el-BAKARA SÛRESİ"Bu sûre, 281. ayet müstesna, medenîdir Bu ayet mekkî olup. veda haccında Mina'da nazil olmuştur. Sûrenin ayet sayısı 286'dır." 1"Elif, lâm, mim" Bu ayette iki mesele vardır. Hecelenen lâfızlar, isimdirler. Bunların ad olduğu kelimelerse, basit harflerdir Çünkü, meselâ bu ma nanın muayyen bir zamanına delâlet etmeksizin, kendi başına müstakil bir mânaya, muvafakat yoluyla, delâlet eden bir lâfızdır. Bu manada, (......) kelimesindeki ilk harftir. Böylece, hecelenen lâfızların birer isim oldukları ortaya çıkar. Bir de, bu isimlerde imâle, tefhîm, ta'rîf, tenkîr, cem', tasgir, vasi, isnâd ve izafet gibi hususlarda tasarrufta bulunulur Böylece bunlar, ister istemez, isim olmuşlardır Eğer, "Ebû Musa et-Tirmizî'nin Abdullah b. Mesûd'dan rivayet ettiğine göre. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim Allah'ın kitabından bir harf okursa, ona bir hasene (iyilik) vardır. Hasenelere on misli karşılık verilir. Ben demiyorum kî, (elif, lâm, mim) bir harftir. Fakat elif bir harf. Lâm, mîm de bir harftir." "Bu hadîsle delil getirmek, sizin söylediğiniz şeyle çelişir" denilirse biz deriz ki, o harfin ismi olduğu için, Hazret-i Peygamber mecazî olarak ona harf ismini verdi. İki mahiyetten birinin ismini diğerine vermek, meşhur mecazdır Bu meselenin birçok fürûu vardır Birincisi: Âlimler, böyle isimlendirme hususunda birçok ince manalar gözetmişlerdir. Şöyle ki, bu müsemmalar (isimlendirilen varlıklar) birer harf olan isimleri gibi, birer lâfız olup, isimlerin harflerinini sayıları da üçe kadar çıkınca, onlara isimde müsemmâya delâlet için birçok yol açıldı da, böylece lâfızların her isminin başını müsemmâ kabul ettiler. Elif müstesna, çünkü onlar elifin müsemmâsının yerine hemzeyi geçirdiler. Çünkü elif, her zaman sakindir İkincisi: Bu lâfızları âmiller izlemediği sürece, bunların i'rab bakımından hü- kümleri, sayı isimleri gibi, sonlarının sakin olmasıdır. Buna göre ve dediğin gibi dersin. Bunların başına bir âmil gelirse, i'rab alırlar. Meselâ ve gibi... Sadece manasını vermeyi kastettiğin her isim de böyledir. Çünkü lâfzın cevheri, mananın cevheri için konulmuştur. Lâfzın harekeleri ise, mananın durumlarına delâlet eder Manama cevheri ifade edifmefc istendiğinde, lâfzın bütün harekelerden tecrid edilmesi gerekir. Üçüncüsü: Bu isimler murebtirler. î'rabı gerektiren biri şey olmadığı için, kendisine i'rab gelmeyen yerlerde, diğer isimlerin sakin olması gibi, sonları sakin kılınmıştır. Bunların sükûnlarının mebnîlikten değil de vakftan dolayı olduğuna delil şudur: Şayet bu isimler mebnî kılınmış olsalardı, bunların kelimeleri tarzında mütalaa edilmeleri gerekir. İki sakin bir arada bulunmuş olarak (......) ve (......) şeklinde telaffuz edilmezdi. (......) ve gibi, bazı sûrelerin başlarına gelen hurûf-ı mukattaalar hakkında ulemânın iki görüşü vardır: Birinci Görüş: Bu harfler, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine ayırmış olduğu örtülü bir sır ve kapalı bir ilimdir. Hazret-i Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh), "Allah'ın her kitapta bir sırrı vardır. O'nun Kur: ân'daki sırrı ise, bazı sûrelerin başlarına gelen hurûf-i mukattaalardır" demiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, "Her kitabın bir özü vardır. Bu kitabın özü ise, hece harfleridir" demiştir. Ariflerden bazısı da, "İlim bir deniz mesabesindedir. Ondan bir vadi, vadiden bir nehir, nehirden bir kanal, kanaldan da bir su borusu akıtılmıştır. Eğer kanallara bu vadinin suyu akıtılacak olsa, kanalları sel basar da, onu bozar. Eğer deniz bu vadîye akacak olsa, bu da onu altüst eder. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın; "Gökten bir yağmur indirdi de, vadiler kendi miktariahnca aktılar" (Ra'd, 17) sözünden murad edilendir. Buna göre, ilmin denizleri Allah'ın katındadır. Bu denizlerden peygamberlere vadiler verilmiş; peygamberler bu vadilerden, âlimlere nehirler; âlimler insanlara güçleri yetecek kadar küçük kanallar akıtmışlar halk da, kendi aile fertlerine güçleri yetecek kadar borular akıtmışlardır. Haberde rivayet edilen de, buna delâlet etmektedir. Haberde şöyle denilmektedir: "Ulemânın bir sırrı, halifelerin bir sırrı, peygamberlerin bir sırrı, meleklerin bir sırrı ve bütün bunlardan sonra da, Allah'ın bir sırrı vardır. Şayet cahiller âlimlerin sırrına vâkıî olsalar, onları yok ederler; âlimler de halifelerin sırrına vakıf olsalardı, onlara muhalefet ederlerdi; halifeler peygamberlerin sırrına muttali olsalardı, onlara karşı gelirlerdi; peygamberler meleklerin sırrına muttali olsalardı, onları töhmet altında tutarlardı; şayet melekler Allah'ın sırrına muttali olsalardı, şaşkınlık içinde kalır ve yok olup giderlerdi. Bunun sebebi ise, yarasanın gözlen güneşin ışığına tahammül edemediği gibi, zayıf akılların da güçlü sırtarı taşıyamamaşıdır. Peygamberlerin akılları fazla olduğu için, nübüvvet sırlarını taşıyabilmişlerdir. Ulemânın da akılları fazla olduğu için, ortalama insanların taşımaya güçlen yetmeyen sırları taşıyabilmelerdir. Batınî bilgiye muttali olan hukemâ. Akılları çok olduğu için, zahir ulemâsının âciz olduğu şeyleri taşımaya güç yetırmişlerdir. Bu harfler hakkında Sabiye sorulduğunda, O: "Bunlar Allah'ın sırrıdır, araştırmayınız" demiştir. Ebû Zübyân, İbn Abbas'tan, " Ulema bunları anlamaktan âcizdir." dediğini rivayet etmiştir. Hüseyin b. Fadl ise, bunların müteşabihattan olduğunu söylemiştir. Bu Harfler Konusunda Kelâmcıların Görüşleri: Kelâmcılar hurûf-ı mukattaa'nın müteşabihten olduğu görüşünü kabul etmemiş ve Allah'ın kitabında insanlar için anlaşılmayan şeyin bulunması caiz değildir diyerek, bu görüşlerine ayet, hadis ve aklî bakımdan delif getirmişlerdir. Ayetten delilleri ondörttür. Birincisi: "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı, yoksa kalblerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 24) ayetidir. Cenâb-ı Hakk bu ayette onlara Kur'ân hakkında düşünmelerini emretmiştir. Şayet Kur'ân'ın manası anlaşılmayacak olsaydı, onlara Kur'ân üzerinde düşünmelerini nasıl emrederdi? İkincisi: "Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'ân Allah'tan başkasından olsaydı, onda birçok tutarsızlıklar bulurlardı" (Nisa, 82) ayetidir, insanlar tarafından manası anlaşılmayacak olsaydı, Kur'ân'da bir tutarsızlığın olmadığını anlamak için, onlara Kur'ân üzerinde düşünmeyi nasıl emrederdi? Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın şu ayetidir: "O Kur'ân muhakkak ki, âlemlerin Rabbi katından İndirilmedir. O'nu Rühu'l-emîn, uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık bir Arapça ile İndirmiştir" (Şuarâ. 192-193). Şayet Kur'ân anlaşılmayacak olsaydı, Hazret-i Peygamber'ın, O'nunla insanları uyarması bâtıl olurdu. Ve yine bu ayette geçen "apaçık bir Arapça ile" ifadesi, Kur'ân'ın Arap diliyle nazil olduğuna bir delildir. Durum böyle olunca, O'nun anlaşılır olması gerekir Dördüncüsü: "Onlardan, hüküm çıkarmasını bilenler bunu bilirdi" (Nisâ, 83) ayetidir. Kur'ân'dan hüküm çıkarmak, ancak O'nun manasını iyice kavramakla mümkündür. Beşincisi: Şu ayetlerdir. "Her şeyi açıklamak üzere" (Nahl, 89) ve kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık " (En'âm, 38). Altıncısı: "İnsanlar için bir hidayet olmak üzere" (Bakara. 185) ve "Muttakîlere bir hidayet olmak üzere" (Bakara, 2). Bilinmeyen şey, hidayet kaynağı olamaz. Yedincisi: Şu ayetler: "(Yerine) ulaşmış hikmet" (Kamer, 5); "Gönüllerde olan (hastalıklara) bir şifa, müminler için bir hidayet rehberi ve rahmet olmak üzere..." (Yûnus, 57). Bütün bu sıfatlar, anlaşılmayan bir şey hakkında olamaz. Sekizincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki size Allah'tan bir nûr ve her şeyi açıklayan bir kitab gelmiştir" (Mâıde, 15) ayetidir Dokuzuncusu: "Karşılarında okunup duran şu kitabı sana indirmiş olmamız, onlara kâtı değil mi? Muhakkak ki bunda, iman eden bir kavim için bir rahmet ve öğüt vardır" (Ankebut, 51) ayetidir Kur'ân-ı Kerîm anlaşılmamış olsaydı, nasıl kâfi gelir ve insanlar için bir öğüt olurdu? Onuncusu: "İşte bu Kitap, o'nunla uyarılsınlar diye, insanlara bir mesajdır" (ibrahim, 52) ayetidir. Eğer Kur'ân-ı Kerîm anlaşılır olmasaydı, nasıl bir mesaj olur ve O'nunla insanlar nasıl uyanabilirlerdi? Cenâb-ı Allah bu ayetin sonunda da, "Akıl sahiplen iyice düşünsünler diye" (ibrahim, 52) buyurmuştur. Bu ancak, kur'ân anlaşılırsa, böyle olur. Onbirincisi: "Muhakkak ki, size Rabbinizden bir burhan gelmiştir. Biz size, apaçık bir nur indirdik" (Nisa. 174) ayetidir Kur'ân, eğer anlaşılır olmasaydı, nasıl bir bürhân ve nasıl apaçık bir nur olurdu? Onikincisi: "Artık kim benim hidayetime uyarsa, o ne sapıtır ne de bedbaht olur. Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır" (Tâhâ. 123-124) ayeti. Eğer Kur'ân anlaşılır olmasa, O'na uymak veya O'ndan yüz çevirmek nasıl mümkün olur? Onüçüncüsü: "Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru olana hidâyet eder" (isra. 9). Kur'ân anlaşılır olmasaydı, nasıl hidâyet edici olurdu? Ondördüncüsü: "Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti. Bütün müminler de, Allah'a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine iman ettiler." Biz, peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Duyduk ve İtaat ettik" dediler" (Bakara, 285) Allah'a itaat etmek, ancak Kur'ân'ın anlaşılması ile mümkün olur. O halde Kur'ân'ın anlaşılmış olması gerekir Bu görüşte olanların hadîsten delilleri şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Size öyle bir şey bıraktım ki, şayet onlara sımsıkı sarılırsanız kesinlikle sapıtmazsınız. Bunlar, Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir." Ebu Dâvud, Menâsih. 56 (2/185). Eğer Kur'ân-ı Kerîm anlaşılmasaydı ona sımsıkı sarılmak nasıl mümkün olurdu. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah'ın kitabına sımsıkı sarılın. Çünkü onda sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki (meselelerin) hükmü vardır. O, kesin hüküm olup şaka değildir. Onu terkeden her zalimin, Allah belini kırar. Kim hidayeti ondan başka yerde ararsa, Allah o kimseyi şaşırtır. O, Allah'ın sağlam ipidir, hikmetli öğüttür. O, sırât-ı müstakimdir. Nefisler, onunla, sapmaktan korunur. Alimler ona doymaz. Çok fazla tekrarlanmasına rağmen o eskimez. Onun harikulade manaları tükenmez. Onu söyleyen doğru söylemiş olur. Onunla hükmeden âdil olur. Kim davasını onunla kuvvetlendirirse hasmına galip gelir. Ona çağıran dosdoğru bir yola iletilmiş olur Fezâilü'l-Kur'ân 14 (5/172). Dârimî 2435. Bunların aklî delillerine gelince, bunlar çoktur. Birincisi: Şayet, Kur'ân'da anlaşılmasına imkân olmayan bir şey gelmiş olsaydı, bu, Araba zenci lisanı ile konuşmak gibi olurdu. Bu caiz olmayacağına göre, Kur'ân'ın anlaşılamaması da caiz değildir. İkincisi: Sözden maksad, bir şeyi anlatmaktır. Eğer Kur'ân anlaşılmamış olsaydı, onunla hitab etmek abes ve akılsızlık olurdu. Hakîm olan Cenâb-ı Allah'a bu yakışmaz. Üçüncüsü: Kur'ân'da tahaddi (benzerini getirme hususunda okuma) vardır Kur'ân anlaşılır olmasaydı onunla meydan okuma caiz olmazdı. Kelâmcıların sözlerinin tamamı işte budur. Bu Harflerin Manasının Anlaşılmayacağını Söyleyenlerin Delilleri: Onların muhalifleri de ayet, hadîs ve akıl bakımından deliller getirmişlerdir. Onların ayetten delilleri şudur: Müteşabih ayetler de Kur'ân'dandır. Hâlbuki bunların manası bilinmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "O müteşâbihin gerçek manasını, Allah'tan başka kimse bilemez " (Âli imrân, 7). Bu ayetle, "Allah" kelimesi sonunda vakî etmek (durmak) birçok sebebten ötürü zarurîdir. Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "İlimde kök salanlar" (Âl-i imrân, 7) ayeti, üzerine atfedilmiş olsaydı" (Onlar derler ki: ona iman ettik) ayeti" ayetinden kopmuş olurdu. Bu da caiz değildir Çünkü sözü yalnız başına hiç bir şey ifade etmez. Onun hâl olduğu da söylenemez. Çünkü, biz deriz ki, bu durumda sözü, kendinden önceki her sözle ilgili olur. Böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın da "Biz ona inandık, onun hepsi Rabbimizin katındandır" demiş olması gerekir ki, bu iddia küfürdür. İkincisi: Köklü ilim sahipleri, müteşabih ayetlerin manasını bilmiş olsalardı, onların müteşâbihe iman etmelerinin bilhassa zikredilmiş olmasının bir anlamı olmazdı. Çünkü onlar, müteşâbihi delilleriyle öğrenmiş olsalardı, müteşâbihe iman etmeleri, muhkem ayetlere iman etmiş olmaları gibi olurdu ki, bu durumda da müteşâbihe iman etmelerinde övülmeyi gerektirecek fazla bir sebeb olmazdı. Üçüncüsü: Müteşâbihin ayetlerin tevilini bilmek, bilinmesi gerekli olan şeylerden olsaydı, manasını anlama hususundaki arzu kınanmazdı. Fakat Cenâb-ı Hakk, "İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (onu bunu saptırmak) ve (kendi arzularına göre) onun teviline yeltenmek için Kur'ân'ın müteşabih olanının peşine düşer" (Âl-i imran, 7) buyurarak, müteşâbihin tevilini araştırmayı zemmetmiştir. Bu görüşte olanların hadîsten olan delillerine gelince, bu konunun baş kısmında görüşümüze delâlet eden bir haberi nakletmiştik. Aynı şekilde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İlimde hazineler gibi gizlenmiş sırlar vardır ki onu ancak, Allah'ı bilenler bilir. Şayet Allah'ı bilenler, onları söyleyecek olsalar, gaflette olanlar, bu sözleri kabul etmezler." Bir de, sûrelerin başındaki hurûf-u mukattaaların manalarının bilinemeyeceği hususu, büyük sahâbilerden rivayet edilmiştir, Bu sebeble bunun gerçek olması gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ashabım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz. Beykâkî ve Deylemî bu hadisi rivayet etmişlerdir. Keşfü-l Hafa 1/132. buyurmuştur. Aklî delilleri ise şunlardır: Kendisi ile sorumlu tutulduğumuz fiillerimiz iki kısımdır. Birisi, genel manada aklımızla, hikmetim anladığımız fiillerdir. Meselâ, namaz, zekât ve oruç gibi. Çünkü namaz, Yaratan'a sırf bir tevazu ve yalvarıp yakarmadır. Zekât, fakirin ihtiyacını gidermeye çalışmaktır. Oruç ise, şehveti kırma hususunda bir sa'y-ü gayrettir. Diğer., hikmetini anlayamadığımız fiillerdir. Meselâ, hacda yapılan bazı işler gibi. Çünkü biz aklımızla, şeytan taşlamanın. Safa ile Merve tepeleri arasında sa'yetmenın, remle yapmanın (sa'yirı bir yerinde koşar gibi yürümenin), ıztıba yapmanın, yani ihramlı kişinin, ihramını sağ koltuğunun altından geçirip sol omuzunun üstüne atmasının hikmetinin ne olduğunu anlayamayız. Sonra muhakkik âlimler, Allah'ın, kullarına hikmetini anlayabildiğimiz fiilleri emretmesi nasıl güzelse, hikmetini anlayamadığımız fiilleri de emretmesinin yerinde olduğunda ıtifak etmişlerdir. Birinci çeşit fiillerde itaat tam bir inkıyadı göstermez. Çünkü emredilen fiilde, akıl faydalı bir şey olduğunu bildiği için kulun, onu bundan ötürü yapması muhtemeldir. İkinci çeşit fiillerdeki itaate gelince, bu kulun tam bir inkiyadını ve sonsuz teslimiyetini gösterir. Çünkü kul, bu tür fiilinde, zahiren bir menfaat bulamayınca, onu yapması sadece Cenâb-ı Allah'a inkiyad ve teslimiyetinden ötürü olur. Fiillerde durum böyle olunca, sözlerimiz hususunda da durumun aynı olması niçin caiz olmasın? Buna göre de, Cenâb-ı Allah, bazan manasını anladığımız şeyleri söylememizi emreder. Bundan maksat da, emredilen şahsın, âmirine inkiyad ve teslimiyetini ortaya koymasıdır. Bunun bir başka faydası daha vardır: İnsan bir şeyin manasını iyice anladığında, o şeyin tesiri kalbten gider. Ama o şeyi söyleyenin Hâkimler Hâkimi olan Allah olduğuna kesinkes inanarak, onun manasını anlayamazsa, o insanın kalbi devamlı o söze yönelik olur ve devamlı onu düşünür. Çünkü mükellefiyetin (teklifin) özü, insanın sırrını (kalbini) Allah'ın zikri ve Kur'ân'ı tefekkür ile meşgul etmektir. Allah'ın, kulunun zihninin devamlı buna yönelik ve bununla meşgul olmasında kul için büyük bir menfaatin bulunduğunu bilmesi; kulun da bu menfaati elde etmek için O'na kulluk etmesi uzak görülen bir ihtimal değildir. Bu konuda iki gurubun sözünün özü budur. Bu Harflerin Manasının Bilinebileceğini Söyleyenlerin Görüşleri İkinci görüş: Bu, sûrelerin başlarındaki hurûf-u mukattaaların manalarının bilinebileceğini söyleyenlerin görüşüdür. Bunlarda kendi aralarında ihtilâf ederek, farklı birçok husus söylemişlerdir: Birincisi: Bunlar sûrelerin isimleridir. Bu, ekseri kelâmcıların görüşüdür. Halil ve Sîbeveyh'in tercih ettiği görüş de budur. Kaffâl da şöyle demiştir: Araplar bu harflerle, birçok şeyi adlandırmıştır. Meselâ, Harise b. Lâmft-Tâî'nin babasına "Lâm" demişlerdir. Nehhas, yani bakırcıya "Sad", paraya "Ayn", buluta, "gayn" demişlerdir. Yine onlar, ""kaf dağı" demişler ve balığa"Nûn" ismini vermişlerdir İkincisi: Bu harfler, Cenâb-ı Hakk'ın isimlendir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, şöyle dediği rivayet edilir: Üçüncüsü: Bu harfler, gurup gurup Cenâb-ı Allah'ın isimlerini gösterirler. Sa'îd b. Cübeyr, " hepsi. Cenâb-ı Allah'ın "Rahman" ismidir. Ne var ki, diğer hurûf-u mukattaada bu terkıb gibi bir terkib meydana getirmeye güç yetiremiyoruz" demiştir. Dördüncüsü: Bunlar Kur'ân'ın isimleridir. Bu görüş, Kelbî, Suddî ve Katâde'nin görüşüdür. Beşincisi: Bunların her biri, Cenab-ı Allah'ın isimlerinden ve sıfatlarından birine delâlet eder. İbn Abbas (radıyallahü anh)" hakkında, "Elif, Cenab-ı Allah'ın Ahad (bir), Evvel (ilk), Âhir, (son), Ezelî ve Ebedî olduğuna işarettir "Lâm", O'nun Latîf; "Mîm" ise, Melik, Meâd ve Mennân olduğuna işarettir", hakkında, "Bu. Cenâb-ı Allah'ın kendine övgusüdür Buradaki "Kaf" Cenâb-ı Allah'ın kâfî olduğuna; "Hâ", O'nun Hâdî (hidayet edici): "Ayn", âlim; "Sâd" sâdık olduğuna delâlet eder" demiştir İbn Cerir et-Taberı, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan Onun, "buradaki "Kâfi. Allah'ın Kebîr ve Kerîm olduğuna; "Yâ"yı O'nun, himaye edici olduğuna; "Ayn"ı ise, Allah'ın Azîz ve Adil olduğuna hamlettiğini rivayet eder İbn Abbas'ın iki farklı görüş bildirmesi şöyle izah edilebilir: O, birinci görüşünde, harflerden her birini muayyen bir isme tahsis etmiş, ikincisinde böyle yapmamıştır. Altıncısı: Bu harflerin bir kısmı Hak teâlâ'nın zâti isimlerine, bir kısmı da sıfat isimlerine delâlet eder. İbn Abbas, hakkında. "Bu, (Ben en iyi bilen Allah'ım) hakkında, "Bu, (Ben ayıran, kesin hüküm veren Allah'ım)", hakkında, "Bu, "(Ben, gören Allah'ım)" demektir" demiştir Bunu, Ebu Salih ve Sa'îd b. Cübeyr İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Yedincisi: Bu harflerden her biri, Cenâb-ı Allah'ın fiillerinin sıfatlarını gösterir: "Elif", Allah'ın nimetlerini; "Lam" lûtfunu; "mîm" de mecdini gösterir. Bunu Muhammed b. Ka'b el-Kurezî söylemiştir. Er-Rebî' b. Enes de: "Harflerin her biri, Allah'ın nimetleri hakkındadır" demiştir. Sekizincisi: Bu harflerin bazısı Cenâb-ı Allah'ın isimlerine, bazısı da Allah'tan başka varlıkların isimlerine delâlet eder. Dahhâk: "Elif", "Allah"a; "Lâm", "Cibrîl-'e, "Mîm", "Muhammed"e, delâlet eder. Yani, Allah Tealâ, Cebrail (aleyhisselâm)'ın lisanı ile Kitabını Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiştir" demektir" demiştir. Dokuzuncusu: Bu harflerden her biri, Allah'ın fiillerinden birine delâlet eder. Meselâ buna göre, "Elifin manası, " (Allahü teâlâ, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sevdi de onu peygamoer olarak gönderdi.), "Lâm'ın manası, (İnkarcılar onu kınadılar); "Mîm"in manası, (Kâfirlere gayzolundu ve onlar Hakk'ın ortaya çıkmasıyla zelil kılındılar) şeklindedir. Bazı sofiler de, "Elifin manasının (Ben); "Lâm"ın manasının (Bana); "Mîm"in manasının ise (Benden) olduğunu söylemişlerdir. Onuncusu: Bu, Müberred'in görüşüdür. Muhakkik âlimlerden büyük bir gurup bu görüşü tercih etmiştir: Cenâb-ı Allah, bu harfleri, kâfirlerin aleyhine delil olmak üzere zikretmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara Kur'ân'ın benzerini veya on sûresinin veyahut da tek bir sûresinin benzerini söylemelerini, meydan okuyarak teklif edip onlar da bunu yapamayınca, Cenâb-ı Allah Kur'ân'ın bu harflerden başka bir şeyden müteşekkil olmadığına, onların da bu harflere sahib olduğuna, fesahat kaidelerini bildiklerine, bu sebeble de Kur'ân'ın bir benzerini getirebilmeleri gerektiğine dikkatlerini çekmek için bu hurûf-u mukattaayı indirdi. Kâfirler bunu yapamayınca, bu, Kur'ân'ın bir insan tarafından değil de Allah tarafından indirildiğine delâlet etmiştir. Onbirincısi: Abdulazib b. Yahya şöyle demiştir: "Allahü teâlâ bu harfleri Kur'ân'da zikrederek sanki şöyle demiştir: Bunları parça parça (harf harf) dinleyiniz. Tâ-ki bu harfler birleştirilmiş olarak size geldiğinde, önce bunları tanımış olasınız. Nitekim çocuklar, önce tek tek harfleri öğrenirler. Sonra da bunlardan meydana gelen kelimeleri öğrenirler." Onikincisi; İbn Ravk ve Kutrub'un görüşüdür. Bu görüşe göre: Kâfirler: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz ve onun hakkında manasız yaygaralar (gürültüler) yapın. Belki ona üstün gelir (duyulmasına mâni olursunuz)" deyip, Kur'ân'dan yüz çevirmeyi birbirlerine tavsiye edince, Cenâb-ı Allah, onların fayda ve menfaatleri istediği için, onların susmalarına ve Kur'ân'dan kendilerine gelen şeyi dinlemelerine sebeb olsun diye, onların bilmedikleri şeyi onlara indirmeyi murad etti de onlara bu harfleri inzal etti. Onlar bu harfleri duyunca, hayrete düşmüşcesine şöyle dediler: "Hazret-i Muhammed'in söylediklerine hele bir kulak verin." Kâfirler böyle Kur-ân'a kulak verince, Kur'ân onlara nüfuz etti ve bu, onların Kur'ân'ı dinlemelerinin ve Kur'ân'dan istifade etmelerinin sebebi oldu. Onüçüncüsü: Bu, Ebu'l-Âliye'nin görüşüdür. Bu harflerden her biri, birtakım milletlerin ayakta kalma müddetleri ve diğer bazı kavimlerin de ecelleri hakkındadır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bakara Sûresi'nın başındaki ayetlerini okurken, Ebû Yâsir b. Ahtâb, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına geldi. Sonra, Ebû Yâsir'in kardeşi Hayy b. Ahtâb ile, Kâ'b b. el-Eşref de geldi. Hepsi, Hazret-i Peygamber'e (......) manasını sordular ve: "Kendinden başka hiçbir ilah olmayan Allah aşkına söyle, bunun sana gökten geldiği doğru mu?" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) " Evet, aynen böyle indi" buyurmuştur. Hayy da: " Eğer doğru söylüyorsan, ben bu ümmetin ecelinin kaç sene olduğunu bilirim." dedi ve şöyle devam etti: Ümmetinin ömrünün sadece yetmişbir sene olduğunu bu harflerin ebced hesabıyla gösterdiği bir adamın dinine nasıl gireriz?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): güldü. Hayy: " Bundan başkası da mı var?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Evet, dedi. Hayy da: " Bu, birinciden daha çok ve (ebced hesabı ile) yüzaltmış sene eder. Başkası var mı?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): - Evet, var" dedi. Hayy da: "Bu, birinci ve ikinciden daha çok. Biz şehadet ederiz ki, eğer doğru söylüyorsan, ümmetinin ikiyüzotuzbir senesi var. Dahası var mı?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Evet, var" dedi. Hayy: " Şahadet ederiz ki, sana iman etmiyoruz ve hangi sözüne inanacağımızı bilemedik" dedi. Ebû Yasir de: " Ama ben, peygamberlerimizin bu ümmetin hükümran olacağını haber verdiklerine, ama ne kadar hükümran olacaklarını açıklamadıklarına şehadet ederim. Eğer Muhammed doğru söylüyorsa, ben onu, bütün bu söylediklerini birleştirmiş olarak sayıyorum" dedi. Bunun üzerine bu yahudiler kalktı ve şöyle dediler: İş büsbütün karıştı. Azı mı alacağımızı, çoğu mu alacağımızı bilemiyoruz." İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Sana Kitab'ı indiren O (Allah'tır)" (Âl-ı imrân. 7) ayeti ile ifade edilen şeydir Ondördüncüsü: Bu harfler, sözün bitip yeni bir sözün başladığına delâlet eder. Ahmed b. Yahya b. Sa'leb, Arapların, bir söze başlayacakları zaman, muhatabları önceki sözün bitip yeni bir sözün başlayacağı hususunda uyarmak için, başlayacakları bu sözden başka bir şeyi söylemek adetleridir. Onbeşıncisı; İbnu'l-Cevzî, İbn-i Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet etmiştir: Bu harfler, Cenâb-ı Allah'ın kendi zatını övmeye vesile yaptığı harflerdir Onaltıncısı: Ahfeş demiştir ki: "Allahü teâlâ. bu harflerin çok şerefli ve faziletli olmasından ve bu harfler çeşitli dillerde indirilen semavî kitapların temeli, Allah'ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının esası ve milletlerin sayesinde tanıştıkları, Allah'ı zikredip birledikleri sözlerin kökü olmasından dolayı, bu harflerle yemin etmiştir. Her ne kadar bundan maksad bütün harfler ise de, Allahü teâlâ onlardan bir kısmını zikretmekle yetinmiştir. Nitekim sen, sûrenin hepsini kastettiğin halde, "elhamd"ı okudum" dersin. Buna göre. sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: "Bu harflere yemin ediyorum. Çünkü bu Kur'ân, levh-i mahfuz'daki kitabın aynısıdır." Onyedincisi: Bu harfleri söylemek, herkesin alışık olduğu bir husus olsa da, bu harflerin o isimlerle adlandırılmış olduğunu, ilimle meşgul olup, ilimden istifade edenlerden başkası bilmez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın daha önce ilimle meşoul olup, ilimden istifade etmiş olmadığı halde, bunları haber vermesi, bir gaybten haber vermedir. İşte bundan dolayı. Cenâb-ı Hakk, bu sûrenin ilk duyulan kısmın, Hazret-i Peygamberin doğruluğuna delâlet eden bir mucize olsun diye. başta bu hurûf-u mukattaayı zikretmiştir Onsekizincisi: Ebu Bekr et-Tebrizî şöyle demiştir; "Cenâb-ı Allah, bu ümmetten bir gurubun, Kur'ân'ın kadîm olduğunu söyleyeceğini bildiği için, Kelâmullah'ın bu harflerden meydana geldiğine dikkat çekmek için bunları sûre başlarında zikretti. Binaenaleyh Kur'ân'ın kadîm olmaması gerekir." Ondokuzuncusu: Kadı el-Mâverdî şöyle demiştir: den maksad, yanı bu kitab size indi, size misafir oldu. Çünkü "ılmâm", ziyaret etmek manasınadır. Cenâb-ı Hakk böyle buyurmuştur. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e. bir misafirin gelişi gibi gelirdi. Yirmincisi: "Elif", evvelemirde (her şeyden önce) istikametin gerekli olduğuna delâlet eder İstikamet de. şeriata riayet etmektir Nitekim Cenâb-ı Allah: "Rabbimiz Allah'dır' deyip, sonra da dosdoğru olanlar..." (Ahkâf. 13) buyurmuştur. "Lâm", nefisle mücahede esnasında meydana gelen tevazua işarettir Bu da tarikata riayet etmektir. Nitekim Cenâb-ı Allah:" "Bizim için mücahede eden kimseleri elbette yollarımıza iletiriz." (Ankebût, 69) buyurmuştur "Mîm" ise, sonu başlangıcının aynı, başlangıcı da sonunun aynı olan bir daire gibi, kulun muhabbet makamında olmasına işarettir. Bu makam da ancak, tamamen Allah'da yok olmak (fena fi'llah) ile olur. İşte bu hakikat makamıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah "Allah" de, sonra onları bırak daldıkları şeyde oyalanıp dursunlar" (Enam, 91) buyurmuştur. Yirmibirincisi: Elif, boğazın en uzak yerinden çıkar. Bu, harflerin ilk mahreç yeridir. Lâm, dilin kenarından çıkar. Bu da, mahreç yerlerinin ortasıdır. Mîm, dudaktan çıkar ki, bu ise mahreçlerin sonuncusudur. Böylece " kulun zikrinin başlangıcının, ortasının ve sonunun ancak Allah olması gerektiğine işaret eder. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Öyleyse, Allah'a kaçınız" (Zâriyat. 50) buyurmaktadır. Muhakkîk âlimlerin çoğuna göre, bu harfler sûrelerin isimleridir. Bunun delili ise, şudur: Bu lâfızlar ya anlaşılmaz veya anlaşılır. Birinci fikir, şu yönlerden bâtıldır. Birincisi, eğer bu caiz olsaydıı, o zaman Araplara zencilerin diliyle konuşmak ve hitap etmek caiz olurdu. İkincisi ise, Allah Kur'ân'ın tamamını hidayet rehberi olarak niteledi. Bu ise, O-nun anlaşılır olmamasına mânidir Anlaşılır olmasına gelince, biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu harflerden maksadı, onları ya lakab isimleri veyahutta mana isimleri yapmaktır. Bunlardan ikinci ihtimal, yanlıştır. Çünkü, bu lâfızlar Arapça'da, müfessırlerin zikretmiş oldukları manalar için vaz edilmemiştir. Binaenaleyh, bu lâfızları bu manalara hamletmek imkânsızdır. Çünkü Kur'ân, Arapça nazil olmuştur; dolayısıyla O'nu Arapça'da olmayan bir manaya hamletmek caiz değildir. Bir de, müfessirler çok değişik görüşler zikretmişlerdir. Bu lâfızların, onların zikrettikleri görüşlerin bir kısmına delâlet etmeleri, diğerlerine delâlet etmelerinden daha evlâ değildir Bu durumda, bu lâfızlar rnüfessırlerin zikrettikleri manaların hepsine hamlolunmalıdır ki. bu ıcmâ ile imkânsızdır Çünkü müfessırlerden her bin, bu lâfızları zikredilen muhtemel manalardan sadece birine hamletmışlerdır. Müfessırler arasında, bu lâfızları, bu manaların hepsine hamleden mevcut değıidir. Ya da, bu lâfızlar bu manalardan hiç birine hamledilmezler ki, elde kalan görüş budur. Bu lâfızların mana isimlen olmaları yanlış olunca, onların lakab isimlen olduğuna hükmetmek gerekir. "Bu lâfızların manaları bilinemez" denilmesi, bir kişinin; Şayer bu caiz olsaydı, bu Allah'ın Araplara Arap olmayanların diliyle konuşmuş olmasının caiz olduğunu gerektirmez mi?" denilirse, deriz ki: Allah'ın, Araplara. Arap olmayanların diliyle hitap etmesi niçin caiz olmasın? Çünkü Cenâb-ı Hakk. Araplara Habeşçe olan " sü " ile, Farsça olan ve kelimelerini kullanarak hıtab etmiştir. Bu lâfızların manalarının anlaşılmaması, "Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ın tamamının bir hidayet rehberi ve bir kılavuz olduğunu bildirmesine ters düşmez mi?" denilirse, biz deriz ki: Kur'ân'ın mücmel ve müteşabihatı kapsaması konusunda herhangi bir anlaşmazlık yoktur, Kur'ân'ın mücmeli ve müteşabihatı ihtiva etmiş olması, nasıl O'nun bir hidayet rehberi ve bir kılavuz olmasına zarar vermiyorsa, bu harfleri ihtiva etmesi de zarar vermez. Biz bu lâfızların manalarının anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz, fakat senin, "bu lâfızlar ya lakab ismidir veya mana ismidir" şeklindeki sözün, bu lâfızların, ancak her hangi bir şeyi ifade etmek için vaz'olunmuş olduklarının kesinleşmesi halinde doğru olur ki, bu da imkânsızdır. Belki de, Cenâb-ı Hak bu lâfızlarla, Kutrub'un dediği gibi, başka bir hikmetten dolayı konuşmuştur. Kutrub şöyle demiştir: Müşrikler başlangıçta, Kur'ân'a iltifat etmemede ittifak edince, Cenâb-ı Hakk Resulüne başlangıçta bu harflerle konuşmasını emretti; böylece onlar bu harfleri dinlediklerinde hayrete düşüp de, sükût ettiler Böylece de Kur'ân, onların kulaklarını iyice doldurdu. Biz bu lâfızların, herhangi bir şeyi ifade etmek için konulmuş olduklarını kabul ettik; o halde, bu lâfızların mana isimlerinden olduklarını söylemek niçin caiz olmasın? Bu lâfızların manaları malûm olmadığı zaman, "bu lâfızlar Arapça'da kesinlikle herhangi bir şey için vaz edilmemişlerdir" denilirse, deriz ki: Bu lâfızların yalnız başlarına her hangi bir şey için vaz edilmemiş olduklarında bir anlaşmazlık yoktur." Ancak, bu lâfızlar hususî bir karîneyle beraber, muayyen bir mana ifade ederler' denilmesi niçin caiz olmasın? Bunu birkaç bakımdan şöyle açıklarız: Birincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklere, birçok kere Kur'ân'la meydan okumuştur (tehaddî). Cenâb-ı Hakk bu harfleri zikredince, durumun gösterdiği karine, Cenâb-ı Hakk'ın bu harfleri zikretmesinden muradının onlara şöyle demek olduğuna delâlet etmesidir: "Ey müşrikler, bu Kur'ân, sizin de kendisine gücünüzün yettiği harflerden mürekkebdir. Şayet bu bir beşer işi olsaydı, bunun bir benzerini sizin de getirebilmeniz gerekirdi." İkincisi: O harfleri, ebced hesabına vurmak, insanlar nezdinde bilinen bir adettir. Üçüncüsü: Bu harfler, sözün kökleri olunca, şerefli ve azîz olmuşlardır. Bu sebebten dolayı, Cenâb-ı Hakk bunlara, şâir şeylere yemin ettiği gibi, yemin etmiştir. Dördüncüsü: Bir ismin harflerinden tek bir harfle yetinmek, Araplarca bilinen bir adettir. Böylece Cenâb-ı Hakk, kendi isimlerine dikkat çeksin diye, bu harfleri zikretmiştir. Delilinizi kabul ediyoruz, ancak bu da birçok bakımdan çelişki doğurur. Birincisi: Birçok sûreyi ve lâfızlarında birleşmiş olarak görüyoruz. Buna göre, burada da bir karışıklık vardır. Halbuki, alem isimlerinden maksat karışıklığı ortadan kaldırmaktır. Şayet, "Bu kendilerine Muhammed ismi verilen kalabalık bir topluluğun bulunmasıyla bir güçlük arzeder. Çünkü Muhammed isminde hepsinin ortak olması, o ismin alem olmasına ters düşmez" denilirse, biz deriz ki, sözümüz kesinlikle herhangi bir mana ifade etmez. Şayet sözünü bir alem kabul edersek, bunun faydası, belirlemek (tayin) ve karışıklığı gidermek olur. Bu maksad elde edilmeyince, bunu alem kılmak imkânsız olur, Muhammed ismiyle isimlenmekse, böyle değildir. Çünkü Muhammed ismiyle isimlenmede, tayin etmenin dışında, başka maksatlar da vardır. Buda, o ismin peygamber ismi olması ve şerefli sıfatlardan bir sıfata delâlet etmesi bakımından, bu isimle bereket ummaktır. Yine tayin etmenin dışında, o isimle, bu maksatlardan herhangi bir maksadı da kastetmek caizdir. sözümüz böyle değildir. Çünkü bunda, tayinden başka herhangi bir fayda yoktur. Herhangi bir fayda ifade etmeyince de, ona isim vermek tamamıyla anlamsız olur. İkincisi: Şayet bu lâfızlar, sûrelerin isimlen olsalardı, bunun tevatür yoluyla bilinmesi gerekirdi. Çünkü bu isimler, Arabların isim verme kaidelerine göre olmamıştır. Saklanmalarına dair bir korku veya bir arzunun olmadığı hallerde, garib şeylerin aktarılmalarına dair çokça sebep bulunur. Şayet bunların nakledilmelerine dair birçok sebep olmuş olsaydı, bu husus tevatürle bilinir ve kendisindeki anlaşmazlık da sona ererdi. Durum böyle olmayınca, bunların sûrelerin isimleri olmadıklarını anlamış olduk. Üçüncüsü: Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur. Araplar ise, isimlendirdikleri şeyi, en fazla iki kelimeden mürekkeb olarak isimlendirmişlerdir. Meselâ, Ma'dîkeribe ve Be'labekke gibi.. Araplardan hiç kimse, bir şeyi üç, dört ve beş isimle isimlendirmemışlerdir. Buna göre, bu lâfızların sûrelerin isimleri olduğunu söylemek, Arapçanın dışına çıkmak olur ki, bu da caiz değildir. Dördüncüsü: Bu lâfızlar, bu sûrelerin isimleri olmuş olsaydı, bu sûrelerin sadece bu lâfızlarla, başka isimlerle değil- isimlendirilmiş olmaları gerekirdi. Ancak bu sûreler, başka isimlerle de tanınmaktadırlar. Meselâ Arapların Bakara Sûresi, Âl-i İmrân sûresi v.b. demesi gibi... Beşincisi: Bu lâfızlar, bizzat sûreye dahil olup. ondan bir cüzdürler. Bir şeyin cüzü ise, derece bakımından o şeyden önce; bir şeyin ismi ise, derece bakımından o şeyden sonradır. Şayet bu lâfızları sûrelerin ismi kabul edersek, aynı anda beraberce öncelik sonralık gerekir ki, bu da muhaldir. Eğer: "Bizim " " sözümüzün tamamı, esasında bu sözün ilk harfinin adıdır. Mürekkep bir kelimenin, kendi cüzlerinden bir kısmının ismi olması caiz olunca, bu mürekkep kelimenin cüzlerinden birisinin mürekkep kelimenin ismi olması niye caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki; fark aşikârdır, Çünkü mürekkep, müfretten; isim müsemmadan sonra gelir Şayet mürekkebi müfredin ismi yaparsak, iki sebebe binaen, bu mürekkebin bu müfretten sonra gelmesi gerekir ki, bu da imkânsız değildir. Ama şayet müfrecli mürekkebin ismi yaparsak, bir müfredin müfred olması itibariyle önce olması bir de onun isim olması cihetiyle sonra olması gerekir ki, bu da imkânsızdır. Altıncısı: Şayet durum böyle olsaydı, Kur'ân sûrelerinden herhangi bir sûrenin bu şekildeki bir isimden halı olmaması gerekirdi. Halbuki bilindiği üzere, durum böyle değildir. Allah, Kur'ân'da "Arapça olmayan ve gibi kelimeleri kullanmıştır" şeklindeki soruya iki şekilde cevap veririz. Birincisi: Bu kelimelerin hepsi Arapça'dır. Ancak diğer dillerle tevafuk (uygunluk) söz konusudur. İki dilde, bazan aynı kelimeler bulunabilir. İkincisi: Bu isimlerle isimlendirilen şeyler, daha önceleri Arap ülkelerinde mevcut değildi. Ne zamanki isimlendirilen bu şeyleri buldular, tanıdılar, bundan sonra da bu şeylerin isimlerini öğrendiler Bunu müteakiben de, bu isimlen kullandılar da, bu lâfızlar Arapça birer lâfız oldular. "Allah'ın kitabında mücmel kelimelerin bulunması, bu kitabın bir beyan olmasına zarar vermez" sözü hakkında, şunu deriz: Allah'ın kitabında bulunan her mücmelin, akılda veya Kitab'ta veyahutta sünnette bir açıklaması vardır. O vakit de, Kitap bir şeyler ifade eder. Açıklama ise, kendisinden Allah'ın muradının ne olduğunun bilinmediği yerlerde olur. "Bu lâfızların zikredilmesinden maksadın, müşriklerin gürültülerine son vermek olması niye caiz değildir?" sözüne gelince, deriz ki, şayet bu lâfızların (hurûf-ı mukattaa) bu maksat için zikredilmeleri caiz olsaydı, bu maksada binaen (onların hezeyanlarına karşılık) Allah'ın mukabil sözleri Kur'ân'da zikretmesi caiz olurdu ki, bu da icmâ ile yanlıştır. Zikrettikleri diğer vecihlere gelince, biz sözümüzün, Arapça'da bu manaları ifade etmek için vad edilmediğini açıklamıştık. Bu sebeble, bu manaların o kelime hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur; diğer yandan bu manalar birbiriyle çelişmektedir Bu sebeble lâfzı manalardan bir kısmına hamletmek, diğerine hamletmekten daha evlâ değildir. Bir üçüncü sebeb de şudur: Şayet biz bu kapıyı açarsak bütün bâtını tevillerin ve diğer taşkın sözlerin kapısı daaçılmışolur ki, bunu yapmamıza da imkân yoktur. Birinci muarazaya cevabımıza gelince: Birçok sûrenin bir isimle isimlendirilmiş, sonra da, bunların herbiri diğerinden başka bir alâmetle ayrılmış olmasında gizli bir hikmetin bulunması uzak bir ihtimal değildir. İkinci muarazaya cevabımız ise şudur: Bir sûreyi belli bir lâfızla isimlendirmek büyük bir iş değildir. Binaenaleyh, bu ismin, şöhrette tevatür derecesine ulaşmamış olması caizdir. Üçüncü muarazaya cevap: Bir şeyi üç isimle isimlendirmek, de olduğu gibi tek bir isim yaparsan, Arapça'nın dışına çıkmak olur. Ama, sayı isimlerinde olduğu gibi, terkib halinde olmaksızın, tek tek saymaya gelince, bu caizdir. Çünkü Sîbeveyh, bir şeyi cümle ile, bir şiirin beytiyle ve bir gurub harf ile isimlendirmenin caiz olduğunu açıklamıştır. Dördüncü muarazaya cevap: Şöhret bakımından, lakabın, asıl isimden, daha fazla yaygın olması uzak bir ihtimal değildir. Burada da, böyledir. Beşinciye cevap: İsim, muayyen bir zamanı göstermeksizin, kendi başına müstakil bir şeye delâlet eden bir lâfızdır. lâfzı da, böyledir. Buna. isim kendinin ismi olur. Bu caiz olunca, bir şeyin cüzünün o şeyin ismi olması niçin caiz olmasın? Altıncıya cevap: İsim, bir hikmete mebnî olarak konulur. Bu hikmetin, sûrelerin bir kısmına değil de, diğer bir kısmına isim koymayı gerektirmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, dilediği şeyi yapar. Hurûf-u mukattaanın bir anlamı olduğunu söyleyen görüşü destekleme sadedinde söylediğimiz sözün sonu budur. Naklettiğimiz sözlerle takviye ettiğimiz bu görüşten sonra Kutrub'un görüşü gelir. Onun görüşü şudur: Müşrikler birbirine, "Bu Kur'ân'ı dinemeyin ve onun hakkında manasız gürültüler (yaygaralar) yapın" demişler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin başındaki bu hurûf-u mukattaayı okuyunca, müşrikler onlardan hiçbir şey anlamadılar. İnsan, menolunduğu şeye karşı düşkündür. Bundan dolayı da müşrikler, bu kapalı sözü tefsir edecek ve bu müşkili izah edecek bir söz gelir ümidi ile Kur'ân'a kulak veriyorlar, onun sûre ve ayetlerini tefekkür edip inceden inceye düşünüyorlardı. Bu da onların Kuran'ı dinlemelerine, onun sûrelerini, fasılalarını ve ayetlerini iyice düşünmelerine bir vesile olmuştu. Bu görüşü iki şey desteklemektedir: Birincisi: Bu harfler sadece sûrelerin başlarında bulunmaktadırlar. Bu da maksadın, söylediğimiz şey olduğunu hatıra getirir. İkincisi: Âlimler, şunu söylemiştir: Müteşâbih ayetlerin indirilmesindeki hikmet, bunun sebeblenni araştıran kimsenin, Kur'ân'ın müteşâbih ayetler ihtiva ettiğini öğrendiğinde, görüşünü destekleyecek ve kanaatine yardım edecek bir şey bulmak ümidiyle, Kur'ân'ı inceden inceye düşünmesi ve onun üzerinde tefekküre gayret etmesidir. Bu gayret de böylece, onu sapıklıklardan kurtaracak olan muhkem ayetlere vâkıf olmasına bir vesile olur. İşte bazı sapık fikirlere çekilebilen müteşâbih ayetlerin bu hikmet için indirilmeleri caiz olunca, hiç bir hata ve sapmaya yol açmayan hurûf-u mukattaanın aynı hikmet (gaye) için indirilmeleri daha uygun olur. Bu konuda en uzak görüş şöyle denilmesidir: Eğer bu caizse, Allahü teâlânın Araplara, zencilerin dili ile konuşması ve bu hikmet için manasız sözler söylemesi de caiz olur Bu da Kur'ân'ın bir hidayet rehberi ve açıklama olmasına zarar verir. Fakat buna karşı biz deriz ki: Allahü teâlâ'nın Araplara, zencilerin lisanı ile konuşabileceğini söylemek niçin caiz olmasın? Bunda da aynı (hikmet) vardır. O halde bu da caiz olur Bu konuda sözün özü; konuşma bir fiildir. Konuşmaya götüren sebeb ise bazan ifade-i meram etmektir, bazan da başka bir şeydir. "Bu manasız söz söyleme olur" sözüne gelince, biz deriz ki: Eğer sen, "manasız söz (hezeyan)" kelimesi ile tamamıyla faydadan hâli bir fiili kastediyorsan, durum böyle değildir Eğer "hezeyan" kelimesi ile, bir şey ifade etmeyen lâfızları kastediyorsan, bu lâfızlarda bunun dışında başka faydalar mevcut ise, "Bu, hikmete zarar verir" niçin denilsin? Kur'ân-ı Kerîm'in bir hidayet rehberi ve bir açıklama olarak vasfed ilmesi ne gelince, bu söylediklerimize aykırı değildir. Çünkü gaye, bizim zikrettiğimiz husus olunca, onların Kur'ân'ı dinlemeleri en büyük hidayet ve açıklama çeşidi olmuş olur. En iyi Allah bilir. Huruf-U Mukattaanın Sûre Isimleri Olması Ile Ilgili Bazı Konular Bu hurüf-u mukattanın sûrelerin isimleri olduğunu söyleyen görüşle ilgili bazı meseleler: Birincisi: Bu isimler iki kısımdır: a. İ'râb olanlar. Bu da, gibi ya müfred bir isim olur veyahut da tamamı tek bir vezinde olan birkaç isim olur, gibi... Bunlar "Kabil" ve "Hâbil" vezni üzeredirler. (......)e gelince, bu üç isimden meydana gelmişse de, (......) gibidir. Bu, kendisinde alemlik ve müenneslik bulunduğu için gayr-ı munsarıf olan isimlerdendir, b. İ'rab olmayan isimler, gibi. Bunu iyice anladıysan deriz ki: İsim müfred ise bunda iki kıraat şekli vardır: Birincisi; sonlarını fetha ile okuyarak, (......) gibi okuyan kimsenin kıraati. Bu harekelerin, (söyle) gibi bir fiil ile (bu fiilin mef'ulu makamında oldukları için) meftuh olmaları caizdir. Daha önce açıklandığı gibi bu isimlerin sonlarında tenvin bulunmamıştır. Sîbeveyh, şayet fetha ile okunursa bunu, isimlerde de caiz görmüştür. Seyrâfî, bazılarının (......)in, nûnunu fetha ile okuduklarını, bunun fethasının da cerr mahallinde olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bu şöyle oluyor: Fethayi, kasem ifade eden bir "bâ" harfini takdir etmek suretiyle, cerr mahallinde görüyorlar. Nitekim Araplar şöyle derler; (Allah'a yemin olsun ki şöyle yapacağım.) Ancak ne var ki lâfzı, kendisinde sarf kaidesi tatbik edilmediği için, burada cerr mahallinde olduğu halde fetha ile harekelenmiştir Bu görüş, bazı âlimlerden rivayet etmiş olduğumuz "Cenâb-ı Allah bu harflerle yemin etmiştir" görüşü ile de kuvvetlenir İkincisi: Bu da bazı âlimlerin kesre ile, diye okumalarıdır. Bunun sebebi, iki sakin harf bir araya geldiğinde, ikinci sakinin kesre ile harekelenmesinin gerekmesidir. Kendisi i'rab almayan kısma gelince, bunların i'rabının i'rab-ı mahkî olması gerekir. Bunun manası, nakledildikten sonra sözün ilk şekli ile söylenmiş olmasıdır. Şu sözünde olduğu gibi; "Temretân (iki hurma) dan dolayı yakamı bırak." İkincisi: Cenâb-ı Allah, sûre başlarında gelen bu hurûf-u mukattaalarda, Arap alfabesi harflerinin yarısını, tam ondört harf ismini zikretmiştir. Bu harfler: Elif, lâm, mîm, sâd, râ, kâf, hâ, yâ, ayn, tâ, sîn, hâ, kâf ve nûn. Bunlar yirmidokuz sûrenin başında yer almaktadır. Üçüncüsü: Bu başlangıç kelimelerinin harf sayılan muhteliftir Meselâ, birer harf olarak; ve ikişer harf olarak; üçer harf olarak, dörder harfli olarak ve ile beşer harfli olarak gelmişlerdir. Bunun sebebi, Arapların kelimelerinin yapısının bir, iki, üç, dört veya beş harfli olmasıdır, Burada da böyle olmuştur. Dördüncüsü: Bu başlangıç kelimelerinin i'rabta yeri var mıdır, yok mudur? Biz deriz ki: Eğer bunları sûre isimleri kabul edersek, evet vardır. Sonra bunların i'rabında üç durum söz konusu olur (Daha önce geçtiği gibi) Mübteda veya haber olmak üzere merlu. Bunlarla kasem etmek doğru olduğu için, kasem olmak üzere (yemin fiilinin mef'ulü olarak) mansub, (veya kasem hari-i çeri ile) mecrur olurlar. Bunların sûre isimleri olmadığını söyleyen kimseye göre, tıpkı başlangıç cümleleri ve sayılan müfred kelimeler gibi, bunların i'rabtan bir mahallinin olması düşünülemez. |
﴾ 1 ﴿