2İbaresi Hakkında Burada birçok mesele vardır: Birisi, "Burada işaret edilen varlık karşımızda bulunmaktadır Halbuki biri çıkıp da der:" (O) lâfzı, kendisi ile uzaktaki birşeye işaret edilen müphem bir isimdir" diyebilir. Buna biz iki bakımdan cevap veririz: Birincisi: Kendisine işaret edilenin karşımızda bulunmuş olduğunu kabul etmiyoruz. Bu sözümüzü birkaç yönden izah edebiliriz: a. Bu, el-Esamm'ın sözüdür. O şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'ın bazısını bazısından sonra indirmiştir. Meselâ, Bakara Sûresi'nden sonra birçok sûre indirilmiştir. Bunlar da Mekke'de nazil olan sûrelerdir ki bunlarda tevhîde, şirkin bozukluğuna, peygamberliğin ve ahıretin gerçek olduğuna delâlet eden ayetler bulunmaktadır. İşte, ayetteki sözü, Bakara Sûresi'nden önce inmiş olan bu Mekkî sûrelere işarettir. Cenâb-ı Allah, bazan Kur'ân'ın bir kısmını da "Kur'ân" olarak isimlendirmektedir Nitekim, "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyiniz." (Araf, 204) buyurmuştur. Yine Hak teâlâ, cinlerden naklen "Biz hayranlık uyandıran bir Kur'ân işittik." (Cin, 1) ve Biz Musa'dan sonra indirilen bir Kitap işittik." (Ahkâf, 30) buyurmuştur Halbuki bu cinler, Kur'ân'ın hepsini değil bir parçasını işitmişlerdi. O da, o vakte kadar indirilmiş olan ayetlerdi. b. Allahü teâlâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i gönderdiği zaman, ona, hiçbir şeyin yok edemeyeceği bir kitap indireceğini vaadetmış, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunu ümmetine haber vermişti. Ümmet bunu, ondan rivayet etmişti. Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki biz, senin özerine ağır bir söz vahyedeceğiz." Bu ayet, Müzzemmil Sûresi'nde (5. ayet)tir ki, bu sûre Hazret-i Peygamber'ın ilk peygamberlik yıllarında nazil olmuştur. c. Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nde, Benî İsrail'e hitab etmiştir. Çünkü bu sûre Medine'de nazil olmuş olup, çoğu yahudılere ve Benî İsrail'e karşı getirilen hüccet ve delillerle doludur. İsrâiloğullarına, Hazret-i Mûsâ ve İsâ (aleyhisselâm), Allah'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak göndereceğini ve ona bir kitap indireceğim haber vermişlerdir. Buna göre (......)nun manası şudur: Bu, geçmiş peygamberlerin, İsmail (aleyhisselâm)'ın soyundan, âhir zamânda peygamber olarak göndereceği zata Allah'ın inzal edeceğini haber verdikleri kitaptır. d. Cenâb-ı Hakk, bu Kur'ân'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğunu, "Hiç şüphesiz o (Kur'ân), katımızdaki ümmül-Kitab'da (Levh-i Mahfuzda)dır." (Zuhruf, 4) diyerek haber verince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ümmetine bunu haber vermiştir. Bu sebep ile, Cenâb-ı Hakk'ın, indirdiği bu kitabın Levh-i Mahfuz'daki kitap olduğunu bildirmek için, (O kitap) demesi imkânsız değildir. e. lâfzı ile, ayetinin söylenip tamamlanmasından sonra, ona işaret edilmiştir. Söylenip tamamlanan şey ise, uzak hükmündedir. f. Kur'ân, onu gönderenden gönderilene ulaşınca, uzak noktada bulunmuş olur. Nitekim kendisine bir şey verdiğin arkadaşına, "Onu koru" dersin, ("Bunu Koru" demezsin). g. Kur'ân, beşerî gücün, hepsine muttali olamayacağı birçok büyük hikmet ve çeşitli ilimleri ihtiva ettiği için, her ne kadar o kitap olarak elimizde ise de, ihtiva ettiği sırlar ve hakikatler bakımından bizden uzaktır (her şeyi ile görünürde değildir). Bu sebeble ona, uzak ve gaibte olan şeye işaret edildiği gibi, "O" diye işaret edilmesi caiz olmuştur. İkincisi: İşaret edilen varlığın karşımızda olduğunu kabul etsek bile, lâfzı ile sadece uzaktaki bir şeye işaret edilmesini doğru kabul etmeyiz. Bunun izahı şudur; ve (Bu, şu) lâfızları iki işaret harfidirler. Çünkü bunların aslı dır. Bu da, işaret harfidir. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan o kimse kimdir." (Bakara, 245) buyurmuştur daki nın manası ise, dikkat çekmedir. Buna göre, bir şey yakın olduğunda ona diyerek işaretedilir. Yani, "Ey muhatab, işaret ettiğim şeye dikkat et. O, göreceğin şekilde karşında hazır duruyor" demektir. Bazan "Kâf" harfi, hitab etmek için, "lâm" harfi de işaret manasını tekid etmek için, dan sonra getirilir ve denilir. Böylece sanki konuşan kimse, kendisine işaret edilen varlık konuşan kimseden uzakta kaldığı için, dikkat çekme hususunda mübalağa etmiştir, işte bu da lâfzının, ilk icadında uzağı ifade etmediğine, aksine örfte, zikrettiğimiz emarelerden dolayı, uzağa işaret etmek için kullanıldığına delâlet eder. Böylece sanki bu lâfız, (......) kelimesi gibi olmuştur. (......) kelimesi, her ne kadar ilk icadında, yeryüzünde hareket eden her varlığı içine alsa bile, örfte bilhassa "at" için kullanılmıştır. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Burada, lâfzını, luğavî manasına hamlediyoruz, örfî manasına değil... Bu durumda da uzağı ifade etmez. İlk icadlarındaki yakınlıklarından dolayı, lâfızları birbirinin yerine geçebilmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: "Kuvvetlerin ve basiretlerin sahibi olan, kullarımız İbrahim'i, İshâk'ı ve Ya'kubu da an. Çünkü biz onları hâlis bir hasletle -ki bu yurtlarını hatırlamalarıdır- hâlis insanlar yaptık. Çünkü onlar, Bizim indimizde cidden seçkinlerden ve hayırlılardandı. İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. İşte bütün bunlar hayırlı insanlardı" (Sâd. 45-48) buyurmuş sonra da, "Bu (güzel) bir zikir (anmadır)" (Sâd. 49). buyurmuştur. Ve, "Yanlarında gözlerini yalnız zevcelerine dikmiş hepsi bir yaşta olan huriler vardır. İşte hesab günü için size vadolunan şey budur" (Sâd, 52-53) ve "(Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı, sana gerçekten gelmiş. İşte bu, senin kaçıp durduğun şey (denilmiş)tir." (Kâf 19) ve "Bunun üzerine Allah onu hem ahiret hem dünya azabı ile yakaladı. Şüphe yok ki korkacak kimseler için bunda 'î bir ibret vardır." (Nâziât, 25-26) ve "Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki yeryüzüne ancak sâlih kullarım mirasçı olur" buyurmuş ve hemen peşi sıra da: "Şüphe yok ki bunda, âbidler için bir tebliğ vardır" (Enbiyâ. 105-106) buyurmuştur. Ve yine "Onun için biz, "O öldürülen adama (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun." demiştik. İşte Allah böylece ölüleri diriltir." Yani "bu şekilde, Allah ölüleri diriltir." (Bakara, 73) ve "Bu, sağ elindeki nedir, ey Müsâ?" (Tâhâ, 17) yani "sağ elinde olan o şey nedir?" buyurmuştur Allah en iyi bilendir. Ikinci Mesele Birisi, "Kendisine işaret edilen "sûre" kelimesi müennes olduğu halde, ismi işaret burada niçin müzekker getirilmiştir?" derse, şöyle cevab verilir: İşaret edilenin müennes olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü müennes olan ya müsemmadır ya isim (olan lâfız)dir. Birincisi bâtıldır. Çünkü müsemma burada, Kur'ân'ın bir kısmıdır ki bu müennes değildir İsme gelince, bu lâfzıdır ki, bu da müennes değildir. Evet, bu müsemmânın sûre denen bir başka ismi vardır ve bu isim müennestir Fakat önce geçen ve söylenip bitmiş olan lâfzıdır ki, bu müennes değildir, yoksa önce geçen ve müennes olan Kur'ân'ın isimleri sûre lâfzı değildir. "Kitab" Lâfzının Manaları Kur'ân'ın İsimleri. Kur'ân'ın birçok ismi vardır: Birincisi: Kitap ismidir. Bu, ve gibi, bir masdardır." vezninin mefûl manasında olduğu da söylenmiştir. (......) kelimesinin manasına olması gibi Âlimler, kitaptan maksadın Kur'ân olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Bu, sana indirdiğimiz bir Kitaptır" 29) buyurmuştur. (......) kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de birçok manaya gelmektedir. 1- Farz. Nitekim, "Size oruç farz kılındı" (Bakara, 183) ve " "Kısas size farz kılındı" (Bakara, 178) ve "Muhakkak ki, namaz, mü'minlere vakti belirlenmiş bir farzdır." (Nisa, 103) buyurulmuştur. 2- Hüccet ve delil. Nitekim, "Eğer doğrulardan iseniz, kitabınızı, yani delilinizi getiriniz" (Saffat. 157), buyurulmuştur. 3- Zaman, süre. Nitekim Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmuştur: "Helak ettiğimiz her beldenin muayyen bir süresi vardır" (Hicr, 4). 4- Efendinin köiesiyle yazılı akit yapması, mükâtebe akdi... "Ellerinizin sahip olduğu (kölelerden) mükâtebe isteyenler..." (Nür. 33). Bu "fiâl" masdan, burada "mufâele" manasındadır. "Mücadele, muhasame ve mukatele" kelimelerinin cidal, hısâm ve kıtal manasında olması gibi. " "......kelimesinin iştikakı, bir şeyi bir araya getirdiğinde söylemiş olduğun sözünden alınmadır. Alay da. askerlerin bir araya geldiği yer olduğu için, diye isimlendirilmiştir Kitaba kitap denilmesinin sebebi, onun adeta şüphe askerlerine karşı bir alay gibi yığılması veya, kendisinde bütün ilimlerin toplanması, veyahutta Cenâb-ı Hakk'ın, mükellefiyetlerden kullarını Kitap'ta sorumlu tutmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ: "De ki, insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler..." (isrâ. 88) " "Muhakkak ki Biz onu, Arapça bil Kur'an yaptık. "İçinde Kur'ân'ın indirilmiş bir Kur'ân yaptık" (Zuhruf, 3), "İçinde Kur'ân'ın indirilmiş olduğu Ramazan ayı" (Bakara, 185) ve "Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru olan yola iletir" (isrâ. 9) buyurmuştur. Bu hususta müfessirlerin iki görüşü vardır. Birincisi; İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür, Buna göre, ve kelimelerinin aynı manaya gelmesi gibi "Kur'ân" ve "Kıraat" kelimeleri de aynı manaya gelir Bunun delili, şu ayettir:" "Biz onu okuduğumuzda, onun Kur'ân'ma uy" (Kıyamet, 18) yani "okunuşuna", yani "onu sana okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy" demektir İkincisi, Katade'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, "Kur'ân" lâfzı, suyu bir havuzda topladığın zaman" demenden bir masdardır Süfyan b. Uyeyne ise: "Kur'ân, harflerinin bir araya gelmesinden kelimelerinin; kelimelerinin bir araya gelmesinden ayetlerinin; ayetlerinin bir araya gelmesinden sûrelerin ve sûrelerinin de bir araya gelmesinden kendisinin meydana gelmesinden; sonra da evvelkilerin ve sonrakilerin ilminin Kur'ân'da toplamış olmasından dolayı, "Kur'ân" diye isimlendirilmiştir." Netice olarak diyebiliriz ki "Kur'ân" lafzının iştikakı ya tilâvet (okumak) veyahutta toplama manasına olan cemiyyet manası ndandır. Cenâb-ı Hakk, "......"Kuluna Furkân'ı indiren (Allah) ne yücedir" (Furkân, 1) ve "O, insanlara yol gösterici ve Furkân olmak (hak ile batılı ayırıcı olmak) üzere gönderilmiş açıklamalardır" (Bakara. 185) buyurmuştur. Müfessirler, Furkân kelimesinin tefsirinde ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, "Kur'ân-ı Kerim'in inişi yirmi küsur senede olmak üzere parça parça olduğundan, o "Furkân" diye isimlendirilmiş" denilmiştir, Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetidir: "İnsanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça İndirdiğimiz Kur'ân. Biz onu tedricen indirdik" (isrâ, 106). Halbuki diğer kitaplar, toptan (bir defada) indirilmiştir. Biz bunun hikmetini, Furkân Sûresi'ndeki: "İnkâr edenler dediler ki: Kur'ân ona toptan indirilmeli değil miydi?" Biz, onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için, işte böylece (parça parça) indiriyoruz" (Furkân, 32) ayetinin tefsirinde zikrettik. Yine, Kur'ân, hak ile batılı; helâl ile haramı; mücmel ile mübeyyeni ve muhkem ile müevveli ayırdığı için "Furkân" olarak isimlendirilmiştir. Bir görüşe göre de, Furkân, "Kurtulmak" manasına gelmektedir. Bu İkrime ve Suddî'nin görüşüdür Şöyle ki insanlar sapıklıkların karanlıklarında idiler de Kur'ân ile kurtuluşa erdiler. Nitekim müfessirler, Cenâb-ı Allah'ın: "Hani biz Musa'ya Kitab'ı ve Furkân'ı vermiştik, umulur ki hidayete erersiniz (diye)." (Bakara. 53) ayetini bu manaya hamletm işlerdir. "Zikr" ismi hususunda, Allah "Bu indirdiğimiz mübarek bir zikirdir" (Enbiyâ.50) "Muhakkak ki biz zikri indirdik" (Hıcr 9) "Muhakkak ki O, senin için ve kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44). "Zikr"in manası hususunda iki görüş vardır: a. Kur'ân, kendisi ile kullarına öğüt verip, emir ve tekliflerini kendilerine öğretmiş olduğu, Allah'dan gelen bir zikirdir. b. Kur'ân, kendisine iman eden bir kimse için bir nâm, şeref ve övünme kaynağı, aynı zamanda da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ümmeti için bir şereftir. "Tezkira" ismine gelince, Cenâb-ı Hakk, "O muttakiler için bir öğüt (ve hatırlatma)dır" (Hakka, 48) buyurmuştur. "Zikrâ" ismine gelince, bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Hatırlat. Muhakkak ki hatırlatma müminlere fayda verir" (Zâriyat. 55). "Muhakkak, ki (Kur'ân), Cibrîl-i Eminin indirmiş olduğu, âlemlerin Rabbinin bir tenzili (indirmesi)dir." (Şuarâ. 192-193) "Allah, en güzel hadisi (sözü) bir kitab olarak indirdi" (Zümer, 22).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı bu ayette "Hadis" diye isimlendirdi. Çünkü, Kur'ân'ın sana ulaşması bir söz (hadis)'dir. Ve yine Cenâb-ı Hakk Kur'ân'ı. konuşulan şeye (yani söze) benzetmiştir. Zira Allah, onunla mükelleflere hitabetmiştir. "Ey insanlar, muhakkak ki Rabbinizden size bir mev'İza (bir va'z-u nasihat)gelmiştir" (Yûnus, 57). Kur'ân, gerçekte bir nasihattir. Çünkü konuşan Allah, onu alan Cebrail (aleyhisselâm), imlâ eden de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dir. O halde. onunla nasıl va'z-u nasihat yapılmaz? 8) Hüküm, Hikmet, Hakim, Muhkem Hüküm ismine dair, Allah şöyle buyurmuştur: İşte böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak İndirdik" (Rad, 37). "Hikmet" ismi hususunda "Yerine ulaşan hikmet" (Kamer 5) ve "Evinizde okunan, Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayınız" (Ahzab, 34) buyurmuştur. "Hakîm" ismine gelince, Allah, "Yasın, Hakim (hikmetli) Kur'âna yemin olsun ki"(Yâsîn. 1) buyurmuştur "Muhkem" ismi hakkında ise Bu, ayetleri muhkem kılınmış (sapasağlam olan) bir kitabdır" (Hûd, 1) buyurmuştur. Âlimler, bu kelimelerdeki hikmetin manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Halil, "hikmet" kelimesinin sağlam yapma ve ilzamı (susturup kabule zorlamak) manalarından alındığını söylemiştir. Müerriç ise, bunun (hakeme, gemin, hayvanın damaklarını tutup itaate zorlayan kısmı) ifadesinden alındığını söylemiştir. Çünkü gem, hayvanı zapteder Hikmet de, bunun gibi, insanı akılsızlıktan meneder. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Biz Kur'ân'dan mûminlere bir şifa ve rahmet olan (ayetler) indiriyoruz "(İsrâ. 82) ve "Kalplerde olan (derdlere) bir şifa" (Yûnus, 57). "Şifa" kelimesinin manası hakkında iki görüş vardır: a. Kur'ân, hastalıklara bir şifadır. b. O, küfür hastalığına bir şifadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, küfür ve şüpheyi hastalık olarak isimlendirmiş ve "(O münafıkların) kalblerinde bir hastalık vardır." (Bakara. 10) buyurmuştur"kalbteki bütün şüpheler de Kur'ân ile yok olmaktadır. Bundan dolayı onun, "Şifa" diye isimlendirilmesi uygundur. 10) Hüdâ, Hâdi (Hidayete Götüren) "Hüdâ" ismi hakkında, Allahü teâlâ: "Muttakîler için bir hidayet vesilesidir"' (Bakara, 2). "İnsanlar için bir hidayet olmak üzere " (Bakara, 185) ve "Gönüllerde olan (hastalıklara) bir şifa, müminler için bir rahmet ve hidayet rehberi..." (Yûnus, 57) buyurmuştur. "Hâdî" ismine gelince, Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki bu Kur'ân en doğru olan yola götürür" (İsrâ. 9).Cinler de: "Muhakkak ki biz, doğruya hidayet eden, hayranlık uyandıran bir Kur'ân dinledik" (Cin, 1-2) demişlerdir. İbn Abbas, tefsirinde Sırât-ı Müstakîm'in "Kur'ân" manasına olduğunu söylemiş ve "Bu benim sırât-ı müstakîm'im (dosdoğru olan yolum)' dur. O halde ona uyunuz" (Enam, 153) ayetini okumuştur. Hak teâlâ "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı sanlınız." (Âı-ı Imrân, 103) buyurmuştur. Tefsirde, hablullâh'ın (Allah'ın ipinin), Kur'ân olduğu zikredilmektedir. Kur'ân bu ayette, "habl" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü dini hususunda Kur'ân'a sarılan kimse, tıpkı bir ipe tutunan kimsenin boğulup ölmekten kurtulması gibi, O'nunla ahiret azabından ve dünya azabından kurtulmaktadır. Bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân'ı "ismet" (korunma, kurtulma vesilesi) diye isimlendirerek şöyle buyurmuştur: "Bu Kur'ân, kendisine tutunan için bir ismet (koruyan, kurtulma vesilesidir Dârimî, Fedâllü'l-Kur'an, 1 (2/431). Çünkü O Kur'ân, insanları günah işlemekten korur. Kur'ân'dan, müminlere şifa ve rahmet olan (ayetleri) indiririz" (isrâ, 82) Bilgisizliklerden ve sapıklıklardan kurtarmadan daha büyük rahmet olabilir mi? Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "İşte öylece biz sana, emrimizden bir ruhu (Kur'ân'ı) vahyettik." (Şûra, 52) ve "Allah melekleri, emrinden olan bir rûh ile indirir" (Nahl, 2).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı "rûh" diye isimlendirmiştir. Çünkü Kur'ân, ruhların hayat vesilesidir. Bir başka yerde O, Cibril'i de "rûh" diye isimlendirmiş Biz ona ruhumuzu (Cibril'i) yolladık" (Meryem 17) buyurmuş; bir başka yerde de, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'yı "rûh" diye isimlendirmiştir: "O kelimeyi Meryem'e ilkâ etti. O, Allah'dan bir rûhdur" (Nisa, 171) "Biz sana, kıssaların en güzelini anlatıyoruz" (Yûsuf, 3).Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı kıssa diye isimlendirdi, çünkü Kur'ân'a uymak gerekir. Nitekim, kardeşine, onu uzaktan takip et!" (Kasas, 11) yani, "peşinden git" buyurulmuştur. Veya Kur'ân, Muhakkak ki bu Kur'ân, gerçek bir kasas'dır" (âl-i imrân. 62) ayetinin de gösterdiği gibi, geçmiş kavimlerin kıssalarını da sergilediği için, "Kasas" diye isimlendirilmiştir. "Beyan" ismi hakkında, "Bu, insanlar için bir beyandır" (Âli İmrân. 138) Tıbyân ismi hakkında "Biz sana, her şeyi açıklayıcı olmak üzere Kitabı indirdik" (Nahl, 89) "Mübîn" ismi hakkında da, "Bunlar, apaçık bir Kitab'ın ayetleridir." (Yûsuf, 1) buyurulmuştur. "Bu, Rabbinizden gelen basâirdir" (Araf. 203). yani Kur'ân kendisiyle Hakkın görüldüğü gözlerdir. Burada Kur'ân, kurtuluş yolunu gören göze benzetilmiştir. Batılın arasını ayıran bir sözdür; Ö, manasız bir söz değildir." (Târik. 13-14) Bu "fas" kelimesinin manası hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir Manasının hükmetmek olduğu söylenmiştir, çünkü Cenâb-ı Allah insanlar arasında, O'nunla gerçek bir şekilde hükmeder. Bazıları da, bunun manasının, "kıyamet günü insanların arasını ayırıp, bir gurubu cennete iletip, bir gurubu da cehenneme süren" demek olduğunu söylemişlerdir Kim dünyada Kur'ân'ı kendisine imam edinirse, Kur'ân onu cennete götürür. Kur'ân'ı arkasına atanı da, O cehenneme sürer. "Hayır hayır öyle değil! Yıldızların kaydıkları yerlere yemin ederim ki.. (Vakıa, 75) ve "İndiği dem Kur'ân'a yemin olsun ki.." (Necm.1) buyurulmuştur. Kur'ân parça parça (necm necm) indiği için, bu isimle isimlendirilmiştir. "Rabterine derin saygı göstermekte olanların derilerinin kendisinden ürperdiği tekrarlanan (mesânî) ayetler" (Zümer, 23). Kur'ân'a "mesânî" denildi, çünkü O'nda kıssalar ve haberler tekrar edilmektedir. "Rabbinin nimetine gelince, onu anlat" (Duhâ, 11) ayetindeki "nimet" hakkında, İbn Abbas (radıyallahü anh) O'nun Kur'ân olduğunu söylemiştir. Muhakkak ki, size tıbbinizden bir burhan gelmiştir." (Nısâ. 174) Kur'ân nasıl burhan olmaz. Çünkü, fasîh kimseler O'nun bir benzerini söylemekten âciz kalmışlardır. Bu isimlerde Kur'ân ile peygamberler arasında bir ortaklık, iştirak sozkonusudur. Cenâb-ı Allah, peygamberlerin vasıfları olarak "Müjdeleyiciler ve uyarıcılar" (Nısâ 165): Hazret-i Muhammed'in vasfı olarak: "Muhakkak ki Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyana olarak yolladık" (Fetih 8). Kur'ân'ın sıfatı olarak da, Fussilet Sûresinde 'Bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak... Ama, insanların çoğu ondan yüz çevirdiler" (Fussilet 4). yani "O Kur'ân, kendisine itaat edeni cennetle müjdeler, isyan edeni de cehennemle korkutur" buyurmuştur. Buradan itibaren Cenâb-ı Allah ile Kur'ân arasında ortak olan isimleri zikredeceğiz. Kur'an'ın Esmâ-i Hüsnâ İle Müşterek Olan Isimleri "Kötü bir akıbetle korkutmak için, dosdoe-ru bir (kitab olarak)" (Kehf. 2) buyurulmuştur. Din de, aynı şekilde dosdoğrudur. "Bu, dosdoğru olan dindir" (Tevbe, 36) Cenâb-ı Allah "da, "kayyûm'dur. "Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, hayydir, kayyûmdur" (Bakara. 255) Cenâb-ı Hakk, beyân ve ifade hususunda Kendi zatıyla kaim olduğu için, "kayyûm" olarak isimlendirilmiştir. "Sana, kendisinden önceki kitabları doğrulayıcı ve onlara karşı bir şahid olmak üzere, hak olarak Kitabı indirdik." (Maide. 48) "Müheymin" ismi "emîn" lâfzından alınmıştır. Kur'ân, O'na yapışan dünya ve ahiret zararlarından emin olacağı için, bu isimle isimlendirilmiştir. "Müheymin" olan Allahü Teâlâ. "'Müheymin" olan Kur'ân'ı, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkatına karşı Allah'ın eminleri olan ümmet-i Muhammed için emîn peygambere göndermiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah "İnsanlara karşı şahitler olasınız diye, işte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık." (Bakara. 143) buyurmuştur. "Muhakkak ki bu Kur'ân, en doğru yollara ileticidir" (isrâ. 9) ve "Doğruya iletir" (Cin. 2) Cenâb-ı Allah da, hâdî'dir. Çünkü bir haberde, Allah hakkında, "o, nur vehâdîdir" denilmiştir. "Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur. 35).Kur'ân hakkında da, "Ve, O'nunla beraber indirilen nura tâbi oldular"(Araf, 157), yani, "Kurana tâbi oldular" buyurulmuştur. Hazret-i Peygamber de, Muhakkak ki, Allah'dan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir" (Maıde. 15) ayetinde nur diye isimlendirilmiştir Yani, nur Hazret-i Muhammed'dir. Hazret-i Peygamberin dini de nur olarak isimlendirilmiştir: "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar" (Saff. 8) Hazret-i Peygamber'in açıklaması da, nur diye isimlendirilmiştir: "Allah'ın, göğsünde İslâm için bir inşirah verip de artık Rabbinden olan oir nur üzere olan kimse" (Zumer 22).Tevrat da, nur diye adlandırılmıştır "Muhakkak ki biz, Tevrat'ı inzal ettik. Onda bir hidayet rehberi ve bir nur bulunmaktadır" (Maıde. 44) İncil de, nur diye isimlendirilmiştir. "Biz ona, içinde bir hidayet ve bir nur olan, İncil'i verdik" (Maide, 46), Ve, iman da nur olarak adlandırılmıştır. "kurları onların önünde koşar" (Hadîd. 12). Cenâb-ı Hakkın isimleri hakkında, (Peygamberler yol- layan, her şeye şahid ve Hakk olan) isimleri varid olmuştur. Kuran da, hakdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Muhakkak ki O Kur'ân, yakın olan bir hakdır" (Hakka, 51) buyurmuştur. Allah Kur'ân'ı Hakk diye adlandırdı. Çünkü Hakk, bâtılın zıddıdır. O halde, Hakk batılı siler süpürür. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Daha doğrusu Biz, hakkı bâtılın üzerine atarız da, hak onun beynini paramparça eder. Bir de bakarsın ki, bâtıl kaybolup gitmiş " (Enbiyâ. 18). yani o, silinip gitmiştir. "Muhakkak ki Rabbindir, azîz ve rahim olan" (Şuarâ. 104). Kur'ân'ın sıfatı hakkında da, "Aziz" ismidir "Muhakkak ki bu Kur'ân, azîz bir kitabdır." (Fussilet, 41) buyurmuştur. Peygamber de azizdir. Zira Cenâb-ı Hakk, "Andolsun ki, size, içinizden Allah nezdinde kadri yüce bir peygamber gelmiştir." (Tevbe. 128) buyurmuştur. Ümmeti de, azîzdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "İzzet ve şeref ancak Allah'a, O'nun Resulüne ve müminlere aittir." (Münafikûn, 8) buyurmuştur. Azîz bir kitabı, azîz bir ümmet için, azîz bir peygambere Azîz olan Rab indirmiştir "Azîz"in iki manası vardır 1) Kahir, yani hükümran, güçlü... Kur'ân da böyledir. Çünkü o, düşmanlarını yenmiş ve kendisine muaraza etmek isteyenlere de karşı koymuştur. 2) Eşi ve benzerinin bulunmamasıdır. "O, kerîm bir Kur'ân'dır. O, muhafaza edilen bir kitabtadır" (Vakıa, 77 78).Cenâb-ı Hakk yedi şeyi kerîm olarak isimlendirmiş, onlara kerîm adını vermiştir. "Kerîm olan Rabbin hakkında seni aldatan ne oldu?" (infitâr, 6) Çünkü, Cenâb-ı Hakk'dan daha cömert olan bir başkası yoktur Kur'ân'ı da Kerîm ismiyle adlandırdı. Çünkü ilim ve hüküm hususunda Kur'ân'dan istifade edildiği kadar, hiç bir kitabtan istifade edilmez. Hazret-i Musa'yı da Kerîm diye isimlendirerek, "Ve onlara, kerîm bir peygamber geldi" (Duhân, 17) buyurdu. Cenâb-ı Allah, amellerin mükâfatanı da kerîm olarak isimlendirdi. "Ve onu, bir bağış ve kerîm olan bir ecir ile müjdele" (Yâsîn. 11). Cenâb-ı Hakk Arş'ına da kerîm demiştir. "O, Allahdır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O, kerîm Arşın Rabbidir" (Neml, 26) Çünkü Arş, rahmetin iniş yeridir. Allah, Cebraîl'i de, "Muhakkak ki o, kerîm olan bir elçinin sözüdür." (Tekvîr, 19) diyerek kerîm diye isimlendirmiştir. Buradaki kerîm, azîz anlamındadır. Cenâb-ı Allah, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mektubunu da kerîm diye isimlendirmiş, "Muhakkak ki bana, kerîm bir kitab bırakıldı" (Neml, 29). O halde, bu, kerîm olan Rabbin, kerîm olan melek ile, kerîm olan bir ümmet için, kerîm olan bir peygambere indirdiği bir kitaptır. Eğer bu ümmet, o kitaba sarılırlarsa. kerîm bir mükâfata nail olmuş olurlar. "Andolsun ki Biz sana, tekrarlanan yedi ayet ile Kurân-ı Azîm'i verdik." (Hıcr 87) Cenab-ı Hakk, kendisini Azım diye isimlendirerek, "O, yücedir, azimdir" (Bakara, 255) Arşını azîm diye isimlendirerek, "O, azîm olan Arşın Rabbidir" (Tevbe, 129) Kitabını azîm diye isimlendirerek, "Ve, azîm olan Kur'ân'ı(verdik)" (Hicr. 87). Kıyameti azîm diye isimlendirerek, "Büyük bir günde (diriltileceklerdir). O günde, insanlar âlemlerin Rabbinin huzuruna dikilir" (Mutaffifîn, 5-6). Zelzeleyi azîm diye isimlendirerek, "Muhakkak ki, kıyamet saatinin sarsması, büyük bir şeydir" (Hacc, 1). Peygamberin ahlâkını da azîm diye isimlendirerek, "Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzerindesin " (Nûn, 4), İlmi de, azîm diye isimlendirerek, Allahın sana olan lütfü büyüktür" (Nisa. 112). Kadınların tuzağını da azîm diye isimlendirerek, "Muhakkak ki, sizin tuzağınız büyüktür" (Yûsuf. 28) Firavun'un sihirbazlarının sihrini de azîm diye isimlendirerek, "Onlar büyük bir sihir yaptılar" (Araf, 116) Sevabın bizzat kendisini de azîm diye isimlendirerek, "Onlar gibi iman edip sâlih amel yapanlara Allah, bir mağfiret ve büyük bir ecir vadetmiştir." (Fetih. 29) ve münafıkların göreceği azabı da azîm diye isimlendirerek, "Onlara büyük bir azab vardır" (Bakara, 7) buyurmuştur. "Bu mübarek bir zikirdir, " (Enbiyâ 50) Cenâb-ı Hakk birçok şeyi bu isimle isimlendirdi. Meselâ Hazret-i Musa ile mukalemede bulunduğu yere "mübarek" adını verdi. "Mübarek vadîde, ağaçtan.." (Kasas, 30) Yine, sağladığı yararlar çok olduğu için zeytin ağacını da, "mübarek" diye isimlendirerek, "Mübarek bir zeytin ağacından yakılır" (Nûr, 35). Hazret-i İsâ'ya da "mübarek" diye isimlendirerek, "Ve beni mübarek kıldı" (Meryem. 31). Yağmuru da "mübarek diye isimlendirerek, "Ve gökten, mübarek bir yağmur indirdik" (Kâf. 9) "içinde bulunan faydalardan ötürü" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hakk Kadir gecesini de "mübarek" diye isimlendirerek, "Muhakkak ki biz Kur'ân'ı mübarek bir gecede indirdik." (Duhân. 3) buyurmuştur. Buna göre Kur'ân mübarek bir meleğin mübarek bir gecede, mübarek bir ümmet için. mübarek bir peygambere indirdiği mübarek bir zikirdir. “Elif, Lam, Mim” Ile “Zâlike'l-Kitabu” Kısmının Münasebeti Cenâb-ı Hakk'ın sözünün sözü ile ilgisini açıklama hususundadır. Keşşaf sahibi şöyle demistir: '"Eğer sûrenin ismi kabul edersen, bu kısmının münasebeti durumda terkıbte birkaç vecih söz konusu olur. Birinci vecih: (......)in birinci mübteda, (......) lâfzının ikinci mübteda. (......) lâfzının da ikinci mübtedânın haberi, ikinci mübtedânın da haberiyle beraber birinci mübtedânın haberi olması... Buna göre, (......) cümlesinin manası, "Bu, en mükemmel kitabtır." olur. Buna göre sanki O'nun dışında kalan kitabtar, O'nun karşısında noksandırlar ve bir kitab olmaya hak kazanan sadece odur. Meselâ senin, (erkek... odur) demen de bunun gibidir. Bunun manası, erkeklerde bulunan güzel hususiyetleri kendisinde bulundurduğu için, "o, erkeklikte tamdır, mükemmeldir" demektir. İkinci vecih: " lâfzının sıfat olmasıdır. Buna göre mana, "İşte O, vadedilen kitap budur." Üçüncü vecih: lâfzının, mahzûf bir mübtedânın haberi olmasıdır. Buna göre bu. "Bu. elif lâm mimdir." demek olur. Bu tahlile göre (......) ifadesı de, ikinci haber olur Veya, (......) lâfzının sıfat olması durumuna göre, (......)den bedel olur. Bu takdirde de manası, "dili "O da şudur" olur. Dördüncü vecih: (......)'in bir cümle, (......)'nun da diğer bir cümle olmasıdır Eğer ses makamında kabul edersen mübteda, da (......)'nın haberi olur. Buna göre mana şu olur: Bu indirilen kitab, en mükemmel bir kitabtır. mübteda. sıfat, " lâfzından sonra gelen smı da haberdir. Yahutta, mahzûf bir mübtedânın haberidir Buna göre bu terkibin şekli şudur: Anlamı ise. "bu elif, lâm, mim harflerinden meydana gelen, şu kitabtır." Abdullah b. Mesûd, (......) şeklinde okumuştur ki. bunun tahlili açıktır. "Bu kitabta hiç bir şüphe yoktur." . “Lâ Raybe Fihi” Ibaresi Hakkında Birinci Mesele (......) kelimesi, şekke yakındır. Ayrıca bunda, şekde olmayan bir fazlalık vardır. Sanki de, bir sû-i zan bulunmaktadır. Nitekim kendisi hakkında sû-i zan sahibi olduğun kimseye "Falancanın durumu beni işkillendirdi" dersin. Hazret-i Pevgamber'in "Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyen şeylere geç" sözü de bu manadadır. Eğer, (......) kelimesinin, zamanın musibetleri manasında. Arabların sözlerinde kullanılmakta Olduğu; Allah'ın da: O'na zamanın belâlarının gelmesini gözetliyoruz" (Tûr 30) buyurduğu ve bu kelimenin, şâirin: "Tıhâme ve Hayber'de, kalbimizde depreşen her şeyi yaptık, sonra da kılıçlarımızı derleyip topladık!" dediği gibi kalbte depreşen gayz ve kin sebebleri hakkında da kullanıldığı söylenirse, biz deriz ki, bu iki mana bazan şek manasını da ifade ederler. Çünkü, zamanın korkulan belâları da, kendisinden şüphe edilen bir şey gibi, ihtimal ifade eder. Kalbte depreşen şey de kesinleşmemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın " sözünden murad, bu kitabın, hangi şekilde olursa olsun, herhangi bir şüpheye mahal olmasını reddetmektir. Bunun gayesi ise, bu kitabın doğruluğunda, Allah katından olması hususunda ve bir mucize olmasında, her hangi bir şüphenin olmadığını ifade etmektir. Eğer bu ifadeden gaye, özellikle onun mucize olmasında herhangi bir şüphenin bulunmadığını iiade etmektir dersen, bu. Cenâb-ı Hakkın "Eğer, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız " (Bakara 23) ayetıyle de bu yorum güçlendiği için. doğruya daha yakın bir mana ifade eder. Burada birkaç sual vardır. Birinci sual: Bazı inançsızlar bu hususta ta'nda bulunarak, şöyle demişlerdir: "Eğer Cenâb-ı Hak. bizim tarafımızdan o kitabta şüphe olmadığını kastediyorsa, biz onda şüphe ediyoruz. Eğer. kendisince bu kitabta bir şüphe olmadığım kastediyorsa, bunun da herhangi bir manası yoktur." Buna cevabımız şudur: Bu ifadeden maksat. Kur'an-ı Kerîm açıklık ve vuzuh bakımından öyle bir dereceye varmıştır ki, O'nda her hangi bir kimsenin şüpheye düşmesi yakışık almaz. Gerçekten durum böyledir. Çünkü Arablar, fesahatte zirveye ulaşmalarına rağmen Kur'ân'ın en kısa sûresine muâraza ve mukabele etmekten âciz kalmışlardır. Bu da, bu ilâhi hüccetin açıklık bakımından, herhangi bir akıllı kimsenin onda şüphe etmesinin uygun olmıyacağı bir dereceye ulaştığına şehadet eder. İkinci sual: Cenâb-ı Hakk burada, bir başka yerdeyse, "Orada bir baş ağrısı da yoktur." (Saffat. 47) buyurmuştur Bunun hikmeti nedir? Buna cevabımız şudur: Araplar önce ehemmı (daha önemli olanı) sonra mühimi söylerler Burada en mühim olan husus ise, Kur'ân'dan her türlü şüpheyi nefyetmektir. Şayet sen, yerine, (Onda şüphe yoktur) demiş olsaydın, bu ifade, burada değil de bir başka yerde kendisinde şüphe bulunan bir kitabın olduğu zannını uyandırırdı. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Onda sarhoşluk yoktur" (Saffât. 47) sözünde, cennet içkilerinin dünya içkilerinden üstünlüğü kastedilmiştir. Çünkü dünya içkilerinin aktı giderdiği gibi, ahiret içkileri aklı gıdermez. Üçüncü suâl: Cenâb-ı Hakk'ın sözü. Kur'ân hakkındaki bütün şüpheleri gidermeye nasıl delâlet ediyor? Buna şu şekilde cevap veririz: Ebu'ş-Şa'sâi, bu ayeti ref ile (......) şeklinde okumuştur. Bil ki bu meşhur kıraat, tamamıyla şüphenin Kur'ân'dan kaldırılmasını icâb ettirir. Bunun delili ise şudur: (......) sözü, reybın mahiyetini nefyeder Mahiyeti nefy ise, mahiyetin fertlerinin herbirinin nefymi gerektirir. Çünkü mahiyetin fertlerinden bir fert bulunacak olsa, mahiyetin kendisi de bulunmuş olur. Bu da mahiyetin nefyine ters düşer İşte bu incelikten dolayı, sözümüz, Allah'tan başka bütün ilâhları nefyeder. sözümüze gelince, bu (Onda şüphe vardır) sözümüzün zıddıdır ki bu söz, mahiyetin bir ferdinin varlığını ifade eder ise, bu ıkı ifade arasındaki zıtlığın gerçekleşmesi için. mahiyetin fertlerinin tamamının yokluğunu gerektirir. Ikinci Mesele Bu ayette, üzerinde vakfetmek meşhurdur Kıraat imamları Nâfî ve Âsım'dan, üzerinde vakfettikleri rivayet edilmiştir. üzerinde vakıf yapan kimsenin, cümle için bir haber takdir etmesi gerekir. Bunun bir benzeri de, Arapların (Zararı yok) ve (mahzuru yok) demeleridir Bu ikincisini Hicaz ahalisi çok kullanır. Buna göre ayetin takdiri: " Onda şüphe yoktur Onda hidayet vardır" şeklinde olur. Bil ki birinci kıraat daha evlâdır Çünkü buna göre, Kur'ân'ın bizzat kendisi hidayet olur. İkinci kıraata göre ise yani üzerinde vakıf yapan kıraate göre ise kitabın bizzat kendisi hidayet olmayıp, "onda hidayet bulunduğu" manası meydana çıkar. Birincisi daha evlâdır. Çünkü, Kur'ân'da, Kur'ân'ın bir nur ve hidayet olduğu tekrar edilmiştir. En iyi Allah bilir. (O Kur'ân) Muttakîler için hidayetin tâa kendisidir" . Burada birçok mesele vardır. Hidayet; yol göstermekten (delillik yapmaktan) ıbarettir. Keşşaf sahibi ise, "Hidayet, arzulanan şeye bizzat götürüp ulaştıran rehberliktir" demiştir. Başkaları da, "Hidayet, hidayete ermek ve ilim manasınadır" demişler Birinci sözün doğruluğuna, ikinci ve üçüncü sözlerin yanlışlığına şu delâlet eder: Şayet, "hidayefin, bu ismi almasında, "arzulanan şeye bizzat götürüp ulaştıran" şey olmasına itibar edilseydi, hidayete erme olmadığında hidayetin bulunması imkânsız olurdu. Çünkü hidayete erme olmadığı zaman, delâletin hidayete ulaştırıcı olması muhaldir, fakat Cenâb-ı Hakk'ın: "Semûd'a gelince. Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler" (Fussılet. 17) ayetinin de gösterdiği gibi imkânsız değildir. Cenâb-ı Allah bu ayette hidayete erme olmadığı halde, hidayetin varlığından bahsetmiştir. Bir de Arapça'da "Ona yolu gösterdim ama o hidayete ermedi (doğru yolu bulmadı)" denilebilmektedir. Bu da bizim görüşümüzün doğruluğunu gösterir. Keşşaf sahibi (Zemahşerî), üç şeyi delil getirmiştir. Birincisi: Delâletin hidayet karşılığında kullanılmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "hte bunlar, hidayete karşılık delâleti (sapıklığı) satın alan kimselerdir" (Bakara. 16) ve "Mutlak bir hidayet üzerinde yahut apaçık bir delâlette(yiz)" (Sebe 24) buyurmuştur İkincisi: Övgü makamında, "hidayete ermiş" manasına denilir. Şayet, arzulanan şeye ulaştıran rehberlik (kılavuzluk) hidayetin şartı olmasaydı, o insanın, hidayete ermiş olmakla nitelenmesi bîr övgü olmazdı. Çünkü o insana yol gösterilmiş olduğu halde onun hidayeti bulamaması da muhtemeldi. Üçüncüsü: (Hidayete erdi) fiili, (hidayete erdirdi) fiilinin mutaraat ifade eden (dönüşlü fiil) sîgasıdır. "Onu kırdım, o da kırıldı." "Onu kestim, oda kesildi" denildiği gibi, "Onahidayet ettim, o da hidayete erdi" denilir Kırılmak ve kesilmek, kırmak ve kesmek fiillerinin mahiyetlerinden ayrılmadıkları gibi, hidayete ermenin de hidayetin mahiyetinden olması gerekir. Birinci delilin cevabı şudur: Hidayet ile hidayete erme arasındaki fark açıkça görülmektedir Buna göre hidayet, saptırmanın.; hidayete ermek ise sapmanın zıddıdır. Bu sebeble hidayeti sapmanın zıddı olarak görmek imkânsızdır. İkinci delilin cevabı şudur: Hidayetten istifade eden kimseye, "hidayete ermiş" denilir. Hidayetten istifade etmeyen kimseye "hidayete ermiş" denilmez. Bir de gayeye ulaştırmayan vasıta (vesile) yok hükmündedir. Üçüncü delile cevap şudur: Emre uymak, emretmek fiilinin mutavaatı (dönüşlü) sîgasıdır. Meselâ, "Ona emrettim, o da emre uydu" denilir. Bundan, emre uymanın, emredenin âmir olmasının şartlarından biri olması gerekmez. Aynı şekilde, onun hidayet edici olması, hidayete götürmesini gerektirmez. Keşşaf sahibinin bu iddiası, Arabların, "Ona yolu gösterdim ama o hidayete ermedi" ifadesi ile çatışır. Cenâb-ı Allah'ın, Kur'ân'ı "Hidayet" olarak tavsif etmiş olması, "Hidayet, sadece ilimdir" diyen kimsenin sözünün yanlışlığını gösterir. Şüphesiz ki Kur'ân sadece ilim değildir. O halde, netice olarak diyebiliriz ki, "Hidayet sadece rehberliktir, yol göstermedir Yoksa, hidayete erme ve ilim değildir." " Arapça'da, Arapların ""O, onu korudu, o da korundu" sözünden alınmış bir ismi faildir. Bunun masdarı olan "Vikaye", son derece korunmak (sakınmak) manasınadır. Bunu iyice kavradıysa şimdi deriz ki: Cenâb-ı Allah burada övgü olarak "muttakî"yi zikretmiştir. Böyle olan bir kimsenin dünya işlerinde ve bilhassa din ile ilgili hususlarda muttakî olması evlâdır. Bu da, o kimsenin ibadetleri yapması ve yasaklardan kaçınması ile olur. Alimler, küçük günahlardan kaçınmanın takvaya dahil olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir: Bir kısmı, küçük günahların ilâhî tehdide konu oldukları gibi, takvaya da dahil olduklarını söylerler Bir kısmı ise, dahil olmadıklarını söylerler. Büyük küçük bütün günahlardan tevbe etmenin farz olduğu hususunda bir ihtilâf yoktur. Anlaşmazlık sadece, "kişi" küçük günahlardan korunmazsa, muttakî ismine mustehak olur mu olmaz mı?" hususundadır Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kul. mahzurlu şeylerden kaçınmak için, mahzurlu olmayan şeyleri de terketmedikçe muttakîler derecesine ulaşamaz." Buhari. iman. 1 (1/8): (Benzen hadis). İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Muttakîler. arzularının meylettiği şeyi terketme hususunda, Allah'ın azabından sakınan ve Cenâb-ı Allah'tan gelen şeyi tasdik ederek de rahmeti ilâhîyeyi uman kimselerdir" Takva "haşyet" (tazim ve saygıdan ilen gelen korkma) manasınadır Nitekim Allahü teâlâ, Nısâ Sûresinin başında "Ey insanlar. Rabbinizden İttikâ edin (korkun)" (Nısâ, 1) buyurmuştur. Hac Sûresı'nin başında da buna benzer bir ayet vardır. Şuarâ Sûresi'nde de "Hani, kardeşleri Nûh onlara, "ittikâ etmez misiniz?" yani "Allah'ı saymaz, Ondan korkmaz mısınız?" demişti" (Şuarâ. 106) buyurmuştur Aynı sözü Hûd, Sâlıh, Lût ve Şu'ayb (aleyhisselâm) kavimlerine söylemişlerdir. Ankebut Sûresi'nde de Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), kavmine, "Allah'a ibadet edip ve Allah'tan korkun " (Ankebût. 16) demiştir Yine Cenâb-ı Allah, Cenâb-ı Allah'tan, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun" (Âl-i İmran. 102). "Azıklanın, çünkü azıkların en hayırlısı takvadır." ve "Hiçbir kimsenin başkasına hiç bir fayda veremeyeceği günden korkunuz " (Bakara, 48) buyurmuştur. Takvanın gerçeği, her ne kadar zikrettiğimiz şeylerse de. o, Kur'ân'da aslî manası bazan iman, bazan tevbe, bazan taat, bazan günahı terk ve bazan de ihlâs olmak şeklinde yer almıştır. İman manasında olmak üzere. Cenâb-ı Allah. "Allah onlara takva kelimesini yani tevhidi, gerekli kıldı" (Fetih, 26) İşte onlar, Allah'ın, kalblerini takva için imtihan ettiği kimselerdir" (Hucurât. 3): Şuarâ Sûresinde "Firavunun kavmine (gel): Onlar ittîkâ etmezler mi?" (Şuarâ. 11) yani "iman etmezler mı?" buyurmuştur. Tevbe anlamında ise, Hak teâlâ, "Şayet beldeler halkı iman edip ittikâ etselerdi..." (A'râf. 96) yani "tevbe etselerdi" buyurmuştur. Taat anlamında da, Hak teâlâ, Nahl Sûresi'nde "Benden başka ilâh olmadığını duyurasınız."diye... Öyleyse Beni sayıp itaat ediniz." (Nahl. 2) ve yine aynı sûrede "Allah'dan başkasından mı ittikâ edersiniz?" (Nahl, 52); Müminûn Sûresi'nde "Ben. sizin Rabbinizim, öyleyse Beni sayıp itaat ediniz" (Mü'minûn. 52) buyurmuştur. Günahı terketmek manasında ise, "Evlere kapılarından girin. Allah'dan ittikâ edin " (Bakara, 189). Yanı, "Allah'a karşı günah işlemeyiniz" buyurulrnuştur İhlas manasındakı ittikaya gelince. Cenâb-ı Allah. Hac Sûresinde "Bu, kalblerin takvasındandır" (Hacc. 32) Yanı kalblerin ihlâsındandır ve aynı manada "Ben'den ittikâ edin, (yani Bana karşı ihlaslı olunuz)" (Bakara, 41) buyurmuştur. Bil ki takva makamı çok şerefli bir makamdır. Cenâb-ı Allah 'Hiç şüphesiz ki Allah, ittikâ edenlerle ve muhsinlerle beraberdir" (Nahl. 128) ve Allah katında en şerefliniz, en müttakî olanınızdır." (Hucurât. 13) buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın rivayetine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "insanların en şereflisi olmak isteyen Allah'dan ittika etsin (korksun), insanların en güçlüsü olmak isteyen, Allah'a tevekkül etsin ve insanların en zengini olmak isteyen, kendi elindekinden daha ziyade Allah'ın kudret elinde olana güvensin" Benzeri bir hadis için bakınız: Tirmızı, Zühd, 29 (4/571); Ibn Mâce. Zühd, 1(2/1373). buyurmuştur. Takva Hakkında Bazı Tarifler Hazret-i Ali (radıyallahü anh)de; "Takva, günahlara devam etmeyi ve yaptığı ibadetlerle aldanmayı bırakmaktır" demiştir. Hasan el-Basrî, "Takva, Allah'tan başkasını Allah'a tercih etmemen ve bütün işlerin Allah'ın kudretinde olduğunu bilmendir" demiştir. İbrahim b. Edhem, "Takva, mahlûkatın, senin lisanında; meleklerin, senin işlerinde ve Arş meleklerinin de senin sırrında (gönlünde) bir kusur bulamamasıdır." demiştir. Vâkıdîde "Takva, insanlara karşı dış görünüşünü süslediğin gibi, Cenâb-ı Allah'a karşı sırrını (içini, gönlünü) süslemendir." demiştir. "Takva, seni Mevlâ'nın yasak kıldığı bir yerde görmemesidir" diye ve "Muttaki, Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'nın yoluna girip dünyayı arkasına atan, nefsini ihlâs ve vefaya zorlayan haram ve zulmü terkeden kimsedir" diye tarifler yapılmıştır Şayet muttaki için, Cenâb-ı Hakk'ın sözünde ifade ettiği şeyden başka hiç bir fazilet bulunmasaydı bile ona yeterdi.Çünkü insanlar için bir hidayet (rehberi) olan Kur'ân'ın indirildiği Ramazan ayı..." (Bakara. 185) ayetinde Kur'ân'ın insanlar için bir hidayet rehberi olduğunu açıklamış, ayetinde de "O'nun muttakîler için bir hidayet rehberi olduğu"nu söylemiştir Böylece bu husus, muttakîlerın, bütün insanlar olduğunu gösterir. Demek ki muttakî olmayan, âdeta insan değildir. Kur'ân'ın Muttakîlere Hidayet Olması Ile Ilgili Bazı Suâller Birinci suâl: Bir şeyin, hidayet rehberi ve delil olması, şahıslara göre değişmez. O halde, Kur'ân-ı Kerîm niçin sadece muttakîler için hidayet rehberi kılınmıştır? Ve yine muttakî olan zâten hidayete ermiştir. Hidayete ermiş olan, ikinci defa hidayete ermez. O halde Kuran, muttakîler için bir hidayet rehberi olamaz. Bu soruya şöyle cevap veririz: Kurân-ı Kerîm, muttakîler için bir hidayet rehberi: onları Yaratanın varlığına, dinine ve peygamberinin doğruluğuna götüren bir kılavuz olduğu gibi, kâfirler için de bir rehberdir. Ancak Cenâb-ı Allah, hidayete ermiş ve Kur'ân'dan istifade etmiş kimselerin sadece onlar olduğunu beyan edin. onları övmek için "muttakîleri" zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Sen ancak o kıyametten korkanları uyarabilirsin." (Nâzıât 45) ve Sen, ancak zikre (Kur'ân'a) uyanı uyarabilirsin" (Yâsîn, 11) buyurmuştur Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bütün insanlara gönderilmiş bir uyarıcı (münzir) idi. Kur'ân-ı Kerîm ise, Peygamber'ın inzârından istifade edenlerin ancak onlar olduğunu beyan edip bu insanları, yani muttakîleri zikretmiştir. yi, "maksada ulaştıran rehberlik (yol gösterme)" diye tefsir edenler zaten böyle bir sual soramazlar. Çünkü Kur'ân'ın maksada ulaştırıcı olması ancak muttakîler hakkındadır. İkinci suâl: İçinde birçok mücmel ve müteşâbih ayet bulunduğu halde, Kur-ân'ın tamamı nasıl hidayet rehberi olarak vasfedilebilır? Aklın yol göstermesi olmasaydı, muhkem müteşâbıhden ayırdedilemezdı. Öyleyse hakikatte yol gösteren, Kur'ân değil "aklın yol göstermesi" olurdu. Bu manada olmak üzere, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ı Haricîlere elçi olarak yolladığı zaman. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlara Kur'ân'dan delil getirme. Çünkü Kur'ân iki yönü olan bir hasımdır". Eğer Kur'ân, bir hidayet rehberi olsaydı, Hazret-i Ali, Kur'ân hakkında böyle söylemezdi. Ve çünkü biz, bütün İslam mezheblerinin Kur'ân'dan deliller getirdiklerini ve Kur'ân'ın, bir yandan "cebr" bir yandan da "kader" konusunu açıkça ifade eden ayetlerle dolu olduğunu görürüz. Cebr ve Kader (ihtiyar) konusundaki ayetleri bağdaştırmak ancak büyük bir zorlama ile mümkün olabilir. O halde Kur'ân, nasıl bir hidayet rehberi olabilir? Buna cevabımız şudur: Bu müteşâbih ve mücmel ayetler, aklın ya da naklin yol göstermesi ile elde edilebilecek belirli bir manadan uzak olmayınca, o zaman Kur'ân'ın hepsi bir hidayet rehberi olmuş olur Üçüncü sual: Kur'ân'ın hüccet olmasının doğruluğu, kendisinin doğruluğuna dayanan şeyler hususunda Kur'ân bir hidayet rehberi olamaz. Bu durumda, Kur'ân'ın Allah'ın zatını ve sıfatlarını tanıma ve nübüvveti bilme hususunda bir hidayet rehberi olması imkânsız olur. Bu tür bilgiler ise şüphesiz, maksad ve gayelerin en şereflisidir. Kur'ân-ı Kerîm bu konularda hidayet rehberi değilse, Cenâb-ı Allah nasıl onun mutlak manada bir hidayet rehberi olduğunu bildirmiştir? Buna cevabımız şudur; Kur'ân'ın, her hususta hidayet rehberi olması, "hidayet olmasının" şartından değildir. Bilakis bazı konularda onun hidayet rehberi olması, bu vasfı alması için yeterlidir. Bu da Kur'ân'ın, dinî hükümleri bildirmede ya da akıllarda mevcut olan (bedihı hakikatleri) güçlendirmede bir hidayet rehberi olması ile tahakkuk eder. ayeti, '"mutlak" ifadenin "umûm" ifade etmediğine, en kuvvetli delildir. Çünkü Cenâb-ı Allah, -Kur'ân-ı Kerîm'in, Yaratıcının varlığını, sıfatlarını ve peygamberliği isbat hususunda bir hidayet rehberi olması imkansız olduğu halde- ifadede bir kayıtlama yapmadan, mutlak bir ifade ile Kur'ân'ın bir hidayet rehberi olduğunu söylemiştir. O halde, mutlak ifadenin, umûmî bir hüküm ifade etmediği ortaya çıkmaktadır. Dördüncü sual: Hidayet rehberi, açıklama ve açık olma hususunda, başkasını beyan edecek bir dereceye ulaşan şeydir Kur'ân-ı Kerîm ise böyle değildir. Müfessirler, zikrettikleri her ayet hakkında birbirine uymayan birçok söz söylemektedirler. Durumu böyle olan bir şey, başkasını beyan etmesi şöyle dursun, kendisini bile beyan edemez. O halde, O nasıl bir hidayet rehberi olur? Deriz ki: Her kim, birbirine zıt şeyleri söyleyip onlardan birisini diğerlerine tercih etmeden, tefsir hususunda konuşursa, işte bu sual o kimseye yöneltilir. Bize gelince, biz bu çeşitli sözlerden birini, deliller getirerek diğer görüşlere tercih ettik. Binaenaleyh biz bu sualin muhatabı değiliz. Dördüncü Mesele Keşşaf sahibi (Zamahşerî) şöyle demiştir: " (......)in, i'rab itibarı ile mahalli merfûdur. Çünkü bu, mahzûf bir mübtedânın haberidir Veya (......) ile birlikte (......)nin haberidir. Veya (......) sözü mübtedâ, kendisinden önce geçen (......)de haberdir." (......)in hâl olarak mensûb olması da caizdir. Bu halde âmil olan ise ismi işaret veya zarfdır Belagatça en isabetli olan izah, geniş açıklamalardan kaçınarak şöyle demektir: başlıbaşına bir cümle, ya da elifba harflerinden başlıbaşına bir guruptur. ikinci bir cümle, üçüncü bir cümle ve dördüncü bir cümledir. Atıf harfi olmaksızın bu şekilde uyumlu olarak getirilmiş olması cihetiyle, bu cümlelerin tertibinde, belagatın inceliklerine ve hüsnü nazmın gereklerine uyulmuştur. Bu böyledir, çünkü, bu cümleler birbirinin boynuna kardeş gibi sarılmışcasına getirilmiş, ikinci cümle birinci ile, üçüncüsü ikinci ile, dördüncü de üçüncü cümle ile bütünleşmiştir. Bunun izahı şudur: Cenâb-ı Allah önce, bu Kur'ân'ın, kendisi ile meydan okunulan (tahaddî yapılan) bir söz olduğuna dikkat çekmiş, sonrada O'nun "kemâlin zirvesinde olmak" sıfatını aldığını söyleyerek, ona işaret etmiştir. Bu da Kur'ân-ı Kerim'in, meydan okuma cihetinin bir ifadesi olmuştur. Sonra ona en ufak bir şüphenin ulaşmasını nefyetmiş, bu da onun kemâline bir şahit olmuştur. Daha sonra onun, "Muttakîler için bir hidayet rehberi" olduğunu haber vermiş, bununla da etrafında hiç bir şüphenin dolaşamayacağı bir gerçek olduğunu anlatmıştır. Böyle güzel bir tertible dizilmekten başka bu dört cümlenin her birinde ayrı ayrı incelikler vardır. Şöyle ki: Birinci cümlede, bir hazif ve en güzel şekilde maksada işaret; ikinci cümlede, harfi tarifin ifade ettiği azamet (ululuk); üçüncüde, "rayb" kelimesinin zarfından önce getirilmesi; dördüncüde de hazıf, masdar olan "hüdâ"nın, vasıf olan "hâdî" yerine getirilmesi ve "hüdâ"nın da nekire olarak getirilmesi bu inceliklerdir. |
﴾ 2 ﴿