34-SEBE' SÛRESİ

Mekke'de inmiştir.

54 ayettir.

İttifakla Mekki’dir. Dahhâk ile

İbn Saib şöyle demişlerdir:

Onda bir âyet Medeni’dir, o da

"ve yerellezine utul ilme” (Sebe':6) âyetidir.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Övgü Allah'a mahsustur. O ki, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Ahirette de övgü O’nundur. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

2

Yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. O, çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır.

"Yere gireni bilir” tohum veya yağmur veya hazine veyahut başka bir şey gibi.

"Ondan çıkanı bilir” ekin, bitki vs. gibi.

"Gökten ineni” yağmur veya rızık veyahut melek gibi.

"Ona çıkanı” melek veya amel veyahut dua gibi.

3

Kâfirler:

"Bize kıyamet gelmez” dediler. De ki:

"Hayır, görünmeyeni bilen Rabbime yemin ederim ki, size elbette gelecektir. Ne göklerde ne yerde zerre ağırlı(nda bir şey) O’ndan kaçmaz. Ne bundan küçük ne de bundan büyük varsa, ancak apaçık bir kitaptadır.

"Kâfirler dediler": Yani yeniden dirilmeyi inkâr edenler

"bize kıyamet gelmez": Yani tekrar dirilmeyiz, dediler.

"Alimil ğaybi": İbn Kesir, Âsım ve Ebû Amr, mimin kesri ile

"alimil ğaybi” okumuşlardır. Nâfi ile İbn Âmir, ref'i ile okumuşlardır. Hamze ile Kisâi de, “Lâm” ın kesri ve eliften önce lâm ile

"allamil ğaybi” okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Kim kesre ile okursa,

Mana şöyledir: Görünmeyeni bilen Allah'a hamd olsun. Kim de ref ile okursa,

"alimül ğaybi"nin mahzuf mübtedanın haberi olması câizdir, takdiri de: Hüve alimül ğaybi demektir. Mübteda olup haberinin de "lâ yazübü anhü” olması da câizdir.

"Allam” ise "alim"den daha mübalağılıdır. Yalnız Kisâi, zenin kesresi ile "layazibü” okumuştur ki, bunların ikisi de lügattir.

"Vela asğarü min zalike": İbn Setneyla, Nehaî ve A’meş ikisinde de nasb ile "vela asğara minzalike vela ukbere” okumuşlardır.

4

İman edip iyi şeyler yapanları mükafatlandırması için. İşte onlar için bir bağış ve hoş bir rızık vardır.

"İman edenleri mükafatlandırması için": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir; Evet, Rabbime yemin ederim ki, ceza görme günü mutlaka gelecektir. İbn Cerir de mana şöyledir, demiştir: Zerre miktarım ve ondan daha küçüğünü apaçık bir kitapta tesbit etmiştir ki, iman edenlere mükafat versin ve kendilerine ilim verilenlere göstersin.

5

Bizi aciz bırakacaklarını sanarak âyetlerimize koşanlar (saldıranlar var ya), işte onlar için pek acıklı murdar bir azap vardır.

"Min riczin elimün” İbn Kesir, Hafs da Âsım’dan, Ya’kûb ve Mufaddal, ref ile

"min riczin elimün” okumuşlar, kalanlar da ikisinde de cer ile okumuşlardır.

6

Kendilerine ilim verilenler, sana indirilen şeyin, onun, Rabbinden bir hak olduğunu ve mutlak galip, övgüye layık (Allah)ın yoluna ilettiğini görürler.

"Kendilerine ilim verilenler” hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi ehl-i kitabın mü’minleridir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabıdır. Bunu da Katâde, demiştir.

"Rabbinden sana indirilen şeyin": Yani Kur’ân’ın

"onun bak olduğunu (hüvel hakka)": Fena şöyle demiştir: Bu,

"ellezi"nin” dayanağıdır, onun içindir ki, hakka nasb edilmiştir. Burada açıklamasını yapmadıklarımız da çeşitli yerlerde geçmiştir: Hac: 51,52; Bakara: 130,267.

7

Kâfirler: "Size bir adam gösterelim mi ki, tamamen parçalandığınız zaman şüphesiz sizin yeni bir yaratdışta olacağınızı size haber veriyor” dediler.

"Kâfirler dediler” Onlar da yeniden dirilmeyi inkaı edenlerdir, birbirlerine dediler:

"Size bir adam gösterelim mi ki, size haber veriyor": Yani size diyor: Şüphesiz

"siz tamamen parçalandığınız zaman": Yani tamamen ayrıldığınız zaman, burada mümezzak temzik manasında mastardır

"şüphesiz sizler elbette yeni bir yaratılıştasınız": Yani yeniden dirilmek için yaratılışınız yenilenecektir. Sonra birbirlerine cevap verip":

8

"Allah’a karşı yalan mı uydurdu yoksa onda delilik mi var” Hayır, ahirete inanmayanlar azapta ve uzak / derin bir sapıklıktalar.

"Allah’a karşı yalan mı uydurdu?” bizim yeniden dirileceğimizi iddia ettiği zaman.

"Eftera"nın elifi istifham içindir, o da taaccüp ve ret manasınadır.

"Yoksa onda bir delilik mi var?” Allah da onları reddedip:

"Hayır” dedi, yani durum sizin dediğiniz delilik ve iftira gibi değildir. Hayır

"ahirete inanmayanlar": Onlar da yeniden dirilmeyi inkâr edenlerdir

"azaptatır” ahirette dirildikleri zaman

"ve uzak bir sapıklıktadır” dünyada haktan.

9

Önlerindeki ve arkalarındaki göğe ve yere bakmadılar mı? Eğer dilersek onları yere geçiririz yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda Allah’a dönen her kul için elbette bir ibret vardır.

Sonra onlara öğüt verip şöyle dedi:

"Önlerindeki ve arkalarındaki göğe ve yere bakmadılar mı?": Şöyleki insan göğe ve yere baküğı zaman onu önünde ve arkasında, sağında ve solunda görür.

Mana da şöyledir: Onlar nerede olsalar göğüm ve yerim onları kuşatmıştır. Benim onlara gücüm yeter; istersem onları yere batırırım, eğer istersem onların üzerine gökten bir parça düşürürüm.

"Şüphesiz bunda vardır": Yani gördüğünüz gökte ve yerde

"elbet bir ibret vardır": Allah’ın yeniden diriltmeye ve onları vere geçirmeye gücünün yettiğine.

"Her dönen kul için": Yani Allah’ın laatine dönen ve gördüğü şeyleri düşünen için, demektir.

10

Yemin olsun, gerçekten Dâvud’a bizden bir lütuf verdik.

"Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber (tesbihi) tekrarlayın” dedik. Ona demiri yumuşattık.

"Yemin olsun, gerçekten Dâvud’a bizden bir lütuf” verdik": O da peygamberlik, Zebur, dağların ve kuşların emrine verilmesi ve Allah'ın verdiği sair nimetlerdir.

"Ey dağlar, ununla beraber tekrarlayın": Halebi, Ahdülvaris’ten hemzenin zamnu ve şeddesiz olarak "Übiy” okumuştur:

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Onunla beraber tesbih edin ve tekrarlayın. Kim "ûbiy” okursa, manası: O tesbihe döndükçe siz de tekrar edin, demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

"Evvibiy": Tesbih edin, demektir. Te’vib, yürüyüşle kullanılan bir deyimdir ki, o da bütün gün yürüyüp gece konaklamaktır. Sanki bütün gün geceye kadar tesbih edin demek istemiştir.

"Vettayra": Ebû Rezin, Ebû Abdurrahman es-Sülemi, Ebû’l-Âliyye ve İbn Ebi Able, ref ile "veltayru” okumuşlardır. Mensûb okumaya gelince: Ebû Amr b. el - Alâ: O, "velekad ateyna davude minna fadla"nın üzerine ma’tûftur, demiştir.

"Vettayra": Ve sahherna lehut tayra demektir. Zeccâc da münada olarak mensûb olması da câizdir, demiştir, sanki: Deavnel cibale vettayre demiş gibi olur. Bu durumda tayr cibalin mahalline atfedilmiş olur. Basra ekolüne göre bütün münadalar mahallen mensubtur.

Ref ise iki cihetledir:

Birincisi:

"Evvibi"nin üzerine affedilmesidir,

Mana da şöyle olur: Ya cibalü recciit tesbihe meahu enti vettayru.

İkincisi: Nida üzere merfudur, mana da: Ya cibalü evvibi veya eyyühel tayru evvibi maahu, demektir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: O tesbih ettiği zaman kuşlar da onunla beraber tesbih ederdi. Okuduğu zaman onu duyan her canlı okumasını dinler ve ağlamasına katılırdı.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Dağlara: Tesbih edin, kuşlara da: Cevap verin, der, sonra da bu arada o Dâvudi sadasıyla Zebur okurdu, insanlar ondan daha hoş bir şey görmez ve ondan daha tatlı bir şey işitmezlerdi.

"Demiri ona yumuşattık": Yani onun için yumuşak hale getirdik, demektir.

Katâde şöyle demiştir: Allah demiri ateşe değmeden emrine vermişti, onu eliyle düzeltirdi, onu ateşe sokmaz, çekiçle dövmezdi. İlk zırh yapan odur, ondan önce tabaka halinde idi.

11

"Bol bol zırhlar yap ve dokumada ölçü(yü gözet). (Ey Dâvud hanedanı), iyi şeyler yapın. Şüphesiz ben yaptıklarınızı görmekteyim.

"Eni'mel sabiğatin": Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Ona yap, dedik. Bu da "lien yamele” manasında olur. Sabiğatin: Geniş zırhlar, demektir. Sıfatı zikretmekle yetinmiştir; çünkü mevsuf anlaşılmaktadır.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Dâvud demiri eliyle tutar, onu hamur gibi yoğurur, istediği şekli verirdi. Yarım günde zırh yapar, onu çok paraya satardı. Ondan yer ve sadaka verirdi. Sabiğat: Giyenin vücudunu baştan aşağı örtüp daha da fazla kalan ve yerde sürünen geniş zırha denir.

"Dokumada ölçüyü gözer": Yani onu ihtiyaca göre ve gereği kadar yap, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Serd: Dokuma demektir. Onun için zırh yapana: Serrad ve zerrad, denir, tıpkı serrad ve zerrad gibi. Burada sin ze ile değiştirilmiştir, meselâ serral ve zerrat denir.

Zeccâc şöyle demiştir: Serd lügatle bir şeyi sunup arka arkaya yapmaktır. Serede fidanım elhadise bundandır ki, duraklamadan konuşmaktır.

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Çiviyi halkaya ölçülü geçirmek; onu küçük yapmaktır; yoksa oynar, büyük de yapmamaktır, aksi takdirde halka ayrılır. Bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Halkalarını geniş yapmamaktır, o zaman giyeni korumaz. Bunu da Katâde, demiştir.

"iyi şey yapın": Dâvud hanedanına hitaptır.

12

Süleyman’a da rüzgarı (müsahhar kıldık). Onun sabah gidişi bir aydır, akşam dönüşü de bir aydır. Onun için erimiş bakır pınarını akıttık. Cinlerden kimi de, Rabbisinin izni ile önünde çalışır. Onlardan kim emrimizden saparsa, ona alevli ateş azabını tattırırız.

"Veli Süleymaner riha": Çoğunluk rih'in nasbi ile okumuşlar,

Mana şöyledir: Ve sehharna lisüleymaner riha. Ebû Bekir ile Mufaddal, Âsım’dan ref ile

"errihu” okuduğunu rivayet etmişlerdir ki, lehu teshirin rihi, demektir. Ebû Cafer de cemi sıygasıyla

"erriyaha” okumuştur.

"Onun sabah gidişi bir aydır":

Katâde şöyle demiştir: Sabahtan gün yarısına kadar bir aylık yol, gün sonuna kadar da bir aylık yol giderdi. O bir günde iki aylık yol katpderdi.

Hasen de şöyle demiştir: Allah'ın nebisini atlar namazdan alıkoyunca onları kesti; Allah da onun yerine onlardan daha hızlı olan rüzgarı verdi. O sabahleyin Şam'dan hareket eder, öğleyin Istahr’a varırdı. İkisinin arasında hızlı giden atlı için bir aylık yol vardır. Sonra Istahr'dan hareket eder, Kabil'de akşamlardı. Bunların arasında da hızlı giden atlı için bir aylık yol vardır.

"Ve eselna lehu aynel kıtri": Zeccâc, kıtr: Bakırdır, demiştir. O da pirinçtir. O zaman eritildi, Süleyman’dan önce eritilmezdi.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah Süleyman’a bakır pınarını akıttı, öyleki ondan ateş değmeden istediğini yaptı, nitekim Dâvud'a da ateş değmeden demir yumuşatılmıştı. Üç gün üç gece su gibi devamlı aktı. İnsanlar bugün Süleyman’a verilenden bir şeyler yapıyorlar.

"Ve minel cinni": Yani ona cinleri de müsahhar kıldık, demektir, "önünde Rabbinin izni ile çalışırdı": Yani O’nun emri ile demektir.

Allah onları Süleyman’ın emrine verdi ve ona itâat etmelerini buyurdu. Kelâmdan ona itâat etmeyenlerin de olduğu anlaşılmaktadır.

"Onlardan kim saparsa": Yani

"emrimizden çıkarsa” Süleyman’a itâat emrimizden saparsa,

"ona alevli ateşin azabından tattırırız": Bu dünyada mı idi yoksa ahirette midir?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ahirettedir, bunu da Dahhâk, demiştir:

İkincisi: Dünyadadır, bunu da Mukâtil, demiştir. Şöyle de denilmiştir: Süleyman’ın yanında elinde ateşten bir kırbaç olan bir melek vardı; cinlerden kim onun emrinden çıkarsa melek ona o kırbaçla vururdu.

13

Onu için kulelerden, heykellerden, havuzlar gibi / kayık tabaklardan ve sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud hanedanı, şükür için çalışın! Kullarımdan şükredenler azdır.

"Ona dilediklerinden mihraplar yaparlardı":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar mesullerdir, bunu da Mücâhid ile İbn Kuteybe, demişlerdir.

İkincisi: Saraylardır, bunu da Atıyye, demiştir.

Üçüncüsü: Mescitler ve saraylardır, bunu da Katâde, demiştir. Temasil ise: Heykellerdir. Hasen: O gün için heykeller haram edilmiş değildi, demiştir.

Sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar tavus, kartal ve akbaba heykelleri idi, tahtının ve yalağının basamaklarında idi, bu da ona yaklaşmak isteyenlerin korkmaları içindi. Bunu da Dahhâk, demiştir.

İkincisi: Onlar peygamberlerin ve meleklerin heykelleri idi, insanlar onları o şekilde görsünler de onlara benzeyerek onlar gibi ibadet etsinler içindi. Bunu da İbn Saib, demiştir.

Onların nelerden yapıldığında da iki görüş vardı:

Birincisi: Bakırdan, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Mermer ve pirinçten, bunu da Katâde, demiştir.

"Havuzlar gibi tabaklardan (ve cifenin kelcevabi)": Cifan: Ceihe'nin çoğuludur, o da büyük tabak demektir. Cevabi ise: Cabiye’nin çoğuludur, o da içine su biriktirilen büyük havuzdur.

İbn Kesir ile Ebû Amr, ye ile "kelcevabiy” okumuşlar, ancak İbn Kesir, vasılda da vakıfta da ye ile okumuş; Ebû Amr ise vakıfta değil vasılda öyle okumuştur.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kurraların çoğu yesiz vakfederler. Asıl olan ye ile vakfetmektir, ancak kesre de onun yerini tutar.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onlar deve havuzları gibi çanaklar yaparlardı, bir çanağın üzerinde yemek için b. adam toplanırdı.

"Ve kuduriı rasiyat": Sağlam kazanlar, demektir. Resa yersu şeklinde çekimi yapılır ki, sağlam olmaktır.

Sağlam olmasının sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Ayakları kendinden idi, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Onlar çok büyük oldukları için yere indirilmezdi. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: O dağlar gibi kazanlar yerinden kımıldatılmazdı, bir kazandan b. adam yerdi.

"Ey Dâvud hanedanı, şükür için çalışın":

Mana şöyledir: Onlara: Allah'ın size verdiklerine şükretmek için Allah’a itâat edin, dedik.

14

Ona ölümü hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak asasını yiyen ağaç kurdu gösterdi. Ne zaman ki, düştü, cinler bildiler ki, eğer gaybi bilselerdi, o aşağılayıcı azabın içinde durmazlardı.

"Ona ölümü hükmettiğimiz zaman": Yani Süleyman'a, demektir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: İnsanlar: Cinler gaipten yarın ne olacağını bilir, derlerdi. Süleyman mihrabında asasına yaslanarak namaza durdu, öldü. Böylece bir sene kaldı; cinler ise o zor işlerde çalışıyordu, onun öldüğünü bilmiyorlardı. Nihayet güve Süleyman’ın asasını içinden yedi, o da yere düştü. Böylece ölümünü bildiler, insanlar da cinlerin gaybi bilmediğini anladılar.

Şöyle de denilmiştir: Süleyman Allah’tan ölümünü cinlere bildirmemesini istedi; Allah da bunu onlardan bir yıl sakladı.

Bunu isteme sebebinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Cinler insanlara: Biz gerçekten gaybi biliriz, derlerdi, Allah da onları yalancı çıkarmak istedi.

İkincisi: Çünkü Mescid-i Aksanın yapımı bitmemişti.

"Ağaç kurdu": O da güvedir, Ebû’l - Mütevekkil, Ebû’l - Cevza ve Âsım el-Cahderi, ranın lelhası ile

"dabbetül aradı” okumuşlardır.

"Minsee” de asadır. Zeccâc, şöyle demiştir: Ona minsee denilmesi onunla yaramaz şeylerin kovulmaşırıdandır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Hicazlılar hemzesiz olarak mirise, derler. Temim ile Kays’in düzgün konuşanları da hemze ile (minsee) derler.

"Düşünce meydana çıktı": Yani cinlerin gaybi bilmedikleri insanlar için arılaşıldı, demektir. Eğer bilselerdi

"o aşağılayıcı azabında içinde durmazlardı": Yani hayatta olduğunu zannettikleri Süleyman’ın emrine amade olarak çalışmazlardı. Şöyle de denilmiştir: O zaman cinler bildiler, çünkü onlar gökten kulak hırsızlığı ederek gaybi bildiklerini sanırlardı. Böylece bu zannın yanlış olduğu meydana çıktı. Üveys, Ya’kûb ’tan te ile benin ref'i ve yenin kesri ile

"tübüyyinet” okuduğunu rivayet etmiştir.

15

Yemin olsun, gerçekten Sebe’ (kavmi) için yurtlarında bir ibret vardı. Sağından ve solundan iki bahçe. (Onlara): "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Hoş bir ülke ve çok bağışlayıcı bir Rab” denildi.

"Le kad kâne limeskenihim ayetün": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım'dan rivayet ederek, "fi mesakinihim” okumuşlar; Hamze ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek kâfin fethi ve elifsin olarak

"meskenihim” okumuşlardır. Kisâi ile Halef de, kâlin kesri ile

"meskinihim” okumuşlardır ki, bu da lügattir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Burada Sebe'den maksat: Sebe’ b. Yeşcüb b. Yarub b. Kahtan'ın evlatlarıdır. Biz de bu husustaki ihtilafları Neml: 22’dc anlatmıştık. Bazılan da: O, bir şahıs ismi değil, yer ismidir, derler. Zeccâc bu mekân hakkında şöyle demiştir: Kim leth ile "lisebee” okurda onu gayri munsarif yaparsa, onu kabile ismi kılar; kim de munsarif yapar da meksur ve tenvinle okursa onu mahalle ve şahıs ismi yapar. Hepsi de câizdir.

"Ayetün” merfudur, "Kâne"nin ismidir. "Cennetani” iki mülahaza ile merfudur:

Birincisi: O, “ayetün “den bedeldir.

İkincisi: Gizli kelime vardır; sanki

"ayetün” denince

"elayetü cennetani, denmiştir.

Kıssalarına İşaret

Tefsir Âlimleri şöyle demişlerdir: Belkıs kavmine kraliçe olunca onlar derelerindeki su için çatışmaya başladılar; onları men ettiyse de dinlemediler. O da kraliçelikten çekildi, sarayına gitti. Araları iyice kötüleşip de pişman olunca ona geldiler; ondan idarenin başına geçmesini istediler. O da kabul etmedi. Onlar: Ya dönersin ya da seni öldürürüz, dediler. O da: Siz bana itâat etmiyorsunuz, sizin aklınız yoktur, dedi. Onlar da: Sana itâat edeceğiz, dediler. Vadilerine geldi - ki, yağmur yağdığı zaman ona günlerce uzak yerden sel gelirdi - emretti; iki dağın arasına set çektiler; su setin arkasında toplandı. Ona üst üste kapılar yaptılar; geride su birikti. Ona kanalların sayısınca on iki çıkış yeri koydular. Su aralarından eşil olarak çıkardı. Sonunda Neml: 29 - 49’da anlattığımız gibi Süleyman'lâ o macerayı yaşadı. Ondan sonra da o hal üzere kaldılar. Şöyle de denilmiştir: Bu barajı yapmaları su taşıp da mallarını helak etmemesi içindi. Onlar barajın kapısını istedikleri kadar açar, gerektiği kadar su alırlardı. Onların vadilerinin sağında ve solunda iki bahçeleri vardı. Bolluk oldu ve meyveleri çoğaldı. Öyleki kadın iki bahçe arasında başında sepetle yürürdü, döndüğü zaman hiçbir şeye elini sürmeden sepet dolmuş olurdu. Memleketlerinde yılan, akrep, sivrisinek ve pire gibi hiçbir şey olmazdı. Yabancı elbisesinde bit olarak memleketlerine gelirdi, havasının temizliğinden bit ölürdü. Onlara:

"Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. Temiz bir memleket” denildi. Yani burası temiz bir memlekettir, çorak değildir. Onda rahatsız edecek hiçbir şey yoktur, demektir.

"Çok bağışlayıcı Rab": Yani Allah çok bağışlayıcı Rab'tır, demektir. On üç kent idi, Allah on üç peygamber gönderdi. Peygamberlere inanmadılar, Allah'ın nimetlerini ikrar etmediler. İşte

16

Yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçelerini ekşi yemişli, acı ılgınlı ve az bir şey de Arabistan kirazından (olmak üzere) iki bahçe ile değiştirdik.

"yüz çevirdiler” dediği budur, yani haktan yüz çevirdiler, peygamberleri yalanladılar.

"Biz de üzerlerine arim selini gönderdik":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Arim, şiddetli demektir. Bunu Ali b. Ebû Talib, İbn Abbâs'tan rivayet elmişiir. İbn el A’rabi de şöyle demiştir: Arim güç yetmez sel demektir.

İkincisi: O, vadinin ismidir, bunu da el - Avfî, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Katâde, Dahhâk ve Mukâtil de böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: O settir, bunu da Mücâhid, Ebû Mevsere, Ferrâ’ ve İbn Kuteybe, demişlerdir,

Ebû Ubeyde de: Arim, arime'nin çoğuludur, oda iki nehrin arasındaki settir, demiştir.

Dördüncüsü: Arim, Seddi delen sıçandır, bunu da Zeccâc nakletmiştir.

Bu selin nasıl gönderildiği hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ setlerine yerden bir hayvan gönderdi, o da onda bir delik açtı. Su, boşa gitti, ondan yararlanamadılar. Bunu da el- Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Katâde ile diğerleri de şöyle demişlerdir: Allah huld adında bir sıçan gönderdi, huld da kör sıçan yani köstebek demektir. Onu dibinden deldi, Allah da bahçelerini su altında bıraktı ve yurtlarını harap etti.

İkincisi: Onların üzerine kızıl bir su gönderdi; onu baraja gönderdi, onu sarstı, onu yıkıp vadiyi oydu. Su setten dolayı kızıl değildi, onu sel getirmişti. Bunu da Mücâhid, demiştir.

"Onların iki bahçelerini değiştirdik": Yani meyve veren iki bahçelerini demektir,

"cenneteyni zevatey ükülin hamtın": İbn Kesir, Nai'i, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi, tenvinle "ükülin” okumuşlar; Ebû Amr da izafetle

"iiküli” okumuştur. İbn Kesir ile Nâfi kâfı şeddeli, diğerleri de şeddesiz okumuşlardır. Ükül ise meyvedir.

Hamt'tan murat edilen şey hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: O misvak ağacıdır, bunu da İbn Abbâs, Hasen, Mücâhid ve cumhûr, demişlerdir. Buna göre onun ükül'ü meyvesi demektir. Erak ağacına berir denir.

İkincisi: O, dikenli her ağaçtır, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

Üçüncüsü: O yenmeyecek kadar tadı acı olan her türlü bitkidir, bunu da Müberrid ile Zeccâc, demişlerdir. Buna göre hamt: Yenen şeyin adıdır. Bu kıraala göre onu tenvinle okuyanların kıraati güzel olur. Bir öncekine göre ise o, bir ağacın adıdır, ükül de onun meyvesidir. O zaman da izafet edenlerin kıraati güzel olur.

“Esli” e gelince:

Onda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, ılgın ağacıdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, muğaylan ağacıdır, bunu da İbn Cerir nakletmiştir.

Üçüncüsü: O, ılgına benzeyen, ancak ondan daha büyük bir ağaçtır.

"Ve şeyin min sidrin kalil": Bunda da takdim ve tehir vardır; takdiri şöyledir: Ve şeyin kalilin min sidrin. O da Arabistan kirazıdır. Manada şöyledir: Ekşi ve ılgın ağacı bahçelerinde Arabistan kirazından daha çoktu.

Katâde şöyle demiştir: Ağaçları ağaçların en güzeli iken, Allah onları en kötü ağaca çevirdi.

17

İşte onları kâfir oldukları şey yüzünden cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?

"İşte onları cezalandırdık": Yani bu değiştirme ile onları cezalandırdık

"kâfir oldukları şey yüzümden, biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?"

Eğer: Bazen mü'min de kâfir de cezalandırılır, bu tahsisin manası nedir?” denilirse, buna iki cevap verilir:

Birincisi: Mü'min için yücza kalıbı kullanılır, yücaza kullanılmaz. En fasih lügatle: Cezallahül mü'mine denir, cazahu denilmez. Çünkü cazahu karşılığını verdi, demektir. Kafire kötülüğünün misli ile muamele edilir. Mü'minin ise sevabı arttırılır, ona lütfedilir. Bu da Ferrâ’’nın görüşüdür.

İkincisi: Kâfirin kötülüğünü silip süpürecek iyiliği yoktur; bütün günahları ile cezalandırılır. Mü’mimin ise iyilikleri kötülüklerini imha eder. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür. Tâvûs da şöyle demiştir: Kâfir cezalandırılır, bağışlanmaz, mü'min ise zor hesap görmez.

18

Onlara bereket verdiğimiz kentlerin arasında sırt sırta kentler kıldık ve onlardan (eşit mesafelerde) yürümeyi takdir ettik ve:

"Orada gecelerde ve gündüzlerde güvende olarak yürüyün” dedik.

"Ve cealna beynehüm” bu,

"lekad kane lisebin” kavline ma’tûftur, Mana da şöyledir. Onların hikayesi şöyledir: Onları kıldık

"bereket verdiğimiz kentler arasında": Onlar da Şam’ın kentleridir. Ondaki bereketin manası da yukarıda geçmiştir (Enbiya: 71). Bu da cumhûrun görüşüdür,

İbn Saib şöyle hikaye etmiştir: Allahü teâlâ onların iki bahçelerini helak edince, peygamberlere: Allah'ın nimetlerini tanıdık; yemin olsun ki, eğer bize yeniden nimet verirse, ona katlanılması zor ibadet ederiz, dediler. Allah da onlara sırt sırta köyler verdi. Onlar ise tekrar bozgunculuğa döndüler ve: Seferlerimizin arasını uzaklaştır, dediler. O yüzden de paramparça edildiler.

"Sırt sırta kentler": Yani birbirine bitişik, elemektir.

"Oralarda yürümeyi takdir ettik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar sabahleyin bir kentten çıkar, öğle uykusunu öteki kentle geçirirlerdi, öğleden sonra da bir kentten çıkar, başka bir kentte gecelerlerdi. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: O, iki kent arasında eşit miktar kıldı, bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

"Oralarda yürüyün": Mana: Onlara: Oralarda yürüyün, dedik şeklindedir "Gecelerce günlerce": Yani gece gündüz, demektir.

"Güvende olarak ": Açlık veya susuzluk veya canavar veya yorgunluk gibi yolcuğun korkularından emin olarak. Onlar dört ay emniyet içinde yürürlerdi; bu nimetleri şımardılar, İsrâil oğullarının kudret helvası ile bıldırcın etinden bıktıkları gibi ondan tiksindiler.

19

Onlarsa: "Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır” deyip kendilerine zulmettiler. Biz de onları masallara çevirdik ve onları büsbütün parçaladık. Şüphesiz bunda her çok sabreden ve çok şükreden için gerçekten ibretler vardır.

"Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır (baid). dediler": İbn Kesir ile Ebû Amr, aynın şeddesi ve kesri ile

"Be’id” okumuşlar; Nâfi, Âsım ve Hamze de aynın kesri ve elifle

"bâid” okumuşlardır. İbn Abbâs’tan da her iki kıraat nakledilmişim

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar şöyle dediler: Eğer bahçelerimiz birbirinden daha uzak olsa idi, gönlümüz yemişlerini daha çok çekerdi.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Peygamberleri onlara Allah'ın nimetlerini hatırlatınca, içinde bulundukları halin nimet, olduğunu inkâr ettiler ve Allah’tan seferlerinin arasını uzaklaştırmasını istediler. Ya’kûb , henin refi ile "rabbuna", aynın ve dalın fethi ile de "lmade” okumuş; Allah’ın onlara indirdiği nimetleri haber verme tarzında mazi fi’li kılmıştır. Ali b. Ebû Talib, Ebû Abdurrahman es - Sülemi, Ebû Recâ’, İbn Semeyfa ve İbn Ebi Able, aynın ref'i, dalın fethi ve elifsiz olarak aziz ve celil olan Allah’a şikayet mahiyetinde

"beude” şeklinde okumuştur. Âsım el-Cahderi ile Ebû İmran el - Cevni de benin refi, vavın sükunu ve aynın kesri ile

"bûide” okumuşlardır.

"Kendilerine zulmettiler":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: İnkar etmek ve peygamberleri yalanlamakla.

İkincisi:

"Seferlerimizin arasını uzaklaştır” demekle.

"Biz de onları masallar kıldık": Kendilerinden sonra gelenlere, onlara ne yapıldığım konuşurlar.

"Onları büsbütün parçaladık": Yani onları ülkenin her tarafına dağıttık; çünkü Allah onların yurtlarını sular altında bırakıp da bahçelerini ortadan kaldırınca, ülkelere dağıldılar. Araplar ayrılık için Sebe'i misal getirmeye başladı.

"Şüphesiz bunda vardır": Yani onlara yapılanda

"gerçekten İbretler",

"her çok sabreden için” Allah’a isyanlardan

"çok şükreden için” O’nun nimetlerine.

20

Yemin olsun, gerçekten İblis onlara zannını doğruladı da mü’minlerden bir grup hariç, ona tabi oldular.

"Velekad saddeka aleyhim iblisü zannehu":

"Aleyhim” "fıhim” manasınadır. Zannının onlar hakkında doğru çıkması da onları azdırdığı zaman ona uymalarını düşünmesidir ki, bu da gerçek oldu.

"Onları mutlaka saptıracağım ve onları kuruntulara düşüreceğim” (Nisa: 119) demesi de zan iledir, bilerek değildir. Kim şedde ile "saddeka” okursa, mana: Onlara olan zannını onlara yaptığı ile gerçekleştirdi, olur. Kim de şeddesiz okursa mana: Onlara olan zannında doğru çıktı, olur.

İşaret edilen kimseler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Sebe’ halkıdır.

İkincisi: İblis’e itâat eden diğer kimselerdir.

21

Hâlbuki onun kendileri üzerinde bir gücü yoktu. Ancak bunu ahirete iman edenle ondan şüphe içinde olanı bilmemiz için (yaptık). Rabbin her şeyi gözetleyicidir.

"Onların üzerinde bir gücü yoktu": Bunu da

"onların üzerinde gücün yoktur” (Hicr: 12) âyetinde şerh etmiştik.

Hasen şöyle demiştir: Yemin olsun ki, İblis onları sopa ile dövmedi, onları hiçbir şeye zorlamadı, ancak onları kuruntulara ve boş hayallere sürükledi.

"Ancak bilelim diye": Yani onu onlara Mûsallat etmemiz mü’minleri şüphe edenden ayırmamız içindir. Zührî merfu ye ile meçhul kalıbında

"illâ liyu'leme” okumuştur. İbn Yamur da fenirı fethi ile "liyaleme” okumuştur.

Onun burada bilmesinden murat edilen şey hususunda da üç görüş vardır ki, onları da Ankebut’un başında, âyet: 3’te şerh etmiştik.

"Rabbin her şeyin üzerinde gözetleyicidir": Şüphe ve iman hususlarında.

"Hafız":

İbn Kuteybe: Hafız, hafız manasınadır, demiştir.

Hattâbî de şöyle demiştir: O, faîl veznindedir, fail manasındadır; tıpkı kadir ve alîm gibi. O, gökleri, yeri ve içindekileri süresini doldurması için muhafaza eder. Kullarını tehlikelerden korur, amellerini koruma altına alır ve niyetlerini bilir. Dostlarını günahlara düşmekten muhafaza eder, onları şeytanın hilelerinden korur.

22

De ki: Allah’tan başka iddia ettiklerinizi çağırın; onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığına sahip olmazlar. Onlar için bu ikisinde bir ortaklık yoktur ve O'nun için de onlardan bir arka çıkan yoktur.

"De ki, Allah'tan başka iddia ettiklerinizi çağırın":

Mana şöyledir: Kâfirlere de ki: Onların ilâhlar olduğunu iddia ettiğiniz kimseleri çağırın da size bir nimet versin veya sizden bir belayı kaldırsınlar. Sonra onlardan haber vererek şöyle dedi:

"Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığına sahip değiller": Hayır ve şer, yarar ve zarar gibi.

"Onlar için bu ikisinde bir ortaklık yoktur” onları yaratmada bize ortak olmadılar.

"O’nun için yoktur” yani Allah için yoktur, demektir.

"Onlardan": Yani İlâhlardan

"bir arka çıkan": Yani herhangi bir şeye yanlım eden, demektir.

23

O’nun huzurunda şefaat ancak izin verdiğine fayda verir. Nihayet kalplerinden korku giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?” derler. Onlar da: "Gerçeği söyledi” (izin verdi) derler. O, pek yücedir, çok büyüktür.

"Vela tenfauş şefaatü illâ limen ezine leh” İbn Kesir, Nâfi ve İbn Âmir, hemzenin fethi ile

"ezine leh” okumuşlardır; Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Halef de hemzenin zammı ile "üzine leh” okumuşlardır. Âsım'dan da iki kıraatin aynısı rivayet edilmiştir. Yani şefaate izin verilmedikçe ne bir melek ne de bir peygamber şefaat edemez, demektir. Şefaat edeceği kimselere izin verilmedikçe diyenler de olmuştur, Bunda da: Bu ilâhlar bize şefaat ederler diyenlere reddiye vardır.

"Hatta iza füzzia an kulubihim": Çoğunluk fenin zammı ve zenin kesri ile "fiizzia” okumuşlardır,

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Korkulan lıafifletildiği zaman. Zeccâc da, mana: Kalplerinden korku giderildiği zaman, demiştir. İbn Âmir, Ya’kûb ve Eban fenin ve zenin fethi ile "fezea” okumuşlardır ki, fiil aziz ve celil olan Allah’a ait olur. Hasen, Katâde ve İbn Yamur noktasız ra ve noktalı ğayınla "füriğa” okumuşlardır ki, o da birincinin manasınadır; çünkü korkudan boşaldığı zaman demek olur. Başkası da: Şüphe ve şirkten boşaldığı zaman demiştir.

İşaret edilenler hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar meleklerdir. Kelâmdan anlaşılmaktadır ki, onlar Allah’tan gelen yeni bir emirle telaşa kapılırlar. Bunu da âyette zikretmemiştir. Çünkü korkunun kalplerinden çıkarılması onun meydana geldiğini gösterir

Korkularının sebebinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ’nın kelâmını işittikleri için korkarlar. İbn Mes’ûd, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allahü teâlâ vahiyle konuştuğu zaman gök halkı düz taş üzerinde çekilen zincir sesi gibi bir ses duyarlar, bundan korkarlar. Bu böyle devam eder, nihayet onlara Cebrâil gelir. Cebrâil geldiği zaman kalplerinden korku gider: Ey Cebrâil, Rabbin ne dedi?” derler. O da: Hakkı söyledi, der. O zaman: Hak, hak diye nida ederler. 1 Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Aziz ve celil olan Allah gökte bir şeye hükmettiği zaman melekler O’nun sözüne kulak vermek için kanatlarını çırparlar; bundan da düz taşın üzerinde zincir çekiliyormuş gibi bir ses çıkar. Kalplerinden korku gittiği zaman:

"Rabbiniz ne dedi?” derler. Onlar da: Hak, dedi, derler.

"O, pek yücedir, çok büyüktür".

1 - Ebû Dâvud, Sünnet, bab, 20.

İkincisi: Onlar kıyametin kopmasından korkarlar.

Kıyametin yaklaştığını zannetmeleri sebebinde de iki görüş vardır:

Birincisi: İsa ile Muhammed sallallahu aleyhimesselam arasındaki boşluk olup da sonra da Allah, Muhammed’i gönderince, Cebrâil'le vahyi indirdi, inince melekler onun kıyametle ilgili bir şey indirdiğini zannedip korktular. Cebrâil gelip onların korkularını izale etmeye çalıştı ve onlara vahyi haber verdi. Bunu da Katâde, Mukâtil ve İbn Saib, demişlerdir. Şöyle de denilmiştir: Onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e vahyin geldiğini öğrenince, korktular, çünkü onun çıkmasının kıyamet alâmetlerinden olduğunu biliyorlardı.

İkincisi: Yeryüzüne gidip gelen ve amelleri yazan takipçi melekleri Allahü teâlâ onları gönderip de aşağı indikleri zaman onların şiddetli bir sesi işitilir, onlardan aşağı olan melekler kıyametle ilgili bir şey indirildiğini zanneder, secdeye kapanır ve korkarlar. Bu her seferinde onlara uğradıkları zaman böyle olur. Bunu Dahhâk, İbn Mes’ûd'dan rivayet etmiştir.

İkinci görüş: Burada işaret edilenler müşriklerdir.

Sonra Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi:

Mana şöyledir: ölüm anında müşriklerin kalplerindeki perde - diyecekleri bir şey kalmaması için - açılınca melekler onlara: "Rabbiniz dünyada ne dedi?” derler. Onlar da: Hakkı söyledi, derler; ikrarın fayda vermeyeceği bir zamanda ikrar ederler. Bunu da Hasen ile İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: Kıyamet gününde kalplerinin üzerindeki perde kaldınlınca onlara:

"Rabbiniz ne dedi?” denir. Bunu da Mücâhid, demiştir.

24

De ki: "Size göklerden ve yerden rızık veren kimdir?” De ki:

"Allah'tır. Biz yahut siz doğru yol üzerindeyiz yahut apaçık bir sapıklık içindeyiz".

"De ki: Size gökten rızık veren kimdir?": Yani yağmur veren, demektir

"ve yerden": Yani bitkiler ve ürünler, demektir. Neden kâfirlere bunu sorması emredildi? Asıl rızık verenin Allah olduğuna ve ibadete müstahak bulunduğuna dair diyecekleri bir şey kalmaması içindir. Onlar ondan başka rızık veren bilmezler. Bunun içindir ki, ona:

"Allah’tır, demesi” emredilmiştir. Çünkü onlar bundan başka bir cevap veremezler. Söz burada bitti. Sonra ona şöyle demesi emrolundu:

"Biz yahut siz doğru yol üzerindeyiz yahut apaçık bir sapıklık içindeyiz":

Müfessirlerin kanaati burada

"ev” edatının vav manasına olduğu doğrultusundadır.

Ebû Ubeyde: Kelâmın manası şöyledir, demiştir: Ben şüphesiz doğru yoldayım, siz ise şüphesiz apaçık bir sapıklık içindesiniz.

Ferrâ’ da şöyle demiştir:

Müfessirlere göre

"ev” vav manasınadır, mana da öyledir, ancak Arap dili buna müsait değildir;

"ev” vav manasına olamaz; ancak o, iki şeyden birini tercih etmek içindir. Nitekim: İn şi'te fehuz dirhemen ev isneyn (istersen bir dirhem al yahut iki) dersin, onun bir veya iki dirhem alma hakkı vardır; üç alma hakkı yoktur. Âyetin manası da şöyledir: Biz ya sapıkız ya da doğru yoldayız; siz de yine ya sapıksınız ya da doğru yoldasınız. O, Resul'ünün doğru yolda olduğunu ve onun sapık olmadığını biliyor. Nitekim yalancı çıkarmak istediğin bir adama: Allah'a yemin ederim ki, birimiz muhakkak yalancıdır, der, bunu demekle onu kastedersin, onu üstü kapalı şekilde yalanlarsın. Bir adam da: Filanca geldi, der; onun yalancı olduğunu bilen kimse de: İnşallah, der; onu açık olmayarak güzelce yalancı çıkarır. Araplar şöyle derler; Katelehullah (Allah canını alsın), sonra da bunu çirkin görerek, kateahullah, derler, bazıları da kateahullah, derler. Bir adama beddua mahiyetinde cuan, derler. Sonra bunu beğenmeyip cuden derler. Bazıları dacusen, derler. Veyhak ve veysek de bu kabildendir; bunlar "veylek” manasında ise de ondan biraz daha hatiftir.

25

De ki: Siz, bizim işlediğimiz günahtan sorulmazsınız, biz de sizin yaptıklarınızdan sorulmayız".

"De ki: Siz bizim işlediğimiz günahlardan sorulmazsınız": Yani ondan mesul olmazsınız, demektir.

"Biz de sizin yaptıklarınızdan sorulmayız” inkâr ve yalanlamadan demektir. Mana da, onlardan uzak olduğunu göstermektir. Bu âyet, müfessirlerin çoğuna göre kılıç âyetiyle neshedilmiştir. Bunun da izahı yoktur.

26

De ki: Rabbimiz aramızı birleştirir. Sonra aramızı hak ile açar. O, açan / hükmedendir, her şeyi bilendir.

"De ki: Rabbimiz aramızı birleştirir": Yani ahirette yeniden dirilirken,

"sonra aramızı açar” yani hüküm verir

"hak ileyani adaletle, demektir.

"O açandır” hükmedendir,

"her şeyi bilendir” verdiği hükmü.

27

De ki:

"O’na kattığınız ortakları bana gösterin". Hayır, bilakis O, mutlak galip hikmet sahibi Allah’tır.

"De ki,": kâfirlere,

"O’na kattığınız ortakları bana gösterin": Yani onları hangi gerekçe ile O’na ilhak ettiğinizi bana bildirin, hâlbuki onlar yaratmazlar ve rızık vermezler.

"Hayır” azarlama ve uyarmadır, mana da: Bu sözden vazgeçin, sapıklığınızdan uyanın; durum sizin dediğiniz gibi değildir, demektir.

28

Seni ancak bütün insanlar için müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bümezler.

"Seni ancak bütün insanlar için gönderdik": Yani bütün mahlukat için genel olarak gönderdik. Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Vema erselnake illâ linnasi kâffeten. "Kâffeten linnasi"nin manası: İnsanları üzerinde bulundukları küfür halinden men etmek için gönderdik, olduğu da söylenmiştir. Ondaki he de mübalağa içindir.

29

"Eğer doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zamandır?” derler.

"Bu tehdit ne zamandır?” ilerler. Bundan da onlara kıyamet günü va’dettiği azabı kastederler. Bunu demeleri, yeniden dirilmeyi inkâr ettikleri içindir.

30

De ki: "Sizin için bir günün randevusu vardır ki, ondan ne bir saat geri kalırsınız ne de bir saat ileri gidersiniz".

"De ki: Sizin için bir günün randevusu vardır":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, can çekişme ve ölüm anıdır, bunu da Dahhâk, demiştir.

İkincisi: Kıyamet günüdür, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

31

Kâfirler:

"Biz ne bu Kur’ân’a ne de onun önündeki (Tevrat ile İncil’e) asla iman etmeyiz” dediler. Zâlimleri Rablerinin katında durdurulmuşken bir görsen! Bazıları bazılarına sözü döndürürler (söz atarlar). Zayıf görülenler kibir taslayanlara:

"Eğer siz olmasa idiniz muhakkak biz mü’minler olmuştuk” derler,

"Kâfirler dediler": Yani Mekke müşrikleri dediler,

"Biz ne bu Kur’ân’a ne de onun önündekine asla iman etmeyiz": Tevrat ile İncil'i kastediyorlar; çünkü ehl-i kitabın mü'minleri: Muhammed'in sıfatı kitabımızda mevcuttur, dediler; Mekke halkı da onların kitaplarını inkâr ettiler.

Sonra onların kıyametteki hallerinden haber verip şöyle dedi:

"Zâlimleri bir görsen": Mekke müşriklerini kastediyor,

"Rablerinin katında durdurulmuşlardır” ahirette

"birbirlerine söz atarlar": Yani tartışma ve kınama içinde birbirlerini reddederler, demektir.

"Zayıf görülenler der” onlar da astlardır,

"kibir taslayanlara” onlar da eşraf ve ileri gelenlerdir:

"Eğer siz olmasa idiniz muhakkak biz mü'minler olmuştuk": Yani Allah’ın birliğini tasdik edenler,

Mana da şöyledir: Bizi imandan siz men ettiniz. Üstler de onlara şöyle cevap verir:

32

Kibir taslayanlar da zayıf görülenlere: "Siz doğru yol geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz suçlular idiniz!” derler.

"Sizi doğru yoldan biz mi çevirdik?"; Yani sizi imandan biz mi men ettik?

"Size onu getirdikten sonra” Peygamber.

"Hayır, sizler suçlular idiniz” imanı terk etmekle. Bunda da kâfirlere şu hususla uyarı vardır ki, dünyada birbirlerine itâat etmek, onların ahirette düşmanlıklarına sebep olur. Astlar da bunu reddedip şöyle dediler;

33

Zayıf görülenler de büyüklük taslayanlara:

"Hayır, (yaptığınız) gece gündüz hile idi; çünkü bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrederdiniz” derler. Azabı görünce pişmanlığı gizlediler / açığa çıkardılar. Kâfirlerin boyunlarına tasmalar geçirdik. Onlar yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalanıyorlar?!

"Hayır, gece ve gündüzün hilesi": Yani sizin gece gündüz yaptığınız hile, demektir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu, manası açık olduğu için Arap dilinde câiz olan şeylerdendir, nitekim: Leyluhu kaim ve neharuhu saim (gecesi namaz kılar, gündüzü oruç tutar) derler ki, fiili insandan başkasına isnat ederler, mana ise onlara aittir.

Ahfeş de şöyle demiştir: Bu,

"seni çıkaran kent

"in (Muhammed: 13) sözü gibidir. Şair Cerir de şöyle demiştir:

Ey Ümmü Ğaylan, bizi bütün gece yürüdüğümüz için kınadın,

Sen ise uyudun, yolcunun gecesi uyumaz.

Said b. Cübeyr, Ebû'l - Cevza ve Âsım el - Cahderi, kâfin ve ranın fethi ile

"bel mekere” ikisinin de ref’i ile

"elleylü venneharu” okumuşlardır. İbn Yamur da kâfin sükunu, ranın ref’i ve tenvini ile

"bel mekıün” nasb ile de

"elleyle venehare” okumuştur.

"Çünkü bize Allah’ı inkâr etmemizi emrediyordunuz” çünkü onlar: Bizim dinimiz hak, Muhammed ise çok yalancıdır, derlerdi.

"Pişmanlığı gizlediler / açıkladılar” bunun izahı da Yûnus: 54’te geçmiştir.

"Kâfirlerin boyunlarına tasmalar geçirdik": Cehenneme girdikleri zaman elleri boyunlarına bağlanır, cehennem bekçileri onlara:

"Dünyada yaptığınızdan başkasıyla mı cezalanıyorsunuz?” der.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Burada

"hel” ile yapılan sorudan mecazen müspet cevap çıkar, bu soru manasına değildir. Asıl mana: Ancak yaptıklarınızın cezasını çekiyorsunuz, demektir.

34

Bir kente bir uyarıcı göndermedik, ancak oranın varlıkla şımaranları: "Şüphesiz biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz” dediler.

"Bir kente bir uyarıcı göndermedik": Yani uyaran bir peygamber, demektir.

"Ancak varlıkla şımaranları şöyle dedi": Onlar da zenginleri ve reisleridir.

35

"Biz malca da evlatça da sizden daha çoğuz ve biz azap edileceklerden de değiliz” dediler.

"Biz malca da evlatça da sizden daha çokuz, dediler":

Burada işaret edilen kimseler hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar her ümmetin varlıkla şımaranlarıdır.

İkincisi: Mekke müşrikleridir; onlar cahilliklerinden Allah'ın onlara mal ve evlat vermesini O'nun yanında kıymetli olmalarından zannedip:

"Biz azap edileceklerden değiliz” dediler. Çünkü Allah bize verdiği şeyi ihsan etmiştir; artık bize azap etmez. Allah da kendisinin

36

De ki: "Şüphesiz Rabbim dilediği kimseye rızkı bollaştırır ve daraltır. Fakat insanların çoğu bilmezler".

"rızkı dilediğine bol ve dar vereceğini” haber verdi.

Mana da şöyledir: Rızkın bol veya dar olması imtihan ve denemedir; rızık bolluğu Allah’ın rızasını göstermez, darlığı da gazabına delalet etmez.

"Ancak insanların çoğu bilmezler” bunu. Sonra bu manayı:

37

Ne mallarınız ne de evladınız sizi bize yaklaştıracak değildir. Ancak iman edip iyi şey yapan müstesnadır ki, işte onlar için yaptıklarına karşılık iki kat mükafat vardır. Ve onlar odalarda güvendedirler.

38

Bizi aciz bırakmak için âyetlerimize koşanlar (saldıranlar) ise, işte onlar da azaba celbedilmişlerdir.

"Ne mallarınız ne de evlatlarınız sizi bize yaklaştıracak değildir” diyerek açıkladı.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Âyette geçen

"elleti” lâfzının mallara ve evlatlara birlikte dönük olması câizdir; çünkü mallar cemidir, evlat da cemidir, istersen onu mallara tevcih eder, onu zikretmekle evlada gerek duymazsın.

Merrar el - Esedi'nin şöyle bir beyitini naklederler:

Biz yanımızdakine sen de yanındakine

Razıyız, ancak görüşler farklıdır.

Biz bunu

"Onu Allah yolunda harcamazlar” (Tevbe: 34) âyetinde şerh etmiş durumdayız.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mallarınız sizi bize yaklaştıracak değildir, evlatlarınız da sizi yaklaştıracak değildir; kısa olması için ikinci (yaklaştıracak kavli) atılmıştır. Übey b. Ka'b, Hasen ve Ebû’l - Cevza

"billatiy tükarribüküm” okumuşlardır.

Ahfeş de şöyle demiştir: "Zülfa” burada mastardır, sanki tükarribüküm indena izdilafern demiş gibidir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

"Zülfa": Katımızda yakınlık ve derece kazandıracak değildir.

"Ancak iman eden müstesnadır":

Mana şöyledir: Mallar ancak iman edeni ve onu Allah'a itâatte harcayanı yaklaştırır.

"İşte onların mükafatı kat kattır": Burada bundan maksat, iyiliklerin on kat olmasıdır. Tevili de: Onların mükafatı miktarını size bildirdiğim katçadır, demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Ehl-i nazara göre -Allah bilir ya- onların bir veya iki misliyle mükafatlanacaklarını murat etmemiştir; fakat katını murat etmiştir. O da kaça varırsa varsın yaptığının bir mislidir, sanki kat, fazla manasınadır,

Mana da şöyledir: Onların mükafatı artmaktır. Said b. Cübevr, Ebû'l - Mütevekkil, Rüveys ve Zeyd b. Ya’kûb , nasb ve tenvinle "lehüm cezaen” ve vasılda da tenvinin kesri ve ref ile de

"eddı’fu” okumuşlardır. Ebû’l-Cevza, Katâde ve Ebû İmran el - Cevni, ref ve tenvinle "lehünı ceza ün", ref ile de eddı’lü” okumuşlardır.

"Onlar odalardadır": Yani cennet odalarındadır; onlar da binaların üst katındaki odalardır. Hamze tekil olarak "filğurfeti” okumuş ve cinsi murat etmiştir. Hasen ile Ebû'l - Mütevekkil de ğaynın zammı, ranın sükunu ve elifle "filğurfati” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile İbn Yamur da ğaynın zammı, ranın fethi ve elifle okumuşlardır.

"Güvendedirler"- Ölüm ve saireden demektir. Bundan sonrasının tefsiri

39

De ki: "Rabbim kullarından dilediğine rızkı bollaştırır ve ona daraltır. (Hayırda) ne harcarsanız onun ivazını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.

"hayırda ne harcarsanız onun ivazını verir” kavline kadar Hac: 51 ve Ra’d: 26’da germiştir İvazı da bedeli, demektir. Ahlefallahu lehu ve aleyhi denir ki, gidenin yerine verdi manasınadır.

Kelâmın manasında da dört görüş vardır.

Birincisi: Israf etmeden ve kısmadan Allah yolunda ne harcarsanız onun ivazını verir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

İkincisi: O’nun teatinde ne harcarsanız, ahirette ecri ile onun ivazını verir. Bunu da Süddi, demiştir.

Üçüncüsü: Hayır ve iyilikte ne harcarsanız onun ivazını verir, ya dünyada hemen verir yahutla ahirette sizin için biriktirir. Bunu da İbn Saib, demiştir.

Dördüncüsü: İnsan bazen malını hayır yolunda harcar, hiçbir zaman ivazını görmez, âyetin manası şöyledir: İvaz olursa bil ki, O’ndandır.

"O rızık verenlerin en hayırlısıdır": Dillerde, "sultan askerin rızkını verir, filan, ailesinin rızkını temin eder, yani verir” ifadeleri dolaştığı için verenlerin en hayırlısı kendi olduğunu haber verdi.

40

Hatırla o günü ki, (Allah) onların hepsini toplar, sonra da meleklere: "Size tapanlar bunlar mı?” der.

"Onların hepsini topladığı gün": Yani müşrikleri, demektir.

Mukâtil de: Meleklerle onlara tapanları, demiştir.

"Sonra meleklere, "size tapanlar bunlar mı?” der": Bu, onaylatma ve ibadet edenleri azarlama sorusudur. Melekler de Rablerini şirkten tenzili ederek

41

Onlar da: "Seni tenzih ederiz; bizim sahibimiz sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Onların çoğu onlara inanıyorlardı” derler.

"sübhanek” yani seni onların sana nispet ettikleri ortaklardan tenzih ederiz, dediler.

"Bizim sahibimiz sensin, onlar değil” dediler, yani biz onlardan uzağız, biz ne onları dost tuttuk ne de onları ibadet edenler yaptık. Biz senden başka dost istemiyoruz.

"Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı": Yani bize ibadet ederken şeytanlara itâat ediyorlardı.

"Çoğu onlara": Yani şeytanlara

"inanıyorlardı": Onların yalan yere, melekler Allah’ın kızlarıdır, diye verdikleri haberleri tasdik ediyorlardı.

"Allahü teâlâ der ki:

42

Bugün kiminiz kiminize ne fayda ne de zarar vermeye sahip değilsiniz. Zâlimlere:

"İnkar ettiğiniz cehennem azabını tadın” deriz.

"Bugün” yani ahirette

"kiminiz kiminize veremez” yani tapanlar da kendilerine tapılanlar da

"ne bir fayda” şefaat etmekle

"ne de bir zarar” azap etmekle.

"Biz zâlimlere deriz” Allah'tan başkasına ibadet eden zâlimlere,

"ateşin azabını tadın..."

43

Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman:

"Bu, ancak sizi atalarınızın taptığı şeylerden çevirmek isteyen bir adamdır” dediler.

"Bu, ancak uydurulmuş bir yalandır” dediler. Kâfirler kendilerine gelen hak için:

"Bu, ancak apaçık bir sihirdir” dediler.

Sonra gelecek âyetle onların Muhammed’i ve Kur’ân'ı yalanladıklarını haber verdi. Onun da tefsiri açıktır.

Sonra onların bunu bir delile dayandırarak demediklerini, Muhammed’i kesin bilerek yalanlamadıklarını ve bozuk işlerini haber veren bir kitap veya bir peygamber gelmediğini haber vererek:

44

Biz onlara okuyacakları kitaplar göndermedik ve biz onlara senden önce bir uyarıcı da göndermedik.

"Biz onlara okuyacakları bir kitap vermedik” dedi:

Katâde şöyle demiştir: Allah Araplara Kur’ân’dan önce ne bir kitap indirdi ne de onlara Muhammed'den önce bir peygamber gönderdi. Bu da onları ikaz edenin Peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olmasına göredir. İsmail de Arapların uyarıcısı idi.

Sonra kendilerinden önce peygamberlere inanmayanların akibetini haber verip şöyle dedi:

45

Kendilerinden öncekiler de yalanladılar. Bunlar onlara verdiklerimizin onda birine ulaşamadıkları halde elçilerimizi yalanladılar. Benim reddim (beni inkâr etme) nasıl oldu?

"Kendilerinden öncekiler de yalanladılar": Yani kâfir milletleri kastediyor.

"Onlara verdiklerimizin onda birine ulaşamadılar":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Mekke kâfirleri, kendilerinden önce gelen ümmetlere verdiğimiz kuvvet, mal ve uzun ömrün onda birine ulaşamadılar. Bunu da cumhûr, demiştir.

İkincisi: Kendilerinden öncekiler bunlara verdiğimiz delil ve delillerin onda birine ulaşamadılar.

Üçüncüsü: Kendilerinden öncekiler onlara verdiğimize şükrün onda birine ulaşamadılar. Bu iki görüşü Maverdi nakletmiştir. Mi’şar: öşr yani onda bir demektir. Nekîr de: inkâr manasına isimdir. Zeccâc da, mana: Fekeyfe kâne nekîrî’dir, âyet sonu olduğu için ye atılmıştır, demiştir.

46

De ki: "Size bir öğüt veriyorum: Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınızda bir delilik olmadığını; onun ancak sizin için çetin bir azabın önünde bir uyarıcı olduğunu (bilmenizi öğüt veriyorum).

"De ki: Size öğüt veriyorum": Yani emrediyor ve size vasiyet ediyorum, demektir.

"Bir şeyi":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, lâilâhe illallah’tır, bunu da Leys, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

İkincisi: Allah’a itâattir, bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O

"Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkmanızdır” kavlidir. Bunu da Katâde demiştir.

Mana da şöyledir: Size vereceğim öğüt şudur: Hakkı aramak için kalkıp kollarınızı çemremenizdir. Bu da ayak üzeri kalkmak değildir:

"İkişer ikişer” sözünden murat edilen de şudur: İki kimse bir araya gelsin, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in durumunu gözden geçirsinler.

"Teker teker

"den maksat da şudur: Bir adam tek başına düşünsün, sözün manası da şudur: İçinizden bir kişi düşünsün, başkasıyla baş başa kalsın, münazara etsin, istişare etsin; eserden müessire ulaşsın, ona tabi olmak üzere Peygamberi tasdik etsin. Bir adam, arkadaşına şöyle desin: Gel, birbirimize doğruyu söyleyelim; hiç bu adamda şimdiye kadar bir delilik gördük mü veya şimdiye kadar hiçbir yalanına şahit olduk mu? Söz

"arkadaşınızda bir delilik yoktur” kısmında tamam oldu. Bunda da kısaltma vardır, takdiri şöyledir: Sonra düşünün ki, size emrettiğim şeyin doğru olduğunu ve Peygamberin deli olmadığını bilesiniz.

"O ancak sizin için çetin bir azabın önünde bir uyarıcıdır” yani ahirette.

47

De ki:

"Ben sizden bir ücret istedi isem o, sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah’ın üzerinedir. O, her şeye şahittir.

"De ki: Sizden bir şey yani ücret istedi isem” mesajı iletmek için

"o, sizin olsun": Mana, sizden bir şey istemedim, demektir. Şu da böyledir: Meselâ bir kimse: Bunda neyim varsa, onu sana bağışladım, der, benim onda bir şevim yoktur, demek ister.

48

De ki: "Rabbim hakkı atar / indirir. Gaybleri çok iyi bilendir.

"De ki: Rabbim hakkı indirir": Yani peygamberlerine vahyi gönderir.

"Allamül ğuyub": Ebû Recâ’ mimin nasbı ile "allame” okumuştur.

49

De ki:

"Hak geldi. Bâtıll ise (yaratmayı) başlatamaz da tekrar edemez de".

"De ki: Hak geldi": O da İslâm ile Kur’ân'dır.

Batıldan murat edilen şey hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, şeytandır; kimseyi yaratamaz da onu yeniden diriltemez de. Bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: O, putlardır; bir şey yaratamaz da ölüyü diriltemez de. Bunu da Dahhâk, demiştir,

Ebû Süleyman da şöyle demiştir: Put kendinden bir söz başlalamaz da gelen hakkı da delille reddedemez de.

Üçüncüsü: O, hakkın karşıtı olan bâtılldır;

Mana da şöyledir: Bâtıll hakkın gelmesiyle gitmiştir, ondan geriye hiçbir şey kalmamıştır; artık o, ne ileri gidebilir ne geri dönebilir ne başlatabilir ne de tekrar edebilir. Bunu da bir grup müfessir, demiştir.

50

De ki:

"Eğer ben saparsam ancak kendi aleyhime saparım. Eğer doğru yolu bulursam, Rabbimin bana vahyettiği şey ile (onun sayesinde) dir. Şüphesiz O, hakkıyle işitendir, çok yakındır".

"De ki: Eğer saparsam ancak kendi aleyhime saparım": Yani sapma günahım kendimedir. O, atalarının dinini terk edince, Mekke kâfirleri, onun saptığım iddia etmişlerdi.

"Eğer doğru yolu bulursam, Rabbimin bana hidayet etmesiyledir": Hikmet ve açıklama iledir.

51

Onları telaşlandıkları zaman görsen! Artık kaçış yoktur; yakın bir yerden yakalanırlar.

"Onları telaşlandıkları zaman görsen!”

Bu telaşın zamanındada iki görüş vardır:

Birincisi: O, kabirlerden kalktıkları zamandır, bunu da çoğunluk demiştir.

İkincisi: O, dünyada azabın görüldüğü zamandır, bunu da el - Avfi, İbn Ab bas’tan rivayet etmiş;

Katâde de böyle demiştir.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: O, düz arazide yere batırılacak olan ordudur; onlardan bir kişi kalır, o da başlarına geleni insanlara haber verir. Bu hadis tefsirde açıklanmıştır. Bu ordu da Beytullah’ı harap etmek için gelen ordudur, Allah onları yere batırır. Dahhâk ile Zeyd b. Eslem de; Bu âyet Bedir savaşında öldürülen müşrikler hakkındadır, demişlerdir.

"Kaçış yoktur":

Mana şöyledir: Onlar için kaçış yoktur, yani elimizden kaçmaları mümkün değildir.

"Yakın bir yerden yakalanırlar":

Bunda da üç görüş vardır;

Birincisi: Bedir savaşında bulundukları yerden, bunu da Zeyd b. Eslem, demiştir.

İkincisi: Ayaklarının altlarından yere batırılmakla, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Kabirlerden, bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Nerede olsalar onlar Allah’a yakındır.

52

"Ona iman ettik” dediler. Uzak yerden onu (imanı) nereden alacaklar?!

"Dediler": Azabı gözleriyle gördükleri zaman,

"ona iman ettik":

O zamiri hakkında dört görüş vardır:

Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah'a râcîdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Yeniden dirilmeye râcîdir, bunu da Hasen Basri, demiştir.

Üçüncüsü: Peygambere râcîdir, bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Kur’ân’a râcîdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Ve enna lehümüt tenavüşii"; İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, Hafs da Âsım’dan rivayetle hemzesiz olarak

"tenavüş” okumuşlardır; Ebû Amr, Hamze, Kisâi, Mufaddal da Âsım'dan rivayet ederek hemzesiz okumuşlardır.

Ferrâ’ da şöyle yorumlamıştır: Kim onu hemzelerse onu "neeştü

"den getirir, kim hemzelemezse, onu "nüştü

"den getirir ki, ikisi birbirine yalandır. Tenaveltiiş şey’e'nin manası: Zimtüşşey’e ve zeemtuhu demektir, kusur bulmaktır. Ve kattenaveşel kavmu baduhum badan birrimahi denir ki, savaşçılar birbirlerine fazla yaklaşmadan mızrakla fırsat kollamaktır. "Niiştü

"den kabul ederek hemze ile

"tenaıış” okumak da câizdir; meselâ

"ve izerrüsülü ukkıtet” (Mürselat: 11) kavlimle olduğu gibi.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim "lenaüş” diye hemze ile okursa, vavın mazmum olmasındandır. Kelimenin aslından olan her mazmum vavı istersen hemzeye çevirebilirsin, istersen çevirmeyebilirsin de. Meselâ ed'iir gibi.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Ulaşmak istedikleri şeye ve elde etmek istedikleri Tevbeye nereden ulaşacaklar?

"Uzak bir yerden": O da Tevbenin kabul olunacağı yerdir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: İmana ve Tevbeye nereden el uzatacaklar? Onu dünyada bıraktılar; dünya ise çoklan gitmiştir!

53

Hâlbuki onu daha önce inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gaybe atıyorlar.

"Oysa onu inkâr etmişlerdi": O zamirinde dört görüş vardır ki, onlar da

"amenna bih” (Sebe': 52) kavlinde geçmiştir.

"Daha önceden” sözünün manası da dünyada ahiret korkularını müşahede etmeden önce demektir. "Gaybe atıyorlar": Yani zanna atıyorlar demektir

"uzak bir yerden” o da dedikleri şeyi bilmekten uzak olmalarıdır.

Onu demelerinde murat edilen şey hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar dünyaya döndürüleceklerini zannediyorlar, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan demiştir.

İkincisi: Dünyada, bizim için yeniden dirilme yoktur, cennet ve cehennem yoktur, demeleridir. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında: Sihirbazdır, kâhindir, şairdir, demeleridir. Bunu da Mücâhid, demiştir.

54

Onlarla arzuladıkları şeyin arasına engel konuldu; nitekim daha önce benzerlerine aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar kuşku verici bir şüphe içinde idiler.

"Onlarla arzuladıkları şeyin arasına engel konuldu":

Yani kâfirler istedikleri şeyden men edildiler, demektir ki,

bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: O, dünyaya dönmektir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Aile, mal ve evlattır, bunu Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: İmandır, bunu da Hasen, demiştir.

Dördüncüsü: Allah'a itâattir, bunu da Katâde, demiştir.

Beşincisi: Tevbedir, bunu da Süddi, demiştir.

Altıncısı: Kabe’yi yıkmak için çıkan ordu yere batırılmakla bundan engellendi, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Kema fuile": İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b ve Ebû İmran, fenin ve aynın fethi ile "kema feale” okumuşlardır,

"önceki benzerlerine": Yani onların yollarından gidenlere.

Müfessirler, manaşöyledir, demişlerdir: Kendileri gibi daha önceki kâfirlere yapıldığı üzere bunlarla da arzuladıkları şeylerin arasına engel konulmuştur.

Dahhâk şöyle demiştir: Onlar Kabe'yi tahrip etmek isteyen Fil ordusudur.

"Onlar bir şüphe içinde idiler": yeniden dirilmekten ve onlara azabın gelmesinden. "Kuşku verici": Yani şüpheye ve töhmete sebep olan bir şüphe demektir.

0 ﴿