76-İNSAN SÛRESİ

Medine'de inmiştir. 31 ayettir.

Hel eta suresi, buna: Dehr suresi de denir.

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onun hepsi Medenî’dir, bunu da içlerinde Mücâhid ile Katâde olmak üzere cumhûr, demiştir.

İkincisi: Mekki’dir, bunu da İbn Yesar ile Mukâtil demişlerdir, İbn Abbâs’tan da nakledilmiştir.

Üçüncüsü: Onda Mekki de Medeni de vardır.

Sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Ondan Mekki olan:

"Vela tutı’ minhüm asimen ev kefura” kısmıdır, kalanı Medeni’dir. Bunu da Hasen ile İkrime, demişlerdir.

İkincisi: Onun:

"Inna nahnu nezzelna aleykel kura’ane” (İnsan: 24) kavline kadar olan kısmı Medeni’dir. Bu Âyetten sonuna kadar olan da Mekki’dir. Bunu da Maverdi aktarmıştır.

Bismillahirrahmanirrahim

1

Gerçekten insanın üzerine uzun devirden bir zaman geçti ki, anılır şey değildi.

"Hel ela": Ferrâ’, manası: Kad eta şeklindedir, demiştir,

"hel” haber de olur, inkâr da olur; burada ise haber içindir; çünkü sen: Hel vaaztiike (sana öğüt verdim mi)? Hel a’taylüke (sana (mal) verdim mi?) yani verdim, dersin ve bunu yaptığını ona ikrar ettirirsin. İnkâr da şöyledir: Hel yakdirü ahadiin alâ misli hâza (bir kimse böyle yapabilir mi)?” Bu da müfessirlerle dilcilerin görüşüdür.

Bu insanda da iki görüş vardır:

Birincisi: O Âdem aleyhisselam’dır. Üzerinden geçen zaman da kırk yıldır. O çamurdan tasvir edilmiş, ona ruh üfürülmemişti. Bu da cumhûrun görüşüdür.

İkincisi: O bütün insanlardır, İbn Abbâs ile İbn Cüreyc’ten rivayet edilmiştir. Bura göre insan cins ismi olur, zaman da onun meni, kan pıhtısı ve bir çiğnem et devreleri olur.

"Anılır bir şey değildi":

Mana şöyledir: O, bir şey idi, ancak anılır değildi.

2

Gerçekten biz insanı karışık meniden yarattık. Onu deniyoruz. Onu işiten ve gören kıldık.

"Gerçekten biz insanı yarattık": Yani âdemoğlunu,

"karışık meniden":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Emşac, karışık manasınadır, meşectühu fehüve meşicün denir, maksat: Kadının suyunun erkeğin suyu ile karışmasıdır.

"Onu deniyoruz": Ferrâ’, bu başta ise de manası sonradır, çünkü mana şöyledir, demiştir: Onu yarattık ve onu denemek için işitir ve görür kıldık.

Zeccâc da, mana şöyledir, demiştir: Onu böyle kıldık ki, onu deneyelim.

3

Gerçekten biz ona yolu gösterdik; ya şükredendir yahut nankördür.

"Gerçekten biz ona yolu gösterdik": Yani biz, onun gözleri önüne deliller getirmek ve peygamber göndermekle ona doğru yolu gösterdik.

"Ya şükredendir” yani onu ya şükreder olarak yarattık

"yahut inkâr eden":

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Şükretse de inkâr etse de biz ona yolu gösterdik.

4

Gerçekten biz, kâfirler için zincirler, bukağılar ve çılgın ateş hazırladık.

"İnna a’tedna lilkafirine selasilen":

İbn Kesir, İbn Âmir ve Hamze, tenvinsiz olarak "selasile” okumuşlar ve elifle (selasila) vakfetmişlerdir. Ebû Amr da elifle vasletmiştir (durmadığı zaman elifle okumuştur). Dilci Mekki b. Fini lalib şöyle demiştir: "Selasile” ve "kavarira” aslında gayri munsariftir. Onu munsarif yapan kurralar, bazı Araplara uymuşlardır. Şöyle de denilmiştir: Onu munsarif yapması Kur’ân'da elifle geçmesi ildendir, Kur’ân yazısına bağlı kalarak onu munsarif okumuştur.

Mukâtil de şöyle demiştir: Selasil (zincirler) boyunlarında, ağlal (bukağılar) da ellerindedir. Bizde

"saiyr

"in manasını Nisa: 10’da şerh etmiştik.

5

Şüphesiz iyiler katkısı kâfur dolu bir bardaktan içerler.

"İnnel ebrare": Tekili: Berr ve bârr’dır, onlar da doğru kimselerdir. İtâat edenler de denilmiştir. Hasen de: Onlar karıncayı incitmeyenlerdir, demiştir.

"Dolu bardaktan içerler": Yani içinde şarap olan bir bardaktan içerler, demektir.

"Onun katkısı": Yani bardağın katkısı

"kâfurdur":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O bilinen kâfurdur, bunu da Mücâhid ile Mukâtil, demişlerdir. Buna göre kâfurdan üç şey murat edilmiştir:

Birincisi: Soğukluğudur, bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Kokusudur, bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Tadıdır, bunu da Süddi, demiştir.

İkincisi: O cennette bir pınarın adıdır, bunu da Atâ’ ile İbn Saib, demişlerdir.

Üçüncüsü:

Mana şöyledir: Katkısı kâfur gibidir, çünkü kokusu o kadar hoştur. Bunu Ferrâ’ ile Zeccâc câiz görmüşlerdir.

6

O bir pınardır ki, onu Allah'ın kulları içerler. Onu patlatmakla patlatırlar.

"Aynen": Ferrâ’, o kâfur'u tefsir etmektedir, demiştir. Ahfeş de o manaya göre mensubtur ki, a’ni aynen demiştir.

Zeccâc ise: En iyisi, mananın: Min aynin olmasıdır, demiştir (min atılmış, mensûb olmuştur. Mütercim).

"Yeşrebu biha":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Yeşrebü minha, demektir.

İkincisi: Yeşrebu biha, demektir ki, be zait olur.

Üçüncüsü: Allah’ın kulları cennet şarabını onunla içerler, şaraba karıştırırlar, demektir.

Bu pınarda da iki görüş vardır:

Birincisi: O daha önce zikredilen kâfurdur.

İkincisi: Tesnim’dir.

"Allah'ın kulları” burada onlar Allah’ın dostlarıdır.

"Onu patlatmakla patlatırlar":

Mücâhid şöyle demiştir: Onu cennetten istedikleri yere akıtırlar.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Cennet halkından biri isterse onu kendisi için dilediği yere akıtır.

7

Onlar adağı yerine getirir ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar.

"Yufıme binnezri":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Burada gizli bir fiil vardır, o da: "Kâmı” (idiler, adaklarını yerine getirir idiler).

Bunda iki görüş vardır:

Birincisi: Allah'a itâat hususunda adak ettikleri zaman onu yerine getirirler, bunu da Mücâhid ile İkrime, demişlerdir.

İkincisi: Allah’ın onlara farz ettiği şeyleri yerine getirirler, bunu da Katâde, demiştir. Nezr’in lügat manası: Vacip kılmaktır, manadaşöyledir: Üzerlerine vacip olan şeyi yerine getirirler.

"Ve yehafüne yevman kane şerruhu müstetıyra":

İbn Abbâs: Müstetıyr, açık, manasınadır, demiştir.

İbn Kuteybe de: Açık ve yaygın, demiştir. Istetarel lıarikıı: Yangın yayıldı, demektir. İstelaı el fecıii de şalağın ışığı yayılmaktır. Şahit olarak şair A’şa’nın şu beyitini getirmişlerdir:

(O kadın) ayrıldı, gönülde ayrılığından dolayı

Geniş bir çatlak bıraktı.

Mukâtil de şöyle demiştir: Onun şerri göklerde yayıldı; o yüzden gök yarıldı, yıldızlar döküldü, melekler korktu, ayla güneş dürüldü, dağlar savruldu, sular yerin dibine çekildi, yeryüzündeki her şey ve yapılar devrildi, kıyamet gününün şerri yerde ve gökte yayıldı.

8

Sevgisine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.

"Sevgisine rağmen yemeği yedirirler": Kimler hakkında indiğinde iki görüş üzerinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Ali b. Ebû Talib hakkında indi, o hurma ağaçlarını sulamak için bir gece bir miktar arpa karşılığında sabaha kadar ücretle çalıştı. Arpayı alınca üçte birini öğüttü, yemek için ondan bir şeyler yaptılar; yemek pişince bir yoksul geldi, çıkarıp ona verdiler. Sonra ikinci üçte birini yaptı, bir yetim gelince, onu da ona yedirdiler. Sonra kalan üçte birini yaptı; tam olunca müşriklerden bir esir geldi, onu da ona yedirdiler; kendileri ise aç karnına yattılar. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O Ebuddahdah el - Ensari hakkında indi, bir gün oruç tuttu, iftar etmek istediği zaman bir yoksul, bir yetim ve bir esir geldi; onlara üç ekmek yedirdiler, kendi ve ailesi için de bir tek ekmek kaldı; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Mukâtil, demiştir.

"Alâ hubbihi (sevgisine rağmen)":

“He” zamirinin mercii hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Yemeğe râcîdir; sanki onlar ihtiyaçları olduğu halde başkalarını nefislerine tercih etmiş gibi oldular. Bu da İbn Abbâs, Mücâhid, Zeccâc ve cumhûrun görüşleridir.

İkincisi: Allahü teâlâ’ya râcîdir, bunu da ed - Darani, demiştir. Miskin ile yetimin manası da Bakara: 83’te geçmiştir.

Esir hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: O ehl-i kıbleden tutuklu kimsedir, bunu da Atâ’, Mücâhid ve İbn Cübeyr, demişlerdir.

İkincisi: O şirk koşan esirdir, bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Kadındır. Bunu da Ebû Hamze es - Sümali, demiştir.

Dördüncüsü: Köledir, bunu da Maverdi zikretmiştir.

Bir müfessir: Bu âyet müşrik esire yemek yedirmeyi methetmiş, fakat bu kılıç âyetiyle neslıedilıniştir, demiştir ki, bu görüş hiçbir şey değildir. Çünkü esire yemek yedirmede sevap vardır. Bu da nafile sadakaya göredir. Farzın ise kâfirlere verilmesi câiz değildir. Bunu da kadı Ebû Ya’lâ, demiştir.

9

"Sizi ancak Allah rızası için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz” (derler).

"Sizi ancak Allah rızası için yediriyoruz": Yani Allah’ın vereceği sevap için, demektir. Mücâhid ile İbn Cübeyr şöyle demişlerdir: Onlar bunu konuşmadılar, ancak Allah kalplerindekini bilerek onları methetti ki, başkaları da özensinler de onlar da yapsınlar.

"Sizden bir karşılık beklemiyoruz": Yani fiille beklemiyoruz

"teşekkür de beklemiyoruz” sözle de beklemiyoruz.

10

"Gerçekten biz Rabbimizden, asık suratlı pek çetin bir günden korkuyoruz".

"İnna nehafu min rabbine yevmen": Biz o gündeki şeylerden Rabbimizden korkarız.

"Abusen":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: O günde kaşlar çatılır. Bunu günün sıfatı yaptı, tıpkı  

"fi yevmin asıf” (İbrahim: 18) kavlinde olduğu gibi ki, fırtınalı günde demektir.

"Kamtarir” lâfzına gelince, İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan: Onun uzun manasına geldiğini rivayet etmiştir. El -Avfi de ondan: Kaşları çatık manasına olduğunu rivayet etmiştir. Buna göre gün lâfzı, onda cereyan eden şeyle nitelenmiş olur, nitekim

"abus"ta da aynısını söylemiştik; çünkü gün, kaşlarını çatmakla nitelenmez. Mücâhid ile

Katâde de şöyle demişlerdir: Kamtarir, yüzü buruşturan, hayatı götüren ve yüzü çirkinleştiren gün demektir.

Ferrâ’ da:

Şiddetli, demiştir; yevmun kamtarir ve yevmun kumatır, denir. Biri bana şöyle bir beyit aktardı:

Amcaoğulları, o şiddetli ve ağır günde,

Size nasıl belâ kesildiğimizi hatırlıyor musunuz?

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Abus, kamtarir, kumatır, asiyb ve asabsab; Şiddetli ve belalı en uzun günler demektir.

11

Allah da onları o günün şerrinden korudu ve onlara parlaklık ve bir sevinç verdi.

"Allah da onları o günün şerrinden korudu": Dünyada itâat ettikleri için

“ve onlara parlaklık verdi": Yani yüzlerine güzellik ve aklık verdi

"ve bir sevinç verdi": Kesintisiz.

Hasen de şöyle demiştir: Parlaklık yüzlerde, sevinç de kalplerde olur.

12

Onları, sabrettikleri şeye karşılık cennet ve ipekle mükafatlandırdı.

"Onları, sabrettikleri şeye karşılık mükafatlandırdı": Taatini yaptıkları, masiyetinden kaçtıkları için

"cennet ve ipekle” o da cennet halkının giysisidir.

13

Orada koltuklara kurulmuşlar. Orada ne güneş ne de zemheri (soğuğu) görmezler.

"Müttekiine (kurulmuş olarak)":

Zeccâc şöyle demiştir: O hâl olarak mensubtur, yani onları yaslandıkları vaziyetle cennetle mükafatlandırdı, demektir. Biz de bunu Kehl: 31 'de şeıb etmiştik.

"Orada güneş de görmezler” ki, sıcağından rahatsız olsunlar,

"zemheri de": O da şiddetli soğuktur,

Mana da şöyledir: Orada soğuk da sıcak da görmezler. Sa’leb’den: Zemherir, aydır, dediği rivayet edilmiş ve şunu delil getirmiştir:

Nice zifiri geceleri ben geçirdim

Ay da doğmamıştı.

14

Gölgeleri onlara yakın ve meyveleri boyun eğdirilmekle boyun eğdirilmiştir.

"Daniyeten (yakın)": Ferrâ’, mana şöyledir, demiştir: Onları cennetle mükafatlandırdı;

"gölgeleri onlara yakın": Yani ağaçlarının gölgeleri onlara yakındır, demektir.

"Meyveleri de boyun eğdirildikçe eğdirilmiştir":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Biri onun meyvelerinden almak istediği zaman dallar ona eli yetecek kadar yaklaşır. Başkası da şöyle demiştir: İstedikleri şekilde boyun eğdirilmiştir; ona ayakta, oturarak ve yaslanarak uzanırlar.

"Kutufuha daniyeh” (Hakka: 23) âyeti de böyledir.

15

Üzerlerinde (etraflarında) gümüşten bir kapla ve billur kupalarla dolaşılır.

"Ekvab"ı da Zuhruf: 71 ’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Billur oldu": Yani o kupalar billurdur, fakat gümüştür,

İbn Abbâs şöyle demiştir: Dünya gümüşü dövülse de sinek kanadı gibi incellilse, yine de arkasını göstermez, cennet billurları ise gümüştendir, billur kadar saftır. Ferrâ’ ile

İbn Kuteybe de şöyle demişlerdir: Bu teşbihtir,

Mana da şöyledir: Onlar gümüştendir, yani gümüş gibi beyaz, billur gibi şeffaftır. Nail, Kisâi, Ebû Bekir de Âsım’dan, "kavariran kavariran” okur ikisini de tenvinle vaslederler, elifle de vakfederlerdi.

İbn Âmir ile Hamze de ikisini de tenvinsiz olarak vaslederler ve elifsiz olarak vakfederlerdi.

İbn Kesir birinciyi tenvinle vasleder, elifle vakfederdi; İkinciyi de tenvinsiz vasleder, elifsiz de vakfederdi.

Hafs da Âsım'dan "selasile” ve "kavarira kavira” şeklinde tenvinsiz vasi eder ve üçünde de elifle vakfederdi. Amr da birinciyi "kavariran” okur, üzerinde elifle vakfeder, tenvinsiz vaslederdi.

Zeccâc da şöyle demiştir: Nahivcilerin tercihi "kavarira"nın munsarif olmamasıdır; çünkü elifinden sonra iki harf gelen hiçbir cemi’ munsarif olmaz. Kim "kavariran” okursa, birinciyi âyet sonu olduğu için munsarif yapar, İkincisinde sarfı terk eder, çünkü o âyet sonu değildir. Kim de ikinciyi munsarif kılarsa, ses uyumunu dikkate almış olur; çünkü Araplar ses uyumu için bazen irabı değiştirirler, meselâ: Cuhru dabbin haribin (kelerin yuvası yıkıktır) derler ki, aslında haribün, cuhr’un sıfatıdır (cuhru dabbin haribün demek gerekirdi. Mütercim).

16

Gümüşten billurlar. Onu bir takdirle takdir etmişler.

"Kadderuha takdira": Ebû Abddurahman es - Sülemi, Ebû İmran, Cahderi ve İbn Ya’mur, kafin ref'i, dalın da kesri ve şeddesi ile "kuddiruha” okumuşlar; Humeyd ile Amr b. Dinar da, kafin ve dalın fethi, şeddesiz olarak, "kaderuha” okumuşlardır.

Sonra âyetin manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu içlerinde takdir ettiler, takdir ettikleri gibi de gerçekleşti, bunu da Hasen, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Kabı tam ihtiyaç duydukları ve takdirlerine uygun olarak kıldı.

İkincisi: Onu öyle bir miktarda takdir etti ki, ne artar ne de eksilir. Bunu da Mücâhid, demiştir. Başkası da şöyle demiştir: Bardağı susuzluklarına göre takdir etti; ne susuzluklarından fazladır ki, ele ağır gelsin ne de eksiktir ki, fazlasını istesin. Bu da içecek şey için en ideal olanıdır. Bu görüşe göre "kadderu

"daki cemi müzekker zamiri saki ve hizmetçilere râci olur, birinciye göre de içenlere ıaci olur.

17

Orada katkısı zencefil olan bir kadehten içirilirler.

"Orada içirirler": Yani cennette, demektir,

"katkısı zencefil olan bir kadehten": Araplar zencefille içkiyi birlikte misal getirirler. Müseyyeb b. Ales bir kadının ağzını methederken şöyle der:

Onu dudağında öptüğün zaman

Zencefille karışık şarap tadı alırsın.

Bir başkası da şöyle demiştir:

Sanki ağzında karanfille zencefil gecelemiştir,

Yeni sağılmış oğul balı gibi de tatlıdır.

Beyitte geçen ery, baldır (arı köküne dikkat. Mütercim). Müşar da petekten sağılmış demektir.

Mücâhid şöyle demiştir: Zencefil: İyilerin içtiği kaynağın adıdır. Ben de şeyhimiz dilci Ebû Mansur’dan: Zencefil’in sonradan Arapça’ya girdiğini okudum. Dineveri de şöyle demiştir: Zencefil, Uman kırsalında biter, onlar yere işleyen damarlardır, taze iken yenen ot değildir. En kalitelisi Çin’den getirilir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Onda (cennet şarabında) zencefil aroması vardır, demek de câizdir. Bu husustaki izah kâfurda geçen gibidir. Şöyle de denilmiştir: Cennet şarabı kâfur gibi soğuk, zencefil gibi tatlı, misk gibi güzel kokuludur.

18

Orada bir pınar vardır ki, ona Selsebil adı verilir.

"Bir pınar": Zeccâc, bir pınardan ittirilirler, demiştir. Selsebil de: O pınarın adıdır, ancak o, âyet sonu olduğu için munsarif olmuştur. O lügatte gayet akıcı şeyin sıfatıdır; sanki pınar nitelenmiş ve onun sıfatıyla sıfatlanmıştır. Ben şeyhimiz dilci Ebû Manstır’dan şöyle okudum:

"Tüsemnıa selsebila": Onun yabancı ve nekire bir isim olduğu söylenmiş, bunun için munsarif olmuştur. Onun marife olduğu, ancak âyet sonu olduğu için tenvin aldığı da söylenmiştir.

Mücâhid de: Selsebil şiddetli akandır, demiştir. Suyu akışkan, istediği yere götürülen de denilmiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Selsebil suyun sıfatıdır, boğazdan kolay geçen demektir. Şerabün selsel ve selsal ve selsebil, denir. Maverdi, Ali'nin, mana: Sel sebilen ileyha (ona bir yol sor) dediğini aktarmışsa da doğru değildir.

19

Üzerlerinde (etraflarında) ölümsüz çocuklar dolaşır. Onları gördüğün zaman saçılmış inciler sanırsın.

"Etraflarında ölümsüz çocuklar (uşaklar) dolaşır": Bunun açıklaması da Vakıa: 17‘de geçmiştir.

"Onları gördüğün zaman saçılmış inciler sanırsın": Yani inci gibi beyaz ve güzeldirler, inci, ipi kopar da halının üzerine dağılırsa, daha güzel görünür. Saçılmış inciye benzetilmeleri, hizmet için etrafa dağılmış olmalarındandır. Eğer sıra halinde olsalardı, dizili inciye benzet ilirlerdi.

20

Gördüğün zaman orada bîr nimet ve büyük bir saltanat görürsün.

"Gördüğün zaman orada bir nimet görürsün” yani tarif edilmez bir nimet

"ve büyük bir saltanat” geniş bir mülk görürsün ki, ne islerlerse elde ederler; melekler bile yanlarına izinle girerler.

21

Üzerlerinde ince ve kalın yeşil ipek elbiseler. Gümüşten bileziklerle süslenmişler.

"Âliyehüm” Medine halkı, Hamze ve Mufaddal da Âsım’dan rivayet ederek, ye’nin sükunu ve he’nin kesri ile (aliyhim) okumuşlardır. Diğerleri ise ye’nin fethi ile okumuşlardır. Ancak el - Cu’fi, Ebû Bekir’den mazmum te ilavesiyle

"âliyetühüm” okuduğunu rivayet etmiştir. Enes b. Malik, Mücâhid ve Katâde, “Lâm” ın fethi, yenin sükunu ile, tesiz ve elifsiz olarak

"aleyhim” okumuşlardır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Yenin sükunu ile

"aliyhim"in tefsiri şöyledir: Mübteda olarak merfudur, haberi de "siyabu sündüsin"dir. Yenin fethi ile

"aliyehüm” ise nasbi iki şeyden hâl olmak üzeredir:

Birincisi: hüm zamirindendir,

Mana da şöyledir: Etraflarında ölümsüz uşaklar dolaşır, üzerlerinde ipek elbiseler olarak. Çünkü bu, cennetteki hallerinin izahıdır. O zaman şöyle olur: Onlar bu halde etraflarında dolaşırlar. Vildan’dan hâl olması da câizdir,

Mana da şöyledir: Onları gördüğün zaman onları saçılmış inciler sanırsın, üstlerinde elbiseler varken.

"Aliyelühtim” ise ref ile de nasb ile de okunmuştur ki, ikisi de Arapçada iyi lügattir. Ancak resm-i Mushafa muhaliftir; ben o nedenle o iki kıraati uygun görmem. Onun tefsiri de

"aliyhim"in tefsiri gibidir.

"Siyabu sündüsin hudrun": İbn Âmir ile Ebû Amr, merfu olarak

"hudrun” ve mecrur olarak da "ve istebrakın” okumuşlar; İbn Kesir ve Ebû Bekir de Âsım’dan, cer ile "hudrin” ve ref ile de "ve istebrakun” okumuşlardır. Nâfi', Hafs da Âsım’dan, ikisini de ref ile

"hudrun ve istebrakun” okumuşlardır. Hamze ile Kisâi de, ikisini de cer ile

"hudrin ve istebrakın” okumuşlardır.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim ref ile

"hudrun” okursa o, siyab’ın sıfatıdır, siyab kelimesi de lâfız itibarı ile cemidir. Kim de

"hudrin” okursa, o da sündüs'ün sıfatıdır, sündüs de mana itibarı ile siyaba râcîdir. Kim de "istebrekun” okursa o da "siyabun” üzerine atıftır, mana da, ve aleyhim istebrakun, demek olur. Kim de cer ile okursa, sündüs’e atfeder; o zaman da mana şöyle olur: Üzerlerinde bu iki çeşitten libaslar vardır. Biz de sündüs, istebrak ve esavir’in manasını Kelıf: 31’de açıklamıştık.

"Rableri onlara tertemiz bir şarap içilmiştir":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Cennet şarabını içmekle abdest bozmaz ve idrar çıkarmazlar. Bunu da Atıyye, demiştir.

İkincisi: Çünkü cennet şarabı temizdir; dünya içkisi gibi necis değildir. Bunu da Ferrâ’, demiştir. Ebû Kılabe de şöyle demiştir: Yemekten sonra kendilerine temiz şarap getirilir; onu içerler, karınlarının şişi iner, derilerinden misk kokusu gibi hoş bir rayiha yayılır.

22

Gerçekten bu, sizin için bir mükafat oldu ve gayretiniz şükranla karşılanmış oldu.

"Gerçekten bu” yani anlatılan cennet nimetleri,

"sizin için bir mükâfat oldu” amellerinize karşılık.

"Ve gayretiniz şükranla karşılanmış oldu": Yani dünyada yaptığınız taatlar.

"Meşkur":

Atâ’ şöyle demiştir: Onlara karşı şükrünüzü kabul ettim ve size sevabın en faziletlisini verdim.

23

Gerçekten biz Kur’ân’ı sana indirmekle (ağır ağır) indirdik.

"Gerçekten biz Kur’ân’ı sana (ağır ağır) indirdik": Yani onu parça parça indirdik, toptan indirmedik.

24

Öyleyse Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan günahkara yahut gavura itâat etme.

"Öyleyse Rabbinin hükmüne sabret": Bunun izahı da şuralarda geçmiştir: Tûr: 48 ve Kalem: 48.

Müfessirler: Bunun kılıç âyetiyle mensuh olduğunu söylerler ki, doğru değildir.

"Onlardan itâat etme": Yani Mekke halkının müşriklerine, demektir,

"asimen ev kefura”

"ev” vav manasınadır; Allahü teâlâ'nın

"evil havaya” (En’am: 146) kavli gibi. Bu da yukarıda geçmiştir.

Müfessirlerin âsim (günahkâr) ve kefûrdan murat edilen şeylerde de üç görüşleri vardır:

Birincisi: Bu ikisi Ebû Cehil’in sıfatıdır.

İkincisi: Asim: Utbe b. Rebia’dır, kefur da Velid b. Muğire’dir.

Üçüncüsü: Asim: Velid’dir, kefur da: Utbedir. Çünkü o ikisi Peygamberimize:

"Bu işten vazgeç, sana istediğin kadar mal verelim ve seni istediğin kadınla evlendirelim” demişlerdi.

25

Rabbinin ismini sabah akşam tesbih et.

"Rabbinin ismini zikret": Yani O’nu namazda tevhid ile zikret, demektir,

"sabah” yani şafak vaktinde

"akşam” ikindi vaktinde. Bazıları da: öğle ve ikindi namazlarında, demişlerdir.

26

Gerçekten O’na secde et ve gece O'nu uzun (uzadıya) tesbih et.

"Geceden O’na secde et": Yani akşam ve yatsı namazlarında, demektir.

"Gece O’nu uzun uzadıya tesbih et": O da gece namazıdır, ona farz idi, ümmetine ise nafiledir.

27

Gerçekten onlar çabuk geçen (dünyayı) seviyorlar ve arkalarında ağır bir gün bırakıyorlar.

"Gerçekten onlar": Yani Mekke kâfirleri,

"çabuk geçeni seviyorlar” çabuk geçen de dünyadır.

"Arkalarında bırakıyorlar": Yani önlerinde olanı demektir,

"ağır bir gün” yani zor ve şiddetli demektir, manada şöyledir: Onlar ona imanı ve onun için amel etmeyi terk ediyorlar. Sonra Allahü teâlâ kudretinden bahsedip şöyle dedi:

28

Onları biz yarattık ve mafsallarını pekiştirdik. Dilediğimiz zaman benzerlerini değiştirmekle değiştiririz.

"Onları biz yarattık ve mafsallarını pekiştirdik": Yani yaratılışlarını demektir. Bunu da İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Ferrâ’, İbn Kuteybe ve Zeccâc, demişlerdir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: İmreetün hasenetül esri, denir ki: Fiziği güzel kadın manasınadır, keenneha üsiret, yani bağlanmış (derli toplu) demektir, bunun da aslı isar’dan gelir ki, o da semerin bağlandığı sırımdır. Ma ahsene ma esere katebehu: Semeri bağladığı sırımı ne güzeldir, demektir, Ebû Hureyre'den, onun mafsallar (eklemler) dediği de rivayet edilmiştir. Hasen’den de: Mafsallarını damarlar ve sinirlerle pekiştirdik, dediği rivayet edilmiştir.

"Dilediğimiz zaman benzerlerini değiştirmekle değiştiririz": Yani eğer istersek onları helak eder, onların yerine benzerlerini getiririz, onlarla değiştiririz.

29

Gerçekten bu bir öğüttür. Kim dilerse, Rabbine bir yol edinir.

"Gerçekten bu bir öğüttür": Bu âyeti de Müzzemmil 19’daşerh etmiş bulunuyoruz.

30

Allah dilemezse siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilen, hikmet sahibidir.

"Dileyemezsiniz” yol bulmayı

"Allah dilemezse” bunu sizin için, İbn Kesir ile Ebû Amr, ye ile "vema yeşaune” okumuşlardır.

31

Dilediğini rahmetine sokar. Zâlimler için ise acıklı bir azap hazırlamıştır.

"Dilediğini rahmetine sokar":

Müfessirler: Burada rahmet, cennettir, demişlerdir.

"Vezzalimine":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Zalimine"nin nasbi komşuluk (ses uyumu) iledir, mana da: Vela yüdhiliiz zalimine fi rahmetihi (zâlimleri rahmetine girdirmez) demektir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Zalimine, makabli mensûb olduğu için nasbedilmiştir,

Mana da şöyledir: Yüdhilü men yeşau firahmetihi ve yuazzibüzz zalimine (dilediğini rahmetine sokar, zâlimlere de azap eder). O zaman Allahü teâlâ’nın,

"eadde lehüm” kavli o gizli fiili tefsir etmiş olur. Ebû’l - Âliyye, Ebû’l - Cevza ve İbn Ebi Able, merfu olarak "vezzalimuna” okumuşlardır.

0 ﴿