7

"Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna (ilet)"

Burada birçok faydalar vardır.

"Nimet" in Tarifi

Nimetin tarifinde ihtilaf edilmiştir. Bazıları onu, "Başkasına, ihsanda bulunarak yapılmış bir faydadan ibarettir" diyerek tarif etmişlerdir. Bazıları da, "Başkasına, ihsanda bulunarak yapılmış güzel bir fayda (menfaat)dan ibarettir." demişlerdir Bu ikinciler, "Güzel"sözünü ilâve ettik, çünkü güzel olursa nimet şükre müstehak olur. Nimet çirkin olduğunda ise şükre müstehak olmaz" demişlerdir, Gerçek şu ki, tarifi "güzel" kelimesiyle kayda gerek yoktur Çünkü yaptığı iş mahzurlu da olsa, ihsanda bulunan kimsenin, ihsanı yüzünden şükrü haketmesı caizdir. Zira şükre müstehak olma tarafı, günaha ve cezaya müstehak olma tarafından başkadır Bunların bir arada bulunmaları imkânsız değildir Görmez misin ki fâsık, başkasına iyilikte bulunmuş olmasıyla şükre; Allah'a isyan etmiş olmasıyla da kınanmaya müstehak olmuştur. Burada da durumun aynı olması niçin caiz olmasın?

Yukarıda geçen ilk tarifin izahına dönüyor ve şöyle diyoruz: Tarifte "fayda" dedik, çünkü sırf zarar olan şey nimet olmaz; "ihsanda bulunarak yapılmış" kaydına gelince, bu böyledir Çünkü, ihsan gerçek bir fayda olsa ve onu yapan kimse, onunla kendisine ihsan edilen kimsenin menfaatini değil de kendi menfaatini gözetmiş olsa, bu da bir nimet olmaz. Bu tıpkı, sırtından daha çok kazanmak için cariyesine ihsanda bulunan kimsenin haline benzer.

Nimetin tarifini iyice anladığında, buna birçok hususun dayanmış olduğunu göreceksin:

"Nimet" Çeşitleri

İnsanlara ulaşan her fayda ve savuşturulan her zarar, Cenab-ı Hakk'ın "Size olan her nimet Allah'tandır"

(Nahl 53) buyurduğu gibi, Allahü teâlâ'dandır. Sonra nimet üç kısma ayrılır.

a. Yalnız Allah'ın yarattığı nimet; yaratmak ve rızık vermek gibi.

b. Görünürde bize, Allah'tan başkası tarafından gelen, ama aslında Allahü teâlâ'dan olan nimet. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, bu nimeti, nimet vereni ve bu nimete vesile olanın kalbinde, bu nimeti verme arzusunu yaratandır. Ancak. Hak teâlâ, bu nimeti, şu kulunu vasıta kılarak verdiği için, şu kula teşekkür edilmiştir Fakat gerçekte teşekküre lâyık olan. Allahü teâlâ'dır. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hakk, Bana ve ana-babana şükret. Dönüşün ancak Banadır" (Lokmân, 14) diyerek, mahlûkatın nimet vermesinin, ancak Allah'ın nimet vermesiyle tamamlanacağına dikkat çekmek için, önce kendisini zikretmiştir.

c. Bizim itaatte bulunmamız sebebiyle bize ulaşan nimetler... Bunlar da Allah'tandır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bizi taata muvaffak kılıp taatlara karşı bize yardım etmemiş, bizi onlara iletmemiş ve taatlara mâni olacak sebebleri ortadan kaldırmamış olsaydı, bunlardan hiç birine ulaşamazdık. Bu izahımıza göre gerçekte, bütün nimetlerin Allah'tan olduğu ortaya çıkmış olur.

Allah'ın Kullarına Verdiği İlk Nimet

Cenâb-ı Hakkın kullarına verdiği ilk nimet, onlara hayat vermesidir. Bunun böyle olduğuna akıl da nakil de delâlet eder

Aklî delil şudur ki: Bir şeyin nimet olması için, ondan faydalanılması mümkün olmalıdır. Bir şeyden faydalanmak ise, hayatın bulunmasıyla mümkün olur. Çünkü cansız ve ölü kimsenin her hangi bir şeyden faydalanması mümkün değildir. Böylece nimetlerin tamamının aslının "hayat" olduğu ortaya çıkmış olur.

Naklî delile gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti" (Bakara, 28) deyip, peşisıra, "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara. 29) buyurarak, önce "hayat"ı, ikinci kez de kendisinden faydalanılan şeyleri zikretmiştir. Bu da bütün nimetlerin aslının "hayat nimeti" olduğunu gösterir.

Allah, Kâfire Nimet Vermiş Midir?

Alimler, Allah'ın kâfire nimet verip vermediği hususun- da ihtilaf etmişlerdir Bazı arkadaşlarımız, "Allah'ın kâfire nimeti yoktur" demişlerdir. Mutezile de, "Allah'ın kâfire hem dinî hem dünyevî nimetleri vardır" demişlerdir. Arkadaşlarımız görüşlerinin doğruluğuna aklî ve naklî bakımdan delil getirmişlerdir. Naklî delilleri bazı ayetlerdir:

Bunlardan birincisi: Cenâb-ı Allah'ın "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna (ilet)" (Fatiha. 6) ayetidir. Bu böyledir, zira, Cenab-ı Hakk'ın kâfire nimeti olsaydı, onlar da "kendilerine nimet verdiğin" sözüne dahil olurlardı. Şayet bu böyle olsaydı, o zaman;

"Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiğin'kimselerin yoluna ilet" (Fatiha. 6) sözü kâfirlerin yolunu da istemek manasına gelirdi ki bu batıldır. Böylece bu ayetle, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlere her hangi bir nimetinin olmadığı ortaya çıkmış olur. Eğer muhalifler, "Ayetteki, (harfi tarifi cins ifade eden)" kelimesi bu görüşü reddeder" derlerse, deriz ki;" sözü, " den bedeldir. Bu sebeble takdir "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet" şeklinde olur. Böylece de söz konusu olan mahzur geri dönmüş olur.

İkinci ayet; Cenâb-ı Allah'ın

"İnkâr edenler, onlara, onların iyiliğine olarak mühlet tanıdığımızı sanmasınlar. Onlara fırsat verişimiz, ancak günahlarım artırmaları içindir" (Âl-ı imrân. 178) ayetidir.

Aklî delile gelince bu şudur: Dünya nimetleri, devamlı olacak olan ahiret azabına karşılık, deryadaki bir damla kadardır. Böylesi bir şey ise nimet olmaz. Bunun delili şudur: Helvaya zehir katan bir kimse, meydana gelecek büyük zarara karşılık faydası önemsiz kalacağı için, bu helvadan meydana gelecek faydayı bir nimet kabul etmez. Bunda da durum aynıdır

'Allah'ın kâfire birçok nimeti vardır'" diyenler, bu görüşlerine, şu ayetleri delil getirdiler:

Birincisi: Cenâb-ı Allah'ın

"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Tâki takva sahibi olasınız. O Rabb ki, yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü de bir bina yaptı." (Bakara. 21-22) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Allah, bu büyük nimetlerden dolayı, herkesin Allah'a itaat etmesinin farz olduğuna dikkat çekmiştir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın

"Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler ölüler idiniz de O sizi diriltti" (Bakara. 28) ayetidir. Cenâb-ı Hakk, bunu başa kakma ve verdiği nimetleri açıklama sadedinde söylemiştir

Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın

"Ey İsrailoğulları, size in'âm ettiğim nimetlerimi hatırlayınız " (Bakara, 40) ayetidir. Dördüncüsü: Allah'ın

"Kullarımdan hakkıyla şükreden azdır" (Sebe. 13) ayeti ve iblisten (nakledilen)

"Sen, o kulların çoğunu şukredici bulamayacaksın " (Araf, 17) sözüdür. Şayet kâfirler için nimet olmamış olsaydı, (ayetlerde geçtiği gibi) onların şükretmeleri gerekmez ve şükretmemeleri de bir günah olmazdı. Çünkü şükretmek, ancak nimet bulunduğu zaman mümkündür.

Hazret-i Ebubekir'in Halifeliği Nimeti

Cenâb-ı Allah'ın "Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet" (Fatiha. 6) ayeti, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'ın halifeliğine delildir. Çünkü, daha önce, ayetin takdirinin "Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidâyet et" şeklinde olduğunu zikretmiş idik. Allahü teâlâ ise, bir başka ayetle, "kendilerine nimet verdikleri kimselerin" kimler olduklarını açıklamış ve şöyle buyurmuştur:

"İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği, peygamberler, siddıkler, şehidler ve sâlih kimselerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştır" (Nisa. 69), Şüphe yok ki sıddîklerin başı ve reisi Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dır: Öyleyse ayetin manası, "Allah, bize Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ve diğer sıddîk kulların üzerinde oldukları hidayeti istememizi emretmiştir" şeklindedir. Şayet, Hazret-i Ebu Bekir bir zalim olsaydı, ona uymamız caiz olmazdı. Bu söylediğimiz husus ile, ayetin Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliğine delil olduğu ortaya çıkar.

İman Nimeti

Asıl nimet iman nimetidir.

Allahü teâlâ'nın (Kendilerine in'âm ettiğin (kimseler)" (Fatiha'efayetı, üzerinde Allah'ın nimeti olan herkesi içine alır. Bu nimetten murad ya dünya nimetidir ya da din nimetidir. Bunun dünya nimeti olması yanlış olunca, bundan muradın din nimeti olduğu anlaşılmış olur Bu sebeble diyoruz ki: İmanın dışındaki her dinî nimet, imanın bulunmasıyla kayıtlıdır. İmanı meydana getiren nimete gelince, bu nimetin diğer dinî nimetler olmaksızın da meyd îna gelmesi mümkündür. Bu, sözünden muradın, iman nimeti olduğuna delâlet eder. Böylece. Cenâb-ı Hakk'ın "Bizi dosdoğru yola (sırât-ı müstakime), kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet" (Fatiha. 6) sözünün özü, bunun iman nimetini istemek olduğudur Bu temel sabit olunca, deriz ki: Buna bazı hükümler istinad eder:

Birinci hüküm: Bu ayetteki nimetten muradın iman nimeti olduğu sabit olunca, ayetin lafzı, bu nimeti verenin Allahü teâlâ olduğunu açıkça gösterir. Böylece sabit olur ki: İmanı yaratan ve imam veren Allahü teâlâdır Bu da.mutezilemin görüşünün yanlışlığını gösterir Çünkü iman, en büyük nimettir. Eğer imanın faili kul olursa, kulun nimet vermesi, Allah'ın nimet vermesinden daha şerefli ve daha yüce olur. Eğer bu da böyle olsaydı. Allah'ın, nimet vermeyi tazim mevkiinde zikretmesi güzel olmazdı.

İkinci hüküm: Müminin, cehennemde ebedî olarak kalmaması gerekir Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, bu nimet vermeyi, yüceltme mevkiinde zikretmiştir. Şayet bu nimetin, ebedî azabı savuşturmada bir tesiri olmasaydı, bunun faydası az olur, Cenâb-ı Hakk'ın da bunu tazim makamında zikretmesi güzel olmazdı.

Üçüncü hüküm: Ayet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk'a, din hususunda "salah" ve "âslah" gözetmesinin farz olmadığına delâlet eder. Çünkü, eğer doğruya iletme (irşâd), Allah'a farz olsaydı, bu bir nimet sayılmazdı. Zira, yapmaya mecbur olunan bir şeyi yapmak, bir nimet verme değildir. Cenâb-ı Hakk, bunu bir nimet verme olarak isimlendirdiği için, bunun Allah'a vâcib olmadığını anlıyoruz.

Dördüncü hüküm: Ayetteki, "nimet verme"den kastedilenin, "Allahü teâlâ'nın mükellefi imana kadir kılması, ona iletmesi ve onun mazeret ve engellerini kaldırması" olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü bunların hepsi, kâfirler için de vardır Cenâb-ı Allah'ın, bu muktedir kılma ve imanın engellerini kaldırma bütün insanlar için umumî olduğu halde, bu nimet vermeyi bazı mükelleflere ait kılmasından, ayetteki in'âmdan muradın, imana muktedir kılmak ve onun önündeki engelleri kaldırmak olmadığını anlamış oluyoruz.

Dokuzuncu Fasıl

“Ğayri'l-mağdubi Aleyhim vela'd-dâllin” Ayetinin Tefsiri

"Gazaba uğrayan ve sapıkların (yoluna değil)" (Fatiha 7)

Burada birçok faydalar vardır.

Birinci fayda: Meşhur olan görüşe göre "gazaba uğrayanlar" yahûdîlerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:

"Allah'ın lanet edip aleyhine şazab ettiği kimseler" (Mâide 60) Ayetteki "Sapıklar";

"Daha önce muhakkak ki saptılar ve birçok kimseyi de sapıttılar. Onlar dümdüz yoldan sapmışlardır" (Mâide. 77) ayetinin de gösterdiği gibi hıristıyanlardır, "Yaratıcıyı inkâr edenlerle müşrikler din bakımından hırıstıyan ve Yahûdîlerden daha pistirler; bu nedenle, onların dinlerinden sakınmak daha evlâ olur denilerek bu görüşün zayıflığı ileri sürülmüştür. Tam aksine evlâ olan, "kendilerine gazab olunan kimselerin görünen amellerde hata eden kimselere (ki bunlar da fasıklardır), "sapıtanlar" sözünün de, inanç bakımından hata eden kimselere hamledilmesidir. Çünkü lâfız, umumîdir; umumî olan lâfzı kayıtlamaksa, aslolanın aksine bir hareket tarzıdır. "Kendilerine gazab edilmişlerin kâfirler; "sapıtanların" ise, münafıklar olduğunu söylemek ihtimal dahilindedir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nin ilk beş ayetinde müminleri zikrederek, onları medhetmiş; sonra, O kâfirler yok mu...." (Bakara, 6) diyerek, kâfirlerden bahsetmiş; daha sonra da

"İnsanlardan, iman ettik diyenler vardır" (Bakara. 8) diyerek, münafıklardan bahsetmiştir. Burada da, aynı şekilde " diyerek önce müminlerden başlamış, sonra diyerek kâfirleri zikretmiş, daha sonra da diyerek, münafıklardan söz etmiştir.

İkinci fayda: Cenâb-ı Hakk, onların sapıtmış olduklarına hükmedince, onların mümin olmaları imkânsız olmuştur. Aksi halde, Allah'ın doğru olan haberi, yalana dönüşmüş olur ki; bu imkânsızdır. Muhal olana götüren şey de, imkânsızdır.

Üçüncü fayda: Allahü teâlâ'nın sözü, melekler ve peygamberlerden hiçbirinin, Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerin amellerine ters olan bir amele; kendilerine nimet verdiği kimselerin inancına ters olan bir inanca yönelmediklerine delâlet eder. Çünkü, bunlardan böyle bir şey sadır olmuş olsaydı, muhakkak ki haktan sapmış olurlardı. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Hakdan sonra, ancak sapıklık vardır" (Yûnus. 32) buyurmuştur. Eğer onlar sapıtmış olsalardı, onlara tâbi olmak caiz olmaz ve onların yoluyla da hidayete erişilmezdi, Böylece de onlar, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün kapsamının dışına çıkmış olurlardı. Bunun böyle olması geçersiz olunca, biz bu ayetle peygamberler ve meleklerin ismetini anlamış oluruz.

Dördüncü fayda: İlâhî gazab ne demektir? "Gazab", intikam alma arzusuyla, kalbteki kanın kabardığı sırada meydana gelen bir değişikliktir. Bil ki, böyle bir şey Allah hakkında imkânsızdır. Ancak burada umumî bir kaide vardır ki, o da şudur: Nefsanî hallerin tamamının, (ki bunlardan maksadım acıma, neşe, sevinç, öfke, utanma, kıskançlık, hile ve tuzak, kibir ve alaydır) bir başlangıç) bir de sonu vardır. Meselâ öfkenin başlangıcı, kalbdekı kanın kabarması; sonu ise, kendisine kızdığı kimseye zarar vermek istemesidir. Buna göre "gazab" lâfzı, Cenâb-ı Allah hakkında, kalbteki kanın kabarması manasında olan başlangıcına hamledilemez. Belki, "zarar vermeyi istemek" manasına olan neticesine hamledilebilir. "Haya" da böyledir Bunun bir başlangıcı vardır. O da insanda meydana gelen bir inkisar halidir. "Hayâ"nın gayesi de, bir işi terketmektir. Buna göre "haya" lâfzının Allah hakkında, "işi terketme" manasına hamledılmesi caiz, fakat "nefsin inkisarı" manasına hamletmek ise caiz değildir. İşte bu, bu konuda çok kıymetli bir kaidedir.

Beşinci fayda: Mutezile, "Allah'ın onlara gazab etmesi onların, kendi iradeleriyle, yasak olan şeyleri yapmış olduklarını gösterir Aksi halde, Allah'ın onlara gazab etmesi, Allah'tan onlara bir zulüm olurdu" dedi. Ehl-i sünnet ise, "Cenâb-ı Hakk, onlara kızdığını zikredip peşi sıra da onların sapıtmış olduklarını ekleyince, bu ifade tarzı, Allah'ın onlara gazab etmesinin, onların sapıtmış olmalarının illeti olduğunu gösterir. Buna göre de Allah'ın sıfatı, kulun sıfatında müessir olmuş olur. Ama, onların sapıtmış olmaları, onlara Allah'ın gazab etmesini gerektirir dersek, bu ifadeye göre, kulun sıfatı, Allah'ın sıfatında müessir olmuş olur ki, bu da imkânsızdır

Altıncı fayda: Fatiha Sûresi'nin evveli Allah'a hamdetmeyı, O'na sena etmeyi ve O'nu övmeyi ihtiva eder Sonu ise O'na iman etmekten ve O'na itaati kabul etmekten yüz çevirenleri kınamayı ihtiva eder. Bu da bütün hayırların kaynağının ve mutlulukların dibacesinin Allah'a yönelmek; belâların kaynağının ve korkuların başının da Allah'tan yüz çevirmek, O'na itaatten uzaklaşmak ve O'na hizmet etmekten kaçınmak olduğuna delâlet eder

Yedinci fayda: Bu ayet, mükelleflerin üç kısım olduğunu gösterir: 1. İtaat edenler, sözü bunlara işaret eder. 2. Günah işleyenler, sözü ile bunlara işaret edilmiştir. 3. Allah'ın dini hususunda cehalet ve küfür içerisinde olanlar, " sözüyle de bunlara işaret edilmiştir. Şayet, Allah'a âsi olanların, niçin kâfirlerden önce zikredildikleri sorulursa, deriz ki: Bu günah işleyenlerden her biri, küfürden sakınmakla birlikte, fısktan sakınmaz. Bu sebeble fısktan sakınmama mühim bir husus olmuş olur. Bundan dolayı da önce o zikredilmiştir.

Sekizinci fayda: Bu son ayet hakkında bir soru vardır. O da şudur: 'Allah'ın gazabı, o çirkin ve günah işin o kuldan sâdır olacağını Allah'ın bilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu bilginin ise ya kadîm ya muhdes (sonradan meydana gelmiş) olduğu söylenebilir. Eğer bu bilgi kadîm ise, kulun varlık âlemine girmesiyle devamlı olan bir azabtan başka hiç bir şeyden istifade edemeyeceğini bile bile, Cenab-ı Allah niçin onu yokluktan var edip onu yarattı? Bir şeye kızan kimsenin o şeyi yoktan var etmeye ve icat etmeye yönelmesi nasıl düşünülebilir? Ama bu bilginin hadis (sonradan olma) olduğu söylenirse, o zaman Cenâb-ı Hakk hadis olan şeylere mahal olmuş olur. Bir de bu ilmi ihdas etmek kendinden önce geçmiş bir ilme muhtaç olur ki bu teselsüldür. Teselsül ise muhaldir." Bu sorunun cevabı şudur: Cenab-ı Allah istediğini yapar, dilediğine hükmeder.

Dokuzuncu fayda: Ayet hakkında, diğer bir soru da şudur: "Allah'ın nimet verdiği kimsenin, gazab olunmuşlardan ve sapılmışlardan olması imkansızdır. Cenâb-ı Hakk, " sözünü zikrettikten sonra, peşine " ayetini getirmesındeki hikmet nedir?" Buna cevabımız şudur: İman, ancak havf (korku) ve recâ (ümit) ile mükemmel olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer müminin korkusu ile ümidi karşılıklı tartılsa, ikisi birbirine denk olurlar Bunun Hazret-i Peygamber'den değil seleften bir söz olarak nakledildiği söylenmiştir. Bu hususta bkz. Keştu'l-Hafâ, 2/166. buyurmuştur Bu hadise göre, Cenâb-ı Allah'ın sözü tam ümidi; sözü de tam korkuyu gerektirir Bu durumda da iman her iki rüknü ve her iki tarafı ile kuvvet bulmuş olur ve kemâl derecesine ulaşır.

Onuncu fayda: Ayette bir başka soru daha vardır ki o da şudur: "Cenâb-ı Allah'ın, makbul kimseleri bir gurup, -ki bunlar Allah'ın nimet verdiği kimselerdir- reddolunan kimseleri de, kendilerine gazab edilmiş olanlar ve sapıtanlar olmak üzere iki gurup kılmasındaki hikmet nedir?" Buna cevabımız şöyledir: Kendilerine Allah'ın nimetleri tam olan kimseler bizzat Hakk'ın bilgisi ve bununla amel ettikleri için, hayrı birleştiren kimselerdir ki Cenâb-ı Hakk'ın " sözü ile kastedilenler işte bunlardır. Burada amel şartı bozulursa bu kimseler fâsıklardır, " ile kastedilenler bunlardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk:

"Her kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası içinde ebedi olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş ve lânetlemiştir" (Nisa, 93) buyurmuştur. Eğer bundan ilim şartı yok olursa, böyle olan kimseler sapıtanlardır. Çünkü Cenâb-ı Allah:

"Artık Hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan ne kalır!" (Yunus. 32) buyurmuştur. Bu, Fatiha Sûresi'nin her bir ayetinin tafsilatlı olarak tefsiri hususundaki son sözümüzdür. En iyi Allah bilir.

İkinci Kısım

Fatiha Sûresi'nin Toplu Bir Tefsiri

Sûreden Çıkarılan Aklî İncelikler

Dünya âlemi, bulanıklık âlemidir Ahiret âlemi ise, sefa âlemidir. Buna göre dünyaya nısbetle âhiret, fere nisbetle asıl ve gölgeye nisbetle cisim gibidir. Bu sebeble dünyada bulunan her şeyin ahirette bir aslının bulunması gerekir Aksi halde dünyadaki şeylerin, aslı olmayan bir serap ve boş bir hayalden başka bir şey olmaması gerekirdi. Ahirette bulunan herşeyin de dünyada bir benzerinin bulunması gerekir. Aksi halde ahiretteki o şeyler, meyvesiz bir ağaç ve delilsiz bir medlul gibi olurdu. Buna göre ruhanî âlem, ışık, nur, güzellik, sevinç, lezzet ve nimetler âlemidir. Ruhanî varlıkların da kemâl ve noksanlık bakımından farklı olduklarında şüphe yoktur. Bunlardan birinin onların en şereflisi, en yücesi, en mükemmeli ve en değerlisi olması; onun dışındakilerin ise O'nun itaatinde, emrinde ve yasaklan altında olması gerekir Nitekim Cenâb-ı Hakk,

'(Bir elçi ki) çetin bir kudrete mâliktir Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 20-21) buyurur. Ve yine dünyada da bu âlemin en şerefli, en yüce, en mükemmel ve en değerlisi olan bir şahsın bulunması, onun dışındakilerin ise onun emri altında ve ona itaat eder olması gerekir. Buna göre ilk itaat olunan, ruhanî âlemde itaat olunandır. İkinci itaat olunan ise, cısmanîler âleminde itaat olunandır. Birincisi, ulvî âlemin itaat mercii, ikincisi de süflî âlemin itaat merciidir. Cismanîler âleminin, ruhanîler âleminin bir gölgesi ve bir izi gibi olduğunu zikrettiğimizde, bu iki itaat mercii arasında bir mülakatın, bir yaklaşmanın ve bir yakınlığın olması gerekir. Buna göre ruhlar âleminin itaat mercii ışığın kaynağı, cisimler dünyasının itaat mercii ise bir ayna, bir mazhardır. Kaynak olan, melek elçidir; tecellıgâh olansa, beşer elçidir. Bu her ikisiyle de, hem dünya hem ahirette, mutluluklar tamamlanır.

Bunu iyice kavradıysan deriz ki, beşer resulün durumunun kemâli, Allah'a davet etmesinde görülür. Bu davet ise, ancak Cenâb-ı Hakk'ın Bakara Sûresi'nin sonunda ifâde buyurduğu yedi şeyle tamam olur. Bu da;

"Müminlerden her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti." O'nun peygamberlerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz bizi bağışlamam dileriz, dönüş sanadır" dediler" (Bakara. 285). Peygamberlerin hükümleri arasında;

"O'nun peygamberlerinden hiç birisini diğerlerinden ayırmayız" sözü de bulunur. İşte bu dört husus, rubûbiyyet bilgisi olan, "mebde" (başlangıç) bilgisine taalluk etmektedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk, ubûdiyyet, kulluk bilgisine taalluk eden şeyi zikretmiştir ki, bu da iki şeye dayanır Bunlardan birisi "mebde", ikincisi ise "kemâl"dir. Mebde, Cenâb-ı Hakk'ın;

"Duyduk ve itaat ettik, dediler" sözüdür. Çünkü bu söz, Allah'a doğru yol almak isteyen herkes için gereklidir. Kemâl ise, Allah'a güvenme ve tamamıyla O'na sığınmadır. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz" sözüdür. Bu da, beşerî işlere ve insana yönelik itaatlere iltifat etmeyerek, tamamıyla Allah'a sığınmak, O'nun bağışlamasını ve affetmesini istemektir. Sonra, zikredilen bu dört aslın bilgisi ile, Rubûbyyet bilgisi; yine yukarda zikredilen kula ait şu "mebde" ile "kemâl" bilgisi ile kulluk bilgisi tamam olunca geriye çok bağışlayan melikin huzuruna çıkmaktan, ahirete gitmek için hazırlanmaktan başka bir şey kalmaz. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın Dönüş Sanadır sözünden murâd edilendir. Bu söylediklerimizden, derecelerin "mebde", "vasat" (orta) ve "meâd" (varış yeri) olmak üzere, üç olduğu ortaya çıkar. Mebde'in bilgisi, dört şeyi tanımakla mükemmel olur Bu dört şey, Allah'ı, melekleri, kitapları ve peygamberleri tanımadır. "Vasat" olanın bilgisi ise, iki şeyi bilmekle, yani bedenler âleminin payı olan "Duyduk ve itaat ettik" ve, ruhlar âleminin payı olan "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı düiyoruz"u arılamakla mükemmel olur. "Meâd"ın bilgisi ise. tek bir şeyle tamam olur. Bu da, Allah'ın "Dönüş Sanadır!" sözüdür. Buna göre, işin başlangıcı dört, ortası iki ve sonu da bir olmuş olur

Bilgi hususunda bu yedi mertebe sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'a yalvarma, yakarma ve dua etme hususunda da, bundan yedi mertebe çıkar.

Birinci mertebe: Hak teâlâ'nın "Ey Rabbimiz, unutursak veya yamlırsak, bizi muaheze etme" (Bakara, 286) sözüdür. Unutmanın zıddı, hatırlamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Ey iman edenler, Allah'ı çokça anınız." (Ahzâb, 41) "Unuttuğun zaman, Rabbini an." (Kehf, 24) "İyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar, hakikati görüp bilmişlerdir." (Araf, 201) ve "Ve, Rabbinin ismini an" (insan. 25) buyurmuştur. Bütün bu zikir ve anmalar, ancak sözü ile elde edilir.

İkinci mertebe: "Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme" (Bakara. 286) ayetidir Ağır yükü savuşturmak, Cenâb-ı Hakk'a hamdetmeyi gerektirir; bu da O'nun " sözüyle elde edilir.

Üçüncü mertebe: "Rabbimiz, bize takat getiremıyeceğimiz şeyi yükleme" (Bakara. 286) ayetidir. Bu da. Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin tanrılığına işarettir. sözü de, bunu ifade eder.

Dördüncü mertebe: Cenâb-ı Hakkın sözüdür. "Çünkü sen, din gününde hükmetmeye ve hüküm vermeye mâliksin." Bu da O'nun, sözüdür

Beşinci mertebe: Allah'ın "Bizi bağışla" sözüdür "Çünkü dünyada biz sana ibadet ettik ve her işimizde senden yardım istedik." Bu da sözüdür.

Altıncı mertebe: O'nun Bize merhamet et!" sözüdür. "Çünkü, bizi dosdoğru olan yola ilet diyerek, Senden hidâyetimizi istemiştik."

Yedinci mertebe: "Sen bizim Mevlâmızsm, binaenaleyh kâfir kavimlere karşı bize yardım et!" (Bakara 286) sözüdür. Bu da sözünden kastedilendir.

İşte Bakara Sûresi'nın sonunda zikredilen şu yedi mertebeyi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Miraca çıkarken, ruhanîler âleminde söylemiştir. Miracdan inince, kaynağın eseri mazhar üzerinde coştu da, bu Fatiha Sûresi'yle açıklanmış oldu. Buna göre, kim namazında Fatiha Sûresi'ni okursa, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bu nurlar nasıl masdardan mazhara yani ışık kaynağından âyineye inmişse kıraat esnasında bu nurlar mazhardan maşdara doğru yükselirler. İşte bu sebebten ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Namaz, müminin miracıdır" buyurmuştur.

Şeytanın İnsana Girdiği Yollar

Şeytanın insana nüfuz edebildiği yollar, aslında üçtür. Bunlar şehvet, gazap ve nevadır. Buna göre şehvet, hayvanî; gazap, parçalayıcı ve hevâ da, şeytanîdir. Buna göre, şehvet bir afettir. Ne var ki, gazap ondan daha büyüktür. Gazap, bir afettir, ne var ki, hevâ ondan daha büyüktür. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın

"Çünkü namaz edebsizlikten nehyeder" (Ankebut, 45).Bu ayetteki "fahşâ"dan murad, şehvet eserleridir, Ayetin devamında gelen "münker"den maksad, gazab eserleridir, "bağy" dan maksat ise hevâ eserleridir. Buna göre insan, şehvet ile nefsine, gazap ile başkasına zulmetmiş olur, hevâ ile de zulmü Cenâb-ı Allah'ın celâline taşmış olur. Bu sebeble Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Zulüm üç kısımdır: Affolunmayan zulüm, peşi bırakılmayan zulüm, Cenâb-ı Allah'ın peşini bırakması (affetmesi) umulan zulüm. Affolunmayan zulüm, Allah'a şirk koşmaktır. Peşi bırakılmayan zulüm kulların birbirlerine yapmış oldukları zulümdür. Allah'ın, peşini bırakması umulan zulüm ise, insanın kendine yapmış olduğu zulümdür" Benzeri bir hadis için bkz Müsned, 6/240: Aynı metinle, el-Camiu's-sağîr Suyûtî, (2157).

Bu hadîse göre affolunmayan zulmün kaynağı hevâ, peşi bırakılmayacak olan zulmün menşei gazap ve Cenâb-ı Allah'ın, peşini bırakması (affetmesi) umulan zulmün kaynağı ise şehvettir. Sonra bunların her birinin bir neticesi vardır. Buna göre hırs ve cimrilik, şehvetin; kendini beğenme ve kibir, gazabın; küfür ve bidat da hevânın neticesidir. Bu altı şey insanda bulunduğu zaman, bir yedinci şey daha meydana gelir ki, o da hasettir. Haset ise, kötü ahlâkın zirvesidir. Şeytan, kınanmışların en ilerisi olduğu gibi... İşte bu sebebten dolayı. Cenâb-ı Hakk, insana ait serlerin hepsinin,

"Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden sığınırım." (Felâk, 5) diyerek, "hased ile", zirvesini göstermiştir. Nitekim şeytana ait bütün kötülüklerin zirvesinde Vesvese" olduğunu;

"Gerek cinden gerek insandan olsun, o şeytan insanların göğsüne daima vesvese verendir" (Nâs, 5-6) diyerek göstermiştir. Şeytan da vesveseden daha şerli bir şey olmadığı gibi, insanda da hasedden daha kötü bir şey yoktur Hatta bundan öteye, "Hased eden, iblisten daha şerlidir" denilmiştir. Çünkü, anlatıldığına göre iblis Firavun'un kapısına varmış ve kapıyı çalmış. Firavun: "Kim O?" deyince de, iblis: "Eğer sen ilâh olsaydın beni bilirdin" demiş. İblis eve girince de Firavun; "Yer yüzünde seninle benden daha şerli bir kimse tanıyor musun?" diye sormuş. Buna cevaben iblis: "Evet, bu hased eden kimsedir. Çünkü hasedimden ötürü ben bu belâya düştüm" demiş.

Bunu iyice kavradığında deriz ki: Kötü huyların temeli şehvet, gazab ve nevadır. Bu üçünden doğan şeyler ise şu zikredilen yedi şeydir (Hırs. cimrilik, ucub, kibr, küfür, bidat ve haset). İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah yedi ayet olan Fatiha Sûresi'ni indirmiştir. Bu yedi ayet, geçen yedi belayı defetmek içindir. Fatiha Sûresi'nin kökü besmeledir. Bu besmelede de üç isim vardır Bu üç isim ise temel üç bozguncu ahlâka karşılıktır (şehvet, gazab ve hevânın). Buna göre şu temel olan üç isim, kötü ahlâkın üç esasının; Fatiha Sûresi'nin yedi ayeti de, yedi kötü huyun mukâbilindedir. Sonra Kur'ân'ın tamamı sanki Fatiha Sûresi'nden çıkmış dallar budaklar gibidir. Aynı şekilde bütün kötü huylar da, bu yedi kötü huydan çıkan dallar ve budaklar gibidir.

Üç esas isim karşılığında olan üç temel kötü huyun izahına gelince, deriz ki Allah'ı tanıyıp, O'ndan başka mâbud bulunmadığını bilen herkesten, şeytan ve hevânın tesiri uzaklaşır Çünkü hevâ, Allah'ın dışında ibadet olunan bir ilâhtır Zira Cenâb-ı Hakk,

"Hevâsını ilâh edineni gördün mü?" (Câsıye, 23) buyurmuştur. Ve yine Allah Hazret-i Musa'ya- "Ey Mûsâ. hevâna muhalefet et. Çünkü ben nevadan başka benim mülkümde bana karşı koyan bir mahlûk yaratmadım" demiştir. Allah'ın Rahman olduğunu bilen kimse kızmaz, çünkü kızgınlığın kaynağı hükümran olma ve yönetme isteğidir. Halbuki "velayet". Rahmân'a aittir. Zira Cenâb-ı Hakk,

"O gün gerçek mülk, Rahmân'indır." (Furkân, 26) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahîm olduğunu bilen kimsenin. O'nun rahim olması hususunda O'na benzemeye çalışması gerekir. Rahîm olunca da. nefsine zulmetmez, böylece de nefsini hayvanlara ait işlere bulaştırmaz.

Fâtiha'nın yedi ayeti mukabilinde olan bu yedi kötü huya gelince, bu karşılıklı olma durumunu açıklamadan önce, başka bir incelikten bahsedelim. Bu incelik şudur: Cenâb-ı Hakk, besmelede zikretmiş olduğu bu üç ismi Fatihada da zikredip, burada bu üç isimle beraber "Rabb" ve "Mâlik" isimlerini de zikredince deriz ki, "Rabb" ismi Rahîm'e yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hakk

"Rahîm olan Rabb'den sözlü bir selâm vardır" (Yâsin, 58) buyurmuştur. "Mâlik" de Rahmân'a yakındır. Nitekim, Cenab-ı Hak,

"O gün gerçek mülk, Rahmân'ındır" (Furkân, 26) buyurmuştur Böylece bu üç isim "Rabb", "Melik" ve "İlâh" olarak ortaya çıkmış olur. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hakk Kur'an sûrelerinin sonuncusunu bu üç isimle bağladı. Buna göre takdir, sanki şöyle denilmiş olmasıdır: Şayet sana şeytan şehvet tarafından gelmek isterse,

"İnsanların Rabbine sığınırım" (Nas. 1) de! Eğer gazab tarafından yaklaşmak isterse, "İnsanların Melikine" de; hevâ cihetinden gelmek isterse, "İnsanların ilâhına" de!

Bu yedi şeyin yedi ayete karşılık olmasını izaha başlıyor ve şöyle diyoruz: Kim " derse, Allah'a şükretmiş ve eldekiyle yetinmiş olur. Böylece de, şehveti yok olur. Kim O'nun âlemlerin Rabbi olduğunu bilirse, bulamadığı ve elde edemediği şeyler hususundaki hırsı; elde ettiği şeyler hususundaki cimriliği zail olmuş olur. Böylece de ondan şehvet ve onun lezzetlerinin belâsı savuşmuş bulur. Kim Allah'ın Rahman ve Rahîm olduğunu bildikten sonra, O'nun din gününün sahibi de olduğunu bilirse, gazab ve öfkesi zail olur.

Kim, " derse, birincisiyle (Yalnız sana ibâdet ederiz) kibri; ikincisiyle de (Yalnız senden yardım isteriz) kendini beğenmesi yok olmuş olur. Böylece de ondan, gazab ile ondan meydana gelmiş olan kibir ve kendini beğenme afeti savuşmuştur.

"Bizi dosdoğru yola ilet!" deyince de ondan hevâ şeytanı bertaraf olmuş olur,

"Kendilerine nimetler verdiklerinin yoluna.." deyince ise, kendisinden küfür ve şüphe gitmiş olur.

"Kendilerine gazab olunmuşların ve sapılmışların yoluna değil" dediği zamansa, ondaki bidatler savuşmuş olur. Böylece, Fâtiha'nın bu yedi ayetinin bu yedi kötü ahlâkı defetmiş olduğu ortaya çıkar.

Fatiha, Muhtaç Olunan Her Şeyi İhtiva Eder

"Bu fasıl. Fatiha Süresi'nin mebde' (başlangıç), vasat (orta) ve me'âd (sonuç, âhiret) bilgisi hususunda insana lâzım olan her şeyi ihtiva ettiğini açıklamak hususundadir"

(......) sözü, Hâlik-i muhtar'ın (iradesi hür Yaratıcının) varlığına işarettir. Bunun izahı şöyledir: Kur'ân'da Yaratıcı'yı isbat hususunda dayanılan esas, insanın yaratılmasıyla buna istidlal etmektir. Görmüyor musun İbrahim (aleyhisselâm) şöyle demiştir:

"Rabbim dirilten ve öldürendir." (Bakara. 258), Bir başka ayette de şöyle der:

"O, beni yaratan ve bana hidayet edendir." (Şuarâ, 78). Mûsâ (aleyhisselâm)

"Bizim Rabbimiz, herşeyi yaratan ve sonra da onların tutacağı yolu gösterendir" (Tâhâ, 50) buyurmuştur. Bir başka ayette de

"O sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbidir" (Duhân, 8) demiştir. Cenâb-ı Allah, Bakara Süresi'nin başında:

"Ey insanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize kulluk edin. Tâki takva sahibi olasınız" (Bakara. 21) buyurmuştur ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği ilk ayetlerde şöyle demiştir:

"Yaratan Rabbinin ismi ile oku. O, insanı alakadan yaratmıştır" (Alak. 1-2).Bu altı ayet, Allahü teâlâ'nın, insanın yaratılması ile Yaratıcının varlığına istidlalde bulunduğunu gösterir Kur'ân'ı iyice düşündüğünde, onda bu çeşit pek çok istidlalin olduğunu görürsün.

Bu delil, haddizatında bir delil olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir nimettir. Bu durum, kula Allah'ın varlığını tanıtması bakımından bir delil, kula Allah tarafından gelen büyük bir menfaat olması cihetiyle de bir in'âmdır. Öyleyse o bir cihetten delil, bir başka cihetten de in'âm (nimet verme)dır. İn'âm ancak in'âm edenin, nimet ulaştırma gayesini taşıması durumunda övgüye değer. İnsan bedeninin yaratılması da böyledir. Çünkü muhtelif karakterli, şekilli ve biçimli uzuvların, cüzleri birbirine benzeyen bir nutfeden (meni damlasından) meydana gelmesi, ancak Yaratıcı olan Allahü teâlâ, bu uzuvları o biçim ve karakterlerde var etmeyi dilediği zaman mümkün olur. Öyleyse bu farklı uzuvların meydana gelmesi, her şeyi bilen, her şeye kadir, rahmetinin ve ihsanının hükmüyle ve her türlü faydamıza uygun ve elverişli olacak bir biçimde bu uzuvları yaratmayı dilemiş olan bir Yaratıcının varlığına delâlet eder. İşte durum ne zaman böyle olursa, bunu yapan hamd-ü senaya hak kazanır. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın sözü, Yaratıcının varlığına, ilmine, kudretine, rahmetine, hikmetinin kemâline ve hamd-ü sena ile her türlü tazime müstehak olduğuna delâlet eder Böylece de sözü, bütün bu manalara delâlet etmiş olur.

(......) sözüne gelince, bu da, bu ilâhın bir olduğuna, bütün âlemlerin O'nun mülkü ve milki olduğuna, âlemde O'ndan başka hiç bir ilâh bulunmadığına ve O'ndan başka hiç bir mâbud olmadığına delâlet eder.

(......) sözüne gelince, bu, kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan bu tek ilâhın, kul için, ölümden önce, ölüm esnasında ve ölümden sonra, rahmetin, keremin, lütuf ve ihsanın kemâli ile nitelenmiş olduğunu gösterir.

(......) sözü de, bu günden başka, içinde iyinin kötüden ayrılacağı ve mazlumun hakkının zalimden alınacağı bir başka günün (ahiretin) olmasının, Allah'ın rahmetinin ve hikmetinin gereklerinden olduğuna delâlet eder. Şayet ölümden sonra diriliş ve haşr olmamış olsaydı, bu, Allah'ın rahman ve rahîm olmasına zarar verirdi. İşte bunu iyice anladığın zaman sözünün bir Hâlik-i muhtâr'a;" sözünün, bu Yaratıcı'nın birliğine (vahdaniyetine); sözünün, O'nun dünyadaki ve âhiretîeki rahmetine; sözünün de, ahiret yurdunu yaratmış olduğu için, rahmetinin ve hikmetinin ne kadar mükemmel olduğuna delâlet ettiğini görürsün. İşte buraya kadar anlattıklarımızla, kulun rubûbiyyet bilgisi konusunda muhtaç olduğu şeyler tamamlanmış oldu.

(......) den itibaren sûrenin sonuna kadar olan kısma gelince, bu, kulluğun ifade edilmesi konusunda bilinmesi gereken şeylere işaret etmektedir ki, bu şeyler de şu iki kısımda toplanmıştır: Kulun yaptığı ameller ve bu amellere bağlı olan neticeler... Kulun yaptığı amellerin iki esası vardır:

Birincisi: Kulun ibadet etmesidir. sözüyle buna işaret edilmiştir.

İkincisi: Kulun, Allah'ın yardımı olmaksızın, bu ibadeti yapmasının mümkün olmadığını bilmesidir. sözüyle de buna işaret edilmiştir. Bu noktada cebr ve kader konusundaki sonsuz derya karşımıza çıkar. Bu amellere dayanan neticelere gelince bunlar da hidayet, manevî inkişaf ve tecellînin meydana gelmesidir ki sözüyle buna işaret edilmiştir.

Sonra, âlemdeki insanlar üç guruptur.

Birinci gurup, Hakk'a ulaşmış, ihlâs sahibi kâmil insanlar... Bunlar bizzat Hakk'ın bilgisi ve bu bilgiyle amel etme neticesi elde edilen hayrı kendilerinde cemetmiş olan kimselerdir. sözü ile bu kimselere işaret edilmektedir

İkinci gurup, sâlih amelleri ihlâl etmiş olanlardır ki, bunlar da fâsıklardır.

(......) sözü ile bunlara işaret edilmiştir.

Üçüncü gurup, doğru inancı ihlâl etmiş olanlardır ki bunlar bid'ate ve küfre dalan kimselerdir. İşte sözü ile de bunlara işaret edilmektedir.

Bunu iyice anladıysan deriz ki: İnsan nefsinin marifet ve ilim yoluyla kemâle ermesi iki kısımdır a) İnsanın, bu marifet ve ilimleri, tefekkür, derin düşünce ve istidlal yolu ile elde etmeye gayret etmesidir, b) İnsanın, bu bilgi ve marifeti, kendinden önceki insanların bilgilerinin kendisine ulaşarak bunlarla kemâle ermesidir. sözü birinci kısma, sözü de ikinci kısma işaret etmektedir Sonra bu ikinci kısımda kulun, sahih inanç ile sâlıh ameli birleştiren hak ehlinin akıllarının nuruna uyması; kendilerine gazab edilmiş olan, sâlih amelleri ihlâl eden taife ile sahih inancı ihlal eden sapıtmışlar taifesine uymaması istenir. İşte bu sûrenin sonudur. Bu özetlediğimiz şeylere vâkıf olununca, Fatiha Sûresi'ninrubûbyyetve ubudiyet bilgisinden muteber olan makamların hepsini ihtiva ettiği ortaya çıkar.

Dördüncü fasıl

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Allah'ın şöyle buyurduğunu nakl etmiştir:

"Salât Sûresini (Fatiha Sûresi'ni) kulum ile aramda ikiye bölüştürdüm. Kul, besmeleyi okuduğunda Cenâb-ı Allah: "Kulum Beni zikretti "der. Kul, (......) dediğinde, Cenâb-ı Allah, "Kulum bana hamdetti" der Kul (......) dediğinde. Cenâb-ı Allah: "Kulum Bana tazim etti" der. Kul: (......) dediğinde, Allah: "Kulum Beni yüceltti" der. -Diğer bir rivayette de- "Kulum işlerini Bana havale etti" der. Kul, (......) dediğinde, Cenâb-ı Allah: "Kulum Bana ibadet etti" der. Kul, (......) dediğinde İse, Allah: "Kulum bana tevekkül etti" der. -Diğer bir rivayette- Kul (......) dediği zaman, Allah: "Bu Benimle kulum arasındadır" der. (......) dediğinde de "Bu kuîumundur. Kuluma dilediği vardır (verilecektir)" der.

Bu hadisten elde edilecek olan faydalar:

Birinci fayda: Cenâb-ı Allah'ın: "Fatiha Sûresi'ni Benimle kulum arasında ikiye bölüştürdüm" sözü, şer'î hükümlerin dayanağının, mahlûkatın faydasına olan şeyleri gözetmek olduğunu gösterir Nitekim O:

"Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için yapmış olursunuz, kötülük yaparsanız, yine kendinize yapmış olursunuz" (isrâ. 7) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü, kulun en önemli işi, kalbini, önce rubûbiyyet bilgisiyle, sonra da ubûdiyyet bilgisiyle aydınlatmasıdır. Çünkü o, bu söze riayet etmek için yaratılmıştır Nitekim, Allahü teâlâ:

"Cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım " (Zâriyat, 56),

"Hakikaten Biz, insanı karışık bir damla sudan (meniden) yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işiten ve gören yaptık." (Dehr. 2) ve

"Ey İsrailoğulları, size in'âm ettiğim nimetleri hatırlayınız ve ahdimi tutunuz ki, Ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim " (Bakara. 40) buyurmuştur. Durum böyle olunca, hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Allah, bu Fatiha Sûresi'ni Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiş, bu ahdi yerine getirme hususunda, muhtaç olunan her şeyi ihtiva etsin diye de sûrenin ilk kısmını rububyyet, ikinci kısmını da ubudiyet bilgisine tahsis etmiştir.

Namazda Fatiha Sûresini okumak şarttır

İkinci fayda: Allahü teâlâ. Fatiha Sûresine. "Salât" ismini vermiştir. Bu birçok hükme delâlet eder:

Birinci hüküm: Fatiha sûresi namazda okunmadığı zaman, namazın olmaması gerekir. Bu da, namazda Fatihayı okumanın, bizimkilerin (Şâfiîlerin) dediği gibi, namazın bir rüknü olduğuna delâlet eder. Bu delil, başka delillerle kuvvet bulur:

1. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). namazda her zaman Fatiha Sûresı'ni okumuştur. Cenâb-ı Allah'ın

O) Peygambere uyunuz" (Araf, 158) ayeti ve Hazret-i Peygamber (s.as)'in

"Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de aynı şekilde namaz kılınız.” hadisinden ötürü, namazda Fatiha okumanın bize de farz olması gerekir

2. Hulefâ-i Râşıdîn de bu sûreyi, her zaman namazlarında okumuşlardır. Resûllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:

"Benim ve benden sonra gelecek olan Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetine sarılınız. hadisinden dolayı, bunun bize farz olması gerekir.

3. Doğudan batıya bütün müslümanlar ancak Fatiha Sûresi'yle namaz kılarlar Binaenaleyh, Cenâb-ı Allah'ın

"Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu döndüğü yere dönderir ve onu cehenneme yaslarız." (Nisa. 115) ayetinden dolayı onlara uymamız gerekir.

4. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Fâtihâtü'l-Kitab olmadan namaz olmaz." demiştir.

5. Cenâb-ı Allah

"Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyunuz" (Müzzemmil, 20) buyuruyor. Ayetteki

"okuyunuz" ifadesi emirdir. Emrin zahiri ise vucûb (yapılmasının farz olduğunu) ifade eder. Buna göre, Kur'ân'dan insanın kolayına geleni okuması farzdır. Fatiha Sûresi'nden başkasını okumak farz olmadığına göre, emrin zahiri ile amel edilerek, namazda Fatihayı okumanın farz sayılması gerekir.

6. Fâtiha'y (namazda) okumak ihtiyatlı bir yoldur. Dolayısıyla ihtiyatlı olanı yapmalı. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüpheli olmayana geç demiştir.

7. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Fâtıha'yı her zaman namazlarında okumuştur. Bu sebeble, onun yolundan dönmenin haram olması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah:

"Onun emrinden uzaklaşıp gidenler çekinsinler..." (Nûr, 63) buyuruyor.

8. Namazda Fâtiha' okumanın, onun dışındaki sûreleri okumaktan daha faziletli ve iyi olduğu hususunda müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki kul namaz kılmakla mükellef tutulmuştur. Var olan bir şeyde aslolan, onun devam etmesidir. Böylece, namazını ancak Fatiha Sûre-si'ni okuyarak ifa ettiğinde insanın sorumluluktan çıkacağına hükmederiz. Bu şekilde kılınan namazın, Fâtiha'dan başka bir sûrenin okunmasıyla kılınan namazdan daha üstün ve faziletli olacağına işaret etmiştik. Kâmil bir şekilde yapmakla mükellef olunan bir amelin sorumluluğundan, onu noksan bir şekilde yaparak kurtulunamaz. Buna göre, Fâtiha'dan başka sûre okunarak kılınan namazla sorumluluktan kurtulunamaz.

9. Namazdan maksat, kalbin zikrinin meydana gelmesidir. Cenâb-ı Hakk: Ve Beni zikretmek için namaz kıl" (Tâhâ. 14) buyurmuştur

Fatiha Sûresi kısa olmasına rağmen, rubûbiyyet ve ubûdiyyet makamlarını ihtiva eder. Bütün mükellefiyetlerden maksat, rubûbiyyet ve ubûdiyyet bilgilerinin elde edilmesidir İşte bu sebeble Cenâb-ı Allah, bu sûreyi

Biz sana Sebu'l-Mesâniyi (Fatiha Sûresi'ni) ve Kur'ân-ı Aztm'i verdik (Hicr, 87) diyerek, bütün Kur'ân'a denk kılmıştır Bundan dolayı, diğer sûrelerin onun yerini tutmaması gerekir.

10. Rivayet ettiğimiz haberler, Fatiha Sûresi okunmadan namazın olmayacağını gösterir.

Allahü teâlâ'yı zikretmenin önemi:

Üçüncü fayda: Cenbâb-! Allah'ın kudsî hadîsinde, "kul, besmeleyi okuduğunda. Allah; -'Kulum beni zikretti" der." ifadesinde birçok hüküm vardır

Birincisi: Cenâb-ı Allah.

"Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim" (Bakara. 152) buyurur. İşte burada kul, Cenâb-ı Allah'ı zikretmeye yöneldiğinde şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk, onu kendisini andığı bir toplumdan daha hayırlı bir toplulukta anar.

İkincisi: Bu, zikir makamının, kullukta çok yüce ve şerefli bir makam olduğunu gösterir Çünkü geçen ayette, Cenâb-ı Allah, önce kulun zikrini mevzubahis etmiştir. Yine bu zikir makamının mükemmel bir makam olduğuna Cenâb-ı Allah'ın, zikri emrederek şöyle buyurması da delâlet eder:

"Beni zikredin ki. Ben de sizi zikredeyim." Sonra Cenâb-ı Allah

"Ey iman edenler Allah'ı çok çok zikredin." (Ahzâb, 41)

"Onlar ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde yatarlarken hep Allah'ı (hatırlayıp) zikrederler" (Âli İmrân. 191) ve "Takvaya erenler, kendilerine şeytandan bir arıza iliştiği zaman, İyice düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp bilmişlerdir" (Araf, 201) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, kulluk makamlarından olan, zikir makamı üzerinde durduğu kadar hiçbir şeyin üzerinde durmamıştır.

Üçüncüsü: O'nun kudsî hadisteki, "Kulum beni zikretti" sözü "Allah" lâfzının Cenâb-ı Hakk'ın kendine mahsus zatı için bir alem (özel) ismi olduğuna delâlet eder. Eğer "Allah'" lâfzı, türetilmiş (müştak) bir isim olsaydı, onun mefhumu küllî bir mefhum olurdu. Şayet böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın hususî ve muayyen zatı bu lâfızla anılmazdı. "Rahman" ve "Rahîm" lâfızlarının küllî birer lâfız olduğu zahirdir. Böylece Allah'ın "Kulum beni zikretti" sözü, "Allah" lâfzının. Cenâb-ı Hakk'ın alem ismi olduğuna delâleti sabit olur. Hadisteki, "Kul dediğinde, Cenâb-ı Allah: "Kulum Bana hamdetti" der" ifadesi, hamd makamının zikir makamından daha üstün olduğunu gösterir. Âlemin ilk defa yaratılmasında söylenilen sözün olması da buna delâlet eder. Çünkü, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) yaratılmadan önce, melekler:

"Biz Seni hamdinle tesbih ve seni takdis ederiz " (Bakara. 30) demişlerdir. Bu âlemin yok olmasından sonra söylenilen en son söz de "el-Hamdü" lâfzıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, cennetliklerin vasıfları hakkında:

"Onların dualarının sonu demektir." (Yûnus. 10) Akıl da hamd makamının, zahir makamından üstün olduğunu gösterir, Çünkü Cenâb-ı Allah'ın zâtı hakkında tefekkür etmek imkansızdır. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Mahlûkat hakkında aüşünün fakat Yaratan(ın zâtı) hakkında tefekkür etmeyiniz Bu hadisi Ebu Nu'aym. Hilye'sınde; Tabarânî, Evsafında; Beyhakî, Şu'ab'mda zikretmiştir (Keşfu'l-Hafâ. 1/311) buyurmuştur ve çünkü bir şeyi düşünmeden önce, onu tasavvur etmek lâzım. Cenâb-ı Hakk'ın hakikatinin künhünü tasavvur etmek imkânsızdır. Bu sebeble Cenâb-ı Allah'ın zatı hakkında tefekkür etmek imkânsızdır. Buna göre O nun, ancak fiilleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür etmek mümkün olur. Sonra hayır olan şeyin bizatihi; şer olan şeyin ise geçici sebeblerden ötürü arandığı ve istendiği delil ile sabittir. Buna göre Cenâb-ı Allah'ın yaptıkları ve yarattıktan üzerinde tefekkür eden herkes, O'nun rahmet, fazl ve ikramına daha çok vâkıf olur. Bu sebeble kişinin hamd ve şükürle meşguliyeti daha çok artar. Böylece (......) der. Bunu deyince de Cenâb-ı Allah: "Kulum Bana hamdetti" der, ve bu sebebe Allahü teâlâ, kulunun, aklı ve fikri ile, gerek ulvî âlemlerin ve gerekse süfli âlemin tertibindeki ihsanına ve keremine vâkıf olduğuna; onun lisanının, aklına uygun ve ona denk olduğuna şehadet eder. Eğer Kul, O'na iman etme, kalbiyle, diliyle, aklıyla ve beyanıyla O'nun keremini tasdik deryasına dalarsa bu ne yüce bir hâl olur!

Hadîs-i Kudsî'deki "Kul dediğinde, Allahü teâlâ: "Kulum Bana tazim etti." der." ifadesine geîince, bu hususta birisi şöyle diyebilir: Kul, besmeleyi okuduğunda da "rahman" ve "rahîm" lâfızlarını söylemişti, ama orada Cenâb-ı Allah "Kulum Bana tazim etti" dememiştir. Fakat Fatiha Sûresı'nde dediğinde, "Kulum Bana tazim etti" demiştir. Bu ikisi arasındaki fark nedir? Buna şu şekilde cevap verilir: Kulun sözü, onun, Cenâb-ı Hakk'ın zatında kemâl sahibi ve başkasını kemâle erdirici olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Sonra, der. Bu da, zatında kâmil olan ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, tek ve şeriki olmayan bir ilâh olduğunu gösterir. O, dediği zaman, bu, zatında kâmil ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, rahmette, kullarına son derece lütuf ve ikram etmesinde şerikten, ortağı olmaktan, misli ve benzeri olmaktan, zıddı bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet eder. Şüphe yok ki kemâl ve celâl manalarını tasavvur etme hususunda, insan aklının, anlayışının ve hayalinin ulaşabileceği en son nokta ancak bu makamdır. İşte bu sebeble, Cenâb-ı Hakk burada: "Kulum bana tazim etti" demiştir

Hadis-i Kudsî'deki: "Kul, dediğinde, Allah: "Kulum beni yüceltti .", Bana yakışmayan şeylerden tenzih ve takdis etti" der." ifadesine gelince, bunun izahı şudur: Biz bu dünyada zalimlerin mazlumlara baskı yaptığını; güçlülerin güçsüzleri ezdiğini; muttakî, kâmil bir âlimin geçim sıkıntısına düşebildiğini; günahlara dalmış kâfirin ise rahatın ve lüksün zirvesinde yaşadığını görüyoruz. Bu durum ise merhametlilerin en merhametlisi, hükmedenlerin en iyisi olan Allah'ın rahmetine uygun düşmez. Cenâb-ı Allah'ın zalimlerden mazlumların hakkını alması, kendisine itaat edenlere mükafaatlarını, inkar edenlere ise cezalarını vermesi için kıyamet, ba's ve haşr bulunmasaydı, bu ihmal ve imhal (mühlet tanıma), Allah'ın kullarına bir zulmü olurdu. Ceza günü ve din günü var olunca, Cenâb-ı Hakk'ın kullarına zulmettiği vehmi ortadan kalkar. Bu sebebten dolayı Cenâb-ı Allah:

"(Bütün bunlar) kötülük edenleri, yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeli ile mükâfatlandırması için " (Necm, 31) buyurmuştur. Kudsî hadisteki işte Cenab-ı Allah'ın, "zulüm ve zulüm huyundan Beni tenzih eden" kulum Beni yüceltti" sözünden kastettiği budur.

"Kul " dediğinde, Allah: Bu Benimle kulum arasındadır" der." ifadesine gelince, bu cebr ve kader meselesinin esrarına işarettir. Çünkü kulun sözünün manası, kulun ibadet ve taat işine yöneldiğini haber vermektir. Sonra Cebr ve Kader bahsi gelir. Bu da şu demektir: Kul, bu işi yaparken bağımsız mıdır, değil midir? Gerçek şu ki o, bağımsız değildir. Çünkü kulun kudreti, ya hem yapmaya hem de yapmamaya elverişlidir veya değildir. Eğer gerçek olan birincisi ise bu kudretin yapmamanın değil de yapmanın kaynağı olması ancak bir müreccih (tercih eden) sebebiyledir. Eğer bu müreccih kul ise, ülmüş olur. Eğer bu müreccih kul değil de Allah ise, Allah'ın, engellerden kurtulmuş olan bu sebebi yaratmış olması, O'nun yardım etmesidir. sözü ve, "kalbimizde bizi batıl inançlara ve bozuk amellere davet eden bir sebeb yaratma ve bize katından bir rahmet ver!" anlamına gelen (al-ı imrân. 8) ayetinden kastedilen de budur. Bu rahmet, Allah'ın bizi iyi "âmellere ve doğru inançlara çağıran sebebi yaratmasıdır. İşte yardım etme ve yardım talebinde bulunmadan maksat budur. Bu sözü söylemeyen bir kimse, kesin olarak sözünün manasını anlamamıştır. Bu ortaya çıkınca, Hak teâlâ'nın: "Bu benimle kulum arasındadır" sözünün doğruluğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk'tan olan kısma gelince, bu Allah'ın kesin müessir sebebi yaratmasıdır. Fiilde kuldan olan kısma gelince bu kuldaki kudret ile Cenâb-ı Allah'ın yarattığı sebebin bir araya gelmesiyle, bu fiilin meydana çıkmasıdır. Bu, üzerinde iyice düşünülmesi gereken dakik bir meseledir.

Hadîsi Kudsîde Cenâb-ı Allah'ın: Kul dediğinde, Allah: "Bu kuluma aittir ve kuluma istediği vardır" der ifadesine gelince bunun izahı şöyledir: Biz, ulûhiyetle ilgili bütün meseleleri ısbat ve nefy hususunda, nübüvvet meşelerinin tamamında ve meâd (ahiret)la ilgili meselelerin bütününde, insanların ihtilâf ettiklerini görüyoruz. Bu konuda, şüpheler baskın çıkıyor ve karanlıklarsa her tarafı basmıştır Cenâb-ı Hakk'ın künhüne ve hakikatine, çoğunluk içindeki pek az insan vasıl olabilir Bütün insanlar, akıl, fikir, çok araştırma ve iyice düşünme hususunda eşit olmalarına rağmen, bu hâl pek azına nasip olabilmiş.. Şayet Cenâb-ı Allah'ın hidayeti ve yardımı olmasaydı, hakkı isteyenin gözünde hakkı süsleyip, batılı da onun gözünde çirkin göstermemiş olsaydı -nitekim Cenâb-ı Hakk

"Fakat Allah size imam sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi" (Hucurât. 7) buyurmuştur- hiç kimsenin hakka ulaşması mümkün olmazdı. İşte bu sebeble kulun " "Bizi dosdoğru olan yoluna ilet" sözü de. bu duruma işaret etmiş olur Yine, bâtılı bâtıl olarak bilen kimsenin bâtıla razı olmaması, onun ancak gerçek bir inancı, sağlam bir dini ve doğru olan hükmü istemesi de, buna delâlet eder. Eğer iş. sadece kulun ihtiyarıyla olmuş olsaydı, hiç kimsenin hataya düşmemesi gerekirdi. Birçok kimsenin sapıklık denizinde boğulduğunu görünce. Hakka ulaşmanın sadece Allah'ın hidayeti ile olduğunu anlarız. Bütün peygamber ve meleklerin bunda mutabık olmaları da, bu görüşümüzü güçlendirir. Meleklere gelince "Rabbimiz, seni tenzih ederiz. Senin öğrettiklerinden taşka, bizim ilmimiz yoktur. Muhakkakı Sen, her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz hikmet sahibi olansın " (Bakara, 32) derler. Hazret-i Âdem, "Rabbimiz, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki biz hüsrana uğramışlardan olacağız" (A'râf. 23); Hazret-i İbrahim: Eğer Rabbim beni hidayete ulaştırmazsa, muhakkak ki ben, sapılmışlardan olacağım!" (En'âm 77); Hazret-i Yûsuf, " "Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kulların arasına kat" (Yûsuf. 101); Hazret-i Mûsâ,

"Rabbim, göğsümü genişlet, işimi koîaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, ki sözümü anlayabilenler..." (Tâhâ, 25-28) ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de,

"Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra, kalblerimizi sapıtma! Ve bize, katından bir rahmet ver! Muhakkak ki, sen çokça verensin!" (Âl-i İmrân. 8) diye dua etmişlerdir Bu hadîs-i kudsideki incelikler hususunda söyleyebileceğimiz söz budur Söylemediklerimizse, söylediklerimizden daha çoktur.

Dördüncü fayda: Fatihanın ayetleri yedidir.

Namazda gözle görülen ameller de yedidir Bunlar, kıyam, rükû, rükûdan doğrulma, ilk secde, bundan doğrulma, ikinci secde ve tahiyyâta oturmadır. Böylece Fâtiha'nın ayet sayısı, namazdaki bu işlerin sayısına eşit olmuş olur. Bundan dolayı da bu işler sanki bir beden, Fatiha ise o bedenin ruhu gibidir. Kemâl derecesi, ancak ruh ile bedenin birleşmesiyle elde edilir. Buna göre, besmele, namazdaki kıyamın karşılığıdır. Görmez misin ki besmeledeki "be" harfi Allah'ın ismi ile birleşince ayakta kalır Yine besmele ile işlere başlanır Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Besmele ile başlanılmayan her önemli iş güdük'i" Daha önce geçti. buyurmuştur. Cenab-ı Allah da:

"Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse felaha ermiştir" (Alâ. 14-15) buyurmaktadır Namazdaki işlerden kıyamın da durumu aynıdır Böylece, şu yukarıda zikredilen hususlar muvacehesinde besmele ile kıyam arasındaki münasebet görülmüş olur." sözü, namazdaki rükûun karşılığıdır. Çünkü kul. hamdetme makamında hem Hakka hem de mahlûkata bakar. Çünkü hamdetmek, Cenâb-ı Hakk'tan gelen nimetler sebebiyle O'na sena etmekten ibarettir. Bu makamda kul, hem nimet verene, hem de nimete bakar. Bu bakımdan hamd makamı, arazlarla, istiğrak hali arasında orta bir haldir. Rükû da kıyamla secde arasında orta bir haldir" lâfzı nimetlerin çokluğunu gösterir. Çok nimet ise, kişinin sırtına ağır gelen şeylerdendir. Bu nedenle, insanın sırtı rükû ederek eğilmiştir" sözü rükûdan doğrulma haline uygundur. Çünkü kul, rükûda, Allah'a tazarru edip eğilince, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine yakışan, onu yeniden doğrultmasıdır. İşte bu sebeble Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kul, (ruküdan kalkıp da) (Cenâb-ı Allah, kendisine hamdedeni duyar) dediğinde, Allah o kula rahmet ile bakar" buyurmuştur.

sözü ilk secde haline uygundur Çünkü senin böyle söylemen, Cenâb-ı Hakkın kahrının, celâlinin ve kibriyasının kemâline delâlet eder. Bu da çok şiddetli bir korkuyu gerektirir. Bundan dolayı, buna, en mükemmel bir şekilde huzû ve huşu yakışır ki işte bu secdedir.

sözü iki secde arasındaki oturuşa uygundur. Çünkü sözü birinci secdeyi sözü ise ikinci secdeyi yapabilmek için Cenâb-ı Allah'tan yardım istediğini haber vermektedir. sözü, en mühim şeyi istemektir. Dolayısıyla bu isteğe, huzurun zirvesini gösteren ikinci secde uygun olur.

sözü de, namazdaki tahiyyata oturma haline uygundur. Çünkü kul, son derece mütevazi olunca, Allahü teâlâ, onun tevazuuna ikram ile karşılık vermiştir. Bu ikram da, Allah'ın ona huzurunda oturmasını emretmesidir. Bu ise Allah'ın, kula en büyük inamıdır. Bu, sözü ile bunun arasında son derece kuvvetli bir münasebet vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, "Kabe kavseyn"e yükseltmiş olduğu için, ona nimet vermiş olunca, O, bu esnada:

"En mübarek selâmlar ve en hoş salâtlar Cenâb-ı Allah'a aittir." demiştir. Namaz müminin miracıdır Mü'min, miracında, Allah'ın huzurunda oturmasından ibaret olan, ikramın zirvesine mazhar olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in miraçta söylediği kelimeleri söylemesi vâcib olur. Yine kul, "ettehiyyât"i okur ve bu, namazda meydana gelen miracın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in miraç güneşinden bir meşale, ve o miracın denizinden bir damla olduğuna bir tenbih gibi olur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın:

"İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddikler, şehitler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır" (Nisa. 69) ayetinin gerçekleşmesidir

Bil ki sayısı yedi olan Fatiha ayetleri, namazdaki bu yedi iş için, bir ruh; bu yedi fiil de, insanın yaratılmasında mevzubahis olan yedi mertebenin ruhu mesabesinde olur. İnsanın yaratılışındakı yedi mertebe de şu ayetlerde bahsedilenlerdir:

"Andolsun ki insanı çamurdan bir hulasadan yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta (rahimde) bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan damlası haline getirdik, derken o (canlı) kan damlasını bir çiğnem (lokmalık) et yaptık. O bir çiğnem eti de kemiklere çevirdik ve o kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratışla inşa ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın sanı ne yücedir" (Mü'minûn. 12-14). Buna göre bedenin ve ruhun birçok derecesi bulunduğu görülür. Ruhların ruhu, nurların nuru ise Cenâb-ı Hakk'tır. Nitekim Cenâb-ı Allah:

"Şüphesiz en sonunda gidiş ancak Rabbinedir." (Necm. 42) buyurmuştur.

Namaz Ariflerin Miracıdır

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iki miracı vardır. Bunlardan biri, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar olanı; diğeri de Mescid-i Aksa'dan başlayıp, Allah'ın melekûtunun en yücelerine kadar olanıdır Bu.hadisenin zahire taalluk eden kısmıdır

Miraç hadisesinin, ruhlar âlemine taalluk eden tarafına gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yine iki miracı vardır Biri, şehadet aleminden başlayıp gayb âlemine kadar olan; diğeri de, gayb âleminden, gaybü'l-gayb âlemine kadar olandır Bunlar, birbirine bitişmiş "Kabe kavseyn" (yayın kirişi) mesabesindedir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları adımlayıp geçmiştir. Cenab-ı Allah'ın O, Peygambere) iki yay (kirişi) kadar, yahut daha yakın oldu " (Necm, 9) ayetinde kastedilen de budur. Buradak sözü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, nefsinde yok olduğuna (fena fi nefsihî) işarettir Şehadet âleminden gayb âlemine geçişe gelince, bil ki cisme ve cisimden olan şeylerle taalluk eden her husus, şehadet âlemindendir. Çünkü sen bu şeyleri gözünle müşahede edersin. Öyleyse ruhun, beden âleminden ruhlar âlemine geçmesi, şehadet âleminden gayb âlemine yapılan bir yolculuktur.

Ruhlar âlemine gelince, bu nihayeti olmayan bir âlemdir. Çünkü ruhların en alt mertebesi, beşerî ruhlardır. Sonra bu ruhlar mükemmelleşme ve mutluluk basamaklarında terakki ederler. Öyle ki dünya semasındaki ruhlara ulaşmış olurlar. Sonra daha yükselirler. Ki bunlar ikinci kat semanın ruhlarıdırlar. Kürsi'nın muhtelif derecelerinde meskûn olan ruhlara varıncaya kadar, ruhların bu yükselişi devam eder Ruhlar, Kürsî'nin derecelerinde de, yükseklik bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Sonra onlar, bundan da vüceolurlar ki bunlar,

"Melekleri, Arş'ın etrafını kuşatmış oldukları halde görürsün " (Zümer. 75) ayetiyle, işaret edilen meleklerdir. Derken ruhlar, daha yüce ve daha muazzam olurlar. Ki bunlar, Allahü teâlâ'nın "O günde, Rabbinin Arş'ını onların üstündeki sekiz melek taşır" (Hakka, 17) ayetiyle, işaret edilen meleklerdir. Bu sekiz sayısında, burada zikredilmesi doğru olmayan birçok sırlar vardır. Daha sonra ruhlar, terakki ede ede, cisimlerle her türlü ilişkiden uzak olan ruhlara ulaşırlar. Onlar, yiyecekleri zikrullah, içecekleri muhabbetullah, ünsiyetleri Allah'a hamd-ü sena ve lezzetleri de Allah'a hizmet olan varlıklardır. Cenâb-ı Hakk'ın

"Onun huzurundakiler, O'na ibadetten asla kaçınmazlar" (Enbiyâ, 19) ve "Onlar gece gündüz, ara vermeden Allah'ı tesbih ederler" (Enbiyâ, 20) ayetleri ile işte bunlara işaret edilmektedir. Sonra onların da birbirinden farklı dereceleri, birbirinden uzak mertebeleri vardır. İnsan aklı, onların hallerini tam olarak anlamaktan ve onların niteliklerini açıklayabilmekten âcizdir. Ruhların bu terakki ve yükselişi, Cenâb-ı Hakk'ın "Her ilim sahibinin üstünde, ondan daha iyi bilen vardır" (Yûsuf, 76) buyurduğu gibi, nurlar nuru, sebeblerin yaratıcısı, her şeyin mebde'i, rahmetin kaynağı ve hayrın başlangıcı olan Allahü teâlâ'ya ulaşıncaya kadar devam eder. Böylece ruhlar âleminin, gayb âlemi olduğu; ve rububiyyetin celâlinin huzuruna varmanın da gaybu'l-gayb âlemi olduğu ortaya çıkar. Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Cenâb-ı Allah'ın, nurdan yetmiş perdesi vardır. Eğer Allah o perdeleri açacak olsa, O'nun zatının celâl ve azameti gözün gördüğü her şeyi yakardı " Müslim, imân, 293 (1/162): Müsned. 4/401. 405. Hadîste perdelerin sayısının "yetmiş" sayısıyla sınırlanması, ancak nübüvvet nuru ile bilinebilecek olan şeylerdendir.

Anlattıklarımızla miracın iki çeşit olduğu; birincisinin, şehadet âleminden gayb âlemine, ikincinin ise gayb âleminden gaybu'l-gayb âlemine olduğu ortaya çıkar İşte bütün bunlar, aklî, yakinî ve hakikî sözlerdir.

Bunu anladın. O halde maksadımıza dönüp şöyle deriz: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) miraca varıp geriye dönmek istediğinde: "Ey izzet sahibi Rabbim! Yolcu, vatanına dönmek istediğinde, eşine, ahbabına ve dostuna hediye olarak götüreceği bazı şeylere ihtiyaç hisseder" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Senin ümmetine verilecek hediye namazdır" denildi. Bu böyledir, çünkü, namaz, cismanî miraç ile ruhanî miracı birleştirir, Cismanî miraç, fiillerle; ruhanî miraç ise zikirlerle olur. Ey kul, bu namaz miracına başlamak istediğinde ilk önce temizlen. Çünkü bu makam, kudsî bir makamdır.

Binaenaleyh elbisen ve bedenin temiz olsun. Çünkü sen "Mukaddes Tuvâ vadisi" (Tâhâ, 12)'ndesin. Yanında da hem melek hem şeytan var. O halde, hangisine arkadaş olacağına karar ver, Yanında hem din hem dünya var. O halde, hangisine arkadaş olacağına karar ver. Yanında hem akıl hem hevâ var. O halde, hangisine arkadaş olacağına karar ver: Hayra mı şerre mi; doğruluğa mı, yalana mı; hakka mı, batıla mı; akla mı, akılsızlığa mı; kanaate mi hırsa mı... Birbirine zıt huylar ve sıfatlar hususunda da söylenecek olan aynıdır. O halde bu iki taraftan hangisine arkadaş olacağına ve hangisine uyacağına karar ver. Çünkü arkadaşlık ileri dereceye vardığında, ayrılmak imkansızlaşır. Görmüyor musun, Hazret-i Ebû Bekr Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i arkadaş olarak seçti de, dünyada, kabirde, kıyamette ve cennette Ondan ayrılmadı. Yine bir köpek Ashâb-ı Kehf'le arkadaş oldu da, hem dünyada, hem ahirette onlardan ayrılmadı. İşte bu sırdan ötürü Cenâb-ı Hakk, "Ey iman edenler, Allahdan korkun ve sadıklarla beraber olun!" (Tevbe, 119) buyurmuştur.

Sonra temizlendiğinde, her iki elini kaldır; bu iki elini kaldırman dünya ve ahiret âlemine veda etmene işarettir. Binaenaleyh, bu iki âlemden tamamıyla alâkanı kes, kalbini, ruhunu, sırrını, aklını, anlayışını, zikrini ve fikrini Allah'a yönelt de, sonra "Allahu Ekber!" de! Bunun, Allah her türlü varlıktan daha büyük, bilinen her şeyden daha yüce, en büyük ve en aziz, bundan da öteye O, bir şeyin, kendisiyle mukayese edilmekten veya O, en büyüktür denilmekten de büyüktür. Sonra "Allah'ım, seni tenzih eder, hamdinle tesbih ederim " de. Bu makamda, sana Celâlin azametinin nuru tecelli eder, Sonra tesbih makamından tahmîd makamına yükseldiğinde, "Ve ismin ne yücedir" de. Bu makamda, sana ezel ve ebedin nuru açılmış, inkişaf etmiş olur. Çünkü sözü, yok olmaktan ve sona ermekten münezzeh olan bir sürekliliğe işarettir. Bu da, yoklukta ezel hakikatini, bekada da ebed hakikatini mütalaa etmekle ilgilidir, (buna taalluk eder). Sonra, "Ve senin şanın ne yücedir" de! Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın. Celâl sıfatlarıyla kemâl vasıflarını zikredilen miktarla sınırlanmaktan daha bilgili ve daha büyük olduğuna işarettir. Sonra "Ve, senden başka ilâh yoktur" de! Bu da bütün celâl sıfatlarının ve Kemal işaretlerinin Allah'a ait olduğuna işaret etmektedir. Buna göre Allah, kendisinden başka kâmil bir varlık olmayan bir Kâmil, kendisinden daha mukaddes olmayan bir mukaddes, hakikatte var olan ancak kendisi olan ve kendisinden başka hiç bir ilâh olmayandır. İşte burada akıl, inkıtaya uğrar, dil düğümlenir, anlayış âdeta keçeleşır, hayal şaşırır ve akıl felce uğrar... Sonra kendine ve haline bir dön de şöyle de "Muhakkak ki ben özümü, göklere ve yeri yaratan zata donderdim" (Enam, 79). Buna göre, sözün, mukarreb meleklerin miracıdır. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Seni hamdinle tesbih eder ve seni takdis ederiz" (Bakara. 30) ayetinde bahsedilmiştir. Bu sözün, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de miracıdır. Çünkü O'nun miracı, bu sözle başlamıştır Ama, "özümü donderdim" sözüne gelince, Hazret-i İbrahim'in miracıdır. Yine senin, "Muhakkak ki, benim namazım, ibadetim, yaşamam ve ölmem, alemlerin Rabbi olan Allah içindir." (Enâm. 162) sözü, Allah'ın sevgilisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in miracıdır Bu iki zikri okuduğunda, mukarreb meleklerin büyüklerinin miracı ile, nebi ve resullerin büyüklerinin miracını birleştirmiş olursun. Sonra bu durumu sona erdirince, nefsinden kendini beğenmişlik belâsını savuşturman için, de!

Cennetin sekiz kapısı vardır. Bu makamda sana cennet kapılarından bir kapı olan, marifet kapısı açılır, Cennet kapılarından ikincisi zikir kapısıdır. Bu da, sözüdür Üçüncü kapı, şükür kapısıdır. Bu da demendir. Dördüncüsü, recâ(ümıt) kapısıdır. Bu da, demendir. Beşinci kapı, havf (korku) kapısıdır. Bu da, demendir. Altıncı kapı, ubûbiyyet ve rubûbiyyet bilgisinden meydana gelen ihlâs kapısıdır, Bu da demendir. Yedinci kapı, dua ve niyaz kapısıdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Yoksa bunalmışa, kendisine dua ettiğinde icabet mi edendir" (Neml, 62) ve ana dua ediniz, size icabet edeyim" (Mümin, 60) buyurmuştur. Bu ise, senin demendir. Sekizinci kapı. temiz ve güzel ruhlara uyma, onların nurlarıyla hidayete erme kapısıdır ki. bu da demendir. İşte böyle bir yolla Fatiha Sûresı'ni okuyup inceliklerine vâkıf olursan, sana cennetin sekiz kapısı da açılır. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın şu ayetinde kastedilendir: "Kapılan onlara açılmış durumda Adn cennetleri" (Sad. 50). Buna göre Rabbânî bilgilerin cennetlerinin kapıları, bu ruhanî anahtarlarla açılır. İşte bu da, namazda meydana gelen ruhanî miraca işarettir.

Cismânî Miraç

Cismani miraca gelince, bunun ilk mertebesi, Ashâb-ı Kehf'ın kıyamı gibi, Allah'ın huzurunda durmandır Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Ve dikilip de. bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, dediler" (Kehf, 14) ayetiyle bildirdiği makamdır Hatta bundan da öteye, kıyametteki insanların ayakta durması gibi. dur Bu konuda Cenâb-ı Allah "O gön insanlar Alemlerin Rabbinin huzurunda dururlar' (Mutaffıfîn 6) buyurur Sonra Sübhâneke'yi, daha sonra " sonra Fatihayı, ondan sonra da, Kur: ân'dan kolayına geleni oku! Allah'ın azameti itibariyle ibadetine bakmaya çalış, böylece de onu küçümse! Kendi ibâdetine göre Allah'a bakmaktan sakın! Çünkü böyle yaparsan, helak olanlardan olursun. Cenâb-ı Hakkın" sözünün sırrı da budur.

Şu anda nefsin, Celâl korkusunun ateşine tutulup da, yumuşayan bir ağaç gibidir. Öyleyse sen onu rükû ile eğ de, "Allah, Kendisine hamdedenin hamdini kabul buyurdu" de! Sonra onu, doğrulsun diye, ikinci kez bırak, salıver. Çünkü bu din, güçlüdür. O'na yumuşaklıkla yanaş. Nefsini, Allah'a ibadetten nefret ettirme. Zira, kendini çok yoran kimse, ne bir mesafe alabilir, ne de atın sırtından iner. Nefsin tekrar doğrulduğu zaman, tevazünün en yücesiyle yerlere kadar eğil ve, yüceliğin zirvesiyle Rabbini an da, "Yüce Rabbimi tenzih ve tesbih ederim" de.

İkinci secdeyi yaptığında, senin için üç çeşit taat meydana gelmiş olur: Bir rükû ve iki secde.. Bunlarla, helak edici üç maniadan kurtulursun.

Rükû ile şehvetler engelinden, birinci secde ile, eziyet verici şeylerin başı olan gazab engelinden ve ikinci secde ile her türlü helak ve sapıklığa çağıran hevâ engelinden kurtulursun. Bu engelleri geçip, bu derekelerden kurtulunca, yüce derecelere vasıl olursun, kalıcı ve bakî olan salih şeylere sahip olursun ve yer ile göklerin Müdebbiri olan Allah'ın celâlinin eşiğine varırsın. İşte o zaman, "En mübarek selâmlar ve en güzel dualar Allah'adır" de. dil ile, azalarla da kalbler ve iman kuvveti ile yapılan ibadetlerdir. Sonra bu makamda, senin ruhunun nuru yükselir, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhunun nuru da iner, böylece iki nûr karşılaşarak, burada genişlik, rahatlık ve cennetin kokusu meydana gelir. Hazret-i Muhammed'in ruhunu övmek ve selâmlamak lâzımdır. Öyleyse, " Ey Peygamber, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketleri sana olsun" de. İşte o zaman, Hazret-i Muhammed(sallallahü aleyhi ve sellem) "Selam bize ve Allah'ın salih kullarına olsun" der. Sanki sana: "Bu hayır ve bereketleri hangi vesileyle buldun ve hangi yol ile onlara ulaştın?" denilir. Sen buna cevaben:

sözünü söyleyerek ulaştım, de. Sana, "Seni buna ulaştıran Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Peki, seni Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e götüren nedir?" denilir. Sen,

"Allah'ım, Muhammed ve Muhammed'in âl ü ashabına rahmet et" de. Sana, "Rabbimiz, onların içinden onlara bir peygamber gönder!" (Bakara. 129) diyerek, Cenâb-ı Allah'tan böyle bir peygamberin sana gönderilmesini isteyen İbrahîm (aleyhisselâm)'dır. Öyleyse, ona vereceğin hediyen nedir?" denilir Buna karşılık sen, "İbrahim (aleyhisselâm) ve O'nun âl-ü ashabina rahmet ettiğin gibi" de! Sana, şöyle denilir: "Bütün bu hayırlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, veya İbrahim (aleyhisselâm)'dan ya da Cenâb-ı Allah'dandir. Öyle mi, ne dersin?" Buna karşı, sen: "Hayır, doğrusu bunların hepsi hamde yegâne lâyık ve yüce (Hamîd ve Mecîd) olan Cenâb-ı Allah'dandır Ya Rabbî. Sen Hamîd ve Mecîdsin" de.

Sonra kul, Cenâb-ı Allah'ı bu övgü ve medıhlerle zikredince, Cenâb-ı Allah da onu, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Allah'dan naklettiği

"Kulum beni bir toplulukta anarsa, ben de onu, onun içinde beni andığı cemaattan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım" sözünün delaletiyle, meleklerin cemaatları içinde zikreder. Melekler bunu işitince, bu kula karşı bir muhabbet duyarlar da, Cenâb-ı Allah kula: "Göklerin melekleri seni ziyaret etmeyi arzuluyorlar ve sana yakın olmayı istiyorlar. Sana geldiklerinde, senden öncekilerin mertebesine nail olman için, onlara selâm vererek söze başla" der. Bunun üzerine kul, sağına soluna "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun" der. Hiç şüphesiz, kul cennete girdiği zaman, melekler de, her kapıdan onun yanına girerek, "

"Sabretmenize mukabil sizlere selâm olsun! Dünyanın ne güzel neticesidir bu!" (Ra'd. 24) derler.

İlâhî Azamet Ve Kibriya

"Bu fasıl Cenâb-ı Allah'ın "kibriya"sı ve "azamet"i hakkındadır."

Celâl ve heybet bakımından yaratıkların en büyüğü mekân ve zamandır. Mekan, sonu olmayan bir feza ve nihayeti olmayan bir boşluktur. Zamana gelince o, ezel âleminin karanlıklarının dibinden, ebed âleminin karanlıklarına çıktığı düşünülen uzun bir hattır. Sanki o, ezel dağının dibinden çıkmış, ebed dağının dibine girinceye kadar uzanmıştır. Nereden çıktığı ve nerede duracağı bilinmemektedir. İlk ve son. zamanın sıfatlarıdır. Açık ve gizli (Zahir ve Bâtın) ise mekânın sıfatlarıdır. Bu dört şeyin kemâli ise dir. Cenâb-ı Hakk, zahir ve bâtın olarak mekânı, ilk ve son olarak da zamanı doldurmuştur. Zamanın ve mekânın yöneticisi Hak teâlâ olunca, O, zamandan ve mekândan münezzeh olur.

Bunu iyice anladığına göre biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın bir Arş'ı, bir de Kürsî'si vardır. Böylece mekânı Kürsî've haölamış ve Cenâb-ı Allah:

"O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri kucaklamıştır" (Bakara, 255) buyurmuş; zamanı da Arş'a bağlayarak "O'nun Arş'ı suyun üzerindedir" (Hûd, 7) buyurmuştur. Çünkü zamanın akışı, suyun akışına benzer. Kürsî'den öteye bir mekân; Arş'tan öteye de bir zaman yoktur. Buna göre yücelik Kürsî'nin sıfatıdır. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın (......) ayeti ile ifade edilendir Azamet ise Arş'ın sıfatıdır. Bu Cenâb-ı Allah'ın;

"De ki: Bana Allah yeter. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Ben ancak O'na tevekkül eder güvenir dayanırım.) O, büyük Arş'ın sahibidir" (Tevbe, 129) ayeti ile ifade edilendir. Yücelik ve büyüklüğün (azametin) kemâli Allah'a aittir Nitekim Cenâb-ı Allah: "Göklerin ve yerin muhafazası Ona ağır da gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür" (Bakara, 255) buyurmuştur.

Yücelik ve büyüklük kemâl derecelerinden iki derecedir Ancak büyüklük (azamet) derecesi, yücelik (ulüvv) derecesinden daha mükemmel ve daha güçlüdür. Bunların üstünde kibrıya derecesi vardır. Nitekim Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde, "Kibriya Benim ridâm (cübbem), azamet ise izânm (alt elbisem)dir Ebu Davud, libâs, 27 (4/59); Müsned. 2/248. buyurmuştur. Şüphesiz ki ridâ, izârdan daha büyüktür Celâl sıfatı, derece ve şerefçe bütün bu sıfatların üstündedir Bu da Cenâb-ı Hakk'ı, kendine mahsus hakikati ve belirli kimliği hususunda, mümkinattan herhangi bir şeye benzemekten tenzih etmektir.

İşte Allahü teâlâ bu hususî celâl hüviyetinden ötürü, ulûhiyyet sıfatına müstehak olmuştur. İşte bu manadan dolayı da Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) "Ya zel-Celâl-i ve'l-ikrâm zikrine devam ediniz Tirmizî, Daavât, 92 (5/539). buyurmuştur. Cenâb-ı Allah da "Ancak, Celâl ve ikram sahibi olan Rabbmın zâtı bakî kalacaktır." (Rahman, 27) ve " "Azamet, saltanat ve ikram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir!" (Rahman. 78) buyurmuştur.

Namaza Hazırlık

Bu kaideyi iyice kavradığında, bil ki, namaz kılacak kimse, namaza niyet ettiğinde, Cenâb-ı Allah'ın vasıfları hakkında "Onlar Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini dilerler" (Kehf, 28) dediği kimselerden olur. En büyük Sultanın huzuruna girmek isteyen kimseye, kirlerden ve pisliklerden temizlenmesi gerekir. Bu temizliğin birkaç mertebesi vardır:

Birinci mertebe: Tevbe etmek suretiyle, nefsi günah kirlerinden temizlemek. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:

"Ey iman edenler, Cenâb-ı Hakk'a nasûh (halis niyetli ve doğru olarak yapılmış) tevbe ile tevbe ediniz " (Tahrim, 8).

Zühd makamında olan kimsenin, temizliği, dünyanın helâl ve haramından temizlenmesi şeklinde olur İhlâs makamında olan kimsenin temizliği ise, yaptığı amellerine değer vermeme ile olur. Muhsinler makamında olan kimsenin temizliği ise, yaptığı iyiliklere değer vermeme ile olur. Sıddîklar makamında olan kimsenin temizliği de, Allah'tan başka her şeyden temizlenme ile olur. Netice olarak diyebiliriz ki: Makamlar çok, dereceler ise son derece birbirinden farklıdır. Nitekim Hak teâlâ:

"O halde sen yüzünü bir muvahhîd olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olmaz " (Rûm, 30) buyurmuştur.

Bu sebeble, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında "Onlar Allah'ın cemâlini dilerler" buyurduğu kimselerden olmak istiyorsan, ayağa kalk ve nefsinde, cisim ile ruh âleminden olan bütün mahlûkatı hazır tut.

Bunu şöyle yapabilirsin: Önce nefsinden başlar, sonra da sana ait basit ve mürekkeb uzuvlarının tamamını, bütün tabiî, hayvanî ve insanî kuvvetlerini aklında tutarsın. Daha sonra da madenler, bitkiler, insan ve insanın dışındaki bütün canlılar âlemini aklında toplamaya çalış. Sonra denizleri, dağlan, tepeleri, sahraları ve bunlarda bulunan enteresan bitkileri, canlıları ve toz zerreciklerini öncekilere kat. Sonra buradan, alabildiğine büyük ve geniş dünya semasına yüksel, sonra Sidre-i Müntehâ'ya, Refref'e, Levh'a, Kalem'e, Cennete, Cehenneme, Kürsî'ye ve Büyük Arş'a ulaşıncaya kadar, bir semadan, diğer semaya yükselmeye devam et. Sonra cisimler âleminden, ruhlar âlemine geç ve aklında, süflî, beşerî ve arzî ruhların tamamını ve bunun yanında beşerî olmayan ruhları topla (hatırında tut).

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de "dağların ve denizlerin melekleri" diye bahsettiği, dağlara ve denizlere ait ruhların tamamını, dünya semasının ve yedi kat semanın meleklerini aklında tut. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Göklerde bir karış yer bile yoktur ki, orada ayakta veya oturan bir melek olmasın. Benzen bir hadis için bkz: Tirmizî, zühd. 9 (4/556): İbn Mâce, Zühd. 19 (2/1402). Sonra Arş'ı kuşatan bütün melekleri, Arşı ve Kürsî'yi taşıyan bütün melekler zihninde tut ve bunlardan, Cenâb-ı Allah'ın "Rabbinin ordularım, Ancak Rabbin bilir" (Müddessir, 31) buyurduğu gibi bu âlemin dışında olan şeylere geç.

Tekbirin Hakikati

Cismanî ve ruhanî âleme ait bütün bu kısımları zihninde toplayıp hazır edince, de." sözünle, icadı ile eşyanın var olduğu, ve eşyada sıfat ile fiillerinin kemâli tecelli eden zatı kastedersin." sözünle de Cenâb-ı Allah'ın, eşyaya benzemekten ve onun gibi olmaktan münezzeh olduğunu kastedersin. Bundan da öteye, O, aklın, kendisini eşya ile kıyas etmenin ve ona benzetmenin caiz olduğuna hükmetmesinden münezzehtir. İşte bu, namaza başlarken söylenen sözünden kastedilen manadır

Bu tekbirin izahında ikinci şekil şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem);

"İhsan, Cenâb-ı Allah'a, sanki Onu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, O, seni görüyor" Buhârî. Tefsir (6/20). buyurmuştur. İşte bu sebebledir ki sen, "Allah, beni görmemekten ve benim sözümü duymamaktan yücedir" (Yani beni görür, duyar)" demiş olursun.

Tekbirin üçüncü şekilde izahı şudur: Allah, akılların, vehimlerin ve anlayışların kendisine ulaşmasından yücedir.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de: "Tevhid, senin Cenab-ı Allah'ın zatı hakkında "şöyledir" diye bir zanda bulunmamandır" demiştir.

Tekbirin izahında dördüncü şekil şudur: Allah, mahlûkatın, O'na gerçek manada kulluk yapmaya gücünün yetmesinden büyüktür. Buna göre mahlûkatın taatları, Cenâb-ı Allah'a hizmet etmekten acizdir. Onların hamd-ü senaları, Cenâb-ı Hakk'ın kibriyasını ifade etmekten acizdir. Onların ilimleri, O'nun samediyyetinin künhüne ulaşmaktan âcizdir.

Ey kul sen. aklınla cisimler ve ruhlar âleminin bütün dikkate şayan hâllerini ihata etme derecesine ulaşsan bile, en nihayete ve en dibe ulaşman bir yana Allah'ın celâl meydanlarının başlangıcına ulaştığını, nefsinin sana fısıldamasından sakın. Şair ne güzel söylemiş:

"Bu isimler Allah hakkındaki bilgimizi arttırmaz; Bunlar, ancak dile getirdiğimiz bir lezzettir."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'a yapmış olduğu dua ve senalardan birisi de şudur.

"Fikrin derinlikleri sana ulaşamaz, hiç bir mütefekkirin fikri sana varamaz! Kudretinin sıfatları, mahlûkatın sıfatından yücedir! Azametinin kibriyâsı (yücelik, ululuk), mahlûkatın vasıflarından yüksektir." Allâhu Ekber, dediğinde, aklının gözünü Allah'ın celâlinin ufuklarına çevir de "Allahım Seni tennü Allah'ın celâlinin ufuklarına çevir de, " "Allahım, Seni tenzih eder, hamdinle tesbih ederiz", daha sonra " "Varlığımı sana yönelttim" de! Sonra da, buradan emir ve teklifler âlemine geç ve Fatiha Sûresi'ni, içinde dünya ve ahiret âleminin hayranlık uyandıran şeylerini müşahede edip Allah'ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının nurlarını, geçmiş dinleri ve mezhebleri, ilâhî kitapların sırlarını ve nübüvvetin kanunlarını göreceğin bir ayna kıl! Böylece şeriata, oradan tarikata, oradan da hakikata ulaşır; nebî ve resullerin derecelerini, kendilerine lanet edilmiş, kovulmuş ve sapıtmış kimselerin derekelerini mütalâa edersin. dediğinde, bununla dünyaya bak, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın ismiyle gökler ve yerler ayakta durur. " dediğinde bununla ahireti görürsün. Çünkü, hamd kelimesiyle ahiret ayakta durur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "O (cennetliklerin) dualarının sonu, hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur, demeleridir" (Yûnus 10) buyurmuştur. dediğinde ise, bununla rahmet, lütuf ve ihsanda bulunmadan ibaret olan cemâl âlemine bak! " dediğin zaman, bu sözle celâl alemiyle bu âlemde meydana gelen halleri ve aklı ürküten durumları gör!" dediğinde, bununla şeriatı; " dediğinde, bununla tarikatı; dediğinde, bununla da hakikati gör!" dediğin zaman, bununla, peygamberlerden, sıddîklerden, şehitlerden ve sâlih kullardan olan saadete ermiş olanlarla yüce ikramlara nail olmuş kimselerin derecelerini gör!" dediğin zaman, bununla, âfak ehlinin fâsıklarının mertebelerini gör." dediğin zaman da, küfür, ayrılık, horluk ve nifak ehlinin, çok olan derekelerini, birinden farklı olan taraf ve yanlarını gör.

Sonra sana, bu yüce haller ve yüksek mertebeler açılınca, gayeye ve nihayete ulaştığını sanma. Aksine Cenâb-ı Allah'ın kibriyasını (büyüklüğünü) ikrara, kendinin zillet ve meskenetini itirafa dön, ve (......) de. Sonra Kibriya sıfatından, Azamet sıfatına in ve "Azamet sahibi Rabbimi tesbih ederim" de. Azamet sıfatından bir zerre bilmek istersen, beyan ettiğimiz gibi. Azametin Arş'ın sıfatı olduğunu, insanın aklı ile, âlemin songününe kadar kalsa bile, Arş'ın azametinin künhüne ulaşamıyacağını bil. Sonra, yine şunu da bil: Arş'ın azameti. Cenâb-ı Allah'ın azameti yanında, denizdeki bir damla kadar kalır. Öyleyse senin, Cenâb-ı Allah'ın azametinin künhüne ulaşman nasıl mümkün olur? Sonra bu noktada enteresan bir sır vardır O da şudur: "En büyük Rabbimi tesbih ederim" denilmedi de" "Büyük rabbimi tesbih ederim" denildi. "Yüce Rabbimi tesbih ederim" denilmedi de "En yüce Rabbimi tesbih ederim" denildi. Bu farklılığın, anlatılması caiz olmayan acîb sırları vardır. Rükûya vardığında" deyip tekrar doğrul ve karşında durana, senin hamdine karşılık verene dua ederek "Allah, hamdedene icabet etti" de. Sen bu duayı başkası için yaptığın zaman kendin için de bulursun. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müslüman kardeşine yardım ettiği müddetçe, Cenâb-ı Allah da ona yardım eder!' sözünden kastedilen de budur.

"Bu makamda tekbir olmamasının sebebi nedir?" denilirse deriz ki: Tekbir, kibriya (ululuk ve azametten) alınmıştır ki bu, heybet ve korku makamıdır. Buradaki makam ise, şefaat makamıdır. Bu iki makam birbirinden farklıdır

Şefaat makamını geçtiğin zaman, tekbire geç, ve onunla yücelik sıfatına inerek, "En yüce Rabbimi tesbih ederim" de. Bu böyledir, çünkü, secde, rükûdan daha çok tevazu ifade eder. Bu sebeble de secdede zikredilen dua, mübalâğa sığası ile (......) şeklindedir; rükûda zikredilen dua ise, mübalâğa sığası ile olmayıp, (......) şeklindedir

Rivayet olunduğuna göre Cenab-ı Allah'ın, Arş'ının altında ismi Hazkîl olan bir meleği vardır Cenâb-ı Allah, ona: "Ey melek! uç!" diye vahyeder O da otuzbin sene, sonra bir otuzbin bin sene daha, sonra bir otuzbin sene daha uçar. Fakat o, Arş'ın bir tarafından diğer tarafına ulaşamaz. Bunun üzerine Allahü teâlâ, ona şöyle vahyeder: Eğer sen, sûrun üflenmesine kadar uçsaydın bile Arş'ın diğer tarafına varamazdın. Melek de: "En yüce Rabbimi tesbih ederim." der.

Her Rekatta İki Secde Olmasının Hikmeti

Eğer, "Her rekatta iki secde olmasındaki hikmet nedir?" denilirse, deriz ki: Bunda birçok husus vardır:

Birincisi: İlk secde ezel içindir, ikinci secde ise ebed içindir. Bu iki secde arasında kalkmak ise, dünyanın ezel ile ebed arasında var olduğuna işarettir Bu böyledir, çünkü, Allah'ın ezelî oluşu ile O'nun "evvel" olduğunu, kendisinden önce başka bir evvelin olmadığını anlıyor ve bunun üzerine O'na secde ediyorsun. Allah'ın ebedî oluşu ile de O'nun "âhır" olduğunu, ondan sonra başka bir âhirin olmadığını öğreniyor ve bunun üzerine O'na ikinci kez secde ediyorsun

İkincisi: Denildiki, birinci secde ile dünyanın ahiret karşısında fânî olduğu; ikinci secde ile de ahiret âleminin, Allah'ın celâlinin nurunun zuhuru karşısında fanî olduğu bildirilmiştir

Üçüncüsü: Birinci secde her şeyin haddizatında fânî olduğu; ikinci secde de, her şeyin ancak Allah'ın bakî kılması ile beka bulabileceğini gösterir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: "Allah'ın zatı hariç herşey helak olacaktır" (Kasas, 88) buyurmuştur

Dördüncüsü: Birinci secde şehadet âleminin Allah'ın kudretine boyun eğdiğine, ikinci secde de ruhlar âleminin bizzat Allah'a boyun eğmiş olduğuna delâlet eder Nitekim Cenâb-ı Hakk: "Haberin olsun ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur" (Araf, 54) buyurmuştur.

Beşincisi: Birinci secde, Allah'ın zatına ve sıfatlarına dair bize verdiği bilgiler mikdarına şükür; ikinci secde O'nûn celâl ve kibriyasının haklarını eda etmeye ulaşamamanın korkusu ve acizliği için yapılan secdedir

İnsanlar "azamet"ten beden büyüklüğünü, yükseklikten (ulüvv) cihet yüksekliğini, büyüklükten (kiber), yaşlılığı anlarlar. Cenâb-ı Hakk, bu tür vehimlerden yücedir. O, azamet sahibidir, fakat cüsse bakımından değil. O, yücedir ama cihet bakımından değil. O büyüktür, fakat yaş bakımından (zaman bakımından) değil. O, tek ve bir iken, O'nun hakkında bunlar nasıl söylenebilir? O. bir hacme sahıb olmaktan münezzeh iken, nasıl cüsse bakımından azametli olabilir? O, bir cihette bulunmaktan münezzeh iken, nasıl cihet bakımından yüksek olabilir? Süre (zaman) bir saatten diğer saate değiştiği ve muhdes (sonradan olma) olduğu için ve onu yaratan da kendisinden mevcut olduğu için, Allah, nasıl zaman itibarı ile büyük (yaşlı) olabilir? O, mekana bağlı olmadan mekandan münezzeh ve zamana bağlı olmadan zamandan önce olduğu halde, nasıl zaman bakımından büyük (yaşlı) olabilir? Öyleyse O'nun kibriyası, azametinin kibriyası; azameti, yücelik azameti ve yüceliği de celâlinin yüceliğidir. O, hissolunan şeylere benzemekten ve hayal edilen şeyler gibi olmaktan yücedir. O, vehmedenlerin vehminden daha büyük, niteleyenlerin nitelemelerinden daha yüce ve kendisini ululayanla-nn ululamalarından daha yüksektir. Hissin sana Cenâb-ı Allah'a ait bir misal getirdiğinde, de. Hayalin bir şekil ortaya atıp, onu Cenâb-ı Allah'a vermek istediğinde, de Allah'ı sıfatlarından_tecrid etme uçurumunda ayağın kaydığı zaman, "Varlığımı, gökleri ve yeri yaratan Allah'a yönelttim" (Enam, 79) de. Ruhun izzet ve celâl meydanlarında cevelân edip, sonra yüce sıfatlar ile esmâ-i hüsnâ'ya yükseldiğinde ve Kalem'in Levh-i Mahfuz üzerine yazmış olduğu şeylerin nakışlarını gözden geçirip mukarreb meleklerin tesbihlerini, ruhanî meleklerin tenzihlerini duyup da bir müddet orada beklediğinde, bütün bu haller esnasında şu ayeti oku:

"İzzet (galebe) sahibi Rabbin, onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selâm, ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun " (Saffât, 180-182).

“Elhamdulillah” Cümlesindeki İncelikler

Bu fasıl" sözünün incelikleri ve Fatiha Sûresi'nde yer alan beş ismin faydalan hakkındadır.

sözünün inceliklerine gelince bu dört nüktedir

Birinci nükte: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk'a, şunu sormuştur: "Ya Rabbî sana deyip hamdedenin mükâfaatı nedir?" Cenâb-ı Allah: şükrün hem başı hem sonudur" diye cevab vermiştir. Hakikat ehli şöyle demişlerdir:" ifadesi şükrün başı olduğu için, Cenâb-ı Allah onu Kur'ân'ın başlangıcı yapmış, yine bu şükrün sonu olduğu için, Cenâb-ı Hakk onu cennetliklerin de son sözü kılmış ve "Onların dualarının sonu, "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" (demeleridir)" (Yûnus. 10) buyurmuştur.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Allah, aklı, ezelî ilminde saklı ve gizli bir nurdan yaratmış; ilmi onun canı; anlayışı onun ruhu; zühdü onun başı; hayayı onun gözü; hikmeti onun dili; hayrı onun kulağı; acımayı onun kalbi; merhameti onun düşüncesi ve sabrı da onun karnı kılmıştır. Sonra akla, "konuş" denildi. Bunun üzerine o da: "Eşi; zıddı, misli ve dengi olmayan; izzetinden ötürü her şeyin zelil olduğu Allah'a hamdolsun" dedi. Bunun peşi sıra da Cenâb-ı Allah: "İzzetim ve celâlime yemin ederim ki Benim katımda senden daha değerli olan bir mahlûk yaratmadım" demiştir."

Yine nakledildiğine göre, Hazret-i Adem (as.) aksırınca, (......) dedi. Böylece onun ilk sözü de bu oldu. Bunu iyice kavradıysan deriz ki, mahlûkatın en üst derecesi akıl, en alt derecesi ise Adem (aleyhisselâm)'dır. Aklın ilk sözünün " Âdem (aleyhisselâm)'ın da ilk sözünün yine olduğunu nakletmiştik. Böylece, sonradan yaratılmışların ilki olan varlıkların ilk sözünün ve sonradan yaratılmışların sonuncusunun ilk sözünün bu kelime olduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk bu kelimeyi kitabının başlangıcı kılmış, buyurmuştur. Yine, Allah'ın kelimelerinin ilkinin sözü, peygamberlerinin sonuncusu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu ve bu ikisi (ilk ile son) arasında bir münasebet bulunduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk, sözünü, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiği kitabın ilk ayeti kılmıştır Durum böyle olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "hamd" kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş) iki isim vermiştir. Biri, "Ahmed" diğeri ise "Muhammed'dir. işte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben gökte Ahmed. yerde ise Muhammed'im (Bu isimlerle bilinirim.)" buyurmuştur. Çünkü gök ehli Allah'ı övmekle meşguldür. Allah'ın Resulü ise onların Allah'ı en çok hamdedenı (Ahmed)dir. Allahü Teâlâ da, " "İşte bunların çalışmaları meşkûr (ve makbul) olur" (isrâ. 19) buyurduğu gibi, yeryüzü ehlini övmektedir Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise insanlar içinde, Allah'ın en çok övdüğü (Muhammed)dir

İkinci nükte: Hamd, ancak nimet ve rahmete ulaşıldığı zaman olur. Hamd, kelimelerin ilki olunca, nimet ve rahmetin de fiil ve hükümlerin ilki olması gerekir. İşte bu sebebten ötürü; Cenâb-ı Allah, hadîs-i kudsîde.

"Rahmetim gazabımı geçti. Müslim. Tevbe 14-16 (4/2107-2108). demiştir.

Üçüncü nükte: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir ismi de "Ahmed"dır. Bunun manası ise. hamdedenlerin en çok hamd-u sena edenidir. Bu sebeble. Allah'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiği nimetlerin daha çok olması gerekir. Çünkü hamdın çok olmasının nimet ve rahmetinin çok olmasından dolayı olduğunu açıklamıştık. Durum böyle olunca, Allah'ın rahmetinin Hazret-i Ahmed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, bütün âlemlere verilenden daha çok olması gerekir, İşte bu sebeble, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik." (Enbiyâ. 107) buyurulmuştur.

Dördüncü nükte: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderen Allah'ın da, "rahmet" kökünden iştikak etmiş iki ismi vardır Bunlar: "rahman" ve "rahîmdır. Bu iki isim mübalâğa ifade ederler. Resûlullah'ın da "rahmet" manasından türemiş iki ismi vardır: Bunlar. "Muhammed" ve "Ahmed"tir. Çünkü, hamdin meydana gelmesinin, rahmetin meydana gelmesine bağlı olduğunu açıklamıştık. Buna göre. Muhammed ve Ahmed isimlen, "rahmet edilen" ve "merhametli" yerine geçer. Bir kısım rivayetlerde. "Hamd". "Hâmıd" ve "Mahmûd" kelimelerinin de Hazret-i Peygamber'in isimlerinden olduğu bildırılmıştır.Oyleyse Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e ait bu beş isim "rahmet'e delâlet eder Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki Cenâb-ı Hakk, "Kullanma haber ver ki: Hakikaten Ben, (evet) Ben çok bağışlayıcı ve merhametliyim " (Hicr 49) buyurmuştur. Ayetteki "haber ver" kelimesi. Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'a işarettir. Burada Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm), diğer kullardan önce zikredilmiştir (Kullarım) kelimesindeki "ye" zamiri, Allah'a aittir. deki "ye" zamiri de O'na aittir. Yine (Ben) zamiri de Cenâb-ı Allah'ı gösterir Ayetteki "gafur" ve "rahîm" vasıfları da Allah'ın iki sıfatıdır, Böylece, bu beş lâfız, kerîm ve rahîm olan Allah'a delâlet eder. Kıyamet günü kullar, öncüleri de rahmete delâlet eden beş ismi ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu halde, arkalarında da, Allah'ın rahmete delâlet eden beş ismi olduğu halde yürürler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rahmeti çoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ise sınırsızdır Nitekim O, Rahmetim, her şeyi kaplar"(A'râf, 156) buyurur. Günahkârın, rahmetle dopdolu bu on denizin yanında, kaybedeceği nasıl düşünülebilir?

Bu sûrede geçen beş ismin faydaları birçoktur. Bunlardan:

Birinci nükte: Fatihada on şey vardır Beşi, rubûbiyyet sıfatlarındandır. Bunlar, Allah, Rab, Rahman, Rahîm ve Mâlik isimleridir Beşi de ubûdiyyet (kulluk) sıfatlarındandır Bunlar, ubûdiyyet, istiâne (yardım talebetme), hidayet isteme, istikamet isteme ve nimet istemedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet" buyurmuştur İşte bu beş isim, o beş hale mukabil olur Sanki şöyle deniliyor. "Ya Rabbî! Sadece Sana ibadet ediyoruz. Çünkü sen Allahsın. Sadece Senden yardım taleb ediyoruz. Çünkü Sen Rabb'sın. Bizi dosdoğru yola hidayet et, çünkü Sen Rahmân'sın. Bize istikâmeti rızık olarak ver, çünkü Sen Rahîm'sin. Bize nimet ve kerem yağmurlarını indir, çünkü Sen din gününün mâlikisin."

İkinci nükte: İnsan, beş şeyden meydana gelmiştir. Bedenî, şeytanî nefsî, şehvanî nefsi, gadabî nefsi ve melekî.aklî özü.. Cenâb-ı Hakk, buna göre, bu beş ismiyle şu beş mertebeye tecellî etmiştir. Allah ismi, melekî, aklî, felekî ve kudsî ruha tecellî etti de, böylece ruh Allah'a boyun eğip, itaatta bulundu. Nitekim O, "Dikkat ediniz, kalbler Allah'ın zikriyle sükûnete erer" (Ra'd. 28) buyurmuştur.

Şeytanî nefse de, Rabb isminin göstermiş olduğu, iyilik (birr) ve ihsanla tecellî etmiştir. Böylece nefs. Allah'a isyan etmeyi bırakmış, Deyyân olan Allah'ın taatine boyun eğmiştir

Gadabî nefse de, kahr ve lütuftan meydana gelmiş Rahman ismiyle tecellî etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: " "Gerçek mülk, o vakit Rahman olan Allah'ındır" (Furkân 26) buyurmuştur. Böylece nefis, düşmanlığı terketmıştir. Şehvanî ve behîmî (hayvanî) nefse de, Rahîm ismiyle tecellî etmiş de, nefse mubah ve güzel olan şeyleri helâl kılmıştır. Nitekim, "Temiz şeyler size helâl kılındı" (Mâide 4) buyurmuştur Böylece, o nefis yumuşamış ve Allah'a isyan etmeyi terketmıştir Cesed ve bedenlere, sözünün kahrı ile tecellî etmiştir Çünkü beden katı ve yoğundur. Dolayısıyla çok güçlü bir kahr gerekir. Bu da kıyamet gününün korkusundan meydana gelen kahrdır.

Hakk Subhânehû, bu mertebelere beş ismiyle tecellî edince, cehennem kapıları kapanır, cennet kapılan açılır Sonra bu mertebeler, geri dönmeye başlarlar da, böylece bedenler itaat eder ve derler.

Şehvanî nefisler, itaat eder ve lezzetlen terketme ve şehvetlerden yüz çevirmek hususunda derler.

Gadabî nefisler itaat eder, "bize hidayet et", bize doğru olan yolu göster ve dininde bizi sebatkâr kıl, der Şeytanî nefis, itaat eder, Allah'tan doğruluk ve hak yoldan sapmadan onu korumasını ister de, der.

Kudsî melekî ruhlar baş eğer ve Cenâb-ı Allah'tan kendilerini kudsî, yüce, tertemiz ve muazzam ruhlara ulaştırılmalarını talep ederler de,

Üçüncü nükte: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: A, 'lah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek; namazı dosdoğru kılmak; zekât vermek; Ramazan orucunu tutmak ve Kabe'yi haccetmek Buhârî. iman, 1 (1/8); Müslim, iman, 21 (1/45). buyurmuştur

Buna göre, Allah'dan başka ilâh olmadığına şehadet etmek, Allah isminin nurunun tecellîsinden; namaz kılmak Rabb isminin tecellîsinden meydana gelmiştir. Çünkü Rabb "terbiye" kökünden türemiştir. Kul da, imanını namazın yardımıyla terbiye eder. geliştirir. Zekât vermek Rahman isminin tecellîsinden meydana gelir Çünkü Rahman merhamet etmede mübalâğayı ifade eder. Zekât verme işi de, fakirlere acımaktan ötürü tahakkuk eder. Ramazan orucunun farz olması. Rahîm isminin tecellîsindendir. Çünkü oruçlu kimse acıktığı zaman, fakirlerin açlıklarını hatırlar da, onlara muhtaç oldukları şeyi verir. Yine oruç tutan kimse, acıktığı zaman hissî bazı lezzetlerden kesilir. Ölürken de, bu kimseye, lezzetlerden ayrılmak kolaylaşır. Haccın farz olması isminin tecellîsindendir. Çünkü kişi hac yaptığında, vatanından ayrılması ve çoluk çocuğunu terketmesi gerekir. Bu da, kıyamet gününün yolculuğuna benzer. Yine hac yapan kimse, yalınayak, başı açık ve çıplak olur. Bu da, kıyametteki insanların haline benzer. Hülâsa, diyebiliriz ki, hac ile kıyametin durumları arasında gerçekten pek çok benzerlikler vardır.

Dördüncü nükte; Beş çeşit kıble vardır; Beyt-i Makdis, Kabe, Beyt-i Ma'mûr, Arş ve Allah'ın celâlinin dergâhı. Allah'ın Fâtiha'daki beş ismi, bu beş kıbleye bölüştürülmüştür.

Beşinci nükte: Duyular beştir:

1. Görme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah "Ey basiret sahibleri siz bundan ibret alın " (Haşr, 2) buyurmuştur

2. İşitme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar söze kulak verir ve onun en güzeline uyarlar" (Zûmer, 18) buyurur.

3. Tatma duyusu. Cenab-ı Hakk, "Eypeygamberler, temiz ve helâl olan şeylerden yeyin, sâlih ameller işleyin " (Mü'minûn, 51) buyurur.

4. Koklama duyusu. Cenâb-ı Allah " Bana bunak demezseniz, inanın ki (şimdi) Yûsufun kokusunu duyuyorum " (Yûsuf, 94) buyurur.

5. Dokunma duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar ırzlarını koruyanlardır" (Mü'minûn. 5) buyurur. O halde ey insan, Allah'ın bu beş isminin nuru ile, şu beş düşmanın zararlarını defetme hususunda yardım talep et.

Altıncı nükte: Fatiha Sûresi'nin birinci yarısı beş ismi ihtiva etmekte olup, buradan sırlara nurlar saçılır.

İkinci yarısı ise kulun beş sıfatını ihtiva etmektedir ki, buradan da bu nurların basamaklarına sırtar yükselir. Bu iki durum sebebiyle kulun namazdaki miracı gerçekleşir. Birinci durum iniş, ikinci durum ise bir yükseliştir. Bu Fâtiha'nın iki kısmı arasındaki ortak çizgi ile arasını ayıran çizgidir. Bunu şöyle izah edebiliriz: Kulun ihtiyacı ya dünyayı isteme hususundadır, ki bu da zararı defetmek ve menfaati elde etmek diye iki kısma ayrılır, yahut da ahireti istemek hususundadır, ki bu da cehennemden kaçmak olan zararı defetmek ve cenneti istemekten ibaret olan hayrı talebetmek diye iki kısma ayrılır. Böylece bunların toplamı dört eder. En şereflisi olan beşinci kısım ise, bir şey istemek için veya bir şeyden korktuğundan dolayı değil de, sadece Allah, Allah olduğu için, O'na hizmet etmeyi, itaati ve ibadeti istemektir. Eğer "Allah" isminin nurunu müşahede edersen, Allah'tan. Allah'tan başka bir şey istemezsin. Eğer "Rabb" isminin nurunu müşahade edersen, O'ndan cennetin hayırlarını talebedersin. Eğer Allah'ın "Rahman" isminin nurunu müşahede edersen, O'ndan bu dünyanın hayırlarını istersin. Eğer, O'nun "Rahîm" isminin nurunu müşahede edersen, Allah'tan, ahiret zararlarından seni korumasını istersin. Ve eğer "Mâliki-i yevmiddîn" isminin nurunu müşahede edersen, Ondan ahiret azabına uğramaman için seni bu dünyanın afetlerinden ve çirkin fiillerinden muhafaza etmesini istersin.

Yedinci nükte: Bu beş ismi, şu meşhur zikirde ismi geçen beş mertebeye yerleştirmek de mümkündür:

"Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz, Hamd Allah'a mahsustur, Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür. Güç ve Kuvvet, ancak Yüce ve büyük olan Allah'tandır."

Bu zikirdeki, sözümüz, İsrâ Sûresi'nin ilk ayeti olan "Kulu (Muhammed'i) geceleyin yürüten (Allah) ne münezzehtir" (isra. 1) ayetidir. sözümüz ise beş ayrı surenin başlangıcıdır (Fatiha, En'âm, Kehf, Sebe, Fâtır sûreleri). sözümüz bir sûrenin (Âl-i İmrân Sûresi'nin) başlangıcıdır. Bu da "Elif, lâm, mim, Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır" (Âl-i imrân. 1) ayetidir. sözümüz, Kur'ân-ı Kerîm'de, açıkça olmaksızın, bir yerde (......) kelimesine, bir yerde de (......) kelimesine muzâf olmak üzere, iki yerde: Muhakkak ki Allah'ı zikrederek namaz kılmak) en büyüktür" (Ankebût. 45). "Allah'tan olan bir rızâ ise en büyüktür" (Tevbe. 72) sözümüze gelince, bu Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça zikredilmemektedir. Çünkü bu, cennet hazinelerindendir. Hazine ise saklı olur, açıkta olmaz. Fatiha Sûresi'nde zikredilen beş isme gelince, bunlar şu beş zikrin başlangıçlarıdır: sözümüz, sözümüzün; sözümüz, sözümüzün; sözümüz, sözümüzün karşılığıdır Çünkü bizim, sözümüz, ancak, kendisinin kâmil bir kudreti ve mükemmel bir rahmeti olan zata yakışır. Böyle olan da Rahman olan Allah'tır. Yine bizim sözümüz. " sözümüze tekabül eder Bunun manası ise, zayıf kullarına merhamet etmemekten yüce olduğudur. " sözümüz ise, " sözümüze karşılık olmaktadır Çünkü melik ve mâlik olan bir kimse, iradesi hilâfına kullarının hiçbir şey yapamayacakları zattır. Allah en iyi bilir.

Besmele Niçin Üç İlâhî İsmi İhtiva Eder?

Bu fasıl, besmelenin üç ismi ihtiva etmesini gerektiren sebeb hakkındadır. Burada birçok husus vardır. Şöyle ki:

Allahü teâlâ, kullarının akıllarına tecellî eder Bu tecellînin üç mertebesi vardır Çünkü Cenab-ı Hakk, ilk önce fiilleri ve ona delâlet eden alâmetleri ile tecellî eder. İkinci mertebede, sıfatları ile tecellî eder. En sonunda da zatı ile tecellî eder. Denildi ki: Allahü teâlâ, bütün kullarına fiil ve alâmetleri ile tecellî eder. Nitekim şöyle buyurmuştur "Denizlerde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir." (Şûra, 32) ve "Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde ayetler (deliller) vardır" (Âl-i imrân. 190) Sonra Allah, dostlarına (evliyaya) sıfatlarıyla tecellî eder. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın gökleri ve yeri yaratması hususunda düşünürler ve "Ey Rabbimiz bunu boşa yaratmadın." (Âli imrân, 190) Sonra Cenâb-ı Hakk, büyük peygamberlere ve meleklerin reislerine zatı ile tecellî eder. O şöyle buyurur:

"Sen, "Allah" de (geç) ve sonra onları daldıkları batakta oynasmlar diye bırak" (En'âm. 91), Bunu iyice bildiğin zaman biz deriz ki, "Allah" (c.c.) ismi, Zât-ı ılâhî'sinin en kuvvetli tecellî eden ismidir. Çünkü O, lafız bakımından isimlerin en açığı, mana bakımından da akılların anlayamayacağı kadar uzak olanıdır. Buna göre o, inkarı güç ve sırları idrak edilemeyen zahir (açık) ve bâtın (kapalı) olandır. Hüseyin b. Mansûr el-Hallac şöyle demiştir;

"Bu (Allah ismi) insanların yanında olan bir isimdir ki, onun vasıtası ile "Allah" kelimesinin manalarından bir manayı bilebilmek için, bu isimde ve bu isim sebebi ile insanlar şaşırdı. Allah'a yemin olsun ki insanlar, onu ortaya koyan ortaya koymadıkça (yani Allah vermedikçe) ondan bir ipucu elde edemezler"

Ve yine bu zat şöyle demiştir:

'Ey her canlının vehmine gizli kalacak kadar dakik olan sırlar sırrı! Hem zahir olarak hem bâtın olarak her şey ile her şeye tecellî ettin."

"Rahman" ismine gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'ın yüce sıfatları ile tecellîsini ifade eder. Bundan dolayı da Allah,

"De ki: Gerek "Allah" diye, gerek "Rahman" diye dua ediniz. Hangisi ile dua ederseniz edin, nihayet en güzel isimler O'nundur" (isrâ. 110) buyurmuştur. "Rahîm" ismi de, Allahü teâlâ'nın ful ve alâmetleriyle tecellîsini gösterir. Cenâb-ı Allah, bundan dolayı, "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve İlmin her şeyi kuşatmıştır" (Mümin, 7) buyurur.

Fatiha Niçin Allah'ın Beş İsmini İhtiva Eder?

"Bu fasıl, Fatiha Sûrest'nin bu beş ismi İhtiva etmesinin sebebi hakkındadır."

Bunun sebebi şudur: İnsanın durumlarının beş mertebesi vardır. Birincisi, yaratılma. İkincisi, dünya menfaatları hususunda eğitilme. Üçüncüsü, mebde'i tanıtma hususunda yetiştirilme. Dördüncüsü, me'âdı tanıtma hususunda yetiştirilme. Beşincisi, ruhların bedenler âleminden ahiret âlemine nakledilmesidir. İmdi "Allah" İsmi, yaratmanın, yoktan var etmenin, tekvinin ve ibda'ın (bir örneği olmaksızın yaratmanın) kaynağıdır. "Rabb" ismi, Cenâb-ı Hakk'ın, çeşitli lütuf ve ihsanları ile kullarını terbiye ettiğine delâlet eder. "Rahman" ismi, mebde'i (dünyayı) tanımadaki terbiye-i ilâhiyeye delâlet eder. "Rahim" ismi, kulların neyi yapacaklarını ve neden sakınacaklarını göstermek için, me'âdi (ahireti) tanıma hususundaki ilâhî terbiyeyi gösterir. "Melik" ismi, Cenâb-ı Hakk'ın, insanları dünya yurdundan ceza (ahiret) yurduna nakledeceğine delâlet eder. Sonra kul, bu makamlara erişince sözünü, gayb (sîgasın)dan muhâtab (sığasına) çevirerek "Sadece Sana ibadet ederiz " der Bu ifadesi ile, sanki Cenâb-ı Allah, kuluna şöyle demiştir: Bu beş mertebede, bu beş isimden istifade edip âdeta Ceza Yurduna geçmiş gibi olunca, sanki Allah'ı görecek bir duruma geldin. İşte bu sebeble, O'nunla karşı karşıya imiş gibi konuş, gıyabında imiş gibi konuşmayı bırak da " de. Böylece kul: "Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Sen, yaratan Allah'sın Ancak Senden yardım isteriz; çünkü Sen rızık veren Rabbisin. Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Sen Rahmân'sın. Ancak Senden yardım dileriz, çünkü Sen Rahîm'sin. Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Meliksin. Ancak Senden yardım isteriz; çünkü Sen Mâliksin" demiş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın sözü, kulunun dünya yurdundan ahiret yurduna; kötülükler yurduna, sürûrlar yurduna geçeceğine delâlet eder. İşte bunun için O, "Bugün için bir azık ve hazırlık gerek. Bu da ibadettir" der. Bu sebeble kul: der Sonra kul: "Kendi gücüm ve kudretimle kazandığım şey azdır. Bu uzun günde (yolculukta), bana yetmez" der de, Rabb'inden yardım talebinde bulunarak: "Yanımda bulunan azdır. O halde rahmet hazinelerinden, bu uzun günde bana yetecek kadar ver" manasında der. Ahiret günü için azığı elde edince, "Bu uzun ve zor bir yolculuktur. Yollar çok ve çeşitlidir. İnsanlar bu çölde şaşırmıştır. Sâlikleri (yola gidenleri) irşada lâyık olan zattan isteyeceğim yoldan başka çıkar yol yoktur" diyerek "Beni doğru yola hidayet et (ilet) talebinde bulunur. Sonra, bu yola sülük edenlere (girenlere) bir arkadaş, bir muhafız ve bir rehber gerektiği için " "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna (ilet)" der. Cenâb-ı Hakkın kendilerine nimet verdiği kimseler de peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlih kimselerdir. Buna göre, peygamberler delil; sıddîkler muhafız; şehitler ve sâlihler ise arkadaştırlar Sonra kul; "Kendilerine gazab olunanların ve sapıtanların yoluna değil." der. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk'a varmaya engel olan perdeler iki kısımdır. Biri ateşten olan perdelerdir ki bu, dünya âlemidir Diğeri ise nurdan olan perdelerdir ki bu da ruhlar âlemidir. Her iki engelden de Allahü teâlâ'ya sığın ki gönlün, ne ateşten perdelerle ne nurdan perdelerle meşgul olmasın.

Bu Sûrede Geçen İlâhî İsimlerin Bir Başka Delâleti

Bu sûrede, "Allah'ın ismine nisbet edilen iki kelime; 'Allah'tan başkasına nisbet edilen iki isim vardır. "Allah" ismine izafe edilen iki kelimeden birisi." sözünde "ism" kelimesi, diğeri" sözündeki, "hamd" kelimesidir. Buna göre, besmele işlerin başlangıcı için, " da işlerin sonu içindir. Besmele zikir, elhamdülillah şükürdür. Kul, "Bismillah" deyince rahmete müstehak olur. "Elhamdülillah" deyince bir başka rahmete müstehak olur. Bundan dolayı, "bismillah" ile, Cenâb-ı Hakk'ın "Rahman" isimden olan rahmete; "elhamdülillah" ile de, O'nun "Rahîm" isminden olan rahmete hak kazanır. Bu manadan dolayı: "Ey dünyanın Rahmanı, Âhıretin Rahîmi" denilir." sözüne gelince, " Ben sizin Râbbiniz değil miyim." "Evet Rabbimizsin" (Araf. 172) ayetinin delaletiyle, buradaki rubûbiyyet insanların başlangıç dönemleri, Rahman sıfatı ise, hayatlarının orta dönemi, Melik sıfatı ise "Bugün mülk kimindir? Bir ve Kahhâr olan Allah'ındır." (Mu'min, 16) ayetinin'delaletiyle insanların son dönemleri içindir Doğruyu en iyi Allah bilir. O, doğruya iletendir.

Allah'ın yardımı ve yardımı ile Fâtıha'nın tefsiri tamamlandı.

7 ﴿