5

"Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım taleb ederiz."

ayetinin tefsiri. Bu konuda, birçok fayda vardır.

Birinci fayda: İbadet, başkasına tazım kastıyla yapılan fiilden ibarettir. İbâdet kelimesi, üzerinden herkesin gelip geçtiği yol anlamına gelen "sözünden alınmıştır. sözünün manası, "Senden başka hiç kimseye ibadet etmem" demektir Bu hasr ifadesine, birçok şey delâlet etmektedir.

Birincisi: İbadet, tazım göstermenin zirvesinden ibarettir. Bu da ancak, kendisinden, nimet vermenin en üstün şekli sudur eden kimseye yakışır. Nimet vermenin en büyüğü ise. faydalanmaya imkân veren hayat ile, kendisinden faydalanılan şeyleri yaratmaktır. Birinci mertebeye, ki bu da eşyadan faydalanmayı mümkin kılan hayattır, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen bir şey değildin de, ben seni önceden yaratmıştım." (Meryem, 9) ayeti ile "Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler ölüler İdiniz de, sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra diriltecek... Nihayet, yalnız O'na döndürüleceksiniz " (Bakara. 28) buyruğunda buna işaret edilmektedir.

Kendisinden istifade edilenleri yaratmaktan ibaret olan ikinci mertebeye gelince, buna da Yüce Allah'ın "Yer yüzünde olan her şeyi sizin için yaratan O'dur" (Bakara. 29) ayetiyle işaret olunmuştur. Bu süflî âlemde mevcut olan faydalar, ilahî kanunların icra olunarak, semavî hareketlerle bir düzene girdiği için bunun peşinden Allah "Sonra iradesi göğe yönelerek, onu yedi gök halinde yerli yerinde yaptı. O, her şeyi hakkıyla bilendir" (Bakara. 29) sözünü getirmiştir. Böylece anlattıklarımızla, her nimetin Cenab-ı Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği sabit olmuştur Bundan dolayı da, ibadetin sadece Allah'a yapılması uygun olur. Bu manadan ötürü, O "Sadece, sana taparız" buyurmuştur. Binaenaleyh sözü, hasr ve tahsis ifade eder.

Bu ifadenin hasr ve tahsis ifade ettiğinin ikinci delili şudur: Cenâb-ı Hakk, burada kendisim Allah. Rabb, Rahman. Rahîm ve Mâlik-i yevmı'd-dîn diye beş isimle isimlendirdi. Halbuki kulun, geçmiş, an ve gelecek diye üç hâli vardır Kışının geçmiş hâli. tamamen yokluktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk. "Sen hiç bir şey değilken, daha önce Ben seni yarattım." (Meryem, 9) buyurmuştur İnsan olu idi, Allah onu diriltti. Nitekim O, "Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler ölüler idiniz de, Allah sizi diriltti." (Bakara, 28) buyurmuştur. İnsan cahil idi, Allah ona öğretti - Nitekim Cenâb-ı Allah

"Hiç bir şey bilmiyorken Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı ve sizlere kulaklar, gözler ve gönüller verdi" (Nahl. 78) buyurmuştur. Kul, yokluktan varlığa, ölümden hayata, acizlikten kudrete, cehaletten ilme, Cenâb-ı Hakk'ın kadîm ve ezelî olmasından dolayı, geçebilmiştir. Cenab-ı Hak ezelî kudreti ve ezelî ilmi ile, onu yaratmış, onu yokluktan varlık âlemine geçirmiştir. Bu sebebten dolayı O, ilâhtır. Ama halihazırda kulun ona ihtiyacı daha çoktur. Çünkü kul yokken, Rahman ve Rahîm olan bir Rabbe muhtaçtı. Ama o, varlık âlemine girince, ona birçok ihtiyaç kapısı açıldı ve zaruret sebepleri ortaya çıktı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, "Seni yokluktan varlığa çıkardığım için, ben ilâhım. Fakat sen var olduktan sonra, Bana olan ihtiyacın fazlalaştı, onun için Ben, Rahman ve Rahîm olan Rabb'im!" dedi.

Öldükten sonraki halini ve bu hale taallûk eden sıfatları demek olan, kulun gelecekteki halını, "Din gününün yegâne mâliki" sözü ifade eder. Cenâb-ı Allah'ın isimlerinden bu beş tanesi kulun şu üç haliyle ilgili olunca, kulun mazi, hal ve istikbaldeki bütün faydalarının ancak Allah ile, O'nun fazl ve ihsanı ile tam ve mükemmel olabileceği ortaya çıkar. Durum böyle olunca, kulun Allahü Teâlâ'ya ibadetinin dışında, herhangi bir şeye ibadet ile meşgul olmaması gerekir. İşte bu sebeble kul, "hasr" ifadesiyle; "Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz" der.

Bu ifadenin "hasr" ifâde ettiğine dair üçüncü delil şudur: Cenâb-ı Allah'ın Kadir, Âlim, Muhsin, Cömert, Kerîm ve Halim olmasının vâcib olduğuna kesin deliller vardır. Ondan başkasının böyle olması ise, şüpheli bir durumdur. Çünkü tabiata, gök cisimlerine, yıldızlara, akla ve nefse nisbet edilen hiç bir etki yoktur ki, onun Allah'ın kudretine nısbeti muhtemel olmasın! Bu ihtimalden dolayı, diğer varlıklara bir etki nisbet etmek şüphelidir Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, varlıkların mabudu olduğunu bilmenin, yakînî bir iş olduğu ortaya çıkmış olur. Ama Allah'ın dışındakilerin, mahlûkatın mabudu olmaları ise, şüpheli bir iştir Yakînî olana yapışmak, şekke yapışmaktan daha üstündür. Böylece, şüpheliyi bırakıp kesin olarak bilmeni almak gerekir. Buna göre. Allah'dan başka mabûd olmadığı ortaya çıkar. İşte bu sebeble Allah:

"Yalnız sana tapar, yalnız senden yardım isteriz" buyurmuştur.

Dördüncü delılse şudur: Kulluk, zelîl ve hakîr olmadır. Fakat Mevlâ şerefli ve yüce olursa, ona kulluk daha güzel ve daha hoş olur. Cenâb-ı Hakk. var olanların en şereflisi ve en yücesi olduğuna göre. Ona kulluk başkasına kulluktan üstündür. Aynı şekilde Allahü Teâlâ'nın kudreti, başkalarının kudretinden daha üstün, ilmi başkalarının ilminden daha mükemmel, varlığı başkalarının varlığından daha efdal olduğuna göre, kesin olarak, Ona kulluğun başkasına kulluktan evlâ olması gerekir. Bundan dolayı kul, "Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım talep ederiz" der.

Bu "hasr"ın beşinci delili: Zatından dolayı vâcib olan varlığın dışındaki her şey, zatı gereği mümkün olur. Zatı gereği mümkün olan her şey de, muhtaç ve fakîr olur Muhtaç olan, kendi ihtiyacıyla meşgul olur. Onun için, başkasının ihtiyacını gidermesi mümkün değildir. Zatında âlemlerden müstağnî olmayan, başkasının ihtiyacını gidermeye güç yetıremez. Zatı gereği müstağnî olansa, sadece Cenâb-ı Allah'dır Binaenaleyh, ihtiyaçları karşılayan da sadece O'dur. Öyleyse, ibadet edilmeye müstehak olan yalnız Cenâb-ı Allah'dır. Bundan dolayıdır ki kul,

"Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz" der.

Altıncı delil: Cenâb-ı Allah'ın ibadete müstehak olması, gök yüzünü bir askı olmadan tutacak, yer yüzünü desteksiz tutacak, güneş ve ayı yürütecek, kutupları yerinde tutacak, bulutlardan bazan yıldırım gibi ateş, bazan rüzgâr gibi hava, bazen de yağmur gibi su çıkaracak; yer yüzünde de, herkesin bildiği gibi, bazen kayadan su fışkırtacak, bazen de sudan, kaya çıkaracak -ki bu da buzdur- sonra yer yüzünde dağlar gibi hareket etmeyen sabit cisimler; nehirler gibide, durmaksızın akan, hareket eden cisimler yaratacak; Karun'u yere batırarak yer yüzünü onun üstüne çıkaracak: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yücelterek, "Kabe kavseyn'i O'nun ayakları altına serecek; suyu Firavun'un kavmine ateş yapıp, onları suda boğarak, böylece ateşe sokacak; İbrahim (aleyhisselâm)'i de ateşi serinlik ve bir kurtuluş yeri yapacak; Mûsâ (aleyhisselâm)'ı Tûr'un üstüne çıkartacak ve O'na, "ayakkabılarını çıkart" diyecek, Tûr'u da, "Sizin üstünüze de Tûr'u yükselttik" diyerek Mûsâ ve Kavminin üzerine yükseltecek; "ocak coştu!" dediği gibi, kuru bir ocaktan dünyayı suya boğacak; denizi Hazret-i Mûsâ için kupkuru hale getirecek bir kudretinin olmasını gerektirir.

Kudreti böyle olana ibadet ile cansızlardan, bitkilerden, hayvanlardan, insanlardan, meleklerden ve feleklerden her hangi bir varlığa yapılacak ibadet nasıl denk olur?! Eksik ile mükemmeli, kıymetli ile kıymetsizi bir tutmak, cehalet ve bunaklığa, akıl kıtlığına delâlet eder.

İkinci fayda: Allah'tan ba?ka mâbud olmadığını gösterir İş böyle olunca. Allah'dan başka ilâh olmadığı da ortaya çıkmış olur. " sözü, buna göre, katıksız tevhide delâlet eder. Müşrikler sınıf sınıftır Bu şu demektir: Allah'a her ortak koşan kimsenin koştuğu ortak, ya cisim olur, veya olmaz.

Allah'a cisim olan bir şeyi ortak koşanlara gelince, koştukları bu ortak ya dünyevî bir cisim veya semavî bir cisim olur.

Dünyevî cisimlerden ortak koşanlara gelince, ortak koştukları bu cisim ya mürekkeb olur veya basit.

Mürekkeb olan, ya madenlerden, ya bitkilerden, ya hayvanlardan veya insanlardan olur.

Madenî cisimlerden şirk koşanlara gelince, bunlar ya taşlardan, ya altından, veya gümüşten putlar edinip, onlara ibadet edenlerdir.

Bitkilerden "şerik" koşanlara gelince, bunlar belli bir bitkiyi kendilerine mâbud, ilâh edinen kimselerdir.

Hayvanlardan Allah'a ortak koşanlar, buzağıyı kendilerine mâbud edinenlerdir.

İnsanlardan Allah'a ortak koşanlar ise, Uzeyr Allah'ın oğludur. Mesîh Allah'ın oğludur, diye söyleyenlerdir.

Basit cisimlerden Allah'a ortak koşanlara gelince, bunlar Mecûsî'ler gibi ateşe tapanlardır.

Semavî cisimleri Allah'a ortak koşanlar ise, bunlar güneşe, aya ve diğer yıldızlara tapıp, mutluluk ve uğursuzluğu onlara nısbet edenlerdir Bunlar Sabiî'ler ile, müneccimlerin çoğudur.

Allah'a, cisim olmayan ortaklar edinenlere gelince, bunlar da gurup guruptur.

Birinci grup, âlemi idare edenin nûr ve zulmet olduğunu söyleyenlerdir ki, bunlar Maniheistler ile Senevîler (dualistler) dir

İkinci gurup, "melekler felekî (semavî) ruhlardan ibarettir. Her bölgenin, o bölgeyi idare eden, muayyen bir ruhu vardır Bu âlemdeki her nevin de, bu âlemi idare eden semavî bir ruhu vardır" diyenlerdir. Onlar bu ruhlara bir takım şekiller ve kalıplar vererek, bunlara ibadet ederler. İşte bunlar meleklere tapanlardır

Üçüncü gurup, "âlemin biri hayırlı, biri de şerli olmak üzere iki ilâhı vardır. Bu âlemi idare eden Allah ve iblistir ki, bunlar iki kardeştirler. Âlemde meydana gelen her hayır Allah'tan; yine bu âlemde meydana gelen her şer de iblis'tendir" diyenlerdir.

Bu ayrıntıları bildiğin zaman biz deriz ki, Allah'a ortak koşan herkesin, ortak koştuğu bu şeye, birçok bakımdan, ibâdete teşebbüs etmiş olması lâzımdır. Ya menfaatini elde etmek veya zararından kaçınmak gibi...

Tevhîd akîdesine devam edip, ortakları ve zıtları (hayır-şer tanrısı, Tanrı-iblis v.b.) kabul etmeyen. Allah'dan başkasına ibadet etmeyip O'ndan başkasına gönül vermeyenler Allah'dan umar. korkulan Allah'tandır, arzuları Allah'adır, çekinmeleri ve haşyetleri Allah'tandır. Muhakkak ki onlar. Allah'dan başkasına ibadet etmemiş ve sadece O'ndan yardım istemişlerdir. Bu sebeble "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardim taleb ederiz" demişlerdir Böylece kulun sözü, sözünün yerine geçmiş olur. En meşhur zikir, kul olarak senin; "Allah'ı, bütür noksanlıklardan tenzih ederim"

Hamd, ancak Allah'a mahsustur. Ondan başka ilâh yoktur, Allah uludur. Güç ve kudret, ancak yüce ve ulu olan Allah iledir." demendir." sözümüzün manasına. sözümüzün manasının girdiğine delil getirmiştik. Çünkü kulun " demesi. Cenâb-ı Hakk'ın zatında tam ve kâmil olmasını gösterir. Kulun, sözü de, O'nun mükemmel ve başkasını da tamamlayıcı, bütünleyici olduğuna delâlet eder. Kendisi tam ve kâmil olmayan bir şeyin, başkasını kemâle erdirici ve tamamlayıcı olması düşünülemez. Bu sebeble, "sözümüzün manasına, sözümüzün manası da dahildir. deyip de. hamdin bütün çeşitleriyle Allah'a hamdedince, bütün hamdlerin Allah'a ait olduğunu gösteren sebebin yerini tutacak şeyi zikrederek, açıkladığımız gibi, her üç vakitte de, kulun faydalarının kendisiyle tamamlanmış olduğu beş sıfat ile Allah'ı vasfetmış olur. Bu böyle açıklanınca, sözümüzün manasının sözünün manasına dahil olduğu anlaşılmış olur.

Bundan sonra kul “Ancak sana ibadet ederiz" der.

Biz “Bu sözün Allah'dan başka ilâh yoktur." sözünün yerini tuttuğunu açıklamıştık.

Sonra kul, ancak senden yardım dileriz" der. Bunun manası şudur: Allah öylesine büyük, öylesine yüce ve öylesine azamet sahibidir ki, onun yardımı, tevfikı ve ihsanı olmaksızın hiç bir gaye ve maksad tamamlanamaz ve kemâle eremez. sözümüzden maksad da, işte bu manadır Böylece Fatiha Sûresi'nin başından sonuna kadar zikrine uygun olduğu, bu sûrenin ayetlerinin, bu zikirde geçen beş mertebenin bir izahı ve açıklaması yerine geçtiği, böylece ortaya çıkmış olur

Üçüncü fayda: “Kul" diyerek, "Yalnız sana.." lâfzını, "ibadet ederiz" lâfzından önce söylemiş." " nin "Sana taparız" dememiştir. Bunun birçok sebebi vardır

Birincisi: İbadet eden kimsenin, mabudunun, Hak olan Allah olduğuna dikkatini çekmek ve böylece de Ona tazimde gevşeklik etmemesi ve başka şeylere iltifat etmemesi için. Allah, önce Kendisini zikretti de, dedi. Rivayet edildiğine göre, iki usta güreşçiden birisi, güreş bilmeyen bir köylüyle güreşir. Ama köylü, bu ustayı birkaç defa yener. Bu esnada, o köylüye, bu, falanca meşhur güreşçidir denilince, adam o anda olduğu yere yığılır kalır. Bu ancak, o adamın ustadan korkmasından ileri gelmiştir. Burada da böyledir: Cenâb-ı Hakk, kuluna ilk önce zatını tanıttı ki, böylece kulun Cenâb-ı Hakk'a ibadeti saygıyla yapılmış olsun da, gaflete bulaşmamış bulunsun..

İkincisi: Şayet sana vaatlar ağır gelir, kıyam, rükû ve sücûd gibi ibadetler zor gelirse, Beni hatırlaman ve kalbinde Beni tanımayı daima canlı tutman için, önce "" de... Böylece Benim celâlimi, yüceliğimi ve izzetimi hatırlayıp, Benim senin Mevlân, seninse Benim kulum olduğunu bilince, bu ibâdetler sana kolay gelecektir. Bu şuna benzer: Ağır bir cismi taşımak isteyen kimse, bundan daha önce kendisini güçlendirecek şeyleri yer. Buna göre kul, bu zor mükellefiyetleri yüklenmek isteyince ilk önce sözünün kabından Rubûbiyyet bilgisinin macununu alır, böylece de kulluk yüklerini taşımaya güç ve takat elde eder. Bunun bir başka misâli de şudur: Sevgilisinin huzurunda, sevgilisi uğruna dayak yiyen kimseye, bu dayak kolay gelir. Burada da böyledir. Kul."cemâlini müşahede ettiğinde, ona kulluğun ağır yükünü taşımak kolaylaşır.

Üçüncüsü: Allah, "Muttaki olanlar yok mu? Onlara şeytandan bir arıza geldiği zaman iyice düşünürler. Bir de bakarsın ki, hakikati görüp anlamışlardır" (Araf 201) buyurmuştur. Buna göre nefsi, şeytandan taraf bir tembellik, bir gaflet ve bir başıboşluk tuttuğunda onlar, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün nurundan Allah'ın celâlinin huzurunda olduklarını anlarlar, böylece de ibadet ve tâatlerı eda etmeye hazır ve müsait olduğunu görür hale gelirler

Dördüncüsü: diyerek, evvelâ kendi nefsinin ibadetini zikrederek başlar da. bu ibadetin kime yapıldığını zikretmezsen, ıblis'in, bu ibadetin putlar veya eşya veya güneş veyahut da ay için yapıldığını söylemesi muhtemeldir. Ama bu tertibi değiştirir de, evvela Yalnız sana", sonra da "İbadet ederiz" dersen, önce söylemiş olduğun sözü, senin nnâbud ve maksûdunun ancak Allahü Teâlâ olduğunu açıklamış olur. Bu da, tevhîdde daha beliğ ve şi-k ihtimallerinden de daha uzak olmuş olur.

Beşincisi: Zatı gereği vâcib ve kadîm olan, zatı gereği mümkün ve sonradan meydana gelmiş olandan varlık itibariyle öncedir Bundan dolayı O'nun her şeyden önce zikredilmesi gerekir. Hak teâlânın zikri insanların zikrinden daha önce olsun diye, sözü sözünden önce getirilmiştir.

Altıncısı: Ehl-ı tahkikten birisi şöyle demiştir: Nimet verilirken, nimete değil de, nimeti verene bakan kimse, belâ vaktinde belâya ve musibete değil de, bunların verene bakar Ve o zaman, her halinde, Marifetullâh'a dalmış olur. Böyle olan herkes de. daima, mutluluk mertebelerinin en yücesinde bulunur. Nimet verildiği vakit nimeti verene değil de, nimete gözlerini diken kimse ise, belâlar geldiğinde de belâyı verene değil de, belânın kendisine bakar. Böylece de, her halinde, devamlı Allah'tan başkasıyla meşguliyette boğulmuş olarak, daima bedbahtlığa batmış olur Çünkü nimeti bulduğu zaman, onun elden gitmesinden korkar da, böylece bir azap içinde olur; nimet elinden gittiği zaman da, bir zillet ve ceza içme düşer de. âdeta kendisini zincirler ve bukağılar içinde hisseder. Bu incelikten dolayı, Cenâb-ı Allah Hazret-i Musa'nın ümmetine;

"Nimetlerimi anınız." (Bakara, 40); Muhammed ümmetine de; "Beni anınız ki, Ben de sizi anayım" (Bakara, 152) demiştir. Bunu anladı isen deriz ki, sözünün celâlinin nurunun müşahedesine gark olmak için, sözü " sözünden önce getirilmiştir İş böyle olunca, kul ibadetlerin îfası esnasında Cenab-ı Allah'ın, hadîs-i kudsîde

"Kul bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder. Öyle ki Ben onu severim. Onu sevdiğim zamansa, onun kulağı ve gözü olurum" Buhârî, rikak 38 (7/190). buyurduğu gibi.

Yedincisi: Şayet" " (Sana ibadet ediyorum.) demiş olsaydı, bu ifade, onların Cenab-ı Allah'tan başkasına ibadet etmediklerini ifade etmiş olmazdı. Çünkü onların, müşriklerde görüldüğü gibi, hem Allah'a hem Allah'tan başkasına ibadet etmiş olmaları mümkündü. Ama" dediğinde, bu ifade onların sadece Cenab-ı Hakk'a ibadet ettiklerini ve O'ndan başkasına ibadet etmediklerini göstermiş olur

Sekizincisi: lâfzındaki "nün" harfi "azamet nûnu"dur. Sanki kula şöyle denilmek istenmiştir; Namazın dışında olduğun zaman, milyonlarla kişi ile beraber de olsan "Biz" deme. Ama namazla meşgul olup Bize kulluğunu gösterdiğinde, Bize her kim kul olursa onun dünya ve ahiretin hükümdarı olduğunu cümle âleme ilan etmen için "Juü " (Biz ibadet ederiz) de.

Dokuzuncusu: Kul, şayet (Sadece sana taparım) deseydi, bu bir tekebbür ve büyüklenme olurdu ki manası da "ibadet eden ancak benim." şeklinde olurdu. Ama kul, dediği zaman bunun manası, "Ben Senin kullarından biriyim." şeklinde olur Buna göre birinci ifade kibri (büyüklenmeyi), ikincisi ise. tevazuyu ifade eder. Allah için tevazu göstereni, Cenâb-ı Allah yüceltir, büyüklük taslayanı ise alçaltır.

Bir kimse, "Bu söylediklerinizin hepsi, "hamd" sözü, "Allah" sözünden önce gelen " sözünde de mevzu bahistir" derse, Ona şöyle cevap veririz:

Hamd, hem Allah'a, hem de Allah'dan başkasına olabilir. Sen dediğin zaman, hamdin Allah'a ait olduğunu ifade etmiş oluyorsun. Ama, şayet" sözü öne alınmış olsaydı, bu ibadetin hem Allah, hem Allah'tan başkası için olabileceğini gösterirdi. Bu ise küfürdür.

Buradaki incelik şudur: Hamd, Allah için caiz olduğu gibi, zahiren Allah'tan başkası için de caiz olduğu için (......) kelimesinin öne alınması muhakkak ki güzel olmuştur. Ama, de, ibadet Allah'tan başkası için caiz olmadığına göre sözünün, den önce getirilmesi gerekmiştir. Böylece ibadet sırf Allah'a tahsis edilmiş, ifadede ibadetin Allah'tan başkası için de olabileceği ihtimali kalmamıştır.

“Nabudu”deki Cemi Sîgasının İhtiva Ettiği Nükteler

Dördüncü fayda: (......) kelimesindeki "nûn" ya cemi nûnu. ya da azamet nûnudur Birincisi yanlıştır. Çünkü tek kimse çoğul olamaz. İkinci ihtimal de yanlıştır. Çünkü ibadet eda edilirken insana yakışan, kendisinin âciz ve zelil olduğunu, büyük ve yüce olmadığını ifade etmesidir." diyen kimseye, her biri üstün bir hikmete delâlet eden birkaç şekilde cevap vermek mümkündür.

Birinci cevap: Buradaki "nûn" harfinden maksat, onun cemi nûnu olmasıdır. Bu da insana yakışan halın, namazını cemaatle eda etmesi gerektiğine dikkat çekmektir. Cemaatle kılınan namazın faydaları yerinde bahsedilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın; "Cemaatla kılınan namazın ilk (iftitah) tekbiri, dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır" sözü de buna delildir. Sonra biz deriz ki: Soğan ve sarımsak yiyen kimsenin, her hangi bir kimsenin rahatsız olmaması için, cemaatle namaz kılmaya gitmemesi gerekir. Buna göre sanki Cenâb-ı Allah şöyle demiştir: Cemaatle kılınan namazdan elde edilen bu büyük sevap, soğan ve sarımsak kokusuyla her hangi bir müslümana eziyet vermenin günahını karşılamaz. Bu sevap, bu günaha karşılık olamadığına göre, bu sevap, müslümanlara eziyet vermenin, koğuculuk yapmanın, gıybetin ve laf götürmenin günahını nasıî karşılayabilir?

İkinci cevap: Cemaatle namaz kılan, "(ibadet ediyoruz) der. Bu durumda, kelimedeki "nûn" île kastedilen, bu cemaattir. Eğer, adam tek başına namaz kılıyorsa, bu nûn ile kastedilen, hem o adam, hem da ibadetinde hazır bulunan meleklerdir Bu durumda kişinin "sözü ile, hem kendisi hem de Allah'a ibadet eden bütün melekler kastedilmiştir

Üçüncü cevap: Mu'mınler kardeştir. Şayet" "denilmiş olsaydı, kişi bununla sadece kendisinin ibadetini zikretmiş, başkalarınınkini zikretmemış olurdu. Ama (......) dediğinde, O, hem kendi ibadetini hem de, doğudan batıya bütün müminlerin ibadetini zikretmiş olur. Böylece de sanki o, diğer müminlerin işienni de düzeltmeye çalışmış olur. Böyle yapan kimsenin işlerini Cenâb-ı Allah deruhte eder Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanm ihtiyacını giderine, Cenâb-ı Allah da onun bütün ihtiyaçlarını giderir Benzen bir hadis için bkz Buhâri, mezâlim. 3 (3/98). buyurmuştur.

Dördüncü cevap: Sanki Cenab-ı Allah, kuluna şöyle demiştir:

"Sözünle Bizi övdün, yücelttin, dünya ve ahiret hamdlerinin hepsini bize ait kıldın. Böylece senin, Bizim yanımızdaki kıymetin arttı ve huzurumuzda makamının ne olduğu iyiden iyiye karar kıldı. O halde sadece kendi işlerini düzeltmeye çalışma, bütün müslümanların ihtiyaçlarını gidermeye çalış da böylece “de”.

Beşinci cevap: Sanki kul şöyle der: "Ya Rabbî, tek başına benim ibadetim, zikre değer bir dereceye ulaşamamıştır. Çünkü onun çeşitli kusurları vardır. Fakat ben, bütün ibadet edenlerin ibadetlerine onu katıyor ve hepsini tek bir ibare ile anarak. " diyorum.

Burada fıkhı bir mesele vardır. Adam. başkasına on tane köle sattığında, satın alan kimse, ya bunların hepsini kabul eder veya hiç birini almaz. Bu pazarlıkta satın alan kimsenin, bunların bir kısmını alıyorum, bir kısmını almıyorum demesi caiz değildir. Burada da durum böyledir: Kul" dediğinde, Allah'a ibadet edenlerin hepsinin ibadetini sunmuş olur. Cenâb-ı Allah'ın keremine de, bu ibadetlerin bir kısmını diğerlerinden ayırarak kabul etmesi yakışmaz. Bu durumda ya hepsi reddolunur ki bu caiz değildir. Çünkü sözüne, meleklerin, peygamberlerin ve velilerin ibadetleri de dahildir. Veya bütün ibadetler kabul olunur ki bu durumda, " diyen kimsenin ibadeti, diğerlerinin ibadetinin kabul olunması bereketıyle makbul olmuş olur. Buna göre kul, sanki şöyle der: "Allahım, her ne kadar ibadetim makbul değilse de beni geri çevirme. Çünkü bu ibadette ben yalnız değilim, aksine çoğuz. Her ne kadar kabul edilmeye lâyık olmadıysam da. diğer ibadet edenlerin ibadetlerini sana şefaatçi olarak sunuyorum: O halde benim ibadetimi de kabul buyur."

Beşinci fayda: İbadetteki lezzet: İbadetlerin faydalarını anlayan kimseye, ibadetle meşgul olmak güzel, başka şeylerle meşgul olmak ise ağır gelir. Bunun birkaç yönden izahı mümkündür.

Birincisi: Kemâl, bizzat sevilen şeydir. Mutluluk vermesi bakımından, insanların en mükemmel ve güçlü halleri, Allah'a ibadetle meşgul olma halleridir, Çünkü böyle olan insan, kalbinin ilâhî nurla aydınlanmasını, dilinin en şerefli bir zikirle şereflenmesini, uzuvlarının da Cenâb-ı Allah'a hizmet etmenin cemâli ile güzelleşmesini istemiş olur. Bu haller, insanlık mertebelerinin en şereflisi, beşerî dereçelerin en yücesidir. Bunların meydana gelmesi, o anda insan olmanın en büyük saadeti olunca, bunlar gelecekte de mutlulukların en mükemmelini icap ettirirler Bu durumlara vâkıf olan kimseden, ibadetlerin ağırlığı kalkar ve onun kalbinde ibadetlerin tadı artar.

İkincisi:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ve teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. Onu İnsan yüklendi. Çünkü insan çok zulümkâr ve cahildir" (Ahzâb, 72) ayetinin delâlet ettiği gibi, ibadet etmek bir emanettir.

"Cenâb-ı Allah, emanetleri ehline vermenizi emrediyor" (Nısâ, 58) ayetinin delâlet ettiği gibi, emaneti yerine getirmek dinen ve aklen gereklidir. Emaneti yerine getirmek, bir kemâl sıfatıdır ve bizzat sevimlidir İki taraftan birisi tarafından emanetin yerine getirilmesi, ikincisi tarafından da emanetin yerine getirilmesine sebebtır. Sahabeden bin şöyle demiştir: "Mescide bir bedevî arabtn geldiğini, devesinden inip onu saldığını, sonra mescide girip, vakar ve huzurla namaz kıldığını ve uzunca bir dua ettiğini gördüm de buna taaccüb ettim. O, mescidden çıkınca devesini bulamadı ve şöyle dedi: "Ey Allah'ım ben senin emanetini eda ettim, ya benim emanetim nerede?" Bunun üzerine iyice şaşırdık. Çok geçmeden, bedevinin devesi üzerine binmiş bir adam geldi, deveyi bırakıp bedeviye teslim etti. Buradaki nükte şudur: O. Cenâb-ı Allah'ın namaz emanetini eda edince. Allah da onun emanetim koruyup muhafaza etmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, İbn Abbas (radıyallahü anh)'a, "Evlâdım! Yalnız başına olduğun zamanlarda Allah'ın hakkını koru kî, tek başına kaldığında da Allah seni muhafaza etsin Az bir farkla hadis-i şerif Tirmizî tarafından rivayet edilmektedir. demesinden maksadı da budur

Üçüncüsü: İbadetle meşgul olmak, aldatıcı dünya âleminden, surûr âlemine; mahlûkatla uğraşmaktan. Hakk'ın huzuruna geçiştir. Bu durum da lezzetin ve güzelliğin tam olduğunu gösterir. Ebû Hanîfe'den nakledildiğine göre, bacadan bir yılan düşmüş, orada bulunan insanlar kaçışmışlar. Ebu Hanîfe. namazda olduğu için. bunun (arkına varamamıştı. Yine, Urve b. Zubeyr'in bir azasında ekzama hastalığı olmuş ve bunun kesilmesine lüzum görmüşler Urve b. Zubeyr namaza durunca bu azayı kesmişler de O. bunun farkına varmamıştır Yine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den nakledildiğine göre. O. namaza başlayınca, göğsünden sahabe. kaynayan tencerenin çıkardığı ses gibi bir ses duyarlardı. Bunun olmasına ihtimal vermeyen kimse: Cenab-ı Allah'ın

"Şimdi o kadınlar Yusuf'u görünce, onu gözlerinde büyüttüler (hayranlıklarından) ellerini kestiler" (Yûsuf. 31) ayetini okusun. Mısırlı kadınların gönüllerine Hazret-i Yûsuf'un güzelliği hâkim olunca, bu durum, farkında olmadan ellerini kesmelerine sebeb olmuştur Bir insan hakkında böyle olması mümkün olduğuna göre, Allah'ın azameti kalblere hâkim olunca bu haydi haydi olur Çünkü, heybetli bir hükümdarın huzuruna giren kimseye, orada ebeveyni ve çocukları rastlasa ve bu onlara baksa bile hükümdarın heybeti adamı bürüdüğü için, bu çoğu kez adamın kalbinin onları tanımasına mâni olur. Mecazî manada melik olan bir mahlûk hakkında bu mümkün olunca, âlemin yaratıcısı hakkında haydi haydi olur

Sonra tahkîk ehli şöyle demişlerdir: İbadetin üç derecesi vardır.

Birinci derece: Sevabı ummak veya cezadan kaçmak için Allah'a ibadet etmektir işte ibadet budur Bu derece gerçekten düşük bir derecedir Çünkü gerçekte böylesi insanın mabudu, elde etmek istediği şeydir O, Cenâb-ı Allah'ı, istediğini elde etmeye vesile kılmıştır. Bizzat matlûb olanı, mahlûkatın durumlarından biri kabul edip, Allah'ı da ona götüren vesile olarak gören kimse, gerçekten değersiz bir kimsedir.

İkinci derece: Allah'a ibadet etmekle, veya O'nun mükellefiyetlerim kabul etmiş olmakla yahut da O'na intısab etmiş olmakla şereflenmek için ibadet etmektir. Bu derece, birinciden üstündür. Ne var ki tam değildir Çünkü, bu ibadetle bizzat maksud olan Cenâb-ı Allah'tan başkasıdır.

Üçüncü derece: Allah'a, ilâh ve yaratıcı olduğu, kendisinin ise Allah'ın kulu olduğu için ibadet etmesidir. Ulûhıyyet, heybeti ve izzeti; ubudiyyet ise, zilleti, boyun eğmeyi gerektirir. İşte bu ibadet derece ve makamlarının, en yücesi ve en kıymetlisidir İşte bu, ubudiyyet (kulluk) diye adlandırılır ve buna, namaz kılan namazının başında, "Allah rızası için namaz kılıyorum" sözü ile işaret etmiştir. Çünkü "Allah'tan mükâfat elde etmek" veya "Allah'ın cezasından kurtulmak için namaz kılıyorum" demiş olsaydı namazı fasit olurdu.

Kulluğun En Yüce Mertebe Olması

İbadet ve ubudiyyet (kulluk), en yüce ve şerefli bir makamdır. Birçok ayet buna delâlet eder

Birinci ayet, Hicr Sûresı'nin sonundaki

"Andolsun, biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından göğsün cidden daralıyor (Habîbim). Sen hemen Rabbini. hamd ile, tesbîh et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbine ibadet et" (Hicr 97-99).Bu ayetle iki bakımdan delil getiririz.

Birincisi: Cenâb-ı Hakk, (......) diyerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e. ölüm gelinceye kadar ibadete devam etmesini emretmiştir. Bunun manası. Hazret-i Peygamberin, hiç bir vakit, ibadeti kesintiye uğratmasının caiz olmadığıdır Bu da ibadet işinin son derece önemli oluşuna delâlet eder

İkincisi: Cenâb-ı Hakk, (......) demiş, sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dört şey emretmiştir: sözü ile Allah'ı tesbîh etmeyi, sözüyle O'na hamdetmeyi; sözü ile Allah'a secde etmesini; sözüyle de O'na ibadet etmesini... Bu, ibadetin, kalb daralmasını giderdiğine ve göğse bir ferahlık verdiğine delâlet eder. Bu ancak, ibadet, halktan Hakka dönmeyi gerektirdiği için böyledir. Bu dönme de kalb darlığının yok olmasına sebeb olur.

Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren ikinci ayet de

"Kulunu geceleyin yürüten Zatı takdîs ve tenzih ediniz." (isrâ, 1) ayetidir. Şayet kulluk, makamların en şereflisi olmasaydı, Cenab-ı Hak, Peygamberini en yüce miraç makamında bu "kul" sıfatı ile nitelemezdi. Kulluğun, peygamberlikten de şerefli olduğunu söyleyenler vardır Çünkü kullukla kişi, halktan Hakk'a döner. Peygamberlikle ise Hakktan halka döner. Yine, kulluk sebebiyle kul, tasarrufta bulunmaktan elini ayağını çeker; rısalet sebebiyle ise tasarrufa yönelir. Kula yakışan tasarrufta bulunmaktan elini ayağını çekmesidir. Yine. Mevlâ kulun işlerini düzeltmeyi üzerine alır. Peygamber ise, ümmetinin işlerini düzeltmeyi üstlenendir. İkisinin arası ne kadar uzaktır.

Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren üçüncü ayet; İsâ (aleyhisselâm)'ın konuşmaya başladığında söylediği ilk söz " (Ben, Allah'ın kuluyum) sözüdür (Meryem. 30).Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ın bunu söylemiş olması, annesinin iffetini ve kendisinin babasız olarak dünyaya gelmesinin tandan uzak olduğunu bildirmeye vesile olup bütün hayırların anahtarı ve her türlü belâların savuşturucusu olmasından ileri gelmiştir. Ve yine Hazret-i İsa'nın ilk sözü, kulluğu ifade edince, bunun neticesi de Cenâb-ı Hakkın " sen' Kendime yükselteceğim " (Âli imrân. 55) buyurduğu gibi. bir yüceliş oldu. Buradaki nükte şudur: Söz ile kul olduğunu söyleyen kimse, cennete yükseltilir. Yetmiş yıl ameli ile kulluğunu isbata çalışan kimse, cennetten nasıl mahrum bırakılabilir?

Dördüncü ayet, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa'ya

Şüphe yok ki, Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse, bana ibâdet et" (Tâhâ. 14) duyurmasıdır Allah, Hazret-i Musa'ya tevhîdden sonra kulluğu emretmiştir. Çünkü tevhîd asıl, kulluk fer'dir Tevhîd ağaç, kulluk ise meyvedir: biri olmadan diğerinin varlığı düşünülemez- İşte bu ayetler, kulluğun şerefli olduğuna delâlet etmektedir.

Kulluğun şerefli olduğunu gösteren aklî delile gelince, bu tartışılmıyacak kadar açıktır. Çünkü kul sonradan yaratılmıştır ve zatı bakımından varlığı mümkün olandır. Kulda, Cenâb-ı Allah'ın kudretinin tesiri olmasaydı, o yokluk karanlığında ve yokluk sahasında kalır, var olmanın kemâlâtı bir yana, varlığı bile tahakkuk etmezdi. Kula, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti taalluk edip. kulda cömertliğinin ve onu yoktan var etmesinin neticeleri coşup feyezan edince, kulun var olması ve varlığının kemâlâtı gerçekleşmiş olur. Kulun. Hakkın kudretinin makdûru (konusu) ve Hakk'ın yaratmasının yeri olmasının manası, sadece kulluktur. Buna göre, her şeref ve kemâl, her güzellik ve fazilet ve her sevinç ve iftihar vesilesi, kul için ancak kulluk sebebiyle gerçekleşir. Böylece kulluğun, iyiliklerin anahtarı, mutlulukların dibacesi, yücelik derecelerinin doğuş yen ve iyiliklerin kaynağı olduğu ortaya çıkar. İşte bu sebebten ötürü de kul, " der. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: "Senin kulun olmam, iftihar etmem için bana yeter; senin benim Rabbım olmansa, şeref bakımından bana kâfidir. Ya Rabbî, ben Seni, istediğim gibi bir ilâh buldum; o halde Sen de beni. senin irade ettiğin gibi bir kul yap!"

Altıncı fayda: Makamlar, rubûbiyyet ve ubûdıyyet bilgisi olmak üzere iki makama hasredilmiştir. Bu ikisi bir araya geldiğinde, şu ayette ismi geçen akid, gerçekleşmiş olur:

"Ahdime riâyet ediniz ki. Ben de size verdiğim ahde riayet edeyim " (Bakara 401 Rubûbiyyet bilgisinin en mükemmel işe.

"Hamd, ancak Rahmin ve Rahîm olan, din gününün yegâne mâliki olan Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur" ayetinde zikredilmektedir. Buna göre kulun geçmiş bir yokluktan varlığa geçişi. Cenâb-ı Hakk'ın ilâh olduğuna; kulun var olduğu zaman da, bütün hayır ve mutlulukların meydana gelmesi O'nun Rab, Rahman ve Rahîm olduğuna; kulun ahırette karşılaşacağı haller de. Cenâb-ı Allah'ın din gününün yegâne sahibi olduğuna delâlet eder Bütün bu sıfatları ihata ettiği zaman da. en iten derecede Rubûbiyyet bilgisi meydana gelmiş olur.

Rubûbiyyet bilgisinden sonra, ubûdiyyet bilgisi gelir ki, bu ubûdiyyet bilgisinin bir başlangıcı ve bir kemâli: bir önü ve bir sonu vardır. Kulluk bilgisinin önü ve başlangıcı, kullukla meşgul olmadır ki. kulun sözünden maksadı da budur.

Kulluk bilgisinin kemâl derecesi ise, kulun Allah'ın koruması olmaksızın, Allah'a karşı günah işlemekten alıkoyacak hiç bir güç ve Allah'ın tevfiki olmaksızın da, Allah'a itaat ettirmeye hiç bir gücün yetmeyeceğini bılmesidir. İşte bu durumda kul. bütün isteklerim elde etmek hususunda Allah'tan yardım ister ki, sözüyle kastettiği de budur.

Rubûbiyyet ve ubûdiyyet ahdini yerine getirme tam olunca, bir fayda ve semere elde etme isteği de buna terettüp eder ki. bu da kulun " "Bizi dosdoğru olan yoluna hidayet et!" demesıdır. Sûredeki bu tertip, aklen kendisinden daha şerefli bir tertibin bulunması imkânsız olan yüce. üstün ve şerefli bir tertiptir.

Yedinci fayda: Birisi şöyle diyebilir:

(......) sözlerinin hepsi gâib (üçüncü şahıs) lafzıyla zikredilmiştir. (......) sözünde ise, gâib lâfzından muhatab lâfzına geçilmiştir. Bundaki rayda nedir? Biz deriz ki. bunda birkaç husus vardır.

Birincisi: Namaz kılan kimse, namaza başlarken bir yabancı gibidir. Bu sebeple de. Cenâb-ı Allah'ın, Din gününün sahibi" kadar gâib (üçüncü şahıs) lâfızlarla övmüştür Sonra, sanki Cenâb-ı Allah ona şöyle der: Bana hamdettın ve benim Rab, Rahman, Rahim ve din gününün sahibi olan bir ilâh olduğumu kabul ettin, ikrar ettin. Sen ne güzel bir kulsun! Bir aradaki perdeyi kaldırıp, uzaklığı yakınlıkla değiştirdik. O halde, muhatap sîgasıyla konuş ve ""Yalnız sana ibadet ederiz" de!

İkincisi: İstemenin en güzel şekli, karşılıklı konuşma yoluyla olandır. Görmüyor musun, peygamberler (aleyhisselâm), Rabb'lerinden bir şey istedikleri zaman, bizzat ağızlarıyla isterler de, "Ey Rabbimiz, nefsimize zulmettik..." "Ey Rabbimiz, bizi bağışla" "Rabbim, bana hibe et, bağışla.." ve "Yâ Rabbî, bana kendini göster!" demişlerdir.

Bunun sebebi şudur: Kerîm olanın kendisine hitap edilerek, doğrudan doğruya istenildiğinde, istenilen şeyi vermemesi uzak bir ihtimaldir. Aynı şekilde, ibadet hizmettir. Hizmetin, hizmet edilenin huzurunda yapılması daha evlâdır

Üçüncüsü: Sûrenin başında " ye kadar olan kısım bir övgüdür. Övgünün, övülenin gıyabında yapılması evlâdır. den sûrenin sonuna kadar olan kısım ise, bir duadır. Duanın ise, dua yapılanın huzurunda yapılması evlâdır.

Dördüncüsü: Kul namaza başladığı zaman." "Allah'a yaklaşmak için, namaz kılmaya niyet ettim, ediyorum" der ve böylece, Allah ile kendisi arasında bir yakınlığın meydana gelmesine niyet eder. Bu niyetten sonra kul. Allah'a çeşitli şekillerde senada bulunur. Öyleyse, Cenâb-ı Allah'ın keremi, O'nun bu yakınlığın elde edilmesi hususunda icabet etmesini gerektirir. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah kulu, "gaybet" makamından "huzur" (Allah'ın huzurunda bulunma) makamına geçirir de, kul" "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" der.

Altıncı Fasıl

"Ve yalnız senden yardım isteriz"

Allah'ın koruması olmaksızın. Allah'a karşı günah işlemekten gen durmaya guç, yine Allah'ın tevfikı olmaksızın. Allah'a ibadet etmeye kuvvet olmadığı aklî delillerle sabit olmuştur. Bunun aklî ve naklî yönden birçok delili vardır.

Aklî yönden olan delillere gelince, bunlar birçok yöndendir.

Birincisi: Kadir olan, bir ışı yapmaya da yapmamaya da aynı şekilde gücü yeten kimsedir. Bir tercih eden olmaksızın, tercih olmaz. Bu tercih eden (müreccih) kuldan değildir Kuldan olsaydı, bunu devamlı surette tekrar yapardı. Mademki kuldan değildir, öyleyse müreccih Allahü teâlâ'dandır. Böylece sabit olur ki, kulun bir işi yapmaya yönelmesi, ancak Cenâb-ı Allah'ın yardımı iledir.

İkincisi: Bütün insanlar, kudret, akıl, gayret ve taleb bakımından eşit olarak, Hak dini ve doğru inancı isterler, Fakat onlardan bir kısmı ancak belli bir yardım ile hakka ulaşmaya muvaffak olurlar. Bu yardımı tayin eden de, ancak Cenâb-ı Allah'tır, Çünkü eğer bu tayin eden bir insan veya bir melek olsaydı, bunu devamlı surette tekrar yapardı.

Üçüncüsü: İnsan uzun müddet bir şeyi ister, fakat o şey meydana gelmez. Sonra bir anda veya bir durumda, o şey ortaya çıkar ve kul da böylece ona yönelmiş olur. Bu hâl kula, kalbinde o fiili yapmaya sevkeden katî bir sebep bulunduğu zaman, tecellî eder. Kulun kalbine bu sebebi düşüren ve bu sebebe karşı olan diğer sebeplen yok eden, sadece Allah'tır. Yardım etmenin manası işte budur.

Nakle gelince, bu hususa birkaç ayet delâlet etmektedir.

Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve yalnız senden yardım isteriz" (Fâtiha. 5) sözüdür.

İkincisi: O'nun "Allah'tan yardım isteyiniz " (Bakara. 153) kavli şerîfıdır Cebriye ve Kaderiye (Mutezile), bu ayetin izahı hususunda harekete geçmişlerdir.

Bunlardan Cebriye şöyle demiştir: Fiili hususunda kul kendi başına bağımsız olsaydı, o işi yapmak için Cenâb-ı Allah'tan yardım istemesinin bir manası olmazdı.

Kaderiye de şöyle demiştir: Kul, ancak fiilinin aslını yapabilmesi halinde o hususta Allah'dan yardım dilemesi makul olur; aksi halde başkasından yardım istemesi anlamsızdır. Fiilin palına güç yetıremediğinde de, Allah'tan yardım istemesinin her hangi bir faydası olmaz.

Bana göre, kuiun kudreti ancak fiilde etkili olacak bir sebep ile müessir (etkili) olabilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'dan istenilen yardım, O'nun bu kesin ve etkili sebebi yaratmasından ve, buna zıt olan diğer sebepleri de ortadan kaldırmasından ibarettir. Yardım talep etme (istiâne) sözündeki bazı nükte ve faydaları anlatalım.

İstiane Tabirinin İhtiva Ettiği İncelikler

Birinci fayda: Birisi, "iş hususunda Allah'ın yardımını istemek, o işe başlamadan önce güzel olur, Halbuki burada kul. önce sözünü söylemiş, daha sonra peşine de demiştir. Biri çıkıp bundaki hikmet nedir?" diyebilir. Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz.

Birincisi: Namaz kılan âdeta şöyle demiştir: "ibadet etmeye başladım. O halde onu tamamlamak hususunda Senden yardım istiyorum. Binaenaleyh, ölüm, hastalık ve sebeplen altüst etmek veya değiştirmek kabilinden sebeplerle bu ibadetimi tamamlamama mâni olma!"

İkincisi: İnsan, sanki şöyle demiştir: "Allahım! Nefsimi getirdim, ancak benden kaçan bir kalbim var. Bu nedenle onu senin huzurunda tutmak için. Senden yardım istiyorum. Nasıl böyle olmasın ki, Hazret-i Peygamber

"Müminin kalbi, Allah'ın parmaklarından iki parmağı arasındadır. Müsned. 2/173. buyurmuştur. Bu, insanın kalbini, ancak Allah'ın yardımıyla uyanık bulundurmasının mümkün olacağına delâlet eder.

Üçüncüsü: Yardım hususunda, Senden başkasını, ne Cibril'i, ne de Mîkâil'i istemiyorum. Sadece ve sadece seni istiyorum. Bu hususta, Hazret-i İbrahim'in yoluna uydum, Nemrûd O'nun iki ayağını ve iki elini bağlayarak ateşe attığı sırada Cibril yanına gelerek, O'na şöyle dedi: Her hangi bir ihtiyacın var mı? Bunun üzerine Hazret-i İbrahim, "Sana ise, hayır! Sana yok ihtiyacım" dedi. Cibrîl, "o zaman Allah'tan iste!" dedi. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim, "O'nun durumumu bilmesi, benim O'ndan birşey istememe gerek bırakmaz" dedi. Bilâkis bu konuda, Hazret-i İbrahim'i de geçerim. Çünkü Onun elleri ve ayaklarının dışında, her hangi bir uzvu bağlanmamıştı. Ama bana gelince benim her iki ayağım da bağlıdır, yürüyemem; her iki elim de bağlıdır, kımıldatamam. Her iki gözüm de bağlıdır, onlarla bakamam. Kulaklarım da tıkalıdır, işıtemem. Dilim de bağlanmıştır, binaenaleyh konuşamam. İbrahim (aleyhisselâm) Nemrudun ateşiyle yüz yüzeydi; bense Cehennem ateşiyle yüz yüzeyim. İbrahim (aleyhisselâm) Senden başkasının yardımına razı olmadığı gibi, ben de senden başka yardımcıyı istemiyorum. O halde, "ancak Sana ibadet ediyor ve ancak Senden yardım istiyorum." Bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk da sanki şöyle der: "Ey kulum! İbrahim'in yaptığını yaptın, onu geçtin. Biz de senin mükâfatını arttırıyoruz. Sonra biz "Ey ateş, İbrahim'e bir serinlik ve kurtuluş ol" (Enbiyâ 69)'dedik. Sana gelince. Biz seni cehennemden kurtardık, cennete eriştirdik. Biz sana, kadîm olan Allah'ın sözünü dinlemeyi, kadîm olan varlığı görmeyi de, fazladan bir mükâfat olarak verdik. Nemrûd'un ateşine; "Ey ateş, İbrahim'e bir serinlik ve kurtuluş ol" (Enbiya. 69) dediğimiz gibi, cehennem ateşi de sana. "Ey mümin, çabuk geç. Senin nurun benim ateşimi söndürdü" der.

Dördüncüsü: ifadesi, "Senden başkasından yardım istemem" anlamındadır Çünkü başkasının bana yardım etmesi de. ancak Senin o kimseye bu yardım hususunda yardım etmenle mümkün olur. Başkasının yardımı, sadece Senin yardımınla tamamlanınca, ben bu aradaki vasıtayı kaldırıp, doğrudan Senin yardımına başvuruyorum.

Beşincisi: sözü, Allah'a ibadet etmesi sebebiyle, nefsin üstün bir rütbeye ulaşmış olmasını gerektirir ki, bu da kendini beğenme hissini doğurur. İşte bu sebeble, kul sözünü, peşi sıra getirmiştir Bu da, ibadet sebebiyle meydana gelen bu mertebenin, kulun kuvvetiyle olmayıp, tam aksine Allah'ın yardımıyla meydana geldiğine delâlet eder. O halde, sözünü kulun zikretmesinden maksadı, bu kendini beğenme duygusunu yok etmek ve. bu büyüklenmeyi ortadan kaldırmaktır.

Yedinci Fasıl

5 ﴿