59-HAŞR SÛRESİMedine’de inmiştir. 24 ayettir. Tamamı icma ile Medeni’dir. Müfessirler tamamının Nadiyr oğulları hakkında indiğini söylemişlerdir. İbn Abbâs bu sûreye "Nadiyr oğulları suresi” derdi. Kıssaları şöyledir: Tefsir ve siyer Âlimleri şöyle anlatmışlardır: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Küba mescidine çıktı, yanında da birkaç ashabı vardı. Orada namaz kıldı, sonra Nadiyr oğullarına gitti, bir diyet hususunda kendisine yardım etmelerini istedi. Aman verdiği iki adam öldürülmüştü, onları da Amr b. Ümeyye ed - Damri bilmeden öldürmüştü. Onlar da: Peki, dediler ve ona ihanet etmek istediler. Amr b. Cahhaş: Ben damın başına çıkar, onun üzerine bir kaya parçası atarım, dedi. Sellam b. Mişkem de: Yapmayın, aklınızdan geçen ona haber verilir, dedi. Haber Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaştı, o da hızlıca kalktı, Medine’ye yöneldi. Ashabı da arkasına düştüler: "Niçin kalktığını bilemedik?” dediler. O da: Yahudiler bana ihanet etmek istediler, bunu bana Allah bildirdi, ben de kalktım, dedi. Onlara Muhammed b. Mesleme’yi gönderdi: Benim memleketimden çıkın, benimle beraber oturmayın, mademki bana bunu yapmak istediniz, çıkın, size on gün süre verdim. Ondan sonra kim görülürse boynunu vururum, dedi. Onlar da hazırlanmak için birkaç gün kaldılar. Abdullah b. Übey onlara: Çıkmayın, yanımda kavmimden ve başkalarından iki b. adam vardır, Kurayza da size imdat eder, zaten Gatafanlılar da müttefiki - nizdir, diye haber gönderdi. Huyey b. Ahtab, İbn Übey’in dediklerine kandı; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Biz çıkmıyoruz, elinden geleni yap, dediler. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem tekbir getirdi, tekbirini duyan Müslümanlar da tekbir getirdiler. Kendisi: Yahudiler savaş açtı, dedi. Sonra ashabıyla birlikte üzerlerine yürüdü. Onu görünce ok ve taşlar alarak kalelerine çekildiler. Kurayzalılar onlara yardıma gelmedi, İbn Ubey ile müttefikleri Gatafanlılar da onları yalnız bıraktılar. Başkanları Ka'b b. lişref idi, Mekke'ye gitmiş, Resûlüllah’a karşı müşriklerle antlaşma yapmıştı. Allah bunu Resul'üne haber verdi; o da Muhammed b. Mesleme'yi gizlice ona gönderdi; o da onu öldürdü. Resûlüllah onları kuşattı, hurma ağaçlarını kesti: Onlar da: Ülkenden çıkıyoruz, dediler, boylere onları Medine’den sürdü. Bazıları Şam'a, bazıları da Hayber’e gittiler. Resûlüllah onların silâhlarını ve mallarını aldı; elli zırh, elli miğfer ve üç yüz kırk kılıç buldu. Tefsirine gelince: Bu sûrenin girişini Hadid: 1 ’de zikretmiştik. Bismillahirrahmanirrahim 1Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tesbih etti. O, mutlak galip, hikmet sahibidir. 2O ki, kitap ehlinden kâfirleri, ilk sürgün için yurtlarından çıkardı. Çıkacaklarını zannetmediniz. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını zannettiler. Allah onlara hesap etmedikleri yerden geldi ve kalplerine korku saldı. Evlerini kendi elleri ve mü’minlerin elleriyle harap ediyorlar. Ey basiret sahipleri, ibret alın. "O ki, kitap ehlinden kâfirleri çıkardı": Yani Nadiyr oğulları Yahudilerini, "yurtlarından” yanî evlerinden "ilk sürgün için": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: Onlar sürülüp yurtlarından ilk çıkarılan kimselerdir, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İbn Saib de şöyle demiştir: Onlar kitap ehlinden ilk sürülendir. İkincisi: Bu ilk sürgünleri idi, ikinci sürgün de kıyamette mahşere olacaktır. Bunu da Hasen, demiştir. İkrime de şöyle demiştir: Kim mahşer yerinin Şam olacağında şüphe ederse bu âyeti okusun. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara: Çıkın, dedi. Onlar da: "Nereye?” dediler. O da: Mahşer yerine, dedi. Üçüncüsü: Bu ilk sürgünleri idi, ikinci sürgün de onları doğudan batıya sürecek olan ateştir. Bunu da Katâde, demiştir. Dördüncüsü: Bu Medine’den ilk sürgünleri idi, ikinci sürgünleri de Ömer ben Hattab zamanında Hayber'den ve bütün Arap yarımadasından Ezruat ve Şam toprağından Eriha’yadır. "Zannetmediniz": Ey mü'minler "onların çıkacaklarını” yurtlarından, çünkü güçlü ve zapt edilmez idiler, kaleleri de sağlamdı. "Zannettiler": Yani Nadiyr oğulları kalelerinin kendilerini Allah’ın gücünden koruyacağını. "Allah da onlara hesap etmedikleri yerden geldi": Bu da şöyle oldu: Onları öldürmek ve sürmek için Peygamberini gönderdi; onlarsa bunun olacağını zannetmiyor ve akıllarına getirmiyorlardı. "Kalplerine korku saldı": Çünkü Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den korkuyorlardı. Reisleri Ka’b b. Eşrefin öldürülmesinden, diyenler de olmuştur. "Yuhribune buyutehüm bieydihim ve eydil mü’minin": Ebû Amr şedde ile "yuharribune” okumuş, kalanlar ise "yahribune” okumuşlardır. Aralarında fark var mıdır? Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: Şeddelinin manası: Yıkmak ve devirmektir, şeddesizin manası da: Çıkıp orayı harap ve muattal bırakmaktır. Bunu da İbn Cerir nakletmiştir. Ebû Amr’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben şeddeliyi tercih ettim; çünkü Nadıyr oğulları evlerini yıktılar, onu mamur bırakarak göçmek istemediler (geriye enkaz bırakmak istediler). İkincisi: İki kıraatin da manası birdir; tahrib ile İlırab lügatte aynı manadadır. Bunu da İbn Cerir, dilcilerden nakletmiştir. Evlerine ne yaptıkları hususunda müfessirlerin dört görüşleri vardır: Birincisi: Müslümanlar ne zaman evlerinden birini ele geçirdilerse savaş alanı genişlesin diye onu yıktılar, onlarsa duvarları deliyor bitişik evlere geçiyorlardı. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: Müslümanlar ne zaman onların kalelerinden birini yıktılarsa, onlar da Müslümanların yaptıkları şeyleri yıkıyorlardı. Bunu da Dahhâk, demiştir. Üçüncüsü: Onlar evlerinin ahşap, direk ve kapılarına bakıyor, evlerini yıkıyor, beğendiklerini söküp yanlarında götürüyorlardı. Mü'minler de kalanını yıkıyorlardı. Bunu da Zührî, demiştir. Dördüncüsü: Müslümanlar oturmasınlar diye kıskançlık ve ihtiraslarından dolayı onları tahrip ediyorlardı. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. "ibret alın ey basiret sahipleri": İbret almak: Bir şeylere bakıp o cinsten başka bir şeyi bilmek için gözden geçirmektir. "Ebsar” ise akıllardır, mana da: Başlarına geleni iyi düşünün, demektir. 3Eğer Allah onların üzerine sürgünü yazmasa idi, mutlaka onlara dünyada azap ederdi. Onlar için ahirette ateş azabı vardır. "Eğer Allah onlara yazmasa idi": Yani hükmetmese idi, "o sürgünü” o da vatanlarından çıkmaktır. Maverdi, çıkarmak ile sürmek arasında iki farktan bahsetmiştir: Birincisi: Sürmek: Aile ve çocukla beraber olandır. Çıkarmak ise: Aile ve çocuk kalmakla da olur. İkincisi: Sürmek ancak topluluk için olur, çıkarmak ise: Bir kişi için de topluluk için de olur. Mana da şöyledir: Eğer Allah onların çıkmalarına hükmetmese idi "mutlaka onlara dünyada azap ederdi” tıpkı Kurayzalılara yaptığı gibi. "Onlar için ahirette vardır” dünyada başlarina gelenlerin yanı sıra "ateş azabı vardır. Bu” yani başlarına gelenler "Allah’a karşı gelmelerindendir". Âyetin açıklaması da Enfal: 13 ile Muhammed: 32’de geçmiştir. Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Âyet şunu göstermektedir ki, savaşan düşmanla esir almadan, köle etmeden, cizye vermeden ve herhangi bir sorumluluk altına girmeden sulh yapmak câizdir. Eğer Müslümanlarda onlarla savaşma gücü olursa, bu hüküm mensuhlur; çünkü Allahü teâlâ ya teslim oluncaya veya cizye verinceye kadar onlarla savaşmayı emretmiştir. Bu hüküm ancak Müslümanlar aciz olur da onları İslâm’a girdirmeye veya zimmete sokmaya güçleri yetmezse câiz olur. O zaman yurtlarından gitmek şartı ile onlarla barış yapmak câizdir. Bu kıssada belli olmayan mal miktarı üzerinde onlarla sulh yapmanın câiz olduğuna da işaret vardır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlarla topraklarına, silâhlarına ve develerinin götüreceğinden başkasına karşılık olarak sulh yaptı ki, bu da meçhul idi (miktarı belli değildi). 4Sebebi şudur; çünkü onlar Allah’a ve Peygamberine karşı geldiler. Kim Allah’a karşı gelirse, şüphesiz Allah azabı çetin olandır. 5Hurma ağacından ne kestiniz yahut kökleri üzerine dikili bıraktınızsa, (hepsi) Allah’ın izni iledir. (Bir de bu), fasıkları perişan etmesi içindir. "Hurma ağacından ne kestinizse": İniş sebebi şöyledir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Nadıyr oğullarının hurmalarını yaktı ve kesti; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu Buhârî ile Müslim, İbn Ömer hadisinden çıkarmışlardır. 1 1 - Buhârî, Cihad, bab. 54; Mağazi, bab, 14; Tefsirü suretil Haşr, bab, 2; Müslim, Cihad, hadis no, 29-31; Ebû Dâvud, Cihad, bab, 83; İbn Mâce, Cihad, bab, 31; Ahmed, Müsned, 2/8, 52,80, 123. Müfessirler şöyle demişlerdir: Nadıyr oğulları hakkında bu âyet inince, kalelerine çekildiler, o da hurma ağaçlarının kesilmesini ve yakılmasını emretti. Onlar da telaşa kapıldılar: "Ya Muhammed, sen iyilik istediğini iddia ediyorsun, ağaçları kesmek ve hurma ağaçlarını kırmak iyilik midir? Sana indirilen âyetlerin arasında yeryüzünde fesat çıkarma var mıdır?” dediler. Bu Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e zor geldi, Müslümanlar da onların sözlerinden etkilendiler. Müslümanlar tartışmaya başladılar; bazıları: Kesmeyin, çünkü bu, Allah'ın bize ganimet olarak verdiği bir şeydir, dediler. Bazıları da: Hayır, keserek onları kızdınrız, dediler. Bunun üzerine kesmeyi men edenleri tasdik etmek ve kesmeyi helâl sayanların da günah işlemediklerini bildirmek üzere bu âyet indi. Ve kesmenin de yerinde bırakmanın da Allahü teâlâ'nın izni ile olduğunu haber verdi. "Liyne"den murat edilen şey hususunda da altı görüş vardır: Birincisi: O, acve dışında bütün hurmalardır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; İkrime, Katâde ve Ferrâ’ da böyle demişlerdir. İkincisi: O, hurma ve diğer ağaçlardır, bunu da Atâ’, İbn Abbâs tan rivayet etmiştir. Üçüncüsü: O acve ile berniyye dışında bütün hurma çeşitleridir, bunu da Zührî, Ebû Ubeyde ve İbn Kuteybe, demişlerdir. Zeccâc da şöyle demiştir: Medineliler berni ve acve dışında bütün hurma çeşitlerine (elvan, liyne) derler. "Liyne"nin aslı "livne "dir, vavsakin, makabli de meksuı olduğu için ya’ya kalb olmuştur. Dördüncüsü: O, bütün hurmalardır, bunu da Mücâhid, Atıyye ve İbn Zeyd, demişlerdir. İbn Cerir de, âyetin manası şöyledir, demiştir: Hurma çeşitlerinden ne kes tinizse. Beşincisi: O hurmanın iyisidir, bunu da Si'ıfyan, demiştir. Altıncısı: O bir çeşit hurmadır, meyvesine levn, denir. Gayet sarıdır, dışarıdan bakınca içindeki çekirdeği görünül. En beğendikleri meyveleri o idi. Bunu da Mukâtil, demiştir. Müslümanların kestiği hurmaların sayısında da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar altı hurma ağacı kesip yaktılar, bunu da Dahhâk, demiştir. İkincisi: Bir hurma yaktılar, bir tane de kestiler, bunu da İbn İshak demiştir. Üçüncüsü: Dört hurma ağacı kestiler, bunu da Mukâtil, demiştir. Allah'ın izni iledir. Yezid b. Human ile Mukâtil: Allah'ın emri iledir, demişlerdir. "Fasıkları perişan etmesi içindir": Yani Yahudileri. Onları perişan etmesi de: Mallarını Müslümanların istedikleri gibi kullanmasıdır, mana da şoyledır: Fasıkları perişan etmesi içindir, buna da izin verdi. Febiiznillahi kavli de bu atılan kısmı göstermektedir. 6Allah'ın, onlardan Peygamberine ganimet verdiği şeylere ne at ne de deve sürmediniz. Ancak Allah, Peygamberini dilediğinin üzerine Mûsallat eder. Allah her şeye kadirdir. "Allah’ın, Peygamberine ganimet verdiği şeylere": Yani Müslümanlara aktardığı mallara "onlardan” yani Nadıyr oğullarından "onlara ne at ne de deve sürmediniz": Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Iycaf: Acele etmek, koşturmaktır. Rikâb da: Develerdir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Vecefel feresii velhairü ve evceftuhıı denir ki, atı ve deveyi hızlı yürütmektir. Zeccâc da, âyetin manası şöyledir, demiştir: bunda sizin bir şeviniz yoktur; o sadece ve sadece Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'indir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Müslümanlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'den Nadıyr oğulları mallarının beşte birini istediler; bunun üzerine bu âyet indi; bunun onların savaşmaları sonucunda meydana gelen bir ganimet olmadığını; sadece Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in insiyatifi ile elde edildiğini, binaenaleyh ona ait olduğunu; onda istediği şeyi yapacağını bildirdi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de onu muhacirlere bölüştürdü, ondan ensara bir şey vermedi; ancak çok muhtaç durumda olan üç kişi hariç, onlar da Ebû Dücane, Sehl b. Huneyf ve Haris b. Sımme’dir. Sonra ganimetin hükmünü zikredip Allahü teâlâ şöyle dedi: 7Allah’ın kentler halkından Peygamberine ganimet olarak verdiği şeyler; Allah'a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara aittir; ta ki, (bu) içinizden zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın. Peygamber size ne verdi ise, onu alın; sizi neden men etti ise, ona da son verin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah azabı çetin olandır. "Allah’ın kentler halkından Peygamberine ganimet olarak verdiği şeyler": Yani kent kâfirlerinden alınan mallar "Allah’a aittir": Yani size istediğini emreder, demektir. "Peygamberine aittir” çünkü Allah ona helâl etmiştir. Biz de "akrabaları ve yetimleri” Enfal: 11'de zikretmiş; orada fey’ ile ganimet arasındaki farkı da belirtmiştik. Âlimler bu âyetin hükmünde ihtilaf etmişlerdir; bazıları burada fey’den maksat, Müslümanların kâfirlerden savaşta aldıkları mal olduğunu söylemişlerdir. Bunun İslâm’ın başlangıcında Allahü teâlâ’nın burada isimlerini saydığı sınıflara ait olduğunu bildirmiş; galiplere ve at koşturanlara olmadığını zikretmiştir. Sonra bu hüküm "bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şey” (Enfal: 41) âyetiyle neshedildi. Bu da Katâde ile Yezid b. Ruman’ın görüşleridir. Bazıları da şuna kail olmuşlardır ki, fey’: Müşriklerden at ve deve koşturmadan alınan mallardır; meselâ barış, cizye, öşür ve İslâm yurdunda mirasçısı olmayarak ölenin malı gibi. Bunlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında beşe bölünürdü; dördü Resûlüllah’ın idi ki, onu istediği gibi sarf ederdi. Kalan beşte bir de bu âyette zikredilenlere verilirdi. Âlimler Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in hissesinde ölümünden sonra nasıl yapılacağında Enfal: 41’de açıkladığımız şekilde ihtilaf etmişlerdir. Buna göre bu âyet fey’in hükmünü beyan etmiş, Enfal: 41 ’deki de ganimetin hükmünü beyan etmiş olur. Bu durumda da nesih söz konusu olmaz. "Olmaması için": Yani fey’in olmaması için "dolaşan bir şey (duvleten)": Duvle, halkın elinde dolaşan şeydir, Mana da şöyledir: Onu zenginler kendi aralarında dolaştırıp da fakirleri saf dışı etmesinler. Zeccâc da şöyle demiştir: Duvle, elde dolaşan şeye denir. Devlet ise, eylemdir, halden hale geçiştir. "Peygamber size ne verdi ise” ganimetten "onu alın", "sizi neden men etti ise” almaktan "ona da son verin": Bu ganimet hakkında inmiş ise de emrettiği ve yasakladığı her şey için geçeri idir. 8(Bunlar) yurtlarından ve mallarından çıkarılan fakir muhacirler içindir de. Onlar Allah'tan bir lütuf ve rıza istiyorlar. Allah'a ve Peygamberine yardım ediyorlar. İşte onlar, sadıkların ta kendileridir. Zeccâc şöyle demiştir: Sonra hakkı olan yoksulları zikretti, Allahü teâlâ şöyle buyurdu: "Bunlar yurtlarından çıkarılan fakir muhacirler içindir": Müfessirler, bundan muhacirler kastedilmiştir, demişlerdir. "Onlar Allah'tan bir lütuf isterler” yani kendilerine gelecek bir rızık isterler "ve rıza isterler": Rahlen de onlar hicret yurdu Medine’ye çıktıkları zaman onlardan razı olmuştur. "İşte onlar sadıkların ta kendileridir": İmanlarında sadık olanların. 9Onlardan önce o yurda ve imana yerleşenler de (ensar da), kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilenlerden içlerinde bir ihtiyaç bulmazlar / duymazlar. Kendilerinde ihtiyaç olsa da onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, murada erenlerin ta kendileridir. Sonra muhacirlere verilen ganimetten gönül hoşluğu ile feragat eden ensarı methetti, Allahü teâlâ şöyle dedi: "Yurt hazırlayanlar” yani hicret yurdu demektir ki, o da Medine’dir. "Kendilerinden önce iman” burada takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir. Onlardan yani muhacirlerden önce yurt ve iman hazırlayanlar. "İman” kelimesi mana itibarı ile değil de dış (lâfız) itibarı ile "dar’a” ma’tûftur. Çünkü iman hazırlanacak bir mekan değildir. Onun takdiri de: İmanı tercih ettiler, demektir. Muhacirlerin İslâma girişi ensardan öncedir, ensarın da Medine'ye yerleşmeleri muhacirlerden öncedir. Şöyle de denilmiştir: Kelâm zahirine göredir, Mana da şöyledir: Onlar hicretten önce yurt ve iman hazırladılar. "Kendilerine hicret edenleri severler” Çünkü onları evlerine ve mallarına ortak ettiler. "İçlerinde bir İhtiyaç duymazlar": Yani muhacirlere verilen şeylerden ötürü kin ve haset duymazlar, demektir. Onlara verilen şey hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Ganimet malıdır; daha önce zikrettiğimiz gibi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Nadıyr oğullarının mallarını muhacirlere taksim etti, ondan üç kişi dışında ensara bir şey vermedi. İkincisi: Fazilet ve önceliktir, bunu da Maverdi zikretmiştir. "Kendi nefislerine tercih ederler": Mallarını ve evlerini onlara verirler "kendilerinde ihtiyaç olsa da” yani fakir ve muhtaç olsalar da demektir. Allahü teâlâ onların tercihlerinin zenginlikten olmadığını beyan etmiştir. Bu Kelâmın inişinde de iki görüş vardır: Birincisi: Çok sıkışık olan bir adam Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi: Ya Resûlallah, açım, beni doyur, dedi. O da eşlerine haber gönderdi, "yanınızda yiyecek bir şey var mı?” dedi. Hepsi de: Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederiz ki, yanımızda sudan başka bir şey yok, dediler. O da: Yanımda sana bu akşam yedirecek bir şey yoktur, dedi, sonra da: "Bunu bu gece kim misafir ederse, Allah ona rahmet eder?” dedi. Bir adam kalktı: Ben, ya Resûlallah, dedi ve onu evine götürdü. Ailesine: Bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in misafiridir, ona ikram et, ondan hiçbir şey saklama, dedi. O da: Yanımızda sadece çocukların gıdası vardır, dedi. O da şöyle dedi: Kalk onları yemekten ovala, bir şey yemeden uyusunlar, sonra da kandili yak, misafir yemeğe başlayınca, sen kandili düzeltmek istermiş gibi kalk, kandili söndür ve gel; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in misafiri doyuncaya kadar biz çenemizi yalandan oynatalım, dedi. Kadın da öyle yaptı, misafir ikisinin de kendisiyle beraber yediğini zannetti, nihayet doydu; onlar ise aç yattılar. Sabah olunca ikisi de Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gittiler; onlara bakınca gülümsedi, sonra da Allahü teâlâ bu gece yaptığınızdan güldü veya hoşlandı, dedi. Allahü teâlâ "kendilerinde ihtiyaç olsa da başkalarını nefislerine tercih ederler” âyetini indirdi. Bunu Buhârî ile Müslim, Sahih’lerinde Ebû Hureyre’den rivayet etmişlerdir. 2 2- Buhârî, Menakıbu'l - Ensar, bab, 10; Müslim, Eşribe, hadis no, 172. Bazı ifadelerde: Misafir suffe cemaatinden, misafir eden de ensardan idi denilmiş, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de: "Gerçekten göktekiler sizin yaptığınıza hayran kaldılar, demiştir. İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından birine bir koyun başı hediye edildi, o da: falanca ve ailesi buna bizden daha muhtaçtırlar, dedi ve onu onlara gönderdi. O da bir başkasına gönderdi; yedi kapı dolaştıktan sonra tekrar ona geldi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da İbn Ömer demiştir. Bu kıssanın bir benzeri de Enes b. Malik’ten rivayet edilmiştir, o şöyle demiştir: Bir sahabiye pişmiş bir koyun kellesi hediye edildi, çok da muhtaçtı, onu bir komşusuna gönderdi, yedi kapı dolaştı, sonunda birinciye geri geldi. Bunun üzerine bu âyet indi. "Ve men yuka şuha nefsihi": İbn Semeyfa’ ile Ebû Recâ’ kafin şeddesi ile "ve men yuvakka” okumuşlardır. Müfessirler cimrilikten korunma: Allah’ın yasakladıklarından bir şey almama, vermesini emrettiği şeylerden birini de engellememedir, demişlerdir. Mana da şöyledir: Ensar ganimeti gönül hoşluğu ile muhacirlere terk ettiklerinden dolayı kendi nefislerinin cimriliğinden korunmuşlardır. Âlimler şuhh ve buhl arasında fark var mıdır yok mudur diye ihtilaf etmişlerdir: İbn Cerir: Şuhh Arap dilinde malın fazlasını vermemektir, demiştir. Ebû Süleyman Hattâbî de şöyle demiştir: Şuhh cimrilikten (buhldan) biraz daha sıkıdır; şuhh cins, cimrilik de tür gibidir. Cimrilik için genellikle şöyle denilir: O bazı mallarda ve özel şeylerde olur. Şuhh ise geneldir. O insanın karakter ve yaratılışı itibarı ile ayrılmaz sıfatıdır. Hattâbî de birinden şöyle dediğini nakletmiştir: Buhl: Malını esirgemektir, şuhh ise malını ve iyiliğini esirgemektir. Ebuşşa’sa şöyle rivayet etmiştir: Bir adam İbn Mes’ûd’a: Helak olmaktan korkuyorum, dedi. O da: "Neyin var?” dedi. Adam: Allahü teâlâ’nın "kim nefsinin cimriliğinden (şuh'dan) korunursa dediğini işitiyorum, ben ise böyle biriyim; neredeyse elimden bir şey çıkmıyor, dedi. O da: Allahü teâlâ’nın Kur’ân'da zikrettiği cimrilik o değildir; cimrilik (şuhh) din kardeşinin malını haksız yere yemektir; seninki ise buhldur, o da çok kötü bir şeydir, dedi. Enes b. Mâlik de Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kim zekâtı verir, misafiri ağırlar ve zor zamanlarda verirse, cimrilikten korunmuş olur. 3 3 - Suyuti, ed - Dürrül Mensur, Taberi, İbn Merduye ve Beyhakî'den. 10Kendilerinden sonra gelenler de. "Ey Rabbimiz, bizi ve imanda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. İman edenler için kalplerimizde kin kılma / bırakma. Şüphesiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin” derler. "Kendilerinden sonra gelenler": Yani kıyamete kadar tabiinler, demektir. Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Allah’ın, Peygamberine fey’ olarak verdiği Allah'a, Resûlüllah’a, o Müslümanlara ve onlardan sonra kıyamete kadar gelen ve ashabın yolundan ayrılmayan Müslümanlara aittir. Bunun delili de şudur: "Onlar ki, kendilerinden sonra geldiler": Yani geldiler ve "Rabbimiz, bizi ve kardeşlerimizi bağışla” dediler. Binaenaleyh kim Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına rahmet okur, kalbinde onlara karşı kin ve haset olmazsa, onun Müslümanların elde ettiği ganimette hissesi vardır. Kim de onlara söver, onlara merhamet etmez ve kalbinde de onlara karşı kin bulunursa, Allah ona kitabın açık hükmü ile Müslümanların ganimetinden hiçbir hak vermemiştir. Malik b. Enes radıyallahu anh’ten de: Kim Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabını küçük düşürür veya kalbinde onlara karşı kin ve nefret beslerse, onun Müslümanların ganimetinde hiçbir hakkı yoktur, dediği ve arkasından da bu âyetleri okuduğu rivayet edilmiştir. 11Münafıkları görmedin mi, kitap ehlinden kâfir kardeşlerine: "Yemin olsun, eğer siz çıkarılırsanız, elbette biz de sizinle beraber çıkarız, sizin hakkınızda hiçbir kimseye ebediyen itâat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, elbette size yardım ederiz” derler. Allah şahitlik eder ki, onlar elbette yalancılardır. “Münafıkları görmedin mi?": Yani Abdullah b. Übey ile arkadaşlarını, demektir. "Kardeşlerine derler": Din kardeşlerine, çünkü onlar da kendileri gibi kâfirdirler, onlar da Yahudilerdir. "Yemin olsun, eğer siz çıkarılırsanız.” Medine’den "yemin olsun, elbette biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin hakkınızda itâat etmeyiz” yani sizi yardımsız bırakmada "hiçbir kimseye ebediyen” Allahü teâlâ bu hususta "Allah şahitlik eder ki, onlar elbette yalancılardır” diyerek onları yalancı çıkardı. Sonra bunu takip eden âyetle de onların çıkma ve yardım etme vaatlarında durmayacaklarını bildirdi. Durum da Allahü teâlâ’nın dediği gibi oldu, çünkü onlar çıkarıldılar; münafıklar onlarla beraber çıkmadılar, savaşıldılar; onlara yardım etmediler. 12Yemin olsun, eğer çıkarılırlarsa, onlarla beraber çıkmazlar, eğer savaşılırsa, onlara yardım etmezler. Yemin olsun, eğer yardım ederlerse de mutlaka arkalarını dönerler. Sonra da yardım olunmazlar. "Yemin olsun, eğer yardım ederlerse” kavlinin manası: Eğer yardımları var farz edilirse, demektir. Çünkü Allah bu yardımın olmayacağını takdir etmiştir. Bu itibarla var olması câiz değildir. "Sonra da yardım olunmazlar” yani Nadıyr oğullarına yardım edilmez, demektir. 13Muhakkak siz onların göğüslerinde korkuca Allah’tan daha şiddetlisiniz. Bunun sebebi şudur; çünkü onlar bir anlamazlar topluluğudur. "Muhakkak siz daha şiddetlisiniz” yani siz mü’minleri kastediyor "korkuca onların göğüslerinde” bunlar hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar münafıklardır, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Nadıyr oğullarıdır, bunu da Ferrâ’, demiştir. 14Sizinle topluca savaşmazlar, ancak tahkim edilmiş köylerde yahut duvarların arkalarından savaşırlar. Savaşları kendi aralarında şiddetlidir. Onları toplu (birlik) sanırsın, oysa kalpleri dağınıktır. Bunun sebebi şudur; çünkü onlar bir akıl etmezler topluluğudur. "Sizinle topluca savaşmazlar": Bunlar hakkında da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu da çoğunluk, demiştir. İkincisi: Yahudilerle münafıklardır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Mana da şöyledir: Onlar sizinle açıktan savaşmazlar, ancak kalelere çekilerek savaşırlar "fi kuran ev min verai cüdür": İbn Kesir, Ebû Amr ve Eban, elifle "cidar” okumuşlar; Nâfi, İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi, cimin ve dalın zammı ile "cüdür” okumuşlar; Ebû Bekir es - Sıddik ile İbn Ebi Able, cimin ve dalın ikisinin de fethi ile "ceder” okumuşlar; Ömer b. Hattab, Muaviye ve Âsım el - Cahderi, cimin fethi ve dalın sükunu ile "cedr” okumuşlar; Ali b. Ebû Talib, Ebû Abdurrahman es - Sülemi, İkrime, Hasen, İbn Sîrin ve İbn Ya’mur, cimin zammı ve daim sükunu ile cüdr” okumuşlardır. "Savaşları kendi aralarında şiddetlidir": Kalelerin arkasında şiddetlidir, size çıktıklan zaman Allah’ın yara tıklanılın en korkağıdırlar. "Onları birlik sanırsın": Bunlarda da iki görüş vardır: Birincisi: Onlar Yahudilerle münafıklardır, bunu da Mukâtil, demiştir. İkincisi: Nadıyr oğullarıdır, bunu da Ferrâ’, demiştir. "Kalpleri dağınıktır": Zeccâc şöyle demiştir: Onlar ihtilaf halindeler, kalpleri bir değildir, toplu yüreklerle yardımlaşmazlar; çünkü Allahü teâlâ kendi taraftarlarına yardım eder, düşmanlarını ise yalnız bırakır. "Zalike (işte bu)": Yani dağınıklık "onların akıl etmez bir topluluk olmalarındandır” iyiliklerinin nerede olduğunu bilmezler. 15Onların hali kendilerine yakın (az önce), işlerinin vahim cezasını tadanların hali gibidir. Onlar için acıklı bir azap vardır. Sonra Allahü teâlâ Yahudilere bir misal getirip şöyle dedi: "Onların hali kendilerine yakın (az önce) kimselerin hali gibidir": Bunda da üç görüş vardır: Birincisi: Onlar Kaynuka oğullarıdır, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile barış yapmışlardı, sonra hiyanet ettiler, Müslümanlar da onları abluka altına aklilar, sonra da malları, kadınları ve çocukları kendilerinin olmak üzere verdiği hükmü kabul ettiler, Mana da şöyledir: Nadıyr oğulların hali kendilerine yapılan şeyde Kaynuka oğullarının hali gibidir. İkincisi: Onlar Bedir savaşındaki Kureyş kâfirleridir, bunu da Mücâhid, demiştir. Mana da şöyledir: Bu Yahudilerin hali kendilerinden az önceki müşriklerin hali gibidir. Çünkü Nadıyr oğulları savaşı ile Bedir gazası zaman itibarı ile birbirine yakın idi. Üçüncüsü: Onlar Kurayza oğullarıdır, Mana da şöyledir: Nadıyr oğullarının hali Kurayza oğullarının hali gibidir "işlerinin vahim cezasını tattılar": Şöyle ki, savaşanları öldürüldü, çocukları esir edildi. Bunlar da yurtlarından sürüldüler, işlerinin vebalini çektiler. "Onlar için acıklı bir azap vardır” ahirette. 16Şeytanın durumu gibi; hani insana: "Kâfir ol” demişti. O da kâfir olunca: "Şüphesiz ben, senden uzağım. Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım” demişti. Sonra Yahudi ve münafıklara birlikte bir misal getirip Allahü teâlâ şöyle dedi: "Şeytanın durumu gibi” Mana da şöyledir: Münafıkların Nadıyr oğullarını aldatmaları ve "eğer siz çıkarılırsanız elbette biz de sizinle beraber çıkarız, eğer sizinle savaşılırsa, elbette sizlere yardım ederiz, demeleri şeytanın misali gibidir: "Hani, insana "kâfir ol” demişti. Bunda da iki görüş vardır: Birincisi: O Allahü teâlâ’nın kâfirin şeytana uymasına getirdiği bir misaldir, bütün insanlar için geneldir. Bunu da Mücâhid, demiştir. İkincisi: O Allah’ın belli bir kimse için verdiği bir misaldir, müfessirlerin çoğunluğu bu görüştedirler. İşte kıssasının izahı şöyledir: Tefsirciler şöyle anlatmışlardır: İsrâil oğullarında Birsısa adında bir rahip vardı, ibadethanesinde kırk yıl ibadet etti, şeytan ona güç yetiremedi. Bir gün büyük şeytan İblis, azılı şeytanları topladı: "Birsıs’ın işini kim halledecek?” dedi. Peygamberlere Mûsallat olan Abyad adındaki şeytan: Onu ben hallederim, dedi. Rahip sıfatına girdi, onun ibadethanesine geldi; ona seslendi, rahip cevap vermedi. O ancak namazından on günde bir ayrılırdı. Ancak on günde bir oruç açardı. Abyad onun cevap vermediğini görünce o da ibadethanenin dibinde ibadete başladı. Birsıs namazını bitirince baktı, birinin ayakta hoş bir şekilde namaz kıldığını gördü, ona: "Bir şey mi istiyorsun?” diye seslendi. O da: Seninle beraber olmak, ilminden almak, edebinden öğrenmek ve seninle birlikte ibadet etmek istedim, dedi. Birsıs da: Ben meşgulüm, sana ayıracak vaktim yok deyip namazına döndü. Abyad da o da dönüp namaz kılmaya başladı. Birsıs kırk gün ona dönüp bakmadı. Sonra baktı, namaz kıldığını gördü. Aşırı çabasını görünce: "Bir ihtiyacın mı var?” dedi. O da aynı cevabı verdi. Ona izin verdi, o da yukarı çıktı; onunla beraber kırk günde bir iftar ederek namaz kıldı, ancak kırk günde bir namazdan ayrıldı. Belki fazla bile yaptı. Birsıs onun gayretini görünce çok beğendi, kendini küçümsedi. Aradan bir yıl geçince Abyad, Birsıs’a: Artık gideceğim, senden başka bir arkadaşım vardır, seni daha çok ibadet eden biri zannediyordum, biz seni daha başka duyuyorduk, dedi. Bu, Birsıs’ın ağırına gitti, ayrılmasını istemedi, Ona veda ederken Abyad: Bildiğim birkaç dua vardır, onları sana öğreteyim, Allah onlarla hastalara şifa verir, dertlilerin derdini hafifletir, dedi. Birsıs da: Ben o dereceye çıkmak istemiyorum; çünkü ben nefsimle meşgulüm; halk beni öyle bilirse, beni ibadetten alıkoyar, dedi. O da ısrar ederek ona duaları öğretti. Sonra da İblis’e gitti: Allah'a yemin ederim ki, adamın işini bitirdim, dedi. Abyad gitti; bir adama Mûsallat oldu, onu boğdu (boğazını sıktı), sonra da yalancı bir doktor suretinde adamın ailesine geldi: "Adamınızda delilik var, onu tedavi edeyim mi?” dedi. Onlar da: Peki, dediler. Onlara: Onun içine giren cine gücüm yetmiyor, ancak size dua edecek ve ona şifa verecek birini salıklayayım dedi. Onlar da kabul ettiler. Siz abit Birsıs’a gidin, o, ism-i azamı bilir, dedi. Onlar da ona gittiler; o da o kelimelerle dua etti, şeytan da ondan uzaklaştı. Abyad herkese bunu yapmaya başladı, sonra da onları Birsıs’a yolladı. İyi oluyor, şifa buluyorlardı. Aradan uzun zaman gedince İsrâil oğullarından bir kralın kızına gitti, kızın da üç erkek kardeşi vardı, kızı boğdu, sonra da onlara yalancı doktor suretinde gitti: "Onu tedavi edeyim mi?” dedi. Onlar da: Peki, dediler. O da: Bunun içine güç yetmez azgın bir şeytan girmiş, fakat ben sizi bir adama göndereyim, bunu onun yanına bırakırsınız, şeytanı geldiği zaman kız kardeşiniz için dua eder, dedi. Onlar da: "O kim?” dediler. Birsıs, dedi. "Hastamızı nasıl kabul eder? O çok meşgul büyük bir adamdır, dediler. O da: Kabul ederse ne a'lâ, eğer etmezse, onu hücresine koyar ve: Sana emanettir, dersiniz, dedi. Onlar da ona gittiler, o ise kabul etmedi; onlar da hastayı onun yanına bıraktılar. Bir rivayet de şöyledir: Onu o mağaraya bırakın, mağara rahibin ibadethanesinin yanındadır, dedi. Onlar da genç kızı oraya koydular. Şeytan rahibe geldi: Kızın yanına git, ona elini dokundur, şifa bulur, ailesine döner, dedi. O da indi, mağaranın kapısına yaklaşınca, şeytan kızın içine girdi, kız koşmaya başladı; düştü üstü açıldı. Abit ona baktı, onun kadar güzel birini görmemişti. Kendine sahip olamayıp ona saldırdı. Onun yanında yatıp kalkmaya başladı. Nihayet kız hamile kaldı. Şeytan rahibe: Ey Birsıs, yazıklar olsun sana, kendini rezil ettin; onu öldürüp de Tevbe etmek ister misin? Eğer sana sorarlarsa: Şeytanı geldi; onu götürdü, dersin, dedi. Bu fiti vere vere rahip sonunda kızı öldürüp toprağa gömdü. Sonra da ibadethanesine çekildi. Namazına devam etti. Kızın kardeşleri gelip onu sordular: "Ey Birsıs, kız kardeşimize ne yaptın?” dediler. O da: Şeytanı geldi onu götürdü, ben onu durduramadım, dedi. Onlar da inandılar, çekilip gittiler. Bir rivayette de şöyledir: Rahip: Ona dua ettim, Allah da ona sağlık ve afiyet verdi ve size gitti, dedi. Onlar da ayrılıp izini sürdüler. Akşam olunca şeytan büyük kardeşinin rüyasına girdi: Eyvahlar olsun size, rahip Birsısa kardeşine şöyle şöyle yaptı, onu filanca dağın filanca yerine gömdü, dedi. O da: Bu bir rüyadır, Birsıs bunu yapmayacak kadar büyük bir adamdır, dedi. Bu rüyayı üç gece üst üste gördü, aldırmadı. Şeytan aynı şekilde ortanca kardeşine de gitti, sonra da küçük kardeşe gitti. Küçük kardeş büyüklerine: Ben şöyle şöyle rüya gördüm, dedi. Ortanca da: Vallahi ben de gördüm, dedi. Büyükleri: Vallahi ben de gördüm, dedi. Birsıs’a geldiler; kız kardeşlerini sordular, o da: "Durumunu size bildirdim, beni suçlar gibisiniz?” dedi. Onlar da. Hayır vallahi, dediler, utanıp geri döndüler. Şeytan onlara geldi: Eyvahlar olsun size. Kız kardeşiniz filanca yerde gömülüdür, eteğinin ucu dışarıdadır, dedi. Oraya gittiler, eştiler, onu gördüler. Rahibe: Ey Allah'ın düşmanı, onu niçin öldürdün? İn aşağı, dediler; ibadethanesini yıktılar, sonra da onu bağladılar, boynuna bir ip geçirdiler. Sonra da onu sürükleyerek krala götürdüler. Orada suçunu itiraf etti. Çünkü şeytan ona göründü: Onu öldürüyorsun, sonra da reddediyorsun, dedi. O da itiraf etti. Kral onun öldürülüp asılmasını emretti. Abyad ona göründü: "Beni tanıyor musun?” dedi. O da: Hayır, dedi. O da: Ben sana o duaları öğreten arkadaşınım, yazıklar olsun sana, Allah’tan korkmadın, emanete hiyanet ettin. Allah'tan utanmadın mı? Bu yetmedi mi bir de ikrar edip kendini ve meslektaşlarını rezil ettin. Eğer bu hal üzere ölürsen bir daha iflah olmazsın, meslektaşların da iflah olmazlar, dedi. O da: "Ne yapayım?” dedi. O da: Bir konuda bana itâat et, ben de seni kurtarayım. Onların gözlerini boyar, seni zindandan çıkarırım, dedi. "Ne istiyorsun?” dedi. Abyad da: Bana secde edeceksin, dedi. O da secde etti. Abyad: İşte senden istediğim bu idi, akıbetin küfür (inkâr) oldu: "Şüphesiz ben senden uzağım” dedi. Sonra da rahip öldürüldü. Allah bu misali Yahudilere getirdi; çünkü münafıklar onları aldattı, sonra da teslim ettiler. "İnni ehafullah": İbn Kesir ile Ebû Amr, "inniye” şeklinde nasb ile okudular, diğerleri ise sükun ile okudular. Biz de manayı Enlal: 48’de açıklamıştık. 17İkisinin akibeti, onların ebedi kalıcılar olarak cehennemde kalmaları oldu. İşte zâlimlerin cezası budur! "İkisinin akibeti oldu": Yani şeytan ile o kâfirin akibeti, demektir. 18Ey o iman eden kimseler, Allah’tan korkun. Her nefis yarın için önden ne göndermişse ona baksın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. "Her nefis yarın için önden ne göndermişse ona baksın": Yani herkes önden ne gönderdiğine baksın; kendini kurtaracak iyi bir amel mi yoksa kendini helak edecek kötü bir amel mi gönderdiğine baksın, demektir. 19Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerine nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar, evet onlar fasıklardır. "Allah’ı unutanlar gibi olmayın": Yani emrini terk edenler gibi demektir. "Allah da kendilerine nefislerini unutturdu": Yani onlara nefislerinin yararlarını unutturdu; bu yüzden taatte bulunamadılar, önden bir hayır gönderemediler. İbn Abbâs: Kurayza, Nadıyr ve Kaynuka oğulları kastedilmiştir, demiştir. 20Cehennemin yaranları ile cennetin yaranları bir olmaz. Cennetin yaranları kurtulanlardır. 21Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirseydik, elbette onu Allah’ın korkusundan baş eğmiş, parçalanmış olarak görürdün. İşte bu misalleri insanlara veriyoruz, belki düşünürler. "Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirseydik": Allahü teâlâ Kur’ân'ın büyüklüğünü ve o kadar sert ve katı olan bir dağa insanoğluna verdiği gibi ona da ayrım gücü verseydi, sonra da Kur’ân’ı ona indirseydi, Allah’ın korkusundan ve Kur’ân’a saygıda Allah’ın hakkını eda edememe endişesinden paramparça olacağını bildirmektedir. "Hâşi’an” Baş eğen ve tevazu gösteren demektir. "Mutesaddi’” de: Yanları parçalanan demektir. Bu, Kur’ân’a hürmet göstemıeyen ve aklı ve fikri olduğu halde kalbine tesir etmeyen için kınamadır. Bunu da: "Bu misalleri insanlara veriyoruz ki, düşünsünler diye” kavli göstermektedir. Sonra da büyüklüğünü ve İlâhlığını haber verip şöyle dedi: 22Allah O zattır ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Görünmeyeni ve görüneni bilendir. O çok merhamet eden, çok merhamet edendir. "Allah O zattır ki, O’ndan başka ilâh yoktur". Zeccâc: "Huvallahu” kavli, sûrenin başındaki "göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih etti. O mutlak galip ve hikmet sahibidir” kavline bağlıdır, demiştir. Bu isimlere gelince: Allah, Rahman ve Rahim, Fatiha’da geçmiştir. "Görüneni ve görünmeyeni bilir” kavlinin manası da En’am; 83’, Melik'in manasını da Mü’minun suresi, âyet: 116’da zikretmiştik. 23Allah O'dur ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Mülkün sahibidir, kutsaldır, esenlik verendir, hıfz edendir, mutlak galiptir, istediğini yaptırandır ve en büyüktür. Allah onların şirk koştukları şeyden münezzehtir. "Kuddus": Ebû’l - Eşheb, Ebû Nehik ve Muaz el - Kari, kafin fethi ile "Kaddus” okumuşlardır. Ebû Süleyman Hattâbî de: Kuddus: Kusursuz, eş ve evlattan münezzeh demiştir. Kuds, temizlik manasınadır, Beytülmukaddes’e de bu mülahaza ile böyle denilmiştir. Manası da orada günahlardan temizlenilen yer demektir. Cennete de, dünya aletlerinden temizlendiği için: Haziretülkuds, denilmiştir. Kuds abdest alman kaptır. Fu’ul vezninde ancak Kuddus ve subbuh vardır. Bunlara kaddus ve sebbuh da denir. İsimlerde kıyas olan da budur; meselâ seffud (kebap şişi) ve kellub (kanca) gibi. Selam: İbn Kuteybe şöyle demiştir: Kendine selam demiştir; çünkü mahlukatta bulunan ayıp, kusur ve yok olma gibi şeylerden selamettedir. Hattâbî, manası şöyledir, demiştir: Selamet sahibidir. Selam Allah’ın sıfatı olarak, her türlü ayıplardan salim ve mahlukatta bulunan her çeşit afet ve kusurdan beri olan, demektir. Mahlukat zulmünden emin olandır da denilmiştir. "Mü’min"de de altı görüş vardır: Birincisi: O, insanlara zulüm etmekten ve O’na iman edenin azaptan emin olduğu kimsedir. Bunu da İbn Abbâs ile Mukâtil, demişlerdir. İkincisi: O, aman verendir, bunu da el - Kurazi, demiştir. Üçüncüsü: Kendini birleyen mü’minleri doğrulayan, demektir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Dördüncüsü: Kendini birleyendir, çünkü: "Allah kendinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti” (Al-i İmran: 18) demiştir. Bunu da Zeccâc, zikretmiştir. Beşincisi: O kullarına verdiği sözde duran demektir. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir. Altıncısı: Mü’min kullarının zannını doğru çıkaran ve umutlarını boşa çıkarmayan, demektir. Nitekim bir kudsi hadiste şöyle denilmiştir: "Ben kulumun bana olan zannına göreyim".4 4 - Uzun bir hadisin parçasıdır. Tamamı için bkz Buhârî ve Müslim. "Müheymin"de de dört görüş vardır: Birincisi: O şahittir, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve Kisâi, demişlerdir. Hattâbî de: "Ve müheyminen aleyhi” (Maide: 48) âyeti de bundandır, Allah yaratıklarının söz ve davranışlarına şahittir, demiştir. İkincisi: O emindir, bunu da Dahhâk, demiştir. Hattâbî de şöyle demiştir: Aslı: Müeymin’dir, hemze he'ye kalh edilmiştir; çünkü onlara göre he hemzeden daha hafiftir. Miîfeyil vezninde ancak üç kelime vardır: Mûsaytır, mübaytır ve müheymin. Biz de Tûr suresi âyet: 37’de bu kelimelerin beş olduğunu zikretmiştik. Üçüncüsü: Haber verdiği şeylerde doğnı söyleyen, demektir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Dördüncüsü: O eşyanın üzerinde gözcüdür, muhafizdır, bunu da Halil, demiştir. Hattâbî de şöyle demiştir: Bazı dilciler şöyle demişlerdir: Heymene: Bir şeyin başında durup onu gözetlemektir, şu beyiti delil getirmişlerdir: Bilin ki, insanların Peygamberinden sonra en hayırlısı, İyilikte ve kötülükte haklarına riayet edip onları kollayandır. Biz de bunu Maide: 48’de daha geniş olarak şerh etmiştik. Aziz’in manasını da Bakara: 129’da açıklamıştık. "Cebbar": Bunda da dört görüş vardır: Birincisi: O uludur, bunu da İbn Abbâs, demiştir. İkincisi: O insanlara istediğini yaptırandır, bunu da el - Kurazi ile Süddi, demişlerdir. Katâde de: Halka istediğini yaptırandır, demiştir. Hattâbî de şöyle nakletmiştir: Mahlukatı emir ve yasaklarına zorlayandır. Ceberelıus sultanu ve ecberehu denir ki: Hükümdar halkı zorladı, demektir. Üçüncüsü: O halkın ihtiyacını gören ve geçim ve rızık sebeplerini temin eden demektir. Dördüncüsü: O halkının üzerine çıkan demektir. Tecebberen nebatü kavlinden gelir ki: Bitki uzayıp yükselmektir. Bu iki görüşü Hattâbî zikretmiştir. "Mütekebbir": Bunda da beş görüş vardır: Birincisi: Bütün kötülüklerden uzak, bunu da Katâde, demiştir. İkincisi: Kullarına zulmetmekten uzak, bunu da Zeccâc, demiştir. Üçüncüsü: Azamet ve mülk sahibidir, bunu da İbn Enbari, demiştir. Dördüncüsü: Mahlukatın sıfatlarından yücedir. Beşincisi: Azametini bölüşmek isteyen kullarına karşı uludur, onların bellerini kırar. Bu ikisini Hattâbî zikretmiştir. Ve şöyle demiştir: Mütekebbir’deki te, teklik ve özellik te'sidir, çünkü ululuğa yeltenmek malılukatından hiçbirine layık değildir; kula yaraşan zillet ve alçak gönüllülüktür. Şöyle de denilmiştir: Mütekebbir, kibriya'dan gelir ki, o da Allah’ın ululuğudur, halk için kötü olan kibirden gelmemektedir. Halik: Hattâbî şöyle demiştir: O, mahlukatı ilk baştan örneksiz yaratandır. Halk (yaratma) insanların sıfatı olunca, şair Züheyr'in şu beytindeki manayadır: Sen düşündüğünü karara geçirirsin, Bazıları ise düşünür, fakat karara geçiremez. Demek ki, halk, düşündüğünü uygulayan demekmiş. Bari de: Halik manasınadır. Bereallahul halka yebreuhum denir ki: Allah mahlukatı yaratü, demektir. Mûsavvir: Bu da insanları tanışmaları için değişik suretlerde yaralan, suret veren demektir. Suret vermek de: Çizmek ve şekillendirmektir. Hasen, Ebû’l - Cevza, Ebû İmran ve İbn Semeyfa’, vavın ve ra’nın ikisinin de fethi ile, el - Bariül Mûsavver okumuşlardır ki, Âdem aleyhisselam’a suret veren demektir. Bundan sonrasının açıklaması da A’raf: 180 ile İsra: 110’da geçmiştir. |
﴾ 0 ﴿