken dört ayağa yaslandığı da söylenmiştir. Karnı üzere gidene neden yürüyor, dedi? Zira her giden ve devam edene, canlı olmasa da, yürüyen denir. Hatta: Bu iş yürüdü, denir. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Bu, yürüyene benzetme yolu iledir, çünkü yürümek, karın üzerine olmaz; ancak ayakları olan için olur. Ayakları olanla olmayanlar karışınca, bu câizdir. Nitekim: Ekmek ve süt yedim denir de, süt yedim denilmez. 46Yemin olsun, gerçekten size açık açık âyetler indirdik. Allah dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir. 47(Münafıklar); "Allah'a ve Peygamber’e itâat ettik” derler. Sonra bunun ardından içlerinden bir zümre yüz çevirir. Onlar mü’minler değiller. "Allah’a iman ettik, derler": Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, münafıklardan Bişr denen bir adam hakkında indi, onunla bir Yahudi arasında dava vardı. Yahudi, münafığı, aralarında hüküm vermesi için Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e davet etti. Münafık da Yahudi’ye: Muhammed bize haksızlık eder, fakat biz Ka’b b. Eşref’e gidelim, dedi. Bu âyet bunun üzerine indi. "Sonra içlerinden bir zümre yüz çevirir": Yani münafıklardan, demektir. "Bunun ardından": Yani, iman ettik, sözlerinin ardından. "Onlar mü’minler değildirler": Yani Allah ve Resul’ünün hükmünden yüz çevirenler, demektir. 48(Peygamber) aralarında hüküm vermesi için (münafıklar) Allah’a ve Peygamberine çağrıldıkları zaman, bir bakarsın içlerinden bir zümre yüz çevirenlerdir. “Davet edildikleri zaman” Yani Allah’a kitabına "ve aralarında hüküm vermesi için peygamberine” Resûlüllah’a, "bir bakarsın onlardan bir zümre yüz çevirenlerdir": Kelâmın manası şöyledir: Onlar Resûlüllah’ın onlara vereceği hükümden yüz çevirirlerdi, çünkü onun hak ile hüküm vereceğini bilirler. Eğer başkalarına karşı hak kendilerinin olursa, hükmüne koşa koşa gelirler; çünkü lehlerine karar vereceğine güvenirler. Zeccâc şöyle demiştir: iz’an lügatte: İtâat ederek koşmaktır. Ez’ane lî, dersin ki, istediğim şeyde bana itâat etti, demektir. 49Eğer hak onların olursa, ona koşa koşa gelirler. 50Kalplerinde hastalık mı var, yoksa Allah ve Resulu’nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zâlimler onlardır. "Kalplerinde hastalık mı vardır?": Yani küfür ve inkâr, demektir. "Yoksa şüphe mi ettiler?": Yani Kur’ân'dan şüphe mi ettiler? Bu, kınama ve azarlama sorusudur, mana da: Onlar öyledirler, demektir. Bunu soru kalıbıyla zikretmesi onları daha çok kınamak içindir. Nitekim Şair Cerir şöyle demiştir: Sizler, bineklere binenlerin en hayırlısı değil misiniz? Yani, öylesiniz, demektir. Hayf de: Hükümde taraf tutmaktır. Hafe fi kadıyyetihi denir ki, haksızlık etti, demektir. "Hayır, asıl zâlimler onlardır": Yani Allah ve Resul’ü kimseye haksızlık etmezler, bilakis onlar inkâr etmek ve Resûlüllah’ın hükmünden yüz çevirmekle kendilerine zulmedenlerdir. 51Mü’minlerin (Peygamber) aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resul’üne çağrıldıkları zaman ancak sözü: "İşittik ve itâat ettik” demeleri oldu. İşte asıl felah bulanlar onlardır. Sonra mü’minleri niteleyip şöyle dedi: "Mü’minlerin sözü ancak şu oldu": Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu, geçmişi haber vermiyor; ancak mü’minler davet edildikleri zaman sözü şöyle demek olmalıdır, diyor. Hasen ile Ebû’l - Cevza, “Lâm” ın zammı ile "innema kâne kavlul mü’minine” okumuşlar; Ebû Cafer, Âsım el - Cahderi ve İbn Ebi Leyla, yenin ref’i ve kâfin fethi ile "liyuhkeme” okumuşlardır. Müfessirler, mana şöyledir demişlerdir: Biz Resûlüllah'ın sözünü işitip emrine itâat ettik. Hoşlarına gitmeyen şeylerde de böyle derler. 52Kim Allah’a ve Resul’üne itâat eder, Allah'tan korkar ve O’ndan çekinirse, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. "Allah'tan korkarsa": Yani geçmiş günahları hususunda, "ve O’ndan sakınırsa": ileride edecekleri günahlar hakkında. İbn Kesir, Hamze, Kisâi, Verş de Nâfi’den, ye ile "ve yettakhî” okumuşlardır. Kalun da Nâfi’ den henin kesri ve sonuna ye bitiştirmeden "ve yettakhi feülaike” rivayet etmiştir. Ebû Amr, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek cezimle "ve yettakıh” okumuşlardır. 53Olanca yeminleri ile Allah'a yemin ettiler ki, "eğer sen onlara (cihadı) emredersen, mutlaka çıkacaklardır". De ki: "Yemin etmeyin. Normal şekilde itâat (sizin için daha hayırlıdır). Şüphesiz Allah yaptıklarınız şeylerden haberdardır". "Allah’a yemin ettiler": Müfessirler şöyle demişlerdir: Münafıklar hakkında onların Allah’ın hükmüne razı olmadıklarını beyan eden âyetler inince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Allah’a yemin ederiz ki, eğer bize yurtlarımızdan, mallarımızdan ve kadınlarımızdan çıkmayı emredersen mutlaka çıkarız. Senin hükmüne nasıl razı olmayız?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Biz de "cehde eymanihim” kavlinin manasını Maide: 53’te beyan etmiştik. "Eğer onlara emredersen mutlaka çıkacaklardır” mallarından ve yurtlarından. Cihada çıkacaklardır da, denilmiştir. "De ki: Yemin etmeyin": Söz burada bitti. Sonra da: "Taatün marufeh” dedi. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Doğru olmayan yemininizden daha iyisi normal şekilde itâat etmektir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bazı nahivciler şöyle derler: Burada takdir şöyledir: Sizden normal itâat olsun, yani doğru ve içinde münafıklık olmayan itâat, demektir. 54De ki: "Allah'a da itâat edin, Peygambere de itâat edin. Eğer yüz çevirirseniz, ancak ona düşen yüklendiğidir, size düşen de yüklendiğinizdir. Eğer ona itâat ederseniz, hidayete erersiniz. Peygamberin üzerine düşen ancak apaçık tebliğdir. "Eğer yüz çevirirlerse (fein tevellev)": Bu onlara hitaptır, mana da: Fein te tevellev demektir ki, iki te’den biri hazfedilmiştir. Tevellinin manası da Allah'a ve Resul'üne itâattan yüz çevirmektir. "Ona ancak": Yani Peygambere "yüklendiği vardır": O da tebliğdir. "Size de ancak yüklendiğiniz vardır": O da: İtâattir. Bazı müfessirler bunun kılıç âyetiyle mensuh olduğunu söylerler ki, doğru değildir. "Eğer ona itâat ederseniz": Yani Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e, "hidayete erersiniz": Seleften bazıları şöyle derlerdi: Kim sünneti kendine sözde ve işte amir yaparsa, hikmet konuşur. Kim de heva ve hevesi kendine amir yaparsa, bid’at konuşur. Çünkü Allahü teâlâ: "Ona itâat ederseniz hidayete erersiniz” demiştir. 55Allah içinizden iman edip iyi şeyler yapanlara va’detti ki, mutlaka yeryüzünde onları (kâfirlerin) yerine geçirecektir, kendilerinden öncekileri geçirdiği gibi. Elbette onlar için beğendiği dinlerini yerleştirecek ve onları mutlaka korkularının ardından güvenliğe değiştirecek / kavuşturacaktır. Bana ibadet edersiniz ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazsınız. Kim bunun ardından nankörlük ederse, işte asıl fasıklar onlardır. 56Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ki, merhamet olunasınız. "Allah içinizden iman edenlere va’detti": Ebû Abdurrahman el - Hakim, "Sahih"inde Übey b. Ka’b hadisi olarak şöyle rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ashabı ile Medine’ye gelip de ensar da onları barındırınca, Araplar onlara karşı ittifak kurdular; onlar da sİlâhla yatar sİlâhla kalkarlardı. "Biz de yaşar da emniyet yüzü görür müyüz, Allah’tan başka kimseden korkmaz mıyız?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Ebû’l - Âliyye de şöyle demiştir: Allahü teâlâ Resul’ünü Arap yarımadasına hakim kılınca, sİlâhı bırakıp emin oldular. Sonra Allah, Nebisinin ruhunu kabzetti; Ebû Bekir’in, Ömer’in ve Osman’ın hilafetlerinde de emniyette idiler. Nihayet olanlar oldu ve nimete nankörlük ettiler. Allah da içlerine korku saldı; onlar hallerini değiştirince, Allah da onlardaki nimetini değiştirdi. Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir: Bu, Allahü teâlâ’nın ümmet-i Muhammed’e Tevrat ve İncil’de ettiği vaattir. Mukâtil şu iddiada bulunmuştur: Mekke kâfirleri Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile Müslümanları Hudeybiye senesinde geri çevirince, Müslümanları Keşke Allah bize Mekke’yi fethettirse, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. "Leyestahlifen nehüm": Onları kendilerinden öncekilerin yerine geçirecektir, demektir. Mana da şöyledir: Arap ve acem kâfirlerinin topraklarını onlara miras kılacak; onları krallar, idareciler ve ülkenin sakinleri yapacaktır. Mukâtil’e göre, yerden maksat, Mekke’dir. "Kemes tahlefen nellezine min kablihim": Ebû Bekir, Âsım'dan, tenin zammı ve “Lâm” ın kesri ile "kemestuhlife” okumuştur. Onlardan da İsrâil oğullarını kastetmiştir. Şöyle ki: Mısır'da zorbalar helak olunca, Allah onların topraklarını, yurtlarını ve mallarını onlara geçirdi. "Elbette dinlerini yerleştirecektir": O da İslâm’dır, yerleştirmek de onu bütün dinlere üstün kılmaktır. "Veleyübed dilen nehüm": İbn Kesir, Ebû Bekir, Eban ve Ya’kûb , benin sükunu, dal da şeddesiz olarak "vele yübdilen nehüm” okumuşlardır. "Korkularından sonra güvenliğe": Çünkü onlar mazlum ve ezilmiş idiler. "Bana ibadet ederler": Bu da onları öven yeni söz başıdır. "Kim bundan sonra nankörlük ederse": Bu nimetlere karşı, yani kim bunların hakkını inkâr ederse, demektir. Müfessirler: Bu nimeti ilk inkâr edenler Osman’ı öldürenlerdir, demişlerdir. 57Sakın kâfirlerin yeryüzünde bizi aciz bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer ateştir. Orası ne kötü varış yeridir. "Lâ tahseben nellezine keferu": İbn Âmir, Hamze de Âsım’dan rivayet ederek, ye ve meftuh sin ile "lâ yahsebenne” okumuşlardır. Diğerleri de te ve meksur sin ile okumuşlardır. 58Ey o iman edenler, sağ ellerinizin sahip oldukları ile sizden ergenliğe varmayanlar üç defa izin istesinler. Sabah namazından önce, öğle sıcağından elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazından sonra. (Bunlar) üç mahrem (vakit) lerdir. Bunlardan sonra size de onlara da günah yoktur. Onlar sizi dolaşırlar, bazınız bazılarını. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah hakkıyle bilen, hikmet sahibidir. "Sağ ellerinizin sahip olduklan sizden izin istesin": İniş sebebinde iki görüş vardır: Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ensardan Müdlic b. Amr denen bir köleyi öğle vakti davet etmek üzere Ömer b. Hattab’a gönderdi. O da içeri girdi, Ömer’i hoşlanmayacağı bir şekilde gördü. Ömer: Ya Resûlallah, içeri girmek için izin isteme hususunda keşke Allah bize emirler ve yasaklar koysaydı, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. İkincisi: Esma bint Mersed’in bir kölesi vardı, hoşlanmayacağı bir vakitte yanına girdi; o da Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi: Hizmetçilerimiz ve kölelerimiz bizim hoşlanmayacağımız vakitlerde yanımıza giriyorlar, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Sağ ellerinizin sahip oldukları sizden izin istesin, âyetinin manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlardan dişiler değil de erkekler kastedilmiştir. Bunu da İbn Ömer, demiştir. İkincisi: Hem erkekler hem de kadınlar kastedilmiştir, bunu da Ebû Husayn, Ebû Abdurrahman'dan rivayet etmiştir. Kelâmın manası da: Köleleriniz yanınıza girmek için sizden izin istesin, demektir. Kadı Ebû Ya’lâ: Zahire göre bundan murat edilenler küçük köleler ve küçük cariyelerdir. Çünkü hanımefendisine bakmanın haramlığmda köle, yetişkin hür gibidir. Artık mükellef olmayan çocuklar kategorisine nasıl katılır? "Vellezine lem yebluğul hulume": Abdülvarıs, “Lâm” ın sükunu ile "hulme” okumuştur. "Sizden": Yani hür erkek ve kadınlardan, demektir.
"Üç defa": Yani üç vakitte, demektir.
"Sabah namazından önce": Zira insan çıplak yatabilir veya kimsenin görmesini istemediği bir halde olabilir. "Öğle sıcağından elbiselerinizi çıkardığınız zaman": Yani kaylule yaparken, demektir. "Ve yatsı namazından sonra": Erkeğin eşine yaklaştığı an, demektir. "Selasü avratin": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, "selas"ın “se” sini ref' ile "selasü avratin” okumuşlardır. Mana da: Bu üç vakit avret vakitlerdir, demektir. Çünkü insan bu vakitlerde elbisesini çıkarır, bazen de avreti görünebilir. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek se’nin nasbi ile "selase avratin” okumuşlardır. Ebû Ali şöyle demiştir: Onu "selase merratin” kavlinden bedel kılmışlardır, vakitler avret değildir. Ancak mana: Enneha evkatü selaseti avratin demektir ki, muzaf hazfedilmiş ve hazfedilenin irabını almıştır. Ebû Abdurrahman es - Sülemi, Said b. Mansur ve A’meş, vavın fethi ile "avaratin” okumuşlardır. "Size yoktur": Yani hür mü’minlere, "ne de onlara": Yani hizmetçi ve kölelere, demektir, "günah": Yani sıkıntı yoktur, demektir. "Bunlardan sonra": Yani bu vakitler geçtikten sonra izin almamada, demektir. Her iki gruptan da zorluk kaldırılmıştır. "Çokça dolaşırlar": Yani bazınız dolaşır, onlar da kölelerdir, bazılarınızı, onlar da hürlerdir. 59Sizden çocuklar ergenliğe ulaştıkları zaman, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah hakkıyle bilen, hikmet sahibidir. Alim müfessirlerin çoğu bu âyetin muhkem olduğu görüşündedir. Bu, İbn Abbâs, Kasım b. Muhammed, Cabir b. Zeyd ve Şa’bî’den rivayet edilmiştir. Said b. Müseyyeb ’ten ise, "sizden çocuklar erginliğe ulaştıkları zaman izin istesinler” kavli ile neshedilmiştir, dediği de hikaye edilmiştir. Birincisi daha doğrudur. Çünkü bu âyetin manası: Sizden çocuklar veya hürler ergenliğe ulaştıkları zaman, izin istesinler, demektir. Yani yanınıza girmek için bütün vakitlerde demektir. "Onlardan öncekiler de izin istedikleri gibi": Yani büyük hürler izin istedikleri gibi ki, onlar da kendilerinden önce var olanlardır, onlar da her zaman izin isteme durumunda olanlardır. Netice olarak, baliğ kimse her vakit izin ister; çocuklarla köleler ise üç mahrem vakitte izin isterler. 60Oturan (hayızdan, nifastan kesilmiş) evlenme beklemeyen kadınların süs ile teşhire çalışmaksızın (dış) elbiselerini bırakmalarında / çıkarmalarında onlara günah yoktur. İffetlerini korumaları onlar için daha hayırlıdır. Allah hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir. "Vel-kavâidü minen nisâi": İbn Kuteybe: Yaşlı kadınlar demiştir, tekili kaid’dir. Ona kaid denilmesi, hayız ve nifasten kesildiği içindir. Bazen hayızdan kesilir de onun gibisi evlenmek ister. Kanaatimce ona kaid denilmesi, sırf oturmasından dolayıdır. Çünkü yaşlandığı zaman işten ve çok hareketten aciz kalır ve uzun süre oturur, ona he’siz olarak "kaid” denilmiştir ki, he’nin atılması onun yaşlılıktan oturduğunu göstersin. Nitekim "imreetün hamil” denir ki, he’yi atmakla onun karnında yük taşıdığını göstermek isterler. Başkası için ise: Kaidetün fi beytiha (evinde oturuyor) ve hamiletün alâ zahriha (sırtında yük taşıyor) denir. "Elbiselerini bırakmalarında": Yani erkeklerin yanında demektir. Elbise ile de çarşaf, manto ve başörtüsünün üstünde olan peçe gibi dışarılık şeyler kastedilmiştir. Elbiselerden maksat budur, yoksa bütün elbiseler değildir. "Süs ile teşhire çalışmaksızın": Yani çarşafı atmakla ziynetlerini göstermek istemeden demektir. Teberrüc de: Kadının güzelliklerini göstermesidir. "İffetlerini korumaları": Yani o elbiselerini çıkarmamaları "onlar için daha hayırlıdır": İbn Kuteybe şöyle demiştir: Araplar: İmreetün vadıun derler ki: Yaşlılıktan başörtüsünü atan kadın demektir. Bu da ancak yaşlılıkta olur. Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Bunda yaşlı kadınların yüz ve ellerini erkeklerin yanında açmasının mubah olduğuna delil vardır. Saçına gelince, ona bakmak, genç kadının saçı gibi haramdır. 61Köre zorluk yoktur, topala zorluk yoktur, hastaya zorluk yoktur. Evlerinizden yahut babalarınızın evlerinden yahut annelerinizin evlerinden yahut kardeşlerinizin evlerinden yahut kız kardeşlerinizin evlerinden yahut amcalarınızın evlerinden yahut halalarınızın evlerinden yahut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden yahut anahtarlarına sahip olduğunuz evlerden yahut dostunuzun evlerinden yemenizde size günah yoktur. Topluca yahut ayrı ayrı yemenizde size günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah katından mübarek, hoş bir selamla kendinize selam verin. Allah size âyetleri böylece açıklıyor. Belki siz aklınızı çalıştırırsınız. "Köre zorluk yoktur": İniş sebebinde beş görüş vardır: Birincisi: "Mallarınızı aranızda bâtıll sebeplerle yemeyin” (Nisa: 29) âyeti inince, Müslümanlar hastaların, müzminlerin, körlerin ve topalların yemeklerini yemekten çekindiler: Yemek mallardan daha üstündür, dediler. Allahü teâlâ da malı bâtıll sebeple yemeyi men etti, kör ise yemeğin iyi tarafını görmez, hasta yemeği tam yiyemez, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: İnsanlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile çıkınca evlerinin anahtarlarını körlerin, topalların, hastaların ve akrabalarının yanlarına koyarlardı. Onlara ihtiyaç duydukları zaman evlerindekinden yemelerini söylerlerdi, onlar da yemekten çekinir ve: Belki gönülleri razı olmaz, bundan korkuyoruz, derlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir. Üçüncüsü: Topallar ve körler sağlıklı kimselerle yemekten kaçınırlardı; çünkü insanlar onlarla yemekten tiksinirlerdi. Bunu da Said b. Cübeyr ile Dahhâk, demişlerdir. Dördüncüsü: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı yanlarında hastalara ve kötürümlere yedirecek olmayınca onları babalarının, analarının ve bu âyette adları geçen bazılarının evlerine götürürlerdi. Müzmin hastaların sahipleri o yemekten çekinirlerdi, çünkü onlara asıl mal sahibi olmayan yedirmişti. İşte bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mücâhid, demiştir. Beşincisi: Bu âyet, adı geçen özürlülerden cihadın düşürülmesine dair inmiştir. Bunu da Hasen ile İbn Zeyd, demiştir. Birinci görüşe göre âyetin manası şöyledir: Ne körle ne de topalla beraber yemekte size zorluk yoktur, demektir. Bu durumda âla” "fi” manasına olur. Bunu da İbn Cerir, demiştir. Diğer maddelerin manası da buna göre çıkarılır. Bir grup müfessir, sözün "hastaya da zorluk yoktur "da bittiğine, arkasının da yeni söz başı olduğuna ve ona bağlı olmadığına kail olmuşlardır. Bu da Hasen ile İbn Zeyd’in görüşlerini destekler. "Kendi evlerinizden yemenizde": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar, evlatların evleridir. İkincisi: Oturdukları ve içinde başkalarının ailesi bulunduğu evlerdir. Bu durumda hitap adamın ailesine, çocuklarına, hizmetçilerine ve evde bulunanlara olur. Evlerin onlara nisbet edilmesi, onda oturmalarından dolayıdır. Üçüncüsü: Onlar kendi evleridir, maksat da aile ve eşlerinin malından yemektir. Çünkü kadının evi, erkeğin evi gibidir. Zikredilen akrabaların evlerinden yemenin mubah edilmesi, onlara yemek vermenin adet olmasındandır. Eğer yemek saklı bir yerde olursa, o saklı yeri açmak câiz değildir. "Yahut anahtarlarına sahip olduğunuz evlerden": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, vekildir, onun az bir şey yemesinde beis yoktur. Bu da İbn Abbâs’ın görüşünün manasıdır. Onu Said b. Cübeyr ile Ebû’l - Âliyye mimin zammesi, “Lâm” ın şeddesi ve kesri ile meçhul olarak "mülliktüm” okumuştur. Said de onu anahtar elinde bulunan vekilharç ile tefsir etmiştir. Enes b. Malik, Katâde ve İbn Yamur, mimin kesri ile tekil olarak "miftahahu” okumuşlardır. İkincisi: İnsanın sahip olduğu kendi evidir, bu da Katâde'nin görüşünün manasıdır. Üçüncüsü: Kölelerin evleridir, bunu da Dahhâk, demiştir. "Yahut arkadaşınızın": İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu; Haris b. Amr hakkında indi; o, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile gazaya çıktı, yerine Malik b. Zeyd’i ailesinin başına geçirdi. Döndüğü zaman onu bitkin buldu; o da: İznin olmadan yemeğinden yemek istemedim, dedi. Bu âyet bunun üzerine indi. Hasen ile Katâde arkadaşın evinden izinsiz olarak yemeyi câiz görürlerdi. "Topluca yahut ayrı olarak yemenizde de size günah yoktur": Bu âyetin iniş sebebinde de üç görüş vardır: Birincisi: Kinane oğullarından kendilerine Leys oğulları denen bir kabile mensuplan tek başlarına yemek yemekten çekinirlerdi; bazen adam yemek önünde iken sabahtan akşama kadar oturur beklerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Katâde ile Dahhâk demişlerdir. İkincisi: Ensardan bir topluluk misafirleri gelince onlarsız yemek yemezlerdi, bu âyet bunun üzerine indi ve onlara topluca veyahut ayrı ayrı yemek yemelerine müsaade edildi. Bunu da İkrime, demiştir. Üçüncüsü: Müslümanlar özürlü kimselerle yemek yemekten çekinirlerdi, bunu da onları kayırdıkları ve yemek üzerinde toplanmaktan kaçındıkları için yaparlardı. Çünkü kimi az kimi ise çok yerdi. Allah bu hususta kolaylık sağladı ve onlara: "Topluca” yani birlik hainde "veya ayrı ayrı yemenizde bir günah yoktur” dedi. "Evlere girdiğiniz zaman": Bunda üç görüş vardır: Birincisi: Kendi evlerinize girdiğiniz zaman kendinize ve ailenize selam verin, bunu da Cabir b. Abdullah, Tâvûs ve Katâde, demişlerdir. İkincisi: Onlar mescitlerdir, oradakilere selam verin, demektir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Üçüncüsü: Başkalarının evleridir, Mana da şöyledir: Başkalarının evlerine girdiğiniz zaman onlara selam verin. Bunu da Hasen, demiştir. "Tahiyyeten": Mastar olarak mensubtur, çünkü "fesellimu” kavli, hayyu manasınadır; birbirinizi selamlayın, demektir. "Allah katından": Mukâtil şöyle demiştir: Sevabı artmış olarak. "Mübâreketen” da: Güzel, demektir. 62Mü'minler ancak Allah’a ve Resul’üne iman eden kimselerdir. Onunla beraber içtimai bir iş üzerinde oldukları zaman ondan izin almadan gitmezler. Şüphesiz sizden izin isteyenler, işte onlar Allah’a ve Resul’üne iman eden kimselerdir. Senden bazı işleri için izin istedikleri zaman, onlardan istediğine izin ver. Onlar için Allah’tan bağış dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Onunla beraber oldukları zaman": Yani Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber, demektir. "İçtimai bir iş üzerinde": Yani cihad, cuma, bayram vb. gibi toplandıkları bir taat üzerinde demektir. "Ondan izin istemeden gitmezler": Müfessirler şöyle demişlerdir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem minbere çıktığı zaman, bir adam bir ihtiyaç veya mazeretten dolayı mescitten çıkmak isterse, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem onu görecek şekilde karşısında durmadan çıkmazdı. Onun izin almak için kalktığını bilirdi; içlerinden istediğine izin verirdi. Bu hususta yetki onda idi. Mücâhid de şöyle demiştir: Cuma günü imamın izin vermesi, eliyle işaret etme şeklindedir. "Onlar için Allah’tan bağış dile": Yani, eğer onların mazeretlerini görürsen cemaatten ayrılmaları için demektir. 63Peygamberi çağırmayı kendi aranızda kiminizin kiminizi çağırması gibi kılmayın. Gerçekten Allah içinizden saklanarak sıvışanları bilir. Onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne gelmesinden yahut başlarına acıklı bir azap gelmesinden sakınsınlar. "Peygamberi çağırmayı kendi aranızda kiminizin kiminizi çağırması gibi yapmayın": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i kızdırmaya yanaşmaktan mendir, çünkü o, bir kimseye beddu ederse, duası hemen kabul olunur. Bunu da İbn Abbâs demiştir. İkincisi: Onlara: Ya Resûlallah, demeleri; ya Muhammed, dememeleri emredildi. Bunu da Said b. Cübeyr, Alkame, Esved, İkrime ve Mücâhid, demişlerdir. Üçüncüsü: Bu; onlara bir şey emrettiği zaman geciktirmekten veya onları çağırdığı zaman geri kalmaktan mendir. Bunu da Maverdi aktarmıştır. Hasen, Ebû Recâ’, Ebû’l-Mütevekkil ve Muaz el-Kari, şeddeli ye ve be’den önce de nun ile "duaer resuli nebiyyiküm” okumuşlardır. "Kad yalemullahül lezine yetesellelune": Tisellül: Gizlice çıkmak, livaz da kendini kimse görmesin diye bir şeyin arkasına gizlenmektir. "Gerçekten Allah biliyor” kavlinden maksat, ceza ile tehdittir. Ferrâ’ şöyle demiştir: Münafıklar cumada hazır bulunurdu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de onlardan bahseder ve onları haklarında inen âyetlerle ayıplardı. Eğer birisi gizlice kalkabilirse kalkardı. İşte "Allah içinizden saklanarak sıvışanları gerçekten biliyor” kavli budur. Yani biribirinin arkasına saklanarak demektir. "Livazen” demesi, "laveztü"nün mastarı olmasındandır. Eğer "lüztü"nün mastarı olsa idi, lüztü liyazen, derdi, tıpkı: Kumtü kıyamen gibi. Sa’leb de böyle: Fiil laveze mülavezeten babından geliyor; eğer laze yeluzu babından gelse idi: Liyazen der idi, demiştir. Bunun hendek kazılırken olduğu söylenmiştir; şöyle ki, münafıklar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem izin vermeden gizlice sıvışır, kaytarırlardı. "Onun emrine muhalefet edenler sakınsın (emrihi)": Bu “He” zamirinde de iki görüş vardır: Birincisi: O aziz ve celil olan Allah’a râcîdir. Bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir, bunu da Katâde, demiştir. "An” üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: O, zaittir, bunu da Ahfeş, demiştir. İkincisi: "Yuhalifune"nin manası: Yu’ridune an emrihi demektir. Burada fitne hakkında üç görüş vardır: Birincisi: O, sapıklıktır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Dünyada beladır, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Küfürdür, bunu da Süddi ve Mukâtil, demiştir. "Yahut başlarına acıklı bir azap gelmesinden": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Dünyada öldürülmedir. İkincisi: Ahirette cehennem azabıdır. 64Bilin ki, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Gerçekten neyin üzerinde olduğunuzu biliyor. O’na döndürüldükleri gün yaptıklarını onlara haber verecektir. Allah her şeyi pekala bilendir. "Gerçekten neyin üzerinde olduğunuzu biliyor": Yani içinizdekileri ve vicdanlarınızdaki iman ve nifakı demektir. Bu da bundan ceza görecelerine bir uyarıdır. |
﴾ 0 ﴿