6

"Şurası kesin ki. İnkâr edenleri inzar etsen de etmesen de farketmez. Onlar iman etmezler" .

Bu ayette nahiv ve usûl bakımından bazı meseller vardır. Allah dilerse, biz bunları anlatacağız. ye gelince, bunda bazı meseleler vardır.

“Inne” Edatı Hakkında

“İnne” harftir. Harflerinse, amel hususunda asıl vasıfları yoktur. Fakat bu harfler, hem şekil hem mana bakımından fiile çok benzerler. Bu benzerlik, bu harflerin "âmil" olmalarını gerektirir. Bu hususta, bir kaç mukaddime yapmak gerekiyor.

Birinci mukaddime: Bu benzerliği izah hususundadır. Bu benzerlik hem lâfızda hem de manada bulunmaktadır. Lâfzî benzerlik, bu harfler üç harften meydana gelmiş, sonları fethalı olmuş ve fıiller gibi isimlerle birlikte kullanılmışlardır. Bunlara, meselâ, gibi vikaye nûnu da bitişir. Bu nûn, fiillerde de görülmektedir. Meselâ "Bana verdi', "Bana ikram etti" fiillerinde olduğu gibi. Mana bakımından benzerliğe gelince, bu harfler, isimde meydana gelen bir anlam ifade ederler ki, bu anlam o ismin, haberiyle nitelenmesinin tekid edilmiş olmasıdır. Nitekim sen, "Zeyd kalktı" dediğin zaman, burdaki sözü, -simde bir mananın meydana gelmiş olduğunu ifade eder

İkinci mukaddime: Bu harfler, lâfız ve mana bakımından fiillere benzeyince, bunların amel bakımından da fiile benzemeleri gerekir. Bunun böyle olması, dilimizde çokça kullanılmasına binaen açıktır.

Üçüncü mukaddime: Bu harfler, neden ismini "nasb", haberini "ref" etmişlerdir? Bunun izahı şudur: Bu harfler âmil olunca, bu durumda ya mübteda ve haberi beraberce her ikisini ref edecek, veya her ikisini nasbedecek, ya da mübtedâyı ref, haberi nasb, veyahut da aksine mübtedâyı nasb, haberi ref edeceklerdir. Birinci durum, geçersizdir; çünkü mübtedâ ve habere gelmezden önce de. mübtedâ ve haber merfû idiler. Şayet, kendilerine " geldikten sonra da, aynı hâl üzere kalsalardı, kesinlikle bir eseri ortaya çıkamazdı. Bir de, bu harfler fiilen anneli gibi amel edince, bilinmektedir ki, fiil iki ismi birden ref edemez. Bu sebeble, ikisi arasındaki ortaklığın ve müşterekliğin manası olmaz. Ayrıca fer olan bir şey asıldan, yani fiilden daha güçlü olamaz. İkinci konu da, birincisi gibi geçersizdir. Çünkü bu da, fiilin ameline muhalif bir şeydir. Çünkü fiil, ref ettiği faili olmadan, herhangi bir şeyi nasb edemez. Üçüncü kısım da, geçersizdir. Buhususda, "asl"(fiil)ile "fer, (harf, ), müsavîtutmaya götürür. Çünkü fiilin, faildeki ameli önce "ref" ile, sonra da mefuldeki ameli de "nasb" iledir. Şayet harfler de, bu şekilde kılınacak olsa, o zaman "asi" ile "fer" müsavî olmuş olurdu. Bu üç kısım geçersiz olunca, geriye dördüncü kısım kalmış olur ki, bu da, bu harflerin isimlerini nasb, haberlerini ref etme durumlarıdır. Bu da, bu harflerin amelde asıl değil, fer olduklarına dikkat çeker Çünkü fiil konusunda, mansûb olanın merfûdan önce getirilmesi, asl olan şeyden dönmektir. Böylece bu da, burada bu harflerin amelinin aslî bir yolla değil, arızî bir yolla bulunduğuna delâlet eder.

Ikinci Mesele

Basralılar bu harfin, ismini "nasb", haberini de "ref" ettiğini söylerler. Kûfeliler ise, bu harfin haberi ref etme hususunda bir tesirinin olmadığını, tam aksine haberin, daha önce hangi şeyle merfû idiyse, o şeyle merfû olduğunu söylerler.

Basralıların delili şudur: Bu harfler, yukarda da izah edildiği üzere, fiile tam olarak benzemektedirler. Fiilin, hem ref ettiğinde, hem de nasb ettiğinde tesiri vardır. Bu sebeble bu harflerin de, böyle olmaları gerekir. Kûfelilerin delili ise, iki yönlüdür.

Birinci vecih: Haberiyyet (haber olunan) manası, mübtedânın haberinde devam etmektir. O halde, ref'i gerektirmeye, haberiyyet manası daha lâyıktır. Bu sebeble, o haberi ("inne"nin haberi), haber olma manası ref etmiştir. Haberiyyet ref edince, o kelimenin, bu harfler sebebiyle merfû olması imkansızlaşır. Burada üç mukaddime vardır.

Birincisi: "Haber olma durumu devam ediyor" sözümüzdür. Bunun böyle olduğu açıktır. Çünkü haberiyyetten kastedilen, haberin mübtedaya isnat edilmiş olmasıdır. Buna dahil olduktan sonra da, bu isnat durumu devam etmektedir

İkincisi: "Burada haber olma durumu, ref'i gerektirmiştir" sözümüz. Bu böyledir. Çünkü, haber olma durumu " dahil olmazdan önce ref'i gerektirmiştir. O halde, orada harfinin olmaması, merfû olmayı gerektiren şeyin bir parçası sayılamaz. Çünkü yok olan şey, illetin bir cüz'ü olmaya elverişli değildir. O halde, bu harfler geldikten sonra da, haberiyyet (haber olma durumu) ref'i gerektirmiş olur Çünkü, bir yerde, gerektiren şey (muktezî) tamamiyle bulunur da tesir edemezse, bu bir engelden dolayı böyle olmuş olur ki, bu manianın ortaya çıkması aslın hilâfına bir durum olur.

Üçüncüsü: "Haber olma durumu iktizâ (gerektirme)ya daha lâyıktır" sözümüzdür. Bunu iki yönden izah edebiliriz. Onun haber olması, zatı ile kaim hakikî bir niteliktir. Halbuki bu harf ise, yabancı ve ondan ayrıdır Ona muhalif olduğu gibi, ona bitişmemiştir de, , çünkü isim ikisinin arasını ayırmıştır

Haber, fiile hakikî ve manevî yönden benzer. Bu benzeme işi de, bu haberle fiilin her birinin başkasına isnat edilmeleridir Ama harf, fiile hakikî manevî vasıfla benzemez. Çünkü bu harfte isnat yoktur. O halde, haberin fiile benzemesi, harfin fiile benzemesinden daha güçlü olmuş olur. Bu sabit olunca, haber olan kelimenin fiile benzemesinden ötürü refi gerektirmesinin, harfin, fiile benzemesi sebebiyle refi gerektirmesinden daha evlâ olduğu ortaya çıkar.

Dördüncüsü: "Haber olma durumu ref' iktiza etmede daha güçlü olunca, (......)nin ref etmesi imkânsız görülür." Çünkü, bu harflere nisbetle, haber olma durumu daha evlâdır. Bu böyle olunca, bu harfler gelmezden önce de, haberin haber olduğuna hükmedilmektedir Bu harfler geldikten sonra, bundan dolayı, haber olan kelimeye "haberlik' hükmü verirsek bu hâsılı tahsil olur ki, bu imkânsızdır.

İkinci vecih: Sîbeveyh, harflerin amel bakımından asıl olmadığı görüşüne muvafakat etmiştir. O halde, bu harflere amel ettirmek delilin hilâfına hareket olmuş olur. Delilin hilâfına sabit olan şey ise, zaruret mikdarınca takdir edilir. Zaruret ise, bu harfleri tsimde amel ettirmekle yerini bulmuş olur; o halde bu harfleri haberde amel ettirmemek gerekir.

Üçüncü Mesele

Enbârî, feylezof Kindî'nin binekli olarak Müberrede gelerek şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben. Arapça'da bir fazlalık görüyorum. Mesela Araplar, "Abdullah ayaktadır" diyor sonra, "Muhakkak ki, Abdullah ayaktadır" diyor. Sonra da "muhakkak ki Abdullah ayaktadır" diyor. Bunun üzerine Müberred, "İş senin sandığın gibi değil, lâfızların değişmesiyle manalar da değişiyor" diyerek, sözünü şöyle sürdürür; "Onların demesi, Abdullah'ın ayakta olduğunu haber vermek içindir. demeleri, bir soru soran kimseye verilen cevaptır.sözleri ise. Abdullah'ın ayakta olduğunu inkâr eden kimseye verilen cevaptır." Abdulkâhir el-Cürrânî, Müberred'in "Bu cümleler, soru soran kimseye cevap vermek için bu şekilde kullanılır" sözünün doğru olduğuna, şöyle diyerek deliller getirmiştir: Arapların, "kasem'e cevap vaki olduğunda, mübteda ve haber cümlesini kullandıklarını görüyoruz. Meselâ, Allah'a yemin ederim ki, Zeyd gidiyor" gibi. Kur'an'dakı şu ayetler de buna delâlet etmektedir.

"Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki, size onun hakkında bir haber anlatacağım. Muhakkak ki Biz ona, yeryüzünde büyük bir güç vermiştik " (Kehf. 82 84),

"Sana onların kıssasını, gerçek bir şekilde anlatalım: Muhakkak kî onlar, Rablerine iman etmiş genç yiğitlerdi" (Kehf. 13);

"Eğer sana İsyan ederlerse, de ki ben, sizin yaptıklarınızdan muhakkak uzağım " (Şuarâ, 216).

"De ki, muhakkak ki ben, sizin Allah'tan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmekten nehyolundum" (Enam, 56) ve "Ve de ki, muhakkak ki, benim ben, apaçık uyarıcı olan" (Hicr 89) Kendilerinden, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygambere, mücadele ettikleri ve fikir yürüttükleri bazı hususlarda kâfirlere cevap vermeyi emrettiğini anladığımız ayetler de, bunlar gibidir.

"Firavun'a gidin ve deyin ki: Muhakkak ki, biz. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın elçisiyiz " (Şuara. 16).

"Ve Mûsâ dedi ki. Muhakkak ki ben. Âlemlerin Rabbi'nden görevlendirilen bir elçiyim." (Araf. 104) aynı şeye hüccettir. Sihirbazların kıssasında da şöyle gelmektedir;

"Muhakkak ki bizler, Rabbimize döneceğiz" (Araf. 125) Çünkü bu ayet Firavun'un, "Ben size izin vermeden, siz ona (Mûsâ) iman mı ettiniz" (Araf. 123) sözüne verilen bir cevaptır.

Abdulkâhir şöyle demiştir. Sözün gerçeği şudur: (......) harfi te'kîd içindir. Haber muhatabın, aksini zannetmediği bir durum olduğunda, (......)ye ihtiyaç duyulmaz. Ancak, dinleyen kimse aksini zannettiğinde, bu (......) harfine ihtiyaç hissedilir. Bu sebebten dolayı, haber, meydana gelmesi uzak görünen bir işle ilgili olduğu zaman, bu harfin getirilmesinin yerinde bir iş olduğunu görürsün.

Nitekim Ebû Nuvas şöyle demiştir "İnsanlardan ümidini kes; çünkü gönül zenginliğin, onlardan ümidini kesmededir."

Burada (......) kelimesinin getirilmesi yerinde bir iş olmuştur. Çünkü genel olarak insanlar nefislerini ümitsizliğe zorlamazlar. (......) sözünde, inkâr eden kimseye cevap olmak üzere (......)yi "lâm" ile beraber getirmen, yerinde bir şeydir Çünkü inkar edene söylenen sözde, sözü te'kîd etmeye ihtiyaç fazladır. Bu inkâr etme işinin dinleyiciler tarafından olması muhtemel olduğu gibi, orada bulunanlar tarafından da olması mümkündür. Bil ki bu harf (......) bazen de, konuşan kimsenin, meydana gelmesini hiç ummadığı şeyler meydana geldiği zaman da kullanılır. Meselâ, senin "Ben ona iyilik yapmıştım. Ama tuttu o bana kötülükle mukabele etti." demen böyledir. Böylece, sanki sen, onun hakkındaki zannını kabul etmiyor ve yanıldığını ortaya koyuyorsun Cenâb-ı Hakk'ın, Meryem'in annesinden nakl ederek "Dedi: Rabbim, muhakkak ki ben, onu bir kız olarak doğurdum. Oysa ki Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir" (Al-i İmrân, 36) buyurduğu bu ayet de buna delildir. Ve yine; Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın; 'Dedi ki: Rabbim, muhakkak ki kavmim beni yalanladı." (Şuarâ, 117) sözü de, böyledir.

Küfür Ve İnkar

Cenâb-ı Hakk'ın sözüne gelince, bunda birkaç mesele vardır.

Birinci mesele: Küfrün tarifi, kelâmcılara zor gelmiştir.

Bu husustaki sözün gerçeği şudur: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in taraftar olduğu ve söyleyip hükmettiği her şey; hakkındaki naklin sıhhati, ya zarurî olarak veya istidlalle, veyahutta haber-i vâhidle bilinir.

Birinci kısım: Hazret-i Peygamberin getirdiği zarurî olarak bilinen bütün bu şeylerde Onu tasdik eden herkes mümindir.

Bütün bu şeylerde onu tasdik etmeyen kimse, ya bunların tamamında veya bir kısmında O'nu tasdik etmemiştir ki. işte bu kimse kâfirdir Buna göre küfür. Hazret-i Peygamberin getirdiği zarurî olarak bilinen şeylerin, her hangi birinde O'nu tasdik etmemektir. Meselâ, Yaratıcının varlığını, veya O'nun âlım, kadir, muhtar (irâde ve ihtiyar sahibi) olduğunu veya O'nun tek, noksanlardan ve kusurlardan münezzeh olduğunu, veya Hazret-i Muhammedin nübüvvetini, veya Kur'ân-ı Kerîmin doğruluğunu, veyahutta, namazın, zekâtın, orucun ve haccm farz olması; faizin, içkinin haram olması gibi. Hazret-i Muhammed'in dini cümlesinden olduğunu kesin olarak bildiğimiz dinî ahkâmı inkâr eden kimse kâfir olur. Çünkü bu, Hazret-i Peygamberin dininden olduğu zarurî olarak bilinen şeylerde, Hazret-i Resulü terketmek demektir.

Fakat, Cenâb-ı Allah'ın ilmiyle âlim veya zatından dolayı âlim olması, Cenâb-ı Allah'ın görülüp görülemiyeceği, kulların amellerinin yaratıcısı olup olmadığı meseleleri gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininden olduğu delil ile bilinen, fakat iki görüşten biri hakkında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den katî tevatürle nakledilmemiş olan, ancak bu iki görüşten birinin sıhhati, diğerinin batıl olduğu istidlalle bilmen şeyleri, inkâr etmek veya onu tasdik etmemek, imanın mahiyetine dahil olmaz. Bu sebeble de. küfrü gerektırici olmaz. Bunun delili şudur: Şayet bunlardan birisi, imanın mahiyetinin bir cüzü...... olmuş olsaydı, Hazret-i Peygamberin, herhangi bir kimsenin bu meselelerde, hakkı bilip bilmediğini anlamasından sonra, onun mümin olduğuna hükmetmesi gerekirdi. Eğer iş böyle olsaydı, Hazret-i Peygamberin o mesele hakkındaki sözü, bütün ümmet arasında yayılır ve bu tevatürle nakledilmiş olurdu. Bu, bu şekilde nakledilmeyince. Hazret-i Peygamberin, iman mefhumunu bu meselelere bina etmediğine delâlet eder. Durum böyle olunca da, bunları bilmenin imandan olmaması, inkârının da küfrü icap ettirmemesi gerekir. Bu kaideden dolayı, bu ümmetten hiçkimse küfre nisbet edilmez. Biz de, te'vîl erbabını küfre nısbet etmeyiz. (Kâfir olduklarını söylem eyiz). Sadece âhad haberlerle sabit olan hususlara küfrü ve imanı dayandırmanın mümkün olamıyacağı aşikârdır. Küfrün mahiyeti hakkındaki sözümüz, işte bundan ibarettir.

Eğer, "sizin bu anlattıklarınız, aksi açıdan, gayr-i müslimlerin dinî alâmetlerini taşımak, zünnâr bağlamak ve benzeri şeyleri kullanmakla geçersiz hale gelir; çünkü, Hazret-i Peygamberin getirdiği zarurî olarak bilinen şeylerde O'nu tasdik etmemenin dışında, bunlar da bir başka küfürdür" denilirse, biz deriz ki, bütün bunlar hakikatte küfür değildir. Çünkü tasdik etmek ve etmemek batını bir şeydir; insanların ona muttali olmaları imkânsızdır Bu gibi şeylerde, hükmü batınî manalar üzerine bina etmemesi. İslâm dininin âdetindendir. Çünkü bu gibi şeyler muttali olunamaz. Din, bunlara birtakım zahirî alâmetler ve işaretler tayin eder de, bu açık olan emareleri, şer'î hükümlerin dayanağı yapar Gayr-i müslimlerin dinî alâmetlerini takmak ve zünnâr bağlamak, bu kabil şeylerdendir. Görünen şudur ki, Hazret-i Peygamberi tasdik eden kimse, böyle şeyleri yapmaz. Böyle şeyleri yaptığı zaman, bu onun peygamberi tasdik etmediğine delâlet eder. Şüphesiz din, hükümleri bu alâmetlere dayandırır, yoksa bunlar kendi başlarına küfür değildirler. Bu babta, özet olarak söylenen söz, işte bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.

İkinci mesele: Cenâb-ı Hakk'ın, “O inkâr edenler yok mu?.. İşte onlar..." (Bakara, 6) sözü, mazî sîgasıyla, onların küfürlerini haber vermektedir Mazî sîgasıyla bir şeyden haber vermek, kendisinden haber verilen şeyin, o haberden önce olmasını gerektirir. Bunu bu şekilde anladıysan deriz ki, Mutezile, Cenâb-ı Hakkın,

“O inkâr edenler yok mu?.. İşte onlar..." (Bakara, 6);

"Muhakkak ki, zikri Biz indirdik; Onun koruyucusu da Biziz" (Hicr. 9);

"Muhakkak ki, Biz onu Kadir gecesinde İndirdik" (Kadir, 1) ve "Muhakkak ki, Biz Nuh'u... gönderdik." (Nûh. 1) gibi ayetlerde, mazî sîgasıyla haber verdiği her şeyi, ister şu harfler ve sesler veya başka bir şey olsun, Allah'ın kelâmının muhdes (sonradan olma) olduğuna delil getirmişlerdir ve "çünkü bu şekilde haber vermek, ancak, kendisinden haber verilen şey önceden geçmiş, meydana gelmiş olursa doğru olur. Bir şeyin kadîm olandan, daha önce olması imkânsızdır Mazî sîgasıyla haber vermek. Allah'ın kelâmının kadîm olmasını imkânsız kılar; öyleyse bu kelâmın muhdes olması gerekir" demişlerdir.

Allah'ın kelâmının kadîm olduğunu söyleyenler, Mutezile'nin bu görüşüne iki yönden cevap vermişlerdir:

1) Cenâb-ı Hakk, ezelde bu âlemin meydana geleceğini biliyordu. Allah bu âlemi yaratınca, gelecekte âlemin yaratılacağına dair bu bilgisi, âlemin geçmişte yaratıldı, şeklindeki bilgiye dönüştü. Bu, Allah'ın ilminin hâdıs (sonradan olma) olmasını gerektirmez. Yine, "Cenâb-ı Allah'ın, ezelde vermiş olduğu haber, onların gelecekte kâfir olacaklarına dair haberdir. Onların küfürleri tahakkuk edince, bu haber, onlar kâfir oldular, şeklindeki bir habere dönüşür. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın haberinin sonradan meydana gelmesini gerektirmez.

2) Cenâb-ı Hakk, "Mescid-i Harama mutlaka gireceksiniz " (Fetih, 27) buyurmuştur

Müslümanlar (Mekke'nin fethiyle) Mescid-i Harama girince, ilk haber değişmeksizin, onların mescide girmiş oldukları haberine mutlaka dönüşür. Bunun böyle olması caiz olunca, aynı bizim meselemizde niçin caiz olmasın? Mutezile birinci suale önce şöyle cevap verdi: "Ebu'l-Hüseyn el-Basrî ve arkadaşlarına göre, malûmat değişince, ilim de değişir. Bu nasıl böyle olmasın, alemin mevcud olmadığına ve gelecekte var olacağına dair ilim, şayet âlem meydana geldiğinde de aynı kalsaydı, bu ilim değil, cehalet olur. Durum böyle olunca ilmin değişmesi gerekir. Buna göre de bu muâraza düşer, "

Onların ikinci suale cevapları da şöyledir: Cenâb-ı Allah'ın haberi ve kelâmı, hususî seslerdir. Buna göre (......) ayetinin manası, Cenâb-ı Hakk. mescide girmenizden önceki bir zamanda bu sözle konuşmuştur. Yoksa O, mescıcie girilmesinden sonra böyle söylemiş değüd;r. Üzerinde olduğumuz meselede bunun bir benzen şöyle demimesıdir; sözünü Cenâb-ı Halik, kâfirlerin kâfirlikleri meydana gelmeden önce değii sonra söylemiştir. Şu kadar var ki bu sözünün söylenmesi, bunun ezeli olmadığını bir itiraf olur. Bizim de söylemek istediğimiz budur. Cenâb-ı Hakk'ın kelâmının kadîm olduğunu söyleyenler şu şekilde onlara cevap vermişlerdir: Şayet malûmatın değişmesi ile (bilinen eşyadaki değişmelere göre) ilmin değiştiğini söylersek, o zaman bizim "Alem meydana gelecek" bilgisi ezelde (Allah için) var mı idi yok mu idî?" dememiz gerekir. Eğer böyle bir bilginin ezelde (Allah için) olmadığı söylenirse, bu açıkça (Allah'ın) -hâşâ- cahil olduğunu söylemek olur ki bu küfürdür. Eğer bu bilgi ezelde vardı dersek, bu bilginin ortadan kalkması kadim olan Allah'ın zevâlini (geçip gitmesini) gerektirir. Bu ise âlemin hadis (sonradan olma) olduğunu isbât kapısını kapatır. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü mesele: sözü lâm-ı tarifli bir cem'i sîgasidır Buradaki nin İam-ı tarifi zahire göre istiğrak (umumilik) ifade eder, yani bütün kâfirlere şamil olur, Bu lam-ı tariften maksadın bu zahifî mana olmadıği hususunda bir ihtilâf yoktur. Çünkü kâfirlerden birçoğu müslüman olmuştur Böylece Cenâb-ı Hakk'ın umumî bir lâfzı söyleyip hususî bir manayı kastettiğim anlamış oluruz, Çünkü bu ya şundan dolayıdır: Bu umumî lâfızdan maksadın o hususî mana olduğuna delâlet eden karineler, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) zamanında belli idi. Bu hususta her hangi bir karışıklık olmaması ve maksat açık olduğu için, umumî bir lâfızla bu hususî mananın kastedilmesi yerinde olmuştur. Bunun misali şudur: Birisinin beldesinde, hususî bir gurup düşmanı olsa, o da "İnsanlar bana eziyet ediyor" dese, beldesindeki herkes onun "insanlar" sözünden maksadının, o belli gurup olduğunu anlar. Veyahut da bu şundan dolayıdır: Tahsisin (hususîleştirmenin) açıklanmasının hitab akimden sonra olabileceğini söyleyen kimseye göre, bu açıklama umumî olan kelâm ile söylenmese de, hususî manayı kastederek umumî lâfızla konuşulabilir. Bu sâbıt olunca, kendisinden husûsî bir mananın kastedilmiş olması ve buna delil olan karinenin de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında açık olması ihtimallerinden dolayı, umum ifade eden sığalardan hiç birisine "O kesin olarak istiğrak (umumîlik) ifade ediyor" diye tutunmak mümkün değildir Hiç şüphesiz, bu ayette, umumî bir lafızla hususî bir mananın kastedilmiş olması yerindedir, güzeldir. Bu konuda söyleyebilecekleri en nihâî söz şudur: "Şayet bu karîne bulunmuş olsaydı, biz onu bitirdik, Bilmediğimize göre, anlıyoruz kî, böyle bir karîne yoktur." Şu var ki bu söz zayıftır Çünkü bir şeyin elde olmaması ile o şeyin yokluğuna istidlal etmek, kat'ilık ifade etmesi bir yana, zan i'ade eden delillerin bile en zayıfıdır.

Bunun böyle olouğu sabit olunca, Mutezile'nin, "umumî sîgalar'a va'îd (ilâhî tehdit) ifade eden ayetleri, vâ'îd'in kesin olduğuna" delil getirmelerinin son derece zayıf bir görüş olduğu ortaya çıkar Mutezileden bazıları, bu mahzuru savuşîurmak için bir çare düşünmüşler ve şöyle demişlerdir:" Kâfirler iman etmezler) sözü, " (Kâfirler iman ederler) sözünün zıddıdır Bu ikinci söz ise ancak, onlardan herkes iman ettiği zaman doğru olur Bu ifadenin olumlu tarafla umum ifâde ettiği ortaya çıkınca, olumsuz tarafta umum ifâde etmemesi gerekir Daha doğrusu, olumsuz taraftaki (Kâfirler iman etmezler) ifadesinin doğru olması için, sadece birinin bile iman etmemesi yeterlidir. Çünkü kâfirlerden herhangi biri bile iman etmese, bu topluluğun hepsinin iman etmemiş olduğu ortaya çıkar Böylece de sözünü zahirine göre, "onlardan birinin iman etmediği" manasına almamızın uygun olacağı ortaya çıkar. Ya, onların çoğu iman etmemişse, durum nasıl olur, var düşün? Buna cevabımız şudur: sözü çoğul sîgasıdii. (İman etmezler) sözü de bunun gibi çoğul sîgasıdır. Çoğul sigâsı ile karşı karşıya bulunduğunda, hüküm fertlere venlir. Bu takdirde ayetin manası şudur: "Onlardan her biri iman etmez." O zaman da mezkûr söz, yani umumî lâfızla, hususî bir mana kastedildiği hükmü ortaya çıkar

Dördüncü mesele: Müessirler, bu ayetteki" "İnkâr edenler" sözünden kimlerin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir Bir kısmı, bunların, kendilerini Allah'ın, "hakkı bile bile gizleyenler" diye vasfettiği inatçı vahudî reisleri olduğunu söylemişlerdir Bu Ibn Abbas (ra.)'ın görüşüdür. Diğer müfessırler ise, aksine bu ayette kastedilenlerin Ebû Leheb, Ebû Cehü, Velid b. Mugîre v.b. gibi bir guruo müşrik olduğunu söylemişlerdir Çünkü bunlar, delilin (Hazret-i Peygamber ve Kur'ân'ın) zuhurundan sonra, bile bile inkâr etmiş, bilgi (marifet) hasıl olduktan sonra küfre sapmışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleri buna benzer

"Onların çoğu yüz çevirdiler. Onlar artık dinlemezler. "Bizi uymaya çağırdığın şeye karşı kalblerimiz örtüler içindedir" derler" (Fussilet, 4-5)

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavminin hepsinin iman etmesini çok istiyordu. Bu hali Cenâb-ı Allah şöyle beyan etmiştir:

"Onlar bu Kurana İnanmadılar diye, onların peşisıra, nerede ise üzüntüden kendini helâk edeceksin " (Kehf. 6);

"Sen, müslüman olsunlar dîye İnsanları zorlayacak mısın?" (Yûnus. 99)

Sonra Cenâb-ı Hakk, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem, )'e, artık o iman etmeyenlerden ümidini kessin de kendine sıkıntı vermesin diye, onların iman etmeyeceklerini bildirmiştir. Çünkü ümidi kesmek, iki rahatlığın birisidir

"Onları inzâr etsen de (uyarsan da) inzâr etmesen de (uyarmasan da) değişmez, onlar iman etmezler" (Bakara, 6).

Bu ayet hakkında birçok mesele vardır:

Birinci mesele: Keşşaf sahibi şunu söylemiştir: "Buradaki" iç. " kelimesi" (musâvî, bir, denk ve eşit olmak) manasında bir isimdir. Masdarlar vasıf olarak kullanıldığı için, ve (......) kelimesi de "istiva" masdarı manasında kullanıldığı için, burada vasıf olarak getirilmiştir.

Cerıâb-ı Hakk'ın şu ayetleri de bu kabildendir:

"Sizin ile bizim aramızda aynı olan bir kelimeye geliniz" (Âl-i İmran. 64),

"Soranlar için tam dört günde..." (Fussılet. 10)

Bu ayetlerdeki" cy-" kelimesinin manası" (eşit, aynı, tam) manasınadır. Sanki şöyle denilmiştir: "O inkâr edenler yok mu, onlara inzann da inzâr etmemen de birdir."

İkinci mesele: (......) kelimesinin merfu olmasının sebebi hakkında iki görüş vardır. Birincisi: Bunun merfu olması, " "nin haberi olduğu içindir. " ibaresi ise, " "ün faili olduğu için ref makamındadır Buna göre sanki şöyle denmiştir: Nitekim "Zeydin, kardeşi ile amcası oğlu birbirleriyle davalıdırlar." dediğin gibi. İkincisi: manasına olmak üzere, kısmı muahhar (geri bırakılmış) mübtedâ, (......) kelimesi ise mukaddem (önce getirilmiş) haberdir. Bunların meydana getirdiği cümle de " "nin haberidir, Bil ki bu ikinci görüş daha uygundur. Çünkü bir isimdir. Onu fiil gibi düşünmek, bir zaruret olmaksızın zahiri terketmek gibi olur. Bu ise caiz değildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca deriz ki: Malumdur ki burada kastolunan uyarmanın (inzarın) ve uyarmamanın bir olduğunu söylemektir. Böylece. "ün haber olması gerekir. Haber ise burada önce gelmiştir. Bu, haberin mübtedâdan önce gelmesinin caiz olduğuna delâlet eder.

Cenâb-ı Hakk'ın şu ayeti de buna benzer: (Onların yaşamaları da ölmeleri de birdir...) (Câsiye, 21)

Sîbeveyh, Arapların "Ben Temimliyim" ve "Seni kınayan, kınanacak olanın kendisidir" dediklerini nakletmiştir Kûfelilere gelince, onlar bunu caiz görmezler Bu görüşlerine iki şekilde delil getirmişlerdir

1) Mübteda zattır, haber ise sıfattır. Zât ise sıfattan önce gelmeye lâyıktır. Bu sebeble (sıfat-mevsuf gibi) i'rab bakımından bir başkasına tâbi olan kelimelere kıyasla, mübtedânın lafzan haberden önce gelmesi gerekir. Buradaki müşterek unsur, mübteda ile haber arasındaki manevi bağdır.

2) Haberin, mübtedaya ait bir zamiri ihtiva etmesi gerekir. Şayet haber, müstedadan önce getirilirse, bu durumda mercii önceden zikredilmemiş bir zamir bulunmuş olur ki bu da caiz değildir. Çünkü "zamir", kendisi ile bilinen bir şeye işaret edilen bir lâfızdır. O şey bilinmeden, zamir ile ona işaret etmek imkânsızdır. O halde "ızmâr kable'z-zikr" (Mercii geçmemiş zamiri getirmek) muhaldir.

Basralılar Kûfelilerin birinci görüşlerine şu şekilde cevap vermişlerdir: Sizin bu söylediğiniz, mübtedânın haberden önce getirilmesinin vâcib değil, eviâ olmasını gerektirir. Evlâ oluş ise, haberin önce getirilmesine mâni değildir

İkinci görüşlerine ise şöyle cevap vermişlerdir: "İzmâr kable'z-zikr", Arapçada mevcuttur. Meselâ, Araplar " derler.

Cenâb-ı Allah da; "İçten içe korktu Mûsâ" (Tâhâ, 67) buyurmuş, (önce zamiri, sonra Mûsâ ismini zikretmiştir).

Züheyr de şöyle demiştir: "Her kim Herim b. Sinan ile, her ne halde olursa olsun, karşılaşırsa; cömertlik ve lütufta bulunma huyunun O'nda kökleşmiş olduğunu görür!" En iyi bilen Allahü teâlâdır.

Üçüncü mesele: Dil âlimleri, fiilden haber verilemeyeceğinde (yani fiilinin mübteda olmayacağında) ittifak etmişlerdir. Çünkü "çıktı, dövdü" gibi fiilleri sıralayıp, söyleyen, düzgün bir söz söylemiş olmaz.

Bu görüşü bazı âlimler birkaç yönden tenkid etmişlerdir:

1) Allah'ın sözü fiildir, ile ondan haber verilmiştir. Bunun bir benzen de;

"Ve, bütün delilleri görmelerinden sonra, onu mutlaka bir zamana kadar zindana atmaları (görüşü) onlara zahir oldu." (Yûsuf. 35) ayetidir. Bu ayette (......) fiilinin faili, yine bir fiil olan (......) kelimesidir.

2) "Fiil" olduğu haber verilen şeyin, mutlaka bir fiil olması gerekir. O halde fiil, fiil olduğu haber verilen kelimedir. Şayet, "burada fiil olduğu haber verilen şey o kelimedir, o kelime" ise isimdir" denirse biz deriz ki buna göre fiil diye haber verilen şey, fiil olmayıp da isirr olduğu zaman, bu yalan bir haber olur. Gerçek şu ki fiil olduğu haber verilen kelime ya isimdir ya değildir. Eğer isim ise bu haber yalan olur. Çünkü isim. fiil olmaz. Eğer o, fiil ise bu durumda fiil kendisinden haber verilen bir kelime olmuş olur

3) Biz, "fiilden haber verilmez" dediğimiz zaman da ondan, haber verilemiyeceğini haber vermiş oluruz. Bu haber ile kendisinden haber verilen kelime şayel isim olursa, isimden haber verilemiyeceğini söylemiş oluruz. Bu ise yanlıştır Eğer o fiil olursa, bu takdirde fiil, Kendisinden haber verilen şey olur. Sonra bu görüşte olanlar, "Fiilden haber verme hususunda herhangi bir mahzurun bulunmadığı ortaya çıkınca, zahiri durumu terketmemize gerek yoktur" dediler.

Nahivcilerin çoğu fiilden haber verilmesinin caiz olmadığı görüşünde ittifak halindedirler. Bu durumda ayetin takdiri" olur. Eğer, "hakikatten mecaza dönmek, ister manadaki, isterse lâfızdaki fazladan bir faydayı (manavı) ifade için olur. buradaki favda nedir?" denirse, deriz ki: ayetinin manası: "Artık bundan sonra onları inzâr etmen veya etmemen birdir" şeklinde olur Çünkü kâfirler topluluğu, Cenâb-ı Hakk'ın ayetlerinden ve delillerinden yüz çevirme, inat ve ısrar hususunda öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, onların bunu kabul edeceklerine dâir hiçbir ümit kalmamıştı. Halbuki daha önce onlar böyle değillerdi. Şayet, Cenâb-ı Allah, demiş olsaydı bu, bu halin daha önce değil de o vakitte meydana gelmiş olduğunu ifade etmezdi. Hak teâlâ, böyle buyurmak suretiyle, bu halın ancak o vakitte (yani sonradan) meydana gelmiş olduğunu bildirmiş oluyor. Böylece bu da bir ümitsizliğin ve onlardan tamamen ümit kesmenin varlığını ifade ediyor ki biz daha önce, ayetten maksadın da bu olduğunu açıklamıştık.

Dördüncü mesele: Keşşaf sahibi, "Hemze" ve " 'fi" harfleri, sadece istifham edatı olarak kullanılırlar. Ama bazan istifham manası, bunlardan tamamen kalkar demiştir. Sibeveyh ise, bunun "Ey Allah'ım, biz günahkâr topluluğu bağışla" ifadesinde olduğu gibi, bu kaide nida harfine uygulandığı gibi istifham harfine de uygulanacağını söylemiştir. Yani nida olmadığı halde nida şeklinde geldiği gibi. istifham olmadığı halde istifham şeklinde gelebilir.

Beşinci mesele: de altı çeşit kıraat vardır: Aralarında elif bulunarak veya bulunmaksızın her iki hemzeyi de gerçek hali ile (belirterek) okumak; aralarında ehf bulunarak veya bulunmayarak birinci hemzeyi güçlü, ikinci hemzeyi şöyle böyle (belli belirsiz) okumak: veya istifham harfi olan ilk hemzeyi hazfederek veyahutta harekesini kendisinden önce gelen sakin harfe vermek suretiyle okumaktır. Nitekim (......) şeklinde okunur. Eğer, "ikinci hemzeyi elife çevirenler hakkında ne dersin?" denilirse, Keşşaf sahibi: "Bu bir hatadır. Arapçanm dışına çıkmadır" denilmiştir

Altıncı mesele: "Irızâr", günahlardan menetmek suretiyle, Allah'ın azabından korkutmaktır. Bu ayette müjdeleme değil de inzâr zikredilmiştir. Çünkü, bir şeyi yapıp yapmamada inzârın tesiri, müjdenin (tebşirin) tesirinden daha güçlüdür. Çünkü insanın, zararı savuşturma ile meşgul olması, menfaati elde etmek için uğraşmasından daha önemlidir. Bu makam, mübalağa yendir. Ohalde bu makamda inzârın zikredilmesi daha uygundur.

Cenâb-ı Hakk'ın sözüne gelince, bunda iki mesele vardır:

Birinci mesele: Keşşaf sahibi." cümlesinin ya kendinden önceki cümleyi te'kîd eden bir cümledir veya nin habendır. Bu durumda da arada kalan cümle i'tırâz cümlesidir." demiştir

İkinci mesele: Ehl-i Sünnet, bu geçen ve buna benzeyen, "Andolsun ki, bunların çoğu hakkında (azab) hükmü kesinleşmiştir, iman etmezler" (Yasin. 7).

"Kendisini tek olarak yarattığım, kendisine uzun boylu mal ve daima yanında hazır olan oğullar verdiğim ve kendisini iyice ihsanlara boğduğum o kişiyi bana bırak. Sonra da, bunu arttırmamı ister. Hayır, çünkü o bizim ayetlerimize karşı inatçı idi. Ben onu sarp bir yokuşa salacağım " (Muddessir, 11-17) ve; "Ebu Leheb'in elleri kurusun..." (Tebbet, 1) gibi ayetlerle, "teklîf-i mâla yutâk"a (güç, yetirilemiyecek yükler yüklemenin caiz olduğuna) dair delil getirmişlerdir. Bunun izahı şudur. Cenâb-ı Hakk, muayyen bir şahsın, asla iman etmiyeceğini haber vermiştir. Şayet bu kimseden iman sudur edecek olsa, Allah'ın doğru olan haberinin yalana dönüşmesi gerekir. Yalan ise, muarızımızca, çirkin bir şeydir. Çirkin bir şeyi yapmak da ya cehaletten veya muhtaç olmadan ileri gelir. Bütün bunlar da, Allah hakkında muhal olan bir şeydir. Muhale götüren şey de muhaldir O halde, o kişiden, imanın meydana gelmesr muhaldir. Bu sebeble, onu imanla mükellef tutmak, imkânsız olan bir şeyi yüklemektir. Bu mesele ılım suretinde de (yani ilim mefhûmu ele alınarak da) zikredilebilir ki, bu da şudur: Cenâb-ı Hakk. onun iman etmiyeceğini bilince, ondan imanın meydana gelmesi, Allah'ın ilminin cehle dönüşmesini gerektirir. Bu ise, muhaldir. Muhâli gerektiren şey de muhaldir O halde iman etmesini emretmek muhal olanı istemek şeklinde vaki olmuştur,

Biz aynı meseleyi, üçüncü bir biçimde de ele alabiliriz: Şöyle ki: İman edilmıyeceğtni bilmekle beraber, imanın var olması imkânsız olur Çünkü, iman edilmıyeceğmı bilme hususu, binene mutabık olduğu zaman ilim olur. İmanın yokluğunu bilmek, imanın yokluğu meydana geldiği zaman, malûma mutabık olmuş olur. Zaten iman edilmeyeceğini bilmekle beraber iman meydana gelirse, iman hususunda, o imanın beraberce hem var olması hem de yok olmasının bulunması gerekir ki, bu imkânsızdır. O halde, iman edilmeyeceğine dair Allah'ın ilminin bulunmasıyla birlikte, iman etmeyi emretmek, iki zıddı birleştirmeyi emretmek olur Daha doğrusu, varlıkla yokluğu bağdaştırmayı istemektir. Bütün bunlarsa, imkânsızdır.

Biz bu meseleyi dördüncü bir şekilde de izah edebiliriz. Şöyle ki: Cenâb-ı Allah, iman etmıyeceklerini bildiği kimselere kesinlikle iman etmelerini teklif etmiştir. İman, Allah'ın haber verdiği her şeyde O'nu tasdik etmek, demektir. Onların asla iman etmiyecekleri hususu da, Allah'ın haber verdiği şeyler cümlesindendir. O halde, bunlar onların asla iman etmiyeceklerine iman etmekle, mükellef tutulmuşlardır. İşte bu da, "nefy" ile "isbat"ı bağdaştırmayı istemektir.

Meseleyi beşinci bir biçimde de ele alabiliriz. O da şudur: Allah kâfirleri; "Allah'ın sözünü değiştirmek istiyorlar. De ki: Siz asla bizim arkamıza düşemezsiniz. Çünkü Allah, daha önce böyle buyurmuştur" (Fetih. 15) ayetinde haber verdiği şeyin aksine bir şey yapmaya çaba sarfetmiş olmakla ayıplamıştır. Bu sebeble, Cenâb-ı Hakk'ın meydana gelmiyeceğini bildirdiği şeyi meydana getirmeye niyetlenmenin, Allah'ın kelâmını değiştirmeye yönelmek olduğu anlaşılmıştır Bu ise, yasaklanılan bir husustur. Sonra burada, Allah.onların kesinlikle iman etmiyeceklerini haber vermiştir. Buna göre, onların iman etme çabası. Allah'ın kelâmını değiştirmeye yönelmek olur. Bu ise, yasaklanmıştır. İman etme çabasını bırakmak da Allah'ın emrine muhalif bir iş olur. Bu sebebie, hem yapmak hem de yapmamak hususunda bir kınama meydana gelmiş olur. işte bütün bunlar, bu konuda zikredilmiş hususlardır Mutezile'nin esaslarını yıkan, sözler de bunlardır Muhakkik âlimlerden gerek halef gerekse selefin, Mutezile'nin esaslarını yıkma ve onların kurallarını yerle bir etme hususunda dayandıkları esaslar bunlardan ibarettir.

Mutezile, oturup kalkıp, bu görüşleri bertaraf etmeye yollar aradılar, fakat ikna edici herhangi bir şey bulamadılar. Allah'ın yardımı ve inayeti ile, onların da aldıkları şeyleri en tafsilatlı biçimde zikredeceğim.

Mutezile, "bu ayette iki makam vardır" demiştir

Birinci makam: Cenâb-ı Hakk'ın, iman edilmiyeceğini bilmesinin ve onu haber vermesinin, iman etmeye mani olmasının caiz olmadığıdır,

İkinci makam: Aklî cevabın, tafsilatlı bir biçimde açıklanmasıdır.

Birinci makam: Birçok husus delâlet etmektedir, demişlerdir.

Birincisi: Kur'ân-ı Kerîm, her hangi bir ferdin iman etmesine mâni bulunmadığına dair, delâlet eden ayetlerle doludur. Cenâb-ı Hakk, "Hidayet onlara geldiği zaman, onları iman etmekten alıkoyan neydi?" (Isrâ, 94) buyurmuştur.

Burdaki (......) edatı, "istifhâm-ı inkâri"dir. Bir adam, birisini, bir evde, çıkmasına imkân olmayacak bir şekilde hapsetse, sonra da kalksa o adama, "İhtiyaçlarını yerine getirme hususunda sana hangi şey mâni oldu?" dese, adamın bu sözünün çirkin karşılanacağı malûmdur. Yine, Allahü teâlâ'nın "İman etselerdi, onlara ne olurdu " (Nisa, 39) buyurması; Iblis'e "Secde etmekten seni ne alıkoydu" (Sad. 75): Hazret-i Musa'nın kardeşine, "Onları gördüğün zaman, sana mâni olan neydi?" (Taha, 97) demesi ve "Onlara ne oluyor da iman etmiyorlar" (inşikak, 20); "Onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar?" (Müddessir. 49); "Allah seni affetsin, niye onlara izin verdin?" (Tevbe. 43);

"Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, niçin haram kılıyorsun?" (Tahrim, 1) sözleri, bunun gibidir, Abbâd, bu konuya ayırmış olduğu bir bölümde, 'Allah, iman etmesine mâni olduğu halde, ona iman etmesini nasıl emreder; küfre sevkettiği halde, onu küfürden nasıl meneder; hem onu imandan alıkoyuyor, hem de "nasıl dönüyorsunuz?" diyor; kalblerinde caymayı yaratıyor, sonra da, "nasıl cayıyorsunuz?" diyor; aralarında küfrü icad ediyor, sonra da, "nasıl kâfir oluyorsunuz?" diyor; onlarda hakkı batıla karıştırmayı halkediyor sonra da, "Niye hakkı batılla karıştırıyorsunuz?" (Âl-i imrân 71) diyor; onları hak yoldan men ediyor, sonra, "Niçin, Allah'ın yolundan yüz çeviriyorsunuz?" diyor; kendilerinin iman etmelerine engel oluyor, sonra da, "İman etselerdi, onlara ne olurdu?" (Nısâ, 39) diyor; onları doğruya varmaktan saptırıyor, sonra da "Nereye gidiyorsunuz?" (Tekvir, 26) diyor; yuz çevirmeye kadar onları dinden saptırıyor, sonra da, "Nasıl oluyor da, onlar öğütten yüz çeviriyorlar?" (Muddessir. 49) demiştir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk, "Peygamberlerden sonra, insanların bir bahanesi kalmasın diye, uyarıcı ve müjdeleyici olmak üzere peygamberler gönderdik." (Nisa, 165),

"Şayet Biz, daha önce bir azâb ile onları helak etseydik, derlerdi ki; Ey Rabbimiz, bize bir peygamber göndermeli değil miydin? O zaman biz de, zelil ve bakir olmadan önce, senin ayetlerine tâbi olurduk" (Nisa 165) buyurmuştur.

Allah, onlara hiç bir mazeret bırakmayıp, hepsini ortadan kaldırmıştır Şayet, Allah'ın onların inkâr edeceklerini bilmesi ve onların kâfir olacaklarını haber vermesi, onların iman etmelerine mâni olsaydı, şüphesiz bu onlardan Cenâb-ı Hakk'ın azabı savuşturacak gerekçelerin en güçlüsü, mazeretlerin de en büyüğü olurdu. Durum böyle olmayınca, Allah'ın bilmesi ve haber vermesinin, kiminin iman etmesine mâni olmadığını anlarız.

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk. " sûresinde, kâfirlerin şöyle dediklerini nakl etmiştir: "Dediler ki: Kalblerimiz. senin bizi çağırdığın şeye karşı örtüler içindedir. Kulaklarımızda da, bir ağırlık vardır." (Fussılet, 5). Allahü Teâlâ bunu, onları bu sözlerinde kınamak için zikretmiştir. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın, onların kâfir olacaklarını bilmesi ve bunu haber vermesi, iman etmelerine mâni olsaydı, onlar bu konuda, doyru söylemiş olurlardı. O halde, Allah niçin onları bu sebeple zemmetmiştir?

Dördüncüsü: "O kâfirler yok mu? Onları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar, iman etmekler" (Bakara. 6) ayetini, onları kınamak, küfürlerinden menetmek ve yaptıkları şeyi tatbik etmek için indirmiştir. Şayet onlar, iman etmekten alıkonulsalar ve iman etmeye muktedir olmasalardı, kesinlikle böyle bir kınamaya müstehak olmazlardı. Tam aksine, yürüme konusunda âmâ bir kimsenin mazur olması gibi, onlar da mazur sayılırlardı.

Beşincisi: Kur'ân, Allah ve Resulünün aleyhine, kâfirlerin delili olmak için değil, aksine Allah ve Resulünün kâfirler aleyhinde hücceti olsun diye indirilmiştir. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın bilmesi ve haber vermesi, onların iman etmelerine mâni olsaydı, bu durumda onların şöyle deme hakları doğarov "Küfrü bildiğin ve haber verdiğin zaman, küfrü terkeîmerniz muhal olur O halde, ne diye, bizden muhal olanı istiyor ve ne diye bize muhali emrediyorsun?" Şayet Allah'ın bilmesinin ve bunu haber vermesinin, onların iman etmelerine mâni olduğu gerçek olsaydı, ve Resulünün cevap veremiyeceği herkesçe bilinen bir husus olurdu.

Altıncısı: Cenâb-ı Hakk, "Allah, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır" (Enfâl, 40) buyurmuştur. Şayet Allah, onların iman etmelerine bir engel bulunmasına rağmen, onlara imanı teklif etmiş olsaydı, bu durumda O, güzel bir Mevlâ değil, aksine kötü bir Mevlâ olurdu. Bununsa küfür olduğu malûmdur. Böylece, bütün bu hususlarla, insanların iman etmelerine ve Allah'a itaatte bulunmalarına, kesinlikle herhangi bir engelin bulunmadığı ortaya çıkmıştır. Bu sebeble, Cenâb-ı Hakk'ın, onların iman etmiyeceklerıni bilmesinin ve onu haber vermesinin, onların iman etmelerine mâni olmadığına kat'î olarak hükmetmek gerekir, dediler.

İkinci makam: Cenâb-ı Hakk'ın, iman etmiyeceklerini bilmesinin, onların iman etmelerine mâni olmadığına da, birçok akli delil delâlet etmektedir.

Birincisi: Şayet bu böyle olsaydı, Allah'ın herhangi bir şeye kadir olmaması gerekirdi. Çünkü, meydana geleceği bilinen bir şeyin meydana gelmesi vâcib olur. Meydana gelmeyeceği bilinen bir şeyin ise, meydana gelmesi imkânsız olur. Vâcib olana karşı koyacak bir güç yoktur Çünkü onun meydana gelmesi bir kudretle olmayıp vâcib olduğu için olursa, o kudret ister bulunsun isterse bulunmasın, onun meydana gelmesi vâcib olur Böyle olan şeyde kudretin bir tesiri söz konusu değildir. Meydana gelmesi imkânsız olan şeye de, tesir etmek söz konusu değildir. Bu durumda, Allah'ın hiçbir şeye, kesinlikle kadir olmaması gerekir ki, bu ittifakla küfür kabul edilmiştir. O halde, bir şeyin yokluğunu bilmenin, o şeyin meydana gelmesine mâni olmadığı ortaya çıkmış olur.

İkincisi: İlim, hangi durumda bulunuyorsa, bulunduğu o durum üzerinde malûma taalluk eder Eğer o mümkün ise, onun ilmi de mümkündür, eğer o vâcib ise, onun ilmi de vâcıbtır Hiç şüphe yok ki iman ve küfür zatları itibarı ile varlıktan mümkün şeylerdir. Şayet bunlar, bilinmeleri sebebi ile, varlıkları vâcib (vâcıbu'l-vucûd) şeyler olsalardı, o zaman ılım maluma tesir etmiş olurdu Bunun imkansız olduğunu daha ünce açıklamıştık.

Üçüncüsü: Şayet, Cenâb-ı Allah'ın haber vermesi ve bilmesi, kulun iman etmesine mâm olsaydı, kul hiçbir şeye kesinlikle kadir olamazdı. Çünkü Allah'ın meydana geleceğini bildiği şeyin meydana gelmesi vâcib olurdu. Vâcib olan ise, kendisine tesir edilemeyecek şey demektir. Allah'ın, meydana gelmeyeceğini bildiği şeyin, meydana gelmesi imkânsızdır, İmkânsız olan şeye de tesir edilemez. Bu sebeble kulun herhangi bir şeye kesinlikle kadir olamaması gerekir. Bundan dolayı da onun hareketlen ve hareketsiz halleri, cansızların hareketsizliği ve canlıların mecburi (gayr-ı ihtiyarî) hareketleri gibi olurdu. Ancak bunun doğru olmadığını bedihî olarak anlarız. Meselâ bir insan diğer birine, başını yarmak için bir kiremit atsa, biz, kiremiti değil, onu atanı kınarız. Yine biz, bedihî olarak (apaçık olarak) üzerine kiremit düşmesi ile ona, isteyerek herhangi bir insanın yumruk vurması arasındaki farkı anlarız. İşte bu sebebten ötürü insanlar, akıllarının yol göstermesi ile. ihsanda bulunanı övme ve kötülük yapanı kınama arasındaki farkı anlarlar, iyiliğe yapışır ve onu emrederler, kötülükten ötürü de birbirlerini kınarlar. "Niçin yaptın?" veya "Niçin yapmadın?" derler. İşte böylece bu da, Allah'ın bilmesinin ve haber vermesinin, kişinin bir işi yapıp yapmamasına mâni olmadığını gösterir.

Dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerin iman etmeyeceklerini bilmesi, onların imana gelmelerine mâni olsaydı, onlara imanı emretmesi, ilminin yok edilmesine dâir bir emir olurdu. Allah'ın kullarına ilm-i ilâhiyi yoketmelerini emretmesi uygun olmadığı gibi, iman ederek ilmini yoketmelerini emretmesi de yakışık almaz. Ç.... Allah'ın zatını ve sıfatlarını yoketmek düşünülümez. Böyle bir emir manasız .... akılsızlık olur. O halde. Cenâb-ı Allah'ın onların iman etmeyeceklerini bilmesi, .... etmelerine mâni değildir.

Beşincisi: İman, zatına ve kendisine nazaran, haddizatında mümkün ve caiz olan şeylerdendir O halde, Cenâb-ı Allah'ın da, imanın böyle olduğunu bilmesi gerekir. Şayet böyle olduğunu bilmezse, bu cehalet olur ki, bu Allah hakkında imkânsızdır. Allah, iman mefhumunun, meydana gelip gelmemesi imkânsız olmayan mümkün ve caiz bir şey olduğunu bildiğinde, şayet bu iman, böyle bir bilgiden dolayı vâcibu'l-vucûd (mutlaka meydana gelmesi gereken bir şey) olsaydı aynı şeyin hem vâcıbu'l-vucûd hem de mümkinü'l-vucûd (varlığı da yokluğu da mümkün olan) olması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır.

Altıncısı: İmkânsızı emretmek, bunaklık ve abesle uğraşmaktır. Şayet şeriatin böyle bir şeyi istemesi caiz olsaydı, onun her türlü akılsızlığı da emretmesi caiz olurdu. O zaman yalancıların elinde, onların mucizeler göstermesi ile şeriatın gelmesi ve yalanlarla bâtıllar ihtiva etmesi imkânsız olmazdı. Farzı muhal, böyle bir şey olsaydı, o zaman, peygamberlerin nübüvvetlerine ve Kur'ân'ın doğruluğuna güven diye bir şey kalmaz, tam aksine, bütün bunların yalan ve akılsızlık sayılması mümkün olurdu. Bunun böyle olması geçersiz olunca, Cenâb-ı Allah'ın, onların iman etmeyeceklerini bilmesinin ve haber vermesinin onların iman etmelerine mâni olmadığını anlamış olduk.

Yedincisi: Bütün bu şekillerde, imkânsızı isteyen emirlerin gelmesi caiz olsaydı, bu durumda kör insana, Kur'ân'ı noktalaması; kötürüme, havada uçması, eli ayağı bağlanıp dağın tepesinden atılan kimseye, "Niye yukarıya doğru uçmuyorsun?" denmesi gibi emirlerin de gelmesi caiz olurdu. Aklen böyle şeyler caiz olmayacağına göre, imkânsızı emretmenin caiz olmayacağını biliriz. Bu sebeble, kâfirlerin iman etmeyeceğini bilmek, iman etmelerine mâni değildir.

Sekizincisi: Bu şekilde bir emrin gelmesi caiz olsaydı, peygamberlerin cansızlara gönderilmeleri, onlara kitap indirilmesi ve zaman zaman o cansızlara, mükellefiyetleri ulaştırmak için meleklerin indirilmesi de caiz olurdu. Halbuki böyle bir şeyi (söylemek) dinle oynamak ve onunla alay etmek olduğunu herkes bilir.

Dokuzuncusu: Bir şeyin bilinmesi, onun mutlaka meydana gelmesini gerektirseydi, o zaman ilim mefhumunun kudret ve irâdeye ihtiyacı olmazdı. Böyle bir şey söz konusu edildiğinde. Cenâb-ı Allah'ın kadir, mürîd (irade sahibi) ve tercih sahibi (muhtar) olmaması gerekirdi. Bu ise, Allahü teâlâ'nın mûcib-i bi'z-zat olduğunu batıl yere iddia eden felsefecilerin görüşüdür

Onuncusu: "Teklîf-i mâla yutâk"ın olmadığına delâlet ayetlerdir. Cenâb-ı Allah,

"Allah, hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi emretmez" (Bakara, 286),

"Allah, size dinde hiç bir zorluk kılmadı!' (Hacc, 78) ve; "Onların ağır yüklerini ve sırtlarında olan zincirleri kaldırıyor" (Araf, 157) buyurmuştur. İmkânsızı teklif etmenin daha üstünde hangi zorluk ve güçlük vardır

Üçüncü makam: Genişçe cevap verme makamıdır. Bu konuda Mutezile'nin iki yolu vardır:

Birincisi: Ebû Alı, Ebû Haşim ve Kâdi Abdu'l Cebbâr'ın yoludur. Biz, "Allah'ın, ilminin aksine bir şey meydana gelmiş olsaydı, o zaman ilm-i ilâhî cahilliğe dönüşmüş olurdu" dediğimizde, onlar: Allah'ın ilmi cahilliğe dönüşür" diyenlerin de, "Allah'ın ilmi bu durumda, cehle dönüşmez" diyenlerin de bu sözleri hatadır. Bunun hiçbirini (ne onu, ne diğerini) söylememek gerekir" demişlerdir.

İkincisi: Ka'bî'nın yoludur. Bu yol aynı zamanda Ebû'l-Huseyn e!-Basrî'nin yoludur. "İlim, ma'luma tâbidir, Kuldan meydana gelen şeyin iman olduğunu iyice anladığında, o zaman, ezelde Allah için var olan şeyin, o kimsenin iman edeceğini bilmesi olduğunu bilirsin. O kuldan, imanın yerine küfrün meydana geleceğini iyice anladığında, ezelde Allah için var olan şeyin, onun imanını değil inkârını bilmesi olduğunu bilirsin. Bu ise. Cenâb-ı Hakk'ın ilminin değişmesi değü, bir ilmin yerine, diğer bir ilmin varlığını farzetmektir. İşıe ekseri Mutezilîlerin dayandığı bu iki cenabtır.

Bu ki bu konu büyük sapıklıkların kaynağı olmuştur. Mükellefiyetleri ve peygamberliği inkâr edenlerin sapıklığı bu kabildendir. Onlar şöyle demişlerdi; Cebrîye'nin sözünü dinledik ve onu çok sağlam gördük Mutezilenin bu konuda ilerr sürdüğü iki cevap ise hurafe yerine geçer ve hiçbir akıllı bu iki cevaba iltifat etmez. Yine biz Mutezilenin "Cebr akidesinin varlığını kabul edersek, o zamun Cenah: Allah'ın insanları mükellef tutması caiz olmaz. Böyle bir şey kabîh olur." sözünü aın'edik Cebriye'nin buna karşı verdiği cevap gerçekten çok zayıftır. O halde her iki sözün toplamı, mükellefiyetleri kaldırma (yok olduğunu söyleme) hususunda çok güçlü bir soru olur Mükellefiyetler yok sayılınca peygamberlik müessesesini olduğunu söylemek de batıl olur" Kur'an'a ta'n edenlerin sapıklığı da bu kabildendir. Onlar şöyle demişlerdir: "Mutezile, Allah'a itaat ve imana hiç bir engelin olmadığını gösteren birçok ayet bulunduğunu söylemelerinde, haklıdırlar. Cebriye de "Allah'ın, kâfirlerin iman etmeyeceğini bilmesi, iman etmelerine mânidir" şeklindeki görüşlerinde haklıdır. O halde bu durum Kur'ân'ın, aklın hilâfına ve zıddına olduğuna delâlet eder. Bu ise, bu hususta en büyük ta'n ve tenkid noktalarındandır. Sonra bunlardan, Kur'an'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirmiş olduğu Kur'ân olduğunu kabul edenler, bu zıtlığı, Kur'âna bir ta'n sebebi saymıştır." Nitekim Rafizîlerden bîr gurup şöyle demişlerdir: Elimizde bulunan şu Kur'ân, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği Kur'ân değildir. O, tağyir edilmiş ve değiştirilmiştir. Bunun delili, elimizdeki Kur'an'ın Cebriye ile Kaderiye arasında cereyan eden bu fikri münakaşalar sebebiyle ortaya çıkan bu tezatları ihtiva etmesidir."

Bu sapıklıklardan bir tanesi de, tefekkür ve istidlâli tenkid eden mukallidler (taklitçiler)in o fikrî münakaşaları ileri sürerek şöyle demeleridir: "Eğer biz aklî delillere tutunmayı caiz görürsek, fikri tartışmalar sebebi ile, mükellef tutulma ve nübüvvet gibi konuların yara alması gerekir. Çünkü Cebriye'nin sözü, cebri isbat hususunda; Kaderiyye'nin (Mutezile'nin) sözü de, "Ne zaman cebir sabit olursa, mükellefiyet de tamamıyla yok olur." hususunda son derece kuvvetlidir Bu sebeble bu iki görüşün toplamından. Kur'ân'ın sıhhatini zedeleme mükellefiyet ve nübüvvet gibi hususlarda çok büyük bir şüphe verme ortaya çıkar. İşte bu sebeble, aklî delillere başvurmanın, inkârı ve sapıklığı peşinden getirdiği sabit olmuş olur. O zaman da "Kim, kelâm ilmine fazla dalarsa zındıklaşır" denilir.

Bu sapıklıklardan birisi de şudur: Hişam b. Hakem, Cenâb-ı Hakk'ın, meydana gelmeden önce, eşyayı bilmediğini iddia etmiş ve '"hedâ" (bir şeyi sonradan bilmek)nın Allah hakkında caiz olacağını söyleyerek, şöyle demiştir Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara. 6) sözü, ancak ipucu ile istidlal vaki olmuştur. Allah için, ayette zikredilen şeyin aksının meydana gelmesi de caizdir. Bu şahsın, böyle bir yolu seçmesi, daha önce geçmiş olan çok güç meselelerden kaçmak içindir. Bil ki, Mutezileden rivayet ettiğimiz görüşlerin tamamı, cevabı ortaya koymakla ilgisi olma- bir takım kelimelerdir hatta bundan da öte, bunlar söylenilmesi çirkin olan birtakım lâflardır Mutezîlîlerin ıtimacl ettikleri o iki cevaba gelince, bunlar da son derece zayıftır.

Ebu Alî, Ebu Hişâm ve Kadî Abdulcebbâr'in, "Cenâb-ı Hakk'ın ilmi cehle dönüşü" diyenlerle, dönüşmez diyenlerin sözleri hatadır" sözlerinden maksat, her iki kısmın da yanlış olduğuna hükmetmekse, bu nefyın ve isbatın fesadına hükmetmek olur ki, buna hiç bir insan razı olmaz. Yok eğer bunun manası, "Bunlardan biri haktır, ancak hak olanın delâlet eden şey mi, yoksa etmeyen şey mi olduğunu bilemiyorum" şeklinde ise, istidlal tarzını açıklayıp ortaya koymak, bunu savuşturma hususunda yeterli olur. Çünkü biz, Allah'ın onların iman etmiyeceklerini bilmesi, ancak iman etmedikleri zaman meydana gelir; şayet, bu yokluğu bilmekle beraber iman etme meydana gelmiş olsaydı, hem yokluğun hem de varlığın bir anda bulunması icab ederdi, demiştik. Aklın, bundan daha açık ve kendisinde en az önermelerin bulunduğu bir söz ortaya koyması mümkün değildir. Ka'bî'nin görüşüne gelince, bu da son derece zayıftır. Çünkü her ne kadar biz, Cenâb-ı Hakk'ın, ezelde imanın varlığını veya yokluğunu bildiğini bilmiyorsak da, ancak biz bu iki durumdan birine dair bilgisinin var olduğunu ve şu anda da bulunduğunu biliyoruz. Şayet, bu iki zıddın birini bilmekle, diğer zıd var olsaydı, o zaman iki zıddın bir arada bulunması gerekirdi. Şayet, bu ilim devam etmiyor, denilirse bu, ilmin cehle dönüştüğünü bir itiraf olur. Bu konuda söylenecek söz bundan ibarettir.

Bii ki, aklî bakımdan getirilen sözler, yukarda geçenlerdir Bu konuda "iknaî" (ikna etmek amacıyla), diğer başka şeyler de vardır ki, mutlaka onları zikretmek gerekir. Bunlar beş tanedir.

1) Hatîb el-Bağdadî, "Tarîku Bağdad" isimli kitabında, Muaz b. Muâz el-Anberî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Amr b. Ubeyd'in yanında oturuyordum. Tam o sırada ona birisi gelerek. "Ebâ Osman! Allah'a yemin olsun ki, bu gün bir küfür duydum" dedi Bunun üzerine Amr "Küfür konusunda acele etme de, ne duyduğunu söyle" deyince, adam Hâşim el-Evkas, (......) (Tebbet, 1) ayetiyle. Cenâb-ı Hakk'ın: "O tek başına yaratıp, kendisine uzun boylu mal ve yanında daima hazır oğullar verdiğim; kendisini bol ihsanlara boğduğum o kişiyi bana bırak! Sonra o, kalkmış da artırmamı istiyor. Hayır, çünkü o, ayetlerimize karşı oldukça inatçıdır. Ben onu sarp bir yokuşa salacağım. Zira o, uzun uzun düşündü de, kendi kafasmca bir kıymet biçti! Yine kahrolasıca, ne biçim de bir kıymet biçti! Sonra baktı. Sonra, kaşlarını çattı ve suratını ekşitti. Sonra da arkasını dönerek, büyüklük tasladı da, "Bu, dedi, anlatılan bir sihirden başka bir şey değil. Bu ancak, bir insan sözü!" Ben onu, cehenneme yaslayacağım " (Müddessır, 26) sözlerinin Ümmü'l-Kitâb'ta (Levh-i Mahfuz) olmadığını söylüyor.

Halbuki Cenâb-ı Hakk "Ha mim, apaçık beyan eden Kitaba yemin ederim ki, gerçekten Biz onu, anlayasınız diye, Arabça bir Kur'ân yaptık. Şüphesiz o (Kuran), katımızdaki Kitabın aslında, çok yüce ve çok hikmetlidir" (Zuhruf. 1-3) buyuruyor.

Ebâ Osman, "Bu küfürden başka bir şey değildir" deyince. Amr, bir müddet sustuktan sonra, bana döndü ve şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, söz onun dediği gibiyse, bu durumda ne Ebû Leheb'e, ne de Velîd ibn Mugîre'ye bir ta'n söz konusu değildir." Adam bunu duyunca, "Ebâ Osman, sen de mi, böyle diyorsun?" dedi. Allah'a yemin ederim ki, Muâz'ın dediği bu sözle, bunlardan birisi İslâm'a girdi, diğeri ise dinden çıktı.

Yine anlatıldığına göre Amr b. Ubeyd'in yanına birisi girdi ve onun yanında,

"Doğrusu o, şanı yüce bir Kur'an'dır. Levh-i Mahfûz'dadır" (Burûc, 21-22) ayetini okuyarak, ona, "söyle bakalım, Levh-i Mahfuzda mıydı?" deyince. Amr, "Bu böyle değildir; işin doğrusu. "Ebû Leheb'in yaptığı gibi kim yaparsa, onun ellen kurusun" şeklindedir" dedi. Bunun üzerine adam, "Namaz kıldığımızda da bu şekilde mı okunması gerekir?" deymce de, Amr kızarak, Allah'ın ilmi şeytan değildir; Allah'ın ilmi ne zarar verir, ne de fayda" dedi. Bu anlatılan şey, Amr b. Ubeyd'in. Kur'ân'ın sıhhati hususunda şüphe ettiğini gösterir.

2) Kadî Abdu'l-cebbâr'ın "Tabakâtu'l Mu'tezile" adlı kitabında, İbn Ömer'den, bir adamın onun yanına gelerek, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ey Ebâ Abdirrahmân! Şüphesiz bir topluluk zina ediyor, hırsızlık yapıyor, içki içiyor, haksız yere adam öldürüyor ve bunun Allah'ın ilminde böyle olduğunu, dolayısıyla bundan kaçamadıklarını söylüyorlar?" deyince, İbn Ömer kızdı, sonra "Azîm olan Allah'ı, noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim, diyerek, şöyle devam etti: "Allah'ın onların böyle yapacaklarını bilmesi, onları bunu yapmaya zorlamamıştır. Babam Ömer b. el-Hattab bana, Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini anlattı:

"Allah'ın sizin hakkınızdaki ilmi, sizi gölgeleyen gök ve sizi üzerinde taşıyan yer gibidir. Nasıl siz, gökten ve yerden çıkmaya muktedir değilseniz, aynı şekilde Allah'ın ilminden de çıkmaya gücünüz yetmez. Nasıl gök ve yer sizi günah İşlemeye sevketmiyorsa, bunun gibi Allah'ın İlmi de sizi o günahları işlemeye zorlamıyor" Cebriyye'nin ve Mutezile'nin rivayet etmiş olduğu haberlerde, bir çokluk olduğu görünmektedir. Bu hadisleri rivayet etrr erinden maksatları ise, böyle söylemenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakışmadığını açıklamaktır. Bu böyledir, çünkü bu bir tenakuz bir bozukluk arzetmektedir. Tenakuz olmasına gelince, Hazret-i Peygamberin, "Aynı şekilde, Allah'ın ilminden çıkmaya kadir olamıyacaksınız." sözü cebr hususunda, ondan önceki ise, kader hususunda açık olan bir ifadedir ki, bu bir çelişkidir, Fasit olmasına gelince, biz, Cenâb-ı Hakk'ın iman etmiyecekleri-ni veya imanın bulunacağını bilmesinin, birbirine zıd olduğunu açıklamıştık. Buna göre, iman etmeyeceklerini bildiği halde, iman teklifinde bulunmak "nefy" ile "isbat"ın (varlık ile yokluğun) arasını cemetmekle ilgili bir teklif olur. Gökle yer, insanın amellerinden herhangi bir şeyi nefyedemezler; böylece iki şekilden birini diğerine teşbih etmenin, ancak bir cahilden, veyahut bilmezlikten gelen birinden sadır olacağı açıktır. Halbuki, peygamberlik makamı böyle bir şeyden yüce ve âlîdir.

3) Bu babta meşhur olan iki hadistir. Birinci hadis, sahîhayn'de, A'meş'den, onun da Zeyd b. Vehb'den, onun da Abdullah ibn Mesûd'dan rivayet etmiş olduğu hadistir. Bu hadise göre Hazret-i Peygamber -ki O, doğru sözlüdür ve doğrulanmıştır şöyle buyurmuştu:

'Allah, sizden (her) birinizin karnındaki yaramışını, kırk gün hasitnde tutar. Sonra-, bir kırk gün kadar alâka halinde kafa Derken, bir kırk gün kadar da et parçası halinde kalır. Sonra, Allah ona bir melek yollar da, melek ona rûh üfler ve dört şeyle emrolunur. Onun rızkı, eceli, ameli, itaatkâr mı günahkâr mı olacağı yazılır. Kendisinden başka hiç bir ilâhın olmadığı Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz cennetliklerin ameliyle amel eder de, nerdeyse onunla cennet arasında bir dirsek mesafesi kalır. Detken, tekdirin hükmü önüne yeçer de, o kişi cehennemliklerin ameliyle amel ederek, cehenneme girer Ve yine sizlerden birisi de, cehennemliklerin ameliyle amel eder de, onunla cehennem arasında bir dirsek mesafesi kalır. Derken, kader önüne geçer de, o kimse cennetliklerin ameliyle amel ederek, cennete girer." Hatîb el-Bağdadi "Tarîhu Bağdad"nda, Amr b. Ubeyd'in şöyle dediğini nakletmiştir: Şayeî A'meş'in böyle dediğini duysaydım, onu yalanlardım. Vehb b. Zeyd'in bunu söylediğini duysaydım, onu sevmezdim. Abdullah b. Mesüc"un bunu dediğini duysaydım, bu sözü kabul etmezdim. Hazret-i Peygamber'in böyle dediğini bizzat duysaydım. O'nu reddederdim Allah (c.c)'in böyle dediğini duysaydım, "Sen sözümüzü, bunun üzerine a-madin" derdim. ikinci hadise gelıce bu Hazret-i Adem ile Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)'nın münazarasıdır Hazret-i Mûsâ Adem (aleyhisselâm)'e; "İnsanları, bedbaht yapan ve onları cennetten çıkaran sen değil misin'?" deyince, Hazret-i Adem, "Allah'ın, risâletı ve kendisiyle konuşmak için seçtiği, kendisine Tevrat'ı verdiği kişi olan sen, Tevrat'ta Allah'ın bunu bana takar ettiğini görmedin mi?" dedi. da, "Evet, gördüm"dedi. Sunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Hazret-i Adem Hazret-i Musa'yı yendi' dedi. Mutezile bu hadise, birkaç bakımdan la'n etmiştir.

Birincisi: Bu haber, Hazret-i Musa'nın küçüklüğüne rağmen, Hazret-i Adem'i kınamış olmasın; gerektirir. Bu ise, Hazret-i Musa'nın cehaletini gösterir ki, bu caiz değildir.

İkincisi: Çocuk babasıyla, nasıl böyle sert sözlerle konuşabilir.

Üçüncüsü: Hazret-i Müsâ, mahlukâtın şakâvetının (bedbahtlık ve günahkârlık) ve onların cenr.etten çıkarılmalarının Hazret-i Adem tarafından olmadığını, tam aksine, Allah'ın Adem (aleyhisselâm)'ı cennetten çıkardığını bile bile. ona, "insanları bedbaht ve şakî yapan, onları cennetten çıkaran, sen değil misin?" demiştir.

Dördüncüsü: Hazret-i Adem, delil olmayan bir şeyi delil getirmiştir. Çünkü, şayet bu bir delil olsaydı. Firavun, Haman ve diğer kâfirlerin de bunu delil getirmeler gerekirdi. Bu bâtıl olunca, bu hüccetin fasit olduğunu anlamış oluruz.

Beşincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). bu hususla Hazret-i Adem'i haklı göstermiştir.

Halbuki biz, bunun doğru olmadığını açıklamıştık. Sunun böyle olduğu sabit olunca, bu hadisi üç vecihten birisine hamletmek gerekir.

a) Hazret-i Peygarnber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu. yahudilerden nakletmiştir. Yoksa, bunu ne Allah'tan ne Kendinden söylememiştir Hazret-i Peygamber bu olayı anlatıyordu. Ne var ki ravî içeri girince, bu sözlerden başka bir şey duymadı, böylece de bu olayı Hazret-i Peygamberin yahudilerden değil de bizzat kendisinden anlattığını zannetti.

b) Hazret-i Peygamber'in, (......) demiş olmasıdır. Yani, Hazret-i Mûsâ (as.), Hazret-i Adem'e galip geldi ve onu yendi. Hazret-i Adem'in söylediği soz, ne hüccettir, ne de bir mazeret;

c) İtimat edilen görüş olan buna göre, bu münazaradan maksat, ne günahtan ötürü bir kınamadır, ne de Allah'ın onu bilmiş olduğunu mazeret olarak öne sürmektir. Tam aksine Mûsâ (aleyhisselâm) ona, kendisini bu nataya zorlayan böylece de cennetten çıkmasına sebep olan durumu sormuştur Bunun üzerine deriz. Adem, "Benim cennetten çıkışım, bu zelle sebebiyle olmamıştır. Tam aksine, Allah'ın bana cennetten çıkacağımı, yere ineceğimi ve orada halîfe olacağımı takdir etmiş olması sebebiyle olmuştur. Böyle bir şey, Tevrat'ta da yazılmış idi. Böylece, Hazret-i Adem'in delili, şüphesiz çok güçlü oldu, Hazret-i Mûsâ, bu hususla mağlup duruma düştü." Bil ki bu meseledeki söz, cidden çok uzundur. Kur'ân bununla doludur. Bu husustaki sözü, Allah takdir ederse, tefsirimizde ileride iyiden iyiye alcağız ancak zikrettiğimiz şey şimdilik kâfidır.

6 ﴿