28-KASAS SÛRESİMekke'de inmiştir. 88 ayettir. Sûre, bir âyetin dışında tamamen Mekki’dir, o da: "innellezi fa ra da aleykel KUR’ÂNe” (Kasas: 85) âyetidir, O, hicret vaktinde Cuhfe’de inmiştir. Bu da İbn Abbâs’ın görüşüdür. Hasen, Atâ’ ve İkrime’den, onun tamamının Mekki olduğu rivayet edilmiştir. Mukâtil, onda Medeni olarak "ellezine ateynahümül kitabe min kablihi hüm bihi yii’minun... lâ nebteğil cahilin” (Kasas: 52 - 55) âyetlerinin bulunduğunu iddia etmiştir. Onda öyle bir âyet de vardır ki, o, ne Mekki’dir ne de Medeni'dir; o da "innellezi farada aleykel KUR’ÂNe” (Kasas: 85) âyetidir ki, Cuhfe’de inmiştir. Bismillahirrahmanirrahim 1Ta. Sin. Mîm. 2Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. 3Sana Mûsa ile Fir’avn’in haberinden (bir kısmını), iman eden bir toplum için, hak ile okuyacağız. "Ta. Sin. Mîm": Bunun tefsiri Şuara suresinde geçmiştir. 4Şüphesiz Fir’avn o yerde büyüklendi, halkını sınıflara ayırdı ve onlardan bir grubu zayıflatıyor, oğullarını kesiyor ve kadınlarını sağ bırakıyordu. Gerçekten o, bozgunculardandı. "Şüphesiz Fir’avn o yerde büyüklendi": Yani Mısır toprağında taşkınlık ve zorbalık etti. "Halkını sınıflara ayırdı": Kendi hizmetinde fırkalara ve sınıflara ayırdı. "Onlardan bir grubu zayıflatıyordu” Onlar da İsrâil oğullarıdır. Onları zayıflatması, onları köle yapması idi. "Şüphesiz o bozgunculardan idi": Öldürüyor ve kötü işler yapıyordu. "Yüzebbihu ebnaehüm": Ebû Rezin, Zührî, İbn Muhaysın ve İbn Ebi Able, yenin fethi, zalın sükunu ve şeddesiz olarak "yezbehu” okumuşlardır. 5Biz de yeryüzünde zaafa uğratılanlara lütfetmek, onları liderler kılmak ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk. "Lütfetmek istiyoruz": Yani nimet vermek istiyoruz, "zaafa uğratılanlara": Onlar da İsrâil oğullarıdır, "onları liderler kılmak istiyoruz": Hayırda örnek alınan liderler. Katâde: İdareciler ve krallar kılmak istiyoruz, demiştir. "Onları mirasçılar kılmak istiyoruz": Suya boğulduktan sonra Fir’avn’in mülküne mirasçılar, demektir. 6O yerde onlara imkan verelim; Fir’avn’e, Haman’a ve ordularına onlardan sakındıklarını gösterelim. "Ve nüriye fir’avne ve hamane ve cünudehuma": Hamze, Kisâi ve Halef, yenin fethi ve ra’dan sonraki elifin imalesiyle "yeriy” ve "fir’avnü ve hamanu ve cünuduhuma"yı da ref ile okumuşlardır. Âyetin manası da şöyledir: Onlara helakleri İsrâil oğullarından bir adamın eliyle olacağı haber verildi. Onlar da bunun korkusunu çekiyorlardı. Allah da onlara gocundukları şeyi gösterdi. 7Mûsa'nın annesine: "Onu emzir; onun adına korktuğun zaman onu denize at. Korkma, üzülme. Gerçekten biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız” diye vahyettik. "Mûsa’nın annesine vahyettik": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: O, ilhamdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Cebrâil ona bu haberi getirdi, bunu da Mukâtil, demiştir. Üçüncüsü: O, uykuda görülen rüya idi, bunu da Maverdi nakletmiştir. Mukâtil: Mûsa’nın annesinin adı: Yuhabez’dir, demiştir. "Onu emzir diye": Müfessirler şöyle demişlerdir: Ebelerden biri Mûsa’nın annesine dürüst davrandı, doğum yapınca işlerini gördü, sonra da çıktı; casuslarla karşılaştı. Onlar da Mûsa’nın annesinin yanına girmek üzere geldiler; (Mûsa’nın) kız kardeşi: Anne, işte gözcüler kapıdalar, dedi; onu bir beze sarıp fırına attı, o da tutuşmuş idi. Gözcüler girip çıktılar. Annesi, Mûsa’nın kız kardeşine: "Çocuk nerede?” dedi. O da: Bilmiyorum, dedi. Fırından onun ağıt sesini duydu, yanına girdi ki, Allah ateşi ona soğuk ve selamet yapmış. Onu doğumundan sonra üç ay emzirdi. Dört ay diyenler de vardır. Ondan korkunca ona bir tabut yaptı. "Onun adına korktuğun zaman": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onun öldürülmesinden korktuğun zaman, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Seslenip yahut ağlayıp da sesinin duyulmasından korktuğun zaman. Bunu da İbn Saib, demiştir. "Korkma": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Suya boğulmasından. İkincisi: Kaybolmasından. Bunu da Mukâtil, demiştir. Esmaî şöyle demiştir: Bir Arap kadınına: Ne kadar düzgün konuşuyorsun, dedim. O da şöyle dedi: Bu Âyetten sonra düzgün konuşma var mıdır, o da şudur: "Mûsanın annesine onu emzir diye vahyettik. Ondan korktuğu zaman onu denize at; korkma, üzülme. Şüphesiz biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız". Burada iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi bir araya getirmiştir. 8Onu Fir’avn hanedanı buldu ki, onlara bir düşman ve bir keder olsun. Şüphesiz Fir’avn, Haman ve orduları günahkar idiler. "Fir’avn hanedanı onu buldu (feltekatahu)": îltikat: Bir şeyi aramadan bulmaktır. Fir'avn hanedanından maksat da: Tabutu denizden alma işini yapanlardır. Onu alanlar hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: Fir’avn’in karısının cariyeleridir, bunu da Süddi, demiştir. İkincisi: Fir’avn’in kızıdır, bunu da Muhammed b. Kays, demiştir. Üçüncüsü: Fir'avn’nin yardımcılarıdır, bunu da İbn İshak, demiştir. "Onlara bir düşman ve bir keder olması için": Yani işin onları oraya götürmesi için demektir, yoksa bunun için aldılar demek değildir. Bu lâm’a akibet lâm’ı adı verilir, biz de onu Yûnus: 88’de şerh etmiştik. Müfessirlerin bu Kelâmın manasında da iki görüşleri vardır: Birincisi: Onlar için dinlerinde bir düşman ve onlara yapacağı şey için de bir keder olması için. İkincisi: Erkeklerine düşman, kadınlarına keder; erkekleri suda boğularak öldürüldü, kadınlar da köle edildi. 9Fir’avn’in karısı: "Benim için de senin için de gözaydınlığı! Onu öldürmeyin. Bize yarar vermesi yahut onu evlatlık edinmemiz umulur” dedi. Onlar (başlarına geleceği) bilmiyorlardı. "Fir’avn’in karısı dedi ki,": O da: Asiye bint Müzahim'dir, İsrâil oğullarından idi, Fir’avn’le evlenmişti. "Kurratü aynin": Zeccâc şöyle demiştir: "Kurratü aynin", bunun merfu olması gizli hüve iledir, Müfessirler şöyle demiştir: Fir’avn’in hep kız çocukları olurdu, karısı: "Belki bize yarar verir” ondan hayır görürüz "veya onu evlatlık ediniriz, dedi". "Onlar bilmiyorlardı": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Onun kendileri için bir düşman olduğunu bilmiyorlardı, bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Helaklerinin onun eliyle olacağını bilmiyorlardı, bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: İsrâil oğulları onu saraya aldığımızı bilmiyorlardı. Bunu da Muhammed b. Kays, demiştir. Dördüncüsü: Benim dilediğimi yapacağımı, onların istediğini yapmayacağımı bilmiyorlardı. Bunu da Muhammed b. İshak, demiştir. 10Mûsa'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı; eğer müminlerden olması için kalbine bağ vurmasaydık neredeyse onu açıklayacaktı. "Mûsa'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Mûsa'nın düşüncesinden başka her şeyden boş sabahladı. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Mücâhid, İkrime, Katâde ve Dahhâk da böyle demişlerdir. İkincisi: Annesinin gönlü telaşlı sabahladı, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir; Ebû Rezin, Ebû'l-Aliye, Dahhâk, Katâde ve Âsım el - Cahderi, noktalı (keskin) ze ile "fezian” okumuşlardır. Üçüncüsü: Unuttuğu için vahyimizden boş olarak sabahladı. Bunu da Hasen ile İbn Zeyd, demişlerdir. Dördüncüsü: Kederden boş olarak, çünkü onun öldürülmediğini biliyordu. Bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu, en acayip tefsirdir, Allahü teâlâ: "Eğer kalbine bağ vurmasaydık” dediği halde bu nasıl olur? Bağ ancak telaş eden ve üzülen kimsenin kalbine vurulmaz mı? "İn kâdet letübdi bihi (neredeyse onu açıklayacaktı)": Bu “he” de de iki görüş vardır: Birincisi: O, Mûsa’ya râcîdir. Bunu ne zaman istedi? Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Ondan ayrıldığı zaman; Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Neredeyse: Vah oğlum, diyecekti! Katâde: Bunu şiddetli özleminden, demiştir. İkincisi: Onu emzirmek üzere saraya götürüldüğü zaman, neredeyse: O benim oğlumdur, diyecekti. Bunu da Süddi, demiştir. Üçüncüsü: Mûsa büyüyüp de insanların: Fir’avn'in oğlu Mûsa, diye çağırdıkları zaman istedi. Neredeyse: Hayır, o benim oğlumdur, diyecekti. Bunu da İbn Saib, demiştir. İkincisi: O, vahye râcîdir, Mana da şöyledir: Neredeyse vahyi açıklayacaktı. Bunu da İbn Cerir, nakletmiştir. "Eğer kalbine bağ vurmasaydık": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Kalbini takviye etmeseydik. Bağlamak, takviye etmek de: Sabır ilham edip kalbini sarmak ve pekiştirmektir. " Müminlerden olması için": Yani Allah’ın va’dini tasdik edenlerden olması için, demektir. 11Kız kardeşine: "Onu izle” dedi. Onu uzaktan gördü. Onlarsa fark etmiyorlardı. "Mûsa’nın kız kardeşine: Onu izle, dedi": İbn Abbâs şöyle demiştir: Onun izini sür, onu ara, ondan bir haber duyacak mısın? Yani hayatta mıdır yoksa onu hayvanlar mı yedi? Allah’ın ona ettiği va’di unutmuştu. Vehb şöyle demiştir: Kız kardeşine: Onu izle demesi, şunun içindi, çünkü Fir’avn’in tabutta bir çocuk bulduğunu işitmişti. Mukâtil de: Kız kardeşinin adı: Meryem’dir, demiştir. İbn Kuteybe de: Kussiyhi: onu izle, takip et, demiştir. "Onu uzaktan gördü": Yani Mûsa’dan uzaktan ve yan taraftan. Anlamasınlar diye uzaktan takip etmişti. İşte uzak durması bunun içindi. Übey b. Ka’b ile Ebû Miclez, cimin ve nunun fethi, ikisinden sonra elifle "an cenabin” okumuşlar; İbn Mes’ûd ile Ebû İmran el - Cevni de, cimin fethi, nunun kesri ve ikisinin arasında elifle "an canibin” okumuşlardır. Katâde, Ebû’l - Âliyye ve Âsım el - Cahderi de, cimin fethi, nunun sükunu, elifsiz olarak "an cenbin” okumuşlardır. "Onlarsa fark etmiyorlardı": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar onun kendileri için bir düşman olduğunu fark etmiyorlardı. Bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Onun kız kardeşi olduğunu bilmiyorlardı, bunu da Süddi, demiştir. 12(Anasına) dönmeden önce ona (Mûsa'ya) emziren kadınları haram ettik. (Kız kardeşi): "Sizin için ona kefil olacak (bakacak) bir ev kadını göstereyim mi? Onlar onun için iyi niyetliler” dedi. "Ve harremna aleyhil meradıa": Meradı, mürdı’ın çoğuludur. "Önceden": Yani onu annesine döndürmeden önce demektir. Bu haramlık da yasak manasınadır, yoksa şer’an haram değildir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Sekiz gün ve gece kaldı, ne zaman bir emzirici geldiyse memesini kabul etmedi; bu da onları düşündürdü, onlara zor geldi. "Kız kardeşi dedi” onlara: "Size ona bakacak birini göstereyim mi?” Onlar da: Evet, kimdir o, dediler? O da: Annemdir, dedi. "Sütü var mıdır?” dediler; o da: Kardeşim Harun’u emziriyor, dedi, Kadın gelince, çocuk onun memesini kabul etti. Kız kardeşi: "Onlar onun için iyi niyetliler” deyince: Herhalde onun ailesini biliyorsun, dediler. O da: Hayır, ancak ben: Onlar krala saygılıdırlar demek istedim, dedi. 13Böylece onu annesine döndürdük ki, gözü aydın olsun, üzülmesin ve şüphesiz Allah'ın va'dinin hak olduğunu bilsin. Ancak onların çoğu bilmezler. "Böylece onu annesine iade ettik": Biz de bunu Taha: 40’ta şerh etmiş bulunuyoruz. "Allah’ın va’dinin hak olduğunu bilsin": Bu da aynel yakin bir bilgidir. "Ancak onların çoğu bilmezler": Allah’ın onu kendisine iade edeceği va’dini. 14(Mûsa) erginlik (çağı)na eriştiği zaman ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyilik edenleri böyle mükafatlandırırız, "Ve lemma belağa eşuddehu": Biz de bunu Yûsuf: 22'de tefsir etmiştik. Müfessirlerin iki kelâm hakkındaki sözleri birbirine yakındır, ancak onlar erginlik ile istiva arasında fark görmüşlerdir. Erginliğe varmanın açıklaması da En’am: 152’de geçmiştir. İstivanın süresi hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, kırk yıldır, bunu da Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd, demişlerdir. İkincisi: Altmış yıldır, bunu da İbn Cerir, demiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Mûsa sütten kesilinceye kadar annesinin yanında kaldı, sonra onu onlara iade etti. O da Fir’avn ile karısının kucağında büyüdü, onu evlatlık edindiler. 15Halkının gafil olduğu zamanda şehre girdi. Orada iki adam, dövüşüyorlarken buldu. Şu kendi tarafından, şu da düşmanından idi. Kendi tarafından olan düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsa ona bir yumruk vurdu; işini bitirdi. (Bu), şeytanın işindendir. Şüphesiz o, apaçık saptırandır, dedi. "Şehre girdi": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O Mısır’dır. İkincisi: Mısır yakınında bir şehirdir. Süddi şöyle demiştir: Fir’avn bir gün atına bindi, yanında da Mûsa yoktu, Mûsa gelince o da binip izini takip etti, o şehirde öğle uykusuna çekildi. Başkası da şöyle demiştir: Fir’avn, Mûsa’nın düşman olduğundan kuşkulanınca şehirden çıkarılmasını emretti; o da büyüdükten sonra bir gün oraya "halkının gafil olduğu bir vakitte girdi". O vakitte de dört görüş vardır: Birincisi: O, onların bayram günü idi, eğlenceleriyle meşgul idiler. Bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh, demiştir. İkincisi: O, oraya öğle üzeri girdi, bunu da bir topluluk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Said b. Cübeyr de böyle demiştir. Üçüncüsü: Akşamla yatsı arasında girdi. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir. Dördüncüsü: Onlar onu çıkarınca büyüyünceye kadar oraya girmedi, onu anmaktan gafil oldukları zaman girdi; çünkü onu unutmuşlardır. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. "Şu kendi tarafından": Arkadaşlarından, İsrâil oğullarından idi. "Şu da düşmanındandı": Yani düşmanlarından, Kıptilerdendi. Adüv tekil ve çoğul için de denilir. Zeccâc şöyle demiştir: Gaip için: Şu ve şu, demesi, huzuru hikaye içindir, Mana da şöyledir: Biri onlara baksa: Şu, onun tarafından, şu da düşmanından, derdi. Müfessirler şöyle demiştir: Kıbtı, İsrâilliye angarya olarak odun yüklemiş, Fir’avn’in sarayına götürmesini istemişti. "Ondan yardım istedi": Ondan destek istedi, "Mûsa da ona yumruk vurdu": Yani elini yumruk yaparak vurdu, demektir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: vekeztuhu ve lekeztuhu ve leheztuhu denir ki: Birini itmektir. "İşini bitirdi": Yani onu öldürdü. Bitirdiğin her işe: Kadaytuhu ve kadaytu aleyhi dersin. Ne ile ittiği hakkında da müfessirlerin iki görüşü vardır: Birincisi: Eliyle, bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Asasıyle, bunu da Katâde, demiştir. Kıptı ölünce Mûsa pişman oldu, çünkü onu öldürmek istememişti. "Bu, şeytanın işindendir, dedi": Yani beni o öfkelendirdi, ben de ona vurdum, demektir. "Şüphesiz o düşmandır": Âdemoğluna, "saptırıcıdır onu, açıktır” düşmanlığı. Sonra istiğfar edip 16"Rabbim, ben kendime zulmettim; beni bağışla” dedi. O da onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Rabbim, ben kendime zulmettim, dedi": Yani bunu öldürmekle; bir peygambere emredilinceye kadar birini öldürmek yaraşmaz. 17"Rabbim, bana ihsan ettiğin şey hakkı için, suçlulara asla arka olmayacağım!” dedi. "Rabbim, bana ihsan ettiğin o şey hakkı için": Beni bağışlamakla, "bir daha suçlulara arka olmayacağım” , dedi. Bu da Mûsa’dan yardım isteyen o İsrâilli’nin kâfir olduğunu gösterir. 18Şehirde bekleyerek korkarak sabahladı. Bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen, kendisine sesleniyor. Mûsa ona: "Şüphesiz sen elbette azgınsın” dedi. "Şehirde sabahladı": O da Kıbtı’yı öldürdüğü şehirdir. "Korkarak": Kendi nefsinden, "bekleyerek": Yani onlardan gelecek bir kötülüğü bekleyerek ve öldürülmesinden korkarak. "Baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen” o da İsrâilli’dir, "kendisine sesleniyor": Yani kendisine angarya yüklemek isteyen bir Kıbtı’ye karşı yardım istiyor. "Mûsa ona dedi": Bu zamirde de iki görüş vardır: Birincisi: O, Kıbtı’ye râcîdir. İkincisi: İsrâilli'ye râcîdir. Bu daha doğrudur. Birinciye göre mana şöyle olur: "Şüphesiz sen elbette bir azgınsın": Angarya çalıştırmandan ve zulmünden dolayı. İkinciye göre de onda iki görüş vardır: Birincisi: Gavi, muğvi manasınadır; elim ve vecî’ gibi ki, mü’lim ve muci’, demektir. Mana da şöyledir: Sen şüphesiz saptırıcı birisin, çünkü dün senin yüzünden bir adam öldürdüm. Bugün ise beni başka birine davet ediyorsun. İkincisi: Ğavi, ğâvi manasınadır, tevili de şöyledir: Şüphesiz sen şerrini kendinden def edemediğin biri ile kavga etmekle azgın birisin. 19İkisinin de düşmanı olanı tutmak isteyince: "Ey Mûsa, dün bir adam öldürdüğün gibi (bugün de) beni mi öldürmek istiyorsun? Sen başka değil, yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun ve ıslahatçılardan olmak istemiyorsun!” dedi. "ikisinin de düşmanı olanı tutmak isteyince": O da Kıbtı’dır, "ey Mûsa, dedi": Bu, İsrâilli’nin sözüdür, bunda da müfessirler arasında ihtilaf olduğunu bilmiyoruz. Şöyle dediler: İsrâilli, Mûsa'nın ona "şüphesiz sen apaçık azgın birisin” dediği zaman kendisine kızdığını ve Kıbtı’yı yakalamak istediğini görünce, kendisini kastettiğini zannetti ve kendinden korkup: "Ey Mûsa, beni öldürmek mi istiyorsun?” dedi. Fir’avn kavmi Kıbtı’nın katilinin kim olduğunu bilmiyorlardı. Ancak onlar Fir’avn’e gittiler: İsrâil oğulları, bizden bir adam öldürdü, onu yakala ve hakkımızı al, dediler. O da: Peşine düşün, kim ona şahitlik ederse, sizin hakkınızı alırım, dedi. Onlar dolaşır ve katilin kim olduğunu bilmezlerken, o İsrâilli ile Kıbtı arasında ikinci gün yine kavga çıktı. İsrâilli, Mûsa’ya: "Dün bir adam öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun” deyince, Kıbtı, Fir’avn’e gitti; o adamı Mûsa’nın öldürdüğünü haber verdi. O da Mûsa’nın öldürülmesini emretti. Bunu da Mûsa’nın taraftarlarından biri öğrendi, gelip ona haber verdi. İşte: "Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi” dediği budur. Cebbar ise: Adam öldürmekten çekinmeyen kimse demektir. Biz de bunu Hûd: 59’da şerh etmiştik. Şehrin en uzak yeri: Sonu ve ucudur. Yes'a da: Koşmak manasınadır. İbn Abbâs: Bu adam, Fir'avn ailesinden iman eden kimsedir, demiştir. İsmi hakkındaki ihtilaf Gafir suresi, âyet: 28’de gelecektir. Mele’ ise: Halkın ileri gelenleri ve eşrafı demektir. 20Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: "Ey Mûsa, şüphesiz ileri gelenler, seni öldürmek için seninle ilgili istişare ediyorlar. Çık, şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim” dedi. "Ye’temirune bik": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Seni öldürmek için istişare ediyorlar, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. İkincisi: Sana bir şey yapmak istiyorlar, bunu İbn Kuteybe, demiştir. Üçüncüsü: Seni öldürmek için birbirlerine emrediyorlar, bunu da Zeccâc, demiştir. 21Oradan korkarak bekleyerek çıktı. "Rabbim, beni zâlimler topluluğundan kurtar” dedi. "Oradan çıktı": Yani Mısır’dan, demektir. "Korkarak": Bunun tefsiri, Kasas: 18’de geçmiştir. "Beni zâlimler kavminden kurtar": Yani Mısır halkının müşriklerinden, demektir. 22(Mûsa) Medyen tarafına yönelince: "Rabbimin beni doğru yola iletmesini umarım” dedi. "Velemma teveccehe tilkae medyene": İbn Kuteybe: Tücahe medyene ve nahveha, demiştir ki, aslı: Lika’dır, ona te ilâve edilmiştir. Şair de şöyle demiştir: Bugün sana kavuşma umudum kalmadı. Mısrada geçen tilka, lika, manasınadır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Oradan korkarak ve azıksız ve bineksiz olarak çıktı. Mısır’lâ Medyen arasında sekiz günlük mesafe vardır. Yolu da bilmiyordu, onun için: "Rabbimin beni doğru yola iletmesini umarım” dedi. İbn Abbâs şöyle demiştir: Onun Rabbine karşı iyi düşüncesinden başka yol hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Süddi de şöyle demiştir: Allahü teâlâ ona bir melek gönderdi, o da ona rehberlik etti. Şöyle de demişlerdir: Yolda ağaç yapraklarından başka yiyeceği de yoktu. 23Medyen suyuna varınca, onun üzerinde (davarlarını) sulayan bir cemaat buldu ve onların gerisinde de davarlarını (sudan) men eden iki kadın buldu. Onlara: "Neyiniz var?” dedi. Onlar da: "Çobanlar çekilmedikçe biz davarlarımızı sulamayız. Babamız da büyük bir ihtiyar” dediler. Medyen suyuna vardığında zayıflığından karnındaki sebzelerin yeşilliği görünüyordu. Âyette geçen ümmet: Cemaat, demektir. "Suluyorlar": Yani davarlarını suluyorlar, demektir. "Onların gerisinde buldu": Yani cemaatin gerisinde, demektir. "İki kadın": Onlar da Şuayb’in kızlarıdır. Mukâtil şöyle demiştir: Büyüğün adı: Sabura, küçüğün adı da: Abra’dır. "Tezudan": İbn Kuteybe: Tezudani ğanemehuma (koyunlarını men ediyorlar) demiştir ki, kısaltmak için ğanem hazfedilmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bunu yapmaları, insanların işlerini bitirip de kuyunun başını boşaltmaları içindi. Mûsa: "Neyiniz var?” dedi. Yani: "Neden koyunlarınızı sulamıyorsunuz, dedi?” dedi. Onlar da: "Lâ neskıy (biz sulamayız) dediler": İbn Mes’ûd, Ebû’l- Cevza, İbn Ya’mur ve İbn Semeyfa, nunun ref'i ile "lâ nüskıy” okumuşlardır. "Hatta yusdirer riau": Ebû Amr, İbn Âmir ve Ebû Cafer, ye’nin fethi ve dalın zammı ile "yasdure” okumuşlardır ki, çobanlar dönünceye kadar, demektir. Diğerleri de, ye’nin zammı ve daim kesri ile "yusdire” okumuşlardır ki: Çobanlar koyunlarını sudan çekinceye kadar demek, istemiştir. Ria': Rain’in çoğuludur; sahib ve sıhab gibi. İkrime, Said b. Cübeyr, İbn Ya’mur ve Âsım el - Cahderi de, ranın zammesiyle "erruau” okumuşlardır. Mana da: Biz iki kadınız, erkeklere sokulanlayız, demektir. "Babamız da büyük bir ihtiyardır": Yaşlılıktan dolayı sürüsünü sulayamaz. Onun için biz sulamak mecburiyetinde kaldık. O kuyunun ağzında büyük bir kaya parçası vardı, çobanlar giderken kuyunun ağzını kapatmışlardı. O iki kadın gelir, çobanların oluklarında arta kalan su ile koyunları sularlardı. 24Onların davarlarını suladı, sonra da gölgeye çekildi: "Rabbim: şüphesiz ben, bana indirdiğin hayırdan muhtacım” dedi. "Mûsa da onlar için suladı". Ne yaptığı hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O üzerinde ancak bir kalabalığın kaldırabileceği bir taş olan başka bir kuyuya gitti, onu yerinden uzaklaştırdı ve onların koyunlarını suladı. Bunu da Ömer b. Hattab ile Şüreyh, demişlerdir. İkincisi: O, kalabalığın arasına sokuldu, onların koyunlarını suladı. Bunu da İbn İshak, demiştir. Mana da: Koyunları onlar için suladı, demektir. "Sonra çekildi": Yani az uzağa "gölgeye": O da bir ağacın gölgesi idi. "Fekale rabbi inni lima": Lâm, ilâ manasınadır, takdiri de şöyledir: İnni ilâ ma "enzelte ileyye min hayrin fakir": Hayırdan da: Yiyecek kastetmiştir. İbn Cerir şöyle nakletmiştir: O, aç olduğunu bildirmek için sesini iki kadına duyurmak istedi. 25İki kadından birisi yürüyorken utanarak ona geldi: "Şüphesiz babam, bizim için suladığının ücreti için seni çağırıyor” dedi. (Mûsa) ona gelip de hikayeyi anlatınca: "Korkma, o zâlimler kavminden kurtuldun” dedi. "O ikisinden biri ona geldi": Mana şöyledir: Koyunları su içince onlar babalarının yanına döndüler; ona Mûsa’nın haberini verdiler. O da Mûsa’yı çağırmak üzere ikiden birini gönderdi. Bunda da iki görüş vardı: Birincisi: O, küçük olandır. İkincisi: Büyük olandır. "Ona yürüyerek, utanarak geldi": Yüzünü gömleğinin yeni ile kapatmıştı. Utanma sebebinde de üç görüş vardır: Birincisi: O, doğuştan utangaç idi, girip çıkmaya alışmamış biri gibi yürüyordu. İkincisi: Çünkü onu ücret için çağırmıştı, ona göre karşılıksız çağırmak daha kibar idi. Üçüncüsü: Çünkü o, babasının elçisiydi. "Bizim için suladığını sana ödemek için seni çağırıyor": Müfessirler şöyle demişlerdir: Mûsa bu sözü duyunca hoşlanmadı ve onunla gitmek istemedi, fakat içinde bulunduğu zor durum sebebiyle de gitmekten başka çare bulamadı. Rüzgar kadının elbisesine vuruyor, vücudunun bazı hatları belli oluyordu. Ona: Ey Allah’ın cariyesi, sen arkama düş ve bana yolu göster, dedi. "Ona gelince": Mûsa, Şuayb’e geldi, "ona kıssayı anlattı": Yani doğumundan kaçışına kadar durumunu haber verdi. "O da: Korkma, zâlimler kavminden kurtuldun, dedi": Yani Fir'avn bizim toprağımıza hükmedemez, çünkü onun memleketi değildir, dedi. 26İki kadından biri: "Baba, onu işçi tut. Şüphesiz işçi tuttuğun kimselerin en hayırlısı güçlü ve güvenilir olandır” dedi. "İki kızdan biri” ki, o da büyükleridir, "baba, onu işçi tut, dedi": Yani ücretle çalışsın, "şüphesiz işçi tuttuklarının en hayırlısı güçlü ve emin olandır": Yani iş için tuttuğunun en hayırlısı, işine gücü yeten ve emanete riayet edendir. Ona, güçlü demesi şunun içindi; çünkü o, kuyunun ağzındaki taşı kaldırmıştı. Şöyle de denilmiştir: O, ancak birkaç erkeğin çıkarabileceği bir kova ile su çekmişti. Ona güvenilir demesi de arkasında yürümesini istemesinden dolayıdır. Süddi şöyle demiştir: Şuayb kızına: "Onun kuvvetini gördün, güvenilir olduğunu nasıl bildin?” dedi. O da bunu anlattı. 27O da: "Bana sekiz sene işçilik etmen karşılığında, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on’a tamamlarsan, o da sendendir. Sana zorluk vermek istemiyorum. İnşallah beni iyilerden bulacaksın” dedi. Müfessirler şöyle demiştir: Şuayb ona: "Sana nikahlamak istiyorum", yani seninle evlendirmek istiyorum, "iki kızımdan birini, sekiz yıl işçilik etmek üzere": Ferrâ’ şöyle demiştir: Te’cürüni ve te’cirünü, cimin zammı ve kesri ile ikisi de lügattir. Zeccâc da: Bana sekiz yıl işçilik edersin, demiştir. "Eğer on’a tamamlarsan, bu da şendendir": Yani bu bize bir lütuftur, senin için şart değildir. "Sana zorluk çıkarmak istemiyorum": Yani on yıl istemekle. "İnşallah beni iyilerden bulacaksın": Yani güzel sohbette ve dediğimi yerine getirmede. 28O da: "Bu benimle senin arandadır, İki süreden hangisini tamamlarsam, bana tecavüz yoktur. Allah dediklerimize vekildir” dedi. "Dedi": Mûsa ona dedi, "bu, seninle benim aramdadır": Yani anlattığın ve bana şart koştuğun şey senin hakkın, onlardan birini benimle evlendirmen için şart koştuğun da benimdir, mesele aramızda böyledir. Söz burada bitti. Sonra şöyle dedi. "Eyyemel eceleyni (iki süreden hangisini)": Yani sekiz ve on’dan hangisini: Ebû Ubeyde: "Ma” zaittir, demiştir. "Bitirirsem": Yani tamamlarsam, "bana tecavüz yoktur": Yani buna hakkın yoktur, Mana da şöyledir: Daha fazla çalışmam için beni zorlama. "Dediğimize Allah vekildir": Zeccâc şöyle demiştir: Yani birbirimizle yaptığımız antlaşmaya Allah şahittir. Âlimler Mûsa’yı işçi tutan bu kimse hakkında dört görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: O, Allah’ın Peygamber’i Şuayb aleyhisselam’dır. Müfessirlerin çoğu bu görüştedirler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den bunu gösteren hadisler de vardır. Vehb ile Mukâtil de böyle demişlerdir. İkincisi: O, Medyen hakimidir, adı da Yesribi’dir. Bunu da İbn Âbbas, demiştir. Üçüncüsü: Şuayb kavminden bir adamdır, bunu da Hasen, demiştir. Dördüncüsü: O, Şuayb’in kardeşi oğlu Yesrun’dur. Bunu da Amr b. Mürre, Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet etmiş, İbn Saib de böyle demiştir. Mûsa’nın evlendiği kız hakkında da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Birincisi: Küçük kızdır, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. İkincisi: Büyük kızdır, bunu da Mukâtil, demiştir. Evlendiği kızın adında da üç görüş vardır: Birincisi: Safuriya’dır, bunu da Ebû İmran el - Cevni aktarmıştır. İkincisi: Safura'dır, bunu da Şuayb el - Cübai, demiştir. Üçüncüsü: Sabura’dır, bunu da Mukâtil, demiştir. 29Mûsa süreyi bitirip de ailesi ile gece yürüyünce, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Bekleyin, şüphesiz ben bir ateş gördüm. Umarım ki, size ondan bir haber yahut bir kor getiririm de belki ısınırsınız” dedi. "Mûsa süreyi bitirince": İbn Abbâs’tan şöyle rivayet edilmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e: "Mûsa iki süreden hangisini bitirdi?” denildi, o da: En uzununu ve en temizini dedi. Mücâhid de şöyle demiştir: Mûsa süre bittikten sonra orada bir on yıl daha kaldı. Vehb b. Münebbih de: Onların yanında ailesiyle gerdeğe girdikten sonra iki yıl daha kaldı, demiştir. Bu âyetin tefsiri de Taha: 10’da "ev cezvetin” kavline kadar geçmiştir. İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Kisâi, cimin kesri ile "cizvetin” okumuşlardır. Âsım da fethi ile okumuştur. Hamze, Halef ve Velid de Amir’den rivayet ederek, zammı ile okumuşlardır, hepsi de geçerli lügattir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Cezve: Ucunda ateş olan odun parçasıdır. Ebû Ubeyde de: Alevi olmayan kalın odundur, demiştir. O, çizme gibi ağacın kökündendir. İbn Mukbil şöyle demiştir: Layla’nın oduncu kadınları ona aradılar, Çürük ve bozuk olmayan kökler. Beyitte geçen deir: Çürümüş manasınadır, recülün dair de bundandır ki: Bozuk adam demektir. 30Mûsa ona gelince, derenin sağ kenarından mübarek bir yerde ağaçtan: "Ey Mûsa, şüphesiz ben, evet ben âlemlerin Rabbi Allah’ım” diye seslenildi. "Derenin kenarından seslenildi": O da yanı demektir, "sağ": O da Mûsa'nın sağ yanıdır. "Buk'a": Yer parçası demektir. "Mübarek": Mûsa’nın orada konuşmasıyla bereketlenmiş, "ağaçtan": Yani ağaç tarafından demektir. O ağaç hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: O, hünnap ağacıdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Tekedikenidir, bunu da Katâde, İbn Saib ve Mukâtil, demişlerdir. 31"Asanı at". Mûsa onun küçük bir yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasını dönerek kaçtı, geri dönmedi. "Ey Mûsa, dön, korkma. Şüphesiz sen eminlerdensin". Bundan sonrasının açıklaması "şüphesiz sen eminlerdensin” kavline kadar Neml: 10’da geçmiştir. Yani kötülük dokunmasından eminsin, demektir. 32Ellerini koynuna sok, kötülüksüz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kanadını kendine çek/yapıştır. İşte bu ikisi sana Rabbinden Fir’avn'e ve ileri gelenlerine iki delildir. Çünkü onlar bir fasıklar topluluğu oldular". "Elini sok": Yani girdir, demektir. "Vadmum ileyke cehaneke (kanadını sana yapıştır) ": Cenahı da Taha: 22’de tefsir etmiştik. Ancak bazı müfessirler iki lâfız arasında fark görmüşlerdir, biz de onu şerh etmiştik. İbn Zeyd, cenah: Kol, pazu ve eldir, demiştir. Zeccâc da, burada cenah: Pazudur, demiştir. Elin hepsine de, cenah, denir. İbn Enbari, Ferrâ’'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Burada cenah: Asadır. İbn Enbari de şöyle demiştir: Cenah insanın kuşun kanadına benzeyen yeridir; Araplar bazı durumlarda insanın ayaklarını kuşun kanatlarına benzetir: Filanca iki kanadıyla uçarak geldi, derler ki, ayaklarıyla koşarak, demek isterler. Bazı hallerde de pazuyu kanat gibi kabul ederler, meselâ: "Udmum yedeke ilâ cenahike” kavlinde olduğu gibi. Bazı halde de sopayı kanada benzetirler; çünkü insan kuşun kendini kanadıyla koruduğu gibi nefsini sopa ile korur; meselâ: "Vadmum ileyke cenahake minerrehbi” kavlinde olduğu gibi. Kanadın bu şeylere denilmesi teşbih ve istiare yolu iledir. Meselâ: İnsanın kanadını kesti, eli ve ayağı kesildi, denir ki: Onu davranmaktan alıkoyan bir afete maruz kaldı, demektir. Bazen bir adam, birine: Sen benim elim, ayağımsın, der; yani sen beni sevdiklerime kavuşturan aracımsm, demek ister. Şair Cerir de şöyle demiştir: Tüyümü bana geri verdiğin için sana teşekkür ederim, Ve kanatlarımda ön tüylerini bitirdiğin için. Bir Arap kadını asil kocasına ağıt yakarak şöyle demiştir: Ey beni belalardan koruyan Ve ey benim asil dayanağım ve ey sağ elim, Yüzümün suyunu koruduğun gibi ben koruyamam, Senin yüzün kara toprakta çürürken. Rehb’e gelince: İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, ranın ve henin fethi ile "minerrehbi” okumuşlar; Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, ranın zammı ve henin sükunu ile "minerrühbi” okumuşlar; Hafs ve Eban da Âsım’dan rivayet ederek, ranın fethi ve henin sükunu ile "minerrehbi” okumuşlardır. Bu; İbn Mes’ûd ile İbn Semeyfa'nın da kıraatidir. Übey b. Ka’b, Hasen ve Katâde, ranın ve henin zammı ile okumuşlardır. Zeccâc, rühb ve reheb aynı manayadır; tıpkı rüşd ve reşed gibi, demiştir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Rühb ve rehbet, korku ve endişe manasınadır. İbn Enbari de şöyle demiştir: Rehb, rühüb, reheb; şağl, şuğl ve şeğal; bahl, buhul ve behal gibidir demiştir. Bunlar korku ve endişe manasına gelen lügatlerdir. Müfessirlerin âyetin manasında üç görüşleri vardır: Birincisi: Mûsa yılandan kaçınca Allah ona telaşının geçmesi için kanadını kendine yapıştırmasını emretti. İbn Abbâs, mana şöyledir, demiştir: Korkudan elini göğsüne bitiştir, sana korku yoktur. Mücâhid de şöyle demiştir: Her korkan kimse elini göğsüne bitiştirirse, telaşı geçer. İkincisi: Elinin beyazlığı ve parıltısı onu düşündürünce, elini koynuna sokması emredildi, eli eski haline döndü. Üçüncüsü: Kelâmın manası şöyledir: Korkunu teskin et ve yüreğini sağlam tut. Ebû Ali de şöyle demiştir: Burada birbirine bitiştirilecek iki şey yoktur; mesele azim ve kararlılıktır. Meselâ: Üşdüd hayazimeke lelmevti, ölüme göğsünü bağla da böyledir ki, ölümden korkma, demektir. "Fe-zanike": İbn Kesir ile Ebû Amr, şedde ile "fezannike” okumuşlar; diğerleri ise şeddesiz olarak "fezanike” okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: Şeddelisi "zalike"nin tesniyesidir, şeddesizi de "zake"nin tesniyesidir. "Zalike "deki lâm "zannike"deki şeddeli nuna alternatif kılınmıştır. "Burhanani": İki açıklama (mucize) demektir. Müfessirler "o ikisi": Yani asa ile beyaz el, Allah’tan Mûsa’nın doğruluğuna iki kanıttır, demişlerdir. "Fir’avn’e": Yani seni bu iki mucize ile Fir'avn’e gönderdik, demektir. Bundan sonrasının tefsiri de 33Dedi: "Rabbim, ben onlardan bir can (adam) öldürdüm; beni öldürmelerinden korkuyorum” dedi. "hüve efsahu minni lisanen"e kadar Şuara: 14’te geçmiştir. 34"Kardeşim Harun o, dilce benden daha düzgündür; onu benimle beraber beni tasdik eden yardımcı olarak gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum” dedi. "O, dilce benden daha düzgündür": Yani daha güzel konuşur, demektir; çünkü Mûsa’nın, ağzına götürdüğü kordan dolayı dilinde bir tutukluk vardı. "Fe-ersilhü maiye rid’en": Çoğunluk, daim sükunu ve ondan sonra hemze olmak üzere "rid’en” okumuşlardır. Ebû Cafer ise, dalın fethi, arkasından elifle, tenvinsiz ve hemzesiz olarak "rida” okumuştur. Nâfi’ de öyle okumuş, ancak o, tenvinlemiştir. Zeccâc, rid’: Yardımdır, demiştir. Rede’tuhu erdeuhu rid’en denir ki,. Birine yardım etmektir. "Yusaddikuni": Âsım ile Hamze, kafin zammı ile "yusaddikuni” okumuşlar; kalan kurralar ise kafin sükunu ile okumuşlardır. Zeccâc, şöyle demiştir: Kim "yusaddıkni” şeklinde cezimle okursa, sualin cevabı olur, yani: Ersilhü yusaddikni, demek olur. Kim de merfu okursa, mana: Rid’en Mûsaddikan li (beni tasdik eden bir yardımcı olarak) demek ister. Müfessirlerin çoğu, "beni tasdik etsin” ile Harun’a işaret edildiğini söylemişlerdir; ancak Mukâtil b. Süleyman, Fir’avn beni tasdik etsin, demiştir. 35(Rabbi) dedi: "Senin pazunu kardeşinle takviye edeceğiz (elini kuvvetlendireceğiz) ve size bir delil kılacağız da size âyetlerimiz sayesinde ulaşamayacaklar. İkiniz ve size tabi olanlar galiplersiniz". "Pazunu kardeşinle takviye edeceğiz": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Sana kardeşinle yardım edeceğiz. Adut (pazu) lâfzı temsil cihetiyle zikredilmiştir; çünkü eli pazusu ile durur. Bütün yardımcılara pazu denir, "ikiniz için bir delil kılacağız (sultan)": Yani açık bir delil kılacağız. Zeytinyağına salit, denilmiştir, çünkü onunla aydınlanılır. Sultan da: Kanıtların en açığıdır. "ikinize ulaşamayacaklardır": Yani ne öldürmek ne de eziyet etmekle. "Âyetlerimiz sayesinde (biayatina)": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Mana şöyledir: Onlardan âyetlerimizle korunacaksınız, size ulaşamayacaklardır. İkincisi: O, arkasındakine bağlıdır, Mana da şöyledir: Âyetlerimizle ikiniz ve size tabi olanlar galip olacaksınız. Üçüncüsü: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Size âyetlerimizle delil vereceğiz, artık size ulaşamayacaklardır. 36Mûsa onlara açık açık âyetlerimizi getirince, "Bu, uydurulmuş bir sihirden başkası değildir ve biz önceki atalarımızda böyle bir şey işitmedik” dediler. "Bu, uydurulmuş sihirden başkası değildir": Yani bu senin getirdiğin kendi uydurduğun ve seninle gönderilmeyen bir şeydir. "Biz bunu işitmedik": Bizi ona davet ettiğin şeyi. "Önceki atalarımızda". 37Mûsa dedi: "Rabbim, yanından hidâyeti getiren kimseyi ve yurdun akibeti kimin olduğu kimseyi daha iyi bilendir. Şüphesiz zâlimler iflah olmaz". "Vekale Mûsa rabbi a’lemü": İbn Kesir, vavsız olarak "kale Mûsa” okumuştur. Onların Mushaflarında da böyledir. "Hidâyeti getireni": Yani O, içimizden haklı olanı daha iyi bilir. "Vemen tekunu lehu akıbetüddar": Hamze, Kisâi, Halef ve Mufaddâl, ye ile "yekunu” okumuşlar; kalanlar da te ile okumuşlardır. 38Fir'avn dedi: Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, sen benim için çamurun üzerine ateş yak (tuğla dök); bana bir kule yap. Belki Mûsa’nın ilâhsına çıkarım. Şüphesiz ben elbette onu yalancılardan zannediyorum” dedi. "Ey Haman, sen benim için çamurun üzerine ateş yak": İbn Kuteybe: Mana: Benim için tuğla yap, demiştir. "Benim için bir kule yap (fec’al li sarhan)": Yani yüksek bir saray yap. Zeccâc şöyle demiştir: Sarh: Geniş ve yüksek binadır. Tefsirde şöyle gelmiştir: O, veziri Haman’a kule yapmasını emredince, o da bütün işçileri topladı, sonunda yamaklardan başka elli bin yapı ustası toplandı. Kuleyi yükselttiler ve sağlam yaptılar. Öyle yükseldi ki, onun gibisi görülmemişti. Fir’avn onun üzerine çıktı, okçusuna, göğe doğru bir ok atmasını emretti, ok kanlı olarak geri döndü. Mûsa’nın İlâhını öldürdüm, dedi. Allah da Cebrâil’i gönderdi, ona kanadı ile vurdu; onu üç parçaya ayırdı. Bir parçası Fir’avn’in askerinin üzerine düştü, bir milyon adamını öldürdü. Bir parçası denize düştü, ötekisi de batı tarafına düştü. "Belki Mûsa’nın İlâhına çıkarım": Yani çıkar, ona bakarım, "gerçekten ben onu mutlaka zannediyorum": Yani Mûsa’yı, "yalancılardan": Benden başka ilâh iddiasında. İbn Cerir, mana şöyledir, demiştir: Ben Mûsa’yı gökte bir ilâh olduğu ve onu gönderdiği iddiasında onu yalancı zannediyorum. 39O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize dönmeyeceklerini zannettiler. 40Biz de onu ve askerlerini yakalayıp onları denize attık. Bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu! "O ve askerleri yeryüzünde büyüklük tasladı": Yani Mısır toprağında demektir. "Haksız yere": Yani bâtıll ve zulüm ile. "Bize dönmeyeceklerini zannettiler": Ceza için dirilmekle. İbn Kesir, Ebû Amr ve İbn Âmir, yenin ref’i ile "yürceun” okumuşlar; Nâfi, Hamze ve Kisâi de, fethi ile okumuşlardır. 41Onları ateşe (cehenneme) çağıran liderler yaptık. Kıyamet gününde yardım olunmazlar. "Onları kıldık"; yani dünyada, "liderler": Yani kendilerine azgınların uyduğu küfrün önderleri kıldık. "Ateşe davet ediyorlar": Çünkü onlara itâat edenler ona girer. "Yardım olunmazlar": Yani azaptan çevrilmezler, demektir. Bundan sonrası da Hûd: 60 ve 99’da tefsir edilmiştir. 42Bu dünyada da arkalarına lânet taktık. Kıyamet gününde de onlar çirkinlerdendir. "Çirkinlerden": Yani rahmetten uzaklaştırılan mel’unlardan. Ebû Zeyd şöyle demiştir: Kabahallahu fülanen denir ki: Allah onu her türlü hayırdan uzaklaştırdı, demektir, İbn Cüreyc de, âyetin manası şöyledir, demiştir: Onların arkasına bu dünyada bir lânet taktık, ahirette de başka bir lânet. Sonra yeniden söze başladı ve: Onlar çirkinlerdendir. 43Yemin olsun gerçekten Mûsa’ya evvelki nesilleri helak ettikten sonra insanlar için basiretler ve bir hidayet ve bir rahmet (olması) için o kitabı verdik. Belki öğüt alırlar. "İlk nesilleri helak ettikten sonra": Nûh, Ad, Semud ve diğer kavinden kastediyor. "Basiretler olması için": Yani onunla görüp hidayete ermeleri için, demektir. 44Biz Mûsa’ya o emri verirken sen (Tûr’un) batı tarafında değildin ve şahitlerden de değildin. "Sen batı tarafında değildin": Zeccâc, şöyle demiştir: Sen dağın baü tarafında değildin. "Mûsa’ya o emri verdiğimiz zaman": Yani onu Fir’avn’e ve kavmine gönderme işini sağlama bağladıktan sonra, demektir. "Sen şahitlerden de değildin": O emre şahiderden değildin. Bunda da Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in gerçek peygamber olduğuna açıklama vardır; çünkü onlar onun kitapları okumadığını ve cereyan eden şeyi müşahede etmediğini bilirlerdi. Eğer kendisine bu vahyedilmese idi, bunu bilmezdi. 45Ancak biz nesiller meydana getirdik de üzerlerine ömür uzadı (aradan çok zaman geçti). Sen Medyen halkı arasında ikamet edip onlara âyetlerimizi okumuyordun. Fakat biz (sana eskilerin haberlerini), göndericiler idik. "Ancak nesiller meydana getirdik": Yani Mûsa’dan sonra ümmetler yarattık, demektir. "Üzerlerine ömür uzadı": Yani onlara verilen süre uzadı; onlar da Allah’a verdikleri sözü unuttular, emrini terk ettiler. Bu da Mûsa ve kavmine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hakkında sözler verildiğini ve ona iman etmekle emrolunduklarını gösterir. Verilen süre uzayınca, sözlere riayet etmekten yüz çevirdiler. "Makünte saviyen": Sen ikamet ediyor değildin, demektir. "Medyen halkı arasında” ki, Mûsa, Şuayb ve iki kızının haberini öğrene idin de bunu Mekke halkına okuya idin. "Fakat bizler göndericiler idik": Seni Mekke halkına gönderdik ve sana öncekilerin haberini verdik. Eğer böyle olmasa idi, bunu bilmezdin. 46Biz nida ettiğimiz zaman sen Tûr tarafında değildin. Ancak (seni) Rabbinden bir rahmet olarak senden öncekilerine bir uyarıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için (gönderdik). Belki öğüt alırlar. "Sen Tûr tarafında değildin": Yani üzerinde Mûsa ile konuşulan dağ tarafında değildin, demektir. "Ona seslendiğimiz zaman": Mûsa’ya seslendiğimiz ve onunla konuştuğumuz zaman demektir. Ebû Hureyre: Bu seslenme: Ey ümmet-i Muhammed, size benden istemeden önce verdim, bana dua etmeden önce de kabul ettim, şeklinde idi, demiştir. "Ancak Rabbinden bir rahmet olarak": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir. Sen peygamberlerin kıssalarını müşahede etmedin, fakat Rabbinden bir rahmet olarak biz sana vahyettik ve sana anlattık. 47Ellerinin öne sürdüğü şey yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman: "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine tabi olsaydık ve mü’minlerden olsaydık” diyecek olmasalardı (onlara azap ederdik). "Velevla en tusibehüm musibetün": "Levla"nın cevabı hazfedilmiştir, takdiri şoyledır: Eğer kendilerine peygamber gönderilmemesini kötüye kullanmasa idiler, onlara derhal azap ederdik. Şöyle de denilmiştir: Eğer öyle olmasa idi, peygamberler göndermek ve delil ileri sürmek durumunda kalmazdık. 48Onlara katımızdan hak gelince: "Bize de Mûsa’ya verilenin benzeri verilmeli değil miydi?” dediler. Daha önceden Mûsa’ya verileni inkâr etmemişler miydi? "İki sihir birbirine destek oldu” dediler. "Biz hepsini inkâr ediyoruz” dediler. "Onlara gelince": Yani Mekke halkına demektir, "katımızdan hak": O da Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Kur’ân’dır. "Levla (değil miydi?)", derler, "verilmeli” Muhammed’e mucizeler verilmeli değil miydi? "Mûsa’ya verildiği gibi": Meselâ asa ve beyaz el mucizesi gibi. Müfessirler şöyle demişlerdir: Yahudiler, Kureyş’e, Muhammed'den; Mûsa’ya verilenler gibi mucizeler istemelerini önerdiler; Allahü teâlâ da: "Mûsa’ya verileni inkâr etmediler mi?” dedi. Yani onlar Mûsa’nın mucizelerini de inkâr ettiler, demektir. "Ve dediler": İşaret edilenler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Yahudilerdir. İkincisi: Kureyşlilerdir. "Sihrani": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, "sahirani” okumuşlardır. "Tezahera": Birbirine destek oldu. Abbas el - Ensari, Ebû Amr’dan, zı’nın şeddesiyle, "tezzahera” rivayet etmiştir. Bunlardan kimin kastedildiğinde de üç görüş vardır: Birincisi: Mûsa ile Muhammed’ dir, bunu da İbn Abbâs, Hasen ve Said b. Cübeyr, demişlerdir. Buna göre bu, Arap müşriklerinin sözündendir. İkincisi: Mûsa ile Harun’dur, buna göre de bu, risaletin başında Yahudilerin onlara dediği sözdendir. Üçüncüsü: Muhammed ile İsa’dır, bunu da Katâde, demiştir. Buna göre de bu, Peygamberimize iman etmeyen Yahudilerin sözlerindendir. Âsım, Hamze ve Kisâi, "sihrani (iki sihir)” okumuşlardır ki, bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Tevrat ile Kur’ân’dır, bunu da İbn Abbâs ile Süddi, demişlerdir. İkincisi: İncil ile Kur’ân’dır, bunu da Katâde, demiştir. Üçüncüsü: Tevrat ile İncil’dir, bunu da Ebû Miclez ile İsmail b. Ebi Halid, demişlerdir. Mana da şöyledir: Bunlardan her sihir, diğerini takviye etmektedir. Destekleme iki sihre nisbet edilmiştir; bu da dilin genişliğinde câizdir. "Biz hepsini inkâr edenleriz, dediler": Bundan da yukarıda geçen değişik görüşlere göre zikredilen şeyleri kastetmişlerdir. 49De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız Allah katından ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ona tabi olayım". "De ki,": Mekke kâfirlerine, "Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin": Yani Tevrat ile Kur’ân’dan, demektir. "Eğer doğru söyleyenler iseniz": O ikisinin sihir olduğunu. 50Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki, onlar ancak keyiflerine tabi oluyorlar. Allah’tan bir yol gösterici olmadan keyfine tabi olandan daha sapık kimdir? Şüphesiz Allah zâlimler topluluğuna hidayet etmez. "Eğer sana cevap vermezlerse": Yani Tevrat ile Kur’ân'ın benzerini getirmezlerse, "bil ki, onlar keyiflerine tabi oluyorlar": Yani irtikap ettikleri küfre onları bir delil götürmüş değildir, ancak o hususta heva ve heveslerine uymuşlardır. "Kim daha sapıktır": Yani kimse daha sapık değildir, demektir. "Yol göstericisiz keyfine tabi olandan": Yani mürşit olmadan ve bir açıklama gelmeden, demektir. "Allah’tan". 51Yemin olsun, gerçekten onlara sözü ulaştırdık, belki öğüt alırlar. "Velekad vassalna lehümül kavle": Hasen, Ebû’l - Mütevekkil ve İbn Ya’mur, şadı şeddesiz olarak "velekad vasalna” okumuşlardır. İşaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Kureyşlerdir, bunu da aralarında Mücâhid olmakla beraber çoğunluk, demiştir. İkincisi: Yahudilerdir, bunu da Rifaa el - Kurazi, demiştir. Mana da şöyledir: Kur’ân âyetlerini birbirinin ardından ve belki öğüt alırlar diye geçmiş milletlerin nasıl azap olunduklarını haber verir şekilde indirdik. 52Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona inanırlar. "Kendilerine kitap verdiklerimiz": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar ehl-i kitabın mü'minleridir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid de böyle demiştir. İkincisi: Onlar İncil’e inananlardan Müslüman olanlardır. Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Necaşi’nin adamlarından kırk tanesi Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldiler, onunla beraber Uhut savaşında hazır bulundular. Bu âyet de bunun üzerine indi. Üçüncüsü: Yahudilerin Müslümanlarıdır, meselâ Abdullah b. Selam ve diğerleri gibi. Bunu da Süddi, demiştir. "Ondan önce": Yani Kur’ân’dan önce demektir. "Hüm bihi (onlar ona)": Zamirde de iki görüş vardır: Birincisi: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir, çünkü onun adı yanlarındaki kitaplarında yazılı idi; onlar da ona iman ettiler. İkincisi: Kur’ân’a râcîdir. 53Onlara (Kur’ân) okunduğu zaman: "Ona iman ettik. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen haktır. Gerçekten biz bundan ünce Müslümanlar idik” derler. "Onlara okunduğu zaman": Yani Kur’ân okunduğu zaman demektir. "Ona iman ettik, derler". "Şüphesiz biz ondan önce idik": Yani Kur’ân'ın indirilmesinden önce demektir. "Müslümanlar": Yani Allah’a ihlas gösterenler ve Muhammedi tasdik edenler idik. Zira onun zikri kendi kitaplarında geçmekte idi; böylece ona iman ettiler. 54İşte onlara sabrettikleri o şey yüzünden mükafatları iki defa verilir, onlar kötülüğü iyilikle defeder ve onlara rızık ettiğimiz şeyden (Allah yolunda) harcarlar. "Onlara mükafatları iki defa verilir": İşaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar ehl-i kitaptan iman edenlerdir, bu da cumhûrun görüşüdür. Açık olan da budur. Sabrettikleri şeyde de iki görüş vardır: Birincisi: Onlar birinci kitaba imana sabrettiler ve Muhammed’e tabi olmaya sabrettiler. Bunu da Katâde ile İbn Zeyd, demişlerdir. İkincisi: Onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gönderilmeden önce ona imana sabrettiler, sonra da gönderildiği zaman ona tabi olmaya sabrettiler. Bunu da Dahhâk, demiştir. İkincisi: Onlar müşriklerden Müslüman olan bir topluluktur; kavimleri onlara eziyet ederlerdi; onlar da eziyete sabrettiler. Bunu da Mücâhid, demiştir. "Kötülüğü iyilikle defederler": Bunda da birkaç görüş vardır ki, onları Ra’d: 22’de şerh etmiştik. 55Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirir ve: "Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz de sizedir. Selam size. Cahilleri istemiyoruz” derler. "Boş söz işittikleri zaman": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Eziyet ve sövmedir, bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: Şirktir, bunu da Dahhâk, demiştir. Üçüncüsü: Onlar Yahudilerden iman eden bir gruptur; Yahudilerin Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatına dair bozdukları şeyleri dinler, bundan hoşlanmaz ve yüz çevirirlerdi. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Bu, mensuh mudur, değil midir? Bunda da iki görüş vardır: "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Bizim dinimiz bize, sizin dininiz de sizedir. İkincisi: Bizim ağırbaşlılığımız bize, sizin hafifliğiniz de sizedir. "Selam size": Zeccâc şöyle demiştir: Bundan (normal) selamı kastetmediler, ancak: Aramızda sİlâh bırakışma vardır, demek istediler. Bu da savaş emredilmeden önce idi. Müfessirler bunun kılıç âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir. "Biz cahilleri istemiyoruz": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi. Cahillerin dinini istemiyoruz, demektir. İkincisi: Onlarla komşuluk etmek istemiyoruz. Üçüncüsü: Cahiller gibi olmak istemiyoruz. 56Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. O hidayete erenleri en iyi bilindir. "Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin": Bunun iniş sebebini de: “Mü’minler için de Peygamber için de müşriklere istiğfar etmeleri olmaz” (Tevbe: 113) âyetinde zikretmiştik. Müslim, Buhârî’den ayrı olarak, Ebû Hureyre’den şöyle rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, amcasına: "Lailâhe illallah, de; sana kıyamet gününde şahitlik edeyim, dedi. O da: Eğer Kureyş kadınları, ölüm korkusuyla Müslüman oldu diye beni ayıplamasalardı, ben de seni memnun ederdim, dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Şüphesiz sen istediğini hidayete erdiremezsin” dedi. Zeccâc: Müfessirler bunun Ebû Talip hakkında indiğinde müttefiktirler, demiştir. "Sevdiğin": Bunun üzerinde de iki görüş vardır: Birincisi: Hidâyetini sevdiğin demektir. İkincisi: Akrabalığından dolayı sevdiğin demektir. "Ancak Allah dilediği kimseyi hidayete erdirir": Yani dilediği kimseyi dinine irşat eder, demektir. "O, hidayete erenleri en iyi bilendir": Yani hidâyetini takdir ettiği kimseyi demektir. 57Dediler: "Eğer biz seninle beraber doğru yola tabi olursak toprağımızdan kapılırız (bizi kaçırırlar)” dediler. Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünleri oraya toplandığı güvenilir bir Harem’e yerleştirmedik mi? Ancak çokları bilmezler. "Eğer seninle beraber doğru yola tabi olursak": İbn Abbâs, el - Avfi rivâyetinde: Bunu söyleyenler Kureyş’ten bazı insanlardır, demiştir. İbn Ebi Müleyke rivâyetinde de şöyle demiştir: Bunu söyleyen Haris b. Amir b. Nevfel’dir. Mukâtil şöyle zikretmiştir: Haris b. Amir, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Biz şüphesiz senin dediklerinin hak olduğunu biliyoruz; ancak seninle beraber doğru yola gidersek, yurdumuzdan yani Mekke’den Arapların bizi kapmalarından korkarız, dedi. Âyetin manası da şöyledir: Eğer senin dinine tabi olursak, onlara muhalefet etmiş olacağımızdan dolayı Araplardan korkarız. Tahattuf: Süratle çekip almaktır, kapmaktır. Allah da onların sözlerini reddetti ve şöyle dedi: "Biz onları bir Harem’e yerleştirmedik mi?": Yani onları Harem’e yerleştirip onlara mekan kılmadık mı? "Güvenli": Bunun manası da: İnsanların emin olduğu güvenli bir yer, demektir. Şöyleki Araplar birbirlerine saldırırlardı, Mekke halkı ise Harem'de oldukları için öldürülmekten, esir edilmekten ve yağmalanmaktan emin olurlardı. Yani güvenli Harem’de iken Müslüman oldukları zaman nasıl korkarlar, demektir? "Yücba": Nâfi, te ile "tücba” okumuştur ki, ona her taraftan meyveler toplanır ve taşınır, demektir. "Katımızdan bir rızk olarak": Yani yanımızdan, demektir. "Fakat onların çoğu": Yani Mekke halkının çoğu "Bilmezler": Bunu onlara yapanın Allah olduğunu ve şükretmenin gerekli olduğunu. Âyetin manası şöyledir: Siz benim Haremimde güven içinde iken, rızkımı yerken ve benden başkasına ibadet ederken; bana ibadet ve iman ettiğiniz (i söylediğiniz) halde nasıl korkarsınız? Sonra da onları geçmiş milletlerin azabı ile korkutup şöyle dedi: 58Geçiminden şımaran nice kentler helak ettik. İşte meskenleri, onlardan sonra oturulmadı, ancak pek az (süre meskun oldu). Mirasçılar biz olduk biz. "Ve kem min karyetin batıret maişeteha": Zeccâc şöyle demiştir: "Maişeteha” "fi"nin düşmesiyle mensubtur, mana da: Batıret fi maişetiha (geçiminde şımardı) demektir. Atâ’ da: Şımarıklık içinde yaşadılar; Allah’ın rızkını yiyip putlara ibadet ettiler, demiştir. "İşte meskenleri, onlardan sonra oturulmadı, ancak pek az (süre meskun oldu)": İbn Abbâs şöyle demiştir: Ancak yolcular, oradan geçenler bir gün veyahut birkaç saat oturdular. Mana da şöyledir: Onlardan sonra pek az meskun oldu. "Mirasçılar biz olduk biz": Yani onların helakinden sonra yerlerine kimse geçmedi, harap ve gayri meskun olarak kaldı, demektir. 59Rabbin ana merkezine onlara âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe kentleri helak edici değildir. Biz halkı zalim olmayan kentleri helak ediciler değiliz. "Rabbin kentleri helak edici değildir": Yani halkı zalim olan kentleri, "ana merkezine gönderinceye kadar"; Yani başkentine, demektir, "bir peygamber": Neden peygamber özellikle başkente gönderiliyor; çünkü peygamber ancak eşrafa gönderilir, eşraf ise onların krallarıdır; onlar da çevrenin merkezinde otururlar. Katâde şöyle demiştir: Başkent: Mekke, Peygamber de: Muhammed’dir. "Onlara âyetlerimizi okur": Mukâtil şöyle demiştir: Peygamber onlara, iman etmedikleri takdirde azabın geleceğini haber verir. "Biz halkı zalim olmayan kentleri helak ediciler değiliz": Yani ben onları zulümleri sebebiyle helak ederim. Zulümleri de şirkleridir. 60Size verilen şey, dünya hayatının metaı ve onun süsüdür. Allah’ın katındaki daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz? "Size verilen şey": Yani size verilen mal ve hayır, "dünya hayatının metaldir": Yaşadığınız günlerde onlardan istifade edersiniz, sonra fani ve yok olur. "Allah’ın katındaki ise": Yani sevap, "daha hayırlı ve daha kalıcıdır": Faziletlidir ve sahibi için daha süreklidir. "Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?": Bakinin faniden daha faziletli olduğunda. 61Kendisine güzel bir va’d ettiğimiz ve ona da kavuşan kimse, kendisini dünya hayatının geçici metaı ile faydalandırdığımız, sonra da o, kıyamet gününde huzura getirilenlerden olan kimse gibi midir? "Kendisine güzel bir vaat ettiğimiz": Kimin hakkında indiğinde dört görüş halinde ihtilaf edilmiştir: Birincisi: O, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Cehil hakkında indi. İkincisi: Ali ile Hamza radıyallahu anhuma hakkında indi. Bu iki görüş Mücâhid’ten rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: Mü’minle kâfir hakkında indi. Bunu da Katâde, demiştir. Dördüncüsü: Ammar ile Velid b. Muğire hakkında indi. Bunu da Süddi, demiştir. Güzel va’t hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Cennettir. İkincisi: Zaferdir. "Ona kavuşucudur": Yani onu elde edecek ve ona ulaşacaktır. "Geçici dünya zevki ile faydalandırdığımız gibi midir?": Yani fani olacak ve yakında yok olacak bir şeyle faydalanan gibi midir? "Sonra o, kıyamet gününde getirilecektir": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Allah’ın azabına hazır edilecektir. Bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Ceza için hazır edilecektir. 62O günde ki, onlara nida edip: "îddia ettiğiniz ortaklarım (putlar) nerede?” der. "O gün onlara nida eder": Yani Allahü teâlâ, kıyamet gününde müşriklere nida eder; "ortaklarım nerede?” der": Bu, onların sözleri hikaye tarzındadır, mana da: "Sizin demenize göre ortaklarım nerede?” demektir. 63Onlara söz (azap) hak olanlar: "Rabbimiz, işte bunlar azdırdıklarımızdır. Biz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan beri olduk, (sana) döndük. Onlar bize ibadet etmiyorlardı” derler. "Kendilerine söz hak olanlar": Yani azap vacip olanlar, demektir ki, onlar da sapıklığın başlarıdır. Onlar hakkında da iki görüş vardır. Birincisi: Onlar müşriklerin reisleridir. İkincisi: Onlar şeytanlardır. "Rabbimiz, bunlar azdırdıklarımızdır": Kendilerine tabi olanları kastediyorlar. "Biz azdığımız gibi onları da azdırdık": Yani biz saptığımız gibi onları da saptırdık. "Sana beri olduk": Yani onlardan beri olup sana geldik, Mana da şöyledir: Onlar birbirlerinden beri ve birbirlerine düşman olurlar. 64"Ortaklarınızı çağırın” denildi; onlar da çağırdılar. Onlara cevap vermediler ve azabı gördüler. Keşke onlar doğru yolda olsalardı! "Denildi": Âdemoğlunun kâfirlerine "ortaklarınızı çağırın": Yani sizi kurtarmaları için ilâhlarınızdan yardım isteyin, demektir. "Onları çağırdılar, onlar da cevap vermediler": Yani yardımlarına cevap vermediler, demektir. "Azabı gördüler. Keşke doğru yolda olsalardı (lev ennehüm kânu yehtedun)": Zeccâc şöyle demiştir: "Lev "in cevabı hazfedilmiştir, Mana da şöyledir: Eğer onlar doğru yolu bulsalardı, onlara uymazlar ve azabı da görmezlerdi. 65Onlara seslendiği gün: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der. "Onlara seslendiği günde": Yani Allah’ın kâfirlere seslendiği ve sorduğu günde "peygamberlere ne cevap verdiniz?” der": 66O gün artık haberler onlara kör olmuştur (kararmıştır). Onlar birbirini sormazlar. "Feamiyet aleyhimül enbau": Ebû Rezin el - Ukayli, Katâde, Ebû’l - Âliyye, Ebû’l- Mütevekkil ve Âsım el - Cahderi, aynın ref'i ve mimin şeddesi ile "feummiyet” okumuşlardır. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bir şey diyecek delil bulamazlar. Ona haberler denilmesi, haber verilen şey olmasındandır. İbn Kuteybe, de mana şöyledir, demiştir: Aşırı korkularından dolayı kör gibi olur, cevap veremezler. "Enbâ” burada deliller ve deliller, demektir. "Onlar birbirini sormazlar": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Birbirlerine delilden sormazlar, bunu da Dahhâk, demiştir. İkincisi: Mana şöyledir: Susarlar, o saatte bir şey sormazlar, bunu da Ferrâ’, demiştir. Üçüncüsü: Birbirlerinden günahlarını taşımalarını istemezler. Bunu da Maverdi nakletmiştir. 67Amma kim Tevbe ve iman eder, iyi amel işlerse, onların muradına erenlerden olması umulur. "Amma kim Tevbe ederse” şirkten "ve iman ederse": Yani Allah’ın birliğini tasdik ederse, "iyi amel işlerse": Yani farzları eda ederse, "muradına erenlerden olması umulur” Umut Allah’tan ise ona bel bağlamak vaciptir. 68Rabbin dediğini yaratır ve seçer. Onlar için seçim yoktur. Allah onların şirk koştukları şeyden münezzeh ve pek yücedir! "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer": El - Avfi, İbn Abbâs’tan bu âyet üzerinde şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onlar cahiliye döneminde mallarının en iyilerini ilâhlarına ayırırlardı. Mukâtil de şöyle demiştir: Velid b. Muğire: "Bu Kur’ân iki kentin adamlarından bir büyüğe indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf: 31) deyince, bu âyet indi, Mana da şöyledir: Peygamberler onların seçimine göre gönderilmez. Zeccâc da şöyle demiştir: "Ve yahtâr” kavli üzerinde durmak daha iyidir, o zaman "ma” nefy edatı olur, Mana da şöyledir: Allah’a karşı onların seçim yapma hakları yoktur. "Ma"nın "ellezi” manasına olması da câizdir, o zaman da mana şöyle olur: İbadet etmelerini istediği ve onları davet ettiği şeylerden onlar için seçim (hayır) olan şeyi ister. Ferrâ’ da şöyle demiştir: Araplar tercih ettiğin şey için: A’tini elhiyrete velhıyerete ve hayrete derler. Sa’lep de: Hepsi de geçerli lügattir, demiştir. 69Rabbin onların kalplerinin gizlediğini ve onların açıkladıklarını bilir. "Ve göğüslerinin gizlediğini": Yani gizlediği küfür ve düşmanlığı bilir. "Ve açıkladıklarını da": Yani dilleriyle söylediklerini de bilir. 70O Allah’tır. O’ndan başka İlâh yoktur. Önünde sonunda hamd (övgü) O’nundur. Hüküm de O’nundur ve yalnız O’na döndürüleceksiniz. "önünde sonunda hamd O’nundur": Yani dostları O'nu dünyada da överler ve O’nu cennette de överler, demektir. 71De ki: "Bana haber verin, eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar üzerinize sürekli kılarsa, size Allah'tan başka ışık getirecek kimdir? Dinlemeyecek misiniz? "Dinlemeyecek misiniz?": Anlama ve kabul dinlemesi ile; o zaman onu Allahü teâlâ’nın birliğine delil getirmiş olursunuz?! 72De ki: "Bana haber verin, eğer Allah gündüzü üzerinize kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, size Allah'tan başka dinleneceğiniz geceyi getirecek İlâh kimdir? Görmeyecek misiniz? "Teskunune fih” kavlinin manası da: Hareket ve yorgunluktan dinlenirsiniz, demektir. "Görmeyecek misiniz?": Üzerinde bulunduğunuz hata ve sapıklığı? Sonra gece ile gündüzün kendinden bir rahmet olduğunu haber verip 73O, rahmetinden geceyi ve gündüzü sizin için içinde dinlenmeniz ve lütfundan aramanız için kıldı. Belki şükredersiniz. "onda dinlenmeniz için” dedi. Yani gecede, demektir. "Lütfundan aramanız için": Yani gündüz çalışarak rızkınızı aramanız için, demektir. "ki şükredesiniz diye": Gece ile gündüzde size verdiği nimetlere. 74Hatırla o günü ki, onlara seslenip: "İddia ettiğiniz ortaklarım nerede?” der. 75Her ümmetten bir şahit çıkarıp: "Kesin delilinizi getirin": dedik. Onlar da gerçekten hak Allah'ın olduğunu bildiler. Uydurdukları şeyler (putlar) da onlardan saptı. "Her ümmetten bir şahit çıkardık": Yani her ümmetten onlara tebliğ ettiğine dair şahitlikte bulunması için peygamberini çıkardık, demektir. "Onlara: Kesin delilinizi getirin, dedik": Yani benden başkasına ibadet ettiklerinize dair delilinizi, demektir. "Allah’ın gerçekten hak olduğunu bildiler": Yani O’ndan başka İlâh olmadığını bildiler, demektir. "Onlardan saptı": Yani ahirette bâtıll oldu, demektir "uydurdukları şeyler": dünyadaki ortakları. 76Şüphesiz Karun, Mûsa kavminden idi; onlara karşı algınlık etti. Ona o kadar hazineler verdik ki, gerçekten anahtarları(nı taşımak) kuvvetli topluluğa ağır gelirdi. Hani, kavmi ona: "Şımarma, şüphesiz Allah şımaranları sevmez” demişti. "Şüphesiz Karun, Mûsa kavminden idi": Yani onun aşiretinden, oymağından idi. Onun soyu hakkında üç görüş vardır: Birincisi: O, Mûsa’nın amcası oğlu idi. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Abdullah b. el - Haris, İbrahim ve İbn Cüreyc de böyle demişlerdir. İkincisi: Teyzesinin oğlu idi. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: O, Mûsa’nın amcası idi, bunu da İbn İshak, demiştir. Zeccâc şöyle demiştir: "Karun” ismi, yabancıdır, gayri munsariftir, eğer Arapça’dan "karantüş şey’e’den gelen "Faûl” vezninde olsa idi, munsarif olurdu. "Onlara karşı azgınlık etti": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: O, fahişe bir kadına Mûsa’ya iftira etmesi için mal verdi, o da bunu yaptı. Mûsa da ona yemin verdirdi, o da hikayeyi anlattı, işte azgınlık etmesi bu idi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O, Allahü teâlâ’yı inkâr etmekle azgınlık etti. Bunu da Dahhâk, demiştir. Üçüncüsü: Kibir ile azgınlık etti, bunu da Katâde, demiştir. Dördüncüsü: O, elbisesini bir karış uzattı, bunu da Atâ’ el - Horasani ile Şehr b. Havşeb, demişlerdir. Beşincisi: O, Fir’avn’e hizmet eder ve İsrâil oğullarına saldırır ve onlara zulmederdi. Bunu da Maverdi, nakletmiştir. Anahtarlarından murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar, hâzinelerinin kapılarını açan anahtarlarıdır, bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir. A’meş de Hayseme’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Karun’un anahtarları altmış katır yükü idi. Onlar deridendi, her anahtar da parmak kadardı. İkincisi: Onlar hâzineleridir, bunu da Süddi, Ebû Salih ve Dahhâk, demişlerdir. Zeccâc da: Anahtarların malının hâzineleri manasına gelmesi daha uygundur. İbn Kuteybe de buna kail olmuştur. Ebû Salih de şöyle demiştir: Onun hâzineleri kırk katıra yüklenirdi. "Bir topluluğa ağır gelirdi (letenuu bilusbeti)": Yani onlara ağır gelir, bellerini bükerdi, demektir. Kelâmın manası da: Letüniül usbete demektir. "Usbe "ye be dahil olunca te’yi nesb etti. Nitekim: Haza yezhebü bilesbari ve hazayüzhibül ebsara, dersin. Ferrâ’, İbn Kuteybe, Zeccâc ve diğerlerinin tercihi de budur. Bazıları şöyle demişlerdir: Bu, makluptur (tersinedir), takdiri de şöyledir: Ma inil usbetu letenuu bimefatihihi; nitekim inneha letenuu biha acizetüha denir ki: Hiye tenuu biacizetiha (kadın kalçasını çekemiyor) demektir. Şöyle bir şiir getirmişlerdir: Ruhuna canımı ve malımı feda ettim, Senin için her şeye katlanırım. Yani fedeytü binefsi vebimali nefsehu (canına canımı ve malımı feda ettim) demektir. Ebû Ubeyde ile Ahfeş’in tercihi de budur. Biz de usbe’nin manasını Yûsuf: 8’de beyan etmiştik. Usbe’den ne murat edildiği hususunda da dört görüş vardır: Birincisi: Kırk adamdır, bunu da el-Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İkincisi: Üç - on arasıdır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: On beştir, bunu da Mücâhid, demiştir. Dördüncüsü: On’dan kırka kadardır, bunu da Katâde, demiştir. Beşincisi: Yetmiş adamdır, bunu da Ebû Salih, demiştir. Altıncısı: Beş ile kırk arasıdır, bunu da Zeccâc hikaye etmiştir. "Hani kavmi ona demişti": Bunu diyende de iki görüş vardır: Onlar kavminin mü’minleridir, bunu da Süddi, demiştir. İkincisi: Bu sözü diyen Mûsa’dır, bunu da Maverdi hikaye etmiştir. "Şımarma": İbn Kuteybe, mana: Taşkınlık etme, mağrur olma, demiştir. Şair de şöyle demiştir: Zaman beni sevindirdiği zaman şımarmam, Onun dönekliğinden de feryat etmem. Yani ben şımarık değilim, demektir. Sevinç ise mekruh değildir. "Şüphesiz Allah şımaranları sevmez": Ebû Recâ’, Ebû Hayve, Âsım el - Cahderi ve İbn Ebi Able, elifle, "fârihin” okumuşlardır. 77"Allah'ın sana verdiklerinde ahiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini de unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Yeryüzünde fesat arama. Şüphesiz Allah fesatçıları sevmez". "Allah’ın sana verdiği o şeyde ara": Yani Allah’ın sana verdiği mallarda ara, demektir. Ebû’l - Mütevekkil ile İbn Semeyfa, tenin şeddesi, benin kesri, arkasından sakin ayınla "vettebi’” okumuşlardır. "Ahiret yurdu” da: Cennettir. Bu da malı Allah’ın rızasına harcamak ve nimet verene şükretmekle olur. "Dünyadan nasibini de unutma": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Dünyada ahiret için amel etmektir. Bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve cumhûr, demişlerdir. İkincisi: Fazlasını ahirete göndermek ve yetecek kadarım tutmaktır. Bunu da Hasen, demiştir. Üçüncüsü: Haramı bırakıp helalle yetinmektir, bunu da Katâde, demiştir. "Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et": Bunun manasında da Maverdi’nin naklettiği üç görüş vardır: Birincisi: Allah sana ihtiyacından fazlasını verdiği gibi sen de malının fazlasını ver. İkincisi: Sana nimet vermekle ihsan ettiği gibi sen de sana farz ettiği şeylerde ihsan et. Üçüncüsü: Sana helâl ihsan ettiği gibi sen de helali aramada ihsan et. "Yeryüzünde fesat arama": Orada isyanlarla amel etme, demektir. 78(Karun): "Bu, bana bendeki ilim sayesinde verildi!” dedi. Allah’ın, kendisinden önceki nesillerden kendisinden kuvvetçe daha çetin ve malca daha çok olan kimseleri helak ettiğini bilmedi mi?" "Bu, ancak bana verildi": Yani mal, "bendeki ilim sayesinde": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Bendeki altın yapma sanatıyla, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: Bunun aslı yoktur, çünkü kimya bâtılldır, gerçek değildir. İkincisi: Allah’ın benden razı olmasıyla verildi, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Üçüncüsü: Allah’ın bende bildiği hayır sayesinde verildi, bunu da Mukâtil, demiştir. Dördüncüsü: Bu bana ilmimin fazileti sayesinde verildi, bunu da Ferrâ’, demiştir. Zeccâc da şöyle demiştir: O, malın kendisine Tevrat bilgisi ile verildiğini iddia etmiştir. Beşincisi: Bu bana kazanç yollarını bildiğim için verilmiştir, bunu da Maverdi, nakletmiştir. "Bilmedi mi?” yani Karun, "Allah’ın gerçekten helak ettiğini": Azapla "kendisinden önceki nesilleri” peygamberleri yalanlamakla dünyada azap ettiğini bilmedi mi? "Kendisinden kuvvetçe daha çetin ve malca da daha çok olan kimseleri". "Suçlular günahlarından sorulmaz": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Kendileri tarafından bilinsin diye onlara sorulmaz, sorulsa da azarlamak için sorulur. Bunu da Hasen, demiştir. İkincisi: Melekler onları simalarından tanıdıkları için günahlarını sormazlar, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Ateşe hesap sorulmadan girerler, bunu Katâde, demiştir. Süddi de şöyle demiştir: Azap olunurlar, günahlarından sorulmazlar. 79(Karun) ziynetinin içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: "Keşke bizim de Karun’a verilen gibi (malımız) olsaydı. Şüphesiz o, gerçekten büyük bir şansa sahiptir!” dediler. "Ziynetinin içinde kavminin karşısına çıktı": Hasen: Kırmızı ve sarı giysiler içinde çıktı, demiştir. İkrime de: Aspurla boyanmış elbiseler içinde demiştir. Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Üzerinde kırmızı erguvandan eyerler olan gri bir katır üzerinde çıktı. Yanında da dört b. savaşçı ve üç yüz nedime vardı. Süslenmişlerdi, beyaz katırlara binmişlerdi. Zeccâc da şöyle demiştir: Erguvan lügatte: Kırmızı boya demektir. "O şanslıdır": Yani dünyada bol şansı vardır, demektir. 80Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun size, iman eden ve iyi amel işleyen için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur” dediler. "Kendilerine ilim verilenler dedi": İbn Abbâs: İsrâil oğullarının hahamları, demiştir. Mukâtil de: Allah’ın ahirette vaadettiği şeyler hakkında bilgisi olanlar, Karun’a verilenin kendilerine verilmesini temenni edenlere, "yazıklar olsun size, Allah’ın sevabı": Yani O’nun yanındaki mükafat, "iman eden için daha hayırlıdır” Karun’a verilenden. "Ona kavuşturulmaz (vela yulakkaha)": Ebû Ubeyde: Ona muvaffak olmaz ve nasip olmaz, demiştir. Übey b. Ka’b ile İbn Ebi Able, yenin fethi, “Lâm” ın sükunu ve şeddesiz kaf ile "vela yelkaha” okumuşlardır. İşaret edilen şeyler hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar salih amellerdir, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Cennettir, Mana da şöyledir: Onlar ahirette ancak dünyada Allah’ın emirlerine sabredenlere verilir. Bunu da İbn Saib, demiştir. Üçüncüsü: Onlar dedikleri kelimelerdir, onlar da "Allah’ın mükafatı daha hayırlıdır” sözleridir. Bunu da Ferrâ’, demiştir. 81Biz de onu ve konutunu yere geçirdik. Ona Allah'tan başka yardım edecek bir grup olmadı. Öç alanlardan da olmadı. "Onu ve konutunu yere geçirdik": Karun, yukarıda açıklaması geçtiği üzere o fahişe kadına Mûsa’ya iftira etmesini söyleyince, Mûsa kızdı ve ona beddua etti; Allah ona: Ben yere senin emrini dinlemesini buyurdum; ona istediğini emret diye vahyetti. Mûsa da: Ey yer, onu tut, dedi. Yer onu tuttu, tahtı kayboldu. Bunu görünce Mûsa’ya akrabalığını hatırlatarak yalvardı; o da ey yer, onu tut, dedi. Onu tuttu, ayakları yere gömüldü. Birkaç kere daha: Onu tut, dedi. Nihayet o da yere batıp kayboldu. Allahü teâlâ ona: "Ey Mûsa, ne kadar katı kalpli imişsin, celalime and içerim ki, eğer bana yalvarsaydı, ona yardım ederdim, dedi. İbn Abbâs şöyle demiştir: En alt tabakaya kadar yere battı. Semüre b. Cündeb de şöyle demiştir: Eler gün bir adam boyu yere batar, kıyamet gününde yedi kat yerin dibine yetişir. Mukâtil de şöyle demiştir: Karun helak olunca, İsrâil oğulları, Mûsa onun malını almak için onu helak etti, dediler. Allah da ondan üç gün sonra yurdunu ve malını da yere batırdı. "Allah’tan başka ona yardım edecek": Yani onu Allah’tan koruyacak, demektir. "Öç alanlardan da olmadı": Yani üzerine inen azaptan kurtaracak, demektir. Sonra yedinde olmak isteyenlerin de bu temenniden dolayı pişman olduklarını sonrasındaki âyette bize bildirdi. 82Dün onun yerinde olmayı temenni edenler: "Vay, demek ki, Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletir ve daraltırmış! Eğer Allah bize lütfetmeseydi, elbette bizi de yere geçirirdi. Vay, demek ki, kâfirler iflah olmazmış!" "Lehusife bina": Çoğunluk hının zammı ve “sîn” in kesri ile "luhusife bina” okumuşlardır. Ya’kûb , Velid de İbn Âmir’den, Eban da Âsım’dan naklederek, hının ve “sîn” in fethi ile okumuşlardır. "Veyke": İbn Abbâs: Manası: Görmedin mi, demiştir. Ebû Ubeyde ile Kisâi de böyle demişlerdir. Ferrâ’ da şöyle demiştir: "Veyke en” Arap dilinde onaylamadır, meselâ bir adama: "Allah’ın yaptığını görmedin mi” sözü gibidir. Biri bana şöyle bir şiir okudu: Vay, kimin malı ve mülkü olursa sevilir, Fakir olan da sıkıntıda yaşarmış! İbn Enbari de, "veyke ennehu"da üç görüş vardır, demiştir: Birincisi: İstersen: "Veyke” bir kelime, "ennehu” da bir kelimedir, dersin, mana da: Onu görmedin mi, demektir. Bunun delili şairin şu sözüdür: İki kadın benden boşanma istediler, beni görünce, Malı az ve bana kötü bir teklifle geldiler. Vay, kimin malı ve mülkü olursa sevilir, Fakir olan da sıkıntıda yaşarmış! İkincisi: "Veyke” bir kelime, "ennehu” da bir kelimedir, manası da "veyleke i’lem ennehu” (yazıklar olsun sana, bil ki,) demektir. Bu durumda lâm hazfedilmiştir, tıpkı: Lâ ebake deyip de, lâ eba leke demek istemeleri gibi. Şahit için şu beyti getirdiler: Beni mutlaka karşılaşacağım ölümle mi, Ey babasız, korkutuyorsun? Lâ eba leki demek istemiş ve lâm’ı atmıştır. Üçüncüsü: "Vey” bir kelimedir, "keennehu” da bir kelimedir, mana da: "Vey” taaccüp (şaşmadır), nitekim: Vey, lime faalte keza ve keza (vay, niçin böyle böyle yaptın?) dersin. "Keennehu"nun manası da: Zannederim, bilirim, demek olur. Nitekim: Keenneke bilferahi kad ekbele, dersin ki, manası: Aydınlığın geldiğini seziyorum, demektir. "Veykeennehu” diyerek ye ile kâfi bitişik yazmaları tok (çok harfli) bir kelime elde etmek istemelerindendir. Nitekim "yabneümme” kelimesini de Mushafta bir kelime gibi (bitişik) yazmışlardır, aslında iki kelimedir (Taha: 94). İçlerinde Yakub’un da bulunduğu bir grup, o iki kelimeden "veyke” üzerinde durur, "en” ve "ennehu” ile de yeniden başlarlardı. Zeccâc da, Halil’den şöyle dediğini nakletmiştir: "Vey", "keenne "den ayrıdır, şöyleki o günkü insanlar pişman oldular, yaptıklarına nadim olarak "vey” dediler. Zaten pişman olup da pişmanlığını açıklayan herkes: Vey (vay) der. İbn Kuteybe bazı Âlimlerden, "veykeennehu"nun Himyer lehçesinde, sana acırım manasına geldiğini hikaye etmiştir. "Eğer Allah bize lütfetmeseydi": Yani rahmet, afiyet ve imanla, "bizi de elbette yere geçirirdi". 83İşte ahiret yurdu, biz onu yeryüzünde ne büyüklük ne de fesat istemeyenlere veririz. Akibet takva sahiplerinindir. "İşte ahiret yurdu": Yani cennet, "onu yeryüzünde böbürlenme istemeyenlere veririz": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: O, azgınlıktır, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. İkincisi: Şeref ve izzettir, bunu da Hasen, demiştir. Üçüncüsü: Zulümdür, bunu da Dahhâk, demiştir. Dördüncüsü: Şirktir, bunu da Yahya b. Selam, demiştir. Beşincisi: îmandan büyüklenmedir, bunu da Mukâtil, demiştir. "Ne de bozgunculuk": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Yasak şeyleri yapmaktır, bunu da İkrime, demiştir. İkincisi: Allah’tan başkasına tapmaya davet etmektir, bunu da İbn Saib, demiştir. "Akibet takva sahiplerinindir": Yani sonu hayır olan akibet demektir. 84Kim iyilikle gelirse, onun için ondan daha hayırlısı vardır. Kim de kötülükle gelirse, kötülükleri yapanlar ancak yaptıkları ile cezalanırlar. "Kim iyilikle gelirse": Biz de bunu Neml: 89’da tefsir etmiş bulunuyoruz. "Kötülük yapanlar cezalanmaz": Şirk koşanları murat etmiştir, "ancak yaptıkları şeyle cezalanırlar": Yani yaptıkları şirk ile cezalanırlar, demektir. Onun cezası da ateştir. 85Şüphesiz Kur’ân’ı sana farz eden, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Rabbim, hidayetle geleni ve apaçık sapıklıkta olanı daha iyi bilendir". "Şüphesiz Kur’ân’ı sana farz eden": Mukâtil şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem gece mağaradan çıktı, yüzünü Medine’ye çevirip hareket etti, aranmaktan korkarak başka yoldan gitti. Emin olunca da yola döndü, Mekke - Medine arasındaki Cuhfe’ye indi. Mekke’ye giden yolu tamdı. Ona özlem duydu ve doğduğu yeri hatırladı. Cebrâil ona geldi: "Memleketini ve doğum yerini özledin mi?” dedi. O da: Evet, deyince, Allahü teâlâ: "Şüphesiz sana Kur’ân’ı farz eden, seni dönülecek yere elbette döndürecektir” dedi; bu âyet Cuhfe’de indi. "Sana farz etti” kavlinin manasında da üç görüş vardır: Birincisi: Kur’ân’lâ amel etmeyi sana farz etti, bunu da Atâ’ b. Ebi Rebah ile İbn Kuteybe, demişlerdir. İkincisi: Sana Kur’ân’ı verdi, bunu da Mücâhid, demiştir. Üçüncüsü: Sana Kur’ân’ı indirdi. Bunu da Mukâtil, Ferrâ’ ve Ebû Ubeyde, demişlerdir. "Seni dönülecek yere elbette döndürecektir": Kavlinde de dört görüş vardır: Birincisi: Mekke’ye döndürecektir, bunu da el-Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; bir rivayette Mücâhid ile Dahhâk da böyle demişlerdir, İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bir kimsenin meadı (dönecek yeri): Memleketidir; çünkü ülkede dolaşır, ticaret eder, sonra memleketine döner. İkincisi: Cennetten dönülecek yere, demektir. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen ve Zührî de böyle demişlerdir. Eğer buna itiraz edilir de: Dönmek daha önce orada olmayı gerektirir, denilirse, buna üç cevap verilir: Birincisi: Atâ’sı Âdem cennette idi, sonra çıkarıldı, sanki çocukları da ondan çıkarılmış gibi oldu. Ona girdiği zaman da ona iade edilmiş oldu. İkincisi: Ona miraç gecesi girmişti, kıyamet günü oraya girdiği zaman oraya döndürülmüş gibi olur. Bu ikisini İbn Cerir, demiştir. Üçüncüsü: Araplar: İş şuraya döndü, derler, daha önce orada olmasa da böyle derler. Şahit olarak şu beyti getirmişlerdir: (İnsan bir ateş topu gibidir, ışığı) Yükseldikten sonra küle döner. Biz de bunu: "İşler yalnız Allah’a döndürülür” (Bakara: 210) âyetinde şerh etmiştik. Üçüncüsü: Seni ölüme döndürecektir, demektir. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Ebû Said el - Hudri de böyle demiştir. Dördüncüsü: Seni yeniden diriltmekle kıyamete döndürecektir. Bunu da Hasen, Zührî, bir rivayette Mücâhid ve Zeccâc, demişlerdir. Sonra Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'i sapıklığa isnat eden kâfirleri reddetmek için yeni söze başlayıp "De ki: Rabbim hidayetle geleni daha iyi bilir” dedi. Mana da şöyledir: Şu bilinen bir şeydir ki, hidâyeti ben getirdim ve siz apaçık bir sapıklıktasınız. Sonra ona nimetini hatırlatıp 86Sana kitap indireleceğini ummuyordun, ancak Rabbinden bir rahmet olarak (indirildi). Öyleyse kâfirlere asla arka çıkan olma! "Sana kitap indirileceğini ummuyordun” dedi. Yani Peygamber olacağını ve sana Kur’ân’ın indirileceğini, demektir. "Ancak Rabbinden bir rahmet olarak indirildi": Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu, istisna-i munkatı’dır, Mana da şöyledir: Rabbinin sana rahmet edip onu sana indirmesi müstesnadır. "Öyleyse kâfirlere asla arka çıkan olma": Yani dinlerinde onlara yardımcı olma. Bu da şöyledir; onlar onu atalarının dinlerine davet ettiler; onlardan uzak durması emredildi. Bu ve benzeri şeylerde hitap ona ise de maksat kâfirlere yardımcı olmamak ve onlara katılmamak için dininden olanlaradır. 87Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra seni onlardan asla çevirmesinler. Rabbine davet et ve müşriklerden olma. 88Allah’lâ beraber başka bir İlâha tapma. O’ndan başka İlâh yoktur. O’nun zatı dışında her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve yalnız O’na döndürüleceksiniz. "O’nun zatı dışında her şey yok olacaktır": Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O’nun rızası için istenen şey hariç. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Sevri de böyle demiştir. İkincisi: Ancak O hariç, bunu da Dahhâk ile Ebû Ubeyde, demişlerdir. "Hüküm O’nundur": Ahirette mahlukat arasında hüküm vermek O’na aittir, başkasına değil. "Yalnız O’na döndürüleceksiniz": Ahirette. |
﴾ 0 ﴿