3

"Ki o muttakîler, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak eder (Allah yolunda harcarlar)"

Bil ki bu ayet hakkında birçok mesele vardır.

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şunu söylemiştir: ifadesi, mecrûr bir sıfat, mansûb bir medih ve mahzûf bir mübtedâyla merfû olmak üzere (......) kelimesinin sılasıdır. Mansûb bir medih olmasında takdir şudur:" "müttakîlerden. iman etmiş kimseleri kastediyorum" Merfû olması durumundaki takdir ise "muttakîler. şöyle şöyle olanlardır" şeklindedir. Veya mana bakımından (......) kelimesinden ayrı olarak, haberi, " olan, mahallen merfû bir mübtedâdır. nın sılası (ilgi cümlesi) olduğu zaman sözü üzerinde vakfetmek güzel olur. ama bu tam bir vakf olmaz. Bu cümle den ayrı düşünüldüğünde. üzerindeki vakf, "vakf-ı tâm" olur.

Ikinci Mesele

Bazıları ayetinin, bu ayette bahsedilenler bizzat muttakîler olduğu için, "sözünün bir tefsiri gibi olması muhtemeldir, demişlerdir. Bu böyledir, çünkü muttaki iyilikleri işleyen ve kötülükleri terkeden kimsedir Yapmaya gelince bu, ya kalbin fiili olur, bu da (Ki onlar iman ediyorlar) sözünün ifade ettiğidir veya uzuvların fiili olur. Uzuvların dillerinin esası ise namaz, zekât ve sadakadır. Çünkü ibadetler, ya bedenî olur ki. Bunların en üstünü namazdır veya malî olur ki, bunun en efdaü de zekâttır. İşte bu sebepten ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı, "dinin direği", zekâtı ise 'İslâm'ın koprüsü diye adlandırmıştır. Müttakînin kötülükleri terketmesine gelince: "Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten nehyeder" (Ankebût 45)ayetinden dolayı, namaza dâhildir. Doğruya en yakın olan. Onların muttakîler olmasından dolayı, bu vasıfların (......)'nın tefsiri olmamasıdır. Bu böyledir, çünkü tam bir mutluluk, yakışmayan şeyleri yapmamak, yapılması uygun olanları da yapmakla elde edilir. Terketmek. takvadır. Ful ise. ya kalbin fiilidir ki, bu imandır, veya uzuvların işidir ki. bu da namaz ve zekâttır. Terk etmek olan takvayı Cenâb-ı Allah, iman, namaz ve zekât demek olan yapmadan, işlemeden önce getirdi, Çünkü kalb. gerçek inanç ve yüksek ahlâk nakışlarını kabul eden bir ayna gibidir. Levhanın ise ilk önce. üzerine güzel nakışların vurulabilmesi için, kötü nakışlardan temizlenmesi gerekir. Ahlâk hakkında söylenecek söz de, böyledir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Allah, uygunsuz hareketleri terketmek demek olan takvayı önce zikretmiş, ondan sonra yapılması gereken şeyi söylemiştir.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi, "iman" kelimesi "emn" masdanndan "if'âl" vezninden bir masdardır Daha sonra, Arablar, birisi diğerini doğruladığında, bunu ifade etmek üzere (......) demişlerdir. Bu sözün.yani nun ifade ettiği ise "Onu yalanlamaktan ve muhalefet olunmaktan emin kıldı" demek"olur. Bu fiil, "ikrar etti ve itiraf etti" manalarını ihtiva ettiği için, "bâ" harfi cerriyle geçişli olur, Ebû Zeyd'in, "Arkadaş bulacağıma inanamadım" yani "güvenemedim" sözüne gelince, bu cümledeki fiilinin hakikî manası, "emîn, sükûnetti ve mutmain oldum" şeklindedir Her iki şekilde de ayetinin manasının "gaybın varlığını itiraf eder ve hak olduğuna emîn olurlar" şeklinde olması güzel olur.

Imanın Mahiyeti Hakkında Çeşitli Anlayışlar

Diyorum ki, din örfünde "iman"ın müsemması (ne olduğu) hususunda, ehl-i kıble ihtilaf etmişlerdir. Bütün bunları dört gurupta toplamak mümkündür:

Birinci gurup: Bunlar, "iman, kalblerin ve azaların fiilleri ve dil ile ikrardır" diyenlerdir. Mutezile, Haricîler, Zeydîler ve ehl-i hadis bu görüştedir. Haricîlere gelince onlar, Allah'a iman etmenin, Allah'ı tanımayı ve Allah'ın, kendisine kitap ve sünnetten naklî ve aklî delil vaz ettiği her konuyu içine aldığında; ister büyük olsun ister küçük, yapılmasını veya yapılmamasını emrettiği şeylerin hepsinde Allah'a itaat etmeyi içine aldığında ittifak ederek, bütün bu şeylerin hepsinin iman olduğunu, bu hasletlerden herhaftgi birini terketmenin ise küfür olduğunu söylemişlerdir.

Mutezile'ye gelince, onlar sözü "bâ" harf-i cerriyle müteaddi (geçişli) olduğunda imandan maksadın, tasdik olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu sebepten dolayı denildiğinde, burdaki den maksat "tasdik etmek" olur Yani, "Falanca Allah'ı ve Resulünü tasdik etti." Farzları eda manasına gelen, "iman"ın bâ harf-i cerriyle müteaddî olması mümkün değildir. Bu sebebten ötürü, adam namaz kıldığında, oruç tuttuğunda, yani, "Falanca, şunu tasdik etti." denilmez. Tam aksine, "Falanca Allah'ı tasdik etti" denilir. Aynı şekilde"Allah için oruç tuttu ve namaz kıldı" da denilir. Buna göre bâ harf-i cerriyle müteaddî olan iman lâfzı, dilcilerin metoduna göre carî olmuş olur. Ama iman lâfzı, bâ harf-i cerriyle müteaddî olmadan zikredildiğinde Mutezile, bu lâfzın, tasdik anlamına gelen lügavî manasından ayrı bir manaya nakledilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir

Sonra Mutezile, iman hususunda, bir kaç bakımdan ihtilâf etmişlerdir

1. İman, farz olsun mendûb olsun veya söz, fiil ya da itikad bakımından olsun, her türlü taatı ifa etmekten ibarettir Bu görüş, Vasıl ibn Atâ, Ebu Hüzeyl ve Kâdî Abdulcebbâr'ın görüşüdür.

2. Nafileler hariç sadece farzları yapmaktan ibarettir. Bu görüş de Ebû Ali el-Cübbaî ve Ebu Hâşim'in görüşüdür.

3. İman, hakkında itahî tehdîdin bulunduğu her şeyden kaçınmadan ibarettir. Buna göre, Allah nezdinde mümin, her türlü kebairden kaçınan kimsedir. Biz insanlar bakımından ise, mümin; hakkında ilahî tehdîdin bulunduğu her türlü şeyden kaçınan herkestir. Bu. Nazzâm'ın görüşüdür Nazzâm'ın arkadaşlarından, "bir kimsenin bize ve Allah'a göre mümin olmasının şartı, bütün büyük günahlardan kaçınmasıdır" diyenler de vardır.

Ehl-i hadîs ise. iki husus zikretmişlerdir.

1. Allah'ı tanımak tam bir imandır ve asıl olan budur Bundan sonra da her taat başlı başına bir imandır. Bu taatlerden hiç biri aslolan marifete (bilmeye) dayanmadığı müddetçe, iman olmazlar. Böylece ehl-i hadîs, bile bile inkârın ve kalbin inkârının küfür olduğunu iddia etmişlerdir. Bundan sonra, her masiyet de başlı başına bir küfürdür Hadisciler, marifet ve ikrar bulunmadığı sürece, taata dair herhangi bir şeyi iman; kalbin inkârı ve bile bile inkâr olmadığı müddetçe, herhangi bir günahı küfür saymadılar. Çünkü "asıl" olmadan, "fer" tahakkuk etmez. Bu, Abdullah b. Saîd b. Küllab'ın görüşüdür

2. Onlar, imanın bütün taatların ismi olduğunu iddia edip bunların hepsinin bir imanı meydana getirdiğini; bütün farz ve nafilelerin ise, bu imanın bütününden olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre, farzlardan herhangi bir şeyi terkeden kimsenin, imanı noksanlasın nafile ibadetleri terk eden kimsenin ise, imanları noksanlaşmaz. Onlardan, imanın, nafileler hariç, farzların ismi olduğunu söyleyenler de vardır.

İkinci gurup: imanın, kalb ve dil ile birlikte olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar da, birkaç görüşe ayrılmışlardır.

1) İman. dil ile ikrar ve kalb ile bilmektir. Bu, bütün fakîhlerin ve Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Sonra bunlar da. ıkı hususta ihtilâf etmişlerdir.

a) Kalbin bilmesinin hakikatinin ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir Onlardan, bu hakikati, ister taklidi bir inanç, isterse delilden kaynaklanan bir ılım olsun, kesin bir inançtır diye açıklayanlar vardır Bu görüşü benimseyenler, taklıdî imana sahip olan kimsenin, müslüman olduğuna hükmeden ve çoğunluğu teşkil eden kim selerdir. Onlardan, bu hakikati, istidlalden kaynaklanan ilimle tefsir edenler de bulunmaktadır,

b) İmanın tahakkuk etmesinde muteber olan ilmin, neyi bilmek olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Kelâmcılardan bir kısmı, bunun mükemmel ve tam olarak Allah'ı ve O'nun sıfatlarını bilmek olduğunu söylemişlerdir İlim erbabının, Allah'ın sıfatları konusunda ihtilâf çok olunca, muhakkak ki onlardan her gurup, kendisinin dışında kalan diğer gurupları "tekfîr" etmeye yönelmişlerdir.

Kelâmcılardan orta yolu tutanlar ise, bu husustaki muteber ilmin, Hazret-i Muhammed'in dininden olduğu kesin (zarurî) olarak bilinen şeyleri bilmektir, demişlerdir. Bu görüş sahiplerine göre, Cenâb-ı Hakk'ın ilmiyle âlim olduğunu veya zatının gereği âlim olduğunu, görülüp-görülemiyeceğini bilmesi, iman konusuna dâhil değildir.

2) İman, kalb ve dil ile birlikte tasdiktir Bu görüş, Bişr ibn Attâb el-Merîsi ile Ebû'l-Hasen el-Eşarî'nın görüşüdür. Kalbin tasdikinden maksat, kişinin kalbinde kaim olan sözdür.

3) Bir gurup sûfînin görüşüdür. Buna göre, dilin ikrarı ve kalbin ihlâsıdır.

Üçüncü gurup: İmanın sadece kalbin işinden ibaret olduğunu söyleyenlerdir. Bunlar da iki görüşe ayrılmışlardır.

1) İman, kalb ile Allah'ı bilmekten ibarettir. Öyle ki, Allah'ı kalbiyle bilip, lisanıyla inkâr edip, bunu diliyle ikrar etmeden önce ölen kimsenin, imanı bütün bir mümin olduğunu söylerler. Bu, Cehm b. Safvân'ın görüşüdür. Bu zat, kitabları, peygamberleri ve ahiret gününü tanımanın, imanın tarifine dahil olmadığını iddia etmiştir. el-Ka'bî'nin Cehm b. Safvân'dan naklettiğine göre Cehm, imanın, Hazret-i Muhammed'in dininden olduğu zarurî olarak bilinen şeyleri bilmekle beraber, Allah'ı bilmek olduğunu söylemiştir.

2) İman, sırf kalbin tasdikidir diyen görüştür, Bu, Hüseyin b. Fadl el-Becelî'nin görüşüdür.

Dördüncü gurup: İman, sadece dilin ikrarıdır, diyenler. Bunlar da ikiye ayrılırlar.

1) Dil ile ikrar etmek, sadece imandır; ancak dil ile ikrar etmenin iman olmasının şartı, kalbte Allah bilgisinin meydana gelmiş olmasıdır Buna göre bu bilgi, dil ile ikrarın iman olmasının şartıdır. Ancak bu, imanın kendisine dahil değildir. Bu, Geylân b. Müslim ed-Dımeşkî ile el-Fadl er-Rakkaşî'nin görüşüdür. Ka'bî, bunun, Geylân'ın görüşü olduğunu kabul etmemiştir.

2) İman, sırf dil ile ikrardır. Bu da "Kerrâmiyye"nin görüşüdür. Kerrâmiyye, münafıkın dışının mümin, kalbinin ise kâfir olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, münafıklar hakkında, dünyevî bakımdan müminlere, uhrevî bakımdan ise kâfirlere ait hükümler uygulanır. İşte bu söylediklerimiz, din ıstılahında, iman konusundaki görüşlerin tamamıdır.

Bizim taraftar olduğumuz görüş ise, imanın, kalbin tasdikinden ibaret olduğudur. Biz bunu söylerken, kalbin tasdikinin mahiyetinin ne olduğunu açıklamaya ihtiyaç hissediyor ve diyoruz ki: Âlem sonradan meydana gelmiştir diyen kimsenin sözlerinin delâlet ettiği şey, âlemin "hudûs-sonradan meydana gelme" ile nitelendirilmiş olması değildir. Tam aksine bu lâfızların anlamı, bunu söyleyen kimsenin, âlemin hadis olduğuna hükmetmesidir; âlemin hâdıs olduğunun subûtuna hükmetmek ise, âlemin hadis olmasından başka bir şeydir. Bir şeyin varlığına veya yokluğuna dair, zihnî olarak verilen bu hüküm, her dilde, hususî bir lâfızla ifade edilen bir iştir. Zihnî olarak verilen hüküm aynı olduğu halde, kalıp ve ibarelerin farklılık arzetmesi, bu zihnî hükmün, bu kalıplar ve ibarelerden başka bir şey olduğuna delâlet eder. Bir de, bu kalıplar o hükme delalet eder. Delâlet eden şey, delâlet edilen şeyden başkadır.

Sonra biz deriz ki, bu zihnî hüküm, ilimden başka bir şeydir; çünkü bir şeyi bilmeyen bir kimse de, bazen o bilmediği şeyle hüküm verir. Böylece, bu zihnî hükmün, ilimden başka bir şey olduğunu anlamış oluruz. O halde, kalbin tasdikinden maksat, bu zihnî hükümdür.

Burada, lâfızlarla ilgili bir konu kalmıştır ki, o da şudur: Arabça'da, tasdike konu olan, bu zihnî hüküm müdür, yoksa bu zihnî hükme delâlet eden ibare ve kalıplar mıdır?

Bu husustaki sözün özünü, "usûl-ı fıkıh'ta anlatmıştık. Bu mukaddimeyi anladıysan deriz ki; iman, inanmakla birlikte Hazret-i Muhammed'in dininden olduğu kesinlikle bilinen her şeyi tasdik etmekten ibarettir.

Bu görüşümüzü isbat etmek için, tarifte geçen dört unsuru isbata muhtacız.

Birinci unsur: İman, tasdikten ibarettir. Buna birkaç husus delâlet etmektedir.

1) İman, Arabça'da, esasen tasdik manasında kullanılır. Şayet din ıstılahında tasdikten başka bir mana için kullanılırsa, bunu kullanan kimsenin Arabça konuşmamış olması gerekir. Bu ise, Kur'ân'ın Arabça nitelendirilmesine ters düşer

2) İman, müslümanların dillerinde, en çok carî olan bir lâfızdır Şayet bu lâfız, asıl mânasının dışındaki bir manaya nakledilmiş olsaydı, bu nakledildiği yeni manayı bilmeye dair sebepler çoğalır ve bu husus herkesçe bilinir, böylece de tevatür derecesine varmış olurdu. Madem ki böyle olmadı, o zaman iman sözünün asıl manasında kullanılmaya devam ettiğini anlamış oluruz.

3) "Bâ" harf-i cerriyle geçişli olan "iman" lâfzının, asıl manasında kullanılmaya devam ettiğinde ittifak etmiştik. Bu sebeble, bu harf-i cerrle müteaddi olmayan iman lâfzının da böyle olması, yani aynı manayı ifade etmesi gerekir.

4) Cenâb-ı Hakk, bu kelimeyi Kur'ân'da zikrettiği her yerde, onu kalbe nisbet ederek zikretmiş ve meselâ şöyle buyurmuştur:

"Onlardan, kalbleh iman etmediği halde, ağızlarıyla, "iman ettik" diyenler vardır" (Mâide, 41);

"Ve kalbi, iman ile dopdolu olduğu'halde" (Nahl, 106); "Allah onların kalblerine imânı yazdı" (Mücadele, 22);

"Fakat, biz islâm olduk, deyiniz. Henüz, iman kalblerinize girmemiştir." (Hucurât. 14).

5) Cenâb-ı Hakk, her nerede imanı zikretmişse, amel-i sâlihi de onunla birlikte zikretmiştir. Şayet amel-i sâlih imana dahil olsaydı, bu bir tekrar olurdu.

6) Cenab-ı Hakk, çokça, imanı zikretmiş ve günahları da onunla beraber zikretmiştir ve şöyle buyurmuştur:

"İman edip, imanlarına zulüm bulaştırmayanlar..." (Enam, 82)

"Müminlerden iki zümre birbiriyle döğüsürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın " (Hucurât. 9)

İbn Abbas (radıyallahü anh) bu hususa, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey iman edenler, size öldürülenler hakkında kısas farz kılındı" (Bakara. 178) ayeti ile üç yönden delil getirmiştir.

a. Kısas, sadece kasten öldüren kimseye uygulanır. Buna rağmen Hak teâlâ, bu kimseye "ey iman edenler" diye hitab etmiştir ki bu da kasten adam öldürenin de mümin olduğunu gösterir.

b. Cenâb-ı Hakk'ın: "Her kim (öldürdüğü) kardeşinin kanından (kısasından) affolunursa..." (Bakara. 178) sözüdür. Bu ayette bahsedilen kardeşlik, iman kardeşliğinden başka bir şey değildir Çünkü Cenâb-ı Hakk; "Müminler kardeştirler" (Hucurât, 10) buyurmuştur.

c. "Bu rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir" (Bakara, 178) Bunlar ise sadece, mümine yakışır. Bu konuda elde etmek istediğimiz şeye, Cenâb-ı Hakkın; "İman edip de hicret etmeyenler.." (Enfal 72) ayeti delildir Bu ayet, Cenâb-ı Allah'ın "İşte bunlar, meleklerin, öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselerdir" (Nahl. 28) ve "Onlar hicret etmedikçe, sizin onlarla hiç bir dostluğunuz yoktur" (Enfâl, 72) ayetlerinde hicreti terketme hususunda, büyük bir tehdit söz konusu olduğu halde, hicret etmeyen kimselere Cenâb-ı Allah "mümin" ismini vermiştir, onları mümin kabul etmiştir. Yine buna Allah'ın:

"Ey iman edenler! Sizin ve Benim düşmanım olanları dost edinmeyiniz, " (Mumtahine. 1);

"Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne hıyanet etmeyiniz. Bile bile aranızdaki emanetlere de hıyanet etmeyin " (Enfâl 27) ve

"Ey iman edenler, Cenâb-ı Allah'a tevbe-i nasûh ile tevbe ediniz " (Tahrîm. 8) ayetleri buna delâlet eder. Günahı olmayan kimseye tevbe etmesini emretmek muhaldir. Halbuki Cenâb-ı Hakk; "Ey müminler, hep birlikte Allah'a tevbe ediniz" (Nûr. 31) buyurmuştur. Bu ifadenin, her mümin kimsenin günahkâr olduğunu gösterdiği söylenemez. Çünkü böyle değildir. Deriz ki: Farzet ki bu ayet günahkârlardan başkasına tahsis edilmiştir. Ama günahkârlar için de bu ayet bir delil olur.

İkinci unsur: İman lisanın tasdîkinden ibaret değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın:

"İnsanlardan, inanmadıkları halde, "Allah'a ve Ahiret gününe inandık" diyenler vardır" (Bakara, 8) ayetidir. Allahü teâlâ, bu ayette onların mümin olmadıklarını bildirmiştir. Şayet Allah'a iman, dilin tasdikinden ibaret olsaydı, onların mümin sayılmaması olmazdı.

Üçüncü unsur: iman, mutlak tasdikten de ibaret değildir. Çünkü put vetağutu tasdik eden kimse "mümin" diye adlandırılmaz.

Dördüncü unsur: Cenâb-ı Hakk'ın bütün sıfatlarını tasdîk etmek imanın şartından değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın zatı gereği âlim olması veya ilmiyle âlim olmasını hatırından geçirmeyen kimsenin mümin olduğuna hükmetmistir Şayet bu ve benzeri unsurlar imanın gerçekleşmesi hususunda göz önünde bulundurulması gereken muteber bir şart olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu hususları bilip bilmediğinde kişiyi denemeden, onun mümin olduğuna hükmetmesi caiz olmazdı. İşte bütün bunlar imanın araştırılması hususundaki sözlerdir.

Eğer birisi "Burada iki şekil vardır:

1) Allah'ı aklî ve naklî delillerle tanıyan; bu tanıma işi tamamlanınca da, kelime-i şehâdeti söyleyecek kadar bile bir zaman bulamadan ölen kimsenin durumu... İşte bu durumda, bu kimsenin mümin olduğuna hükmederseniz, dil ile ikrar etmenin imanın gerçekleşmesi hususunda muteber olmadığına hükmetmiş olursunuz. Bu, icmâya terstir. Eğer bu kimsenin, mümin olmadığına hükmederseniz, bu da geçersiz olur. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kalbinde zerre miktarı iman olan kimse, cehennemden çıkar. Buhârî, İman. 15 (1/11). buyurmuştur. Öyleyse, kalbi imanla böyle dolup taşan kimse nasıl mümin olmaz?

2) Allah'ı aklî ve nakli delillerle tanıyıp, kelime-i şehâdeti söyleyebilecek vakti de bulduğu halde, onu söylemeyen kimsenin durumu... Bu durumda, bu kimsenin mümin olduğunu söylerseniz bu, icmâya ters düşer. "Mümin değildir" derseniz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, mezkûr hadisinden dolayı, bu söz geçersiz olur. O halde, dili ile ikrar etmedi diye, bir insanın kalbinde imanın olmadığı söylenemez. Bunun cevabı şudur; Gazâlî, bu iki şekilde de. icmânm aksine, bu kimselerin mümin olduğuna hükmetmiştir. Bir de, kelime-i şehâdeti ikrardan kaçınmanın hali; imanı olduğu halde günah işleyen kimsenin haline benzer.

"Gayb"

"Gayb" kelimesinin, ısm-i fail yerine geçen bir masdar olduğu söylenmiştir, "savm" masdarının "sâim" (oruç tutan) manasına, "zûr" masdarının "zâır" manasına ism-i fail olarak kullanılması gibi... Sonra Cenâb-ı Allah'ın (Onlar gayba iman ederler) ayeti ile ilgili iki görüş vardır: Birincisi; Ebû Müslim el-İsfahânînin tercih ettiği görüştür. Buna göre " sözü, müminlerin sıfatıdır Buna göre ayetin manası: "Müminler, Allah'a, huzurunda iken iman ettikleri gibi gıyaben de iman ederler; müminlerle karşılaştıkları zaman "iman ettik" deyip, liderleri ile başbaşa kaldıklarında ise "Biz, sizinle beraberiz. O müminlerle alay ediyoruz" diyen münafıklar gibi değil. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın; "Bu, gıyabında kendisine hakikaten hainlik etmediğimi bilmesi içindir" (Yûsuf. 52) ayetidir. İnsan, bir başkası için: "Falanca, senin gıyabında da ne güzel arkadaştır" der Bütün bunlar, müminlerin zahirlerinin bâtınlarına uygun olması ve halleri, kalblennde iman namına bir şey olmadığı halde ağızlan ile "iman ettik" diyen münafıkların hallerine benzememesi sebebi ile, müminler için bir medh-ü senadır.

İkincisi; ekseri müfessirlerin görüşüdür. Bu görüşe göre "Gayb, duyu organları tarafından idrak edilmekten uzak olandır." Sonra, "gayb", "kendisine delâlet eden bir şey bulunan" ve "kendisine delâlet eden bir şey bulunmayan" diye iki kısma ayrılır Buna göre ayetinden kastedilen, müminlerin tefekkürleri ve istidlalleri ile kendisine iman etmiş olmalarından dolayı bir delili bulunan gayba iman ettikleri için muttakîlerı bir övmedir. Bu izaha göre, ayetine, Allah'ı, sıfatlarını, ahireti, nübüvveti, dinî hüküm ve emirleri bilmek girer. Çünkü istidlal yolu ile bütün ilimleri elde etmek çileli bir yoldur Böylece bu büyük bir övgüye hak kazanmaya vesile olur

Ebû Müslim el-İsfahânî, kendi görüşüne birkaç delil getirmiştir.

1. Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar sana İndirilene ve senden önce indirilen (semavî kitaplara) iman eder, ahirete kesin olarak inanırlar." (Bakara, 4) ayeti, "gayb" olan şeylere imanı ihtiva etmektedir. Şayet; "Onlar, gayba iman ederler" (Bakara 3) sözünden maksad da, gayb olan şeylere iman etmek olsaydı, kendisi atfedilen şeyin (ma'tûf) kendisine atfedilen şey (ma'tufun aleyh) ile aynı olması gerekirdi, bu ise caiz değildir.

2. Şayet o ayetin (Bakara, 4) ihtiva ettiği hususları, "gayba iman etme" manasına hamledersek, bu durum, insanın gaybı bildiği hükmünü vermeyi gerektirir ki bu. Cenâb-ı Hakk'ın: "Kendinden başka kimsenin bilmediği gaybın anahtarları Onun katındadır." (Enam, 59) ayetinin aksine bir hüküm olmuş olur. Ama bizim (Ebû Müslim) söylediğimiz manada anlaşılırsa, böyle bir mahzur ortaya çıkmaz.

3. "Gayb" lâfzı, sadece hazır olması mümkün olan kimseye ıtlak edilebilir. Buna göre, "Gayb" lâfzını, Allah'ın zatına ve sıfatlarına nisbet etmek caiz olmaz. Öyleyse "den murad, gayba inanmak olsaydı, bu takdirde Allah'ın zatına ve sıfatlarına iman etmek, bu ayetin manasına girmezdi ve bu ayetin konusu da ahirete iman olurdu. Bu ise caiz değildir. Çünkü imanın en büyük rüknü. Allah'ın zatına ve sıfatlarına iman etmektir. O halde "gayb" lâfzını, aslolan şeyin dışarıda kalmasını gerektirecek bir manaya hamletmek nasıl caiz olur? Ama biz bu lâfzı, tercih ettiğimiz manaya hamledersek bu mahzurdan kurtulmuş oluruz.

Ebû Müslim'in birinci deliline cevab: ayeti, genel olarak gaybî hakikatlere imanı: ayeti de, bazı gaybî hakikatlere imanı içine alır. Bu mufassal olanın mücmel olana atfı kabilinden olur ki bu caizdir Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın Allah'ın meleklerine ve Cebrâil ile Mîkâil..."(Bakara, 98) ayetinde olduğu gibi.

İkinci delile cevab: Bize "gâib" olan birtakım şeylere inanmış olmamız hususunda münakaşa yoktur. O halde böyle bir tahsis, her iki yönden de (icmâlen de tafsilen de) gerekil olur

"Kul, gaybı biliyor, diyor musunuz, demiyor musunuz?" denilirse, biz deriz ki: Gayb'ın "kendisine delâlet eden bir şey bulunan ve "kendisine delâlet eden bir şey bulunmayan" diye iki kısma ayrıldığını yukarıda açıklamıştık. Kendisine delâlet edecek bir şey olmayan gayba gelince, bunu ancak Cenâb-ı Hakk bilir Kendisine delâlet edecek bir şey olan gayba gelince, senin "Biz, kendisine delâlet edecek bir delili olan gaybı biliyoruz" demen imkânsız degildir. O zaman, sez, bu gaybı, her hangi bir karışıklığa meydan vermeden, ifade eder. Bundan dolayı âlimler şöyle demişlerdir: Görülenle, gâîb olana istidlalde bulunmak, bir delil çeşididir.

Üçüncü delile cevabımız: Biz, "gayb" lafzının, ancak hazır olması mümkün olan bir şey hakkında kullanılabileceğini kabul etmiyoruz. Buna delil de, kelâmcıların, "Bu gâib olanı hazır olana katmak batandandır" demeleri ve bu ifadelerindeki ' gâib" sözü ile, Allah'ın zatını ve sıfatlarını kastetmiş olmalarıdır. Allah en iyi bilendir.

Şiilerin Görüşü

Bazı şifler, ayetteki "gayb" lâfzından muradın, Allahü teâlâ'nın Kur'ân ve hadislerde geleceğim vaaddenığı Mehdî'yi Muntazar (Beklenen Mehdî) o'duğunu söylemişlerdir. Bunların Kur'ândan delilleri şu ayettir: "Allah, içinizden iman edip sâlih ameller işleyenlere, yemin ile vadetti ki kendilerinden evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine geçirdi ise onları da muhakkak yeryüzünde (müşriklerin) yerine geçirecek" (Nûr. 55) Hadislerden delilleri ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir. "Dünyanın ömründen tek bir gün bile kalsa, Cenâb-ı Allah, ismi ismimle, künyesi künyemle aynı olsn, ehl-i beytimden bir adamın çıkışına kadar o günü uzatır. O zai, daha önce zulüm ve cefa ile dolmuş olan yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Tirmizi Fiten. 52(4/505). Bil ki mutlak olan bir sözü, delil olmaksızın tahsis etmek yanlıştır.

Namazı Ikame Etmek

Müfessirler "Namazın ikâmesi" konusunda birçok görüşler ileri sürmüşlerdir:

Birincisi: Namazın ıkamesv namazın farzları, sünnetleri ve âdablarında hiçbir eksiklik olmadan, tâdili erkan ile ve devamlı kılmaktan ibarettir.

İkincisi: Namazın ikâmesi, namaza devam etmekten ibarettir. Nitekim Cenâb-ı Hakk 'Onlar, namazlarına devam edenlerdir." (Meâriç. 34) "Onlar, namazlarına devamlıdırlar." (Meâriç. 23) buyurulmuştur Bu. pazardaki mal rağbet görüp tükendiğinde bunu iade için Arapların söylediği" (piyasa yükseldi) sözünden alınmıştır. Buna göre, "namazın ikâmesi' ona rağbet edilmesi manasınadır Çünkü, namaza devam edildiği zaman, o. arzuların kendisine temayül edip çokça rağbet gören bir şey gibi olur. Namaz kılınmadığı zaman ise, âdeta kendisine rağbet edilmeyen ve revaç bulunmayan bir şey gibi olur.

Üçüncüsü: "Namazın ikâmesi", onu eda etmek için, her şeyden kendini tecrid edip, edasında bir gevşeklik göstermemekten ibarettir, Bu mana da, Arapların "Kendini iyice işe verdi" ve "Harb, ayaklan üzerine kalkt: (yani kızıştı)" ifadesinden alınmıştır. Bu ifadenin zıddı, ve dır Bu kişi gecikip yavaş davrandığı zaman söylenir ki manası "İşten geri durdu ve işe karşı gevşeklik gösterdi" demektir.

Dördüncüsü: Namazın ikâmesi, edasından ibarettir. Eda edilmesi, "ikâme" masdarı ile ifade edilmiştir, çünkü, kıyam (ayakta durmak) namazın rükünlerinden birisidir Nitekim namaz, "kunût", 'Tukû" ve '"sucûd" kelimeleri ile de ifade edilir. Ayrıca, Araplar, kişi namaz kıldığı zaman, içinde tesbihat olduğu için, (tesbih etti) fiili ile bunu ifade etmişlerdir Cenâb-ı Hakk "Eğer o, tesbih edenlerden olmasaydı..." (Saffat. 143) buyurmuştur. Bil ki "ikâme" kelimesinin, kendisi ile büyük bit övgünün ifade edildiği bir manaya hamiedılmesi evlâdır Bu büyük övgü ise ancak onu, "rükünlerinde ve şartlarında hiç bir eksiklik bırakmaksızın namaza devam etmek" manasına hamletmekle elde edilir. Bunun için, askerlere erzak dağıtan kimse, hiç bir eksiklik ve azaltma yapmaksızın, herkesin hakkını tam olarak verdiğinde "kayyim" diye isimlendirilir. Bundan ötürü Allahü teâlâ, "kâim" ve "kayyûm" olarak isimlendirilir, Çünkü O'nun varlığının devam etmesi ve yine kullarına rızık yağdırmasının hep sürüp gitmesi gerekir.

"Salât", Yani Namazın Manası

"Salât", (Namaz) kelimesi hakkkımında birçok görüş söylenmiştir.

Birincisi: O, dua manasınadır. Şair, bu manada, şöyle demiştir: "Rüzgar sevgilinin küpünü devirmek istedi de. adam da onun küpü için duâ etti ve tekbir getirdi "

İkincisi: Hârzencî, bu kelimenin iştikakının, cehennem manasına gelen (......) kelimesinden olduğunu söylemiştir. Bu kelime de, Arapların, deyneği ateşe tutup doğrulttuğu zaman demelerinden alınmıştır. Buna göre, namaz kılan kimse, sanki ağacı ateşe tutup düzeltenin yaptığı gibi, zahirini ve bâtınını (içini ve dışını) düzeltmeye gayret etmektedir.

Üçüncüsü: "Salât" lâfzı, devam etmekten ibarettir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kızgın bir ateşe girecek" (Gâşiye, 4) ve "Alevli ateşe girecek" (Leheb, 3) ayetlerindeki fiilinden alınmıştır Yarışta ikinci gelen ata da "musailî" denilir.

Dördüncüsü: Keşşaf sahibi, "salât, " fiilinden, fa'letun vezninde bir masdardır. Nitekim "Zekât" da fiilinden bu vezinde masdardır. Salât kelimesinin (......) şeklinde vav harfi ile yazılması ise fehamet (azamet) manası taşıması içndir. " fiilinin aslî manası, uylukları hareket ettirmektir. Namaz kılan kimse de, rükû ve secde yaparken böyle yapmaktadır. Dua eden kimseye de "musailî" denilmiştir Çünkü onun duadaki huşu hali, namaz kılanın rükû ve secdesindeki haline benzer. Derim ki burada iki konu vardır:

Birinci konu: Keşşaf sahibinin, "salât" lâfzı için ileri sürdüğü bu iştikak, Kur-ân'ın hüccet olması hususunda büyük bir tenkide yol açar Çünkü "salât" kelimesi, insanların dilinde çok kullanılan lâfızlardan biridir. Onun, "uyluklarını hareket ettirmek" manasından iştikak ettiği iddiası, rivayet ehli (dilciler) arasında pek bilinmeyen bir açıklama tarzıdır. Eğer, salât kelimesinin manasının, aslında (Zamahşerı'nin) zikrettiği gibi olup, sonra bu mananın, ancak birkaç kişi tarafından bilinebilecek kadar gizli ve silik kaldığının söylenmesini caiz görürsek, bu durum diğer lâfızlarda da caiz olur. Eğer bunu caiz görürsek, bu lâfızların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, başka manalar için icat edilmiş olduğu, bu lâfızlardan Allah'ın muradının bu manalar olduğu; ne var ki bu manaların, salât lâfzında olduğu gibi, zamanımızda gizli kalıp silik bir hale gelmiş olabileceği ihtimallerinden ötürü, bu lâfızlardan Allah'ın muradının, şu anda anladığımız manalar olduğunu söylememiz mümkün olmaz. Müslümanların icmâı ile bu batıl olunca, Keşşaf sahibinin söylediği bu iştikakın (türetişin) merdûd ve batıl olduğunu anlarız.

ikinci konu: Namaz dinî bir tabir olarak, başlangıcı "tahrîm" (iftitah tekbiri), sonu "tahlil" (selâm) olan ve birbirini takip eden hususî birtakım fiillerden ibarettir. Bu isim, farz ve nafile namazların hepsi için kullanılır Ancak bu ayetteki "salât" lâfzından maksat, farz olan namazdır. Çünkü, kurtuluşun kendisiyle tahakkuk ettiği namaz, farz olan namazdır.

Bir de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bedevî bir Araba, farz olan namazın niteliklerini izah ettiğinde, o bedevî, "Allah'a yemin ederim ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Eğer sözünde durursa, kurtuldu." Buhârî. savm. 1 (2, 225). buyurmuştur.

Rızık

Arabça'da "rızık", pay ve hisse demektir. Cenâb-ı Hakk "Sizi rızkımızla, şükredeceğimiz yerde, onu vereni mi yalanlıyorsunuz?" (Vakıa, 82) buyurur Yani, bu şeydeki nasibinize: "Hazz" lâfzı kişinin nasîbi olup, başkasına değil, sadece ona mahsus olan şey demektir. Bazı ulemâ ise, "rızk"yenilen veya 'kullanılan her şeydir, demişlerdir ki, bu bâtıldır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bize rızık olarak verdiği şeylerden infakta bulunmamızı emrederek, "Ve, size verdiğimiz rızıklardan infak ediniz" (Münâfıkûn, 10) buyurmuştur. Şayet "rızık", yenilen şey olsaydı, onu harcamak mümkün olmazdı. Diğerleri ise, "rızık", malik olunan şeydir demişlerdir ki, bu da yanlıştır. Çünkü, insan bazen: "Allahım, bana rızık olarak sâlih bir çocuk, sâliha bir zevce ver" diye dua eder de, fakat o ne böyle bir çocuğa, ne de böyle bir hanıma mâlik olamaz. Yine kişi, "Ey Allahım! Bana rızık olarak, kendisiyle yaşayacağım bir akıl ver" der; halbuki akıl bir mülk değildir Ve yine, hayvanların rızıkları vardır, fakat mülkleri yoktur.

Din ıstılahında "rızk"ın manasına gelince, ulemâ bunda ihtilâf etmiştir. Ebû'l-Hüseyin el-Basrî, "rızık", Cenâb-ı Allah'ın bir canlıya bir şeyden faydalanma imkânı verip, başkalarının, onun o şeyden faydalanmasına mânı olmalarını engellemesidir. Biz, "Cenâb-ı Allah, bize rızık olarak mallar verdi" dediğimiz zaman, bunun manası, "O, o mallardan bize istifade imkânı verdi" demektir. Biz, Cenâb-ı Allah'tan bizi bir mal ile rızıklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o malı sadece bize tahsis etmesini, bir hayvanı rıziklandırmasını istediğimiz zaman, bununla o rızkı, sadece, o hayvana tahsis etmesini kastediyoruz. Cenâb-ı Hakk, o hayvana o Haktan faycalanma imkânı verip, hiç kimse o hayvanın o rızıktan faydalanmasına mâni olmadığı zaman, ancak o rızık ve o hayvana has olmuş olur.

Mu'tezile, rızkı bu manada anladıkları için, haram rızık olmaz demişlerdir. Biz ise, haram rızık olur diyoruz. Arkadaşlarımız, buna iki yönden delil getirirler

1) Lügat ıtirabıyla "rızk"; beyan ettiğimiz gibi, pay ve nasîp demektir. Haram dan faydalanan kimse için bu haram, onun nasibi ve payıdır. Bu sebeple haramın, onun rızkı olması gerekir.

2) Cenâb-ı Hakk, "Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın " (Hud, 6) buyurmuştur. Adam, ömür boyu yaşar, çatıp çırpmasından başka hiç bir şey yemez. Bu sebeble de, ömür boyu kendi rızkından hiçbir şey yemedi denilmesi gerekiri... Mutezile'ye gelince onlar Kitap, sünnet ve mana ile ıhticâc etmişlerdir.

Kitaptan olan delilleri ise şunlardır:

1) Cenâb-ı Hakk, "Onlara rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" (Bakara 3) buyurarak, müminleri, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu rızıktan infak ettikleri için, medhetmiştir. Şayet haram rızık olsaydı, onlar haramdan infak ettikleri zaman, medhe ve övgüye hak kazanmiş olmaları gerekirdi ki, bu da ittifakla geçersizdir.

2) Şayet haram şey rızık olsaydı, gasbeden kimsenin, gasbetlığı şeyden, Cenâb-ı Hakk'ın: "Ve size rızık olarak verdiklerimizden infak ediniz" (Münâfikûn, 10) ayetinden dolayı, infak etmesi caiz olurdu Halbuki müslümanlar gasbeden kimsenin gasbettiği şeyden infak etmesinin caiz olmadığında, tam aksıneonu sahibine vermesinin vâcib olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu da, haramın rızık olmadığına delâlet eder

3) Cenâb-ı Hakk'ın "De ki: Allah'ın size indirip de, sizin bir kısmını haranı bir kısmını da helâl yaptığınız (saydığınız) rızık hakkında ne dersiniz? Söyleyin bakalım.' De ki: Yoksa Allah mı size izin verdi?" (Yûnus 59) ayetidir Böylece Cenâb-ı Hakk, Allah'ın rızkını haram kılan kimsenin. Allah'a iftira etmiş olduğunu açıklamıştır. Bu sebeble, haramın rızık olmadığı ortaya çıkmış .olur.

Sünnette;; delillerine gelince. Ebu'l-Huseyin'in, Kıtâbul-Gurer'de Safvân b. Umeyye'den rivayet ettiği hadistir Safvân b. Umeyye şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber'ın yanında idik. Tam o sırada, O'na. Amr b. Gurre gelerek, Ona, "Ey Allah'ın Resulü, Allah bana, şakaveti takdir etti. Bu sebebie, elımlo defimi çalmaktan başka bir rızık kapısı göremiyorum; binaenaleyh bana, ahlâksızlık telkin etmediği sürece, şarkı söylemem konusunda izin ver" deyince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sana ne izin, ne ikram, ne de nimet vardır. Ey Allah'ın düşmanı, yalan söyledin. Şüphesiz ki Allah sana, güzel rızıklar verdi, ama sen, Allah'ın sana helâl olarak verdiği rızkın yerine, sana haram kıldığı rızkını tercih ettin. Şayet, bu söylediğinden başka bir şey söylersen, senin canım vakarım " der.

Mana itibariyle (aklî yönden) delillerine gelince, Cenâb-ı Hak, mükellefi, haramdan faydalanmaktan men etti. Başkasına da, onun haramdan istifade etmekten tnen etmesini, emretti. Bir şeyi almaktan ve ondan istifade etmekten men olunan kimseye, "O şey onun rızkıdır" denilemez. Görmüyor musun ki, "Hükümdar askerlerini, almalarım menettiği mal ile rızıklandırmıştır, demlemez. Bunun yerine şöyle denilebilir- Hükümdar, ordusunu, almalarına imkân vererek, onları ondan menetmeyip ve ayrıca başkalarına da, mâni olmalarını emretmediği bir maldan rızıklandırmıştır.

Taraftarlarımız, Mutezilemin ayetlerle getirmiş oldukları delillere, şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Her ne kadar haram ve helâl rızık Allah'dan ise de, ne var ki O'nun hakkında, "Ey sonradan olanların, Arşın ve Kürsî'nin yaratıcısı' denilir de, "Ey köpeklerin, domuzların yaratıcısı" denilmez. Ve, Cenâb-ı Hakk, "Kendisinden. Allah'ın kullarının içtiği bir pınar" (insan, 6) buyurur. Her ne kadar kâfirler de O'nun kulu iseler de, Cenâb-ı Allah, bu ayette, "kul" ismini muttakî kimselere tahsis etmiştir. Burada böyledir: Her ne kadar haram da rızık ise, Cenâb-ı Hakk "rızık" ismini bir şeref olarak sadece helâl olana vermiştir. Mutezilenin, mezkur haberi delil getirmelerine karşı, arkadaşlarımız, bu hadisin bizim için delil olduğunu söylemişlerdir Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sen, Allah'ın sana haram kıldığı rızkını tercih ettin" sözü, haram olan şeyin de rızık olduğu hususunda açık bir ifadedir, Mana bakımından (akli bakımından) getirdikleri delile de, "Bu mesele sırf dil ile ilgilidir. Bu ilgi de. 'Haram, rızık olarak adlandırılabilir mı, adlandınlamaz mı? lâfızlarda aklî delillere yer yoktur?" diyerek cevap vermişlerdir. En iyi Allah bilir.

İnfak

Aslında "infak", malı elden çıkarmaktır. Bu da bir malın müşterisi çoğaldığı zaman, bu hali ifade için söylenen " (Mal iyice tükendi) cümlesinden, ve hayvan ölüp canı çıktığında söylenen (Hayvan tükendi) cümlesi bu manadadır Köstebek yuvasına da, köstebek oradan çıktığı için denilir. Cenâb-ı Allah'ın "Yeryüzünde bir tünel araman" (En'am. 35) ayetindeki (......) kelimesi de aynı köktendir.

Onuncu Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Rızık olarak size verdiklerimizden bir kısmını infak ederler"(Bakara, 3) ayetinde birçok faydalar vardır.

Birincisi: Cenâb-ı Hakk, onları israftan ve yasaklanan saçıp savurmadan korumak ve alıkoymak için bu ifadenin başına da ba'ziyyet (bir kısmı) ifade eden (......) harf-i cerrini getirmiştir.

İkincisi: Ehemmiyetli olduğunu göstersin diye, mefulu fiilden önce getirmiştir. Sanki, bu ifade ile, Cenâb-ı Allah, "Onlar, mallarının bir kısmını tasadduk etmek için ayırırlar" demiştir,

Üçüncüsü: Ayette bahsedilen, "infak" lâfzına farz olan da mendub olan da dâhildir.

Farz olan infak birkaç çeşittir. Birisi, zekâttır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "(O biriktirdiği malları) Allah yolunda infak etmez (harcamazlar) " (Tevbe, 34) şeklinde Kenz ayetinde ifade ettiği husustur.

İkincisi, kişinin hem kendisine hem bakmakla yükümlü olduğu kimselere yaptığı harcamalardır.

Üçüncüsü. Allah yolunda cihad etmek için harcamaktır. Mendûb olan harcamalara gelince, buna da infak denir Çünkü Cenâb-ı Hakk,

"Sizden birine ölüm gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden harcayınız" (Munâfikün. 10) Allahü teâlâ, buradaki infâk ile, bu ayetin devamında bulunan

"Tasaddukta bulunup da ben de sâlih kimselerden olsaydım." (Münafıkûn, 10) sözünden dolayı, sadakayı kastetmiştir. Buna göre bütün bu harcamalar, bu ayetin muhtevasına girer Çünkü bunların hepsi, övgüyü haketmenin sebebidir.

3 ﴿