38-SAD SÛRESİ

Mekke’de inmiştir. 88 ayettir.

Ona Dâvud suresi de denir. O, icma ile Mekki'dir.

İniş sebebi ise şöyledir: Said b. Cübeyr,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kureyşliler Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'i Ebû Talib’e şikayet ettiler; o da: "Kardeşimin oğlu, kavminden ne istiyorsun?” dedi. O da: Amca, ben onlardan sadece bir kelime istiyorum; bu kelime Arapları onlara baş eğdirecek ve Acemleri onlara cizye verdirecektir, dedi. O da:

"Bir kelime mi?” dedi. O da: Bir kelime, dedi.

"O nedir?” dedi. O da: Lailâhe illallahtır, dedi. Bunun üzerine:

"İlâhları bire mi indirdi?” dediler. İşte onların hakkında:

"Sâd ve’l-Kur’âni zi’z-zikr... in hâza ille’h-tilâk” âyetleri indi.1

1-Tirmizî, Tefsirü sûre-i Sad, bab, 1; Hakim, Müstedrek, 2/432; sahih demiş ve Zehebi de ona katılmıştır.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Zikir sahibi Kur’ân’a yemin olsun,

Sad'ın manasında yedi görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O, Allah’ın ant içtiği bir yemindir, O’nun isimlerindendir. Bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O, Muhammed doğru söyledi manasınadır, bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Allah doğru söyledi manasınadır, İbn Abbâs’tan, onun manası: Va’dettiği şeyde doğrudur, dediği rivayet edilmiştir. Zeccâc da, manası: Doğru söyleyen Allahü teâlâ’dır, demiştir.

Dördüncüsü: O, Kur’ân’ın Allahü teâlâ'nın onunla yemin ettiği isimlerindendir, bunu da Katâde, demiştir.

Beşincisi: O, başı Arş’in altında, kuyruğu yedinci kat yerin altında bir yılanın ismidir, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki nakletmiş ve: İkrime’den olduğunu zannediyorum, demiştir.

Altıncısı: O: Hadisil Kur’âna, yani ona bak, manasınadır. Bunu da Hasen demiştir. Bu da meksur okuyanların kıraatma göredir; İbn Abbâs, Hasen ve İbn Ebi Able de bunlara dahildir.

İbn Cerir şöyle demiştir: Mana şöyle olur: Amelini Kur’ân’a arzet.

"Onu ameline arz et et, bakalım ona uyuyor mu?” da denilmiştir.

Yedincisi: O şu manayadır: Muhammed halkın kalplerini avladı, onları kendine çekti; onlar da onu sevip iman ettiler. Bunu da Sa’lebî nakletmişlir. Bu da fetih okuyuşuna göredir. Bu da Ebû Recâ’, Ebû’l- Cevza, Humeyd ve Mahbubu'un da Ebû Amr'dan okuyuşudur.

Zeccâc şöyle demiştir: Okuyuş, dalın sükunu ile "sâd” şeklindedir; çünkü o, hece harflerindendir. Fethe ve kesre ile de okunmuştur:

Kim fetha ile okursa, o da iki kısımdır;

Birincisi: İki sakin yan yana geldiği içindir.

İkincisi: "Üllü sâde = Sad'ı oku” manasınadır. O zaman sad, sûrenin ismi olur, cer ve tenvin kabul etmez.

Kim meksur okursa, o da iki kısımdır:

Birincisi: Yine iki sakin yan yana geldiği içindir.

İkincisi: Şu manayadır: Kur’ân’ı amelinle karşılaştır; çünkü bu, sâdâ yusadi kavlinden gelir ki, karşılaştırmak ve denkleştirmek demektir. Sadeytuhu da karşılaştırdım, demektir.

"Zikir sahibi":

Burada zikirden murat edilen şey hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, şereftir, bunu da İbn Abbâs, Said b. Cübeyr ve Süddı, demişlerdir.

İkincisi: O, beyandır, açıklamadır, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Hatırlatmadır, bunu da Dahhâk, demiştir.

“Sâd ve’l-Kur’âni zi’z-zikr “kavlinin cevabı nerede denilirse, buna beş cevap verilmiştir:

Birincisi: Sâd, ve’l-Kur’âninin cevabıdır, bu durumda sad: Allah’a yemin ederim ki, vacip oldu, Allah’a yemin ederim ki, indi ve Allah'a yemin ederim ki, hak oldu, manasındadır. Bunu da Ferrâ’ ile Saleb, demişlerdir.

İkincisi: Sâd’ın cevabı

"kem ehlekna min kablihim min karnin” kavlidir, manası da: Leküm (sizin için) demektir. Kelâm uzayınca, lâm hazfedildi. Şu da onun gibidir: "Veşşemsi ve duhaha,

"kad eflaha” (Şems: 1 ve 9). Çünkü mana: Lekad eflaha, demektir. Ancak araya söz girince, "kad eflaha” sözü onu takip etti. Yine bunu da Ferrâ’ ile Sa’leb, demişlerdir.

Üçüncüsü: O,

"in küllün illâ kezzeber rüsüle” (Sad: 14) kavlidir. Bunu da Ahfeş nakletmiştir.

Dördüncüsü: O,

"inne zalike lehakkun tahasumu ehlin nar” (Sad: 64) kavlidir. Bunu da Kisâi, demiştir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Bunu Arapçada doğru bulmuyoruz; çünkü

“ve’l-Kur’âni “kavlinden çok uzaktadır.

Beşincisi: Onun cevabı mahzuftur, takdiri de şöyledir: VelKUR’ÂNi zizzikri melemrü kema yekulul ktiffaru. Bu hazfedilenleri de

2

Hayır, kâfirler bir gurur ve anlaşmazlık içindedir.

"belil lezine keferu fi izzetin ve şikak” kavli göstermektedir. Bunu da müfessirlerden bir grup demişlerdir. Katâde de aynı kanaattedir. İzzet ise: Hamiyet (gayret) ve hak tanımazlıktır. Amr b. el - As, Ebû Rezin, İbn Yamur, Âsım el -Cahderi, Mahbub da Âsım’dan rivayet ederek, noktalı ğayın ve noktasız ra ile "fi ğırretin” okumuşlardır. Şikak ise: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e muhalefet ve düşmanlık etmektir. İki kelimenin de açıklaması şuralarda geçmiştir; Bakara: 138, 206.

3

Onlardan önce nice nesiller helak ettik de feryat ettiler. Hâlbuki kaçma zamanı değildir.

Sonra onları

"onlardan önce nice nesiller helak ettik” demekle korkuttu, yani geçmiş milletleri demektir. "Feryat ettiler": Helak olurken,

bu feryatta da iki görüş vardır:

Birincisi: O duadır.

İkincisi: Yalvarmadır.

"Velate hine menas": Dahhâk, Ebû’l - Mütevekkil, Âsım el - Cahderi ve İbn Yamur, tenin fethi ve nunun ref’i ile "velate hinü” okumuşlardır.

İbn Abbâs: Onu gördükleri zaman kaçma yoktur, demiştir.

Atâ’ da şöyle demiştir: Yemen lügatinde "late” "leyse” manasınadır. Vehb b. Münebbih de: O Süryanice’dir, demiştir.

Ferrâ’ da: O "leyse” manasınadır, mana da: Kaçma zamanı değildir, demiştir. Kurralardan kimi "lati” diyerek cer ile okurlar, doğrusu nasbtır, çünkü o, "leyse” manasınadır: Mufaddal bana şöyle bir şiir okudu:

Leyla'nın sevgisini hatırladı, ama zamanı değildi

Ak saç da dostları benden uzaklaştırdı.

İbn Enbari şöyle demiştir: Ferrâ’, Kisâi, Halil, Sibeveyh, Ahfeş ve Ebû Ubeyde "velate"deki tenin

"hiyne"den ayrı olduğu görüşünde idiler.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bana göre vakıf, "vela” harfi üzerindedir.

Yeniden 'tehiynü' diye başlar; bunun da üç delili vardır:

Birincisi: İbn Abbâs’ın tefsiri buna şahitlik eder, çünkü o: Onu gördükleri zaman kaçına yoktur, demiştir. Şu bilinmektedir ki, "leyse” "lâ” ile kardeştir ve onun manasındadır.

İkincisi: Biz Arap dilimle "late” diye bir şey bulamıyoruz; bilinen ancak "lâ"dır.

Üçüncüsü: Bu te, ancak

"hiyne", "erane” ve

"evane"nin başına geçer: Kane hâza tehiynü kano zalike, derler. Aynı şekilde:

"Teevanu” derler. İzheb lelane, derler, Şair Ebû Vecze es-Sa’di’nin şu şiiri de böyledir:

Şefkat gösterenler yokken şefkat gösterirler,

Yemek yediren yokken yemek yedirirler.

İbn Kuteybe de

İbn el - A’rabi’den, beytin manasının he ile

"elatıfuneh” olduğunu, sonra da

"hiyne ma min atıfin” diyerek başladığını söylemiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu, yanlıştır, çünkü te ancak kesik ve sakin yerlerde nun’un üzerine dahil olur. Bitişik yerlerde ise o yoktur. Ali b. Ahmed en - Neysaburi de şöyle demiştir: Nahivciler "vela” üzerinde şöyle derler: O "lâ"dır, ona te ilâve edilmiştir, tıpkı şuralarda olduğu gibi: Sümme ve sümmet, riibbe ve rübbet. Aslı he’dir, "lâ"ya bitişmiş, "lah” demişlerdir. Onu bitiştirince de onu te yaptılar. Zeccâc ve Ebû Ali’ye göre bu da vakıf te iledir, Kisâi'ye göre de he iledir. Ebû Ubeyd’e göre de "lâ” üzerindedir.

Menas ise: Firar etmek, kaçmaktır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Navs: Arap dilinde gerilemektir, bevs da ilerlemektir. Şair İmruulkays şöyle demiştir;

Sana geldiğimiz zaman Selma’yı anmaktan geri mi çekiliyorsun?

Bir adım geri atıp bir adım ilerliyor musun?

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Menas: Nasa yenusu’dan mastardır, o da kurtuluş ve başarıdır.

4

İçlerinden kendilerine bir uyana gelmesine şaştılar. Kâfirler:

"Bu, çok yalancı bir sihirbazdır” dediler.

"Şaştılar": Yani kâfirler, demektir.

"İçlerinden kendilerine bir uyarcı gelmesine": Yani içlerinden kendilerini ateşten korkutacak bir elçinin gelmesine şaştılar.

5

"İlâhları bir tek ilâh mı kıldı? Gerçekten bu, şaşılacak bir şeydir!"

"İlâhları bir tek ilâh mı kıldı?": Çünkü onları bir tek Allah'a davet etti ve ilâhlara tapmalarını iptal etti. Bu da Ebû Talib’in yanında toplandıkları zaman dedikleri sözleridir. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem geldi: Bana bir kelime verir misiniz, o sayede Araplara sahip olursunuz, acemler de size itâat eder, dedi, o da, lâilâhe illallah’tır. Onlar da kalktılar:

"İlâhları bire mi indirdi?” dediler. Onların hakkında da bu âyet indi. 2

2- Hadisin tahriri sûrenin başında geçmiştir.

"Gerçekten bu": Yani Muhammed’in dediği tek ilâh inancı

"şaşılacak bir şeydir": Yani acayip bir durumdur. Ebû Abdurrahman es - Şulemi, Ebû’l - Âliyye, İbn Yamur ve İbn Semeyfa cimin şeddesiyle "uccab” okumuşlardır. Uccab ile acib aynı manayadır. Meselâ şunlar gibi: Kebir, kübar ve kübbar, kerim, kuram ve kiirram, tavil, tuval ve tuvval gibi.

Ferrâ’ da şöyle bir şiir getirmiştir:

Acayibül acayip bir av getirdiler;

Gözleri mavi ve kuyruğu uzun.

Katâde şöyle demiştir: O, bir tek Allah'a davet etti, diye şaşırdılar ve:

"Bir ilâh hepimizi duyar mı?” dediler.

6

İçlerinden ileri gelenler gittiler; yürüyün, ilâhlarınızın üzerinde diretin. Şüphesiz bu, elbette istenen bir şeydir", diye.

"İçlerinden ileri gelenler gitti":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Kureyş eşrafı Ebû Talib'in yanında toplanıp da, daha önce geçtiği gibi Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i ona şikayet edince, "lâilâhe illallah” sözünden ürktüler ve Ebû Talib’in yanından çıktılar. İşte:

"İntalakal meleü minhüm” dediği budur. İntilak: Yavaşça gitmektir. Talaktül vech, yüzdeki parlaklık da bundan gelir. Mele’ ise Kureyş’in eşrafıdır. Onun yanındım çıktılar birbirlerine: Yürüyün diyorlardı.

"En” ise, yani manasınadır.

Zeccâc: Mananın: Yürüyerek gidin olması da câizdir, demiştir, yani bu sözle gidin, demektir. Bazıları da, mana şöyledir, demişlerdir: Ebû Talib’e gidin, yeğenini ona şikayet edin, diyerek çıkıp gittiler.

"İlâhlarınızın üzerinde diretin": Yani onlara ibadette sebat gösterin,

"şüphesiz bu” yani Muhammed’in ashabının çoğalması,

"elbette istenen bir şeydir": Yani bize yapılması istenen bir şeydir, demektir.

7

"Bunu öteki dinde görmedik. Bu, ancak uydurma bir şeydir!"

"Bunu duymadık": Yani Muhammed’in getirdiği tevhidi duymadık,

"öteki dinde": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O Hıristiyanlıktır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan, İbrahim b. Muhacir de Mücâhid’ten rivayet etmiş; Muhammed b. Ka’b el - Kurazi ile Mukâtil de böyle demişlerdir.

İkincisi: O Kureyş’in dinidir, bunu da İbn Ebi Necih, Mücâhid’ten rivayet etmiş;

Katâde de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Yahudilikle Hıristiyanlıktır; bunu da Ferrâ’ ile Zeccâc, demişlerdir.

Mana da şöyledir: Yahudiler Uzeyr’le şirk koştular, Hıristiyanlar: Allah üçün üçüncüsüdür, dediler. Bunun içindir ki, Kureyş Allah'ın birliğini inkâr etti.

"Şüphesiz bu": Yani Muhammed'in getirdiği

"ancak uydurma bir şeydir": Yani yalandır.

8

"Aramızda zikir ona mı indirildi?” Hayır, onlar zikrimden şüphededir. Hayır, azabımı henüz tatmadılar.

"Zikir ona mı indirildi?": Bundan Kur’ân'ı kastediyorlar.

"Aramızdan": Yani nasıl bize değil de ona has olabilir; o ise soyca bizden üstün değildir, şerefçe bizden daha büyük değildir?! Allahü teâlâ da şöyle dedi:

"Hayır, onlar zikrimden şüphededir": Yani Kur’ân’dan demektir,

Mana da şöyledir: Onlar dedikleri şeyde kesin bilgi üzerinde değiller; onlar başka değil şüphecidirler.

"Bel lemma":

Mukâtil şöyle demiştir: "Lemma” "lem” manasınadır, şurada olduğu gibi:

"Velemma yedhulil imanu fi kulubiküm” (Hucurat: 14). Başkası da şöyle demiştir: Bu, onlar için tehdittir,

Mana da şöyledir: Eğer onlara azap inse idi, Muhammed'in dediğinin hak olduğunu bilirlerdi. Ya’kûb her iki halde de

"azabî"yi ye ile okumuştur.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Zikir ona mı indirildi?” sözü onların hasedini gösterince, aziz ve celil olan Allah mülk ve risaletin O’na ait olduğunu bildirip

9

Yoksa çok güçlü, çok bağışlayan Rabbinin rahmet hâzineleri onların yanında mı?

"yoksa Rabbinin hâzineleri onların yanında mı?” dedi.

Müfessirler, âyetin manası şöyledir, demişlerdir: Peygamberliğin anahtarları onların ellerinde midir ki, onu istedikleri yere koysunlar?!

10

Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin mülkü onların mı? Öyleyse sebeplerin içinde (göğe) yükselsinler.

Mana da şöyledir: Ellerinde değildir, göklerin ve yerin mülkü de onların değildir. Eğer bunlardan bir şey iddia ederlerse,

"sebeplerin içinde yükselsinler":

Said b. Cübeyr: Gök kapılarından yükselsinler, demiştir.

Zeccâc da: Kendilerini göğe ulaştıracak sebeplere yükselsinler, demiştir.

11

Orada (seni inkârda) gruplardan yenilmiş herhangi bir ordu!

"Cündün": Onlar cünttür, cünt de: İnsana tabi olan kimselerdir. Sanki: Onlar taklitçi adamlardır, içlerinde aklı başında bilen biri yoktur, demektir.

"Ma” ise zaittir.

"Şurada": İse Bedir’e işarettir. Ahzab da Peygamberlerin üzerine bölük bölük gelen bütün kimselerdir.

Katâde şöyle demiştir: Allahü teâlâ Mekke’de olan Peygamberine müşrikleri hezimete uğratacağını haber vermiştir. Âyetin tevili Bedir savaşında meydana çıkmıştır.

12

Onlardan önce Nûh kavmi, Ad ve kazıklı Fir’avn de (peygamberleri) yalanladılar.

"Kezzebel kablehüm kavmu Nûh’ın":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Bazı Araplar kavim kelimesini mücnnes yapmış, bazıları da müzekker yapmışlardır, lığer onlara bu âyet delil getirilirse, aşiret manasına alınmıştır, derler ve

"kella inneha tezkireh” (Abese: 11) kavlini delil getirir ve: Gizlenen kelime müzekkerdir, derler.

"Kazıklar sahibi Fir'avn":

Bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: O, insanları bağladığı kazıklarla işkence ederdi, sonra insanın üzerine bir kaya parçası kaldırılır; kafası kırılırdı. Bunu da İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs, demişlerdir, Hasen ile Mücâhid de böyle demişlerdir: O, insanları ellerine ve ayaklarına çaktığı kazıklarla işkence ederdi.

İkincisi: O, sağlam bina sahibi idi, yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiş; Dahhâk ile el - Kurazi de böyle demişlerdir.

İbn Kuteybe de bunu tercih etmiştir. Araplar: O, sağlam kazığa bağlı bir onur içindedir, sağlam kazığa bağlı bir mülk içindedir, derler, devamlı ve sağlam kastederler. Bunun da aslı şudur: Onların evleri (çadırları) kazıkla sağlamlaştırılırdı. Esved b. Yağfur şöyle demiştir:

Sağlam kazığa bağlı mülkün sayesindedir.

Üçüncüsü: Kazıklardan maksat: Ordulardır, bunu da Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir; çünkü onun mülkünü sağlamlaştırırlar; kazık nasıl bir şeyi ayakta tutarsa öyle takviye ederlerdi.

Dördüncüsü: Ona yüksek bir sunak yapmışlardı; onun üzerinde insanlar boğazlardı.

Beşincisi: Onun dört sütunu vardı, adamı tutar, sütuna bağlar ve işkence ederdi. Bu iki görüş Said b. Cübeyr’den rivayet edilmiştir.

Altıncısı: Onun kazıkları, yularları ve oyun yerleri vardı; onlarla oynardı. Bunu da Atâ’ ile Katâde, demişlerdir.

13

Semud, Lût kavmi ve Eyke halkı. İşte o gruplar.

İnanmayanları zikredince,

"onlar gruplardır” dedi; Kureyş müşriklerinin de onlardan olduğunu bize bildirdi. Onlar da azap edilip helak edildiler.

14

Hepsi peygamberleri yalanladılar; azabım (onlara) hak oldu.

"Fehakka ikabî": Ya’kûb her iki halde de ye ile okumuştur.

15

Bunlar, ancak iki sağım aralığı kadar sürmeyecek tek bir haykırışı bekliyorlar.

"Beklemiyor": Yani Mekke kâfirleri

"ancak bir haykırışı":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O sura ilk üfürmedir, bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: O son üfürmedir, bunu da İbn Saib, demiştir.

"Fevak

"ta da iki okuma vardır; Hamze, Halef ve Kisâi, fenin zammı ile okumuşlar; diğerleri de fethi ile okumuşlardır. Aralarında fark var mıdır, yok mudur?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O ikisi bir manayadır, bu da Ferrâ’, İbn Kuteybe ve Zeccâc’ın görüşleridir. Ferrâ’, mana şöyledir, demiştir: Onun için bir rahat ve ayılma yoktur. Bunun da aslı hayvan emzirmede ifakadan gelir ki, yavru annesini emdiği zaman az bekler ki, sütü insin. İşte ifakat dediği budur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den: Hasta ziyareti deveyi sağma kadardır, dediği rivayet edilmiştir. 3 Kim fetha ile okursa o, kaliteli ve yüksek bir lügattir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Fuvak ile fevak birdir, o da: Devenin sağılıp kalan sütün gelmesi için bekletilmesidir, ondan sonra bir daha sağılır; işte iki sağım arasındaki fevak budur. Fevak istiare yolu ile eğleşme ve beklemede kullanılmıştır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Fuvak: Dişi devenin iki sağımı arasıdır; o rucudan gelir; çünkü iki sağım arasında süt memeye döner. Hastalığından ifakat buldu, denir ki: Sağlığına kavuştu, demektir.

3 - Beyhakî, Şuabu'l - îman, hadis no, 9222.

İkincisi: Kim onu Fetha ile okursa, onun için rahat yoktur, demek ister. Kim de zamme ile okursa: Devenin sağımı demek ister. Bunu Ebû Ubeyde, demiştir.

Müfessirlerin Kelâmın manasında da dört görüşleri vardır:

Birincisi: Onun için dönüş yoktur,

sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Tekrar yoktur, demektir. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Mana da şöyledir: O ses tekrar edilmez.

İkincisi: Onun için dünyaya dönüş yoktur. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir;

Mana da şöyledir: Onlar onun ardından dünyaya dönmezler.

İkincisi: Onlar için ayılma yoktur; bilakis helak olurlar. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Onun için gevşeme ve kesilme yoktur, bunu da İbn Cerir, demiştir.

Dördüncüsü: Onun için bir rahat yoktur. Bunu da müfessirlerden bir cemaat hikaye etmişlerdir.

16

"Rabbimiz, amel defterimizi hesap gününden önce acele ver” dediler.

"Rabbimiz, amel defterimizi hesap gününden önce ver":

Bunu demelerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara cennette olan şeyler zikredilince, bunu dediler. Bunu da Said b. Cübeyr ile Süddi, demişlerdir.

İkincisi:

"Kime kitabı sağından verilirse...” (Hakka: 19-37) âyetleri inince, Kureyş şöyle dedi: Ey Muhammed, sen bizim kitaplarımızı solumuzdan alacağımızı iddia ettin: öyleyse amel defterlerimizi acele iste, dediler. Bunu da onu yalanlamak için, dediler. Bunu da Ebû’l - Âliyye ile Mukâtil, demişlerdir.

Kıt hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: O sahife (amel defteredir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Kıt, Arap dilinde çektir (yazılı kağıttır). Kutut da ödül yazılan kağıtlardır. Hasen, Mukâtil ve İbn Kuteybe bu manaya kail olmuşlardır.

İkincisi: Kıt, hesaptır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: O hükümdür, bunu da Atâ’ el - Horasani, demiştir,

Mana da şöyledir: Onlar aralarında hüküm olunacağı ile tehdit edilince, bunu istediler.

Dördüncüsü: O hissedir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kıt, nasiptir, aslı, insana yazılan ve ona ulaşacak olan sayfadır. Katattü’den gelir ki, kestim, demektir. Nasip de kesilen bir şeydir. Sonra bu görüşte müfessirlerin iki görüşleri vardır:

Birincisi: Onlar cennetten hisselerini istediler, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

İkincisi: Onlar azaptan hisselerini istediler, bunu da Katâde, demiştir. Bütün görüşlere göre bunu alay yollu istemişlerdir. Çünkü kıyamete inanmıyorlardı.

17

Dediklerine sabret. Kuvvet sahibi kulumuz Dâvud'u an. Gerçekten o, (Allah'a) dönendir.

"Dediklerine sabret": Yani yalanlama ve eziyetlerine, demektir.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, ülülazm peygamberlerin yoluna gitmesi için sabretmekle emrolundu. Bu durumda muhkemdir.

İkincisi: O Kelbî’nin iddiasına göre kılıç âyetiyle mensuhtur.

"Kulumuz Dâvud’u an":

Bununla

"sabret” kavli arasındaki münasebette iki görüş vardır:

Birincisi: O Dâvud'un ibadet ve laate kuvveti zikredilmekle sabra kuvvet göstermesi emredildi.

İkincisi:

Mana şöyledir: Onlara şöyle tarif et ki, peygamberler-selam onların üzerine olsun - benden korkarlardı; işte Dâvud, ibadete bunca kuvvetiyle beraber, durmadan ağlar ve istiğfar ederdi. Aldık bu fiilleriyle onların hali nasıl olacaktır?!

"Kuvvet sahibi":

İbn Abbâs: O ibadette kuvvettir, demiştir. Buhârî ile Müslim'de Abdullah b. Amr hadisinde şöyle denilmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bana dedi ki: Allah'ın en sevdiği oruç Dâvud’un onıcudur; bir gün tutar ve bir gün yerdi. Allah’ın en sevdiği namaz da Dâvud'un namazıdır; gecenin yarısını uyur, üçte birini ibadetle geçirir ve altıda birini uyurdu.

Evvab hakkında da çeşitli görüşler vardır ki, onları da İsrâil (İsra) suresi, âyet: 25’te zikretmiştik.

18

Gerçekten dağları ona ram ettik; onunla sabah ve kuşluk tesbih ediyorlardı.

"Gerçekten dağları ona ram ettik; onunla sabah ve kuşluk tesbih ederlerdi": Dağların onunla tesbih etmesini de Enbiya: 79’da zikretmiştik. Aşiy kelimesinin manasını da yukarıda: Al-i İmran: 41; En’am: 53’te zikretmiştik; İşrak’ın manasını da Hicr: 73'te,

"müşnkıyn” kavlinde zikretmiştik.

Zeccâc şöyle demiştir: İşrak: Güneşin doğup aydınlatmasıdır.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kuşluk namazını aradım; onu ancak bu âyette buldum. Ondan: Kuşluk namazının Nûr: 36

"bilğuduvvi velasal” kavlinde zikredildiğini ifade etmiştik.

19

Topluca kuşları da. Hepsi ona (Dâvud'a) dönücü idi.

"Vettayra mahşureh": İkrime, Ebû’l - Cevza, Dahhâk ve İbn Ebi Able, ikisinde de ref ile "vettayru mahşuretün” okumuşlardır. Manası da: Başına toplanmış vaziyette onunla beraber Allah'ı tesbih ederdi, demektir.

"Küllün lehu": Bu zamirde de iki görüş vardır:

Birincisi: O Dâvud'a râcîdir, yani hepsi Dâvud'a dönerdi, onun itâatine ve emrine koşardı, demektir.

Mana da şöyledir: Hepsi onunla beraber tesbih etmede ona itâat ederdi. Bu da cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: Allah’a râcîdir,

Mana da şöyledir: Hepsi Allah’ı tesbih eder. Bunu da Süddi, demiştir.

20

Onun mülkünü sağlamlaştırdık ve ona hikmeti ve sözün ayrımını verdik.

"Mülkünü sağlamlaştırdık":

Mülkünün ne ile sağlamlaştırıldığı hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Koruma ve ordularla.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onu her gece otuz altı b. kişi korurdu.

İkincisi: İnsanların kalplerine ona karşı bir heybet konulmuştu. Bu mana da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

"Ona hikmet verdik":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O anlayıştır, bunu İbn Abbâs, Hasen ve İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: İsabettir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Sünnettir, bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Peygamberliktir, bunu da Süddi, demiştir.

Söz ayrımı hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O kadılık ilmi ve adalettir, bunu İbn Abbâs ile Hasen, demişlerdir.

İkincisi: Sözü açıklamaktır, yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Maverdi onun bütün maksatlara yeten söz olduğunu zikretmiştir.

Üçüncüsü: Emma ba’dii (imdi) sözüdür ki, onu ilk kullanan odur, bunu da Ebû Mûsa’l - Eş’ari ile Şa’bî, demişlerdir.

Dördüncüsü: Davacıdan isbat, davalıdan yemin istemektir, bunu da Şureyh ile Katâde, demişlerdir ki, bu, güzel bir görüştür; çünkü dava ancak bununla karara bağlanır.

21

Hasımların haberi sana geldi mi? Hani mihraba tırmanmışlardı.

"Kasımların haberi sana geldi mi?": Ebû Süleyman, mana şöyledir, demiştir: Sana kesin olarak geldi; sen de onu dinle, onu sana anlatacağız.

Âlimler Dâvud'un ne sebeple imtihan edildiği hususunda beş görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O şöyle dedi: Ya Rabbi, İbrahim, İshak ve Yakub’a öyle ün verdin ki, benim de öyle olsun isterim. Allahü teâlâ da şöyle dedi: Ben onları seni imtihan etmediğim şeylerle imtihan ettim; eğer istersen seni de onların imtihanı ile imtihan eder ve onlara verdiğimi sana da veririm? O da: Peki, dedi. Bir gün namaz odasında iken üzerine bir güvercin düştü, onu almak istedi; o da uçtu. Onu yakalamak üzere gitti, yıkanan bir kadın gördü. Bunu da el-Avfı, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Süddi de böyle demiştir.

İkincisi: O ibadette öyle çabaladı ki, yakınındaki melekler ona göründüler. Onunla beraber namaz kılar ve ağlamada ona eşlik ederlerdi. Onlara alışınca: Bana haber verin, siz benim neyimle görevlisiniz, dedi? Onlar da: Sana günah yazmıyoruz; aksine iyi amel yazıyonız, sana sebat veriyoruz, seni muvaffak kılıyoruz ve kötülüğü senden savıyoruz, dediler. İçinden şöyle dedi: Keşke bilseydim, beni nefsimle baş başa bıraksalardı nasıl olurdum? Nasıl olacağını bilmek için nefsi ile baş haşa kalmak isledi. Allahü teâlâ da yakınındaki meleklerden ondan uzaklaşmalarını istedi ki, aziz ve celil olan Allah’a muhtaç olduğunu anlasın. Onları kaybedince, ibadette iki kat çalıştı; nefsini yendiğini zannetti. Allahü teâlâ da ona zayıflığını anlatmak istedi; ona cennet kuşlarından bir kuş gönderdi. Kuş onun mihrabına düştü, namazını bozup ona elini uzattı, yerinden ayrıldı; gözü ile onu takip etti. Birden Orya’nın karısı ile karşılaştı. Bu da Vehb b. Münebbih’in görüşüdür.

Üçüncüsü: O ve İsrâil oğulları oturup müzakere ediyorlardı:

"insanın günah işlemediği gün olur mu?” dediler. Dâvud bunu içinde sakladı ve bunu yapabileceğini düşündü, ibadet günü olunca kapılarını kapattı, yanına kimsenin girmemesini emretti ve Zebur okumaya koyuldu. Birden altın bir güvercin gördü, ona doğru uzandı, o da uçtu. Onu takip ederken o kadını gördü. Bunu da Matar, Hasen’den rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: O, Kral olduğu zaman İsrâil oğullarına: Allah’a yemin ederim ki, aranızda adalet edeceğim, dedi, inşallah demedi; bu yüzden de imtihan edildi. Bunu da Katâde, Hasen’den rivayet etmiştir.

Beşincisi: Amelinin çokluğu onun hoşuna gitti, bu yüzden de başı belâya girdi. Bunu da Ebû Bekir el - Verrak, demiştir.

İmtihan Kıssasına İşaret

Vehb’ten şöyle dediğini rivayet etmiştik: O güvercin cennet kuşlarından idi,

Süddi de şöyle demiştir: Şeytan ona bir güvercin kılığında göründü.

Müfessirler şöyle demişlerdir: O, güvercini lakip edince, bahçede havuzunda yıkanan bir kadın gördü, damda yıkanan diyenler de olmuştur. Onun güzelliğine vuruldu, dönüp ona baktı; kadın da onun gölgesini gördü. Saçını çözdü, onunla vücudunu kapattı; bu daha da beğenisini artırdı. Onu sordu; onun Orya’nın karısı olduğunu, kocasının gazada bulunduğunu söylediler. Dâvud o ordunun kumandanına, Orya’yı falanca yere göndermesini ve onu Tabut tarafına salmasını emretti. Tabut tarafına giden de fetih yapmadıkça veya şehit düşmedikçe dönemezdi. Bunu yaptı; fetih nasip oldu. Dâvud’a durumu bildirdi. Dâvud komutana, onu filanca düşmanlara göndermesini yazdı, yine fetihle döndü. Onu başka düşmanlara göndermesini yazdı; o da üçüncü seferde öldürüldü. Kadının iddeti bitince Dâvud onunla evlendi.

İşte Süleyman’ın annesi odur. Onunla gerdeğe girince az sonra Allah ona insan surelinde iki melek gönderdi. Meleklerin ona Süleyman doğup da büyüyünceye kadar gelmediği de söylenmiştir. Sonra iki melek ona geldi, onu ibadet mihrabında buldular. Korumalar onların girmesine mani oldular, onlar da mihraba tırmandılar.

Müfessirlerin çoğu bu anlattığımız görüştedirler. Aynısını el- Avfi de İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Hasen, Katâde, Süddi, Mukâtil ve diğerlerinden de rivayet edilmiştir. Bir grup müfessir de şöyle demişlerdir: Dâvud kadına bakınca ona sordu, kocasını öldürülünceye kadar üst üste gazaya gönderdi. Aynısı İbn Abbâs, Velıb ve bir grupla beraber Hasen’den de rivayet edilmiştir. Mûsannif der ki: Bu, nakil yoluyla sahih değildir, mana bakımından da câiz değildir; çünkü peygamberler böyle şeylerden münezzehtirler.

Araştırmacı Âlimler de onun hangi günahından dolayı tekdir edildiğinde dört görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Dâvud ona aşık olunca, kocasına: Benim için ondan çekil, dedi: bu yüzden itaba maruz kaldı. Said b. Cübeyr,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Dâvud, kadının sahibine: Onu bana bırak, benim için ondan çekil, demekten başka bir şey söylemedi. Bunun benzeri İbn Mes’ûd’dan da rivayet edilmiştir.

Ebû Süleyman da şöyle nakletmiştir: Dâvud, Orya’ya haber gönderdi, onu gazadan getirtti, onu yakınma oturttu ve ona ikram etti. Sonunda ona: Kadınını bana bırak, İsrâil oğullarından istediğin kadını sana alayım veya istediğin cariyeyi senin için satın alayım, dedi. O da: Ben kadınımı başkasıyla değiştirmek islemiyorum, dedi. Dâvud'un isteğine olumsuz cevap verince, onu gaza bölgesine geri gönderdi.

İkincisi: O kadını helâl olarak elde etmek istedi, içinden bunu geçirdi; Orya da tesadüfen gazaya gidip helak oldu; Dâvud onun ölümüne çalışmadı, helakini istemedi, ölüm haberi ona ulaşmca diğer askerleri gibi ona sızlanmadı, sonra da karısı ile evlendi. Bundan dolayı da itab(azar)a maruz kaldı. Peygamberlerin günahları, küçük de olsa o, aziz ve celil olan Allah katında büyüktür.

Üçüncüsü: Dâvud’un gözü kadına çarpınca, ona iyice baktı, içine sevgisi düştü.

Dördüncüsü: Orya o kadını işlemişti, Dâvud da Orya’nın istediğini bildiği halde onu isledi ve onunla evlendi; Orya buna üzüldü, Allahü teâlâ da o kadını ilk isteyene bırakmadığı için Dâvud'a itap etti. Kadı Ebû Ya'lâ bu görüşü beğenmiş ve

"azzeni filhitab” kavlini buna delil getirmiş ve şöyle demiştir: Bu da gösteriyor ki, söz ikisinin de o kadını istemesindedir. Yoksa biri evlenmiş değildir. Dâvud peygamberlere yaraşmayan iki şeyden dolayı itap edildi:

Birincisi: Başkasının istediği kadını istemesi.

İkincisi: Çok kadını varken evlenmeye hırs göstermesi, bunu günah kabul etmemişti. Allah (çalada hundan dolayı ona itap etti. Kadını görünce ona aşık olduğunun ve kocasını ölüme gönderdiğinin izahı yoktur; çünkü bu, peygamberler için câiz değildir. Zira peygamberler bilerek günah işlemezler.

Zeccâc şöyle demiştir: tekil kalıbı ile

"hasm” deyip, sonra da "cemi kalıbı ile

"tesevverül mihraba” demesi şunun içindir; çünkü hasm kelimesi tekil, ikil, çoğul, erkek ve dişiye müsaittir; meselâ şöyle dersin: Haza hasımın, vehiye hasınun, vehüma hasmun, vehiim hasmun. Bütün bunlara müsait olması mastar olmasındandır. Meselâ hasamtuhu ahsumuhu hasman dersin. Mihrap da burada oda gibi bir şeydir. Şair şöyle demiştir:

Nice oda sahibi kadın vardır ki, ben ona geldiğim zaman,

Merdivenle çıkmadıkça onunla görüşemem.

Tesevveru kelimesi de onun yüksek olduğuna işarettir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onlar iki melektiler, bunların Cebrâil ile Mikâil aleyhimesselam oldukları da söylenmiştir. Onu Tevbe için uyarmak üzere geldiler. Onlar iki kişi oldukları halde

"tesevveru” demesi şundandır; çünkü cemi bir şeyin bir şeye eklenmesidir, iki ve yukarısı da bu itibarla cemidir.

22

Hani, Dâvud'un karşısına girmişlerdi (çıkmışlardı) da onlardan korkmuştu. "Korkma, biz birbirine tecavüz (haksızlık) eden iki hasımız; aramızda hüküm ver, aşırı gitme ve bizi yolun doğrusuna ilet” dediler.

"Hani Dâvud’un yanına girmişlerdi":

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Tesevveru"nun dahalu manasına olması câizdir ki, o zaman tekrar olur. "lza"nın "lemma” manasına olması da câizdir, o zaman da mana şöyle olur: Yanına girdikleri zaman mihraba tırmandılar, tırmanınca da girdiler.

"Onlardan telaşlandı": Çünkü ona davacılar gibi gelmemişlerdi; muhakeme zamanı dışında gelmişlerdi. İzinsiz olarak duvara tırmanarak gelmişlerdi. Ebû’l - Ahvas şöyle demiştir: Her biri diğerinin saçından tutarak yanına girmişlerdi.

"Hasmani” gizli "nahnu” zamiri ile merfüdur. İbn Enbari, mana: Nahnu kehasmeyni ve misli hasmeyni (biz iki hasım gibiyiz, iki hasıma benzeriz), demek olur, demiştir. Kâf düşmüş, hamsaııi onun yerine geçmiştir. Nitekim Araplar: Abdullah el- kamerü hüsnen, derler, Abdullah ay gibi güzeldir, demek isterler.

Hint bint Utbe de babası ve amcasına ağıt yakarken şöyle demiştir:

Kim şöyle iki kardeş gördü, dal gibidirler,

Kim iki aslan gördü, avcıları en nefis avlarından el çektiren,

Boyun eğmez iki şahin, yarılarına yaklaşılmaz,

Kim iki Bahreyn mızrağı gördü,

Onları ancak göğün ortasında görürsün.

İki aslan gibi, iki şahin gibi demek istemiş; gibiyi atmış, ondan sonrasına dayamıştır. Sonra aziz ve celil olan Allah

"ba’duna"daki elif ve nunu "nahnu” zamirine çevirdi. Nitekim Araplar: Nahnu kavmun şeriife ebuna ve nahnu kavmun şerüfe ebuhıvm, derler ki, aynı manayadır. Hak da burada adalet manasınadır.

Velatuştıt: Haksız karar verme, demektir. Şatta ve eşatta denir ki: Haksızlık etmektir. İbn Ebi Able, tenin fethi ve tının zammı ile "vela teşlut” okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bazı Araplar: Şetatte aleyyc fıssevmi derler ki, pazarlıkta benden uzaksın, demektir. Daha çok elifle eşatta kullanılır. Şettat dar: Ev uzak olmaktır.

"Bizi yolun doğrusuna ilet": Yani haktan uzak olmayan yola demektir, mana da: Bizi hakka götür, demektir. Dâvud onlara: Konuşun, dedi. Biri:

23

"Şüphesiz şu, benim kardeşimdir; onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim de tek bir dişi koyunum var. Onu da bana ver, dedi ve beni konuşmada mağlup etti.

"Bu benim kardeşimdir” dedi, İbn Enbari, mana şöyledir, demiştir: Melek donundaki hasımlardan biri: Bu benim kardeşimdir, dedi, mana açık olduğu için, dedi kelimesi Kur’ân'da zikredilmedi.

"Onun doksan dokuz dişi koyunu vardır":

Zeccâc şöyle demiştir: Dişi koyun kinaye yolu ile kadın yerine kullanılmıştır. Başkası da şöyle demiştir: Araplar kadınları dişi koyuna benzetir, tevriye ile de koyun ve inek derler.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Dişi koyun demekle üstü kapalı olarak kadın demek istemiştir.

Nitekim Şair Antere de şöyle demiştir:

Ey dişi koyun, sen hangi avcıya helalsin?

Bana haramsın, keşke haram olmasa idin!

Dişi koyun demekle genç kadın, demek istemiştir. Melek neden bu sayıdan bahsetmiştir? Çünkü Dâvud’un o kadar kadını vardı.

"Veliye nacetün vahidetün": Hafs, Âsım’dan yeyi fethe ile okuduğunu rivayet etmiştir. Diğerleri ise sakin okumuşlardır.

"Fekale ekfilniha (onu bana ver, dedi)":

İbn Kuteybe: Benim koyunlarıma kat, onun bakımını bana bırak, demiştir.

Zeccâc da: Sen ondan vazgeç, bakımım bana bırak, demiştir.

"Ve azzeni fil-hitab” (konuşmada beni mağlup etti)": Sözde beni mağlup etti, demektir. Ömer b. Hattab. Ebû Rezin el - Ukayli, Dahhâk, İbn Yamur ve İbn Ebi Able, elifle "ve âzzeni” okumuşlardır. İbn Mes’ûd ile

İbn Abbâs da: Sözde beni mağlup etti üzerinde: Onu bana bırak demekten başka bir şey söylemedi, demişlerdir. El - Avfi de,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Eğer ben ve o, adanı çağırırsak onunki daha çok olur, eğer ben ve o yakalarsak onunki daha sert olur.

Eğer:

"O iki melek bunu nasıl dediler, hâlbuki yanlarında hiç öyle şey yoktu?” denirse.

Cevap şöyledir: Âlimler şöyle demişlerdir: Bunu misal ve tesbih yolu ile dediler, Dâvud'un kıssasını ona benzettiler, şöyle demek istediler: Ne dersin, sana iki davacı gelseler de şöyle şöyle deseler? Dâvud, ne yapsa sorumlu olmadığı görüşünde idi; Allahü teâlâ da onu iki melekle uyandırdı.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu, Allahü teâlâ’nın onun hatasına dair getirdiği bir misaldir. Biz de az önce mananın: Biz iki hasını gibiyiz, şeklinde olduğunu söylemiştik.

24

(Dâvud) dedi:

"Yemin olsun, gerçekten senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etti. Şüphesiz ortaklar elbette bazıları bazılarına haksızlık eder. Ancak iman edip iyi şeyler yapanlar müstesnadır ki, bunlar da pek azdır". Dâvud, onu imtihan ettiğimizi zannetti. Rabbine istiğfar etti ve rukû’ ederek (Rabbine) döndü.

"Dedi", yani Dâvud

"yemin olsun, gerçekten senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiştir":

Ferrâ’: Bisuaühi naceteke, demiştir. Sualden he’yi düşürürsen fiili naceye yanaştırırsın. Şu âyet de böyledir:

"Layesemül insanu min duail Hayri” (Fussilet: 49), yani min duaihi bilhayri demektir. He atılınca, fiil hayra yanaştırıldı, hayırdaki be de atıldı. Şiir:

Hayatta olduğum sürece teslim edecek değilim,

Zeyd’i Emire teslim edecek değilim.

Yani: Biteslimin alel emiri, demektir.

"İla niacihi (koyunlarına)": Yani onu da onlara katmak istemekle, demektir. İbn Kuteybe, mana: Senin koyununu kendi koyunlarına katmakla, demektir, ancak kısaltmak istemiştir, demiştir. "îla"nın

"maa” manasına olduğu da söylenmiştir.

Eğer Dâvud, ötekinin sözünü dinlemeden nasıl karar verdi?” denilirse.

Cevap şöyledir; öteki hasım da ikrar etmişti; ikrarı ile karar vermişti. Dinleyici anlayacağı için ikrar kelimesini zikretmedi. Araplar şöyle derler: Sana ticaret yapmanı söyledim; sen de mal kazandın, ticaret edip mal kazandın, demektir. Süddi’nin yorumu da bunu gösterir: Dâvud öteki hasma: "Sen ne diyorsun?” dedi. O da: Evet, onu alıp koyunlarımı tamamlamak isliyorum fakat o, bunu istemiyor, dedi. Dâvud: O zaman seni bırakmayız; eğer böyle niyet ediyorsan şununun ve bununun üzerine vururuz, dedi ve burnunu ve alnını gösterdi. O da: Ey Dâvud, buralarına vurulmaya en müstehak sensin; çünkü senin doksan dokuz kadının vardır, Orya'nın ise ancak bir tek kadını var, dedi. Dâvud baktı, kimseyi göremedi, içine düştüğü tehlikenin büyüklüğünü anladı.

"Ve inne kesiren minel huletai"; Yani ortakların çoğu, demektir. Tekili ise: Halit’tir, o da malı seninkine karışık olandır. Bunu demesi, onları iki ortak zannetmesindendir,

"Ancak iman edenler müstesnadır": Yani onlar birbirlerine hakşızlık etmezler.

"Ve kidiliin ma hüm":

"Ma” zaittir, manada: Kalilünlıûm, demektir. Mana şöyledir diyenler de olmuştur: Hüm kalilün, yani iyiler zulüm etmezler.

"Dâvud zannetti": Yani kesin bildi, demektir.

"Ennema fetennahu":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu denedik.

İkincisi: Onu o kadına bakıp da ona tutulmasıyla belâya uğrattık. Ömer b. Hattab, hem te'nin hem de nun'un şeddesiyle

"ennema fettennahu” okumuştur, Enes b. Malik, Ebû Rezin, Hasen, Katâde, Ali b. Nasr da Ebû Amr’dan rivayet ederek hem te hem de nun şeddesiz olarak

"ennema fetenahu” okumuşlar, bundan da iki meleği kastetmişlerdir. Ebû Ali el- Farisi de ona yöneldiler, demiştir.

Bunu anlama ve uyandırma sebebinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Melekler bunu ona açıkça söylediler, nitekim bunu da Süddi'nin görüşü olarak anlatmıştık.

İkincisi: Onlar: Adam kendi aleyhine karar verdi, diyerek oradan ayrıldılar. O da kendisini kastettiklerini anladı. Bunu da Vehb, demiştir.

Üçüncüsü: Aralarında karar verince, biri diğerine bakıp güldü sonra göğe yükseldiler, Dâvud da onlara bakakaldı ve Allahü teâlâ'nın kendisini imtihan ettiğini anladı. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Rabbine istiğfar etti":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Dâvud günahım fark edince, rukua gitti.

İbn Abbâs: Secdeye kapandı, demiştir. Secde yerine rukû’ ifade etmesi, ikisinin de eğilmek manasına olmasındandır. Bazıları da, mana: Rukudan sonra secdeye kapandı, demişler.

Hüküm: Âlimler bunun vacip secdeden olup olmadığında iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Vacip secdelerden değildir, bunu da Şâfiî, demiştir.

İkincisi: Vacip secdelerdendir, bunu da Ebû Hanife, demiştir. İmam Ahmed’ten de iki rivayet vardır.

Müfessirler şöyle demişlerdir:.Secdesinde kırk gün kaldı, başını ancak farz namaz veya zaruri ihtiyacı için kaldırırdı. Yemez içmezdi, toprak yere gelen kısımlarını yara etti, gözyaşlarından ot bitti. Secdesinde şöyle derdi: Ey Dâvud'un Rabbi, Dâvud öyle bir kaydı ki, doğu ile batı arasından daha uzağa düştü.

Mücâhid de şöyle demiştir: Gözyaşlarından ot bitti, öyle ki, boyunu geçti. Sonra Rabbine şöyle seslendi: Rabbim, alilim yara oldu, gözyaşlarım kurudu, Dâvud ise hatasından zerre dönmedi. Kendisine şöyle seslenildi: Aç mısın yedirelim, hasta mısın şifa verelim, mazlum musun intikamını alalım? O zaman öyle sesli bir ağladı ki, biten her şey harekele geçti, işte o zaman Allah onu bağışladı. Sabit el - Bünani şöyle demiştir: Dâvud yedi kıl döşek aldı, içlerini külle doldurdu, sonra o kadar ağladı ki, gözyaşları onları delip geçti. Gözyaşı karışmadık hiçbir şey içmedi.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Kendisine şöyle nida edildi: Ey Dâvud, başını kaldır, biz seni bağışladık. Başını kaldırdı, ihtiyarlamış, titrer hale gelmişti.

25

Biz de onun bu hareketini bağışladık. Gerçekten onun için yanımızda yakınlık ve dönüş güzelliği (dönecek güzel bir yer) var.

"Ve enabo": Bunun manası: Günahından Tevbe ederek Rabbine döndü, demektir.

"Biz de onun bu hareketini bağışladık": Yani günahını demektir.

"Gerçekten onun için yanımızda yakınlık vardır":

İbn Kuteybe: İleri bir derece ve yakınlık vardır, demiştir.

"Dönüş güzelliği":

Mukâtil: Bu da Allahü teâlâ’nın onun için cennette hazırladığı şeydir, demiştir.

26

Ey Dâvud, şüphesiz biz seni yeryüzünde halife kıldık; sen de insanların arasında hak ile hükmet, hevese uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır.

"Ey Dâvud": Bunun manası: Ey Dâvud, dedik

"şüphesiz biz seni kıldık” yani seni yaptık

"yeryüzünde halife": Yani kulların işlerini bizim adımıza idare edersin, sanki bizim halifemiz gibisin.

"İnsanlar arasında hak ile hükmet": Yani adaletle demektir.

"Hevese uyma": Yani aziz ve celil olan Allah’ın emrine ters düştüğü zaman keyfine uyma, demektir.

"Sonra seni Allah’ın yolundan saptırır": Yani dininden, demektir.

"İnnellezine yedillune": Ebû Nehik, Ebû Hayve ve İbn Yamur, yenin zammesiyle

"yudıllune” okumuşlardır.

"Hesap gününü unutmalarından dolayı":

Bunda da iki görüş vardır.

Birincisi: Hesap günü için amel etmeyi bırakmalarından. Bunu da Süddi, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: O gün için amel etmeyi bırakıp da unutanlar gibi olmalarından dolayı.

İkincisi: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: Hesap gününde onlar için şiddetli azap vardır, unuttuklarından dolayı, yani adaletle hükmetmeyi, bu da İkrime'nin görüşüdür.

27

Biz, göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri boşuna yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Kâfirlere ateşten dolayı eyvahlar olsun!

"Biz yeri, göğü ve ikisinin arasındakileri boşuna yalatmadık": Yani faydasız, demektir.

"Bu, kâfirlerin zannıdır": Yani bunlar boş yere yaratılmıştır zannederler; aslında sevap ve azap için yaratılmıştır.

28

Biz iman edip iyi şeyler yapımları yeryüzünde bozguncular gibi kılar mıyız yahut takva sahiplerini kötüler gibi kılar mıyız?

"Biz iman edenleri kılar mıyız?":

Mukâtil şöyle demiştir: Kureyş kâfirleri mü’minlere: Bize ahirette size verilenin aynısı verilir, dediler, bunun üzerine bu âyet indi.

İbn Saib de şöyle demiştir: Bedir savaşında düello eden altı kişi hakkında indi: Hazret-i Ali radıyallahu anh, Hamza radıyallahu anh, Ubeyde b. el - Haris radıyallahu anh, Utbe, Şeybe ve Velid b. Utbe. Bunları günah işledikleri için yeryüzünde bozgunculuk etmekle zikretti, mü’minleri ise şirkten korundukları için müttakiler olarak isimlendirdi. Âyetin hükmü ise geneldir.

29

(Bu), âyetlerini iyice düşünsünler ve saf akıl sahipleri de öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.

"Kitab": Yani hâza kitab demektir ki, Kur’ân’ı kastediyor. Biz de bereketin manasını Enam suresi, âyet: 92'de anlatmış bulunuyoruz.

"Liyeddebberu ayatihi": Âsım bir rivayette, te ve dal da şeddesiz olarak "litedebberu ayatihi” okumuştur ki, içindekileri iyice düşünsünler de sağlamlığı kafalarına yer etsin.

"Öğüt alsınlar diye” içindeki nasihatlerden

"saf akıl sahipleri": Bunun açıklaması Rad’d: 19’da geçmiştir.

30

Dâvud'a Süleyman'ı bağışladık. (Süleyman) ne güzel kuldu! Gerçekten o, (Allah’a) çok dönendi.

"Ne güzel kul idi": Yani Süleyman.

"Evvab (çok dönen)” hakkında da İsra suresi, âyet: 25’de bazı görüşler geçmiştir. Buraya en münasip olanı ise, onun gösterdiği dalgınlık ve gafletten dolayı Tevbe ile Allah’a çok dönen olmasıdır.

31

Hani, ona akşamüzeri safin koşu atları arz edilmişti.

"iz urida aleyhi biyaşiyyi": Aşiyy zevaldan sonrasıdır, safinat da atlardır.

Safinatın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Üç ayağı üzerine durup, ön veya arka ayaklarından birinin de ucuna basan, demektir. Mücâhid ile İbn Zeyd bu manaya kail olmuşlar; Zeccâc da bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Genellikle at böyle ayakta durur ve böyle yaparak dinlenir. Şair şöyle demiştir:

Safin durmaya alışmış, öyle ki,

Üç ayağı üzere durmaktan birini kırık sanırsın.

İkincisi: O, ayakta duran demektir, ister üç ayak üzerinde dursun isterse başka türlü dursun.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Arapları bu anlayışta gördüm. Şiirleri de onun özellikle duruş olduğunu gösterir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Safin, Arap dilinde ayakta duran at ve sairedir. Şu hadis de ondandır: "Kim insanların, önünde ayakta durmalarını isterse, cehennemdeki yerine hazırlansın". 5 Hadiste geçen sufun: Devamlı ayakta duranlar, demektir.

5 - Hadisi bu lafızla görmedik, benzer lâfızlar için bkz. Ebû Dâvud, hadis no, 5229; Ahmed, Müsned, 4/91.

Ciyad ise: Hızlı koşan demektir.

Atların ona arz edilme sebebinde de dört görüş vardır:

Birincisi: Ona arz edildi, çünkü bir düşmanı ile cihad etmek istemişti. Bunu da Ali b. Ebû Talib radıyallahu anh, demiştir.

İkincisi: Onlar deniz, hayvanlarındandı.

Hasen şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre onlar denizden çıkmıştı, kanatları vardı. İbrahim Teymi de şöyle demiştir: Kanatlı yirmi at idi.

İbn Zeyd de: Şeytanlar onları kendisi için denizden çıkarmıştı.

Üçüncüsü: Onlar babası Davut aleyhisselam’dan miras kalmış ve ona arz edilmişti. Bunu da Vehb b. Münebbih ile Mukâtil, demişlerdir.

Dördüncüsü: O bir ordu ile savaştı, onu yendi ve atları ganimet olarak aldı; onları istedi, kendisine arz edilip sunuldu. Bunu da İbn Saib, demiştir.

Sayılarında da dört görüş vardır:

Birincisi: On üç bindir, bunu da Vehb, demiştir.

İkincisi: Yirmi bindir, bunu da Said b. Mesruk, demiştir.

Üçüncüsü: Bin attır, bunu da İbn Saib ile Mukâtil, demişlerdir.

Dördüncüsü: Yirmi attır, bunu da İbrahim et- Teymi'den zikretmiştik.

32

"Gerçekten ben, hayır sevgisini Rabbimin zikrinden istedim” demişti". Nihayet (atlar) perde ile kayboldu.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Güneş batıncaya kadar atlar ona arz edildi (gösteri yapıldı); ikindi namazını kaçırdı. Kendisi heybetli biri idi, kimse ona bir şey söyleyemezdi, o nedenle hatırlatmadılar, o da unuttu. Güneş kaybolunca namazı hatırladı: "Fekale inni ahbebtü” dedi. Hicaz halkı ile Ebû Amr

"inniye” şeklinde yeyi fetha ile okumuşlardır.

"Hayır sevgisi"nde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, mal sevgisidir, bunu da Said b. Cübeyr ile Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: At sevgisidir, bunu da Katâde ile Süddi, demişlerdir. İki görüşte aynı manaya varır, çünkü hayırdan hayli kastetmiştir ki, o da maldır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Araplar hayle (ata) hayr derler.

Zeccâc da şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de Zeydülhayl’in ismini Zeydülhayr’lâ değiştirdi.

"Ahbebtü"nün manası da: Hayır sevgisini Rabbimin zikrine tercih ettim, demektir. Zeccâc’tan başkası da şöyle demiştir:

"An” “alâ” manasınadır. Bazıları da, mananın: Beni Rabbimin zikrinden alıkoydu anlamına gelme ihtimali de vardır, demişlerdir. Ebû Ubeyde de, Kelâmın manası: Ahbebtü hubbendir, sonra hubb’u hayra muzaf kılmıştır, demiştir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Hayl’e hayr denilmesi onda hayır olduğu içindir.

Müfessirler Rabbinin zikrinden murat edilenin ikindi namazı olduğu üzerindedirler. Bunu da Hazret-i Ali, İbn Mes’ûd, Katâde ve diğerleri demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bilmiyorum, o zamanlar ikindi namazı farz mı idi değil miydi? Ancak atların sunulması onu Allah’ı zikrettiği vakitten alıkoymuştu.

"Nihayet atlar perde ile kayboldu": Mûsannif İbn Cevzi der ki: Dilciler, perdeden güneşi kastederler, o da hiç geçmedi. Bu düşünceye yeteri kadar akıl yorduklarını sanmıyorum, çünkü âyette güneşe delil vardır, o da "âşiy” kelimesidir. Onun manası, atlar ona güneşin zevalinden sonra arz olundu, güneş de perdenin arkasına çekildi, demektir. Bir şey daha önce zikredilmedikçe veya zikrine dair bir delil geçip de zikredilmiş gibi olmadıkça zamir kullanılmaz. Hicab ise, bir şeyi gözlerden gizleyen engeldir.

33

"Onları bana çevirin". Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.

"Onları bana çevirin":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Al gösterisi onu namazdan meşgul edip de o da vakti çıktıktan sonra kılınca, üzüldü ve kızdı,

"onları bana çevirin” dedi. Yani atları bana getirin, dedi.

"Fetalika": İbn Kuteybe: Akbele "meshan", Ahfeş de: Yemsehu meshan, demiştir.

Suk ise, sakin çoğuludur, meselâ duur ve dar gibi. İbn Kesir hemze ile su’k okumuştur, Ebû Ali de hemzesiz daha güzeldir, demiştir. Ebû İmran el - Cevni ile İbn Muhaysın, ruus vezninde "bissuukı” okumuşlardır.

Burada mesihten murat edilen şeyde de üç görüş vardır:

Birincisi: Onları kılıçla vurmaktır, Übey b. Ka’b, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den kılıçla vurdu, dediğini rivayet etmiştir. Mücâhid de İbn Abbâs'tan: Atların boyunlarını ve bacaklarını kılıçla sıvazladı, demiştir. Hasen, Katâde ve İbn Saib de: Boyun ve bacaklarını kesti, demişlerdir. Bu da Süddi, Mukâtil, Ferrâ’, Ebû Ubeyde, Zeccâc, İbn Kuteybe, Ebû Süleyman Dımeşki ve cumhûrun tercihidir.

İkincisi: Atların yelelerini ve diz arkası kirişlerini onları sevmek için sıvazladı. Bunu da Aliy b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Mücâhid de: Eliyle sıvazladı, demiştir. Bu da İbn Cerir Taberî ile Kadı Ebû Ya’lâ’nın görüşüdür.

Üçüncüsü: O atların bacak ve boyunlarını dağladı ve onları Allah yoluna vakfetti. Bunu da Sa’lebî nakletmiştir.

Müfessirler birinci görüş üzerinde durur, ikinci görüşe itiraz ederler ve:

"Onu namazdan alıkoymakla onları sevmek için yelelerini sıvazlamak arasında ne münasebet var?” derler.

"Onları sevmek için” sözünün İbn Abbâs’tan sabit olduğunu bilmiyorum. Mücâhid'in: Eliyle sıvazladı, sözünü de boyunlarını vurma anlamına almışlardır.

Eğer:

"Birinci görüş de tutarlı değildir, hayvanın günahı yoktur, ona nasıl ceza verdi ve onları öldürmekle yüreğini soğuttu?” denilirse.

Cevap şöyledir: O mutlaka kendisi için mubah olan bir şeyi yapmıştır. Bizim şeriatimizde men edilen bir şeyin ona mubah olması câizdir. Üstelik onları kesliği zaman kurban oldu, at eli yemek de câizdir. Bir kusur söz konusu değildir.

Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Bacak ve boyunlarını vurunca Allahü teâlâ bu hareketini makbul saydı, onun yerine ona rüzgarı Mûsahhar kıldı. O görünüş bakımından daha güzel, yürüyüş bakımından daha hızlı ve konuşma bakımından daha dikkat çekicidir.

34

Yemin olsun, gerçekten Süleyman'ı denedik ve tahtının üstüne bir ceset attık. Sonra da (tahtına) geri döndü.

"Yemin olsun, gerçekten Süleyman’ı denedik": Yani mülkünü elinden almakla onu sınava çektik ve imtihan ettik.

"Tahtının üzerine attık": Yani kürsüsünün üzerine demektir,

"bir ceset":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O ceset şeytandır, bunu da İbn Abbâs ile cumhûr, demişlerdir.

O şeytanın adında da üç görüş vardır:

Birincisi: Sahr’dır, bunu el- Avfi, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Âlimler onun azgın olup Süleyman’a itâat etmediğini zikretmişlerdir.

İkincisi: Asaf'tır, bunu da Mücâhid, demiştir, ancak o ism-i azamı bilen Asaf değildir; fakat bazı tefsir nakilcileri onun kitaptan bilgisi ulan Asaf olduğunu söylemişlerdir, Süleyman imtihan edilince mühür elinden düştü, parmağında durmadı, Asaf: Allah Tevbeni kabul edinceye kadar ben yerine geçerim, dedi, onun yerine geçti, ülkeyi güzel idare etti. Bu, doğru değildir, hiç güvenilir bir kimse de bunu dememiştir.

Üçüncüsü: Habkık’tır, bunu da Süddi, demiştir.

Mana da şöyledir: Onun mülkünde tahtının üzerine bir şeytan oturttuk.

"Sonra döndü": Neden döndüğünde de iki görüş vardır:

Birincisi: Günahından Tevbe etti.

İkincisi: Mülküne geri döndü, bunu da Dahhâk, demiştir.

Süleyman’ın bununla imtihan edilmesinde de beş görüş vardır:

Birincisi: Onun Cerade adında bir karısı vardı, o kadınla bazı akrabaları arasında anlaşmazlık çıkmıştı, onların arasında adaletle hükmetti, ancak kadın taralının kazanmasını istedi. Bundan dolayı eşit düşünmediği için cezalandırıldı. Allahü teâlâ, sana belâ gelecektir, diye vahyetti. O da gökten mi veyahut yerden mi geleceğini bilemedi. Bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onun eşi Cerade en gözde karısı idi, bir gün ona: Kardeşimle filancanın arasında dava vardır, onun lehine büküm vermeni istiyorum, dedi. O da, peki, dedi, fakat yapmadı Bu dediğinden dolayı imtihan edildi. Bunu da Süddi, demiştir.

Üçüncüsü: Eşi Cerade’yi bir savaşta esir etmişti, o kralın kızı idi, Müslüman oldu. Onun yanında gece gündüz ağlardı, ona durumunu sordu, o da: Babamı ve eski günlerimi hatırlıyorum; eğer şeytanlara emredersin de evimde onun bir heykelini yaparlarsa, onunla teselli olurum, dedi. O da yaptı. Kadın, Süleyman dışarı çıktığı zaman hizmetçileriyle birlikte ona kırk gün secde ettiler. Süleyman bunu öğrenince o heykeli kırdı, kadını ve nedimelerini de cezalandırdı. Sonra evinde olanlardan dolayı Tevbe istiğfar ederek Allah'a yalvardı. Bu nedenle mührüne şeytan Mûsallat oldu. Bu da Vehb b. Münebbih’in görüşüdür.

Dördüncüsü: O üç gün halka görünmedi, Allahü teâlâ da ona şöyle vahyetti. Ey Süleyman, sen üç gün halktan gizlendin, kullarımın işlerine bakmadın, mazlumun hakkını zalimden almadın. Bu nedenle mührüne şeytan Mûsallat oldu. Bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir.

Beşincisi: O kadınlarından birine hayız veya başka bir durumda yaklaştı. Bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Kürsüsüne atılan cesetten maksat doğan bir çocuğudur; şeytanlar toplandılar, birbirlerine: üğerbu çocuk yaşarsa, başımız beladan kurtulmaz, ey iyisi onu öldürmek veya geri zekalı yapmaktır, dediler. Allah da onu şeytanlardan korktuğu için kınadı. O çocuk öldü, kürsüsünün üzerine ceset olarak atıldı. Bunu da Şa’bî, demiştir.

Müfessirler Birinci görüşün üzcrindedirler. Biz de cumhûrun görüşüne göre imtihan kıssasını anlatacağız.

İmtihan Kıssasına İşaret

Âlimler Süleyman'ın mührünün nasıl gittiği hususunda iki görüş belirterek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: O deniz kıyısında oturuyordu, elinden denize düştü, bunu da Hazret-i Ali radıyallahu anh, demiştir.

İkincisi: Onu bir şeytan aldı, bunun da nasıl olduğunda dört görüş vardır:

Birincisi: O bir gün hamama gitti, mührü yatağının altına koydu, şeytan da gelip onu alarak denize attı. Şeytan: Allah'ın nebisi benim, dedi. Bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir.

İkincisi: Süleyman, şeytana: "Siz insanları nasıl kandırıyorsunuz?” dedi. O da mührünü bana göster, sana anlatayım, dedi. O da mührünü ona verdi. Böylece Süleyman’ın mülkü gitti. Şeytan da tahtına kondu. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Hamama gitti, yüzüğünü en güvendiği karısının yanına bıraktı; şeytan ona geldi, Süleyman’ın şekline büründü, ondan mührü aldı. Süleyman çıkınca ondan mührü istedi, o da: Sana vermiştim, dedi. Süleyman kaçtı, şeytan da gelip mülkün üzerine oturdu. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Dördüncüsü: Hamama gitti, mührünü şeytana verdi, şeytan da onu denize attı. Böylece Süleyman’ın mülkü gitti, şeytan da onun suretine büründü. Bunu da Katâde, demiştir.

Şeytan kıssası da şöyledir:

Müfessirler şöyle anlatmışlardır: O mührü alınca denize attı, Süleyman'a benzedi, tahtının üzerine oturdu. Memleket meselelerine bakmaya başladı.

Süddi şöyle demiştir: Süleyman’ın yerinden kaçana kadar onu denize atmadı. Süleyman'ın kadınlarına gelir miydi?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunu yapamadı, bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Onlara adet günlerinde gelirdi; onlar da bundan hoşlanmadılar Bunu da Said b. Müseyyeb , demiştir. Birincisi doğrudur. Şöyle demişlerdir: Bozuk kararlar verirdi, câiz olmayan hükümler beyan ederdi. İsrâil oğulları bundan hoşlanmadılar, birbirlerine: Ya siz ölüsünüz ya da kralınız ölüdür, kadınlarına gidin, bunu sorun, dediler. Gittiler, kadınları da: Vallahi biz de onun bu halini beğenmiyoruz, dediler. Belâ zamanı geçinceye kadar o haline devam etti.

Şeytanın Süleyman'ın mülkünden nasıl uzaklaştığı hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Süleyman mührünü buldu, onu parmağına geçirdi. Sonra gelip şeytanın saçından yakaladı, bunu da Said b. Müseyyeh, demiştir.

İkincisi: Süleyman mülküne dönüp de rüzgar, kuşlar ve şeytanlar ona gelince, o şeytan kaçıp denize girdi. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Kırk gün geçince şeytan onun meclisinden uçup gitti, bunu da Vehh, demiştir.

Dördüncüsü: İsrâil oğulları onun halini beğenmeyince, gidip ona yakından baktılar, sonra Tevrat’ı açıp okudular; bunun üzerine şeytan önlerinden uçup gitti, kendini denize attı. Mühürde denize düştü, onu bir balık yuttu. Bunu da Süddi, demiştir.

Şeytanın ne kadar kaldığı hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Kırk gün, bunu da çoğunluk, demiştir.

İkincisi: On dört gün, bunu da Sa’lebî nakletmiştir.

Süleyman aleyhissclam’ın kıssası da şöyledir: Yüzük elinden gidince, mülkü de gitti, o da kaçıp uzaklaştı.

Mücâhid şöyle demiştir: Yiyecek isterdi, vermezlerdi: Eğer beni tantsaydınız bana yemek verirdiniz, ben Süleyman’ım, derdi. Onu kovarlardı. Sonunda bir kadın ona bir balık verdi, yüzüğünü onun karnında buldu.

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: Süleyman deniz kıyısına gitti, iki avcı buldu, çok balık avlamışlardı, bazı balıklar kokmuştu. Onlara gidip istedi, onlar da: Git şu balıklardan al, dediler, o da: Bana bundan vermeyin, dedi. Onlarsa dinlemediler. Bana verin, ben Süleyman’ım, dedi; onlardan bir adanı sıçrayıp ona sopa ile vurmaya başladı. O da gidip o kokmuş balıklardan birkaç tane aldı. Bir balığın karnını yardı, baktı ki, mührü.

Hasen şöyle demiştir: Bana anlatıldığına göre kimse onu evine almadı, kırk gün tanınmadı. Yoksul bir kadının yanına giderdi, bir gün nehir kenarında iken bir balık buldu, onu o kadına gelirdi. Kadın balığın karnını yarınca mühürle karşılaştı. Dahhnk da şöyle demişin: Bir kadından balık aldı, karnım yarınca mührünü buldu.

Mülkünden ne kadar uzak kaldığında da iki görüş vardır:

Birincisi: Kırk gündür, nitekim bunu Hasen’den zikretmiş bulunuyoruz.

İkincisi: Elli gündür, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Mührü parmağına geçirince, Allah ona heybetini ve mülkünü geri verdi. Kuşlar onu gölgeledi, hangi cin, kuş, taş ve ağaçla karşılaştı ise ona secde ettiler. Nihayet sarayına geldi.

Süddi şöyle demiştir: Sonra o şeytana adam gönderdi, gelirdiler, onu demir bir sandığa koymalarını buyurdu. Sonra onu içine koyup kilitledi. Mührü ile de mühürledi, sonra denize atılmasını emretti. O kıyamete kadar orada kalacaktır.

Vehb de şöyle demiştir: Bir kayayı oyup onu içine koydu, sonra da onu demir ve kurşunla bağladı, sonra da onu denize attı.

35

"Rabbim, beni bağışla. Bana öyle bir mülk lütfet ki, benden sonra kimseye layık olmasın. Şüphesiz sen, evet sen, çok lütufkârsın!” dedi.

"Vehebli mülken layenbeği li ehadin min badiye": Nail ile Ebû Amr badiye'nin yesiıti fetha ile okumuşlardır.

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra kimsede olmasın. Bunu Mukâtil ile Ebû Ubeyde, demişlerdir. Buhârî ve Müslim, Ebû Hureyre hadisinden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Cinlerden bir ifrit, gece bana tebelleş oidu, namazımı bozmak istedi. Allah bana imkan verdi, onu yakaladım, onu mescidin sütunlarından birine bağlamak istedim. Hepinizin onu görmesini arzu ettim. Sonra kardeşim Süleyman'ın:

"Bana öyle bir mülk lütfet ki, benden sonra kimseye nasip olmasın” sözünü hatırladım; onu rezil vaziyette bıraktım. 6

6 - Buhârî, Salat, bab, 75; Ahadisü'l - Enbiya, bab, 40; Tefsirü sûre Sad, bab, 38; Müslim, Mesacid, hadis no, 39; Ahmed, Müsned, 2/298.

İkincisi: Ben hayatta iken onu elimden almak kimseye nasip olmasın, nitekim tahtına oturan şeytan öyle yapmıştı. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. Neden böyle bir mülk istedi? Bağışlandığını bilmek ve duasını kabul etmekle Allah katındaki itibarını öğrenmek için. Bunu da Dahhâk, demiştir. Bu duayı ettiği zaman mülkünde rüzgarla şeytanlar yoktu.

"Fesehhama lehurriha": Ebû'l - Cevza, Ebû Cafer ve Ebû’l - Mütevekkil cemi sığasıyla "erriyaha” okumuşlardır.

36

Ona rüzgarı ram ettik (emrine verdik). İstediği yere emri ile yumuşakça akıp giderdi.

"Yumuşakça (ruhaen)”

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: itâat ederek, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen ile Dahhâk da böyle demişlerdir.

İkincisi: Hoş vaziyette, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Yumuşakça, bu da reahavetten alınmıştır, Bunu da dilciler, demişlerdir.

Eğer:

"Enbiya suresi, âyet: 81’de onu fırtına şeklinde niteledikten sonra burada nasıl böyle sıfatladı?” denilirse.

Cevap şöyledir;

Müfessirler şöyle demişlerdir: O bazen fırtınaya emrederdi, bazen de ılımlı esen rüzgara emrederdi.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: O istediği zaman şiddetlenir ve istediği zaman da yumuşardı.

"İstediği yere (haysü esab)": Yani hedeflediği ve arzuladığı yere demektir.

Esmaî şöyle demiştir: Araplar: Esabe fiilunün ossavabe feahtael cevabe (doğru düşündü, yanlış cevap verdi) derler.

37

Şeytanları, her yapıcı (bina ustası) ve dalgıcı da.

"Şeytanları da": Yani şeytanları da emrine verdik,

"bütün yapı ustalarını” ona istediği yapıyı yaparlardı,

"dalgıçları da": Denize dalar ona inci çıkarırlardı.

38

Zincirlere bağlanmış başkalarını da.

"Başkalarını da": Yanı diğerlerini ona müsahhar ettik, demektir ki, onlar da azılı şeytanlardır. Onları da emrinde çalıştırdı, onları küfürlerinden dolayı zincire vurdu.

Mukâtil şöyle demiştir: Onları demire bağladı. Biz de

"mukarranine filesladi"nin manasını İbrahim suresi, âyet: 49'da şerh etmiş idik.

39

Bu vergimizdir; artık ister ver yahut hesapsız tut (dedik).

"Bu vergimizdir":

Mana şöyledir: Ona: Bu vergimizdir, dedik.

İşaret edilen (verilen) şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O bütün verdikleridir.

"Artık ver veya tut": İstediğine mal ver, istemediğine verme.

Men (minnet): Sevabı beklenmeyen kimseye vermektir.

İkincisi: O emrine amade kılman şeytanlara işarettir,

Mana da şöyledir: İstediğine salarak ihsanda bulun, istediğini de emrinde tut. Her iki görüş de İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

"Hesapsız": Hasen şöyle demiştir: Sana dünyada da ahirette de sorgu yoktur.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Sana kıyamet gününde hesap yoktur. Kelâmda takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir ki, takdiri şöyledir: Bu hesapsız vergimizdir; artık ister ikram el, ister elinde tut.

40

Gerçekten onun için yanımızda elbette bir yakınlık ve dönüş güzelliği vardır.

41

Kulumuz Eyyub’u da an. Hani, Rabbine: "Şüphesiz bana şeytan bir yorgunluk ve bir azap dokundurdu” diye seslenmişti.

Bundan sonrasının tefsiri

"bana şeytan dokundurdu” kavline kadar şuralarda geçmiştir: Sebe’: 37; Ra'd: 29; Enbiya: 83. Şeytanın dokundurması da ona Mûsallat edilmesidir. Başına gelen şeytana nisbet edilmiştir.

"Binusbin": Çoğunluk nunun zammesi ve şadın sükunu ile okumuştur. Hasen, İbn Ebi Able, İbn Semeyfa, Cahderi ve Ya’kûb da ikisinin fethi ile okumuşlardır. Aralarında fark var mıdır?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Eşittir,

Ferrâ’ şöyle demiştir: Onlar rüşd ve reşed, udm ve adem, hüzn ve bazen gibidir, İbn Kuteybe ile Zeccâc da böyle demişlerdir.

Müfessirler; Nusubtan maruz kaldığı sıkıntı murat edilmiştir, demişlerdir.

İkincisi: Şadın sükunu ile nusb: Şer, harekeli olarak nuusub da: Bitkinliktir. Bunu da Ebû Ubeyde, demiştir.

Hazret-i Âişe, Mücâhid, Ebû İmran, Ebû Cafer, Şeybe, Ebû İmare de Hafs’tan rivayet ederek nunun ve şadın, ikisinin de zammı ile okumuşlardır. Ebû Abdurrahman es- Sülemi, Ebû'l - Cevza ve Hübeyre de Hafs’tan rivayet ederek nunun fethi ve şadın sükunu ile

"binasbin” okumuşlardır.

Azaptan ne kastedildiğinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O yakalandığı hastalıktır.

İkincisi: O malının ve evladının alınmasıdır.

42

"Ayağını yere vur, işte yıkanacak ve içecek soğuk bir” (su, dedik).

"Vur": Yani yere, demektir

"ayağınla": Rakettül ferese de bundan gelir. O da vurdu, bir su pınarı fışkırdı. Aziz ve celil olan Allah'ın

"işte yıkanacak ve içecek soğuk bir su” dediği budur.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Muğtesel, sudur, aypı zamanda yıkanılır da.

Hasen de şöyle demiştir: Ayağı ile vurdu, bir pınar kaynadı, onda yıkandı. Sonra kırk arşın kadar gitti, ayağını bir daha vurdu, bir pınar daha kaynadı, ondan da içti. Ulemanın çoğunluğu iki defa vurduğu, ondan da iki pınar kaynadığı; birinden yıkandığı, diğerinden de içtiği üzerindedir.

43

Ona bizden bir rahmet ve saf akıl sahipleri için bir öğüt olmak üzere ailesini de onlarla beraber bir mislini de bağışladık.

44

"Eline bir demet sap al; onunla (karına) vur ve yeminini bozma” (dedik). Gerçekten biz onu sabırlı bulduk. (O) ne güzel kııldu! Gerçekten o, (Rabbine) çok yönelen idi.

"Eline bir demet al": Eğer Allah şifa verirse karısına yüz değnek vuracağına yemin etmişti.

Bu yemin sebebinde de üç görüş vardır:

Birincisi: İblis, Eyyub’un karısının yoluna doktor kılığında oturdu, kadın ona:

"Ey Allah’ın kulu, burada derde müptela biri vardır, onu tedavi edebilir misin?” dedi. O da: İsterse ona şifa veririm, ancak iyileştiği zaman, sen şifa verdin demek şartıyla, dedi. O da gelip kocasına haber verdi, o da: O şeytandır, yemin olsun ki, eğer Allah bana şifa verirse, sana yüz değnek vururum, dedi. Bunu da Yûsuf b. Mihran, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: İblis kadınla karşılaştı: Bunu Eyyub'a yapan benim, ben yer ilâhsıyım, ondan aldıklarım elimdedir, gel, sana göstereyim, dedi. Onu biraz götürdü, sonra gözünü boyadı; ona derin bir vadi gösterdi; içinde Eyyub'un ailesi, çocukları ve malları vardı. Kadın gelip Eyyub’a haber verdi, o da: O şeytandır, yazıklar olsun sana, onun sözünü nasıl dinledin? Allah’a yemin ederim ki, eğer Allah bana şifa verirse, sana mutlaka yüz sopa vururum, dedi. Bunu da Vehb b. Münebbih, demiştir.

Üçüncüsü: İblis, Eyyub’un karısına bir kuzu getirdi: Bunu benim için boğazlasın, iyi olur dedi. O da bunu haber verdi, Eyyub da, ona sopa vuracağına yemin etti. Biz de bunu Enbiya suresi, âyet: 83’te Hasen’den zikretmiştik.

Dığs’a gelince:

Ferrâ’ şöyle demiştir: O, yaş ot gibi şeylerden yapılmış demektir. Şöyle de demiştir: Gövdesi üzere kalkar uzar da sen de onu toplarsan, işte o dığs'tır.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: O kürdan ve çöplerden oluşmuş bukettir,

Zeccâc da şöyle demiştir: O taze ot, kokulu bitkiler vb. gibi demettir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah onun karısını güzelce sabrettiği için mükafatlandırdı, onun dayağını kolaylaştırdı; Eyyub da yüz çöp topladı, yüz başak da denilmiştir, onun hasırotu olduğu, ayrık otu olduğu da söylenmiştir, üzerinde salkımlar olan üzüm dalı olduğu denilmiştir; onlarla bir defa vurdu, yemini yerine geldi. Bu ona has mıdır yoksa değil midir? Bunda da iki görüş varılır:

Birincisi: O geneldir; İbn Abbâs. Atâ’ b. Ebi Rebah ve İbn Ebi Leyla böyle demişlerdir.

İkincisi: O Eyyub’a hastır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Hüküm: Âlimler şunda ihtilaf etmişlerdir: Bir kimse kölesine yüz sopa vuracağına yemin etse de onları bir araya getirip hepsi ile birden vursa; Malik ile Leys b. Sa’d: Yemini bozulur, demişlerdir. Bizim arkadaşlarımız da böyle demişlerdir. Ebû Hanife ile Şâfiî de şöyle demişlerdir: Bir vuruşta hepsi değerse, yemini yerine gelir, delilleri de Eyyub aleyhisselam kıssasının genel oluşudur.

"Gerçekten biz onu sabırlı bulduk": Yani ona verdiğimiz belâya karşı sabırlı, demektir.

45

Eller ve gözler sahipleri kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u an.

"Vezkür ibadena": İbn Abbâs, Mücâhid, Humeyd, İbn Muhaysın ve İbn Kesir, İbrahim aleyhisselam'a işaret ederek

"abdena” okumuşlar; İshak ile Yakub'u da ona atfetmişlerdir; çünkü o asildir, onlarsa onun evladandır.

Mana da şöyledir: Onların sabırlarını an; İbrahim ateşe atıldı, İshak kurban edilmek istendi, Yakub gözünün gitmesine sabretti ve evladını kaybetmekle müptela oldu. İsmail'i onlarla saymadı, çünkü o, onlar gibi derde mübtela olmadı.

"Eller sahipleri"; Yani taatte kuvvet demektir,

"gözler” din ve ilimde basiret sahipleri demektir.

İbn Cerir şöyle demiştir: Ellerin zikredilmesi misaldir, şöyle ki, elle kavranılır, kavrama ile de fonksiyonların gücü bilinir. Bunun içindir ki, güçlü kimseye; El sahibi, denilmiştir. Gözden de kalp gözü kastedilmiştir. Eşya da onunla tanınır. İbn Mes’ûd, Ameş ve İbn Ebi Able her iki halde de yesiz olarak "ülil eydi” okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bunun iki izahı vardır:

Birincisi: Okuyucu

"eleydî” demek istemiş, yeyi atmıştır ki, bu doğrudur, meselâ elcevari ve elmünadi gibi.

İkincisi: Kuvvet ve desteklen gelmesidir, meselâ

"onu Ruhulkuds ile destekledik” (Bakara: 87) âyetinde olduğa gibi.

46

Gerçekten biz onları yurdu hatırlama hasletiyle halis kıldık.

"Gerçekten biz onları halis kıldık": Yani onları seçtik ve halis kimseler kıldık; özel bir hayır hasletiyle de tek kıldık. Sonra onu da:

"Yurdu hatırlama” diye açıkladı.

Burada yurttan murat edilen şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ahirettir.

İkincisi: Cennettir.

Zikra üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O zikirdendir, buna göre mana şöyle olur: Onları ahireti zikirle halis kıldık; onların başka zikri yoktur. Bunu da Mücâhid, Atâ’ ve Süddi, demişlerdir. Fudayl b. Iyad rahmetullahi aleyh şöyle derdi: O kalpte devamlı bulunan korkudur.

İkincisi: O hatırlatmadır,

Mana da şöyledir: Onlar insanları ahirete ve Allahü teâlâ’ya ibadete davet ederler. Bunu da Katâde, demiştir.

Nâfi,

"bihalisaıi zikreddar” şeklinde okumuş,

"halisaten"i "zikreddar'a muzaf etmiştir.

Ebû Ali şöyle demiştir: Tenvinli okuyanın iki şıkka ihtimali vardır:

Birincisi: "Zikra"nın

"halisaten"den bedel olması, takdir de şöyledir: Alılesnahüm bizikreddar.

İkincisi: Mananın şöyle olmasıdır: Alılesnahüm bien yezkünıddare bitteehhübi lİlâhireti vezhdiidi liddünya. Kim muzaf okursa

Mana şöyledir: Onları yurdu, korku ile zikretmede samimi oldukları için halis kıldık.

İbn Zeyd de şöyle demiştir: Onları cennetteki en üstün şeyle halis kıldık.

47

Gerçekten onlar elbette seçilmiş hayırlı kimselerdendir.

"Gerçekten onlar elbette katımızda seçilmiş kimselerdendir": Yani süzüp kirlerden temizlediğimiz seçkin kimselerdendir, demektir.

"Ahyar” da: Seçip beğendiğimiz kimseler demektir.

48

İsmail, Elyesa ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de iyilerdendir.

"İsmail, Elyesa ve Zülkifl’i de hatırla": Yani üstünlük ve sabırlarını hatırla ki, onların yoluna gidesin. Elyesa peygamberdir, yabancı bir isimdir. Onu da En’am: 85’te zikretmiştik. Zilkifl kıssasını da Enbiya suresi, âyet: 85’te şerh etmiştik. İsmail üzerinde de Bakara: 125’te konuşmuştuk. Mukâtil, bu İsmail’in, İbrahim’in oğlu İsmail olmadığını iddia etmiştir.

49

Bu bir zikirdir. Gerçekten müttakiler için elbette dönüş güzelliği vardır.

"Bu bir zikirdir": Yani ve yad-ı cemildir, sonsuza kadar onunla anılırlar.

"Gerçekten müttakiler için elbette dönüş güzelliği vardır": Yani ahirette oraya dönecekleri güzel yer vardır, demektir.

50

Kapıları onlar için açılmış Adn cennetleri (vardır).

51

Orada (koltuklara) yaslanırlar. Orada bir-çok meyve ve içecek isterler.

Sonra bunu açıklayıp şöyle dedi:

"Kapıları onlar için açılmış Adn cennetleri":

Ferrâ’ şöyle demiştir: El- ebvabu’nun merfu okunması mananın şöyle olmasındandır: Müfettehaten lehüm ebvabuha. Araplar elif lamı izafete bedel kılar, şöyle derler: Merertü alâ recülin hasenil ayni, kabihil enfi, mana şöyle demektir: Hasenetün aynuha, kabihün enfuhu (yüzü güzel, burnu çirkin bir adama rastladım). Şu âyette ondandır:

"Feinnel cehaime biyel me'va” (Naziat: 39). Mana: Me'vahu, demektir. Zeccâc da âyetin manası şöyledir, demiştir: Müfetteheten lehiimül ebvabu minha; bu durumda elif lâm tarif içindir, bedel için değildir.

İbn Cerir de şöyle demiştir: Kapıların açık olmasını zikretmenin faydası şudur: Aziz ve celil olan Allah o kapıların girenlerin eliyle değil de emriyle açıladığını haber vermiştir.

Hasen de şöyle demiştir: O kapılarla konuşulur; açıl, kapan, denir.

52

Yanlarında gözlerini (kocalarına) diken yaşıt (cennet kadınları) vardır.

"Orada gözlerini kocalarına diken kadınlar vardır": Bunun izahı da Saftat: 48'de geçmiştir.

Zeccâc şöyle demiştir: Etrab: Yaşıt, çok genç ve gayet güzel kadınlardır.

53

Bu, hesap günü için size va’dolunan şeydir.

54

Şüphesiz bu bizim rızkımızdır ki, onun için tükenme (diye bir şey) yoktur.

"Haza ma tuadun": Ebû Amr ile İbn Kesir, ye ile okumuşlar, diğerleri ise te ile okumuşlardır.

"Liyevmil hisab": Lâm "fi” manasınadır. Nefad ise: Bitip tükenmektir.

Süddi de şöyle demiştir: Cennet rızkından her alındıkça yerine yenisi gelir.

55

Bu (mü’minler içindir). Taşkınlar için elbette gidecek yerin en kötüsü vardır.

"Bu"- Mana; Bu zikrettiğimiz, demektir.

"Şüphesiz taşkınlar için": Yani kâfirler için

"elbette gidecek yerin kötüsü vardır": Sonra bunu

56

Cehennem. Ona girerler. Ne kötü yataktır!

57

Bu (azabı), evet onu tatsınlar (ki, o) kaynak su ve irindir.

"cehennem” sözü ile açıkladı. Mihad ise: Yataktır.

"Haza felyezukuhu": Ferrâ’, âyette takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir, demiştir: Haza hanıimün ve ğassakun felyezukuhu. İstersen hamimi söz başı yaparsın, sanki: Haza felyezukuhu, sonra da: Minhü hamimün ve minhü ğassakun, demiş gibi olursun. Tıpkı şairin şu sözü gibi:

Alaca karanlık yerini sabah aydınlığına bırakıp da

Sebzeden uzaklaşılınca, kiminin yatık, kiminin kesik olduğu görüldü.

Hamim ise kaynar sudur. Gassak’ta da iki lügat vardır: Hamze, Kisâi, Halef ve Hafs, şedde ile okumuşlardır. Amma yetesaelun: 25'te de öyledir. Mufaddal da Amme yetesaelun suresinde onları izlemiştir. Diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır.

Ğassak'ta dört görüş vardır:

Birincisi: O zemheri soğuğudur, bunu İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Mücâhid şöyle demiştir: Ğassak soğukluğundan tadılamayacak olan içecektir.

İkincisi: O cehennem halkının vücudundan akan sarı sudur, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Atıyye, Katâde ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: Gassak cehennemde bir pınardır ki, yılan, akrep vb. gibi bütün zehirlilerin zehri oraya akar. Orada birikir; adamı getirir içine daldırırlar, çıkar ki, derisi ve eli kemiklerinden soyulmuş. Elbisesini nasıl sürürse elini de öyle sürür. Bunu da Ka’b, demiştir.

Dördüncüsü: O, onların akan gözyaşlarıdır. Bunu da Süddi, demiştir.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Ğasakitl aynii velcürhu denir. Ben dilci şeyhimiz Ebû Mansur’un İbn Kuteybe'den naklen şöyle dediğini okudum: Ebû Ubeyde Kur’ân’da Arapça'dan başka kelime olmadığını söyler ve şöyle derdi: Bu tesadüfen iki dilde bulunan bir kelimedir. Başkası da şöyle derdi: Ğassak Türk dilinde soğuk ve kokmuş şey demektir. Bunun ğaseka yağsiku kökünden geldiği de söylenmiştir. Buna göre Arapça olur. Manasının da: Çok soğuk demek olduğu söylenmiştir. Cehennemliklerin gövdesinden akan İrindir, diyenler de olmuştur.

58

Daha o türden çift çift başka vardır.

"Veaharu": Ebû Amr ile Mufaddal, hemzenin zammı ve medsiz olarak "ve uharu” okumuşlar; çoğul olan ezvac’ın sıfatı olduğu için çoğul yapmışlardır. Diğerleri ise hemzenin fethi ve meddi ile tekil olarak okumuşlardır. Delil olarak şöyle demişlerdir: Araplar aksiyon halindeki isme az ve çok sıfat verirler.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Azabu fülanin durubun şetta ve daıbani muhtelifani, dersin. Eğer istersen ezvacı hamim, ğassak ve ahar'a sıfat yaparsın, onlar üç tanedirler. En iyisi onu birine sıfat yapmaktır.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim med ile "ve âharu” okursa, mana: Ve azabun âharu demektir.

"Min şeklihi” de: Birinci gibidir, demektir. Kim de "uharu” okursa, mana: Ve envaun uharu, demektir.

"Ezvac” da: Çeşit manasınadır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir:

"Min şeklihi” o çeşitten,

"ezvac” da sınıflar, demektir.

İbn Cerir de şöyle demiştir:

"Min şeklihi": Yani kaynar su türünden demektir.

İbn Mes’ûd da şöyle demiştir:

"Ve uharu min şeklihi": Zemheri soğuğudur.

Hasen de şöyle demiştir: Allahü teâlâ dünyada olan azabı zikredince,

"o türden başkası vardır” dedi, yani dünyada görülmemiş başkası vardır, demektir.

59

Bu, sizinle giren bir gruptur. Onlara hoş geldin yoktur. Çünkü onlar cehenneme girecekler.

"Bu bir gruptur": Bu, zebaniler küfürde ileri giden önderlere adamlarını getirdikleri zaman dedikleri sözdür. Şöyle de denilmiştir: Hayır, bu meleklerin arka arkaya cehenneme getirdikleri ümmetlere dedikleri sözdür. Fevc: Cehennemdeki grup demektir, çoğulu da: Efvac’tır. Muktehim ise: Bir şeyin içine kendini atarcasına giren manasınadır.

İbn Saib şöyle demiştir: Melekler onları demir topuzlarla döverler, onlar da kendilerini ateşin içine atarlar, o topuzlardan korktukları için onun içine zıplarlar. Melekler cehennemdekilere bunu deyince, onlar da: Onlara hoş geldin, yoktur, derler. Söz, bir tek kelâmmış gibi iç içe girmiştir. Aslında birincisi meleklerin, İkincisi cehennemliklerindir. Bunun bir benzerini de

"liyaleme enni lem ehunhu bilgeaybi” kavlinde açıklamıştık (Yûsuf: 52). Merhab ve ruhb genişliktir, mana da: Yerleri geniş olmasın, demektir. Araplar gelen bir kimseye: Lâ merhaben bik, derler ki: Dünya başına dar gelsin, demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Merhaba ve ehlen’in manası: Geniş yere, ailenin içine geldin, yabancılara değil. Artık rahat ol, canın sıkılmasın, demektir. Sehlen de: Düz yere geldin, engebeli yere değil, demektir. Bu dua yerinde kullanılır, nitekim; Lekıyte hayıen (hayır göresin) de böyledir.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Merhaben": "Rahubet biladtike merhaben ve sadefte merhaben kavli ile mensubtur. Bu mananın başına "lâ” getirilmiştir.

"Çünkü onlar cehenneme gireceklerdir": Yani bizim gibi onlar da girecek ve sıcağını çekecekler, demektir. Oradakiler da onlara:

60

Dediler:

"Hayır. Asıl size hoş geldin yok. Onu bize siz takdim ettiniz. O, ne kötü karargahtır!"

"Hayır. Asıl size hoş geldin yok. Onu bize siz takdim ettiniz, derler": Eğer biz: Bu, adamların, başkanlara sözüdür, dersek,

Mana şöyledir: Küfrü bize siz yaldızladınız, demek olur. Eğer: O sonraki giren topluluğun ilk giren topluluğa sözüdür, dersek, mana şöyle olur: Küfrü bize siz meşru kıldınız ve ilk öncemin siz haşlattınız; bizden önce de cehenneme girdiniz.

"Ne kötü karargahın-": Yani orası ne kötü karargah ve konaktır.

61

Dediler:

"Ey Rabbimiz, bize bunu kim takdim etti ise onun azabını ateşte bir kat artır!"

"Dediler: Rabbimiz, bize bunu kim takdim etti ise": Yani kim kanunlaştırıp meşru kıldı ise

"onun azabını ateşte bir kat artır": Bunu da A'raf: 38’de şerh etmiş idik.

Bunu diyenlerde iki görüş vardır:

Birincisi: O, bütün cehentıemdekilerin sözüdür, bunu da İbn Saib, demiştir.

İkincisi: Asların sözüdür, bunu da Mukâtil, demiştir.

62

Dediler: Kendilerini şerlilerden saydığımız birtakım adamları neden görmüyoruz?"

"Dediler” yani cehennemdekiler,

"kendilerini şerlilerden saydığımız birtakım adamları neden görmüyoruz?":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Ateşe girdikleri zaman bakarlar, dünyada kendilerine muhalefet eden mü’minleri görmezler; o zaman bunu derler.

Mücâhid de şöyle demiştir: Ebû Cehil cehennemde: "Suhayb nerede, Ammar nerede, Habbab’ın oğlu nerede, Bilal nerede?” der.

63

"Onları alaya almış mıydık yoksa gözler onlardan kaydı mı?"

"Ettehaznahüm sihriyyen": Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, haber tarzında kesintisiz olarak

"mineleşrarittehaznahüm” okumuşlardır ki, biz onları alaya aldık demektir. Bunlar hemzenin kesri ile başlarlar (ittehaznahüm). Diğerleri ise meftuh hemze-i kat’ ile istifham tarzında okumuşlardır. Bunlar da hemzenin fethi ile başlarlar.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu, şaşma ve azarlama manasına bir istifhamdır, mana da, onlar mü'minlere yaptıklarından dolayı kendilerini kınarlar, demektir.

"Sıhriyya” ise “sîn” in zammı ve kesri ile de okunur. Biz de bunu Mü’minun suresinin sonunda (âyet: 110‘da) şerh etmiş idik.

"Yoksa gözler onlardan kaydı mı?": Yani onlar cehennemde bizimle de biz onları görmüyor muyuz?

Ebû Ubeyde şöyle demiştir:

"Em” burada "bel” manasınadır.

64

Şüphesiz cehennem halkının bu çekişmesi elbette bir gerçektir.

"Şüphesiz bu haktır":

Zeccâc şöyle demiştir: Yani onlardan anlattığımız bu şey haktır, sonra da: O,

"ateş halkının çekişmesidir (tahâsumu)"; Ebû’l - Cevza, Ebeşşa'sa, Ebû Imran ve İbn Ebi Able, sadın ref'i ve mimin fethi ile

"tahasume” ve "ehli"nin lamının kesri ile okumuşlardır. Ebû Miclez, Ebû’l-Âliyye, Ebû'l-Mütevekkil ve İbn Semeyfa, şadın ve mimin fethi ve “Lâm” ın refi ile "tehasame ehlü” okumuşlardır.

65

De ki:

"Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve gâlib Allah’tan başka bir ilâh yoktur".

66

"Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcıdır"

67

De ki:

"Bu, büyük bir haberdir".

"Kul hüve neheün azim": Nebe': Haber demektir,

işaret edilen şey hususunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O Kur’ân’dır, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve cumhûr, demişlerdir.

İkincisi: Ölümden sonra dirilmedir, bunu da Katâde, demiştir.

68

"Sizse ondan yüz çevirenlersiniz".

"Sizse ondan yüz çeviriyorsunuz": Yani onun üzerinde düşünmüyorsunuz; o zaman peygamberliğimde doğru olduğumu bilirdiniz. Benim geçmişlerin kıssalarına ait getirdiğim haberler ancak vahiy iledir. Bu manaya da:

69

"En yüksek kuruldakiler çekişirlerken benim onlar hakkında bilgim yoktur".

"En yüksek kurulda olanlardan haberim yoktur” kavli delalet eder. Kuruldan melekler kastedilmiştir.

"Çekişirlerken” Âdem'in yaratılması hakkında, Allahü teâlâ:

"Şüphesiz ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği zaman (Bakara: 30).

Mana da şöyledir: Ben bunu ancak vahiy ile bildim.

70

"Bana ancak benim apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor".

"Bana vahyolunmuyor, ancak benim apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor": Yani benim ancak bir peygamber olduğumu bildiriyor, sizi uyarıyor ve ne yapacağınızı ve neden uzak duracağınızı size açıklıyorum.

71

Hani, Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben çamurdan bir insan yaratacağım” demişti.

72

"Onu düzenleyip de ona ruhumdan üfürdüğüm zaman ona secdeye kapanın".

73

Bütün melekler toptan secde ettiler.

74

Ancak İblis büyüklük tasladı. Kâfirlerden oldu.

"Hani Rabbin demişti": Bu,

"çekişiyorlar” kavline bağlıdır, aralarına

"in yuha” âyeti girmiştir.

İbn Abbâs şöyle demiştir: Onlar Âdem'in yaratılması üzerinde tartıştılar; Allahü teâlâ:

"Şüphesiz ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Bu çekişme aralarında bir münazara tarzında idi.

Münazaralarında da iki görüş vardır:

Birincisi: O da onların

"orada fesat çıkaracak birilerini mi yaratacaksın?” sözleridir (Bakara: 30).

İkincisi: Onların: Allah bizden daha kıymetli ve bizden daha bilgili birini yaratmaz, sözleridir. Bunu Hasen, demiştir. Bu da müfessirlerin çoğunun görüşüdür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Aziz ve celil olan Rabbimi gördüm, bana:

"Yüksek kurul neyi tartışıyor?” dedi. Ben de: Sen daha iyi bilirsin, ya Rabbi, dedim. O da şöyle dedi: Kefaretleri ve dereceleri tartışıyorlar; kefaretler: Soğuk sabah vakitlerinde abdesti tam almak, cemaatle namazlara gitmek, namazın ardından namazı beklemektir. Dereceler ise şunlardır: Selamı yaygınlaştırmak, yemek yedirmek, insanlar uyurlarken gece namaz kılmak. 7

7 - Hadisin Suyuti'nin er - Dürrü'l - Mensurunda çeşitli rivâyetleri vardır; İmam Ahmed de Müsned'de Muaz'dan rivayet edilen uzun bir hadiste (5/243) rivayet etmiştir.

75

"Ey İblis, iki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni ne men etti? Kibir mi tasladın yoksa yücelenlerden mi oldun?"

76

Dedi:

"Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın; onu ise çamurdan yarattın".

"Kibir mi tasladın?": Yani secde etmemekle kendin kibir mi gösterdin

"yoksa yücelenlerden mi oldun?": Yani kibir gösteren kimselerden olduğun için mi kibir gösteriyorsun?

77

Dedi:

"Çık oradan; çünkü sen kovuldun!"

"Çünkü sen kovuldun": Yani kınama ve lanetle kovuldun, demektir.

78

"Şüphesiz ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir".

79

Dedi: "Rabbim, diriltilecekleri güne kadar bana süre ver".

80

Dedi: "Şüphesiz sen süre verilenlerdensin".

81

"Bilinen vaktin gününe kadar".

“Bilinen vaktin gününe kadar": O da sura ilk üfürmedir. O da mahlukatın ölüm anıdır.

82

Dedi: "Senin gücüne yemin olsun ki, mutlaka onların hepsini azdıracağım".

83

"Ancak onlardan ihlaslı kulların hariç".

"Febiizzetike” yemindir, gücüne yemin olsun ki, demektir. Bu kıssada dokunmadıklarımız da A’raf: 12; Hicr: 34 vd. yerlerde zikredilmiştir.

84

Dedi:

"İşte bu gerçek. Ben de gerçeği söylerim".

"Kale felhakku velhakka ekul": Âsım - Hasnun’un Hübeyre’den rivâyeti hariç - Hamze, Halef ve Zeyd de Ya’kûb ’tan rivayet ederek birincide ref, İkincide nasb ile "felhakku velhakka” okumuşlardır. Bu da İbn Abbâs ile Mücâhid’ten rivayet edilmiştir.

İbn Abbâs da anlamında: Feenelhakku ve ekulul hakka (ben hakkım, hakkı da derim) demiştir.

Başkası da şöyle demiştir: Hakkın haberi mahzuftur, takdiri de: Elhakku minni (hak bendendir). Mahbub da Ebû Amr’dan rivayet ederek, ikisinde de ref' ile okumuştur.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim ikisini de ref' ederse, mana şöyle olur: Feenel hakku velhakku ekulu (ben hakkım, hakkı da derim).

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Kisâi, ikisinde de nasb ile okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Bu da: Hakkan leatiyenneke sözünle aynı manayadır. Elif “Lâm” ın bulunup bulunmaması birdir. Bu da: Hamelen lillâh sözün gibidir.

Mekki b. Ebi Talib de şöyle demiştir: Birinci hak, iğra yolu ile mensûb olmuştur: Yani ittebiül hakka vesmeu velzemul hakka (hakka sarılın) demektir. Onun yemin olarak mensûb olduğu da söylenmiştir; nitekim: Allahe leefalenne dersin ki, cer harfini attığın için nasp edersin, çünkü takdiri: Febilhakki, demektir. İkinci hakkın ise birinci gibi olması câizdir, o zaman tekit için tekrar edilmiş olur. Ekulu lâfzı ile mensûb olması da câizdir, sanki:

Veekulul hakka demiş gibi olur, İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Ebû Raca, Muaz el - Kari ve A’meş de kalın kesri ile "felhakkı", ikinci kafin nasbi ile de "velhakka” okumuşlardır. Ebû İmran el - Cevni de ikisinde de kesr ile okumuştur, Ebû'l - Mütevekkil, Ebû’l - Cevza ve Ebû Nehik, nasb ile "folhakka", ref ile de "vehlakku” okumuşlardır.

85

"Cehennemi senden ve onların içinden sana tabi olanlardan elbette kesinlikle dolduracağım".

"Cehennemi mutlaka senden dolduracağım": Yani kendinden ve zürriyelinden, demektir.

86

De ki: "Sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Ve ben zorlananlardan (zoraki davrananlardan) değilim.

"De ki: Sizden buna karşı bir ücret istemiyorum": Yani vahyi tebliğe karşı, demektir. "Ve ben zorlayanlardan değilim": Yani size nefsim tarafından gelmeye zorlanmıyorum (zoraki peygamber değilim); ancak size gelmeye emrolundum, Kur’ân’ı kendimden demedim, ancak bana vahyedildi.

87

O (Kur’ân) ancak âlemler için bir öğüttür.

"O” yani Kur’ân

"başka değil, ancak bir öğüttür” nasihattir,

"âlemler için".

88

Onun haberini elbette bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz".

"Kesinlikle bileceksiniz": Ey kâfirler,

"onun haberini” yani Kur’ân'ın doğruluk haberini, demektir.

"Bir zaman sonra":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Ölümden sonra.

İkincisi: Kıyamet gününde. Bu ikisi İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Birincisini Katâde, İkincisini İkrime, demiştir.

Üçüncüsü: Bedir savaşında, bunu da Süddi ile Mukâtil, demişlerdir.

İbn Saib şöyle demiştir: Kim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem galip gelinceye kadar yaşarsa, bunu bilir, kim de ölürse, ölümden sonra bilir. Bazı müfessirler de bu âyetin kılıç âyetiyle mensuh olduğunu söylemişlerdir ki, bir izah tarzı yoktur.

0 ﴿