4

"Onlar sana indirilene de, senden evvel indirilene de inanırlar; Ahirete ise şüphesiz bir iman ile inanırlar .

Cenâb-ı Hakk'ın; "Onlar gayba iman ederler" (Bakara. 3) sözü, daha önce ister Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i İsa'ya inanmış olsun isterse inanmış olmasın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik eden herkesi içine alan umumî bir ifadedir. Amm lâfzın, tahsis edildiği şeylerden bir kısmına delâlet, has lâfzın aynı kısma delâlet etmesinden daha zayıftır. Çünkü Âmm lâfzın tahsise ihtimali vardır, has lâfızda ise böyle bir ihtimal söz konusu değildir. Bu Bakara Sûresi medenî olup, Cenâb-ı Hakk bütün Müslümanları "(Bu Kuran), müttakîler için bir hidayet rehberidir. Onlar gayba iman ederler." (Bakara. 3) diyerek şereflendirince, bunun peşine, Abdullah b. Selâm (radıyallahü anh) ve benzerleri gibi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman eden ehl-i kitabı (yahudı ve hristiyanları) diyerek zikretmiştir. Çünkü bunları bilhassa zikretmek, "Kim, Allah'a, meleklerine. Peygamberlerine, (bilhassa melekler içinde) Cebrail'e ve Mîkail'e düşman olursa.." (Bakara, 98) ayetinde olduğu gibi. bu zatlar için büyük bir şeref vardır Sonra Abdullah b. Selam (radıyallahü anh) ve benzerlerinin bu şerefe bilhassa layık kılınmaları, bu durumda olanları İslama teşvik etmek içindir. Umumî bir ifâdeden sonra, husûsî bir ifadenin yer almasındaki sebeb işte budur.

Sonra biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar sana indirilene (Kur'ân'a) iman ederler"(Bakara, 4) ayetinde birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"İman" lâfzının harfi cerri ile, müteaddi olarak kullanılması durumunda "tasdîk etmek" manasına geldiğinde, ehl-i sünnet ile Mutezile arasında bir ihtilâf yoktur Buna göre. meselâ, biz (Falan, şuna iman etti) dediğimizde, bu ifadeden maksat "o kimsenin o şeyi tasdîk etmesi"dir, yoksa bu ifadeden, o kimsenin oruç tutması ve namaz kılması anlaşılmaz. Bu sebeble, ayetteki "iman" lâfzından maksat, ittifakla, tasdîk manasıdır. Ancak, bu "tasdîk" manası ile birlikte, marıfetullahın da bulunması gerekir Çünkü burada iman, medh-ü sena makamında zikredilmiştir. İçinde bir şüphe bulunmakla birlikte "tasdîk" eden kimsenin yalan söylemiş olma ihtimali de vardır Bu durumda da medh'den çok zemmedılmeye lâyık olur.

Ikinci Mesele

Vahyin indirilmesinden, Kur'ân'ın inzalinden, tenzîlinden ve Cebril ile indirilmesinden maksat şudur Cebrâil (aleyhisselâm) semâda Allahü teâlâ'nın sözünü dinledi ve onu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdi. Bu durum tıpkı şunu demek gibidir. Hükümdarın emri sarayından inip geldi. Halbuki emrin kendisi inmez, ancak hükümdarlardan emri dinleyip alan kimse iner ve onu aşağıdakilere iletir Hükümdarın sözü kendisinden ayrılmaz. Ancak dinleyen kimse, onu kendi kelimeleri ile insanlara iletir, Yine, bir kimse bir yerde bir şey duyup, onu başka bir yerde anlattığı zaman "Falan, sözü naklediyor" denilir. Şayet, "Allah'ın kelâmı, size göre, harflerden ve seslerden meydana gelmemiştir O halde Cebrail (aleyhisselâm) Allah'ın kelâmını nasıl dinlemiştir?" denilirse, biz deriz ki. Allah'ın, Cebrail (aleyhisselâm)'da kelâm-ı ilâhiyi dinleme kabiliyeti yaratıp, bu kadim kelâmı kendisi ile ifade edebileceği bir söze onu muktedir kılması muhtemeldir. Yine, Allah'ın, Levh-i Mahfuz'da bu hususî Kur'ân nazmına delâlet eden bir yazı yaratması, böylece de Cebrail (aleyhisselâm)'ın onu okuyup ezberlemesi de ihtimal dahilindedir. Allahü teâlâ'nın bu hususî Kurân'a nazmını, hususi bir cisimae kesik kesik sesler halinde yaratması ve Cebrail (aleyhisselâm)'ın onu tamamıyla alması; Cebrail (aleyhisselâm)'da da bunun, o kelâm-ı kadîmin manasına ileten ibareler olduğuna dair kesin bir bilgi yaratması caizdir.

Üçüncü Mesele

"Onlar sana indirilene iman ederler" ayetindeki iman farzdır. Çünkü Cenâb-ı Allah bu ayetin peşisıra "İşte bunlar, felaha erenlerdir" buyurmuş ve böylece, kendisinde bu iman bulunmayan kimsenin kurtuluşa erenlerden olmaması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu imanın gerekli olduğu sabit olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilen Kur'ân'ı, tafsilatlı bir şekilde bilmek gerekir Çünkü kişiye, Allah'ın kendisine hem ilim hem de amel bakımından farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi, ancak onun bunları etraflı olarak bitmesiyle mümkün olur. Zira insan, bunları tafsilatlı olarak bilemezse, yerine getiremez. Fakat böyle bir ilim elde etmek farz-ı kıfâyedir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen şer'î hükümleri etraflı olarak öğrenmek herkese farz değildir. Cenâb-ı Hakk'ın "Senden önce indirilenlere de fmamrlar)." sözünden maksad ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den önceki peygamberlere indirilen ilâhî kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî olarak iman etmek farzdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, şu anda bizi o eski kıtaplardaki hükümlerle sorumlu tutmamıştır. Binaenaleyh onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekmez. Ne var ki onlara dair bir tafsilat elde ettiğimizde bu tafsilata da iman etmemiz gerekir.

Ahirete Iman

Cenâb-ı Allah'ın "Onlar Ahirete de yakîn bir iman ile inanırlar" ayetine gelince, bunda da bir kaç mesele vardır

Birinci mesele: "Ahiret" (sonraki) lâfzı, (Sonraki yurt) terkibindeki (......) kelimesinin sıfatıdır Dünya hayatından sonra geldiği için ahirete 'Ahiret" denilmiştir, Ahiret hayatından değeri daha düşük olduğu için, dünyaya "dünya' (alçak, âdî) denmiştir.

İkinci mesele: "Yakîn", insanın bir şey hakkında şüphe etmesinden sonra, onu iyice bitmesidir. Bu sebeble, herhangi bir insanın, "var olduğumu yakiner. bildim, gökyüzünün üzerimde olduğunu yakînen bildim, " demesi doğru değildir. Çünkü bunları bilmek kapalı bir şey değildir. "Yakîn" lâfzı, ister zarurî, isterse istidlâlî olsun, işler hakkında meydana çıkan ilmi ifade etmek için kullanılır. Buna göre, bir kimse, maksadın: zarurî olarak bilse dahi "bu söz ile neyi kastettiğimi yakînen biliyorum" diyebilir. Keza kesbî bir ilimle buse de "İlâhın tek olduğunu yakinî olarak bildim" diyebilir. Bu sebeble Allahü teâlâ, "eşyayı yakînî olarak bilen" diye vasıflanamaz.

Üçüncü mesele: Cenâb-ı Allah, müminleri, ahirete yakinî bir imanla inanmış olmakla medhetmiştir Malumdur ki kişi, sadece ahiretin varlığına yakinî olarak inanmakla övülmez. Daha doğrusu kişi övgüye ancak ahiretin varlığı ile birlikte onda meydana gelecek hesaba, suale, müminlerin cennete: kâfirlerin de cehenneme gırdirileceklerine yakînen inanmakla müstehak olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Allah'ın yaratmasını görüp durduğu halde. Allah'ın varlığından şüphe eden kimseye çok şaşarım; ilk yaratılmayı bildiği halde (kıyametin kopmasından sonraki) dirilmeyi inkâr edene şaşarım; her gün ve gece ölüyor ve tekrar diriliyorken -yani uyuyup tekrar uyanıyorken- ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve haşn inkâr edene şaşarım. Cennete ve oradaki nimetlere inandığı halde, (sadece) aldanış yurdu olan bu dünya için koşuşturana şaşanm ve başlangıcının atılmış bir damla meni, sonunun da tiksindirici bir leş olduğunu bildiği halde kibirlenen ve övünen kimseye şaşarım."

4 ﴿