27-NEML SÛRESİMekke’de inmiştir. 93 ayettir. İcma ile Mekki’dir. Bismillahirrahmanirrahim 1Ta. Sin. Bunlar Kur’ân'ın ve apaçık kitabın âyetleridir. "Ta. Sin": Bunda üç görüş vardır: Birincisi: O, Allah’ın yemin ettiği bir yemindir, o Allah’ın isimlerindendir. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ondan başka bir rivayette de: O, ism-i azam'dır, demiştir. İkincisi: O, Kur’ân’ın isimlerinden bir isimdir, bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Tı Latiften, sin de Semi'dendir, bunu da Sa’lebî nakletmiştir. "Ve kitabin mübinin": Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Imran ve İbn Ebi Able, ikisinde de ref’ ile "ve kitabun mübinun” okumuşlardır. 2Mü’minler için müjde ve rehberdir. "Müjdedir": Yani içindekini tasdik edenlere sevapla müjdedir. 3Onlar ki, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirler. Onlar ahirete de kesin inanırlar. 4Şüphesiz ahirete iman etmeyenler (var ya), onlara amellerini süsledik. Artık onlar bocalarlar. "Onlara amellerini süsledik": Yani onlara çirkin fiillerini sevdirdik demektir. Gerçek süslemeyi ve bocalamayı Bakara: 15 ve 212’de açıklamıştık. Kötü azap da: Şiddetli azaptır. 5İşte onlar o kimselerdir ki, onlar için azabın kötüsü vardır ve onlar, ahirette (evet) onlar en çok ziyan edenlerdir. "Onlar en çok ziyan edenlerdir": Çünkü onlar kendilerini ve ailelerini ziyan ettiler ve cehenneme gittiler. 6Şüphesiz sen, Kur’ân sana hikmet sahibi, her şeyi bilen (Allah) tarafından veriliyor. "Ve inneke letülekka’l Kur’ân’e": İbn Kuteybe şöyle demiştir: Kur’ân sana veriliyor, sen de onu alıyor, yani telakki ediyorsun. 7Hani Mûsa, ailesine: "Şüphesiz ben bir ateş gördüm. Size ondan bir haber getireceğim yahut size korlu alev / meşale getireceğim. Belki ısınırsınız” demişti. “iz-kale Mûsa": Mana şöyledir: Mûsa’nın dediği vakti yad et, zikret. "Bi-şihâbin kabesin": Âsım, Hamze, Kisâi ve Ya’kûb , Zeyd hariç, tenvinle "bişihabin” okumuşlar. Kalanlar ise izafetle tenvinsiz olarak okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Kim şihabı teminlerse, kabes’i şihaba sıfat yapar. Beyaz ve ışıklı olan her şeye: Şihab denir. İzafetle okunmasına gelince, Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu da isimler farklı olduğu takdirde nesnenin kendine izafesindendir, meselâ "ve-ledâru’l-âhireti” (Yûsuf: 109) kavlinde olduğu gibi. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Şihab: Ateş ve kordur, yani meşaledir, Kabestünnarakabsen denir, alınan şeye de kabes (kor) denir. "Testalûn": Isınmak demektir, mevsim kış idi. 8Oraya geldiği zaman, "Ateşte olan da çevresinde olan da bereketlendi. Âlemlerin Rabbi Allah münezzehtir” diye seslenildi. "Oraya gelince": Mûsa ateşe gelince, demektir. O aslında nûr idi, onu ateş sandı, "ateşte olan bereketlendi": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Mana şöyledir: Ateşte olan kutsandı, ki, O, aziz ve celil olan Allah’tır, bunu da İbn Abbâs ile Hasen demişlerdir. Mana da şöyledir: Ona ateşten seslenen takdis edildi, yoksa aziz ve celil olan Allah bir şeyin içine girmiş değildir. İkincisi: "Men” zaittir, mana da: Ateş bereketlendi, demektir, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Mana şöyledir: Ateşin üzerindeki veya içindeki bereketlendi. Ferrâ’ şöyle demiştir: Araplar: Barekehullah ve bareke aleyh ve bareke fih derler ki, hepsi bir manayadır. Takdir de şöyledir: Burike men fi talebinnar (ateşi arayan mübarek kılındı), o da Mûsa’dır, hazfedilmiştir. Bu da Allah’tan Mûsa’ya selamdır, tıpkı İbrahim aleyhisselam’a yanına gelen meleklerin diliyle "rahmetullahi ve berekatuhu aleyküm ehlel beyt” (Hûd: 73) dediği gibi. Bu durumda "bûrike” kavlinde iki mana ortaya çıktı: Birincisi: Takdis edildi. İkincisi: Bereketlendi. "Ve çevresindekiler": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Meleklerdir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Mûsa ile meleklerdir, bunu da Muhammed b. Ka’b, demişlerdir. Üçüncüsü: Mûsa’dır, Mana da şöyledir: Onu arayan bereketlendi, bu da diğerlerine yakındır. 9"Ey Mûsa, gerçek şu ki, ben, mutlak galip, hikmet sahibi Allah’ım". "İnnehu enellah": He, dilcilere göre zamir-i şe’ndir, Süddi'ye göre de o, seslenenden kinayedir; çünkü Mûsa: "Bu seslenen de kimdir?” deyince, kendisine: "innehu enellah” (ben O Allah'ım) denildi. 10"Asanı at". Mûsa onun küçük bir yılan gibi hareket ettiğini gördüğü zaman, arkasını dönerek kaçtı, geri dönmedi. "Ey Mûsa, şüphesiz benim, peygamberler benim huzurumda korkmazlar". "Ve elkı asak": Âyette atılan kelimeler vardır, takdiri şöyledir: Feelkaha fesaret hayyeten (onu attı, o da bir yılan oldu). "Felemma raâha tehtezzü keenneha cânnün": Ferrâ’ şöyle demiştir: Can: ne büyük ne de küçük orta boy yılandır. "Geri dönmedi": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Arkasına bakmadı, bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Geri dönmedi, bunu da İbn Kuteybe ile Zeccâc, demişlerdir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Dil bilginleri onun akb (ökçe) kökünden geldiğini söylerler. "Şüphesiz benim, peygamberler benim huzumda korkmazlar": Benim yanımda korkmazlar, demektir. Şöyle de denilmiştir: Maksat: Kendilerine vahyedilen yerde korkmazlar, demektir. Sanki onu şöyle uyarmıştır: Allah kimi peygamberlikle azabından emin ederse, onun bir yılandan korkması yaraşmaz. 11"Ancak kim zulmeder, sonra da kötülükten sonra (onu) güzelliği değiştirirse, şüphesiz ben çok bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim". "Ancak zulmeden hariç": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, doğru (muttasıl) bir istisnadır, bunu da Hasen, Katâde ve Mukâtil, demişlerdir; Mana da şöyledir: Ancak onlardan zulmeden hariçtir ki, o, korkar. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Allah, Mûsa'nın içinde yumruk vurup öldürdüğü adamın korkusu olduğunu biliyordu, onun için: "Ancak kim zulmeder, sonra da onu güzelliğe çevirirse” dedi. Yani Tevbe eder ve pişman olursa, o korkar, ben de onu bağışlarım demek istiyor. İkincisi: Munkatı bir istisnadır, Mana da şöyledir: Ancak kim zulmederse o korkar. Bunu da İbn Saib ile Zeccâc, demişlerdir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: "Men” söylenmeyen kimselerden istisna edilmiştir, sanki şöyle denilmiştir: Peygamberler huzurumda korkmazlar, ancak başkaları korkarlar, onlar da haksızlık edenlerdir. Bu durumda "men” istisna edilmiş olur. İbn Cerir de şöyle demiştir: Âyette hazf vardır, takdiri şöyledir: İlla men zalem, femen zaleme sümme beddele hüsnen. Üçüncüsü: "İlla” vav manasınadır, "li-ellâ yekune linnasi aleyküm hucceten illellezine zalemu minhüm” (Bakara: 150) kavli gibi. Bunu da Ferrâ’ bazı nahivcilerden nakletmiş, fakat beğenmemiştir. Übey b. Ka’b, Said b. Cübeyr, Dahhâk, Âsım el - Cahderi ve İbn Ya’mur, hemzenin fethi ve lâm da şeddesiz olarak "ela men zaleme” okumuşlardır. Müfessirlerin zulümden burada ne kastedidildiği hususunda iki görüşleri vardır: Birincisi: İsyanlardır. İkincisi: Şirktir. "Güzelliğin” manası da: Tevbe ve pişmanlıktır. İbn Mes’ûd, Dahhâk, Ebû Recâ’, A’meş, İbn Semeyfa’ ve Abdülvaris de Ebû Amr’dan rivayet ederek, hanın ve “sîn” in fethi ile "hasenen” okumuşlardır. "Kötülükten sonra": Kötü bir şey yaptıktan sonra demektir. Bununla şuna işaret edilmiştir ki, Mûsa her ne kadar Kıbtı’yı öldürmekle kendine haksızlık etmişse de, Allah onu bağışlayacaktır, çünkü buna pişman oldu ve Tevbe etti. 12"Elini yakana sok, Fir’avn’e ve kavmine dokuz mucize içerisinde, bir kötülük (hastalık) olmadan bembeyaz çıksın. Şüphesiz onlar bir fasıklar kavmi oldular". "Edhil yedeke fi ceybik": Ceyb, gömleğin yakasıdır, bu da kesmek kökünden gelir. İbn Cerir şöyle demiştir: Elini yakasına sokmaktan maksat şu idi; çünkü o anda üzerinde kolları olmayan bir giysi vardı. Kötülük de: Baras hastalığıdır. "Fi tis’i ayatin": Zeccâc "fi” "ve elkı asake” "ve edhilyedeke” kavline bağlıdır, demiştir. Bu durum da tevili şöyledir: Dokuz mucize arasında bu ikiyi de göster. "Fi” de "min” manasınadır, tevili de: Dokuz mucizeden bu ikisini de göster, demektir. Meselâ: Bana on deve al, ikisi erkek olsun dersin. Biz de bu mucizeleri İsra: 101’de şerh etmiş bulunuyoruz. "Fir’avn’e ve kavmine": Yani Fir’avn’e ve kavmine gönderilmiş olarak demektir. Bu kısım hazfedilmiştir, çünkü bellidir. "Âyetlerimiz onlara açık olarak gelince": Açık ve net olarak demektir. Bu da "veateyna semuden nakakate mubsıreten” (İsra: 59) kavli gibidir. Biz de bunu yukarıda şerh etmiştik. 13Âyetlerimiz onlara açık vaziyette gelince: "Bu, apaçık bir sihirdir” dediler. "Bu dediler": Yani bu gözümüzle gördüğümüz şey, dediler, "apaçık bir sihirdir". 14Onları, vicdanları kesin inandığı halde, haksızlık ederek ve böbürlenerek inkâr ettiler. Bak, bozguncuların sonu nasıl oldu? "Onu inkâr ettiler", kabul etmediler, "vicdanları onlara kesin inandı": Onların Allah katından olduğuna. "Haksızlık ederek": Yani şirk koşarak, "ve böbürlenerek": Kibirlenerek. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Mûsa’nın getirdiklerinin Allah katından olduğunu bildikleri halde böbürlenerek iman etmediler. 15Yemin olsun, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik "Bizi mü’min kullarından birçoğuna üstün kılan Allah'a hamdolsun” dediler. "Yemin olsun, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik": Müfessirler, karar verme ilmi, kuşdili, hayvanların dili ve dağların tesbihi bilgisi demişlerdir. "Bizi üstün kılan Allah’a hamdolsun, dediler": Peygamberlik, kitap, demiri yumuşatma; şeytanları, cinleri ve insanları çalıştırma ile üstün kıldı. "Mü’min kullarından birçoğuna": Mukâtil şöyle demiştir: Dâvud, Süleyman’dan daha çok ibadet ederdi, Süleyman da mülk ve ilim bakımından daha büyüktü. 16Süleyman, Dâvud’a mirasçı oldu ve: "Ey insanlar, bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Şüphesiz bu, gerçekten apaçık bir lütuftur” dedi. "Süleyman, Dâvud’a mirasçı oldu": Yani peygamberliğine, ilmine ve mülküne mirasçı oldu demektir. Dâvud’un on dokuz erkek evladı vardı; bunların arasından Süleyman seçildi. Eğer mal mirası olsa idi, bütün evlatları onda eşit olurdu. "Dedi": Yani Süleyman, İsrâil oğullarına: "Ey o insanlar, bize kuşdili öğretildi (ullimna mantıkat tayri)": Übey b. Ka’b, aynın ve “Lâm” ın fethi ile "alemna” okumuştur. Ferrâ’ da: "Kuşdili": Eğer anlaşılırsa kuşdili de konuşma gibidir, demiştir. Şair şöyle demiştir: Şaştım o güvercine, şarkısı ne kadar da açıktır, Hâlbuki konuşurken ağzını bile açmadı. Âyetin manası şöyledir: Biz, kuşların dediğini anladık. Katâde de: Karınca da kuştandır, demiştir. "Bize her şeyden verildi": Zeccâc: Peygambere ve insanlara verilmesi câiz olan her şeyden, demiştir. Mukâtil de şöyle demiştir: Bize mülk, peygamberlik, kitap, rüzgar ve kuşdili verildi; cinler ve şeytanlar bize amade kılındı. Cafer b. Muhammed, babasından, demiştir ki: Süleyman’a doğuların ve batıların mülkü verildi. Yedi yüz yıl, altı ay mülk sürdü; cinlerden, insanlardan, şeytanlardan, hayvanlardan, kuşlardan ve canavarlardan bütün dünya halkına hükümdar oldu. Her şeyin ilmi ve her şeyin dili öğretildi. Onun zamanında acayip sanatlar icra edildi. İşte: "Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden verildi” dediği budur. "Şüphesiz bu": Yani bize verilen, "gerçekten apaçık bir lütuftur": Lütuf: Başkalarına verilenden fazla olan şeylerdir. 17Süleyman için cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Artık onlar sevk olunuyorlar. "Süleyman için ordusu toplandı": Yani ordusundan her sınıf ayrı ayrı toplandı, demektir. Bu da yürürken oldu. "Onlar sevk olunuyorlar": Mücâhid, toplanmaları için başı durduruluyordu, demiştir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Vez’in aslı: durdurmak ve mani olmaktır. Veza’tür recüle: Adamı durdurdum, ona engel oldum, demektir. Vaziul ceyş: Askeri dağılmasın diye toplayan, kaçanı geri çevirendir. 18Nihayet karınca vadisine gelince, bir karınca: "Ey o karıncalar, yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları, farkında olmadan sizi kırmasınlar” dedi. "Nihayet geldiler": Yani yaklaştılar, "karınca vadisine": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O, Taif’tedir, bunu da Ka’b, demiştir. İkincisi: Şam’dadır, bunu da Katâde, demiştir. "Kalet nemletün": Ebû Miclez, Ebû Recâ’, Âsım el - Cahderi ve Talha b. Mûsarrif, mimin zammı ile "nemületün” okumuşlardır. Yani karınca sesle bağırdı, bu ses anlamlı olduğu için ona söz dedi. Karınca da insan gibi konuşunca, ona da insan gibi kelime kullandı ve: "Girin (udhulu)” dedi. Allah o karıncaya bir mucize olarak Süleyman’ı tanımayı ilham etti. Allah karıncaya diğer hayvanlardan daha çok şey ilham etmiştir; bunlardan biri de sakladığı tohumu yeşermesin diye ikiye keser. Ancak kişniş tohumunu dörde keser; çünkü o ikiye bölünürse yeşerir. Ona bunu ilham eden Allah noksandan münezzehtir. O karıncanın niteliği hakkında iki görüş vardır: Birincisi: O, dişi koyun kadardı. Nevf eş - Şami de: Süleyman b. Dâvud zamanındaki karıncalar kurtlar gibiydi, demiştir. İkincisi: O, küçük bir karınca idi. "Udhulu mesakineküm": Übey b. Ka’b, Ebû’l - Mütevekkil ve Âsım el - Cahderi, tekil olarak "meskeneküm” okumuştur. "Vela yahtımenneküm": Hatm: Kırmak, demektir. Übey b. Ka'b ile Ebû Recâ’, lamdan sonra elifsiz olarak "leyahtımenneküm” okumuşlar; İbn Mes’ûd da, yenin fethi, hanın sükunu, tı şeddesiz, mîm sakin ve nunun da hazfi ile "lâ yahtımküm” okumuşlardır. Eban da yenin fethi, hanın sükunu yine nun da sakin, tı da şeddesiz olarak "yahtımenküm” okumuştur. Ebû’l - Mütevekkil ile Ebû Miclez, yenin fethi, hanın kesri, tı da şeddeli ve nun ile "lâ yehıttıhenneküm” okumuşlardır, İbn Semeyfa, İbn Ya’mur ve Âsım el - Cahderi de yenin ref’i, hanın sükunu, tı hafif ve nun da şeddeli olarak "yuhtımenneküm” okumuşlardır. Hatm: Kırmaktır, hutam da: Kırık kırpık şeylerdir. Mukâtil de: Süleyman karıncanın konuşmasını üç mil mesafeden duydu, demiştir. "Farkında olmadan": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Süleyman’ın adamları karıncanın sözünün farkında olmadılar. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Süleyman’ın adamları sizin yerinizi bilmezler, zira o karınca onun zalim olmayan bir kral olduğunu biliyordu. Eğer onlar karıncaları bilselerdi sizi çiğnemezlerdi. Bunu da Mukâtil, demiştir. 19(Süleyman) onun sözünden gülerek tebessüm etti, bana ve ebeveynime ihsan ettiği nimete şükretmemi ve razı olacağı iyi amel etmemi bana ilham et. Ve beni rahmetinle iyi kullarının arasına girdir” dedi. "Gülerek tebessüm etti": Zeccâc şöyle demiştir: "Dahiken” tekit edici haldir, çünkü "tebesseme” "dahike (güldü)” manasınadır. Müfessirler de şöyle demişler: Karıncanın dediği şeye şaşarak güldü. Onu övmesinden güldü diyenler de vardır. Bazı Âlimler şöyle demişler: Bu âyet Kur’ân’ın en acayip âyetlerindendir; çünkü "ya” diye seslendi, "ey o” diye uyardı, "enneml” diyerek tayin etti, "girin” diyerek emretti, "yuvalarınıza” diyerek vurguladı, "sakın sizi çiğnemesinler” diyerek ikaz etti, "Süleyman” diyerek özel isim kullandı, "ve askerleri” diyerek genelleme yaptı, "bilmeden” diyerek özür beyan etti. "Kale rabbi evzi’ni": İbn Kuteybe, bana ilham et, demiştir. İyza’: Bir şeye kışkırtmaktır. Evza’tuhu bikeza, denir ki: Ona kışkırttım, demektir. Ve hüve muvezzeun bikeza ve muleun bikeza denir ki: Bir şeye düşkün olmaktır. Zeccâc, lügatte tevili şöyledir, demiştir: Beni nimetine şükrün dışında her şeyden çek. Daha açıkçası: Beni senden uzaklaştıracak şeyden uzaklaştır, demektir. "Amel etmemi": Yani bana amel etmemi ilham et, "razı olacağın iyi bir amel": Müfessirler şöyle demişler. Allah'a şükretmesi şundandır; çünkü rüzgar ona karıncanın sesini getirdi, o da onu anladı. 20Kuşları teftiş etti: Hüdhüd’ü niçin göremiyorum, kayıplara mı karıştı?” dedi. "Ve tefekkadet tayra": Tefekkud: Kaybettiğin şeyi aramaktır, mana da: Kaybettiği kuşları aradı, demektir. Tayr: Cins ismidir. Kuşlar Süleyman'a yolculuğunda katılır ve onu kanatlarıyla gölgelerdi. "Fekale maliye lâ erel hüdhüde": İbn Kesir, Âsım ve Kisâi, yenin fethi ile "ma liye lâ erel hüdhüde” okumuştur. Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hamze de, sükun ile okumuşlardır. Mana da: Hüdhüd’ü niçin göremiyorum, demektir. Araplar: Ma liye erake keiyben: Seni niçin üzgün görüyorum, derler, neyin var, demektir. Bu da manası belli ters çevrilmiş deyimlerdendir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Süleyman karınca vadisinden ayrılınca, engebeli bir yere düştü, ordu susadı; ondan su istediler. Hüdhüd de suyun yerini gösterirdi. Ona: Su buradadır, deyince, şeytanlar kayaları yarar, su da çadırlar kurulmadan fışkırırdı. Hüdhüd yerin altındaki suyu camdaki gibi görürdü. O gün Hüdhüd'ü aradı, bulamadı. Bazıları da şöyle demişler: Onu araması şunun içindi, çünkü kuşlar onları güneşten gölgelerdi, Hüdhüd’ün yeri boş kaldı, o boşluktan güneş ışıkları vurdu. "Em kâne": Zeccâc: Manası: Bel kâne (bilakis oldu) demiştir. 21"Ona mutlaka şiddetli bir işkence edeceğim yahut onu mutlaka boğazlayacağım yahutta mutlaka bana açık bir delil getirir!" "Ona mutlaka şiddetli bir azapla işkence edeceğim": Bunda da altı görüş vardır: Birincisi: Tüyünü yolmaktır, bunu da cumhûr ile İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Tüyünü yolup güneşe atmaktır, bunu da Abdullah b. Şeddad, demiştir. Üçüncüsü: Ayaklarını bağlayıp güneşe atmaktır, bunu da Dahhâk, demiştir. Dördüncüsü: Onu katrana batırıp güneşe atmaktır, bunu da Mukâtil b. Hayyan, demiştir. Beşincisi: Onu kafese tıkamaktır. Altıncısı: Onu arkadaşından ayırmaktır, bu ikisini Sa’lebî nakletmiştir. "Ev leye’tiyenni": İbn Kesir, iki nunla "ev yele’tiyenneni” okumuştur. Onların Mushaflarında da böyledir. Sultan ise: Delil demektir. Özür diyenler de olmuştur. Tefsirde şöyle gelmiştir: Süleyman yolda konaklayınca, Hüdhüd: O, yere inmekle meşgul, ben de yükseleyim, dünyanın enine boyuna bakayım, dedi. Yükseldi, Belkıs’ın bahçesini gördü. Yeşilliğe doğru süzüldü, bahçeye kondu. Başka bir Hüdhüdle karşılaştı: "Nereden geliyorsun?” dedi. O da: Şam’dan, sahibim Süleyman’ın yanından, "sen nereden geliyorsun?” dedi. O da: "Bu ülkeden, Kraliçesi de Belkis adında bir kadındır, benimle onun mülkünü görmeye gider misin?” dedi. O da: Süleyman’ın namaz vakti suya ihtiyacı olacağı için beni aramasından korkuyorum, dedi. O da: Sahibine bu haberi götürürsen sevinir, dedi. O da onunla gitti, Belkıs’a ve mülküne baktı. 22Az durdu, (Hüdhüd): "Senin kavramadığın bir şeyi kavradım ve sana Saba (ülkesin)den kesin bir haber getirdim” dedi. "Femekese gayra baidin": Cümhur kâfin zammı ile okumuş, Âsım da fethi ile okumuştur. İbn Mes’ûd da te ziyadesiyle "fetemekkese” okumuştur. Mana da: Çok geçmeden geldi, demektir. Süleyman: "Niye geciktin?” dedi. O da: "Senin kavramadığın şeyi kavradım” dedi. Yani bir şeyi senin bilmediğin şekilde her taraftan öğrendim, dedi. "Ve ci’tüke min Sebein bi nebein yakin": İbn Kesir ile Ebû Amr, gayri munsarif olarak nasb ile "sebee” okumuşlar; diğerleri de tenvinli olarak çerle okumuşlardır. Hadiste şöyle gelmiştir: Sebe’ Araplardan bir adamdır. Katâde: O, Yemen’de Me’rib denen bir yerdir, demiştir. Ebû’l - Hasen Ahfeş de: İstersen "sebeen” der munsarif eder, onu atalarının ismi veya semtin ismi yaparsın, istersen gayri munsarif yapar onu kabilenin veya bir yerin ismi yaparsın. Zeccâc şöyle demiştir: Nahivcilerden bir topluluk onun bir adam olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri de şöyle demişlerdir: İsmin ne olduğu bilinmezse, gayri munsarif olur. Her ki, görüş de hatalıdır, çünkü isimlerin hakkı munsarif olmaktır, eğer ismin müzekker veya müennes olduğu bilinmezse, gayri munsarif olduğu bilininceye kadar onun hakkı munsarif olmaktır. Çünkü Sebe’ Yemen’de Me’rib diye bilinen bir yerdir. Sana’ya olan uzaklığı üç günlük yoldur. Kim de onu munsarif yapmazsa onu şehir ismi yapar. Kim de munsarif kılarsa onu beled (yer) ismi yapar. O zaman müzekker ismi konulmuş bir müzekker olur. "Kesin bir haberle": Doğru bir haberle demektir. 23"Gerçekten ben, onlara kraliçelik eden bir kadın buldum. Ona her şeyden verilmiş. Onun büyük de bir tahtı var!" "Ben onlara kraliçelik yapan bir kadın buldum": Belkıs’ı kastediyor. "Ona her şeyden verilmiş": Zeccâc, manası: Krallara ve insanlara verilen her şeyden, demiştir. Arş de: Kralın tahtıdır. Katâde: Onun tahtı altından, ayakları da inci ile süslü mücevherdendi, demiştir. Ebeveyninden biri cindendi. Ayaklarından birinin arkası hayvan tırnağı gibi idi. Mücâhid de şöyle demiştir: Ayakları merkep tırnağı gibiydi. İbn Saib de şöyle demiştir: Ayaklarında bir şey yoktu, cinler onu bu sözle Süleyman’a kesmişler, gıybet etmişlerdi. Saraya girince yalanları meydana çıktı. Mukâtil de şöyle demiştir: Tahtının yüksekliği seksen çarpı seksen arşın idi. Bu haber niçin Hüdhüd için mazeret olmuştur? Çünkü Süleyman yeryüzünde kendininkine benzer bir krallık düşünmüyordu. Bununla beraber cihad etmeyi severdi. Hüdhüd ona başka bir memleket ve cihad edeceği kâfir bir kavim gösterince, bu onun için mazeret oldu. 24"Onu ve kavmini Allah’tan başka güneşe secde ederlerken buldum. Şeytan ona amellerini süsleyip onları yoldan çevirmiş. Artık onlar doğru yolu bulamazlar". "Ellayescudu": Çoğunluk şedde ile "ella yescudu” okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Mana da: Şeytan secde etmemeyi onlara süsledi. Yani secde etmesinler diye onları çevirdi. İbn Abbâs, Ebû Abdurrahman Sülemi, Hasen, Zührî, Katâde, Ebû’l - Âliyye, Hamid el - A’rec, İbn Ebi Able ve Kisâi, şeddesiz olarak ela yescudu okumuşlar, haberiniz olsun, ey o kimseler, secde edin, demiştir. O zaman kelâmda "haulai” sözcüğü atılmış olur, ye de onun yerine geçer. Vakıf da "ela ya"da olur. "Üscudu” da yeni söz başı olur. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bu kıraate göre o secde âyetidir, şeddeli kıraate göre ise secde olmaması daha uygundur. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bu, Allah'ın yeni bir söz başıdır, yani Ey insanlar, secde edin, demektir. İbn Mes’ûd ile Übey, he ile "hella yescudu” okumuşlardır. 25(Bunu); göklerde ve yerde gizliyi çıkaran, gizlediklerini ve açıkladıklarını bilen Allah’a secde etmemek için (yapıyorlar). 26Allah, kendisinden başka İlâh yoktur. Ulu Arş’in Rabbidir. "Ellezi yuhricül hab’e fîsemevati velardı": İbn Kuteybe şöyle demiştir: O ikisinde gizli olanı bilir. Bu da: Habe’tüş şey’e’den gelir ki,. Bir şeyi gizlemektir. Göklerin gizlisi: Yağmur, yerin gizlisi de: Bitkidir, denilmiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Sakladığın her şey: Hab’dır, hab’: Görünmeyen her şeydir. Mana da şöyledir: Allah göklerin ve yerin gizlisini bilir. İbn Cerir şöyle demiştir: "Fi", "min” manasınadır, takdiri de yuhricül hab’e fissemavati (göklerdeki gizliyi çıkarır) demektir. "Ve ya'lemu ma tuhfune ve ma tu’linun": Hafs, Âsım’dan rivayet ederek, Kisâi de ikisinde de te ile okumuşlardır. Diğerleri de ye ile okumuşlardır. İbn Zeyd de: "Ehattu’dan azimi’ye kadar olan kısım, Hüdhüdün sözüdür, demiştir. Dahhâk ile İbn Muhaysın, mimin ref’i ile elazimü” okumuşlardır. 27Dedi: "Doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mı oldun, bakacağız". Hüdhüd sözünü bitirince "bakacağız, dedi": Bize getirdiğin habere bakacağız, dedi. "Doğru mu söyledin” dediğin şeyde "yoksa yalancılardan mı oldun?” Neden onun haberinden şüphe etti? Çünkü yeryüzünde başkasının öyle bir mülkü olacağını zannetmiyordu. Sonra bir mektup yazdı, onu kendi mührü ile mühürledi ve onu Hüdhüd’e verdi ve: 28"Şu mektubumu götür; onu onlara bırak. Sonra geri çekil, bak ne cevap verecekler?" "şu mektubumu götür; onu onlara bırak (izheb bikitabi hâza feelkıh ileyhim)": İbn Kesir, İbn Âmir ve Kisâi, sonunda ye ile "feelkıhiy” okumuşlar; Ebû Amr, Âsım, Ebû Cafer ve Hamze, henin sükunu ile "feelkıh” okumuşlardır. Kalun, Nâfi’den henin kesri ile işba yapmadan hafifçe okumuştur. Bundan da Sebe (Saba) halkını kastetmiştir. "Sonra onlardan geri çekil": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Yüz çevir. İkincisi: Geri çekil. "Bak ne cevap verecekler". Eğer: "Onlardan geri çekilirse cevaplarını nasıl bilir?” denilirse, bunun da iki cevabı vardır: Birincisi: Mana şöyledir: Seni görmeyecekleri şekilde onlardan uzaklaş, ne cevap vereceklerine bak. Bu da Vehb b. Münebbih’in görüşüdür. İkincisi: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Ne cevap vereceklerine bak, sonra da onlardan uzaklaş. Bu da İbn Zeyd’in görüşüdür. Katâde şöyle demiştir: Hüdhüd ona geldi, o ise uyuyordu, mektubu göğsünün üzerine bıraktı, o da okudu ve kavmine haber verdi. Mukâtil şöyle demiştir: Onu gagasında taşıdı, kadının başında durdu, bir süre uçtu, insanlar da ona bakıyorlardı. Kadın başını kaldırdı, o da mektubu kucağına attı. Kadın mührü görünce korktu, başını eğdi ve yanındaki askerler de eğdiler. 29(Kraliçe Belkıs) dedi: "Ey o ileri gelenler, şüphesiz bana değerli bir mektup bırakıldı". Neden dolayı mektup için kıymetli dedi? Bunda da yedi görüş vardır: Birincisi: Çünkü mühürlü idi, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Çünkü onun aziz ve celil olan Allah tarafından olduğunu zannetti. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: "Kerim” sözcüğünün manası: İçindeki güzeldir, demektir. Bunu da Katâde ile Haccac, demişlerdir. Dördüncüsü: Sahibinin kereminden dolayı, çünkü o kral idi. Bunu da İbn Cerir, demiştir. Beşincisi: Çünkü heybetli idi, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Altıncısı: Hüdhüde taşıttığı için, bunu da Maverdi nakletmiştik Yedincisi: Çünkü baş tarafında bismillahirrahmanirrahim gördü, bunu da Sa’lebî nakletmiştir. 30"Şüphesiz o, Süleyman’dan (geliyor) ve şüphesiz o: "Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle". "Şüphesiz o Süleyman'dan": Yani mektup ondan geliyor, "şüphesiz ki, o"; Yani o yazılan: "Bismillahirrahmanirrahim. 31"Bana baş kaldırmayın ve bana Müslümanlar olarak gelin". Bana baş kaldırmayın": Yani böbürlenmeyin. İbn Abbâs, noktalı ğaymla "tağlu” okumuştur. "Bana Müslümanlar olarak gelin": Yani boyun eğerek ve itâat ederek, demektir. Sonra Belkıs, kavmi ile istişare etti: 32Dedi: "Ey o ileri gelenler, bu işimde bana görüş bildirin. Siz yanımda bulunmadan ben bir işi kesip atmam". "Ey ileri gelenler": Yani, ey eşraflar, dedi. Onlar da üç yüz on üç komutan idiler. Her birinin on b. askeri vardı, İbn Abbâs da şöyle demiştir: Yanında yüz b. küçük prens, her prensin de yüz b. askeri vardı. Bütün askerlerinin bir milyon iki yüz b. olduğu da söylenmiştir. "Bana görüş bildirin": Yani ne yapmamı bana açıklayın ve bana akıl verin. Ferrâ’ şöyle demiştir: İstişareye fetva dedi, bu da dil müsait olduğu için câizdir. "Ben bir işi kestirmem": Yani yaptığım işi, demektir. "Siz yanımda bulunmadan": Mana şöyledir: Ancak sizin huzurunuzda ve istişarenizle yaparım. 33Dediler: "Biz kuvvetli ve çetin savaşçı kimseleriz. Emir şenindir. Bak, ne emredeceksin?" "Biz kuvvet sahibi kimseleriz": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar bedenen kuvvetli olduklarını söylemek istediler. İkincisi: Sayı, şiddet ve savaşta cesaret bakımından demek istediler. Bu sözden de neyi kastettiklerinde iki görüş vardır: Birincisi: İşi Kraliçe’ye bırakmak. İkincisi: Emrettiği takdirde savaş istemelerine işaret vardır. Sonra da: "Söz şenindir” dediler, yani savaşıp savaşmama da söz şenindir, dediler. "O da: Krallar bir kente girdikleri zaman” dedi. Zeccâc mana şöyledir, demiştir: Bir kente savaşarak ve yenerek zorla girdikleri zaman. 34Dedi: "Krallar bir kente girdikleri zaman orayı fesada verirler ve halkının şereflilerini şerefsizler ederler ve böyle yaparlar". "Orayı fesada verirler": Yani harabe ederler, "halkının şereflilerini şerefsizler ederler": Yani İşi ellerine almak için eşrafı hor görürler. Kelâmın manası da şöyledir: Onları Süleyman’ın hareketinden ve ülkelerine girmesinden uyardı. "Böyle yaparlar": Bunda iki görüş vardır: Birincisi: Bu, Allahü teâlâ tarafından, Kraliçenin sözünü tasdiktir. Bunu da Zeccâc, demiştir. İkincisi: O, Kraliçe’nin sözünün devamıdır, Mana da şöyledir: Süleyman ve adamları ülkemize girdikleri zaman böyle yaparlar. Bunu da Maverdi nakletmiştir. 35"Gerçekten ben, onlara bir hediye göndereceğim. Bakacağım elçiler ne ile dönecekler?" "Gerçekten ben onlara bir hediye göndereceğim": İbn Abbâs şöyle demiştir: Hediye göndermesi, Süleyman’ın durumunu öğrenmek içindi: Eğer peygamber ise dünyayı istemez, eğer kral ise taşman hediyelere razı olurdu. Ona üç altın kerpiç gönderdi, her kerpiçin ağırlığı yüz rıtıl idi. Kırmızı bir yakut gönderdi, onun da uzunluğu bir karıştı ve delikti. Otuz erkek hizmetçi, otuz da kadın hizmetçi gönderdi. Erkeği kadından ayırmaması için onlara aynı kıyafeti giydirdi. Sonra ona şöyle yazdı: Sana bir hediye gönderdim, onu kabul et. Sana bir karış uzunluğunda bir yakut gönderdim, ona bir iplik geçir. İpliğin iki ucunu da kendi mührünle mühürle. Sana otuz erkek ve otuz da kız hizmetçi gönderdim. Kızlarla erkekleri ayır. Şeytanların amiri geldi, ona Belkıs'ın gönderdiklerini haber verdi, Süleyman ona şöyle dedi: Git, meclisimden itibaren sekiz mile sekiz mil mesafeye altın kerpiç döşe. O da gitti, şeytanları gönderdi. Onlar da dağlardan kerpiçler kestiler, onları altın suyuna batırıp döşediler. Yola da kırmızı yakut sütunlar diktiler. Elçiler geldi, birbirlerine: Bu adamın yanına nasıl üç kerpiçle girersiniz, yanında gördüğünüz bunca şeyler varken, dediler? Başları: Bizler sadece elçileriz, dedi. Onlar da yanına girip kerpiçleri önüne koydular. O da: "Bana mali yardım mı ediyorsunuz?” dedi. Sonra bir küçük karınca çağırdı, ona bir ip bağladı, onu yakutun içine soktu, o da ipliği öbür tarafından çıkardı. Sonra ipliğin iki ucunu birleştirdi, onu mühürleyip onlara verdi. Sonra erkeklerle dişi hizmetçileri ayırdı. Bütün bunlar İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Mücâhid de şöyle demiştir: Belkıs erkeklere kadın elbisesi, kadınlara da erkek elbisesi giydirmişti. Süleyman onları da ayırdı, Belkıs’ın hediyesini kabul etmedi. Kadın ve erkek hizmetçilerin sayısında beş görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Otuz erkek, otuz da kadın idi. Biz de bunu İbn Abbâs’tan zikretmiştik. İkincisi: Beş yüz erkek, beş yüz kadın idi, bunu da Vehb, demiştir. Üçüncüsü: İki yüz erkek, iki yüz cariye idi. Bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: On erkek köle, on da cariye idi, bunu da İbn Saib, demiştir. Beşincisi: Yüz erkek, yüz de kadın hizmetçi idi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Onları nasıl ayırdığı hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlara abdest almalarını emretti, erkekler dirsekten ele doğru, kızlar da elden dirseğe doğru başladılar; onları bu şekilde ayırdı. Bunu Said b. Cübeyr, demiştir. İkincisi: Erkekler bileklerin dışlarını içlerinden önce yıkamaya başladılar, kızlar ise bunun tersini yaptılar. Bu da Katâde'nin görüşüdür. Üçüncüsü: Erkekler suyu elleriyle avuçladılar, kızlar ise ellerinin üzerine döktüler. Bunu da Süddi, demiştir. Tefsirde şöyle gelmiştir: Belkıs, kızlara Süleyman’lâ erkek gibi konuşmalarını, erkeklere de kız gibi konuşmalarını emretti. Ve Süleyman’a bir bardak gönderdi; bunu yerden de gökten de olmayan bir su ile doldurmasını istedi. O da atları koşturdu, onu atların terinden doldurdu. "Bakacağım elçiler ne ile dönecekler?": Yani kabul ile mi ret ile mi? İbn Cerir şöyle demiştir: "Bime"nin aslı bima'dır, elif şunun için düşürülmüştür; çünkü Araplar "ma” "eyyü” manasına olur da sonra ona bir harfi cer eklerlerse, istifhamla haberi birbirinden ayırmak için elifini düşürürler; meselâ "amme yetesaelun” (Nebe’: 1)ve "kalufime küntüm” (Nisa: 97) âyetlerinde olduğu gibi. Nitekim şair şöyle demiştir: Niçin o adi kalkmış bana sövüyor, Küle belenmiş bir domuz gibi. 36Elçi Süleyman’a gelince, (Süleyman): "Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Hayır, siz hediyenizle seviniyorsunuz". "Süleyman’a gelince": Yani Belkıs’ın elçisi gelince, demektir. Onun ihsanı gelince demek de câizdir. "Etümidduneni bimalin": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr: İki nun ve vasılda ye ile "etümiddunenî” okumuşlar. Müseyyebi de Nâfi'den şeddesiz tek nun ve vasılda ve vakıfta ye ile "etümidduni” rivayet etmiştir. Âsım, İbn Âmir ve Kisâi de, vasılda ve vakıfta yesiz olarak "etümidduneni” okumuşlardır. Hamze de, şeddeli nun ile "etümidunnî” okumuş vakıfta ye ile durmuştur. "Fema atanillahu": İbn Kesir, İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım'dan rivayetle "nunun kesri ve yesiz olarak "fema atanillahu” okumuşlardır. Ebû Amr, Nâfi, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, yenin fethi ile "ataniye” okumuşlardır. Kisâi’nin dışında hepsi teyi fetha ile okumuşlardır. Hamze de "ene atike bihi” nin nununu işmam ederek hafif kesre ile okumuştur. Mana da: Allah’ın bana verdiği peygamberlik ve mülk demektir. "Size verdiğinden daha hayırlıdır": Yani maldan daha hayırlıdır, demektir. "Hayır, siz hediyenizle seviniyorsunuz": Yani biriniz birinize hediye ettiği zaman sevinir, ben ise sevinmem, demektir. Sonra elçiye: 37"Dön onlara. Yemin olsun, onlara mutlaka bir ordu ile geleceğiz ki, onların ona karşı (koymaya) güçleri yoktur. Onları mutlaka oradan hor olarak küçülerek çıkaracağız” dedi. "Dön onlara, onlara bir ordu ile geleceğiz ki, ona karşı koyamayacaklardır ve sizi oradan çıkaracağız": Yani memleketinizden. Elçileri onlara bu haberle dönünce, Belkıs: Ben onun kral olmadığını ve ona karşı duramayacağımızı bilmiştim, dedi ve ona şu haberi gönderdi: Ben sana kavmimin prensleri ile geliyorum, bizi davet ettiğin şeye bakmak istiyoruz. Sonra Belkıs tahtının iç içe yedi odaya gizlenmesini emretti. Onu korumak için muhafızlar dikti. Her birinin elinin altında binlerce asker bulunan on iki b. prensle Süleyman’a geldi. Süleyman heybetli biri idi, kendisi sormadıkça ona doğrudan bir şey söylenmezdi. Bir gün tahtına oturdu, yakınında bir duman gördü, "bu nedir?” dedi. Onlar da: Belkıs oraya indi, dediler. Bir fersahlık mesafede idi. Çıkmadan önce tahtını emniyete aldığını öğrenmişti. 38(Süleyman) dedi: "Ey o ileri gelenler, o bana Müslüman olarak gelmeden önce onun tahtını bana kim getirir?" "Ey ileri gelenler, onun tahtını bana kim getirir?” dedi. Onu istemesinde de beş görüş vardır: Birincisi: Hüdhüdün doğrulunu bilmek için, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Bunu peygamberliğine delil kılmak için, çünkü Belkıs onu sarayda bırakmış ve onu garanti altına almıştı. Tahtının kendisinden önce geldiğini gördü. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Üçüncüsü: Belkıs'ın aklını ve zekasını denemek için, bakalım tahtını tanıyacak mıydı? Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Dördüncüsü: Çünkü tahtın niteliği onu şaşırtmıştı: Müslüman olur da malını almak haram olur diye korkmuş; bundan önce onu almak istemişti. Bunu da Katâde, demiştir. Beşincisi: Ona Allah’ın gücünü ve büyük saltanatını göstermek istemişti. Bunu da Sa’lebî nakletmiştir. 39Cinlerden bir ifrit: "Onu sana makamından kalkmadan önce getiririm. Benim buna gücüm yeter ve şüphesiz ben elbette güvenilir biriyim” dedi. "Cinlerden bir ifrit dedi": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: ifrit, cin olsun insan olsan, en yüksek reis demektir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: İfrit: Sıkı bağlanmış demektir. Zeccâc da: İfrit: İşe aklı eren kötü ve dahi kimse demiştir. Übey b. Ka’b, Dahhâk, Ebû’l - Âliyye, İbn Yamur ve Âsım el - Cahderi, aynın fethi ve ranın kesri ile "kale afritün” okumuşlardır. İbn Ebi Şüreyh de, Kisâi’den yenin fethi ve şeddesiz olarak "ifriyetün” rivayet etmiştir. Yine ondan müennes olarak yenin şeddesi ve he’nin de tenvini ile rivayet edilmiştir. İbn Mes’ûd ile İbn Semeyfa da, aynın kesri, ranın fethi, elifle yesiz olarak "ifratün” okumuşlardır. "Makamından kalkmadan önce": Yani meclisinden, demektir, "fi makamin emin” (Duhan: 51) kavli de öyledir. Süleyman şafaktan güneşin doğuşuna kadar insanların davalarına bakmak için yerinde otururdu. Öğleye kadar diyenler de vardır. "Şüphesiz ben ona karşı” yani onu getirmeye "elbette güçlüyüm". Gücüm yeter. "Güvenilir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Ondaki mücevher, inci ve diğer şeylere karşı güvenilir, bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: Onun yerine başkasını getirmekten emin, bunu da İbn Zeyd, demiştir. 40Yanında kitaptan bir bilgi olan (birisi): "Ben onu sana gözün sana dönmeden getiririm” dedi. (Süleyman) onu yanında durur görünce: "Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni denemesi için. Kim şükrederse, ancak nefsi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz Rabbin zengindir, kerem sahibidir” dedi. Süleyman: Ben daha hızlı istiyorum, dedi. "Yanında kitaptan bilgi olan biri şöyle dedi": Bu, insan mıdır yoksa melek midir? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: İnsandır, bunu da İbn Abbâs, Dahhâk ve Ebû Salih, demişlerdir. Sonra bunda da dört görüş vardır: Birincisi: O, İsrâil oğullarından bir adamdır, adı da Asaf b. Berhiya’dır. Bunu da Mukâtil, demiştir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Asaf dua etti - Asaf, Süleyman’ın yanında elinde kılıç duruyordu - Allah melekler gönderdi; onlar tahtı yerin altından toprağı yara yara getirdiler, Süleyman’ın huzurunda toprak delindi, meydana çıktı. İkincisi: O, Süleyman aleyhisselam’dır. Bir adam ona: Onu sana gözünü açıp kapamadan önce getiririm, deyince, o da: Getir, dedi. O da: Sen peygamber oğlu peygambersin, eğer Allah’a dua edersen onu sana getirir, dedi. O da dua etti, Allah da onu getirdi. Bunu Muhammed b. Münkedir, demiştir. Üçüncüsü: O, Hızır'dır, bunu da İbn Lehiâ demiştir. Dördüncüsü: O, bir abitti, denizde bir adadan çıktı, Süleyman’ı buldu, o da dua etti, taht getirildi. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. İkincisi: O, meleklerdendi. Sonra da bunda iki görüş vardır: Birincisi: O, Cebrâil aleyhisselam’dır. İkincisi: Meleklerden bir melektir, Allah onunla Süleyman’ı destekledi. Bu ikisini Sa’lebî nakletmiştir. Kitaptan bilgisi hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: O, ism-i azamdır, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve cumhûr demişlerdir. İkincisi: O, Süleyman’ın Belkıs’a yazdığı mektup hakkında bilgidir. Üçüncüsü: O, Allah’ın, âdemoğullarına yazdığının bilgisidir. Bu da onun melek olmasına göredir. İki görüşü de Maverdi nakletmiştir. "Gözün sana dönmeden önce": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Baktığın şeyin en uzağı sana gelmeden önce, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. İkincisi: En uzağa baktığın zaman gözün sana dönmeden önce, bunu da Vehb, demiştir. Üçüncüsü: Devamlı baktığın zaman gözün yorgun olarak sana dönmeden önce, bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: Gözünü açıp kapatacak kadar, bunu da Zeccâc, demiştir. Mücâhid de: Ye zelcelali velikram diye dua etti, demiştir. İbn Saib de, sadece: Ya hayyu ya kayyum, dedi, demiştir. "Felamma raahu": Kelâmda söylenmeyen sözler vardır, takdiri şöyledir: Allah’a dua etti, taht da getirildi, "Süleyman onun yanında durduğunu görünce": Yani huzurunda sabit görünce, "bu dedi": Yani muradın hasıl olması. "Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim?": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bana getirilen taht için şükür mü edceğim yoksa dünyalıkta benden aşağı birinin benden daha bilgili olmasına karşı nankörlük mü edeceğim? Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Bunun bana Allah’ın bir lütfü olduğuna şükür mü edeceğim yoksa O na şükrü terk ederek nankörlük mü edeceğim? Bunu da İbn Cerir, demiştir. 41"Ona tahtını tanınmaz hale getirin; bakalım; doğruyu bulacak mı yoksa doğruyu bulamayanlardan mı olacak?" "Onun tahtını tanınmaz hale getirin, dedi": Müfessirler şöyle demişlerdir: Şeytanlar Süleyman, Belkıs’lâ evlenir de cinlerin esrarı ifşa olur diye korktular. Çünkü Belkıs'ın annesi cin bir kadındı (peri idi). O zaman Süleyman’ın ve ondan sonra da zürriyetinin hizmetinden çıkamazlardı. Bu nedenle onu kötülediler ve: Aklında bir şeyler vardır, ayağı da merkep tırnağı gibidir, dediler. Süleyman da tahtını değiştirmekle onu denemek ve sırça avluyu yapmakla da ayaklarına bakmak istedi. "Nekkiru"nun manası: Değiştirin, demektir. Nekkertüş şey’e fetenekkere: Bir şeyi değiştirdim, o da değişti, demektir, yani bozdum, o da tanınmaz hale geldi, demektir. Onun nasıl değiştirildiği hususunda da müfessirlerin altı görüşü vardır: Birincisi: Onda artırma ve eksiltme yapıldı, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan, demiştir. İkincisi: Onlar tahtın üzerindeki altın kaplamaları gümüşlerin yerine, gümüş kaplamaları da altınların yerine; zebercedin yerine yakutu, incinin yerine da başka bir cins inci, zebercet ayakların yerine de iki yakut ayak koydular. Yine bunu da İbn Abbâs, demiştir. Üçüncüsü: Onlar tahtın üzerindeki kakma ve mücevherleri söktüler, Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Dördüncüsü: Onlar ondaki kırmızıların yerine yeşil, yeşillerin yerine de kırmızı koydular. Bunu da Mücâhid, demiştir. Beşincisi: Onlar altını üstüne, önüne arkasına getirdiler, ilâve ve eksiltmeler yaptılar. Bunu da Katâde, demiştir. Altıncısı: Onlar ona balık kabartmaları koydular, bunu da Ebû Salih, demiştir. 42(Kraliçe) gelince, ona: "Senin tahtın da böyle mi?” denildi. O da: "Sanki o. Bize bundan önce bilgi verildi ve biz Müslüman olduk” dedi. "Sanki odur": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onu hem tanır hem de tanımaz gibi davrandı, sonra da içinden: "Yedi evin içinde ve bekçiler tarafınan korunan tahta nasıl varır?” dedi. Arkasından da: Sanki o, dedi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir. Katâde de: Onu kendi tahtına benzetti, demiştir. Süddi de şöyle demiştir: Onda tanıdığı şeyler gördü, onu inkâr etmedi, tanımadığı şeyler gördü, onda da ısrar etmedi, onun için, sanki o, dedi. İkincisi: Onu tanıdı, fakat onlar şüphe ettikleri gibi o da şüphe etti. Eğer onlar: Bu senin tahtındır, deselerdi, o da: Evet, derdi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Müfessirler şöyle demiştir: Ona: Bu senin tahtındır, onu kapalı kapılar arkasına saklaman bir fayda sağlamadı, denildi. "Bize bilgi verildi": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Bu, Süleyman’ın sözüdür, bunu da Mücâhid, demiştir. Sonra bunun manasında da iki görüş vardır: Birincisi: Bize Allah ve dilediği şeye gücü yeteceğine dair bu kadından önce bilgi verildi. İkincisi: Müslüman olduğuna ve itâat ederek bize geleceğine dair bize bilgi verildi ve biz de Allah’a teslim olanlarız, demektir. İkincisi: O, Belkıs’ın sözündendir, çünkü o, tahtını görünce: Ben bu mucizeyi gördüm ve geçen mucizeler sebebiyle Süleyman’ın gerçek peygamber olduğuna dair bilgi edindik, dedi. Geçen mucizeler de hüdhüdün ve elçilerin durumudur. Biz de gelmeden önce sana teslim olduk ve itâat ettik. Üçüncüsü: O, Süleyman kavminin sözündendir, bunu da Maverdi, nakletmiştir. 43Allah'tan başka taptığı şeyler onu çevirdi. Şüphesiz o, kâfirler kavminden idi. "Allah’tan başka taptığı şeyler onu çevirdi": Ferrâ’, Kelâmın manası şöyledir, demiştir: O akıllı bir kadındır, onu Allah’a ibadetten sadece güneşe ve aya ibadet etmesi çevirdi. Bu da atalarının dininde bir adet idi. Mana da şöyledir: İbadet etmekte olduğu şey, onu Allah’a ibadetten çevirdi. Süleyman onu ibadet ettiği şeyden çevirdi, de denilmiştir. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Üzerinde bulunduğu adet onu imandan çevirdi; çünkü o, öyle yetişmişti ki, güneşe tapan bir kavimden başkasını görmemişti. İbadetini de: "İnneha kânet min kavmin kâfirin” sözü ile açıkladı. Said b. Cübeyr ile İbn Ebi Able, hemzenin fethi ile "enneha kânet” okumuşlardır. 44Ona: "Köşke gir” denildi. Onu görünce derin su zannetti ve iki bacağından (biraz) açtı. (Süleyman): "O, dümdüz sırçadan avludur” dedi. O da: "Şüphesiz ben kendime zulmettim ve Süleyman'lâ beraber âlemlerin Rabbine teslim oldum” dedi. "Ona: Köşke gir, denildi": Müfessirler şöyle demişlerdir: Süleyman emretti, şeytanlar ona sırça bir zemin gibi bir avlu yaptılar. Ona bunu emretme sebebinde de üç görüş vardır: Birincisi: O, Belkıs’a kendi mülkünden daha kıymetli bir mülk göstermek istedi. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. İkincisi: O, bacağını açmasını emretmeden ona bakmak istedi. Çünkü ona: Belkıs’ın ayağı merkep tırnağı gibidir, denilmişti. O da Belkıs için suyun üzerine sırçadan bir ev yapılmasını emretti. Süleyman’ın tahtı da evin önüne konuldu. Bu da Muhammed b. Ka’b el - Kurazi’nin görüşüdür. Üçüncüsü: Belkıs nasıl onu hizmetçilerle denemek istediyse, bu da onu böyle denemek için yaptı. Bunu da İbn Cerir, demiştir. Sarh’a gelince, İbn Kuteybe; O, köşktür, çoğulu da suruh gelir, demiştir. Şair Hüzeli’nin şu beyti de öyledir: Onun işaretlerini köşkler sanırsın. Ve şöyle demiştir: Sarh: Belkis için sırçadan yapılmış bir saraydır. Altına su, içine de balık salıverilmişti. Mücâhid de şöyle demiştir: O bir havuz idi, Süleyman onun üzerine sırça çektirdi. Mukâtil de: Suyun üzerine yapılmış bir köşk, içine de balık bırakılmıştı, demiştir. "Onu derin su zannetti": Belkis onu çok miktarda su zannetti "ve iki bacağından (biraz) açtı": Suya girmek için, Süleyman ona: "O, düz bir avludur, sırçadandır” diye seslendi. O da: "Rabbim, şüphesiz ben kendi nefsime zulmettim, dedi": Yani senden başkasına ibadet etmekle. Şöyle de denilmiştir: O, Süleyman’ın kendisini suda boğmak istediğini zannetti. Onun düz bir sırça zemin olduğunu öğrenince, Rabbim, böyle düşünmekle kendime haksızlık ettim, dedi. Sonra Süleyman onunla evlendi. Şöyle de denilmiştir: Onu memleketine iade etti, onu her ay bir kere ziyaret eder ve yanında üç gün kalırdı. Ondan çocuğu olduğu da söylenmiştir. Onu bazı prenslerle evlendirdiği, kendisinin onunla evlenmediği de söylenmiştir. 45Yemin olsun, Semud (kavmine) de kardeşleri Salih’i, Allah’a ibadet edin diye gönderdik. Birden onlar birbiriyle çekişen iki gruba ayrıldılar. "Birden onlar iki grupturlar": Yani mü’min ve kâfir olmak üzere. "Çekişiyorlar": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onların "Salih’in Rabbinden gönderilmiş biri olduğunu biliyor musunuz?” sözleridir (A’raf: 75 - 80). İkincisi: O, her grubun: Biz haklıyız, demeleridir. 46Dedi: "Ey kavmim, neden iyilikten önce kötülüğü acele istiyorsunuz? Allah’a istiğfar etsenize! Belki merhamet olunursunuz!” "Kötülüğü neden acele ile istiyorsunuz?": Bu da: Eğer bize getirdiğin hak ise bize azabı getir, dedikleri zaman oldu. Kötülük ve iyilik hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Kötülük: Azaptır, İyilik de: Rahmettir. Bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Kötülük: Beladır, iyilik de: Sağlık ve esenliktir. Bunu da Süddi, demiştir. "Levla = değil miydiniz?” "Allah’a istiğfar etmeli” şirkten, "ki, merhamet olunasınız” da azap edilmezsiniz. 47Dediler: "Senin ve seninle beraber olanların yüzünden uğursuzluğa uğradık". Dedi: "Uğursuzluğunuz Allah’ın katındadır. Bilakis siz denenen bir kavimsiniz". "Kalû’ttayyerna": İbn Kuteybe, mana: Tetayyerna ve teşaemna (senin yüzünden başımıza uğursuzluk geldi) demektir. Te tıya idgam edildi, arkasındaki sükun engeli kalksın diye. Zeccâc da aslı: Tetayyernadır, demiştir. Te tıya idgam edildi, tı sakin olduğu için başa bir hemze getirildi. Onunla başladığın zaman: îttayyerna, dersin, başa bir şey getirirsen, elifi telaffuz etmez, düşürürsün, çünkü o, hemze-i vasıldır. Neden "başımıza uğursuzluk geldi?” dediler. Çünkü kıtlık olmuş, aç kalmışlardı. O da onlara: "Uğursuzluğunuz Allah’ın katındadır” dedi. Biz de bu manayı, A’raf: 131’de şerh etmiştik. "Deneniyorsunuz": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Hayır ve şerle deneniyorsunuz, bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Dininizden döndürülüyorsunuz, bunu da Hasen, demiştir. Üçüncüsü: İtâat ve isyanla imtihan ediliyorsunuz. Bunu da Katâde demiştir. 48Şehirde dokuz adam vardı, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlardı. Islahat yapmıyorlardı. "Şehirde vardı": O da Salih’in oturduğu Hicr’dir. "Dokuz adam, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlardı": Maksat: Hicr toprağıdır. Bozgunculukları da inkâr ve isyanlarıdır. Onlar kan döker, mallara ve namuslara saldırırlardı. Dişi deveyi öldürenler de onlardır. Said b. Cübeyr ile Atâ’ b. Ebi Rebah’tan, bozgunculuklarının dirhem ve dinarları kırpmalarıdır, dedikleri rivayet edilmiştir. 49Dediler: "Allah’a yemin edin, gece ona ve ailesine elbette baskın yapacağız, sonra da ailesine: "Biz, ailesinin helakine şahit olmadık ve biz şüphesiz elbette doğru söylüyoruz” deriz. "Dediler": Kendi aralarında "Allah'a yemin edin": Allah’a ant için "gece ona elbette baskın yapacağız": Yani elbette Salih'i öldüreceğiz, "ve ailesini” geceleyin. "Sümme lenekulenne": Hamze ile Kisâi, ikisinde de te ile "letübeyyitünnehu ve ehlehu sümme letekulünne” okumuşlar; Mücâhid, Ebû Recâ’ ve Hamid b. Kays de merfu ye ve te ile "leyübeyyitünnehu"; meftuh ye, merfu kaf, sakin ve merfu lâm ile "sümme leyekulünne” okumuşlardır. "Velisine": Yani kanını isteyene, eğer bize sorarsa "şahit olmadık": Yani hazır bulunmadık, "mehlike ehlihi” (ailesinin helakine): Çoğunluk mimin zammı ve “Lâm” ın fethi ile okumuşlardır. Mehlik’in helak etmek manasına mastar olması da câizdir, ism-i mekân olması da câizdir. Ebû Bekir ve Eban da Âsım dan, helak manasına mimin ve “Lâm” ın fethi ile (mehlek) rivayet etmişlerdir. Heleke yehlikü mehleken, denir. Ondan Hafs ile Mufaddal da, ism-i mekân olarak mimin fethi ve “Lâm” ın kesri ile (mehlik) rivayet etmişlerdir. Manası da: Biz onun helak olduğu yerde hazır değildik, demektir. İşte tuzakları bu idi. Allah da onları bununla cezalandırıp helak etti. Nasıl helak oldukları hususunda da dört görüş vardır: Birincisi: Onlar kılıçlarını çekerek Salih’in evine geldiler; melekler de onlara taş atarak onları öldürdü. Bunu İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Allah onların üzerine bir kaya parçası aüp onları öldürdü. Bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Onlar Salih’in gelmesini beklemek üzere bir mağaraya girdiler; Allah da üzerlerine bir kaya parçası gönderdi; mağaranın kapısını tıkadı. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Dördüncüsü: Onlar birbirlerini beklemek üzere bir dağın eteğine kondular, dağ da üzerlerine devrilip onları helak etti. Bunu da Mukâtil, demiştir. 50Onlar bir tuzak kurdular, biz de onlar farkında değillerken bir tuzak kurduk. 51Bak, tuzaklarının sonucu nasıl oldu? Şüphesiz biz onları da kavimlerini de toptan helak ettik. "Enna demmernahüm": Âsım, Hamze ve Kisâi, hemzenin fethi ile "enna demmernahüm", kalanlar ise kesri ile okumuşlardır. Kim kesre okursa söz başı yapar, kim de fetha okursa, Ebû Ali bunda da iki yöntem vardır, demiştir: Birincisi: "Akibetü mekrihim"den bedel olmasıdır. İkincisi: Gizli mübtedanın haberi olmasıdır, sanki: Hüve enna demmernahüm demiş gibi olur. 52İşte zulümleri yüzünden çökmüş evleri. Şüphesiz bunda bilen bir kavim için gerçekten bir ibret vardır. "Fetilke buyutuhum haviyeten": Zeccâc, hal olmak üzere mensubtur, Mana da şöyledir, demiştir: Fanzur ilâ buyutihim haviyeten (boş evlerine bak). 53İman edip sakınanları kurtardık. 54Lût’u da hatırla. Hani, kavmine: "Göz göre göre o çirkin harekete mi geliyorsunuz?” demişti. "Göz göre göre o çirkin harekete mi geliyorsunuz?": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onun fahiş bir şey olduğunu bildiğiniz halde. İkincisi: Birbirinizin gözü önünde. 55"Gerçekten siz mi, kadınlardan başka erkeklere geliyorsunuz? Hayır, siz cahillik eden bir kavimsiniz". "Hayır, siz cahillik eden bir kavimsiniz": İbn Abbâs: Kıyameti ve isyanın akibetini bilmiyorsunuz, demiştir. 56Kavminin cevabı, ancak: "Lût hanedanını kentinizden çıkarın. Şüphesiz onlar, birtakım pislikten kaçman insanlardır!” demeleri oldu. 57Biz de onu ve ailesini kurtardık; ancak karısı hariç. Onun geride kalanlardan (olmasını) takdir ettik. 58Üzerlerine bir yağmur gönderdik. Uyarılanların yağmuru ne kötüdür! "Onu geride kalanlardan takdir ettik": Yani kaza ve kaderimizle onun azapta kalmasını takdir ettik, demektir. Ebû Bekir, Âsım’dan, şeddesız olarak "kadernaha” rivayet etmiştir. O da şeddeli manasınadır. Kıssanın kalanı Hûd: 77’de geçmiştir. 59De ki: "Hamdolsun Allah’a ve selam olsun Allah’ın seçtiği kulların üzerine. Allah mı daha hayırlıdır yoksa şirk koştukları şeyler mi?" "De ki: Hamdolsun Allah’a": Bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaptır; kâfir milletlerin helaki üzerine Allah’a hamdetmesi buyuruldu. Bütün nimetlerine hamdetmesi de denilmiştir. "Seçtiği kullarına da selam olsun": Bunlarda da dört görüş vardır: Birincisi: Onlar peygamberlerdir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Ondan İkrime şöyle dediğini de rivayet etmiştir: Allah İbrahim’i Halil, Mûsa’yı kelim ve Muhammed’i de cemalini müşahede etmekle seçmiştir. İkincisi: Onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabıdır, bunu da Ebû Mâlik, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş ve Süddi de böyle demiştir. Üçüncüsü: Onlar Allah’ı birleyip O’na iman edenlerdir, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dördüncüsü: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'dir, bunu da İbn Saib, demiştir. "Âllahu hayrun emma yüşrikun": Ebû Ubeyde, bunun mecazı, yoksa şirk koştukları şeyler mi, demiştir. Bu da Müşriklere hitaptır, Mana da şöyledir: Kendine ibadet eden için Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onlara tapanlar için putlar mı? Kelâmın manası da şöyledir: Allah onlara geçmiş ümmetlerin kıssalarını anlatınca, kendine ibadet edenleri kurtardığını, putların ise onlara bir faydası olmadığını haber verdi. 60(Onlar mı daha hayırlıdır) yoksa gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indiren mi? Biz o su ile güzelliklere sahip bahçeler yarattık ki, sizin için onun ağacını bitirmek bile mümkün değildir. Allah’lâ beraber İlâh var mı? Hayır, onlar bir topluluktur ki, (haktan) sapıyorlar. "Emmen halakas semavati": Takdiri şöyledir: Şirk koştukları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa gökleri "ve yeri yaratan, gökten sizin için su indirip de onunla güzelliklere sahip bahçeler çıkaran mı?” Hadaik için, İbn Kuteybe şöyle demiştir: Onlar bahçelerdir, tekili de hadika’dır. Onahadika denilmesi, etrafı çitle çevrilmesindendir. Behçet de: Güzellik, demektir. "Siz onların ağacını bile bitiremezsiniz": Yani bu size yaraşmaz, çünkü buna gücünüz yetmez. Sonra da sorarak ve reddederek: "Allah’lâ beraber İlâh var mı?” dedi. Yani O’nunla beraber İlâh yoktur, demektir. "Hayır, onlar": Yani Mekke kâfirleri, "bir kavimdirler ki, (haktan) sapıyorlar". Bunun manasını da En’am suresinin başında şerh etmiştik. 61(Onlar mı hayırlı) yoksa yeri bir karargah kılan, arasında ırmaklar akıtan, onun için sabit dağlar koyan ve iki denizin araşma bir engel kılan (çeken Allah) mı? Allah’lâ beraber İlâh var mı? Hayır, onların çoğu bilmezler. "Yoksa yeri bir karargah kılan mı?": Yani halkı sarsmasın diye karargah kılan mı? "Onun arasına ırmaklar koydu ve ona sabit dağlar kıldı": Yani sağlam dağlar attı, demektir. "İki denizin arasına bir engel koydu": Yani tatlı ile tuzlu karışmasın diye bir mani koydu, demektir. "Hayır, onların çoğu bilmezler": Allah’ın büyük kudretini bilmezler, demektir. 62(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açan (defeden) ve yeryüzünde sizleri halifeler kılan mı? Allah’lâ beraber İlâh var mıdır? Hayır, ne de az düşünüyorsunuz! "Darda kalana icabet eden mi?": Darda kalan da üzgün ve meşakkatli demektir. "Kötülüğü açar": Yani sıkıntıyı defeder. "Sizleri yeryüzünün halifeleri kılar": Yani bir nesli helak eder, yerine başkalarını getirir. "Tezekkerun": Düşünür ve öğüt alırsınız, demektir. Ebû Amr ye ile diğerleri de te ile okumuşlardır. 63(Onlar mı hayırlıdır) yoksa karanın ve denizin karanlıklarında size doğru yolu gösteren ve rüzgarları rahmetinin önünde müjdeciler olarak gönderen mi? Allah’lâ beraber İlâh var mı? Hayır, Allah onların şirk koştuğu şeylerden pek yücedir! "Size doğru yolu gösteren mi?": Yani sefere çıktığınız zaman sizi menzil-i maksuda götüren, demektir. "Karanın ve denizin karanlıklarında": Biz de bunu En’am: 63 ve 97'de şerh etmiştik. Arkasındakileri de yukarıda A’raf: 57 ve Yûnus: 4’te şerh etmiştik. 64(Onlar mı hayırlı) yoksa yaratmayı başlatıp onu tekrar eden ve size gökten ve yerden rızık veren mi? Allah’lâ beraber İlâh var mı? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, getirin kanıtınızı! 65De ki: "Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." "Bilmezler": Yani göklerde ve yerde olanlar, "ne zaman diriltileceklerini": Yani ölümlerinden sonra ne zaman diriltileceklerini bilmezler, demektir. 66Hayır, ilimleri ahirette sona erdi. Hayır, onlar ondan şüphe içindedirler. Hayır, onlar ondan körlerdir. "Beli’d-dâreke ilmühüm fil-âhireti": İbn Kesir, Ebû Amr, "bel edreke” okumuşlardır. Mücâhid de: "Bel", "em” manasınadır, anlam da: İlimleri yetişmedi, demiştir. Ferrâ’ da, mana şöyledir, demiştir: İlimleri ahiret ilmine yetişti mi? Buna göre mana şöyle olur: Onlar dünyada ahiretin gerçek bilgisine vakıf olamazlar. Nâfi, İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi, "beliddareke” okumuşlar ve: Tedareke manasına almışlardır ki, ilimleri birbirini takip eder ve ulanır, demektir. Te dala idgam edilmiştir. Sonra onun manasında iki görüş vardır: Birincisi: İlimleri kıyamette kemale erer, çünkü onlar diriltilmişlerdir. Bunu da Zeccâc, demiştir. İbn Abbâs da: Dünyada bilmediklerini ahirette bilirler, demiştir. İkincisi: Bilakis ahirete hüküm hakkındaki zan ve tahminleri birbirine yetişti; bir defa, olacak, derler, bir defa da, olmayacak, derler. Bunu da İbn Kuteybe demiştir. Ebû Bekir, Âsım’dan, edrektü’den getirerek ifteala vezninde: "Beliddereke” rivayet etmiştir. "Hayır, onlar ondan şüphe içindeler": Yani, hayır onlar bugün kıyametten şüphe içindeler, demektir. "Hayır, onlar, ondan körlerdir": İbn Kuteybe: Onun ilminden, demiştir. Bundan sonrası da Nahl: 127 ve Mü’minun: 35 ve 82 âyetlerinde geçmiştir. 67Kâfirler: "Bizler ve atalarımız toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten bizler mi elbette (kabirlerden) çıkarılacağız?" 68"Yemin olsun, gerçekten biz ve atalarımız önceden bununla tehdit edildik. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” dediler. 69De ki: Yeryüzünde gezin de, günahkarların akibeti nasıl oldu, bakın!" 70Onlara üzülme ve kurdukları tuzaklardan da sıkıntı içinde olma. 71"Eğer doğru söyleyenlerden iseniz bu va’d (azap) ne zaman” derler. "Bu vaad ne zamandır?": Tehdit ettiği azabı kastediyorlar. 72De ki: "Acele ettiğiniz bazı şeylerin arkanıza düşmesi umulur". "De ki: Acele ettiğiniz bazı şeylerin arkanıza düşmesi umulur": İbn Abbâs: Size yaklaştı, demiştir. İbn Kuteybe de: Tebiaküm, demiştir ki, lâm zaittir. Sanki: Redifeküm, demiş gibidir. O acele ettiklerinden peşlerine düşen nedir? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bedir savaşıdır. İkincisi: Kabir azabıdır. 73Şüphesiz Rabbin gerçekten insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler. "Şüphesiz Rabbin insanlara lütuf sahibidir": Mukâtil: Mekke halkına lütuf sahibidir; çünkü onlara acele azap etmedi, demiştir. 74Şüphesiz Rabbin, (onların) göğüslerinin gizlediğini ve (onların) açıkladığını elbette bilir. "Şüphesiz Rabbin onların göğüslerinin gizlediğini bilir": Yani sakladığını, ihfa ettiğini demektir. "Ve açıklarını da": Dilleriyle sana düşmanlık ve muhalefet gibi açıkladıklarını da bilir. Mana da: Onları buna göre cezalandırır, demektir. 75Gökte ve yerde ne gaip varsa, mutlaka apaçık bir kitaptadır. "Ne gaip varsa": Yani ne gaip cümle varsa, "mutlaka bir kitaptadır": Yani Levh-i Mahfuz’dadır. Mana da şöyledir: Acele ettiğiniz azap, halktan gaip olsa da Allah katında açıktır. 76Şüphesiz bu Kur’ân, İsrâil oğullarına ihtilaf ettikleri şeyin çoğunu anlatmaktadır. "Şüphesiz bu Kur’ân İsrâil oğullarına anlatır": Şöyleki ehl-i kitap kendi aralarında ihtilaf edip de birbirine dil uzatacak hiziplere ayrılınca, Kur’ân onların ihtilaf ettikleri şeyin açıklamasıyla indi. Eğer onu alsalardı, ihtilaftan kurtulurlardı. 77Gerçekten o, mü’minler için elbette bir rehber ve bir rahmettir. 79Öyleyse Allah’a tevekkül et. Şüphesiz sen apaçık hak üzerindesin. 78Şüphesiz Rabbin, aralarındaki hükmünü yerine getirecektir. O, mutlak galip, her şeyi bilendir. "Şüphesiz Rabbin aralarında hükmünü verecek (bihükmih) ": Ebû’l - Mütevekkil, Ebû İmran el - Cevni ve Âsım el - Cahderi, ha’nın kesri ve kâfin fethi ile "bihikemihi” okumuşlardır. 80Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın, sağırlara da arkalarını dönüp kaçtıkları zaman çağrıyı duyuramazsın. "Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın": Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, Allahü teâlâ’nın kâfirler için verdiği bir misaldir; onları ölülere benzetmiştir. "Vela tüsmius summed duae": İbn Kesir, mimin fethi ile "yesmeu” ve yine mimin zammı ile "essummu” okumuştur. "Arkalarını dönüp kaçtıkları zaman": Yani sağırlar sana arkalarını dönüp kaçtıkları zaman onlara seslensen, duymazlar; kâfirler de öyledir. 81Sen körleri sapıklıklarından hidayet edici değilsin. Sen ancak âyetlerimize iman edene duyurursun. İşte Müslümanlar onlardır. "Sen körleri hidayet edecek değilsin": Yani sen Allah’ın doğru yolu göstermediği kimseyi irşat edecek değilsin, demektir. "Sen duyuramazsın": Anlamaz duymasıyla "ancak âyetlerimize iman edenlere duyurursun". 82O söz aleyhlerine gerçekleştiği zaman onlar için yerden bir hayvan çıkarırız ki, şüphesiz insanların, âyetlerimize kesin inanmadıklarını onlara konuşur. "Ve iza vekaal kavlu aleyhim ahrecna lehüm dabbeten minel ardı": Âyette geçen "vekaa” "vecebe” (vacip olmak, gerçekleşmek) manasınadır. "O söz"den murat edilen şey hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: Azaptır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Gazaptır, bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Delildir, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Bu ne zaman olur? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: İyiliği emretmeyip kötülükten men etmedikleri zaman, bunu da İbn Ömer ile Ebû Said el - Hudri demişlerdir. İkincisi: Düzelme umudu kalmadığı zaman, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir ki, Ebû’l -Âliyye’nin görüşünün manası da budur. "Onlara” diye işaret edilen kimseler de Dabbetülarz’ın onların zamanında çıkacağı kâfirlerdir. Müfessirlerin de bu Dâbbe hakkında dört görüşleri vardır: Birincisi: O, yapağı ve tüyü olan bir hayvandır. Bunu Huzeyfe b. el - Yeman, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. İbn Abbâs da: înce tüyü ve yelekleri olan dört ayaklı bir hayvandır, demiştir. İkincisi: Onun başı öküz başı, gözü domuz gözü, kulağı fil kulağı, boynuzu dağ keçisi boynuzu, göğsü aslan göğsü, rengi kaplan rengi, beli kedi beli, kuyruğu koç kuyruğu, ayakları deve ayakları gibidir. Her ekleminin arası on iki arşın boyundadır. Bunu da İbn Cüreyc, Ebüzzübeyr’den rivayet etmiştir. Üçüncüsü: Onun yüzü erkek yüzü gibidir, diğer organları da kuş organı gibidir. Bunu da Vehb, demiştir. Dördüncüsü: Onun dört ayağı, tüyü ve iki kanadı vardır, bunu da Mukâtil, demiştir. Çıkacağı yer hakkında da beş görüş vardır: Birincisi: Safa’dan çıkar. Huzeyfe b. el - Yeman, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: İsa, yanında Müslümanlarla beraber Beytullah’ı tavaf ederken altlarından yer sarsılır, Safa, sa’y mahalline yakın bir yerden yarılır, o hayvan Safa’dan çıkar. Onun ilk görünen organı başıdır, O da parlaktır, yapağılı ve tüylüdür. Kovalayan ona yetişemez, kaçan ondan kurtulamaz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen diğer hadiste de: "Uzunluğu altmış arşındır” denilmiştir. İbn Mes’ûd da böyle: Safa’dan çıkar, demiştir. İbn Ömer de şöyle demiştir: Safa’dan hızlı atın çıkması gibi çıkar; üç günde ancak üçte biri çıkar. Abdullah b. Ömer de şöyle demiştir: Dabbe çıkar, başı göğe değer, ayakları ise henüz yerden çıkmamıştır. İkincisi: O, Ecyad dağ yollarından çıkar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile İbn Ömer’den de böyle rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: Tihame’nin bir bölgesinden çıkar, bunu da İbn Abbâs, demiştir. Dördüncüsü: Sadom denizinden çıkar, bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Beşincisi: Tihame’de Safa ile Merve arasından çıkar, bunu da Zeccâc nakletmiştir. Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: O Dabbe çıkar, yanında Süleyman’ın mührü, Mûsa’nın asası olur; mü’minin yüzüne asa ile vurur, parlar, kâfirin burnuna mühür basar. Öyleki ev halkı toplanır: Bu mü’mindir, bu da kâfirdir, der. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Mü'minin alnına mühür basar, mü’min yazısı çıkar, kâfirin alnına da mühür basar, kâfir yazısı çıkar. Üç çığlık atar; doğu ile batı arasındakiler duyar. Huzeyfe b. Esid de şöyle demiştir: Dabbe üç defa çıkar: Bir defa çöllerde çıkar, kaybolur. Bir defa da bazı kentlerde çıkar, yine kaybolur. İnsanlar en şerefli mescidin yani Mescid-i Haram’ın yanında iken birden yer yükselir, insanlar korkularından kaçarlar, kaçanlar onun elinden kurtulamazlar. Sonunda namaz kılan bir adama gelir: Namaza mı sığınıyorsun? Allah’a yemin ederim ki, sen namazlı değilsin, der ve ona mühür basar. Mü’minin de yüzü parlar. Abdullah b. Amr şöyle demiştir: O mü’minin yüzüne bir siyah nokta vurur, o yüzüne yayılır ve yüzü kapkara olur. Mü’minin yüzüne de beyaz bir nokta vurur, nokta yüzüne yayılır, öyle ki, yüzü bembeyaz olur. İnsanlar mü’mini, kâfiri tanırlar. Ben onu bir hac kervanının arkasında çıkmış gibi görüyorum. "Tükellimühüm":Çoğunluk “Lâm” ın şeddesiyle okumuşlardır. Bu da kelâmdan yani konuşmadan gelir. Konuştuğu şey hususunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, onlara: Şüphesiz insanlar âyetlerimize kesin inanmıyorlardı, der. Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: İslâm dininden başka dinlerin bâtıll olduğunu söyler, bunu da Süddi, demiştir. Üçüncüsü: Bu mü’min, bu da kâfirdir, der. Bunu da Maverdi nakletmiştir. İbn Ebi Able ile Cahderi, kâfin sükunu, “Lâm” ın kesri ve tenin fethi ile okumuşlardır ki, o da kelm’den gelir. Sa’lebî, manası onları yaralar, demiştir. İbn Abbâs’a her iki kıraatten de soruldu: Allah’a yemin ederim ki, bunların hepsini yapar; mü’minle konuşur; günahkar ve kâfiri ise yaralar, dedi. "Ennen nase": Âsım, Hamze ve Kisâi, hemzenin fethi ile okumuşlardır; kalanlar ise kesri le okumuşlardır. Kim fetha ile okursa, tükellimühüm biennen nase, demek ister. İbn Mes’ûd ile Ebû İmran el - Cevni, hemzenin fethi ile beraber be ziyade ederek "tükellimühüm biennen nase” okumuşlardır. Kim de kesre ile okursa, manası: Tekulu lehüm: İnnennase, olur. Kelâm da söz manasınadır. 83Hatırla o günü ki, her ümmetten âyetlerimizi yalanlayan bir cemaat toplayacağız; artık onlar sevk olunurlar. "Yevme nahşürü min külli ümmetin fevcen": Fevc: Zümre (grup) gibi insan cemaatidir. Ondan murat edilen de: Başkanları ve küfürde üstleridir. Mahşere toplandıkları zaman delil karşısında bir şey diyemezler. "Yuzeun"un manası da yukarıda geçmiştir (Neml: 17). 84Nihayet (hesap yerine) geldikleri zaman (Allahü teâlâ der): "Onları ilimce kavrayamadığınız halde âyetlerimi yalanladınız mı yoksa ne yapıyordunuz?" "Nihayet geldikleri zaman": Yani hesap yerine demektir, "der” Allahü teâlâ onlara: "Âyetlerimi yalanladınız mı?": Bu da ret mahiyetinde bir istifham ve onlara bir tehdittir. "İlimce kavramadığınız": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onu hakkı ile bilmediniz. İkincisi: Onun bâtıll olduğunu ilimle kavramadınız. Mana da şöyledir. Siz onun doğruluğu hakkında düşünmediniz. "Yoksa ne yapıyordunuz?. Dünyada size emrettiğim ve sizi men ettiğim şeylerde?! 85Ettikleri zulüm yüzünden o söz onlara gerçekleşti. Artık onlar konuşmazlar. "Ve vakaal kavlu aleyhim": Bunu da az önce şerh etmiştik (Neml: 82). "Zulümleri yüzünden": Şirkleri sebebiyle, demektir. "Artık konuşmazlar": Çunku aleyhlerine getirilen delil karşısında diyecekleri bir şey yoktur. Sonra onlara bu âyetin arkasından bir delil daha getirdi 86Görmediler mi biz, geceyi dinlenmeleri için (karanlık), gündüzü de (çalışmaları için) aydınlık kıldık. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için gerçekten ibretler vardır. "Gündüzü aydınlık kıldık": Bunun manası da rızık aramanız için her şeyi gösterdik, demektir. 87Hatırla o günü ki, sura üfürülür, göklerde ve yerde olan (herkes) dehşete kapılır, ancak Allah’ın dilediği kimse hariç. Hepsi O’na hor ve hakir olarak gelirler. "Hatırla o günü ki, sura üfürülür": İbn Abbâs: Bu, ilk üfürmedir, demiştir. "Göklerdekiler ve yerdekiler dehşete kapılır": Müfessirler şöyle demişlerdir: Mana şöyledir: Onlar dehşetten ölürler, yani dehşet onları ölüme götürür, demektir. "Ancak Allah’ın dilediği kimse hariç": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar şehitlerdir, bunu da Ebû Hureyre, İbn Abbâs ve Said b. Cübeyr, demişlerdir. İkincisi: Cebrâil, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleğidir. Sonra Allahü teâlâ bunun ardından onları da öldürür. Bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: Onlar cennetteki huri ve diğerleridir. Cehennemde olanlar da böyledir; çünkü onlar ebediyet için yaratılmışlardır. Bunu da arkadaşlarımızdan Ebû İshak b. Şakılla zikretmiştir. "Hepsi": Yani diri iken öldürülüp de diriltilenlerin hepsi, demektir. "Etevhü": Hamze, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, tenin fethi ve hemze de maksur olarak, "etevhü” okumuşlardır ki, kıyamet gününde Allah'a gelirler, demektir. "Hor ve hakir olarak": İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde: Küçülerek, demişlerdir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: "Küll” lâfzı tekil ise de manası çoğuldur, bu âyette de çoğul yerindedir. 88Dağları görür, onları donuk sanırsın; oysa onlar bulutun geçmesi gibi geçer. (Bu), her şeyi sağlam yapan Allah’ın işidir. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan haberdardır. "Dağları görürsün": İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bu, sura üfürüldüğü zaman olur; dağlar toplanır ve yürütülür; onlar çok olduğu için onları, donuk (hareketsiz) sanırsın. "Onlar ise yürür": Yani bulut gibi yürür. Bütün büyük ordular da uzaktan bakıldığı zaman yürüdüğü halde duruyor gibi görünür. Şair Ca’di bir orduyu nitelerken şöyle demiştir: Dağ gibi yürüyen orduyu ihtiyaç için Durdurmuş sanırsın, oysa hızla ilerlemektedir. "Sun’allah": Zeccâc: O mastar olarak mensubtur, demiştir; çünkü "veterel cibale tahsebüha camideten” o sanatı göstermektedir. Sanki: Sanaalahu zalike sun’an, demiş gibidir. Zalike sun’ullah (bu Allah’ın işidir) manasında merfu okumak da câizdir. İtkan ise: Bir şeyi sağlam yapmaktır. "İnnehu habirün bima tefalun": İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, ye ile, Nâfi, Âsım, Hamze ve Kisâi de te ile okumuşlardır. 89Kim iyilikle gelirse, onun için ondan daha hayırlısı vardır. Onlar o gün korkudan emindirler. "Kim iyilikle gelirse": İyiliği ve kötülüğü En’am’ın sonunda, âyet 160’da şerh etmiştik. "Onun için daha hayırlısı vardır": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Ondan daha hayırlısı vardır, ona da kavuşacaktır, o da sevaptır. Bunu İbn Abbâs, Hasen ve İkrime, demişlerdir. İkincisi: Ondan daha faziletlisi vardır; çünkü o bir iyilikle gelir, ona ise on katı verilir. Bunu da Zeyd b. Eslem, demişlerdir. "Ve hüm min fezein yevmeizin": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, muzaf olarak "min fezei yevmiizin” okumuşlar; Âsım, Hamze ve Kisâi de tenvinle "min fezein", mimin fethi ile de "yevmeizin” okumuşlardır. Ferrâ’ şöyle demiştir: İzafet Arapça’da daha hoşuma gidiyor, çünkü o, belli bir dehşettir, baksanıza, Allahü teâlâ: "Layahzünühül fezaül ekberü” (Enbiya: 103) demiş; onu belli kılmıştır. Belli bir yere izafe etmen bana daha hoş gelir. Ebû Ubeyde ise tenvinli okumayı tercih etmiş ve: İki mananın en genişi budur, demiştir. O zaman o günün bütün dehşetlerinden emin olur. Ebû Ali el - Farisi de şöyle demiştir: Tenvinlense de ondan bir dehşeti de daha çoğunu da kastetmek câizdir. Çünkü o, mastardır, mastar da lâfzı tekil olsa da çoğa da delalet eder, meselâ: "İnne enkerel asvati lesavtül hamir” (Lokman: 19) kavli gibi. İzafe edildiği zaman da ondan bir dehşeti kastetmek de câizdir, çoğunu kastetmek de câizdir. Bu görüşe göre, iki okuyuş da eşittir. Eğer çok dehşet kastedilirse, o, kıyamet günündeki bütün dehşetlere şamil olur, Eğer tek kastedilirse, o da: "En büyük dehşet onları üzmez” (Enbiya: 103) kavli ile işaret edilen olur. İbn Şaib şöyle demiştir: Ateş oradakilerin üzerine kapaklandığı zaman öyle bir dehşete kapılırlar ki, onun gibisi görülmemiştir. Cennet halkı ise o dehşetten emindirler. 90Kim kötülükle gelirse, onların yüzü ateşe atılır. (Onlara): "Ancak yaptıklarınızla cezalanıyorsunuz” (denir). "Kim bir kötülükle gelirse": Müfessirler: O, şirktir, demişlerdir. "Fekübbet vücuhuhum": Kebebtür recüle denir ki: Birini yüzükoyun atmaktır. Cehennem bekçileri onlara: "Ancak yaptıklarınızla cezalanıyorsunuz derler: Yani ancak dünyada yaptığınız şirk ile cezalanıyorsunuz, derler. 91De ki: "Ben, ancak haram ettiği (kutsal kıldığı) şu şehrin Rabbine ibadet etmekle emrolundum ki, her şey O’nundur. Ve ben, Müslümanlardan olmamla emrolundum". "Ben ancak emrolundum": Mana şöyledir: Müşriklere de ki: Ben ancak emrolundum, "en a’büde rabbe hazihil beldetillezi harremeha": İbn Mes’ûd ile Ebû İmran el - Cevni, "elleti harremeha” okumuşlardır, o da Mekke’dir. Onun haram olması da: Orada adam öldürmek, esir almak, avlanmak ve ağacını kesmek gibi şeyleri ihlal etmenin haram kılınmasındandır. "Her şey O’nundur": Çünkü onun yaratıcısı ve sahibidir. "Müslümanlardan olmamla emrolundum": Yani birleyerek Allah'a ihlas göstermekle emrolundum, 92"Kur’ân okumamla (emrolundum). Artık kim doğru yolu bulursa, ancak kendisi için bulur. Kim de saparsa, de ki: "Ben ancak uyarıcılardanım". "Kur’ân okumamla", size okumamla, demektir. "Artık kim doğru yolu bulursa, kendisi için bulmuş olur": Yani doğru yolu bulmanın sevabı kendinindir. "Kim de saparsa": Yani doğru yoldan saparsa, "De ki: Ben ancak uyarıcılardanım": Yani bana tebliğ etmekten başkası yoktur. Müfessirler, bu âyetin kılıç âyetiyle mensuh olduğunu söylemişlerdir. 93De ki: "Allah’a hamdolsun, size âyetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir". "Allah’a hamd olsun de": Yani sapanlara de ki: O Allah’a hamdolsun ki, sizin reddettiğiniz şeyi kabule bizi muvaffak kıldı. "Size âyetlerini gösterecektir": Onlara ne zaman gösterecektir? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Dünyada, sonra bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlardan bazısı şunlardır: Duman, ayın ikiye bölünmesi, bunu da göstermiştir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Size âyetlerini gösterecek, siz de onları gökte, nefislerinizde ve rızıkta bileceksiniz. Bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Bedir’de öldürmedir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Size âyetlerini ahirette gösterecek; siz de onları dünyada dediği gibi bulacaksınız. Bunu da Hasen, demiştir. "Vema rabbüke biğafilin amma ta’melun": Nâfi, İbn Âmir, Hafs da Âsım’dan rivayet ederek te ile "ta’melun” okumuşlar; onlara de ki, manasını vermişlerdir. Diğerleri de ye ile okumuşlardır, bu da amellerine ceza olarak onlar için bir tehdittir. |
﴾ 0 ﴿