5İşte bunlar, Rabblerinden olan bir hidayet üzeredirler ve işte onlar, kurtulmuşların taa kendileridirler" . Bil ki bu ayette birçok mesele vardır. Birinci mesele: Bu ayetin öncesiyle alâkasında üç vecih vardır: Birinci vecih: "ayetinin mübteda kabul edilmesidir. Bu böyledir, çünkü, denilip, Kur'ân'ın sırf müttakîlere hidayet rehberi olduğu söylenince, birisi "Kur'ân'ın sadece muttakîlere hidayet rehberi olmasının sebebi nedir?" diyerek sorduğunda, den itibaren " kadar olan kısım, bu sorunun cevabı olur. Sanki bununla şöyle cevab verilmektedir: "İmanla, namaz kılmayla, zekât vermeyle ve kurtuluşa erme ile meşgul olan kimsenin mutlaka Rabbisi tarafından olan bir hidayet üzere bulunması gerekir." İkinci vecih: "ayetini mübteda saymayıp, "müttakîn" sözünün sıfatı saymaktır. Bu durumda "kısmı mübteda sayılır Bununla, sanki şöyle denmektedir: Bu sıîata sahib olan kimselerin, hidayete tahsis edilmiş olmalarındaki sebeb nedir? denilirse, "Diğer insanların değil de, bu sıfatları taşıyan kimselerin hem dünya hem ahirette hidayete ve felaha ermeleri tuhaf görülmemeli." diye cevap verilir Üçüncü vecih: Birincinin "müttakîr'ın sıfatı olması, ikinci" "nin ise mübteda olarak merfu kılınıp, " cümlesinin de bunun haberi olmasıdır Bu duruma göre maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine iman etmedikleri halde kendilerinin hidayet uzre olduklarını sanan ve Allah katında kurtuluşa nail olacak kimselerin kendileri olduklarını uman Ehl-i Kitaba bir tariz olmak üzere, kurtuluş ve hidayet üzere olmayı Ehl-i Kitabtan Hazret-i Peygamber'ın nübüvvetine inananlara tahsis etmektir. İkinci mesele: (......) sözündeki harf-ı cernnın ifade ettiği '"istilâ" (bir şeyin üstünde olmak, hakimiyet) nin manası, durumları, bir şeyin üzerine çıkıp ona binen kimsenin durumuna benzetilmek suretiyle onların hidayeti elde ettiklerini ve onda karar kıldıklarını beyan etmedir. "Falanca hak üzeredir" veya" "Falanca batıl üzeredir" sözleri buna benzer. Araplar bu manayı "Sapıklığı binek edindi ve cehaletin üzerine bindi" diye açıkça ifade etmişlerdir. Müminlerin hidayet üzere olduklarına dair sözün hakikati, onların ellilin gereğine sımsıkı sarılmalarıdır. Çünkü bir delile sımsıkı sarılan kimseye, buna devam etmesi ve bunu hertürlü tan ile şüpheden koruması gerekir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, onları önce Hazret-i Peygambere indirilmiş olana iman etmeleri ile medhetmiş, sonra da onları, bunda sebat edip onu her türlü şüpheden korumaya devam etmiş olmakla övmüştür. Zaten mükellefin yapması gereken de budur. Çünkü mükellef kişi, dininde sebatlı, dikkatli ve titiz olursa, kendini ilminde ve amelinde mutlaka muhasebe edip bunlardaki durumunu iyice düşünmesi gerekir. Bu kimse kendisini dini ihlâl etmekten muhafaza ederse, işte o zaman bir hidayet ve hak (gerçek) üzerinde olmakla medh-ü sena edilir. Ayette (......) kelimesi, künhüne ulaşılamayacak ve kıymeti takdir edilemeyecek türden bir kapalılık ifade etsin diye nekire olarak gelmiştir. Nitekim Araplar, "Falancayı görmüş olsaydın, gözün bir adam görmüş olurdu" derler Avn b. Abdullah şöyle demiştir; Allah'ın hidayeti pek çoktur. Onu ancak görmesini bilen görür. Onunla ancak pek az kimse amel eder. Görmüyor musun? Gökyüzündeki yıldızları basiret sahibleri görür ve onlarla sadece âlimler yollarını bulur." Üçüncü mesele: " kelimesinin tekrar edilmesi, hidayetin sadece onlara tahsis edilmiş olduğu gibi, kurtuluşun da sırf onlara tahsis edilmiş olduğuna dikkat çekmek içindir. Çünkü onlar, bu iki özellik ile başka insanlardan ayrılmışlardır. Eğer, "Burada, bu tekrar atıf ile gelmiştir. Halbuki; "İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerin kendileridirler" (Araf. 179) ayetinde (......) kelimesinin tekrarı atıfsız gelmiştir. "Bu ikisi arasındaki fark nedir" denilirse, deriz ki: Burada (Bakara, 5) iki haber birbirinden farklıdır. Bu sebeble atıf harfi gelmiştir. Araf süresindeki ayetteki iki haber böyle değildir. Zira bunlar manaca aynı sayılır Çünkü onların gafil olduklarını söylemek ve onları hayvanlara benzetmek aynı şeydir. Böylece ikinci cümle, birincinin manasını tekid etmiştir. Bu sebeble atıf yapılmaz. Dördüncü mesele: Ayetteki zamiri, zamir-i fasıldır. Bunun iki faydası vardır. Birincisi: Kendisinden sonra gelenin sıfat değil de haber olduğunu göstermektir. İkincisi, haberdeki hükmü mübtedaya tahsis etmektir. Çünkü sen, "İnsan güler" dediğinde, bu gülme vasfının sadece insanlara has olduğunu ifade etmez. Ama "Sadece insan güler" dersen bu, gülme vasfının insanlara has olduğunu ifade eder. Beşinci mesele:" lâfzının marife olmasının manası, ahirette felaha erecekleri bilgisi sana ulaşan insanların, ancak muttakîler olduğuna delâlet etmektir. Bu şuna benzer: Memleketin halkından bir kimsenin tevbe ettiği haberi sana ulaşıp da onun kim olduğunu sorduğunda sana, "Tevbe eden Zeyd'dir" denilir. Yani, "Zeyd, tevbe ettiği sana bildirilen kimsedir" demektir. Veya bu marifeliğin manası, eğer felah sıfatı meydana gelirse, bu kimselerin ancak işte bu muttakîler olduğuna delâlet etmektir. Nitekim sen arkadaşına şöyle defan: "Sen arslanı ve onun yaratılışındaki atılganlığı biliyor musun? İşte aynen odur." Altıncı mesele: "Müflih", gayesine ulaşmış olan kimsedir. Sanki ona birçok zafer kapılan açılmış ve hiç kapanmamıştır. "Müfli" kelimesi de aynı manadadır. terkibi yarma ve açma manasına gelmektedir, işte bunun için çiftçiye "fellah", alt dudağı yarık olan kimseye de ismi verilmiştir. Şöyle bir darb-ı mesel vardır: "Demir demir ile yarılır." Euna göre ayetin manası şudur: Cenab-ı Hakk onları, ilmen ve amelen yapmaları gereken şeyleri yerine getirmiş olmakla vasfedince, daha sonra bunun neticesini beyan etmiştir ki: Bu da, hiç bir şaibesi olmayan, bir ikram ve tazim olarak verilen ebedî nimetten İbaret elan gayeyi elde etmektir. Çünkü ibadetlerle elde edilmek istenen sevap budur Yedinci mesele: Bu ayetlere Va'îdiyye bir yönden, Mürcıe ise bir başka yönden yapışmaktadır. Va'îdiyye iki cihetten du ayetlere sarılır: Birincisi: Allah'ın sözü hasr ifade eder. O halde namazını ve zekâtını ihlâl etmiş kimselerin müflihler (kurtuluşa erenlerden) olmaması gerekir. Bu ise, namazını ve zekâtını terkeden kimseye, ilâh bir tehdidin varolduğuna dair kesin bir hüküm ifade eder. İkincisi: Hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın, o hükmün illeti olmasını hissettirir. Bu sebeble felahın sebebinin, iman, namaz ve zekât fiilleri olması gerekir. Bu tür fiilleri yapmayan kimseler için kurtuluş sebebi meydana gelmiş olmaz, binaenaleyh onlar felaha eremezler. Mürcie ise ayetlerden şöyle delil getirmişlerdir: Allah, ayetlerde bahsedilen sıfatlara sahib olan kimselerin telâna ereceklerine hükmetmiştir. Bu sebeble, bu vasıflarla nitelenmiş kimselerin, zina etse de, hırsızlık etse de, içki içse de, kurtuluşa (felaha) ermeleri gerekir. Böyle olan kimseler hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın affı tahakkuk edince, bunların dışında kalan kimseler hakkında da zarurî olarak bu af gerçekleşir. Çünkü hiç kimse bu ikisi arasında fark olduğunu söylememiştir Bunlara ilk önce şöyle cevap verilebilir: Getirilen bu iki delilden her bin diğeri ile çatışır. Böylece her iki tarafın delili de ortadan kalkar. Bu genel cevabın yanı sıra Va'îdiyye'nin ilk görüşüne şöyle cevap veririz: Allahü teâlâ'nın sözü onların kurtuluş bakımından kâmil olduklarına delâlet eder. Buna göre, büyük günah işleyen kimsenin, kurtuluş bakımından kâmil olmaması gerekir. Bu gerekçe ile deriz ki, azabtan kurtulduğu kesin olmadığı halde, hatta azabtan korkması gerekirken, o felah (kurtuluş) bakımından nasıl kâmil olabilir? Va'îdiyye'nin ikinci görüşüne cevabımız şudur: Sebeb'erden birinin bulunmaması, neticenin olmamasını gerektirmez. Bize gere Allah'ın aff: da kurtuluş sebeblerinden birisidir. Mürcie'nin görüşüne cevabımız şudur- Müminlerin "takva" sıfatı ile nitelenmesi, sevabı elde etmeleri için kâfidir. Çünkü takva, günahlardan ve farz ibadetleri terkten sakınmayı ifade etmektedir. En iyi Allah bilir |
﴾ 5 ﴿